Ehl-i Beyt-i Rasûl'ü sevmek her müslimâna farzdır

 Ehl-i Beyt-i Rasûl'ü sevmek, muhabbet etmek her müslimâna farzdır. Bunlara düşmânlık etmek, musîbetleri, belâları îcâb ettirir. Ehl-i Beyt'e muhabbet etmek, ebedî kurtuluşa, necâta ve son nefesde îmânla vefât etmeye vesîledir. Bunun gibi; Ashâb-i Kirâm'a da muhabbet etmek lâzımdır. Bunları sevenler, memdûhdur; övülmüştür. Ehl-i Beyt-i Rasûl'ü ve Ashâb-i Kirâm'ı sevenler, güzel sîrete mazhar olurlar. Buğz edenler ve düşmânlık gösterenler fenâ netîcelere ma'rûz kalırlar.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Rü'yâlar, Vâkı'alar, Mükâşefeler

 Tarîkat yolcusunun kalbine Hakk Teâlâ'nın Akdes Zâtı'ndan gelen müjdeler üç kısm olup bu müjdeler tarîkatin başında olan sâliklere,menâmlarında ya'nî rü'yâlarında; tarîkatin ortalarında olan sâliklere vâkı'alarında; tarîkatin nihâyetinde olan sâliklere mükâşefelerinde zuhûr eder. Rü'yâların ekseriyyâ onda biri, te'vîle ve ta'bîre muhtâc olmayan sâdık rü'yâlar; onda dokuzu, te'vîle ve ta'bîre muhtâc ve hatâ ihtimâli olan rü'yâlardır. Vâkı'alar, yarı yarıya ta'bîre ve tefsîre ihtiyâcı olmaksızın zâhir olsa da, diğer yarısı ta'bîre ve te'vîle muhtâc olduğundan,hakįkate mugâyir,muhâlif olarak zuhûr etmesi muhtemeldir. Mükâşefelerin yüzde doksanı hakka ve hakîkate muvâfıkdır ve yüzde onunda hatâ ihtimâli yakındır. Hatâ ihtimâlinden berî,kat'iyyen tertemîz, hatâ ihtimâli mümkin olmayan ancak ve ancak "vahy"dir. Vahyin kısmlarının ve çeşîtlerinin hikmet kitâblarında; vâkı'aların ve mükâşefelerin kısmlarının ve çeşîtlerinin tesavvuf ehlinin mebsût,gâyet mevsûk ve tafsîlâtlı kitâblarında aranılması lâzımdır. 

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Abdülhakîm* Efendi hazretleri, ekseriyâ *Cumâ* günleri tırnaklarını keserdi Mübârek. Bez örtü vardı. Onun içine keser, bana verir ve; *Al bunları, Murtezâ Efendinin kabrine silkele!* derdi. 


Hep *Murtezâ Efendi* nin kabri üzerine silkelerdim. Ne günlerdi yâ Rabbî. Ne *Seâdet* günleriydi. Hepimiz, birbirimizin *Duâsı* na muhtâcız kardeşim. 


*Silsile-i aliyye* yi her sabah ve her akşam okumalı. Çünkü; *İnde zikrissâlihîn tenzîl-ür rahme!* diyor Peygamber Efendimiz. 


Yâni *Evliyâ* zâtların *İsmi* söylendiği yere *Rahmet* yağar. Allahü teâlânın rahmeti yağar. Hattâ onları *Düşününce* bile, o yere rahmet yağar kardeşim. 


Bana, *Oku!* dedi Efendi hazretleri. *Eczâcı* yı okudum, bitirdim. Üniversitede vazîfem vardı. Efendi, yine bana; *Mâdem üniversitede vazîfen var, talebe olarak kaydol, kimyâyı da bitir!* dedi. 


*Okuma* ya teşvîk etdi beni. *Fransızca* öğrenmeye teşvîk etdi. Almanlarla çalışıyordum Genelkurmayda. Efendi hazretleri bana; *Almanca da öğren!* dedi. 


Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: *Men arefe lisâne kavmin, emine min mekrihim!* Hadîs-i şerîfdir bu. Ne demek?


*Men*, bir kimse. *Arefe*, ârif oldu, bildi. Yâni bir kimse bilirse. *Lisâne kavmin*, herhangi bir milletin lisânını, dilini bilirse. 


*Emine*, emîn olur, kurtulur. *Min mekrihim*, onların mekrinden, yâni onların *Hîlesi* nden, düşmanlığından kurtulur. 


Peygamber Efendimiz; *Onların lisânını öğrenin!* diyor. *Düşmanların lisânını öğrenin!* buyuruyor. 


Bir duâ var. *Allahümme inneke afüvvün kerîmün tuhibbül afve fa’fü annî*, her duâda okuyoruz bunu. Mânâsı ne peki? 


*Allahümme*; yâ Rabbî. *İnne*; elbette. *Ke*; sen. Elbette sen, *Afüvvün*; affedicisin, günâhları affedicisin. *Kerîmün*; kerem sâhibisin, ikrâm edicisin. 


Yâ Rabbî, sen hem günâhları affedicisin, hem de *İyilik* ihsân edicisin. *Tuhibbül afve*; Çünkü sen affetmeyi seviyorsun, seversin. Allahü teâlâ affetmeyi sever. 


*Fa’fü annî*; öyle ise beni affet. *Fa’fü*; öyleyse affet. *Nî*, beni. Öyleyse beni affet! Mâdem ki sen affedicisin, affetmeyi çok seversin, öyleyse *Beni affet* yâ Rabbî!

Yâdigâr mektûblar 20.mektûb

 25 Zilka'de 1374 [16.7.1955]

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Sâim Bey

Taahhüdlü göndermiş olduğunuz mektûbunuzu aldım. Sıhhat ve âfiyetinize memnûn oldum. Cenâb-ı Hak siz kalbi temiz, kendi temiz kardeşimizi dünyâda ve âhiretde mes'ûd eylesin. Cenâb-ı Hak hakîmdir ve rahîmdir. Herkese, kalbine göre verir. İyi insanlara dâima iyilik verir. Yoksa bizler iyi ile fenâyı tefrîk edemediğimiz için bunu anlamıyoruz.

Bundan evvel bir mektûbunuzu daha almışdım. Bursa'ya gideceğinizi yazmış olduğunuzdan cevab yazmamışdım. Yalnız Eskişehr'e bir kart göndermişdim ve mektûbunuzu aldığımı bildirmişdim. Bu iki mektūbunuzdan başka bir mektûbunuzu almadım. Eskişehr'e bayram tebrîki kartı da göndermişdim. Demek size vâsıl olmamış.

Kardeşim, Mürşidü'l-Müteehhilin çok güzel bir kitâbdır. İslâm harfleri ile yazılmışdır. Bunu tekrar tekrar okutunuz, dinleyiniz. Her müslimâna çok lâzımdır. Oğlan babası ile kız anası ve oğlan anası ile kız babası nâmahremdirler. Bir arada açık oturamazlar ve konuşamazlar. Bir erkek, onsekiz kadın ile açık oturabilir ve konuşabilir. Başka hiçbir kadınla görüşemez ve bakamaz ve müsâfaha bile edemez ve selâm veremez. Harâmdır. Bu onsekiz kadın: Ana, hemşire, kendi kızı, birâderinin kızı, hemşiresinin kızı, hala ve teyze. Bu yedi kadın süt ile de yakın olur. Ya'nî, süt ana, süt kardeş, süt kız, süt birâder kızı veya birâderin süt kızı, süt hemşire kızı veya hemşirenin süt kızı, süt hala, süt teyze. Bu ondört kadınla konuşmak câizdir. Onbeşinci kaynanadır. Onaltıncısı gelindir. Onyedinci üvey annedir. Onsekizinci üvey kızdır. İşte bu onsekiz kadından başka kadınlara bakmak ve konuşmak harâm olduğundan, dünürler oturmazlar, konuşamazlar. Sonra, kardeşim, nikâhda 32 farzı söylemek şart değildir. Tecdîd-i îmân lâzımdır. Kız ve oğlan, tecdîd-i îmân ederler. İki müslimân erkek şâhid lâzımdır. Cenâb-ı Hak hayırlı eylesin, mes'ûd ve mübârek etsin.

Evli bir kadın nemâzlarını iyi kılar ve zevcine itâ'at eder ve erkeklerden örtünüp saklanırsa, muhakkak Cennete gider [Hadîs-i şerîf]. Bu üç şeyi yapan kadına zevci her iyiliği, her hizmeti, her fedâkârlığı yapmalıdır ve böyle kadının her kabahatini afv etmelidir. Böyle kadın çok kıymetli ve çok mes'ûd ve bahtiyâr bir kadındır. Dünyânın en büyük ni'meti böyle bir kadına mâlik olmaktır. Peygamber efendimiz buyuruyor ki, dünyâ ni'metlerinin en hayrlısı, sâliha kadındır. Böyle kadına mâlik olan bir erkek, çok mes'ûd ve bahtiyâr bir erkektir. Cenâb-ı Hak hepimize, dünyâ ve âhıret seâdetini nasîb etsin. Dünyâ ve âhıret seâdeti ancak müslimânlara mahsusdur. Müslimân olmak için müslimânlığı okuyup öğrenmek lâzımdır. Okumadan öğrenmeden, bilmeden müslimânlık olmaz. İnsan, ben müslimânım demekle, müslimân olmaz. Size Birgivî Vasıyyetnâmesi aradım. İstanbul'da da bulamadım. Daha arayacağım. Bulursam posta ile gönderirim.

Müslimânların ecnebî memleketlerde ibâdet etmeleri bugün daha kolaydır. Zaten Cum'a ve bayram nemâzları ecnebî memleketlerde ki müslimânlara farz değildir. Nemâzları yollarda, trenlerde kılmak müşkil ise de,bu müşkilât, Türkiye'deki yolculukda da mevcûddur. Hristiyan memleketlerine dârülharb denir. Dârülharbde Cum'a ve bayram nemâzı kılmak farz değildir. Diğer bütün farzlar kolay yapılır. Domuz eti ve şerâb ve her türlü müskirât içmemeğe dikkat etmelidir. Şeytan insanı, ibâdet yaparken insanlardan utandırmak ister. Şeytana aldanmamalı.

Gözlerinden öperim kardeşim.

Hüseyn Hilmi Işık

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben, ne zaman dergâha gitsem, *Abdülhakîm* Efendi hazretleri, ekseriyâ *Bahçe* de olurdu ve bana; *Gel, seninle berâber oturalım!* derdi. Murtezâ Efendi’nin kabrinin yanına gider, otururduk. 


Duvar yüksek idi. Aşağıda *Cadde* var. Caddeden insanlar geçiyor. *İki* kişilik de *Yer* vardı kabrin yanında. *Efendi* ile yan yana oturup *Halici* seyrederdik. *Ne var ne yok Ankarada?* diye sorardı Mübârek. 

● ● ● 

Rabbimize çok şükür ki, bizi huzûruna kabûl ediyor kardeşim. Bu *Zulmet* zamânında, bu *Küfr* zamânında, her yere mânevî *Necâset* akıyor, *Zulmet* yağıyor. 


İşte böyle bir zamanda bizleri *Muhâfaza* ediyor Rabbimiz, elhamdülillah. En ufak bir şey, yârın *Terâzî* de, *Kefe* ye konacak. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: 


*Ve men ya’mel miskâle zerretin hayren*. Ne demek bu? Yâni bir kimse, zerre ağırlığında *Hayr* yaparsa, hayrlı bir iş yaparsa. *Yerehû*, onun karşılığını bulur. Onun *Sevâbı* na kavuşur. 


*Ve men ya’mel miskâle zerretin* Bir kimse, atom ağırlığında, yâni zerre kadar, *Şerren*; bir şer yaparsa, günâh işlerse, *Yerehû*; onun karşılığını görür, *Cezâsı* na kavuşur. 


*Cezâ*, burada *Karşılık* demekdir. Karşılığına kavuşur. Yâni fazla *Azap* çekmez. Karşılığı ne *Kadar* sa, o kadar azap görür. Yâni amellerinin karşılığını görür. 


Demek oluyor ki, zerre kadar *Hayr* işliyen, muhakkak onun *Sevâb* ına, yâni mükâfâtına kavuşur. Zerre kadar *Günâh* işliyen de, bu günâh çok küçük de olsa, affa uğramadıysa, onun *Cezâsı* na, yâni karşılığına  kavuşur. 

● ● ● 

Sabahleyin *Enver âbi* ile konuşduk bu *Cihâd* ın kıymetini. Dedim ki: Eshâb-ı kirâmdan *Hassân bin Sâbit* radıyallahü anh hazretleri var. 


O zât, câmide, minberde, kürsüde konuşur, kâfirleri *Hicv* edermiş, yâni *Kötüler* miş. Peygamber Efendimiz de aleyhisselâm onu dinler ve *Neş’e* lenirmiş. 


Bir gün buyurmuş ki: *Hassân’ın bir kelimesi, cephede 100 kâfiri öldürmekden daha sevapdır*. Bir kelimesi. Ne büyük hizmet. İşte bizim kelimelerimiz de böyle. 


Bütün dünyâdan gelen mektuplarda; *Size ve berâber çalışdığınız yardımcılarınıza duâ ediyoruz!* diyorlar. Yâni bütün dünyâ, hepimize duâ ediyor kardeşim.

İMÂM-I GAZÂLÎ (rahmetullahi teala aleyh)

“İmâm-ı Gazâlî Hazretlerinin kitablarında kusur bulan (arayan, kusur isnad eden) ya cahildir ya da dîn düşmanı.”

İbn-i Hacerî Mekkî

“Rahmetullahi teala aleyh”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Rûh* zamansızdır efendim. Meselâ şimdi *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerinden bahsetsek, o anda mübârek *Rûhu* burada hâzır olur. Bakın *Gelir* demiyorum, *Hâzır* olur efendim. *Hemen, ânında*. 


Yeter ki, *İsmi* anılsın. O anda, orada *Hâzır* olur. Çünkü rûh, zamansız ve mekânsızdır. Ama her zaman değil, çağrıldığı anda, orada *Hâzır* olur ve oradakilere *Feyz* verir. 

● ● ● 

*Cumâ* günü müsâfeha etmek *Sünnet* dir. Rabbimiz sevdiklerimize bizi kavuşdurdu, görüşdürdü elhamdülillah. Hepimiz birbirlerimize *Duâ* edelim kardeşim. 


Biz *Abdülhakîm* Efendi hazretlerine giderdik, müsâfeha ederdik. Rahmetli kayınpederim *Ziyâ bey*, bir gece rüyâda, Efendi hazretlerine gitmiş ve Efendi’nin *Elini* öpmüş. 


Ama elini öpeceği zaman, *Efendi* hazretleri, ona *Avucu* nu uzatmış. Ziyâ bey, Efendi hazretlerinin *Avuç içi* ni öpmüş. Uyanınca merak etmiş tabii. Acabâ bu rüyânın *Tâbiri* nedir? diye. 


Ertesi gün, erkenden *Efendi* hazretlerine gidiyor. Rüyâyı anlatıp, tâbirini soracak. Elini öperken, Efendi hazretleri, yine *Avuç içi* ni uzatıyor ve *Rüyâda öpdüğün gibi öp!* buyuruyor. 


Bu, Efendi’nin *Kerâmeti* işte. Onları sevenleri, Allahü teâlâ da sever. Abdülhakîm Efendi hazretlerinin *Kapısı* ndan, hepimiz *Ümitvâr* ız kardeşim. 


O kapının *Feyzi*, hepimizi, dünyâda da âhiretde de inşallah *Mes’ud* edecek. Muhakkak Efendi hazretlerinin ve *Silsile-i Aliyye* nin ervâhı burada *Hâzır* şimdi. Onlar bize *Feyz* veriyor inşallah. 


İki üç gündür, *Mehmed Mâsum* hazretlerinin *Mektûbât* ını okuyorum kardeşim. Onun te’sîri altında kaldım. Sabah namâzından sonra, o *Te’sîr* ile şunu yazdım. 


Hayât ne demek? *Hayât* demek, *Hayâl* demekdir. İşte, bu günümüz de böyle *Hayâl* oldu. Hayâller bir araya gelince ne olur? *Hayâl* olur. Velhâsıl bütün bu dünyâ, *Hayâl* dir kardeşim, *Hayâl…*

Yâdigâr mektûblar 19. mektûb

 23 Şa'bânü'l-Muazzam 1374 [17.4.1955]

Selâmün aleyküm kıymetli kardeşim Sâim Bey

Kıymetli mektûbunuzu geçen gün aldım. Sıhhat ve selâmet haberlerinize memnûn oldum. Cenâb-ı Hak sizin gibi hâlis müslimânlara, dünyâ ve âhıret selâmeti ihsân buyursun. Aylardan beri sizden hiçbir sûretle mektûb alamadım, merâk ediyordum. Mektûbunuzu alınca, merâkdan kurtuldum. Size İslâm harfleri ile cevap yazıyorum. İnşâallah okursunuz ve okumalısınız.

