İman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Îmân iki parçadır

 Safiyyüddîn Erdebilî buyururdu ki:

“Haramı terk etmek vâcibdir. Şüphelileri terk etmek sünnettir. Buna takvâ denir. Zühd, helâlin azıyla kanâat etmektir. Verâ, mubahları ihtiyaç miktârı kullanmaktır. Bu zâhire âit zühddür. Bir de mânevî zühd vardır. O ise dünyâ sevgisini terk etmek, gönlü dünyâ sevgisinden temizlemek ve âhiret ile meşgûl olmaktır.”

“Her şeyi yiyen, her şeyi konuşur. Her şeyi konuşan her şeyi yapar. Her şeyi yapan Cehennem’e gider.”

“Bir kimsenin başına musîbet gelirse, şükretmesi gerekir. Sabır ile şükür, insanın kemâlinin alâmetidir. Îmân iki parçadır. Yarısı sabır, yarısı şükürdür.”

Bugün en ziyade üzerinde durulması icap eden konu imandır

 Kardeşlerim, bugün en ziyade üzerinde durulması icap eden konu, iman konusudur. Çünkü hastalık odur.Eskiden herkes imanlıydı, Bunun için eskiler daha çok ibadetler üzerinde konuşurlardı. Çünkü herkesin imanı vardı. İmanı olunca, ibadetleri yapmaya teşvik ederlerdi birbirlerini.Bugün, iman ve küfür meselesi var. Yani şunu yaparsan, Müslüman olursun. Şöyle dersen, imanın gider.Bu devir, imanını küfürden korumak devridir.

(Seyyid Sıbgatullah-i Hizani “kuddise sirruh” hazretleri)

İmanı korumak için

 Bütün ömrü iman ile geçip de, son günlerinde küfre düşüp imansız ölen kimseler az değildir.Bunun için her gün tövbe istiğfar etmeli, Yâ Rabbi (azze ve celle), büluğum anından bu güne kadar, bilerek veya bilmeyerek, küfre sebep olan bir söz söyledim veya iş yaptımsa, tövbe ettim, pişman oldum. Beni affet! diye yalvarmalıdır.

(İmam-ı Rabbani hazretleri “kuddise sirruh”)

İlim taleb etmek!

 Abdullah-ı İsfehânî hazretleri, İran’da yetişen evliyânın büyüklerinden ve meşhûrlarındandır. Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî’nin üç büyük talebesinden biridir. 1321 (H.721) vefât etmiştir. Şam’a ve başka yerlere gidip oralarda bulunan âlimlerden ilim öğrendi. Kendisinden de birçok kimse istifâde etti... ÎMÂNI KORUMAK İÇİN...

Abdullah-ı İsfehânî, Mısır’a giderek Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî hazretlerinin sohbet ve hizmeti ile şereflenerek, tasavvufta yetişti. Hocasının vefâtından sonra oralarda duramayıp, Mekke-i mükerremeye giderek orada yerleşti ve vefâtına kadar orada ikâmet etti...

Abdullah-ı İsfehânî hazretleri, vefatına yakın kendisinden nasîhat isteyenlere buyurdu ki:

“İlmi, ibâdete zarar gelmemesi için taleb ediniz. İbâdeti de, ilme zarar gelmemesi için isteyiniz. Kulun hakkı, ancak bu ikisiyle meşgûl olmasıdır. Akıllı kimse, îmânını korumak için, Allahü teâlânın emir ve yasaklarında gevşeklik göstermez ve sâlih amellerde kusûr etmez. Allahü teâlânın, mü’minlerin kalblerine verdiği îmân, tabîat ve hevâ zulmetiyle perdelenmiştir. Bunun açılması için perdeleri ortadan kaldıracak şeye ihtiyaç vardır. Allahü teâlâ, sâlih amellerle îmânı kuvvetlendirmek için, emir ve yasak, va’d ve vaîdlerde bulunmuştur. Kökü, yakîn toprağında bitmeyen, dalları amellerle meydana gelmeyen her îmân, Azrail aleyhisselâm can almaya geldiği zamandaki şiddetli korkular karşısında sâbit kalamaz. Böyle kişinin, sonunda îmânsız ölmesinden korkulur. Bu da ancak son nefeste ve ölüm korkuları zuhûr ettiği zaman belli olan bir durumdur. Bu hâl meydana geldiğinde, çok az insan îmânında sebât eder. Onun için akıllı kimsenin, sâlih amellerin faydasına kavuşması, Ehl-i sünnet îtikâdında olması lâzımdır. Güzel ahlâk sâhibi olmalıdır. Farzlar, sünnetleri ile birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Kim Kitâb ve sünnet ilmiyle, Selef-i sâlihîn ve Ehl-i sünnet yoluna göre îtikâdını düzeltmezse, çalışmaları zâyi olur. Gayreti boşa gider...


