Elveda

Muzdarip bir gönülle kâbuslu hayallerle,
Vuslatı canana ve gülistana elveda!
Gizli ah çekmelerle içli iniltilerle,
Zevkine doymadığım nevbahara elveda!

Gökler karardı yine hiçbir yer görünmüyor,
Müphem bir kuvvet beni her an geri çekiyor,
Madem ayrılacaktın ya niçin geldin diyor,
Bastığın aziz taş ve topraklara elveda!

Gözyaşım umman olmuş yol vermiyor geçeyim,
Ayrılıp göz nurumdan ben nereye gideyim,
Bu firak ateşiyle yanıp yanıp biteyim,
Hergün yeniden doğan arzulara elveda!

Zulmet bastı cihanı bütün emeller söndü,
Kalbim kan ağlar daim ruhum çılgına döndü,
Demek ayrılık geldi ve bana yol göründü,
Bu dertsiz yolculara bu yollara elveda!

Son bir defa bakayım o hüsn-i cemâline,
Bir nazarın değişmem bütün dünya malına,
İster gülsün gafiller bu aşıkın hâline,
Bundan böyle neşe ve sürurlara elveda!

Rabbimden diliyorum yakınlara gelmeni,
Ah yine görebilsem dünya gözüyle seni,
Ayrılık pek yakıyor al bağrına bas beni,
Faydasız hayallerle hülyalara elveda!

Gözün gönlün arkada nereye gidiyorsun,
Bakmaya kıyamazken nasıl terk ediyorsun,
(Allaha ısmarladık!) düşün kime diyorsun,
Asılsız hakikatsız rüyâlara elveda!

Nereye gidiyorsun ey yârine doymayan!
Bir an fazla kalmayı bulunmaz nimet sayan,
Hasret ile gün be gün kavrul alevlen ve yan,
Cihanı tenvir eden en son nura elveda!

Nereye gidiyorsun ondan nasıl ayrıldın?
Seni yakan o değil kendi kendini yaktın,
Düşün, gözyaşlarıyla kimin yüzüne baktın,
Ayrılırken inleyen bakışlara elveda!

Karşımdaki hayalin biraz daha kal diyor,
Kalbini benim gibi bu sevdaya sal diyor,
Öp elimi hasretle ve duâmı al diyor.
En derin sevgilerle aziz yâra elveda!

Tavzih: Süleyman Kuku efendinin hocası Hüseyn Hilmi Işık efendi için yazdığı bir şiir.

VELİLERİN BİRBİRLERİYLE OLAN MÜNAZARALARI

VELİLERİN BİRBİRLERİYLE OLAN MÜNAZARALARI

Mahlûkatın Ne Haddine Düşmüş ki O'nu Zikr Etsin!

Bismillahirrahmanirrahîm

Cenâb-ı Hak Subhânehu ve teâla sizi ve bizi ve cümlemizi hakîkî rüşd ile râh-ı rüşd ve hidâyet-i tahkîkî ile hidâyete vâsıl ve îsâl buyursun.

Zikr ve zikrin te'sirinden suâl etmiş idiniz:

Cevâb: Zikr ve zikrin tesiri bir bahr-i amîk [derin bir deniz] dir ki,bir kimse onun ka'rina ve gavrine [dibine] vâsıl olmuş değildir. Zikr bir deryâ-i mevâcid [dalgalı deniz]dir ki,cümle âlem onun bir mevcinden de [dalgasından da] haberdâr değildir.Zikr bir bahr-i muhît [kuşatan deniz, okyanus]tur ki,ihatasından âlemin cümlesi âcizdir. Zikr, nihâyetsiz bir âlemdir ki,nihâyetine kimse ermemiştir.Sâhilsiz bir durgun denizdir ki,bütün âleme nüfûz etmiştir. Zikr,zâkirin [zikr edenin] kalbine taalluk etmiş bir keyfiyettir ki,ta'rîfi ve takrîri [beyanı] ve tahrîri [yazılması] imkân dâhili değildir.Men arefellahe kelle lisânühü, ya'nî Hak ve Sübhânehü ve teâlâyı bilen bir kimsenin dili lâl olur. İbâre bulamaz ki, O'ndan bahs etsin. Deryâ-i hayrete dalar,âlem ve âdemden haberi olmaz.Zikrin mezkürü Allahu teâlâ olduğu gibi,zâkir de ancak O'dur. Ancak O, kendini zikr edebilir.Mahlûkatın ne haddine düşmüş ki, O'nu zikr etsin! Ancak kendi sıfâtlarıyla sıfâtlanması için halk buyurmuş olduğu insana zâkir olmasını emr etmiştir ki, herkes kendi isti'dad-ı fıtrısi nisbetinde o nihâyetsiz deryâdan ve ol bahr-i zehbardan bir şey ile müteselli olsun.Veys-i Karnî o deryânın bir katresiyle müteesellidir. Cüneyd-i Bağdâdî o bahrin bir avuç mikdarıyla sîrab eder [kanar]. Abdülkâdir-i Cîlî ise ancak o bahrin sahiline erişmişdir. Muhyiddin Arabî bunun umkundan [derinliklerinden] ihrâc edilmiş [çıkarılmış] bir cevher ile müftehir olmuşdur. İmâm-ı Rabbânî ondan büyük pay almışdır...

[Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh) hazretlerinin zikrle ilgili mektûbundan bir bölüm]

Zamanın ve Hallerin değişmesi

Zamanın ve hallerin değişmesi ile çok kereler matlûb tâlib [istenilen isteyen], aranan arayan,zengin fakîr,acıyan acınan olur.

Kaynak: Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı
1.cild, Sahife no: 575
Müellif: Süleyman Kuku

Zelîha'nın Yûsuf Aleyhisselâmın Geçtiği Yolda Durup Söylediği Söz

Zelîha'nın Yûsuf Aleyhisselâmın geçtiği yolda durup söylediği sözdür:

"Köleyi tâatle sultan, sultanı günâhla köle yapan Allahu teâlâ her ayıbdan ve kusurdan münezzehdir!".  Yûsuf aleyhisselâm bu hazîn münâcatı [içli yakarmayı] duyunca: "Sen kimsin?" diye sordu. Zelihâ: "Bizzât size hizmet eden ve saçlarını elimle tarayan ve evimde size ikrâmlarda bulunan fakîreyim. Hakkınızda benden sâdır olan, [meydana gelen] mahza [tamamen] hatâ idi. Ettiğim uygunsuz iş ve hareketler yoluma gelip vebâlini tattım ve baştan ayağa keder [üzüntü] denizine battım. Kuvvetim gitti. Malım bitti. Gözlerime ama târi oldu. [Gözlerim görmez oldu]. Mâl ve menal kalmadı. Çâresiz insanlardan meded ve istiâneye [yardım istemeğe] mecbûr oldum. Bazıları acır,bazıları acımaz oldular. Bütün Mısır halkı bana imrenirdi. Şimdi mahrûm oldum. İşte müfsidînin [bozuk işler yapanın] cezâsı budur" dedi.

O kerîm oğlu kerîm (aleyhisselâm) şiddetle ve çok ağladı: "Ey Zelîhâ, bana olan hubbundan [sevginden] kalbinde bir eser kaldı mı?" dedi.

Zelihâ: "O namus ve iffet timsâli cemâlinize bir kere nazar etmek [bakmak], yeryüzünü dolduran altın ve gümüşlere mâlik olmaktan benim için daha sevgili ve kıymetlidir" cevâbını verdi.

Yûsuf aleyhisselâm, merhameten Zelîha'ya: "Seni hanım olarak kendime istiyorum" müjdeli ifâdesini söyleyince, Zelîhâ bu sözü alaya yorumlayarak: "Beni genç ve güzel iken irâde ve ihtiyâr buyurmadılar [istemediler]. Şimdi acûze,gözleri görmez,zavallı bir fakîreyim" diye meyusâne [ümidsizce] cevâb verdi...

Kaynak: Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı
1.cild, Sahife no: 574-575
Müellif: Süleyman Kuku