Kardeşim, avret mahalli mes'elesi, müslimânlıkta mühimdir. Buna ehemmiyet vermeyenlerin îmânları gider, kâfir olurlar. Bu mes'ele her kitâbda yazılıdır. Meselâ Birgivî Vasıyyetnâmesi 162'nci sahîfede diyor ki ( Er adamın göbeği aldığından dizi altına kadar avrettir. Göstermek ve bakmak harâmdır. Nikâhı harâm olan kadınların göbek altından diz altına kadar ve karnı ve arkalarını erkeklere göstermeleri ve  erkeklerin buralara bakmaları harâmdır. Nâmahrem kadınların, yüzünden ve eli ayasından ve ayağından gayri şeylerine er âdem bakmak harâmdır. Bazı ulemâ ayakları da avretdir buyurdu. Şehvetsiz dahi bakmak harâmdır. Kadın ihtiyâr ise dahi bakmak harâmdır. Mezârda çürümüş kemiklerine dahi ve İbni Âbidįn'de buyuruyor ki, kesilmiş, duvara asılmış saçlarına dahi bakmak harâmdır. İhtiyâr adamların bakması da harâmdır. Kadının kadına göbekden aşağı dizi altına kadar bakması harâmdır. Ya'nî kadının kadına bakması,kadının adama bakması gibidir. Ya'nî kadınlar, zevcinden gayri erkeklerin göbeği altından dizi altına kadar bakması harâm olduğu gibi kadınlar dahi birbirlerinin göbekleri altından dizleri altına kadar bakmaları harâmdır. Ammâ, şehvet ile bakmak, kime olursa olsun, gerek kadınlara, gerek taze oğlanlara ve neresine olursa olsun, yâ'nî yüzüne bile şehvetle bakmak harâmdır buyuruyor.)

Kardeşim, bir kimse bir güzel kızı ansızın görse, hoşuna gitse dahi, bakmağa devâm etmez ise ve tekrar bakmaz ise günâh değildir. Hatta hoşuna gittiği halde, bakmak istediği halde, tekrar bakmadığı için cihâd sevâbı vardır ve bu sevâb çok büyüktür. Şunu da söyliyeyim ki, müslimân kadınların, mürted kadınlardan, erkekden kaçar gibi kaçmaları lâzımdır.

Mübârek Ramezân-ı şerîfinizi tebrîk eder, gözlerinden öperim. Oflu Hacı Muhammed Emîn Efendi'nin Necâtü'l Mü'minîn kitâbı, [Mevkûfât, Dürer, Reddü'l-Muhtar gibi] kütüb-i mu'tebereden değildir.

İyi bir müslimân olmak için, İmâm-ı Birgivî Vasıyyetnâmesi, Âmentü Şerhi, Mızraklı İlmihâl ve Hüccetü'l-İslâm kitâblarından birisini muhakkak okuyup öğrenmeli ve ona göre ibâdet edip, harâmlardan kaçmalıdır. Cenâb-ı Hak, hepimize, iyi müslimân olmak nasîb eylesin ve hepimizi şeytanlar ve din ve ırz düşmanlarından muhâfaza buyursun. Âmin.

Uydurma din kitâbları, uydurma tefsîrler, müslimân görünen câhil ve dinsiz insanlar, hep şeytandırlar. Cenâb-ı Hak hepimizi böyle insanlardan ve böyle kitâbları ve mecmuaları okumakdan muhâfaza buyursun. Âmin. 

Kardeşiniz Hüseyn Hilmi Işık 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Allahü teâlâ*, yerlerin, göklerin *Yaratıcı* sıdır. Dağları, denizleri, ağaçları, meyveleri, mâdenleri, mikropları, hayvanları, atomları, elektronları, molekülleri yaratan O’dur. 


Birinci semâyı *Yıldızlar* la süslediği gibi, yeryüzünü de, *İnsanları* yaratmakla süslemiştir. Basît cismleri, elemanları, O yaratmıştır. 

● ● ● 

Bugün *Cumâ* namâzını Alacahasan câmiiinde kıldım. Hoca Efendi, hutbede hep *Fâiz* den bahsetdi. Hoşuma gitdi, ama uzun sürdü biraz. Bu, doğru değil. Hutbeyi uzatmak *Mekrûh* dur. Kısa kesmek *Sünnet* dir. 


En birinci farz nedir? *Namaz* dır. Mü’min, namâzı aslâ terk etmez. Namâzı terk eden kimse, Evliyânın kalbinden *Feyz* alamaz, *Nûr* alamaz. Çünkü onun *Kalbi* bunları almaya müsâit değildir. 


Yâni kalbi *Bozuk* dur. Nasıl ki radyosu, televizyonu bozuk olan kimse, radyo *Dalgaları* nı alamaz. Bunun gibi, kalbi bozuk olan da, Evliyânın yaydığı *Nûr* ları, *Feyz* leri alamaz. 


Evliyânın kalbinden *Nûr* almak, *Feyz* almak için başka şartlar da var. O şartlardan mühim olan bir şey daha var. *Büyük* ler, bunun üzerinde ısrârla duruyorlar. Peki, nedir o? 


*Helâl lokma* yemek. Helâl lokma yemiyenin, yâni *Harâm* yiyenin kalbi körlenir, siyahlanır, kararır. Kalp kararınca da *Feyz* alamaz. Neden? Çünkü Evliyânın feyzi *Kalbe* gelir. Akla ve Kafa’ya gelmez. 


Evliyânın kalbinden yayılan *Nûr* lar, *Feyz* ler, ancak temiz olan *Kalp* lere, nasîbi olanlara ve bâzı şartları taşıyanlara gelir. Feyz almanın bir şartı da *Edeb* dir. Peki, edeb nedir? Edeb, *Haddini bilmek* dir.


Yâni *Terbiye* dir, *Tevâzû* dur. Büyüklerin kalbinden, ancak *Edebli* olanlar feyz alır. Feyzin geldiği, feyzin alındığı nerden anlaşılır? 


Bunu Peygamber aleyhisselâma soruyorlar. Peygamber Efendimiz de buyuruyor ki: *Yeşrah sadrahu lil islâm*. Ne demek bu? 


Yâni, bu feyzi alanın kalbi, islâmın *Nûru* ile nûrlanır. Kalbi *Nûrlu* olan da, dünyâdan *Nefret* eder. Âhireti *Sever* ve âhirete *Meyl* eder. Böyle buyuruyor Peygamber Efendimiz.

SOHBET.................. BİR VASİYET

İslâm âlimlerinin büyüklerinden Hüseyin Hilmi Işık’ın (rahmetullahi aleyh) vasiyetnamesinde özetle şöyle buyurulmaktadır:

“Aklı olan herkes dünyada rahat ve huzur içinde yaşamak, âhırette azaptan kurtulup sonsuz nîmetlere kavuşmak ister. Dünyanın her yerindeki her çeşit insana, saadet-i ebediyye yolunu göstermek için uğraştım. Önce kendim öğrenmek için çok çalıştım. Senelerce, yüzlerce kitap okudum. Tarihi, tasavvufu çok inceledim. Fen bilgileri üzerinde çok düşündüm. İyi inandım ve îmân ettim ki, dünyada rahat, âhırette sonsuz iyiliklere kavuşmak için sâlih Müslüman olmak lâzımdır.

Sâlih mü’min Ehl-i sünnet itikadındadır. Ehl-i sünnet itikadında olana Sünnî denir. Ehl-i sünnetin dört mezhebinden Hanefî, Malikî, Şafiî ve Hanbelî’den birine uyar. Böylece her hareketinde İslâmiyet’e tâbi olur. İbâdetlerini kendi mezhebine göre yapar. Haramlardan sakınır. Bunlarda kusur olursa şartlarına uygun tevbe eder. Sâlih Müslüman olmak için din bilgilerini Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmek lâzımdır. Câhil, sâlih Müslüman olamaz. Sâlih Müslümanın nasıl olacağını Seâdet-i Ebediyye kitabımda uzun bildirdim. Kısaca şöyledir:

1- Ehli Sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi inanmalıdır.

2- Dört mezhepten birinin ilmihâl kitabını okuyarak din bilgilerini doğru öğrenip buna uygun ibâdet yapmalı ve haramlardan sakınmalıdır. 4 mezhepten birinde olmayan veya 4 mezhebin kolay yerlerini ayırıp bir araya toplayan yâni mezhepleri birbirine karıştıran kimseye mezhepsiz denir. Mezhepsiz olan, bidat ehli yâni sapıktır.

3- Çalışıp para kazanmalıdır. Dine uygun yolla kazanmalıdır. Fakir kimse bu zamanda dînini, nâmusunu, hakkını bile koruyamaz. Bunları korumak ve İslâmiyet’e hizmet edebilmek için fennin bulduğu yeniliklerden, kolaylıklardan faydalanmak da lâzımdır. Helâl kazanmak büyük ibâdettir. Namaza mâni olmayan ve haram işlemeye sebep olmayan her kazanç yolu hayırlıdır ve mübârektir. İbâdetlerin ve dünya işlerinin faydalı, mübârek olması, yalnız Allah için yapmakla, yalnız Allah için kazanmakla ve yalnız Allah için vermekle kısaca ihlâs sâhibi olmakla olur.

Ya Rabbi! Günahlarımız büyük ve çok ise de, senin af ve mağfiretin sonsuzdur. Sevdiklerin hürmetine bizi af ve mağfiret eyle. Âmin!”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, ortak, yâni *Şerîk* kabûl etmez efendim. İnsanların Allaha karşı *Îmânı* azaldıkça, Cenâb-ı Hakka karşı *Güveni* azalır. Allaha güven azaldıkça da, *Dünyâ* ya güveni artar. 


Bir kimse, *Allah* dan başka neye bel bağlarsa, bu hâl, *Felâket* olarak ona yeter. Çünkü *Allah Sevgisi* nin üzerinde bir *Sevgi* olmaz, aslâ olamaz efendim. 


Şimdi bu odada, *Radyo* dalgaları var mı, yok mu? Muhakkak ki *Var*. Biliyoruz çünkü. Bunu bilmesek, var diyene inanmayız. *Olur mu öyle şey? Hani görmüyorum*, deriz. 


Evet ama, o *Radyo* dalgalarını, o sesleri işitmiyoruz. Neden işitmiyoruz? Çünkü kendi bedenimizde bir *Alıcı* mız yok. Alıcımız olsa, işitiriz. 


İşte, *Evliyâ* nın kalbinden çıkan *Feyz* ler, *Mârifet* ler, *Nûrlar* da, aynen radyo dalgaları gibi, her an, her yere yayılıyor. Fakat alıcımız olmayınca, fâideli olmuyor, *Zâyi* oluyor. 


Bir gün, *Abdülhakîm* Efendi hazretleriyle odada oturuyorduk. Bir ara; *Ben zâyi oldum!* buyurdu. Efendi hazretleri niçin *Zâyi oldu?* Çünkü kimseyle görüşemiyor, konuşamıyor. Yaydığı *Nûr* ları alan yok. 


Abdülhakîm Efendi hazretlerinin mübârek kalbinden çıkan *Nûr* ları alan olmayınca, *Ben zâyi oldum!* diyor. Nûr yayılıyor, ama *Alan* yok. 


Yâni almaya *Müstaîd* kimse yok. *Kabiliyeti* olan yok. Evliyâların kalbinden çıkan mârifetler, nûrlar her an yayılıyor. Bunları almak için şartlar var. Nedir o şartlar? Evvelâ *Îmân* lâzım. Ama *Doğru Îmân*. 


Ehl-i sünnet üzere bir *Îmân*. Kâfirler; değil evliyâlardan, Peygamberden bile *Nûr* alamadılar. *Ebû Leheb* ler, *Ebû Cehil* ler öyle işte. O *Nûru* alamadılar. 


O mübârek nûr menba’ına, yâni Resûlullah Efendimize, *Büyücü* dediler, *Sihirbâz* dediler, *Yalancı* dediler, *Şâir* dediler. Nasipleri olmadı, alamadılar. 


Evliyâların kalbinden çıkan mârifetleri, nûrları almak için de evvelâ ne lâzım? *Îmân*. Sonra ne lâzım? *Ehl-i sünnet* îtikâdı. Mezhebsizler *Nûr* alamaz. 


Mezhebsizler, meşâyih-ı kirâmdan, evliyâ-yı kirâmdan *Nûr* alamazlar. *Aldık!* derler, hattâ, *Şeyh* olduk, derler. *Şeyhlik* de yaparlar. Fakat hiçbir şeyden haberleri yokdur, *Yalan* söylüyorlar.

Mustafa Hulki Demiray

Hocamız Hüseyin Hilmi Işık Efendi'nin Kuleli Askeri Lisesindeki ilk talebelerinden olan Merhum Mustafa Hulki Demiray abi...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsan vücûdunda en kıymetli organ, *Kalp* dir. Bu dînin esâsı da, bu kalbi *Hastalık* dan kurtarmakdır. Nedir o hastalık? Kalbi hasta yapan şey nedir? *Nefsimiz*.


Hepimizin içinde bir *Düşman* var kardeşim. Hem Allaha düşman, hem bize düşman. O da, insanın kendi *Nefsi* dir. Yâni düşman içimizde, dışarda değil. O da kendi *Nefsimiz* dir. 


İşte bu nefsin, kalbe akıtdığı o *Zehire* karşı, bir *Panzehir* lâzım. Büyükler buyuruyorlar ki: Nefse karşı olan o panzehir, ya o büyük zâtların *Kendi* leridir veyâ *Eser* leridir. 


Eserleri deyince, ne anlıyacağız? Yâni o büyük zâtların *Kitap* ları ve *Talebe* leridir. 


Onun için, bizim *Âbiler* den birine rastlıyan, kurtulur efendim. Bizim *Kitap* lara kavuşan, bizim *Âbi* lere rastlıyan, kurtulur. Onun için biz çok *Şanslı* yız.

● ● ● 

Eskiden *Ezân* okunurken herkes işini gücünü *Bırakırdı*. Nasıl mı? Meselâ demirci demir dövüyor, çekici kaldırmış, tam vuracak. O anda müezzin *Allahü Ekber!* diyor.


O bunu işitince *Çekici* vurmuyor, indiriyor ve yavaşça kenara koyuyor. Neden? *Ezân* okunuyor diye. 


Çekici kaldırmış, demire vuracak, demiri dövecek, tam kaldırdığı zaman *Allahü ekber!* diye ezânı işitiyor, vurmuyor onu artık. 


*Ezân okunurken iş görülmez* diyor ve yavaşca yanına bırakıyor. Eskiden öyleydi. Ezâna *Hürmet* edilirdi. Şimdi nerde kardeşim? Nerdeee? 

● ● ● 

Yemekden sonra ne okuyoruz? *Elhamdü lillâhillezî eşba’nâ ve ervânâ min gayri havlin minnâ velâ kuvveh. Allahümme et’imhüm kemâ et’amûnâ.* 


Buraya kadar, Abdülhakîm Efendi hazretlerinin *Duâsı* dır. Bu kadar duâ ederdi Efendi hazretleri. Sonra bendeniz, ona bir ilâve yapdım. 


*Allahümmerzuknâ kalben takiyyen mineşşirki beriyyen lâ kâfiren ve şakiyyâ velhamdü lillâhi rabbil’âlemîn*. 


Bizim ilâvemiz bu kadar. Diyeceksiniz ki: *Sen kim oluyorsun da bunu ilâve yapıyorsun?* Evet ama bizim kendi sözümüz değil ki bu. 


Peygamber Efendimizin *Duâsı*. Onun *Sözü*. Berât gecesinde, Efendimiz aleyhisselâm secdede bu *Duâyı* okurmuş. Kitapda gördüm ve onu *Yemek duâsı* na ilâve etdim efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Müslümâna verilen *Dert* ler ve *Belâ* lar, mutlaka *İyidir* ve *Hayrlı* dır. Bu hususta hadîs-i şerîf var. Dolayısıyla bizler, dünyânın en *Bahtiyâr* insanlarıyız kardeşim. Niçin?


Çünkü *Gemi* belli, *Kaptan* belli, *Rota* belli. Cenâb-ı Hakka, verdiği bu büyük ni’metden dolayı sonsuz *Şükür* ler olsun. Allahü teâlâ bu günlerimizi aratmasın. 