İLM-İ HÂL BİLGİSİ...

Bir iş, ancak emrolunduğu şekilde yapılırsa, ibâdet olur. Bu da ancak ilimle bilinir. Peygamber efendimiz; (İlim öğrenmek, her kadın ve erkek Müslümana farzdır) buyurdu. Bu, sâhibinin îmânını, tevhîdini, amelini sahîh kılan, mutlaka bilmesi lâzım olan ilim, ilm-i hâl bilgisidir. İnsanı tevhîde ulaştırmayan her ilim bâtıldır.”

İmanın şartı altıdır

 İmanın şartı altıdır, bunlar inanılacak şeylerdir. Bu altı şarta inandım demekle hasıl olan imanın devam etmesi için başka şeyler de lazımdır. Mesela, ibadetler imandan değilse de, farz olduğuna inanmak imandandır. Bir kimse, namazın farz olduğuna inanmazsa imanı olmaz.


Bir de imanın temeli ve en mühim alameti olan, (bugünkü tabirle, olmazsa olmazı olan) esas bir şart daha vardır ki, o da, hubb-u fillah ve buğd-u fillahtır. Yani Allahü tealanın sevdiklerini sevmek ve Allahü tealanın sevmediklerini sevmemektir. Çünki hadis-i şerif’te, dünyada birbirini sevenler, ahirette de beraber olacaktır, buyuruluyor. Allahü tealanın sevgili kullarını sevenler, son nefeste imanla ölürler. Ve mahşer yerinde de sevdiklerinin yanında haşr olup, âhiret hayatında da beraber bulunurlar.

DÜNYÂ ve ÎMAN

Efendimiz aleyhissalatü vesselam hazretleri buyurdular:

“Allahu teâlâ dünyayı, sevdiğine de sevmediğine de verir. Ama îmânı yalnız sevdiğine verir.”


(Nâdir Risâleler I; Rûhu’l-Ârifîn, sf 251)

...

Vermesinde ve vermemesinde bilmediğimiz nice hikmetler olan Rabbim!

Bize, bizim için hayırlı olanı ihsan buyur.

Âmin.

Îmânın birinci şartı, küfürden teberridir

İbni Âbîdin’den naklederek, Hilmî Bey (rahmetullahi teala aleyh) hocamız buyurdular ki;

“Îmânın birinci şartı, küfürden teberridir (uzak durmak, sakınmak).”

(Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf 209)

İmân ve küfr

 İmân: Asl-i iman fuâddadır [imanın aslı kalbin içindedir]. Asl-i küfr de fuâddadır.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

ÎMÂN

Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) Hazretleri, bir suale dair yazdıkları cevâbda  buyurdular ki;

“Îmân hasıl olunca, zâten kâmildir. Zirâ ziyâdelik ve noksanlık kabul etmez. Mâhiyet itibârı ile ne zâid ve ne de nâkıs olur. Zâid (ziyâdelik) ve kâmil olması, inkişâf ve incilâ (parlaklık) itibâriyledir.”

(Son Halkalar I, sh 449)

ÎMÂNIN MÂHİYETİ (Îmân nedir?)

Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) buyurdular:

“Servet-i Âlem’in (sallallahu teala aleyhi ve sellem) risâlet ve nübüvvet itibariyle getirdiği akâidi, akla ve hikmete ve felsefeye havâle ve ihâle etmeksizin, îkan )yakîn) ve tasdîk etmekle hâsıl olur. Veyâhud Resûl ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur. Akla uygun olmak itibariyle tasdîk ve îlan ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Ol vakit risâlete itimâd-ı tâmm hasış olmaz. İtimâd-ı tâmm hasıl olmayınca, mâhiyet-i îmân tecezzî (bölünme) kabul etmediğinden dolayı îman olmaz. Belki (muhakkak ki) Resûlün tebliğine muvâfık olursa (uygun olursa), akl-ı kâmil ve akl-ı selîm olur. Ya’nî kemâl-i istifâde olur.”