Biz her namazda, ayakda, *Elhamdülillâhi rabbil âlemîn* diyoruz ya hani *Fâtiha* sûresini okurken. Neden elhamdülillah diyoruz? *Bana, namaz kılmayı nasîb etdin!* diye. 


Yâ Rabbî, beni huzûr-i ilâhiyyene kabûl etdin. Beni, namaz kılmak şerefine kavuşdurdun. Bundan büyük seâdet olur mu? Bunun için sana hamd ederim yâ Rabbî! 


Elhamdülillahın mânâsı bu işte. *Ey Rabbil âlemin! Ey âlemlerin rabbî olan Allahım! Bana namaz kılmayı nasîb etdiğin için sana hamd ederim*. 


Sonra ne diyoruz? *Errahmânirrahîm* diyoruz. Yâni, Sen merhamet edicisin yâ Rabbî. Sen bana merhamet etdin, acıdın da namaz kılmayı nasîb etdin, diyoruz. 


Namaz kılmak, büyük ni’metdir. Allahü teâlâ, *Eraeytellezî* sûresinde ne diyor? *Namâza ehemmiyyet vermiyenlere lânet olsun!* buyuruyor. 


*Namâza ehemmiyyet vermiyenleri Veyl çukuruna atacağım!* diyor Cenâb-ı Hak. Hem de sonsuz. Niye sonsuz? *Îmânı* gidiyor da onun için. 


Günah işliyenin, yâni Allahü teâlânın emrini yapmıyanın îmânı gitmez, sâdece *Günâha* girer. Ama ehemmiyyet vermiyenin *Îmânı* gider, *Kâfir* olur kardeşim, bu çok mühim. 


Peygamberimiz aleyhisselâm buyuruyorlar ki: *Ey Eshâbım! Siz emr olunduklarınızın onda dokuzunu yapsanız, birini terk etseniz, helâk olursunuz*. 


Bu helâk olma, bulunduğu makâmdan *Tenzîl-ür rütbe* dir, yâni bir aşağı dereceye düşmekdir. Onlar için bir makâm düşmek, *Helâk* olmakdır. Hattâ bin azapdan daha *Zor* ve *Dehşet* lidir. 


Yine Efendimiz buyuruyor ki: *Âhir zamanda gelecek ümmetim, emirlerin onda birini yapsa, onda dokuzunu yapamasa, kurtulur*. 


Burada buyurulan onda bir, *Îmân* dır. Âhir zamanda mü’minlerin en büyük tehlikesi, *Îmânsız* olmakdır. 


Çünkü bu gün *Harâm* ve *Helâl* karışmışdır. Eskiden haramın yolu başkaydı, helâlin yolu başkaydı. Harâmlar belliydi ve yapanlar ayıplanırdı. Şimdiyse *Küfre* düşmek çok kolay kardeşim.

Hakk sübhânehu ve teâlâ ile alış-veriş makamında değiliz

 Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) buyurdular:

“Mecâr-ı umûru (işlerin olmasını) Cenâb-ı Hakk’a tevzîf ediniz (ısmarlayınız, bırakınız). Hakk’dan gayri bir şeyi maksûd bilmeyiniz. Zirâ dünya ve âhiret bu sûretle ma’mur olur. İsterse dünya ve âhiret mamur olmasın. Zirâ ki, kuluz. Bu itibarla, ubûdiyyetin (kulluğun) gereği budur. Îfâya mecburuz. Hakk sübhânehu ve teâlâ ile alış-veriş makamında değiliz.”

(Son Halkalar I, sh 459-460)

HAKÎKAT

Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) buyurdular:

“Hakîkat, şerîattan ibârettir.”

(Son Halkalar I, sh 456)

Nakşibendî büyüklerinin yolu

 Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) Hazretleri buyurdular;

“Meşâyıh-ı Nakşibendiyyenin mesleki (Nakşibendî büyüklerinin yolu) tarîk-i Nübüvvetle vusûldür (Nübüvvet yolu ile kavuşucu/kavuşturucudur).”

(Son Halkalar I, sh 454)

ADÂLET / ZULM

 Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teâlâ sirreh) hazretleri buyurdular ki;

“Adl; kendi mülkünde tasarruf, zulm; gayrin mülk ve mal ve ihtisasına tecavüzdür.”

(Son Halkalar I, sh 444)

...

Efendi hazretlerinin bu izahından anlaşılıyor ki;

Mâlikü’l-mülk ve hâliku’l-mükevvinât olan Allahu teala için “adâlet” fiilinin gayrisi söylenemez, tasavvur dahi edilemez.

AKIL

Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) buyurdular:

“Akıl, bir kuvve-i derrâkedir (anlayış kuvvetidir). Hakkı bâtıldan fark ve temyîz  (ayırmak) için halk olunmuştur (yaratılmıştır). Hakkı bâtıla iltibâs (karıştırma) isti’dâdında bulunan ins ve cin ve melâikede halk olunmuştur. 

Zât-ı Bârî’de (Allahu teala için) ve Zât-ı Bârî’ye tealluk eden mesâilde (meselelerde, işlerde) hakkı batıl ile iltibas (karıştırma) istidâdı olmadığından, o nev’i mesâilde başlıbaşına medâr-ı ihticâc (delile esas) olmaz. 

Umûr-ı ibâdda (kulların işlerinde) iltibâs istidâdı olduğundan mesâil-i ubûdiyyette sahîh olur. 

Umûr-ı rubûbiyyette iltibâs istidâdı olmadığından, o mesâilde akıl mütemeşşi değildir (yürüyemez). 

Rubûbiyyet, vahdet-i mutlakadır (her iş ve halde tek ve benzersiz olmaktır). Orada temyîz ve temyîze mecal yoktur (güç yetmez). Öyle ise aklın cevlângâhı (dolaşacağı yer) değildir. 

Bir de, akıl âlet-i kıyâs (ölçü âleti) olup, ma’rifetullahda kıyâs merdûddur (redd olunmuşdur).”

(Son Halkalar I, sh 445)

AKL-I SELÎM

 Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) buyurdular ki;

“(Tam) akl-ı selîm hiç yanılmaz, hiç hata etmez. Mûcib-i nedâmet (pişmanlığı gerektirecek) hiçbir harekette bulunmaz. Düşündüğü şeylerde asla hata etmez. Hep doğru ve savab ve akibeti iyi işlerde bulunur. Doğru düşünür, doğru yolu bulur. 

Bu nev’i akıl, ancak enbiyâ-i izâm aleyhisselâmda bulunur. Her teşebbüs buyurdukları işlerde muvaffak olmuşlardır. Mûcib-i nedâmet ve hasaret hiçbir şeyde bulunmamışlardır. Bu akıllara karîb (yakın), Eshâb-ı kirâm, Tâbi’în ve Tebe-i tâbi’în ve alâ merâtibihim (derecelerine göre) eimme-i dîn (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmîn) akıllarıdır. Bunların akılları ahkâm-ı ilâhîye karîb (yakın) akıllardır. Onun için bunların zamanında âlem-i İslâmiyyet tevessü’ ediyordu (genişliyordu). Ahvâl-i âleme vâkıf olanlar, bunu ziyâdesi ile tasdîk etmeğe mecbur olurlar.”

(Son Halkalar I, sh 446-447)

SÜLEYMAN KUKU EFENDİ "Rahmetullahi teâla aleyh

Trabzon’un Sürmene kazâsının Baștımar köyünde 1938 senesinde başlayan hayatları, Allahu teâlânın rızası uğruna geçen 81 sene sonra, miladi 1 Zi’l-hicce 1440 – 2 Ağustos 2019 Cuma günü Trabzon’da nihayet buldu. Kabri doğduğu köydedir.


Kuleli Askerî Lisesi’ni bitirdikten sonra bir iki ay Harb Okulu’na devam etti. Buradan Türk Silahlı Kuvvetleri adına Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne geçiș yaptı. Fakülteden “pekiyi” derece ile mezun oldu. Rus Dili ve Edebiyatı dıșında İngilizce ve Tarih Bölümü’nün Orta Çağ Tarihi Anabilim Dalı’ndan sertifika aldı. Ankara’da Kara Harb Okulu’nda bir yıl vazîfe yapıp İstanbul’da Kuleli Askerî Lisesi Rusça öğretmenliğine tayin oldu. On altı yıl bu vazîfede bulundu. İki yıl Türk-Rus hududu rodemarkasyonu, ya‘nî sınır düzeltme çalıșmalarında tercüman olarak görev aldı.


Öğretmenlik hayatı Kuleli Askerî Lisesi’nde, Harb Akademisi’nde ve Ordu Yabancı Diller Okulu’nda geçti. Üniversitede talebe iken, yaz tatillerinde Arabçaya çalıștı. Sarf ve nahvi memleketinde Hacı Hanefî Hoca’dan okudu. Subay çıktıktan sonra devrin en büyük âlimlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvasî hazretlerinin büyük oğlu, Kadıköy Müftüsü, faziletli Seyyid Ahmed Mekkî Efendi’den mantık, fıkıh, usûl-i fıkıh, akaid, meanî, tefsîr ve benzeri ilimleri tahsîl etti. Van Müftüsü Seyyid Muhammed Kasım Efendi’den ilimde icâzet aldı.


 Kuleli Askerî Lisesi’nde talebe iken mezkûr Abdülhakîm Arvasî hazretlerinin ma‘nevî evlâdı kimyâ öğretmeni Hüseyin Hilmi Ișık Efendi’nin talebesi oldu ve onun yol göstermesi ile hayatının istikametini buldu. Ve bundan sonra hep onu ve büyüklerini takib etti. Tasavvufa da meraklıydı. Bu yolda Seyyid Abdülhakîm ve İmâmı Rabbânî hazretleri ve yolundakilerle mânevi irtibatı yanında, Afganistan’da bulunan Müceddidî yolunun temsilcisi İbrâhim Müceddid ile mektûblașmaları olmuștur.


Ayrıca Doğu Türkistan’dan Kayseri’ye hicret eden Abdülhalîl-i Müceddidî hazretleri ile zaman zaman İstanbul’da ve Kayseri’de görüșüp, husûsi halkasına dâhil olmuștur. Her ne kadar bu hususta fazla konușmazsa da, oradan istifade ve istifaze eylemiș olduğu, el ve izin almıș olduğu yakınlarınca ma‘lûmdur.


1983 yılında devlet hizmetindeki görevini tamamladıktan sonra bütün zamanını Türk-İslâm klasiklerini günümüz Türkçesine aktarmakla geçirdi. Osmanlıca pek çok klasik eserin yanında Arapça ve Farsça, biraz da Urducadan olmak üzere yirmibeș-otuzbin sayfayı așan çevirilerle, telif ve tercüme kitab ve risâleler olmak üzere ellinin üzerinde eseri bulunmaktadır.


Reklamdan ve zâhirden uzak, hakîkate ve içe dönük, hizmetle geçen bir hayatı vardı. Tanıdıkları çok, dostları azdı. Gece onun için gündüzden kıymetli idi. Büyüklerinin dostu, küçüklerinin melcei ve duâcısı idi.


Hayatı ni’met, memâtı nikmet idi, üzüntü idi. Her nefesini Resûl-i Ekremin (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) dinine hizmetle geçirmek, en güzel ve devamlı duâsı idi.


Allahu teâlâ makamlarını âlî, sevenlerine şefaatlerini ihsan buyursun. Amin.

SÜLEYMAN KUKU EFENDİNİN "Rahmetullahi teâlâ aleyh" ESERLERİ

Arapçadan Tercümeler:


1- Mîzânü’l-Kübrâ [Dört Hak Mezhebin Fıkıh Kitabı]


2- Keșfü’z-Zünun ve Zeyli [4 cild] [Basılmamıștır]


3- Șir‘atü’l-İslâm


4- Tarîkü’n-Necât


5- Risâle-i Münîre


6- Dav’ü’ș-Șems [Gün Ișığı]


Farsçadan Tercümeler:


1- Zûbdetü’l-Makâmât [Berekât – İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin Menâkıbı]


2- Kimyâ-yı Seâdet


3- Evliyanın Kutbu Muhammed Masûm Farukî [Farsçadan Derleme – İçerisinde – Yevakıtü’l-Harameyn Risâlesi ve Ezkâr-ı Ma’sûmiyye]


4- Riyadü’n-Nâsıhîn


5- Mekâtib-i Șerîfe


6- Dürrü’l-Meârif


7- Umdetü’l-Makâmât


8- Mebde ve Meâd


9- Türpüștî Risâlesi


10- Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Divânı


11- Tashihü’l-Mesâil: Vesikalarla Vehhâbiliğin İç Yüzü


12- Seyfü’l-Ebrâr: Mezhebsizlik ve Vehhâbilik


13- Hazinetü’l-Meârif [Ma’rifetler Hazînesi] – Mektûbât


14- Mektûbât-ı Ma’sûmiyye [3 cild, 2 kitap hâlinde]


15- Șâh-ı Nakșibend (kaddesallahu sirrehul bârî)


Osmanlıcadan Tercümeler:


1- Birgivî Vasiyetnâmesi


2- Büyük Amentü Șerhi [Feraidü’l-Fevaid fi Beyâni’l Akaid]


3- Dürr-i Yektâ Șerhi


4- Mevzuâtu’l-Ulum [2 cild]


5- Mir’at-i Kâinât [2 cild]


6- Gülzâr-ı Saminî [Mektûbât – 2 cild]


7- Altı Parmak: Peygamberler Tarihi


8- Mâ’rifetnâme


9- Reșahât Ayn’ü’l-Hayât


10- Gunyetü’t-Tâlibin [İlim ve Esrar Hazinesi]


11- Șemâil-i Șerîfe


Derleme-Te’lif Eserler:


1- Menkıbelerle İslâm Meșhurları Ansiklopedisi [4 cild]


2- Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Külliyâtı [2 cild]


3- Çeșme-i Muhabbet [Mevlânâ Hâlid Divânında]


4- İmâm-ı Rabbânî ve Yolundakilerde Namaz


5- Ehl-i Beyt ve Bazı Șecereler


6- Ziyaeddin Mevlânâ Hâlid (kuddise sirruh)


7- Mecd-i Tâlid fî Menâkıb-ı Mevlânâ Hâlid ve Arabî, Farisî Mektûbları


8- Gün Batarken Gördüğüm Son Ișık


9- Hac Rehberi


10- Lâ İlâhe İllallah


11- Muhammedûn Resûlullah (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem)


12- İmâm-ı Â’zam Ebû Hanife (rahmetullahi teâlâ aleyh)


13- Seyyid Abdulkâdir Geylânî & Șâh-ı Nakșibend (kuddise sırrıhuma)


14- Hanefî Mezhebinde Namaz


15- Kelâm-ı Kibâr [Hikmetli Sözler]


16- Șah-ı Nakșibend “kaddesallahu sirrehul bârî”


Risâle Derlemeleri


1- Nadir Risâleler


– Risâle-i Vâlidiyye [Ubeydullah-ı Ahrâr (kuddisesirruh)]


– Muhyiddin Arabî’nin Șerîat, Tarîkat ve Hakîkat Risâlesi ve Șerhi


– Tesviyetül İmâd Risâlesi [Din Direğini Doğrultmak]


– Tevbe, İstiğfâr ve Faydaları Hakkında Risâle [Arabîden]


– Zikrin Fazîleti Hakkında Risâle [Arabîden]


– Resûlullah’a Salavâtın Fazîleti Hakkında Risâle [Arabîden]


– Yevakıtu’l-Harameyn Risâlesi


– Kıyamet ve Kıyamet Alametleri Hakkında Risâle


– Șâh-ı Râh Risâlesi


– Mebde ve Me’âd Risâlesi


– Rûhû’l-Ârifîn Risâlesi [Ziyâeddin Gümüșhânevî – Arabî]


– Șifâü’l-Mümînin Risâlesi


– Cilâü’l-Külûb ve Keșfü’l-Kurûb Mênakıb-ı Ebû Eyyûb [Arabîden”] [Eyyüb Sultan Hazretleri (radıyallahu teâlâ anh)]


– Ehl-i Beyt Risâlesi


2- Nadir Risâleler II: Kadı Senâullah Pâniputî Hazretlerinin Risâleleri


– İslâm Hukuku [Hukuku’l-İslâm]


– Zarurî Bilgiler [Mâ Lâ Büdde Minhü]


– Ölüm ve Kabir Hâlleri [Tezkiretü’l-Mevtâ ve’l-Kubur]


– İrșâdü’t-Tâlibîn [Müceddidi Yolu]


3- Nadir Risâleler III: Vesîletü’n-Necât [Seâdet Yolu]


– Risâle-i Münire


– Ehl-i Sünnet İtikâdı


– Namaz ve Fazileti


– Oruç Risâlesi


– İslâm’da Alıșveriș-Bey ve Șirâ


– Dört Büyük İmâm


– Hucec-i Katiyye


– Tariku’n-Necât [Kurtuluș Yolu]


– Tenvir Risâlesi (Kader Hakkında)


4- Nadir Risâleler IV: Takvâ Yolu


– Takva Risâlesi


– Sirâcü’l-Musallî [Namaz Kılana Ișık]


– Et-Taklid ve’t-Telfik


– Mecmûa-i Deâvat [Dualar Risâlesi]


– Malûmât-i Nafia [Fâideli Bilgiler]


– Așere-i Mübeșșere [Cennetle Müjdelenen On Sahabî]


– Gâyetü’l-İmkân fî Ma’rifeti’z-Zaman ve’l-Mekân [Zaman ve Mekânın Delillerle Anlașılması]


– Behçetü’s-Sâliki ve Nehcetü’l-Meslekin [Sâliklerin güzeli ve Yolların özeli]


– İslam Hukukunun İncelikleri


– Ölüm Halleri ve Kabir Ziyareti


– Ruh Risâlesi


– Tarikât-ı Nakșibendîyye Risâlesi


– Mazhar-ı Can-ı Canân Hazretlerin Mektûbları


– Mesîretü’s-Sâlikîn Alâ Sîreti’s-Sâirin [Sâliklerin yolu seyredenlerin hâli]


– Tarika-i Aliyye-i Nakșibendîyye-i Hâlidiyye


– Mevlâna Hâlid-i Bağdadî Hazretlerinin Akâid Risâlesi


– Müridlerin Zikir Adâbı Hakkında risâle


– Mecmuâ’dan Çok Muhim Bir Mektûb


Bunlarla beraber Süleyman Kuku, İmâm-ı Rabbanî hazretlerinin Mektûblarından bazılarını tercüme etmiș ve Kısas-ı Enbiyâ gibi bazı eserlerin bazı bölümlerini sâdeleștirmiștir. Eserlerinden bazıları “A. Farûk Meyân”, bazıları da dostlarının isimleriyle neșredilmiștir.

...

Bu  eserleri https://cesmekitabevi.com/  web sitesinden temin edebilirsiniz.

AKL-I SAKÎM (Kusurlu Akıl)

Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh), aklın izâhı meyanında devamla buyurdular:

“Ukûl-i sakîme (kusurlu akıllar); bunların (akl-ı selîmin) aksi ve nâkîz-i (tersi) olan şeylerdir. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde ekseriya yanlış düşünürler, yanlış yaparlar. Mûcib-i melâlet ve melâmet ve hasaret ve nedâmet (üzüntüye, ayıplanmağa, ziyana ve pişmanlığa sebeb olur). Telehhüf ve tessüfleri (üzüntü ve esefleri) artar.

Mü’minin dînî aklı ve dünyevî aklı  olduğu gibi, kâfirin dahi dînî ve dünyevî aklı vardır. Kâfirin dünyevî aklı dînî aklından kâmildir (üstün, fazladır). Bu dahi, dâimi ve müstemîr (devamlı) değildir.”

(Son Halkalar I, sh 447)

AKIL VE DELÂLET

(Aklın Delîl Olması)

Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh)  buyurdular ki;

”İnsanların hilkat (yaratılış) ve ahlâklarının tefâvütü (farklı olması) gibi, akıl ve tab’ ve amelin dahi tefâvütü vardır. Birisinin aklına muvafık ve mutabık bulunan bir madde, diğerinin aklına hiç de muvafık olmayabilir. Birisinin tab’ına mutâbık (uygun) olan bir şey, diğerinin tab’ına mutabık olmaz.  

Binâen aleyh, din işlerinde akıl hüccet-i tamm (tam hüccet, delîl) olamaz. Ancak akıl ile şer’ (şerî’at, İslâmiyyet) hüccet-i kâmil olur. 

Akıl hüccettir. Fakat murad, akl-i selîmdir. “

(Son Halkalar I, sh 447-448)

ÎMÂN

Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) Hazretleri, bir suale dair yazdıkları cevâbda  buyurdular ki;

“Îmân hasıl olunca, zâten kâmildir. Zirâ ziyâdelik ve noksanlık kabul etmez. Mâhiyet itibârı ile ne zâid ve ne de nâkıs olur. Zâid (ziyâdelik) ve kâmil olması, inkişâf ve incilâ (parlaklık) itibâriyledir.”

(Son Halkalar I, sh 449)

ÎMÂNIN MÂHİYETİ (Îmân nedir?)

Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) buyurdular:

“Servet-i Âlem’in (sallallahu teala aleyhi ve sellem) risâlet ve nübüvvet itibariyle getirdiği akâidi, akla ve hikmete ve felsefeye havâle ve ihâle etmeksizin, îkan )yakîn) ve tasdîk etmekle hâsıl olur. Veyâhud Resûl ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur. Akla uygun olmak itibariyle tasdîk ve îlan ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Ol vakit risâlete itimâd-ı tâmm hasış olmaz. İtimâd-ı tâmm hasıl olmayınca, mâhiyet-i îmân tecezzî (bölünme) kabul etmediğinden dolayı îman olmaz. Belki (muhakkak ki) Resûlün tebliğine muvâfık olursa (uygun olursa), akl-ı kâmil ve akl-ı selîm olur. Ya’nî kemâl-i istifâde olur.”

(Son Halkalar I, sh 449)

...

AKLIN KULLANILMASI

“Mesâil-i i’tikâdiyye hikmete havâle olunup, hikmet kabul ederse tasdîk eder, kabul etmezse ve yahud tereddüdde bulunursa, ol vakit hakîme îman etmiş olur. Resûle tam îmân etmemiş olur ki, bu takdirde îmân; değil yalnız kâmil olmak, îmân olmaz. Zîra îmân parçalanmaz, bölünmez, ziyâdelik ve noksanlık (artma azalma) kabul etmez.

Dînî meseleler felsefe ile muvâzene (dartılırsa, ölçülürse) yine bir filozofu tasdîk etmiş olur. Resûle tam irimâd etmemiş demektir.

Dînde müttefikun aleyh (üzerinde birlik ve icma) olan mes’elelerden birisinde tasdîk hâsıl olmadı ise, ki ekseriyâ böyle oluyor, bu mes’elede murâd-ı ilâhî ve murâd-ı Resûlullah’ı (sallallahu teala aleyhi ve sellem) nasıl ise, öylece îmân ve îkân ve i’timâd ettim der ve şüphesini izâle edecek bir zâtı fevren (acele olarak) arar. İlminde ve dînde vusûk (sağlam) ve tamm itimâd sahibi, zekî, fatîn (anlayışlı), ârif, müttakî, vâkıf (vukufu çok) müşkülâtı halle muktedir bir zatı bulur, sorar. Aldığı cevaba itminân hasıl olunca, artık öylece îmân ve îkân eder. Böyle bir zâtı aramak farzdır. Bulamadı ise, veyâhud bulup da tatmîn edilmedi ise, Allahu tealanın ve Resûlünün irade ettiği gibi inanır. 

Buna binâendir ki, her yerde böyle müşkülü halle muktedir (çözebilen) bir kimsenin bulundurulması farz-ı kifâyedir.

Böyle olmaz ise dîn, mu’terizlerin (itiraz sahiblerinin) elinde oyuncak olur. Diledikleri vecihle (şekilde) te’vîl ve tefsîr ederler. Kimseyi dalâletten kurtaramazlar.”

(Son Halkalar I, sh 449-450)

KAZÂ VE KADER

 Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) Hazretleri buyurdular:

“Hallâk-i hakîkî (Allahu teala), halk ettiği ve edeceği şeyleri bilir. 

Kâinâtın vücûdu (varlığı) a’yânda (zâhirde) yok iken, Hakk tealanın ilminde var idi. Ya’ni kâinatın iki nev’i vücûdu vardır. Biri vücûd-i ilmî, diğeri vücûd-i aynîdir.

İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teala aleyh) şöyle izah ediyor:

Bir mühendis, yapacağı bir binanın sûretini, ileride yapmak istediği bir şekilde zihninde tersîm ede (çizer). Sonra zihnindeki bu resmi bir sâhifeye çizer ve bunu mimar ve ameleye ibrâz eder. Onlar da bu sahifede tersîm edilen ve mühendisin zihnindeki sûreti andıran harita (plan) gibi yaparlar, vücûde ve bürûze getirirler. İşte mühendisin zihninde irtisâm eden, binânın ilmdeki vücûdudur (varlığıdır). Buna, hayâlî vücûd, ilmî vücûd derler. Binânın hâricte yapılan ve kereste, taş ve topraktan ibâret olan vücûdu, hâricî vücıd, aynî vücuddur. Sûrî vücûddur. Mühendisin vücûd-i ilmîsinde bulunan bu binâya taalluk eden ilmi, mühendisin binâya olan (takdir ettiği) kaderidir. 

Kader; ezel-i azâlde (ezellerin ezelinde), ileride vâki’ olacak vâkı’âlara (işlere, olaylara) olacağı gibi ilm-i ilâhînin (Allahu tealanın ilminin teâllukundan (Allahu tealanın ilmiyle bilmesinden, ilminin bağlanmasından) ibârettir.

Hâlık-ı kâinat celle celâlühü halk buyurduğu şeyleri (onların öyle yapacaklarını) bilmiş de halk etmiş, işte bu ilim kaderdir.

Mâdem ki (Allahu teala) hâlıktır, mahlûkata elbette âlimdir. İşte bu ilim kaderden ibârettir.

Ehl-i sünnet vel-cemâat, kadere îmân etmiş ve kadere îmânı erkân-ı îmândan (îmânın esaslarından) add eylemiştir. Yani kadere îmân etmez ise, mü’min değildir, dediler. Kaderin hayrı ve şerri, tatlısı ve acısı Allahu tealadandır. Zira kader, bildiği şeyleri îcâd ve ihdâs (yapmak ve yaratmak) demektir.

(Son Halkalar I, sh 451)

Yâdigâr mektûblar 18.mektûb

 Selâmün aleyküm kıymetli kardeşim Sâim Bey 

3 Cemâzi'l-Ûlâ tarihli kıymetli mektûbunuzu aldım. Sıhhat ve selâmet haberlerini ve bilhassa istikâmet üzere hareketinizi okuyunca çok memnûn oldum. Cenâb-ı Hakka ne kadar hamd ve şükr etsek azdır ki bizlere kıymetli şerî'ati üzere amel etmek nasîb ediyor.

Kardeşim, hadîs-i şerîflerde şerâb sirkesi çok medh edilmişdir. Meselâ (Hayrü halliküm hallü hamriküm) buyurmuşdur. Ya'nî sirkelerin iyisi ve menfe'atlisi şerâbdan yapılan sirkedir. Sirkelere lâtif kokuları ve hoş lezzeti veren aldehidler ve tartarat tuzları ve sâiredir. Sirkeye kasden yüzde bir alkol ilâve edilirse, sirkede dâimî bulunan sirke mayaları, az zemânda bu alkolü sirkeye tahvil eder, ya'ni sirkede alkol kalmaz. Sonra, muâmelâtda, ya'nî meselâ ticâretde fâsıkların ve hattâ zimmî kâfirlerin sözleri ile amel câizdir. Meselâ: Eshâb-ı kirâm (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'in) Şâm'ı ve İrân'ı feth etdikleri zemân, buralarda, pazarlarda, peynir ve kundura satın aldılar ve peynir acabâ hınzır mi'desinden mi ve kundura hınzır derisinden mi yapılmış diye tecessüs etmediler [araştırmadılar]. Şimdi de mezbehhânelerde [mezbahalarda] kesilen hayvanları tekbir ile ve besmele ile kesilmişdir diyerek yiyoruz. Acabâ dinsiz, mürtedler mi besmelesiz kesdi diye vesvese etmiyoruz. O halde sirkede fennen alkol bulunmaz. Âdeten de alkol konmaz. Alkol koyarken ve mezbehhânede besmelesiz keserken görmedikçe harâm olmaz. Her şeyin aslı helâldir. Harâm karışırken görülmedikçe veya karışdıran söylemedikçe yemek lâzımdır. Fetvâlar böyledir. Takvâ başkadır. Biz fetvâ ile hareket ederiz.

Bu zemânda te'ehhül [evlilik] mes'elesi hakîkaten çok güç. Refįkama söyledim. Muvâfık bir şey hâtırımıza gelmedi. Arayacağız. Cenâb-ı Hak hayırlısını ihsân eylesin. 

Koyunlarda hiçbir günâh vâki' olmamış. Bağçedeki otlar zâten size âid. Canlı da satabilirsiniz. Çok iyi yapmışsınız.

Efendim bu ay başında fakirhâneden çıkıyoruz. Yine Beylerbeyi'nde ve câmîi şerîf ile fırının bulunduğu tarafda bir eve taşınıyoruz. Şubat ibtidâsında temâmen yerleşmiş olacağız. Yeni adresimiz (Beylerbeyi, Çamlıca caddesi, numara 85) dir.

Kıymetli mektûblarınızı ve fâideli suallerinizi beklerim. Sizin sayenizde kitâblara bakarak ben de istifâde ediyorum. Din ve dünyâ selâmetinize duâlar eder, kıymetli duâlarınızı beklerim. Abdülhakîm ile Dilvin ellerinizden öperler. Kıymetli duâlarınızı bekliyorum efendim.

Kardeşiniz Hüseyn Hilmi Işık 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlânın en büyük sıfatı, *Hubb* dur, yâni *Muhabbet* dir. Biz, Allahü teâlâyı hakkıyla sevemeyiz. Bizim sevgimiz, *Sıfâtî* dir, *Hakîkî* değildir. 


Biz, *Sıfâtî* olarak severiz. Ama Allahü teâlâ, *Sıfâtî* sevgiyi de kabûl ediyor efendim. Hakîkî sevgi isteseydi, işimiz *Zor* du. 


Bütün dünyâ şöyle yazıyor kardeşim: *İhlâs Vakfı hakîkî İslâmiyeti bugün bütün dünyâya doğru olarak yayıyor!* diyorlar. Her yere ama, her yere. Ne büyük *Hizmet* kardeşim.


Elhamdülillah ki, Allahü teâlâ bize, Ehl-i sünnet âlimlerinin *Kitap* larını okumayı nasîb ediyor kardeşim. Bu kitapları okumıyan, *Câhil* kalır. 


İstediği kadar *Arabî* bilsin, *Fârisî* bilsin, din bilgilerinden *Diploma* sı olsun. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumıyanın, islâmiyetden haberi olmaz. Allahü teâlâ bize *İhsân* etdi, elhamdülillah. 


Bu okuduklarımızın, yazdıklarımızın, işitdiklerimizin hepsi, Abdülhakîm Efendi hazretlerinin *Hediye* sidir bize, *Sadaka* sıdır bize. Onları görmeseydik, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacakdı. 


Cenâb-ı Hak bize *Akıl* da vermiş. Akla da uyacağız tabii. *Fitne* çıkarmıyacağız, fitneye sebep olacak bir konuşma yapmıyacağız. Karşımızdakine bakacağız. Nasıl bir adam? 


Ona göre konuşacağız. *Paldır küldür* konuşmıyacağız. Konuşursak ne olur? Fitne çıkar. Fitneden kaçacağız. Peygamberimiz; *Fitne uykudadır, fitneyi uyandırana Allah lânet etsin!* buyuruyor.  


Fitneyi uyandırmıyacağız. *Ve mâ cevâb-ül ahmakı illes sükût*. Ne demek bu? Yâni *Ahmak* ın sözüne cevap verilmez, *Sükût* edilir. 


Bizim Hak Sözün Vesîkaları kitâbında, *Peygamberlik Nedir?* diye bir bahis var. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yazısı bu. 


*İmâm-ı Rabbânî* hazretleri 18 yaşındayken yazmış onu. Daha mürşidini görmeden. Onu okudum, ne *Güzel* yâ Rabbî, ne güzel. Siz de okuyun kardeşim. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri, ayrıca; *Ortalık öyle bir hâle geldi ki, gençler müslümân ismini beğenmiyorlar, isimlerini değişdiriyorlar*, diyor. Hem de tâ o zamanda, yâni 400 sene önce.

Fakih ve Sufi ol

Fıkıh için İlmul Evrak veya Fıkhı zahiri, tasavvuf için ise İlmul Ezvak veya Fıkhı batıni denilmiştir. Tasavvufsuz fakih yerilmiş, fıkıhtan mahrum olan sufi ise hiç kabul görmemiştir.İmam-ı Şafii (rahmetullahi aleyh) bir şiirinde şunu ifade etmişlerdir:


"Fakih ve Sufi ol, sadece ikisinden biri olma,


Allah hakkı için ben sana nasihat ediyorum.