(Son Halkalar I, sh 449)

...

AKLIN KULLANILMASI

“Mesâil-i i’tikâdiyye hikmete havâle olunup, hikmet kabul ederse tasdîk eder, kabul etmezse ve yahud tereddüdde bulunursa, ol vakit hakîme îman etmiş olur. Resûle tam îmân etmemiş olur ki, bu takdirde îmân; değil yalnız kâmil olmak, îmân olmaz. Zîra îmân parçalanmaz, bölünmez, ziyâdelik ve noksanlık (artma azalma) kabul etmez.

Dînî meseleler felsefe ile muvâzene (dartılırsa, ölçülürse) yine bir filozofu tasdîk etmiş olur. Resûle tam irimâd etmemiş demektir.

Dînde müttefikun aleyh (üzerinde birlik ve icma) olan mes’elelerden birisinde tasdîk hâsıl olmadı ise, ki ekseriyâ böyle oluyor, bu mes’elede murâd-ı ilâhî ve murâd-ı Resûlullah’ı (sallallahu teala aleyhi ve sellem) nasıl ise, öylece îmân ve îkân ve i’timâd ettim der ve şüphesini izâle edecek bir zâtı fevren (acele olarak) arar. İlminde ve dînde vusûk (sağlam) ve tamm itimâd sahibi, zekî, fatîn (anlayışlı), ârif, müttakî, vâkıf (vukufu çok) müşkülâtı halle muktedir bir zatı bulur, sorar. Aldığı cevaba itminân hasıl olunca, artık öylece îmân ve îkân eder. Böyle bir zâtı aramak farzdır. Bulamadı ise, veyâhud bulup da tatmîn edilmedi ise, Allahu tealanın ve Resûlünün irade ettiği gibi inanır. 

Buna binâendir ki, her yerde böyle müşkülü halle muktedir (çözebilen) bir kimsenin bulundurulması farz-ı kifâyedir.

Böyle olmaz ise dîn, mu’terizlerin (itiraz sahiblerinin) elinde oyuncak olur. Diledikleri vecihle (şekilde) te’vîl ve tefsîr ederler. Kimseyi dalâletten kurtaramazlar.”

(Son Halkalar I, sh 449-450)

ÎMÂN

“İnsânın vücûdu iki nesneden mürekkebdir (oluşmuştur). Biri rûh,  ve biri ceseddir.  (Pes; o halde) tasdîk; sıfat-ı rûh ve ikrâr-ı bi’l-lisân; sıfat-ı ceseddir. Binâen alâ bu emr-i zâhirî ve (emr-i) bâtınî riayet için kalb ve rûha tasdîk, kâlıb ve cesede ikrâr vaz’ olundu (konuldu, bildirildi).  Tâ ki, gizli ve âşikâre îmân buluna (biline).”

(Şerhu şi’âbu’l-îmân, sf. 3)

AMEL VE ÎMÂN

 

Şerhu Şi’âbu’l-îmân isimli eserin 3. sahifesinde yazar ki;

“Bir kimse, bir hükmün vücûbunu (farziyyetini) bilse, velâkin (ancak) amel etmese, kâfir olmaz. Ve illâ (aksi halde) mü’minlerden âsî (günahkâr) olanların cümlesi ekfâr (kâfir) olunmak lazım gelir (kafir olduğu iddia edilir), bu ma’naya gelir. Ba’zı ehâdis-i sahîhede (sahîh hadislerde) dahi vardır (ki) 

يخرج من النار من كان فى قلبه مثقال زرة من الايمن

Ya’ni, bu hadîsde îmân husûsunda kalbin hâli i’tibâr olundu (kalbe bakıldı). Ki, mücerred tasdîkdir. Onun için, Cehennem’de muhalled olmadı (ebedi kalmadı).”

...