Çünkü O (fakih) katıdır O’nun kalbi takvayı tatmamıştır.


Bu (sufi) ise cahildir, cahil olan nasıl ıslah eder.”[4]


 Fıkıh ölçülerinin dışındaki zevklerin, şevklerin ve vecdlerin hiçbir kıymetinin olmadığını tasavvuf alimleri bildirmektedir. Nitekim Ebu Said el-Harraz bu durumu "Zahiri hükümlere aykırı olan her batın batıldır."[5] şeklinde ifade etmektedir. Beyazıd Bistami: "Bir adamın havada bağdaş kurup oturacak kadar keramete sahip olduğunu görseniz, o adamın Allah'ın emir ve yasaklarına, hududullahı muhafazası ve şeriata riayet hususunda nasıl hareket ettiğini tetkik edinceye kadar ona aldanmayınız." İmam Rabbani hazretleri “Bizim yolumuzda bir adaba riayet ve mekruhlardan ictinab, zikirden, fikirden, teveccühten birkaç derece üstündür. Bunlara riayetle beraber zikir, fikir olunca o zaman nur üstüne nurdur” şeklinde buyurmaktadır. Mutasavvıflardan Murtaişe’ye (V. H. 328) söylendi: Falan su üzerinde yürüyor. Şöyle cevap verdi: Heva ve hevesine nefsinin kötülüklerine karşı sabır gücüne sahip olan kimse su üzerinde yürümekten daha büyüktür." Bu bakımdan mutasavvıflar için fıkıh tasavvufun olmazsa olmazlarındandır.

MİNAHLARIN YAZILMAYA BAŞLANMASI

Bu fakir (Hâlid-i Şirvânî), Gavs’ın (kuddise sırruhu) mukaddes sözlerini kaleme almakta geç kaldığımdan ötürü gerçekten büyük üzüntü duyuyordum. Bu üzüntümün üçüncü gününde Gavs hazretleri, sohbet meclislerinde şu beyiti okudular:


“Bu mesnevi (yazılmakta) bir müddet gecikti.

Ancak kanın süte dönüşmesi için bir müddet beklemek gerekliydi.”

Bunda tevazu benim için zillet olurdu

 Birgün Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruhu) seyr u sülukünü henüz tamamlamayan Şeyh Halid'e sorar: "Molla Halid senin ilmin ne kadardır?” O da: “Efendim! Elhamdulillah. Seyyid Şerif Cürcani ve Teftezani kadar ilmi bilgiye sahibim.”diye cevap verir.Molla Halid dışarı çıkınca sohbette bulunanlar onu yadırgamaya başlarlar. “Sen Ğavsın yanında nasıl böyle cevap verirsin? Bu ne cesaret?” dediklerinde O da: “Soruyu soran benim mürşidim Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruhu) olunca ben gerçek neyse onu söylemek zorundayım, gerçeği gizleyemem. Bunda tevazu benim için zillet olurdu. Ama eğer bu soruyu siz sorsaydınız ben de size ilmimin Şerhul Muğni okuyan bir talebe seviyesinde olduğumu söyleyecektim." diye cevap verir.

Her Keşfedilen Zararlıdır

Birgün evlerinde odada oturuyorduk. Abdülhakîm Efendi Hazretleri sohbet ediyordu. Bir ara, “Her keşfedilen zararlıdır. Bir tane istisnâ yoktur” buyurdu. Bunun üzerine Efendi Hazretleri’ne gece gündüz hizmet eden Şâkir abi, “Efendim, elektrik de mi zararlı?” diye sordu. Efendi Hazretleri “Evet” buyrunca, “Efendim, iyi ama eskiden mum vardı, elektrik yoktu. Siz bahçedeki şadırvanda abdest almaya çıkarken mum yakıyorduk, fenere koyuyorduk. Gidiyordunuz, abdest alıyordunuz. Tekrar geliyordunuz. Mumu söndürüyorduk. Neler çekiyorduk! Şimdi daha yatak odasında şöyle çeviriyorsunuz, bahçe de, şadırvan da aydınlık oluyor” dedi. Bahçeye de o elektriği ben almıştım. Bahçedeki şadırvanın duvarına lamba koydum. Kordona bağladım. Efendi Hazretleri evden çıkarken düğmeyi bir çeviriyordu, ortalık aydınlanıyordu. İşte Şâkir Abi bunu misal göstererek elektriğin zararlı olup olmadığını sordu.


Abdülhakîm Efendi Hazretleri buyurdu ki: “Bir şey hakkında hüküm vermek için ekseriyete bakılır. Faydalı tarafı çok olana faydalı denir. Zararlı tarafı çok olana zararlı denir. Çünki dünyada Allahü teâlâ her maddeye tecelli ediyor. Her maddede Allahü teâlânın sıfatları zuhur ediyor. Mesela bütün kâinatı varlıkta tutan, Allahü teâlânın kayyum sıfatıdır. Allahü teâlâ bu kâinatı bıraksa, yani kudretini çekse, herşey o anda yok olur.

Her maddenin, her varlığın, hem faydalı tarafı vardır, hem de zararlı tarafı vardır. Herşeyin iyi tarafı var; çünki Allahü teâlânın rahmet sıfatı var. Herşeyde Allahü teâlânın rahîm sıfatı tecelli ediyor. Ama Allahü teâlânın kahhar sıfatı da var, gadab sıfatı da var. Öyleyse herşeyde kahredici sıfat var. Yani herşeyin zararlı tarafları da var. Meselâ yılan zararlı ama faydalı tarafı da var. Ondan zehire karşı ilaç yapılıyor.


Meselâ Allahü teâlâ insanın nefs-i emmâresini yaratmış. Nefs-i emmârenin faydalı tarafları da var, zararlı tarafları da var. Nefs, Allahü teâlânın düşmanıdır; ama faydalı tarafı var. Meselâ bizim yememiz, içmemiz hep nefs sayesindedir. Herkes para kazanmak için çalışıyor. Yemek, içmek istiyor. Bunun için para kazanıyor. Para kazanmak için de meselâ hayvan besliyor. Köylü harman ve saire yapıyor. Biz de onun sayesinde ekmek yiyoruz. Köylü çalışmasa, ekmeği nereden bulacağız? Köylü hayvanlarına bakmasa, eti nereden bulacağız? Demek oluyor ki, başkalarının nefsi, para kazanmak için çalışıyor. Biz de onların çalışmasıyla istifâde ediyoruz. Sonra nefs olmasa kimse evlenmez. Kimse evlenmezse, kimse dünyaya gelmez. O hâlde insanların yaşaması için nefs-i emmâre lâzım olduğu gibi; insanların yeryüzünde durması da nefs sayesindedir.

Anne ve babamızın nefsleri sayesinde biz şimdi hayattayız. Nefsin bunlardan daha faydalı tarafı var. Onu Peygamber efendimiz bildiriyor: Nefs ile cihâd. Bir muharebede Sahâbe-i kiramdan çokları şehid olmuş, yaralanmış. Peygamber efendimiz Eshâbına, “Cihâd-ı asgardan, cihâd-ı ekbere geldik” buyurmuş. Eshâb buna şaşırınca, “Büyük cihâd, nefsimizle cihâddır” buyuruyor. Nefsle cihâd sayesinde insanlar meleklerden üstün oluyor. Çünki meleklerde nefs yoktur.


Nefsin bir de zararlı tarafı vardır. İnsanı kötü tarafa çekmeye çalışır; haram işlemeye sevkeder. Hiç doymaz. Haram işlerseniz, daha fazlasını ister. Onu da yaparsanız, ondan fazlasını ister. Çünki Kur’an-ı kerimde, “İnsanların nefsi doymaz olarak yaratıldı” buyuruluyor.

Nefs, ulûhiyyete kadar ister. Herkes bana tâbi olsun, hep benim dediğim olsun, der. Yani Allahü teâlâya şerik olmak ister. Onun için hadis-i kudsîde ‘Nefsine düşman ol; zira nefs benim karşıma düşman olarak dikilmiştir’ diyor. Bütün günahlar, hatta küfr, nefstendir.


İşte elektriğin de hem faydalı tarafı vardır, hem de zararlı tarafı vardır. Evet, ben abdest almaya çıkarken ışığı kullanıyorum. Bu, elektriğin faydalı tarafıdır. Ama elektriğin zararlı tarafı daha çoktur. Bir kere insan elektrik teline bir dokunsa, bir anda ölür. Bütün harb vasıtaları, bombalar, füzeler hep elektrikle çalışıyor. Elektrik olmasa, bu korkunç, öldürücü vâsıtaların hiç biri olmazdı. Sonra en büyük zararı, gece âlemlerindeki günahlar hep elektrik ışığının altında oluyor. Her akşam binlerce insan günah işliyor veya imanını kaybediyor. Elektrik olmasa, bu gece azgınlıkları olmaz. Binâenaleyh elektriğin zararı faydasından çoktur” buyurdu.

Bunu ancak Efendi Hazretleri gibi bir zât söyleyebilir.


Yine Abdülhakîm Efendi Hazretleri’nden dinledim: Seyyid Fehîm Hazretleri’nin evinin pencereleri, hasır ile kaplı imiş. Seyyid Fehîm Hazretleri hacca gidince oğulları, başta Emin Efendi olmak üzere, babamızı sevindirelim diye pencerelerdeki hasırları çıkarmışlar, cam takmışlar. Evin içi aydınlık olmuş. Seyyid Fehîm Hazretleri hac dönüşü evin şeklinin değiştiğini görünce, “Bu evde eski nurları göremiyorum. Burada eski ruhâniyet kalmamış. Firavunun sarayına benzemiş” deyip eve girmemişler. Oğulları eski hâle getirdikten sonra eve teşrif buyurmuşlar. “Oh, eski nurları yine görüyorum. Eski ruhâniyetler yine var” buyurmuşlar. 


Seyyid Fehîm Hazretleri, çıra, yağ kandili yakarlarmış. Efendi Hazretleri lamba kullanırdı. Biz de elektrik kullanıyoruz. Seyyid Fehîm Hazretleri çıra kullanıyor diye biz de mi çıra kullanacağız? Efendi Hazretleri lamba kullanıyor diye biz de mi lamba kullanacağız? Onların hâline o uygun idi ve ondan tad alıyorlardı. Biz de elektrik kullanıyoruz. Ama günah işlemekte değil; hayırda kullanıyoruz. Çünki düşmanın silahıyla silahlanmak dinimizin emridir. Efendi Hazretleri’nin buyurduğu umumî kâideye de aykırı değildir.


Hüseyin Hilmi Işık (rahmetullahi aleyh)

Kâ’be­nin sû­re­ti­ ve ha­kî­ka­ti­

 Ha­kî­kat er­bâ­bın­dan ol­mı­yan ne­mâz kı­la­na Kâ’be­nin sû­re­ti­ne te­vec­cüh et­me­si ge­rek­dir. Onun sû­re­ti­ne te­vec­cüh ve te­leb­büs ey­le­mek ona ga­nî­met­dir.

Kâ’be­nin sû­re­ti­ne taş ve top­rak­dır, de­miş­ler­dir. Bu böy­le de­ğil­dir. Zî­râ, eğer taş ve top­rak ve ça­tı ve dı­var­la­rı or­ta­da ol­ma­sa da­hî Kâ’be, Kâ’be­dir. Mah­lû­ka­ta sec­de­gâh ol­ma­sı ile­dir. Bel­ki Kâ’be­nin sû­re­ti, bir ma’nâ­dır ki akl­lar onu an­la­mak­da âciz­dir­ler. Akl­lar onun sû­re­ti­ni an­la­mak­da âciz ol­duk­la­rı­na gö­re, onun öte­sin­de olan Kâ’be­nin ha­kî­ka­ti­ne na­sıl ka­vu­şur­lar. Kâ’be­ye te­vec­cüh bu­dur ki, Kâ’be­ye doğ­ru ne­mâz edâ ede­ler. Ve bu te­vec­cü­hü an­la­mak ve Kâ’be­yi te­hay­yül ma’lûm de­ğil­dir. He­mân bu te­vec­cüh ci­he­tiy­le da­hî, Kâ’be­nin be­re­kâ­tın­dan feyz­le­nir­ler ve ha­kî­ka­tin­den na­sîb­le­nir­ler. Zu­hûr eden hâl­ler asîl olup, ne­mâ­zın gay­ri­sin­de­ki hâl­ler üze­ri­ne me­ziy­ye­ti var­dır.

(Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin Nemâz Risâlesi'nden iktibas edilmiştir.)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Şöyle bir göreyim diye sizi çağırdım kardeşim. İnsan *Hasta* olunca, her şeyden *Ümit* siz ve *Âciz* oluyor, sâdece *Ölümü* düşünüyor. 


Rabbime sonsuz *Şükür* ler olsun ki, *Hasta* iken de *Secde etmek* lezzetini bize ihsân eyledi. Hasta iken de ibâdet etmenin *Lezzeti* ni, hiçbir şeyde bulamıyorum. 


İnsan bir şeyi yapmak ister. Ama Allahü teâlâ o şeyi yaratmaz. O da üzülür ve *Hay kör olası şeytân! Ben bunu istiyordum, istediğim olmadı!* der. 


Hâlbuki Allahü teâlâ, onu *Sevdiği* için ve o şey ona *Zararlı* olduğu için dilemedi ve yaratmadı. O işin olması, bu kimseye *Hoş* geliyor, ama aslında o şey ona *Zararlı* idi. 


*Kur’ân-ı kerîm* de Cenâb-ı Hak meâlen buyuruyor ki: 


Siz, çok şeyleri *Hayırlı* zannedersiniz, onun üzerine koşarsınız. Hâlbuki o size *Zararlı* dır. Rabbiniz size *Merhamet* eder ve sizi, istediğiniz o zararlı şeye kavuşdurmaz. 


Çok şeylerden de ürkersiniz, *Zararlı* dır dersiniz ve onlardan kaçarsınız. Hâlbuki onlar, sizin için *İyi* dir ve *Fâideli* dir. Allahü teâlâ onları size nasîb eder. 


Siz ise; *Vâh vâh! bu felâket başıma nerden geldi?* dersiniz. 


Hâlbuki bilmezsiniz ki, o sizin için *Hayrlı* dır. Allahü teâlâ sizi *Seviyor* ve size o *Hayrlı* işi nasîb ediyor, siz ise üzülüyorsunuz. 


Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; *Bu Kur’ân-ı kerîmi sana ben gönderdim. Kıyâmete kadar da ben bunu muhâfaza ederim!* buyuruyor. Neden muhâfaza ederim? Değişdirilmekden. 


Hiç kimse, bunun bir *Harfi* ni bile değişdiremez. Bunu da hadîs-i şerîf bildiriyor. Cenâb-ı Hak bir *Kavim* yaratır, bir *Cemaat* yaratır. Bu cemâat, kıyâmete kadar islâmiyeti doğru olarak, bütün dünyâya yayar. 


İşte bize, dünyâdan çok *Mektup* lar geliyor kardeşim. Afrika’dan, Asya’dan, dünyânın her yerinden mektuplar geliyor. Hepsi de bu âyet-i kerîmeyi söylüyorlar. 


Allahü teâlâ, kıyâmete kadar bu dîni muhâfaza edecek bir kavim yaratır, bir cemâat yaratır, diyorlar ve ardından da; *İşte o cemâat, sizsiniz!* diyorlar kardeşim.

KAZÂ VE KADER

Bu risâleyi, Ebüssü’ûd efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmışdır. Adının Mehmed olmayıp Ahmed olduğu, (Esmâ-ül-müellifîn) kitâbında açıklanmakdadır. (Kâmûs-ül-a’lâm) kitâbında da, Ahmed Ebüssü’ûd yazılıdır:

Din bilgisi kuvvetli olan bir kimse, nefsine uyup, gece gündüz günâh işlese, tanıdıkları, kendisine, (Emr-i ma’rûf) ve nasîhat etdiklerinde, bunlara karşı: (Benim içki içeceğimi, Allahü teâlâ ezelde takdîr edip, (Levh-i mahfûz)da yazmışdır. Onun için, ister istemez, bu günâhları, bana yapdırmakdadır) dese, ya’nî, insan kazâ ve kadere mağlûb bir hâldedir. Kaderi yerine getirmeğe mecbûr ve günâh işlemekde ma’zûrdur dese ve bu sözünü akl ve nakl ile isbâta kalkışarak dese ki: Allahü teâlâ, hiçbirşeyi yaratmadan önce, yapacağı şeyleri biliyordu. Bunlar, elbette meydâna gelecekdir. Yaratmıyacağı şeyleri de, biliyordu. Bunlar da, elbette meydâna gelmiyecekdir. İnsanlar bunları, hiç değişdiremez. Allahü teâlânın ezelî kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmde haber verdiği şeyler de, ister istemez meydâna gelecekdir. Âlimlerimizin büyüklerinden, Fahreddîn-i Râzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” de böyle söylüyor. Yasîn sûresindeki, (Onların îmân etmiyeceklerini ezelde söyledik) meâlindeki ve Müddessir sûresindeki, (Onu yalnız yaratdım, sonra çok mal, her işine hâzır yardımcı çocuklar ve yüksek rütbe ve mevkı’ verdim. Fekat o, bunları az görüp dahâ istedi ise de, artdırmadım. Çünki, benim Kur’ânıma ve Peygamberime inanmadı, inâd etdi. Sonra, onu Cehennemde (Sa’ûd) adındaki ateşden tepelere koyacağım), (Ebû Lehebin elleri kurusun! Sonra kurudu) meâlindeki âyet-i kerîmede Allahü teâlâ, bir kimsenin îmân etmiyeceğini haber veriyor. Bunlar îmân ederse, kelâm-ı ilâhînin yanlış olmasına sebeb olur. Bu ise, olamaz. O hâlde, bunlar îmân edemez. Bunun gibi, kâfirlerin îmân etmiyeceklerini biliyordu. Bunlar îmân ederse, İlm-i ilâhînin yanlış olması îcâb eder. Kâfirler îmâna gelemez. Demek ki, insanlarda ihtiyâr, irâde-i cüz’iyye kalmıyor.

Günâh işliyen o âlim, Fahreddîn-i Râzînin bu sözlerini bitirdikden sonra dese ki: İnsan, bir işi yapmağı, yapmamakdan iyi görür ve yapar. Bu görüşü, tercîhi, insandan değildir. O hâlde insan, işi yapmağa mecbûrdur. Nitekim, Fahreddîn-i Râzî, Bekara sûresinin baş tarafındaki, (Allahü teâlâ, onların kalblerini mühürlemişdir!) meâlindeki âyet-i kerîmeden de, cebr lâzım gelir. Çünki, Allahü teâlâ, kalbde küfr arzûsunu yaratınca, insan kâfir olmağa mecbûr olur, dedi. Demek ki, insanın her hareketi, yaprakların sallanması, ayın, güneşin hareketi gibidir. Nitekim, onlar da, canlı imiş gibi hareket ediyor. İnsan da, ihtiyârı ile hareket ediyormuş gibi görünüp, mecbûrî hareket etmekdedir. Nitekim, Mûsâ “aleyhisselâm”, Âdem “aleyhisselâm”a dedi ki, (Allahü teâlâ seni, kendi kudreti ile yaratdı. Rûhundan sana verdi. Melekleri sana karşı secde etdirdi. Seni Cennete koydu. Sonra, insanlar senin yüzünden Cennetden çıkdı). Âdem “aleyhisselâm” cevâb verip, (Allahü teâlâ, seni Peygamber yapdı. Sana levhalar hâlinde Tevrât gönderip, herşeyi bildirdi. Tevrât bu levhalara ne zemân yazıldı) deyince: (Seni yaratmadan önce) dedi. Bunun üzerine, Âdem “aleyhisselâm” sorup, (Benim Cennetde hatâ edip çıkarılacağım Tevrâtda yazılı mı?) deyince, (Evet) dedi. Âdem “aleyhisselâm” da, (O hâlde ben, Allahü teâlânın, kitâbında yazdığını yapdım) diyerek, hak kazandığını bildiren hadîs-i şerîf de, sözümün doğru olduğunu gösteriyor dese, bu kimseyi günâh işlemesine bırakmak câiz olur mu? Yoksa bunu, i’tikâdından vaz geçirip, tevbe etmesi emr olunur mu?

Cevâb: Bunu o hâlde bırakmamalıdır. Sözlerinden anlaşıldığı gibi, (İnsan günâh işlemeğe mecbûr ve kötülüklerinde ma’zûrdur. İbâdetlere sevâb, günâhlara azâb olmaz) diye inanıyorsa, zındıkdır. Hemen öldürülmesi lâzımdır. Eğer ibâdetlere sevâb, günâhlara azâb vardır amma, insan bunları yapmağa mecbûrdur. Herkes kazâ kader elinde esîrdir diye, günâhlarına üzülüyorsa, bu bozuk i’tikâdını düzeltmesi emr olunur. Sözlerinin yanlış olduğu bildirilir ve doğrusu anlatılır.

Cevâb şöyle verilir: Yapılacak günâhları, Allahü teâlâ, ezelde biliyordu. Fekat, insanın iyiliği, kötülüğü, Cennetlik, Cehennemlik olacağı, son nefesde belli olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir kimse, bütün ömrünce Cehennem ateşine götürecek günâhlar yapar. Bu kimse, ömrünün son günlerinde, Cennete götürecek iyilikler yaparak, Cennete gider). Bu günâh işliyen âlim, bu hâl üzere yaşayıp ömrü bu hâlde temâmlanacağını Allahü teâlânın bildiğini nereden anladı ki kendini, son nefese kadar, günâh işlemeğe mecbûr sanıp, iyi olmakdan ümmîdsiz bulunuyor. Birçok inâdcı, azgın kâfirlerin, son günlerinde, îmâna geldiği çok görülmüşdür. Kendinin de, böyle düzeleceğine niçin ihtimâl vermiyor. Niçin iyiliğe dönmüyor? Ölünciye kadar günâh işliyeceği, kendisine bildirildi mi? Belli bir kâfirin ebedî kâfir kalıp kalmıyacağını Allahü teâlâ bilir. Bunun muhakkak kâfir kalacağını, Allahü teâlânın bildiğini kimse söyleyemez. Kur’ân-ı kerîmde haber verilen kâfirlerin, küfre mecbûr olmaları ve bunların îmâna çağrılmaları, ellerinden gelmiyen bir işi istemek demek olacağı da, yanlış sözdür. Çünki ilm, ma’lûma tâbi’dir. Allahü teâlâ, olacak şeyleri, olacağı için biliyor. Kur’ân-ı kerîmde haber verilen şeyler de, olacakları için bildiriliyor. Bir ressâmın, at resmi yapması, at o şeklde olduğu içindir. Yoksa, atın o şeklde olması, ressâm öyle yapdığı için değildir. Allahü teâlânın, ba’zı kimselerin îmâna gelmiyeceklerini bilmesi ve Kur’ân-ı kerîmde haber vermesi, onlar, kendi arzûları ile küfr üzere kalmağı niyyet edip, îmân etmek istemedikleri içindir. Yoksa, bunların kâfir olması, Allahü teâlânın bunları kâfir bildiği ve haber verdiği için değildir. Eğer Allahü teâlâ bildiği için, kâfir olmağa mecbûr kalınsaydı, Allahü teâlânın kendi yaratmasında da irâde, ihtiyâr sâhibi olmayıp, mecbûr olması lâzım gelirdi. Çünki, kendi yaratacaklarını da, ezelde biliyordu. O hâlde bunlar, kendi irâde ve ihtiyârları ile kâfir oluyor. Allahü teâlâ, ezelde bildiği için, haber verdiği için, kâfir olmağa mecbûr değildirler. Îmâna çağrılmaları da, olmıyacak şeyi istemek değildir. Kur’ân-ı kerîme topluca îmân etmek yetişir. Her yerine ayrı ayrı îmân etmek istenmiyor ki, Kur’ân-ı kerîmde yazılı kâfirlerin, kendi îmânsızlıklarına da, îmân etmeleri lâzım gelsin.

İrâde ile yapılan işleri yapmak arzûsunu, Allahü teâlânın yaratması da, cebr olmaz. O arzûyu Allahü teâlâ yaratır ise de, insan kesb etmekdedir. Allahü teâlânın irâdesi, birşeyi yalnız yaratmağa veyâ yalnız yaratmamağa mahsûs olmayıp, her ikisine de şâmil olduğu gibi, insanın irâdesi de böyledir. İşi yapmağı da, yapmamağı da irâde edebiliriz. Ya’nî, yapmağı istediğimiz ânda, yapmamağı da istiyebiliriz. Bir işi yaparken, hiç kimse, bu işi yapmamak elimde değildi demez. Âdem ve Mûsâ aleyhimesselâmın konuşmaları cebr göstermez. Mûsâ “aleyhisselâm”, bu kadar ihsân sâhibinin emrine karşı, irâdeni kullanırken, neden dikkat etmedin demiş. Âdem “aleyhisselâm” da, işin yapılmasını irâde ve ihtiyâr edeceğimi, Allahü teâlânın ezelde bildiğini Tevrâtda okuduğun hâlde ve bu işden meydâna gelecek nice fâideleri bildiğin hâlde, beni ayblamak sana yakışmaz demişdir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. [Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî, ne güzel söylemişdir: (Kazâ ve kader, bir cebr-i mütehakkim değildir. Bir ilm-i mütekaddimdir.)]


O can ki, dostunu bilmez, niçin talebde değil,

eğer bilirse onu, ya niçin tarebde değil?


Perde olursa nefs-i emmâre, ona her dem,

niçin, mücâhede-i düşmen-i la’înde değil?


Aceb değil mi ki dil, tenbel ola dilberden,

niçin mütâlebe-i dilber-i acebde değil?


Ne hâil oldu, gönül bedrine hüsûf erdi,

niçin şemsin ziyâsını, bu meh, talebde değil?

Yâdigâr mektûblar 17.mektûb

 30 Saferü'l-Hayr 1374 [27.10.1954]

Selâmün aleyküm Aziz kardeşim Sâim Bey

21 Saferü'l-Hayr târihli kıymetli mektûbunuzu aldım. Sıhhat ve âfiyet haberlerinize memnûn oldum. Cenâb-ı Hak size her türlü  din ve dünyâ seâdetini ve selâmetlerini ihsân buyursun. Yeni evimiz hakkındaki duâlarınıza çok teşekkür ederim. Cenâb-ı Hak sizi de dünyâda iyi mekânlara ve Cennet'de Firdevs köşklerinde iskân buyursun.

Kardeşim, zekât vermekde çok güzel hareket etmişsiniz. Zekâtı hesab edip, kaç lira tutarsa, fakirin aynı fiyata satabileceği kadar altın alırsınız. Tabiî alırken bir kaç lira fazla vermeniz icâb eder. Bu altınları fakirlere taksim edersiniz ve taksim ederken, ona kolaylık olmak için satın almağı teklif edersiniz. Satmazsa kendisi bilir. Birkaç ay sonra size verirse, aynı kıymete satın alıp, daha ucuz satın almazsınız. Altın kıymetden düşerse, hiç ucuz satın almazsınız. Fakat tabiî sarrafa düşük satacaksınız ve siz birkaç lira ziyan edeceksiniz. Bu fark sarrafa gitmez. Ya'nî sizin bu zararınızı sarraf kazanmaz. O günkü piyasaya göre sarraf yine az bir fark ile satacakdır. Eğer birkaç aylık piyasada altın daha kıymetli ise fakirden tabiî yüksek fiata alıp, fakiri kazandırırsınız. Ya'nî herhalde fakirin aleyhine hareket etmeyiniz. Eğer birkaç ay sonra fakir size mürâceat etmez de kendisi satarsa sizi alâkadar etmez. Ne yaparsa yapsın. Zekâtları Ramezân-ı şerifde vermek efdaldir. Zirâ Ramezân-ı şerifde yapılan her bir ibâdete 70 misli fazla sevâb vardır.

At ve motosiklet san'at eşyâsıdır ve zâtî eşyâdır. Bunlardan zekât verilmez. Zekât yalnız altın, gümüş ve ticâret eşyâsından verilir. Mürted arkadaşlardan muhtelif zemânlarda gelen tebrîkleri saklayıp, bunlara yalnız Şeker bayramında ve Kurban bayramında  tebrik gönderirsiniz ve kısaca Şeker bayramınızı ve Kurban bayramınızı tebrik ederim dersiniz. Dost ve düşman ile iyi geçinmek lâzımdır. Yalnız dostlara gidersiniz. Düşmanlara hiç gitmezsiniz. Yolda, dâirede,vazîfede rastladıkça selâmlaşıp gülersiniz. Fazla konuşmazsınız.

Bâkî duâlar ederim ve hayrlı duâlarınızı beklerim kardeşim. Beybabam Ziyâ Bey'de selâm ve duâlar ediyorlar. 

Kardeşiniz Hüseyn Hilmi Işık 

Not: Bayram namazına gitmeden evvel tatlı yemek sünnet olduğu için, fıtra bayramı'na Osmanlılar şeker bayramı demiştir. Hilmi Efendi, bu sünneti hatırlattığı için bu ismi kullanmakta mahzur görmezdi; hatta tasvib ederdi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cümleten *Hoş* geldiniz kardeşim. *Siz* şöyle buyurun, *Alî bey* de aranıza iyi yakışır. Bu *Kapı* nın içinde olun da, nereye oturursanız oturun. Kapının *İçinde* olmak büyük *Seâdet* dir. 


*Şeref-ül mekân, bil mekîn!* Ne demek bu? Yâni bir binânın kıymeti, içindekilerden belli olur. İçindekiler *Kıymetli* ise, o yer de *Kıymetli* dir. 


İçindekiler kıymetli *Değil* se, o yerin de kıymeti *Olmaz*. Peki, kıymetli olmak ne demek? Kıymetli olmak için, evvelâ *Kalbi* temiz olacak, *İbâdet* lerini yapacak, *Harâm* lardan sakınacak. 


Bu da, Allahdan korkmakla olur. Yâni Allahdan korkan, *Kıymetli* dir. Allahdan korkmak da, *İlim* le olur. İnsanlar içinde, Allahdan en çok korkan, *Âlim* lerdir. Âyet-i kerîme bu. 

● ● ● 

Öyleyse biz de öğreneceğiz. *Çocuk* iken ve *Genç* iken öğrenilenler, *Taş’a* yazılan yazı gibidir kardeşim, silinmez. Mezar taşlarındaki yazılar bile, *Asır* lar geçdiği hâlde silinmiyor, kaybolmuyor. 


Ama *Yaşlı* lar öyle değil. Onların öğrendikleri, *Buz’a* yazılan yazı gibidir. Buz eriyince, *Yazı* nın kaybolduğu gibi, yaşlının öğrendiği de çabuk unutulur. 

● ● ● 

Bir hizmet ne kadar *Zor* ise, Allah indinde o kadar *Makbûl* dür kardeşim. Ben, hayâtım boyunca çok zorluklar, sıkıntılar çekdim. Bilhassa *Erzincan* da. 


Ama *Seâdet-i Ebediyye* nin üçüncü kısmını yazmak, orada nasîb oldu. Bu arada yatağımı aldılar, yorganımı aldılar, odamın camını kırdılar. Kış kıyâmet. Bütün bu *Zorluk* ları bilerek çekdim. 


Çünkü biliyordum ki, bir hizmet ne kadar *Zorluk* larla yapılırsa, o hizmet o kadar *Fâideli* ve o kadar *Kıymetli* olur. 


*Kabr-ül mü’mini ravdatün min riyâdil Cenneh*. Ne demek bu? Mü’minin kabri, Cennet bahçesidir. Hadîs-i şerîfdir bu. Mü’minin kabri, karanlık değildir. *Nûrlu* dur, *Aydınlık* dır. Çünkü *Cennet bahçesi* dir.


İnsan *Cennet Bahçesi* ni ziyârete gitmez mi? Onun için mü’minlerin kabrini ziyâret etmek lâzım. *Cennet bahçesi* ni ziyâret etmek için, *Mü’min* in kabrine gitmeli. 


Hele ki *Büyük Zât* ların kabri. Onları ziyâret eden, hem çok *Sevap* kazandığı gibi, ayrıca o büyüklerin *Feyz* lerinden de çok istifâde eder. 


Kardeşim, siz hem *Ehl-i sünnet* müslümânsınız, hem de Allahü teâlânın dînini doğru olarak yayıyorsunuz, O’nun dînine *Hizmet* ediyorsunuz. Bu iş, peygamberlik *Vazîfe* sidir, kıymetinizi bilin.