Allahu teâlâ cümlemize îmanlı ölmeyi nasib buyursun. Âmin.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir medreseden gelen mektupda diyor ki: Ben bu medresenin müdürüyüm. Ama lâyık olduğumdan değil. Bu medreseyi *Babam* kurmuş, babamdan sonra müdürlük *Bana* kaldı, diyor. 


Babamın medresesine *Abdülhamîd Hân* kitap gönderirdi. Benim medreseme de Onun çocukları olan *Sizler* gönderiyorsunuz, diyor. Bu genç, yüzde yüz *Ehl-i sünnet*. 


Oralara çok *Kitap* gönderiyoruz kardeşim. *Vehhâbî* ler de ingiliz parasıyla kitap gönderiyorlar. Ama bizim kitapları okuyunca, onların kitaplarını *Yırtıyor* lar veyâ *Yakıyor* lar. 


Vehhâbîler, *Delâil-i Hayrât* kitâbını yakıyor, onlar da vehhâbîlerin gönderdiği *Kitap* ları yakıyorlar. Bizim kitaplar, oralarda *Türkiye* yi temsîl ediyor kardeşim. 

● ● ● 

Namaz demek, *Huzûr-i ilâhî* demektir. Allahü teâlâ, namaz kılana; *İste kulum!* diyor. *İste vereyim!* buyuruyor. *Sâat-i icâbe* dir bu. 


Yâni duâların kabûl olunacağı zamandır. Hele *Cum’a* günü, öyle bir zaman vardır ki, *O zamanda yapılan duâ reddolmaz!* diyor Peygamber Efendimiz. 


Ulemâ da; *Bu zaman, ekseriyâ ikindi namâzı vaktidir*, diyorlar. *Nikâh* cemiyeti de öyle çok kıymetlidir. O cemiyetde yapılan duâlar da red olmaz, kabûl olur. 


Elhamdülillah ki, Allahü teâlâ bize *Ehl-i sünnet* âlimlerinin kitaplarını okumayı nasîb ediyor. Bu kitapları okumıyan, *Câhil* kalır. 


İstediği kadar *Arabî* ve *Fârisî* bilsin, din bilgilerinden *Diploma* sı olsun. Bu ehl-i sünnet kitaplarını okumıyanın, islâmiyetden haberi olmaz. 


Allahü teâlâ bize *İhsân* etdi, elhamdülillah. Bu okuduklarımızın, yazdıklarımızın, işitdiklerimizin hepsi, Efendi hazretlerinin bize *Hediye* sidir, *Sadaka* sıdır. 


Onu görmeseydik, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacakdı kardeşim. Bizim *Kitap* ları okuyanlar, kazanıyor. Öyleyse *Hepimiz* kazanıyoruz. 


Ben her gün, bir parça okuyorum. Siz de okuyun kardeşim. Hem bilmediklerinizi *Öğrenir*, hem de ismi geçen büyüklerden *Feyz* alırsınız. 


Bir kalpde, iki şeyden biri muhakkak bulunur. Ya, îmân edilecek şeylere inanır, *Teslîm* olur. Veyâhut inanmaz, onları *İnkâr* eder. 


Îmân etmenin, teslîm olmanın alâmeti, onlardan *Râzı* olması ve *Beğenmesi* dir. İnkâr etmenin alâmeti ise onlardan *Râzı* olmaması ve onları *Beğenmeme* sidir. 


Öyleyse Allahü teâlânın *Emr* etdiği şeyleri beğenip yapacağız. *Yasak* etdiği şeyleri ise beğenmeyip, onlardan kaçınacağız. İşte, *Îmân* ın alâmeti budur kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Feyz* in kaynağı *Kalp* dir kardeşim, feyz, kalpden kalbe intikal eder. Konuşmakla değil, *Sevgi* ile *Muhabbet* ile akar. Meselâ şimdi burada *Sohbet* var.


Niçin? Çünkü *Sevgi* ile, *Muhabbet* le bir arada oturuyorruz. İşte *Sohbet* budur. Onun için, buraya *Rahmet* yağıyor kardeşim, *Kalp* den *Kalbe* akıyor. 


*İki* tâne, *Üç* tâne müslümân bir araya gelse, muhakkak kalpden kalbe *Feyz* akar. Bu akımı durduramazsınız, kendiliğinden akar.


Sizin haberiniz bile olmaz kardeşim. Habersiz akar. Ne zamana kadar? *Kalp* ler aynı *Seviye* ye gelinceye kadar. 