Küfrden kurtulmak için

ÇOK MÜHİM TENBİH

Erkek olsun, kadın olsun, her müslimânın, her sözünde, her işinde, Allahü teâlânın emrlerine, ya’nî farzlara ve yasak etdiklerine [harâmlara] uyması lâzımdır. Bir farzın yapılmasına, bir harâmdan sakınmağa ehemmiyyet vermiyenin îmânı gider, kâfir [Allahın düşmanı] olur. Kâfir olarak ölen kimse, kabrde azâb çeker. Âhıretde Cehenneme gider. Cehennemde sonsuz yanar. Afv edilmesine, Cehennemden çıkmasına imkân ve ihtimâl yokdur. Kâfir olmak çok kolaydır. Her sözde, her işde kâfir olmak ihtimâli çokdur. Küfrden kurtulmak da çok kolaydır. Küfrün sebebi bilinmese dahî, hergün bir kerre, (Yâ Rabbî! Bilerek veyâ bilmiyerek küfre sebeb olan bir söz söyledim veyâ bir iş yapdım ise, nâdim oldum, pişmân oldum. Beni afv et) diyerek tevbe etse, Allahü teâlâya yalvarsa, muhakkak afv olur. Cehenneme gitmekden kurtulur. Cehennemde sonsuz yanmamak için, hergün muhakkak tevbe etmelidir. Bu tevbeden dahâ mühim bir vazîfe yokdur. Tekrâr bildirelim ki, kul hakkı bulunan günâhlara tevbe ederken, bu hakları ödemek ve terk edilmiş nemâzlar için tevbe ederken, bunları kazâ etmek lâzımdır. (Se’âdet-i Ebediyye) 276 dan 287 ortasına kadar okuyunuz!

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim *Hanım*, bâzen çalışma odasına gelirmiş, bana birşey söylemek için. Ama geldiğinden benim haberim yok. Bakarmış ki, yerlerde bir sürü *Kitap* var, açık veziyette. 


Yirmi otuz *Tâne* kitap, bir ona bakıyorum, bir ötekine. Zavallı kapıda bekler, bekler, sonra *Geri* gidermiş. Bana sonradan anlatıyor bunları. 


Peki, o kitaplarda ne arıyorum ben? Efendi’den öğrendiğim bilgilerin *Senedi* ni arıyorum, *Vesîka* sını arıyorum. Niçin? Bizim kitaplara, özellikle de *Tam İlmihâle* yazmak için. 


Evet, bu bilgilerin kesin *Doğru* olduğunu biliyorum. Ama *Vesîka* lı yazmak zorundayım. Diyemem ki, Efendi hazretlerinden ben böyle işitdim, diye. 

● ● ● 

Bir yerde *Hizmet* varsa, orada *Fedakârlık* vardır, yâni olması lâzım kardeşim. Eğer fedâkârlık yoksa, onun *Sevgi* sine de, *Hizmet* ine de inanmayın. 


*Şâh-ı Nakşibend* hazretlerini, bir ramezân-ı şerîfde, yedi ayrı yerden *İftâra* dâvet etmişler. Mübârek, hiçbirini kırmamış, yedi *Yerde* de bulunup sevindirmiş onları. 


Velhâsıl mübârek zât, aynı *Gün* ve aynı *Vakit* de, yedi ayrı *Yerde*, yedi ayrı *Sofra* da hazır bulunmuş Mübârek. Kerâmet bu işte.


Bunun gibi, *Molla Câmî* hazretleri de şöyle anlatıyor: Bu sene Hac’dan gelenlerden biri, bana gelip; *Hacer-ül-esvedi ziyâret ederken ben sıramı size verdim*, diyor. 


Öteki de; *Yâ Şeyh! Şeytân taşlarken sizinle yan yana idik, sizden sonra ben taş atdım!* diyor. 


Biri de; *Yâ Şeyhim! Hacdan gelirken falan yerde sizinle yan yana oturduk!* diyor. Velhâsıl kaç kişi böyle şeyler söylüyorlar. 


Hâlbuki Molla Câmî hazretleri; *Ben o sene hacca gitmedim. Bana böyle söyliyenlerin hiç birini tanımıyorum!* diyor. İşte bu, rûh hâlidir. 

● ● ● 

Gençlik de ibâdet etmeyi büyük *Ni’met* bilmelidir, bu fırsatı elden kaçırmamalıdır kardeşim. 


Gençliği *Zikr* ile, yâni Allahü teâlânın bize verdiği bunca *Ni’met* lerini düşünmekle, Allahü teâlâya yalvarmakla ve *Kabir* ve *Kıyâmet* azaplarını düşünmekle geçirmelidir. 


Bunu yapabilmek ne büyük *Ni’met* dir. Ramezân-ı şerîfin *Aşr-ı âhiri* ne demek? Son on günü demek. Yâni, Ramezânın yirmisiyle otuzu arası. Bu günler, *Fırsat* zamânıdır. 


Bir müslümân ellerini açıp da; *Yâ Rabbî!* dedi mi, Allahü teâlâ; *Lebbeyk kulum! İste vereyim!* dermiş. Böyle buyururmuş. Bu, bizim için ne büyük *Müjde* efendim.

Yâdigâr mektûblar 16.mektûb

 Aziz kardeşim Sâim Bey 

Bugün Pazar olup, şu mektûbumu yazıyorum. Kıymetli mektûbunuzu aldım. Sıhhat ve selâmet haberlerine memnûn oldum. Bilhassa,karşılaşdığımız mes'elelerde şer'-i şerîfin hükmünü merâk edip, alâka göstermenize çok mesrûr oldum. Bu hâl, sizin imânınızın kuvvetine ve kalbinizin îmân ile dolu olduğuna şübhesiz bir şâhiddir. Sizden uzun zemândır mektûb alamamışdım. Merâk ediyordum. Mektûbunuzu okuyunca merâkdan kurtuldum. Biz evimizi tebdil ettik. Yeni adresimiz (Beylerbeyi, Abdullah Ağa caddesi, Şemsi bey sokak, numara 10)dur. Şimdi iskeleye daha yakın ve denize nâzır bir evdeyiz.

Kardeşim, din-i İslâmda yemesi câiz olan hayvanları kesmek için, yaşı mevzubahs değildir. Kaç senelik ve kaç günlük olsa dahi,zebh-i şer'i üzere [şerî'ata uygun olarak] kesilen hayvanın eti yenir. Ya'nį küçük iken kesmek günâh değildir. Hatta kesilen bir koyunun karnından çıkan yavru diri ise, bunu da kesip yimek câizdir. Tavuk ve horoz, ötmeden evvel kesmek câizdir. Ötmeden kesmemek şerî'atimizde yok ise de, bir âdet halinde söylenmektedir. Âdet ise şerî'at demek değildir. Her aylık piliç kesilir ve yenir. Yalnız en mühim şey kesen insan müslimân olmalı veya ehl-i kitâb olmalıdır. Dinsiz ve mürtedlerin kesdiği yenilmez. Din-i İslâmı beğenmeyenler, din ile,dine âid her bir şey ile alay eden veya ufak bir mes'elesini beğenmeyen kimse mürted olup, bunların kesdiği yenilmez. Ya'nî harâmdır. Sonra müslimân ve ehl-i kitâb olan da, Bismillâhirrahmânirrahîm veya Bismillâhi Allahü ekber demek lâzımdır. Keserken bunu söylemezse murdar olur ve yenilmez. Buna çok dikkat etmek muhakkak lâzımdır. Sonra şer'î şekilde kesmek lâzımdır. Ya'nî boğaz damarlarından üçünü kesmek lâzımdır. Kafasına vurarak, ensesine vurarak, karnını yararak veya başka türlü öldürülen hayvan murdar olur, yimek harâm olur.

Sonra, kadınların [sokakta, yabancı erkeklere] kürk giymesi harâmdır. Ya'nî kadınlar ancak ev içinde süslenebilirler. Sokakta açık gezmek ve süslü gezmek, aynı sûretle hep harâmdır. Kürk, bukle, süsdür ve harâmdır. Bunun için hayvanı küçük iken kesmek ve bu sûretle büyüyüp fazla et husûlüne mani olmak câiz değildir. Erkek kürkü de süs için câiz değildir. İstanbul'da süs için giyen erkekler var, bunlar hâramdır. Soğuktan korunmak için, erkek, kürk ve gocuk ve kalpak yapmak câiz olup, bunun için kesmek günâh değildir. Fakat bunun için süs lâzım değildir. Ya'nî sokakda dışı süslü elbise ile gezmek kadına da, kibr kasdı ile erkeğe de hep harâmdır.

Kardeşim, beybabam da size çok selâm ediyor. Hasretle gözlerinizden öperim ve din ve dünyâ selâmetinize duâ ve selâmlar ederim. Duâ buyurmanızı istirhâm ederim, efendim.

Hüseyn Hilmi Işık

Salevat getirmek

 Sual: Peygamber efendimizin ismi geçince salevat getirmek lazım mıdır?

CEVAP

Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin ismini işitenin ömründe bir defa salevat getirmesi farz, okuyunca, yazınca, söyleyince, işitince ilkinde söylemek vacip, tekrarında müstehaptır. (Redd-ül-muhtar)


Resul-i ekrem efendimizin ismini söyleyince, işitince, yazarken ve okurken Ona salevat getirmek hürmete ve sevap kazanmaya sebep olmaktadır.


Salevat, salat kelimesinin çoğuludur. Salat, dua demektir. Peygamber efendimiz için yapılan dualara salevat getirmek denir. Kur'an-ı kerimde, (Allah ve melekleri, Resule salat ediyor. Ey iman edenler, siz de salat edin) buyuruluyor. (Ahzab 56) Hadis-i şerifte de, (Bana bir salat getirene, Allah ve melekleri 70 salat getirir) buyuruldu. (İ. Ahmed)


Allah’ın salat etmesi rahmet, meleklerinki dua, müminlerinki ise Onun şefaatini taleptir.


Salevat kısaca, Allahümme salli ala Muhammed ve ala âli Muhammed demektir. Peygamber efendimizin ismi anılınca, aleyhisselam veya aleyhissalatü vesselam yahut sallallahü aleyhi ve sellem demekle de Peygamber efendimize dua edilmiş, salevat getirilmiş olur.


Namazda Ettehiyyatüden sonra okuduğumuz Salli Barikler de salevattır. Salevat-ı şerife okumanın fazileti büyüktür.


Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Kıyamette bana en yakın olan, en çok salevat getirendir.) [Tirmizi]


(Sabah-akşam on salevat getiren, kıyamette şefaatime kavuşur.) [Taberani]


(Cuma günleri bana 80 salevat okuyanın 80 yıllık günahı affolur.) [Şir’a]


(Günde yüz salevat okuyan, kıyamette şehidlerle beraber olur.) [Taberani]


(Günde bin salevat okuyan, Cennetteki yerini görmeden ölmez.) [İbni Şahin]


(Bana bir salevat getirene Allahü teâlâ, on rahmet ihsan eder, on günahını yok eder ve derecesini on kat yükseltir.) [Nesai]


(Salevat sizin için zekattır.) [I.Hibban] [Burada zekat, temizlik, günahların affıdır.]


Peygamber efendimiz, (Cuma günleri bana çok salevat okuyun! Bunlar, bana bildirilir) buyurdu. Öldükten sonra da bildirilir mi denilince buyurdu ki: (Toprak, Peygamberlerin vücudunu çürütmez. Bir mümin salevat okuyunca, bir melek bana haber verir, "Falan oğlu filan, sana selam söyledi" der.) [İbni Mace]


(Bana salevat okuyana, melekler salat okur. Salevata devam edene, melekler de ona salat okumaya devam eder. Artık isteyen az, isteyen çok salevat okusun!) [I. Mace]


Bir kitap yazmaya veya vaaza başlarken Allahü teâlâya hamd ve Resulüne salevat getirmelidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Kim, kitabına ismimi yazdıktan sonra, bana salat ve selam da yazarsa, ismim o kitapta kaldığı müddetçe, melaike, o kimse için istigfar eder.) [Taberani]


(Beni sözünüzün başında, ortasında ve sonunda anın!) [I. Neccar]


(Cebrail aleyhisselam, bana dedi ki: Ya Resulallah, senin ismin anılınca, sana salevat getirmeyen azabı hak eder, Cehenneme gider.) [İ. Ahmed]


Demek ki Resulullah efendimize ömürde bir defa salevat getirmek farz, bir oturumda, bir yazıda bir defa salevat getirmek vaciptir. Bu vacibi kasten terk eden azabı hak eder.


Razı etmek için

Sual: Allahü teala ile onun sevdiklerini razı etmek için ne yapmak gerekir?

CEVAP

Önce Ehl-i sünnet itikadını öğrenip, dinimizin emir ve yasaklarına uymalı, özellikle kalb kırmamaya ve kul hakkına dikkat etmeli. Şu hadis-i şerifte bildirilen duaları da okumaya çalışmalı:

(Ya Aişe, bir kere “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ cemî’il Enbiyâi velmürselîn” de, bütün peygamberler senden razı olsun. Bir kere “Allahümmağfirlî ve li vâlideyye [ve li-meşâyıhiyye] ve lil mü’minîne vel mü’minât vel müslimîne vel müslimâti el ahyâi minhüm vel emvât” de, bütün müminler senden razı olur. Bir kere de “Sübhânellahi vel hamdü lillahi ve lâilahe illallahü vellahü ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm” de ki, Allahü teala senden razı olsun.) [Ey Oğul İlmihali]


Salevat getirmek

Sual: Salevat olarak ne okumalıdır?

CEVAP

Salevatın en kısası, (Allahümme salli alâ Muhammed ve alâ âli Muhammed) demektir. Peygamber efendimiz buyurdu ki:

Bir gün dört büyük melek geldi.

Cebrail aleyhisselam dedi ki:

(Ya Resulallah, sana her gün on salevat getirenin elinden tutar, sıratı kuş gibi geçiririm.)

Mikail aleyhisselam dedi ki:

(Ben de, ona, Kevser havuzundan kana kana içiririm.)

İsrafil aleyhisselam dedi ki:

(Ben de, onun affı için başımı secdeye koyarım. Allahü teâlâ onu affetmedikçe başımı secdeden kaldırmam.)

Azrail aleyhisselam da dedi ki:

(Ben de, onun ruhunu, Peygamberler gibi kabzederim.)

Peygamber efendimiz de, (Bu ne büyük lütuf ve ne büyük bir ihsandır ya Rabbi) dedi. 


İki hadis-i şerif meali daha şöyledir:

(Her gün yüz defa salevat getiren, münafıklıktan ve Cehennem ateşinden uzaklaşır ve kıyamette şehitlerle beraber olur.) [Taberani]


(Bir kimse, bana salevat getirdiği sürece, melekler de, onun için istigfar eder. Artık isteyen az, isteyen çok salevat getirsin.) [İ. Ahmed]


Hazret-i Ebu Talha anlatır:

Bir gün Resulullah, sevinçli olarak gelip buyurdu ki:

(Cebrail bana gelip, şu müjdeyi verdi: Ya Resulallah! Rabbin, "Sana bir defa salevat okuyana, ben on salat okurum. On defa rahmette bulunur, on günahını affeder, on derece yükseltirim. Sana bir defa selam veren herkesin selamına da, ben on defa selam ile karşılık veririm, Bu sana ikram olarak yetmez mi, razı olmaz mısın?" dedi. Ben de, razı olurum dedim.) [Nesai]


Sual: (Peygambere salât okunmaz, salevat getirilmez. Salât, Allah’a getirilir) diyenler oluyor. Bu doğru mudur?

CEVAP

Salât, dua demektir. Salevat ise, salât kelimesinin çoğuludur, dualar demektir. İkisi de aynıdır. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:

(Allah ve melekleri, Resule salât ediyor. Ey iman edenler, siz de gönülden, teslimiyetle, ona salât edin, salevat getirin.) [Ahzab 56] (Allah’ın salât etmesi rahmet etmek, meleklerinki dua etmek, müminlerinkiyse Onun şefaatini talep etmektir.)


Görüldüğü gibi, Resulullaha salât yani salevat getirilmesini, bizzat Allahü teâlâ Kur’an-ı kerimde emretmektedir. Bunun için, Resulullah efendimize ömürde bir defa salevat getirmek farz, ismi geçtiği zaman, bir oturumda, bir yazıda bir defa salevat getirmek vacib, sonrakilerde müstehabdır. Üç hadis-i şerif meali şöyledir:

(Bana bir salât getirene, Allah ve melekleri yetmiş salât getirir.) [İ. Ahmed]


(Şefaatime en layık olan, bana en çok salât okuyandır.) [Tirmizi]


(Bana çok salevat getirenin dertleri gider, günahları affolur.) [Tirmizi]


Resulullahın ismi söylenince veya işitilince, aleyhisselam, aleyhissalâtü vesselâm veya sallallahü aleyhi ve sellem demekle de, ona salât getirilmiş olur.


Salevat okunan yerler

Sual: Salevat getirmenin müstehab olduğu yerler nelerdir?

CEVAP

İbni Âbidin hazretleri, salevat getirmenin müstehab olduğu yerlerden bazılarını şöyle bildiriyor:

1- Cuma günü ve gecesi,

2- Sabah akşam,

3- Peygamberimizin kabrini ziyaret ederken,

4- Safa ile Merve’de,

5- Ezan okunurken,

6- İkamet edilirken,

7- Duanın başında, ortasında ve sonunda,

8- Telbiyeyi bitirdikten sonra,

9- Bir yere toplanırken ve oradan dağılırken,

10- Abdest alırken,

11- Abdestten sonra,

12- Bir şey unutulduğu vakit,

13- Vaaz ederken,

14- Hadis okumaya başlarken,

15- Hadis okumayı bitirince,

16- Kulak çınlarken,

17- Dînî sual sorarken,

18- Fetva yazarken,

19- Kitap yazarken,

20- Hoca derse başlarken,

21- Talebe derse girince,

22- Kız istemeye gidilince,

23- Evlenirken ve evlendirirken,

24- Mühim işlerin başında,

25- Zikre başlarken,

26- Cenaze namazında ve namazda teşehhüdden sonra salevat okumak sünnettir.

27- Gül koklarken, [Resulullah’ın mübarek teri, gül gibi kokardı.]

28- Müsafeha ederken,

29- Pilav yerken,

30- Mescide girip çıkarken.

31- Resulullah'ın "sallallahü aleyhi ve sellem" ismini işitenin, ömründe bir defa salevat getirmesi farz, okuyunca, yazınca, söyleyince, işitince ilkinde söylemek vacib, tekrarında müstehabdır. (Redd-ül-muhtar)


Bu konudaki hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir:

(Cuma günü ve gecesi çok salevat getirene şefaat ederim.) [Beyhekî]


(Cuma günü 80 salevat getirenin, 80 yıllık günahı affolur.) [Dare Kutni]


(Ezanı işitince tekrar edip bana salevat getirin! ) [Buhari]


(Dua perdelidir. Salevat getirilince, perdeler yırtılır, dua kabul olur.) [Taberanî]


(Allahü teâlâyı zikretmeden ve Resulüne salevat getirmeden toplanıp dağılmak, leşten dağılmak gibidir.) [İ. Ahmed]


(Bir toplulukta Allahü teâlâ anılmaz ve Resulüne salevat getirilmezse, o topluluk, Kıyamette, hasret ve pişmanlık çekerler.) [Tirmizî]


(Abdestten sonra, on defa salevat getirenin gamı gider, duası kabul olur.) [Ey Oğul İlmihali]


(Söyleyeceğini unutan, hatırlamak için salevat getirsin!) [İbni Sünnî]


(Meclislerinizi bana salât-ü selam getirmekle süsleyin!) [Deylemi]


(Namaz kıldıktan sonra dua ederken önce Allahü teâlâya layık olduğu şekilde hamd et, sonra bana salevat getir, sonra dua et!) [Tirmizi]


(Kulağı çınlayan beni hatırlasın, bana salevat-ı şerife getirsin. Sonra da “Beni hayırla anana Allah rahmet etsin!” desin!) [Müslim]


(İsmim anılınca salevat okumayan, cimrilerin cimrisidir.) [Tirmizî]


(Yanında anıldığım halde bana salevat getirmeyenin burnu sürtülsün!) [Tirmizi]


(İsmim anılınca salevat getirmeyen, zelil olsun!) [Tirmizî]


(Gül koklayıp da bana salevat getirmeyen, bana eziyet etmiş olur.) [Şir’a]


(İki müslüman, selamlaşıp müsafeha eder ve bir de bana salevat-ı şerife okursa, yeni doğmuş gibi bütün günahları temizlenir.) [R.Nasıhin]


Salevat okunmayan yerler

Sual: (İstisnasız Peygamber efendimize her yerde salât, salevat okunur. Cenazeyi duyurmak için okumakta da mahzur yok) deniyor. Her yerde salevat okunur mu?

CEVAP

Salevat-ı şerife okunmayan yerler de vardır. Birkaçını bildirelim. Şu yerlerde Resulullaha salevat getirmek caiz değildir:

1- Cima esnasında, [Sadece yatağa girerken besmele çekilir.]


2- Tuvalette def-i hacette, [Tuvalete girerken dua okunur.]


3- Satılan malı överken, [Malın kıymetli olduğunu bildirmek için okumak, ticareti dine alet etmek olur.]


4- Uygunsuz iş yaparken, [Harama bakarken, mekruh işlerken.]


5- Bir şeye hayret edince, [Vay anasını dedirten, şaşırtıcı bir olay karşısında.]


6- Hayvan keserken, [Yalnız Besmele çekilir.]


7- Aksırınca, [Yalnız Elhamdülillah denir.]


8- Yemeğe Besmeleyle başlarken. (Besmele çekilir, salevat okunmaz. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:

(Şu üç yerde ismimi söylemeyin: Yemeğe besmele çekerken, hayvanı besmeleyle keserken ve aksırınca.) [Beyheki])


9- Kur’an okurken, [Peygamber efendimizin ismi geçse de salevat okunmaz.]


10- Hutbe dinlerken, [Peygamber efendimizin ismi geçse de salevat okunmaz.]


11- Farz namazların ve müekked sünnet namazların ilk teşehhüdünde,


12- Cenaze olduğunu bildirmek için. [“Bir kimse ölünce peygambere salevat getirilir” intibaını uyandırıcı bir bid’attır.]


İbni Abidin hazretleri buyuruyor ki:

Ölen kimse âlim, zahit veya mübarek bir zat ise sonradan gelen bazı âlimler, cenazesi için sokaklarda ilan yapılmasını iyi görmüşlerdir. (Redd-ül-muhtar)


İlan yolları çeşitlidir. Mesela, davul zurna çalarak duyurmak caiz olmaz. Mevlit okutmak, salâ [salât] okumak caiz olmaz. Belediye hoparlöründen ilan etmek veya gazetelere ilan vermek caiz olur.


Sual: Peygamber efendimizin ismini her söylediğimizde salevat getirmek şart mıdır?

Cevap: Bu konu hakkında İbni Âbidin’de buyuruluyor ki:

“Peygamber efendimize ömründe bir kere salevat getirmek farzdır. İsmini her söylediğinde, işittiğinde, okuduğunda ve yazdığında bir kere salevat getirmek vacip, tekrar edildiklerinde söylemek ise müstehaptır.”

Salevat-ı şerife okumanın fazileti

 Sual: Kur'anda Allah ve meleklerin Peygamberimize salât getirdiği, müminlerin de salevat getirmesi bildiriliyor. Allah’ın salâtı ne demektir? Salevat getirmek farz mı? Salli barikler salevat mı? Salevat okumanın fazileti nedir?

CEVAP

Kur’an-ı kerimin birçok yerinde Resulullah övülmekte ve Ona uymak emredilmektedir.


Birkaç âyet-i kerime meali şöyledir:

(Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.) [Enbiya 107]


(Rabbin sana [çok nimet] verecek, sen de razı olacaksın!) [Duha 5]


(Allah ve melekleri, Nebiye salevat getiriyor, iman edenler, siz de salevat getirin.) [Ahzab 56]


(Resulümün verdiğini alın, yasakladığından da sakının!) [Haşr 7]


(O, [Resulüm] vahiyden başkasını söylemez.) [Necm 3,4]


(Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]


(Allah’a ve Resulüne karşı gelen, apaçık bir sapıklıktadır.) [Ahzab 36]


(Allah ve Resulüne itaat eden Cennete, isyan eden Cehenneme gider.) [Nisa 13,14]


Allah’ın salât etmesi rahmet, meleklerin salâtı dua, müminlerinki ise Onun şefaatini taleptir. Hadis-i şerifte de buyuruldu ki:

(Bana bir salevat getirene, Allah ve melekleri 70 salât getirir.) [İ.Ahmed]


Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin ismini işitenin ömründe bir defa salevat getirmesi farz, okuyunca, yazınca, söyleyince, işitince ilkinde söylemek vacip, tekrarında müstehaptır. (Redd-ül Muhtar)


Namazların sonunda okunan salli barikler salevattır. Peygamber efendimize salevat getirmek için Allahümme salli alâ Muhammed ve alâ âli Muhammed demek kâfidir. Salli barikleri okumak daha sevaptır. En kısa olarak Muhammed aleyhisselam denir.


Peygamber efendimize salevat-ı şerife getirmenin fazileti çoktur.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Şefaatime en layık olan, bana en çok salevat okuyandır.) [Tirmizi]


(Kıyamette bana en yakın olan, en çok salevat getirendir.) [Tirmizi]


(Cuma günleri bana 80 salevat okuyanın 80 yıllık günahı affolur.) [Şir’a]


(Cuma günü ve gecesi çok salevat getirene şefaat ederim.) [Beyheki]


(Günde yüz salevat okuyan, kıyamette şehitlerle beraber olur.) [Taberani]


(Günde bin salevat okuyan, Cennetteki yerini görmeden ölmez.) [İbni Şahin]


(Bana salevat okuyana, melekler salât okur. Salevata devam edene, melekler de ona salât okumaya devam eder. Artık isteyen az, isteyen çok salevat okusun!) [İbni Mace]


(Dua perdelidir. Bana salevat getirilince, perdeler yırtılır, dua kabul olur.) [Taberani]


(Bana çok salevat getirenin dertleri gider, günahları affolur.) [Tirmizi]


(Söyleyeceğini unutan, hatırlamak için bana salât-ü selam getirsin!) [İbni Sünni]


(Bana bir salevat getirene Allahü teâlâ, on rahmet ihsan eder, on günahını yok eder ve derecesini on kat yükseltir.) [Nesai]


(Sabah akşam on defa salevat getirene Kıyamette şefaat ederim.) [Taberanî]


(İsmim anılınca, bana salevat getirmeyen, zelil olsun!) [Tirmizi]


(İsmim anılınca, salevat okumayan, cimrilerin cimrisidir.) [Tirmizi]


(Kim, kitabına ismimi yazdıktan sonra, bana salât ve selam da yazarsa, ismim o kitapta kaldığı müddetçe, melaike, o kimse için istigfar eder.) [Taberani]


(Beni sözünüzün başında, ortasında ve sonunda anın!) [İ.Neccar]


(Allah’ı zikretmeden ve Resulüne salevat getirmeden, toplanıp dağılmak, leşten dağılmak gibidir.) [İ.Ahmed]


(Salevat sizin için zekattır.) [İ.Hibban] [Burada zekat, temizlik, günahların affıdır.]


Peygamber efendimiz, (Cuma günleri bana çok salevat okuyun! Bunlar, bana bildirilir) buyurdu.


Öldükten sonra da bildirilir mi denilince buyurdu ki:

(Toprak, Peygamberlerin vücudunu çürütmez. Bir mümin salevat okuyunca, bir melek bana haber verir, "Falan oğlu filan, sana selam söyledi" der.) [İbni Mace]


Kararan yüz nurlandı

Süfyan-ı Sevri hazretleri anlatır:

Kâbe’yi tavaf ederken, her adımda salevat okuyan birini gördüm. Ona (Sen gerekli duaları bırakıp hep salevat okuyorsun. Her yerde okunacak dua var) dedim. Sen kimsin dedi. Ben de kendimi tanıttım. (Sen avamdan değilsin, âlimsin, sana anlatayım) diyerek başladı:


Babamla Beytullaha gitmek üzere yola çıkmıştık. Yolda babam hastalandı. Onu tedavi etmek için epey uğraştıysam da babam vefat etti. Baktım, ölünce yüzü karardı. Yüzünü kapattım. Yanında uyuya kalmışım. Rüyamda öyle bir zat gördüm ki, ondan daha güzel yüzlü hiç kimse görmemiştim. Çok güzel kokuyordu. Babamın yanına geldi. Yüzündeki örtüyü kaldırıp elini babamın yüzüne sürdü. Babamın siyah yüzü nurlandı, bembeyaz oldu. Bu zâta kim olduğunu sorunca, (Ben Resulullahım. Baban, ömrünü boşa harcadı. Fakat bana çok salevat okurdu, şimdi sıkıntıda olduğunu bildirdiler, kendisi de benden yardım istedi. Çok salevat okuyan mümine ben elbette yardım ederim) buyurdu. Uyanınca babamın yüzünün bembeyaz olduğunu gördüm. İşte bu yüzden her yerde Peygamber efendimize çok salevat okuyorum.


Salât-i fatih

Sual: Salât-i fatih denen salevatı okumak çok sevab mıdır?

CEVAP

Evet. 

Duada salevat okumak

Sual: Herhangi bir dua etmeden önce veya sonra salevat getirmek bid’at olur mu?

CEVAP

Hayır, bid’at olmaz. Duadan önce salevat okumak, duanın sünnetidir. Duanın başında, ortasında ve sonunda, salevat okunur. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:

(Dua ile Allah arasında perde vardır, salevat getirilince perde açılır ve dua kabul olur.) [Taberani, Ebu-ş-şeyh]


Bir yere toplanırken, oradan dağılırken, abdest alırken, abdestten sonra, kitap okurken, dinî sohbete ve önemli işlere başlarken salevat okumak müstehabdır. (İbni Abidin) Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:

(Allah’a hamd ve Resulüne salevatla başlanmayan her önemli işin neticesi hayırlı olmaz ve her bereketten mahrum olur.) [Rehavî]


Duanın başında ve sonunda salevat okumalı, yani Peygamber efendimize dua edilmeli. Allahü teâlâ, salevatı kabul eder. Duanın başı ve sonu kabul olunca ortasının kabul olmaması düşünülemez.


Onun için her duaya başlarken ve dua bitince salevat okumalı. Mesela, abdest alıp göz pınarına ıslak eli sürüp, (Ya Rabbi gözlerime şifa ver) dedikten sonra da salevat getirmek iyi olur. Müsafeha ettikten sonra da salevat getirmek iyi olur. Bir hadis-i şerifte, (İki Müslüman selamlaşıp müsafeha edip bir de salevat-ı şerife okursa, günahları dökülür) buyuruluyor. İyi işlerden sonra da salevat getirmek iyi olur.


Salevat okunmayan yerler

Sual: Bazıları “Her yerde, hattâ def-i hacet esnasında da salevat okunur. Çünkü (Her nerede olursanız olun, bana salevat okuyun! Salevatınız bana ulaşır) mealinde hadis vardır” diyorlar. Bu, yanlış değil mi?

CEVAP

Elbette yanlıştır. Hadis-i şerifteki (Her nerede olursanız) demek, (Kabrimden ne kadar uzakta olursanız olun, salevatınız bana ulaşır) demektir.


Dinimizdeki, (Şartsız söylenen hükümlerde bazı şartlar olur) kuralı bilinseydi, böyle terbiyesizce, cahilce konuşulmazdı. İbni Âbidîn hazretleri, Resulullah’a salevat getirmenin caiz olmadığı yerleri bildirmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir:

1- Cima esnasında salevat okunmaz. [Sadece yatağa girerken Besmele çekilir.]


2- Tuvalette def-i hacette salevat okunmaz. [Tuvalete girerken dua okunur, E’uzü Besmele çekilir, salevat getirilmez.]


3- Satılan malı överken salevat okunmaz. [Malın kıymetli olduğunu bildirmek için okumak, dini ticarete alet etmek olur.]


4- Uygunsuz iş yaparken, haram ve mekruh işlerken, mesela içki içerken, harama bakarken salevat okunmaz.


5- Bir şeye hayret edince, [Vay canına dedirten, şaşırtıcı bir olay karşısında salevat getirilmez.]


6- Hayvan keserken, [Besmele çekilir, tekbir getirilir, fakat salevat getirilmez.]


7- Aksırınca, [Elhamdülillah denir, fakat salevat getirilmez.]


8- Yemeğe başlarken. (Besmele çekilir, salevat okunmaz. Bir hadis-i şerif şöyledir:

(Yemeğe başlarken, hayvan keserken ve aksırınca bana salevat söylemeyin!) [Beyhekî])


9- Kur’an okurken salevat okunmaz. [Peygamber efendimizin ismi geçse de salevat okunmaz.]


10- Hutbe dinlerken salevat okunmaz. [Peygamber efendimizin ismi geçse de salevat okunmaz.]


11- Farz namazların ve müekked sünnet namazların ilk teşehhüdünde salevat okunmaz.


12- Cenaze olduğunu bildirmek için salevat getirilmez. [Biri ölünce Peygamber efendimize salevat getirmek bid’attir.]