Ehl-i sünnet *Âlimleri* ne inanmamak, onları beğenmemek, bu âlimlere *Hakâret* etmek, *Küfr* alâmetidir. Küfre sebep olan şeyleri okuyun. 


Bizim İslâm Ahlâkı kitâbında yazıyor. *Âlimlere hakâret etmek veyâ onları beğenmemek, küfr alâmetidir!* diyor. 


Velhâsıl *Kur’ân-ı kerîme*, Ehl-i sünnet *Âlimleri* nin verdiği mânâlara göre, *İlmihâl* kitaplarına göre, doğru *Tefsîr* kitaplarına göre inanacağız. Uydurma kitaplara göre olmaz. 


Sûre-i Nisâ, 135. ci âyetinde meâlen; *Ey îmân edenler, îmân ediniz!* buyuruldu. Yâni âyet-i kerîmede; Ey zâhiren, görünüşte îmân edenler, hakîkî *Îmâna* kavuşun! buyuruluyor. 


Yâni bu; *Ey îmânın sûretini edinenler, ibâdet yaparak, îmânın kendisine kavuşunuz!* demekdir. Ne güzel yâ Rabbî! Kur’ân-ı kerîmin mânâsı budur işte. 


Maksadımız, kalp gözünün açılması, kalbin temizlenmesi. Bâzıları; *Benim kalbim temizdir, sen kalbe bak, namâza lüzûm yok*, diyorlar.


Hâlbuki kalbin *Temiz* olması, *İbâdet* yapanlarda olur. İbâdet yapmıyanın kalbi temiz olmaz ki. Kendilerini aldatıyorlar. Hem *Kendi* lerini, hem de *Etrâfında* kileri aldatıyorlar. 


İmâm-ı Rabbânî’nin *Mektûbât* kitâbının 97.ci mektûbu çok mühim. Bir *Hazîne* yâni. Bu mevzûyu *Îzah* ediyor. Bu mektup, zındıklara *Cevap* veriyor. 


İbâdet yapmadan önce olan *Îmân*, îmânın kendisi değil, *Görünüşü* dür. İşte bizim îmânımız öyle, görünüşte îmân. 


Hakîkî *Îmân*, ibâdet yapdıkdan sonra *Hâsıl* oluyor. Kur’ân-ı kerîm bunu haber veriyor. İşte *İbâdet* etmek, hakîkî *Îmâna* kavuşmak için lâzım kardeşim.

Kalbinde zerre kadar îmânı olan cehennemde sonsuz olarak kalmayacak

("Kalbinde zerre kadar îmânı olan Cehennemde sonsuz olarak kalmayacak, çıkarılacaktır..!") 

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât kitabında buyuruyor ki:

“Cehennemde sonsuz olarak yanmak, küfrün karşılığıdır. Bir kimse, dinde inanılması lâzım olan şeylerden, bir tânesine bile inanmamış veyâ şüphe etmiş yâhut beğenmemiş ise îmânı gider, kâfir olur. 

Bir kimse de, Kelime-i tevhîd söyleyip, bunun mânâsını kabûl eder, Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın Peygamberidir, her sözü doğrudur, güzeldir deyip, ona uygun olmayanlar yanlıştır, fenâdır diye inanırsa ve son nefesinde de öyle ölüp, âhırete, bu îmân ile giderse, bu kimse, kâfirlere mahsûs olan âdetlere ve bayramlara katılır, kâfirlerin mukaddes bildikleri günlerinde ve gecelerinde, onların yaptıklarını yaparsa Cehenneme girer. 

Amma, kalbinde zerre kadar îmânı olduğu için, yani bildirilenlere kısaca inandığı için Cehennemde sonsuz kalmaz. 


Kısaca inanmış olmak için, dinde inanılması lâzım olan şeylerden birini işitince, şüphe etmeden inanması lâzımdır. 

Bir gün, bir hasta ziyâretine gitmiştim. Ölüm hâlinde idi. Kalbine teveccüh ettim. Kalbi kararmış idi. O zulmetin temizlenmesi için çok uğraştım, fayda vermedi. Uzun zamân yokladıktan sonra, o siyâhlıkların, kâfirlik bulaşıklıkları, sıfatları olduğu, kâfirler ile ve küfür ile olan bağlılığından, berâberliğinden olduğu anlaşıldı. O kadar uğraştığım hâlde, o zulmetler temizlenemedi. Bunların ancak, küfrün cezâsı olan, Cehennem ateşi ile temizleneceği anlaşıldı. Fakat, kalbinde zerre kadar îmân nûru da görüldüğünden, bunun sâyesinde Cehennemden çıkarılacaktır. Hastayı bu hâlde görünce, cenâze namâzını kılayım mı, diye düşünceye daldım. Kalbimi uzun zamân yokladıktan sonra, kılmak lâzım olduğunu anladım. Demek ki, kalbinde îmân varken, zarûret olmadığı hâlde bile kâfirlerle düşüp kalkan, onların bayramlarına, paskalyalarına uyanların cenâze namâzlarını kılmalıdır, bunları kâfir bilmemelidir. Bunların, îmânları sâyesinde Cehennemden çıkacaklarına inanmalıdır. Fakat, hiç îmânı olmayanlara, Muhammed aleyhisselâmın bir sözünü ve âdetini bile beğenmeyenlere af ve mağfiret yoktur ve küfürlerinin karşılığı olarak Cehennem azâbında sonsuz kalacaklardır.

Hülâsa, kâfirlerin âdet ve merâsimlerine katılanda, zerre kadar îmân varsa yani kalbinden kelime-i tevhîdin mânâsına, kısaca inanmış ise, îmânı gideren bir iş ve sözde bulunmadı ise, Cehennem azâbına girecek ise de, Cehennemde ebedî kalmayacaktır.


TÖVBE ETMEDEN ÖLENLER

Îmânı olanlardan büyük günâh işleyen ve tövbe etmeden ölenlere gelince, Allahü teâlâ, bu günâhları isterse affeder, isterse günâhı temizleninceye kadar, Cehennemde azâb eder. Cehennem azâbı, küfür sıfatları ve bulaşıklıkları içindir. 

Küfürden kaçınan îmân sâhiplerinin yaptıkları büyük günâhlar, yâ îmânları hürmetine, cenâb-ı Hakkın merhameti ile veyâ tövbe etmeleri ile yâhut şefâate kavuşmaları ile affolunur. Böyle affolmıyanlar, dünyâ sıkıntıları ve dertleri ile veyâ son nefeste cân verirken, çekecekleri zahmetler ile temizlenir. 

Bunlarla da temizlenmezse, bâzıları kabir azâbı çekmekle affa kavuşur. Bâzıları ise, kabir azâbı, sıkıntıları ve kıyâmet gününün şiddetleri ile af olunup, günâhları biter ve Cehennem azâbı ile temizlenmeye lüzûm kalmaz. Nitekim, Enâm sûresinin 82. âyetinde meâlen;

(Îmân edip de îmânlarını şirk ile bulaştırmayanlar, Cehennemde ebedî kalmaktan emîndirler. Onlar için, bu korku yoktur) buyuruldu...” 


Mü’minin, büyük dahi olsa, günâh işlemekle îmânı gitmez, kâfir olmaz. Kalbinde zerre kadar îmânı bulunanı, günâhlarının çokluğu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günâhları kadar azâb edip, sonunda, Cehennemden çıkarılır. 

Peygamber efendimiz;

(Kalbinde zerre kadar îmânı olan Cehennemde sonsuz olarak kalmayacak, çıkarılacaktır) buyurmuştur.

Müslümânların zerre kadar îmânı olanların hepsi sonunda, hattâ çok zamân Cehennemde kaldıktan sonra bile, merhamete kavuşacaktır. Fakat rahmete, merhamete kavuşabilmek için, ölürken îmân ile gitmek şarttır.  sonra bile, merhamete kavuşacaktır. Fakat rahmete, merhamete kavuşabilmek için, ölürken îmân ile

Namaz ve İman

Namaz nerede var ise, orada iman var. Namaz yok ise, iman ya var, ya yok. Zirâ namaz kılmayan tamamen gafildir. 

(Seyyid Abdülhakim Arvasi Kuddise sirruh)

İMAN

İMAN
“Kişi, sevmediğine inanmaz.”
Yahud,
“İman; sevgidir.”