Muhadarat-ül ebrâr ve müsâferet-ül ahbar'dan

Arabîden: Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh): Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ümmetim üzerine bir zaman gelir,reyler [farklı görüşler] çoğalır,nefse uyulur,çalgıyla ve teganniyle Kur'ân okunur ve Allah korkusu ve saygısı olmadan okunur.Allahu teâlâ bu okumalarına sevab vermez, bilâkis la'net eder. O zaman insanlar seslerin güzelliğine bakar da, Kur'ânın halâveti gider. İşte böyle kimselerin âhırette nasîbleri yoktur.Karışıklıklar çoğalır,herşey birbirine girer.Erkek erkekle,kadın kadınla işini görür de bu çirkin fiillerini beğenmeyenler onlara mâni' olmaz, hattâ rıza gösterirler. Bu da gizli büyük günâhlardandır. Din gününün sâhibi Deyyân'ın la'neti onlara olsun. Onlar benim şefâatime nâil olamazlar.Onların bu çirkin işlerini beğenip,onlara mâni' olmayanlar,kıyâmet günü yaptıklarına pişman olacaklardır.Ben onlardan uzağım. O zaman kadınlar toplantı yapıp,adamlar gibi insanlara hitab ederler.Toplantıları oyun ve eğlence olup, Allahu teâlânın rızasına uygun olmaz. O zamanın garîb hallerinden biri de budur. O insanlara yetişirseniz,onlardan uzak durun ve Allah için onlardan kaçın. Bu size Allah ve Resûlü için harb sevabı verir. Allah ve Resûlü onlardan beridir".

Muhadarat-ül ebrâr ve müsâferet-ül ahbar'dan
Muhyiddin Arabî hazretlerinin.

Peygamber Efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâda görmek için

Peygamber Efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâda görmek için: Beş kerre E’ûzübillahi mineş-şeytânir-racîm, beş kere Bismillâhirrahmânirrahîm, bir kaç kere Allahümme bi-hakkı Muhammedin erinî veche Muhammedin hâlen ve meâlen okuyup, konuşmadan yatmalıdır. Ahmed Nâmık Câmî böyle buyuruyor.

Hüseyn Hilmi Işık efendinin sohbetlerinden bir bölüm...
Kaynak: Hatıralar, Sahife:1462
Nakleden: Süleyman Kuku efendi

KİTÂBLARINDAKİ KELİMELERİN OSMANLICA ASILLARINA GÖRE YAZILMASINI İSTERDİ

Hüseyn Hilmi Işık efendi kitâblarındaki kelimelerin Osmânlıca asllarına uygun yazılmasına çok hassasiyet gösterirdi.
Not: Yukarıda bir yazım hatası olup örnek vermek için "gitti" kelimesi yazılacağı yerde tekrar "gitdi" yazılmıştır.
Kaynak: Hatıralardan bir alıntı...

SALEVÂT GETİRMENİN MÜSTEHÂB OLDUĞU VAKİTLER

Ulemâ dimişlerdir ki salevât virmek vâcib olduğu yerden gayri nice yerlerde dahi müstehâb ve müekkeddir.
✔️Abdest alırken
✔️ Cevâb-ı ezân akabinde
✔️ Mescide duhûl ve hurûc (giriş ve çıkış) zamanlarında
✔️ Nemaza ikâmet zamanında
✔️ Nemazın teşehhüd-i sânisinde (ikinci oturuşta)
✔️ Salât-ı cenâzede
✔️ Her duanın evvel ve vasat (orta) ve âhirinde
✔️ Meclis-i zikrde
✔️ Kıraat-i Kur’anda
✔️ Şer’e muvafık her türlü meclis ahirinde (günah olmayan toplantılar sonunda)
✔️ Her sabahta ve akşamda
✔️ Çarşılara çıktıkda
✔️ Sefere çıkdıkça
✔️ Seferden geldikçe
✔️ Bir mü’min, aşinası (tanıdığı) mü’mini görünce
✔️ Gecelerde kalkdıkça
✔️ Remazân gecelerinde
✔️ Kişinin kulağı çınladıkça
✔️ Bir nesne (şeyi) unuttukça
✔️ Hüccâca telbiyeden ferağları akabinde (hacıların “lebbeyk Allahumme lebbeyk...” söylemelerinin ardından)
✔️ Mekke’de Safâ ve Merve’de
✔️ Hacerü’l-esved-i mübâreki öptükçe
✔️ Arafatta vakfeye duruldukça
✔️ Kabr-i Resûl aleyhisselâm ziyaret olundukça
✔️ Peygamberin (aleyhissalatü vesselam) ism-i şerifleri bir nesne (şey) üzerinde yazıldıkça
✔️ Husûsen her Cum’a gecesi ve Cum’a güni, sair zamanlardan ziyade itmek istihbâb-ı müekkeddir (kuvvetli müstehabdır, sünnettir).

(Mir’at-ı kâinat)

ÜMMETÎ! ÜMMETÎ!

ÜMMETÎ! ÜMMETÎ!

Efendimiz aleyhissalatü vesselamın amcazadesi; Kasem bin Abbas (radıyallahu teala anhuma).
Ravzatü’l-vâizîn nam kitabta Kasem bin Abbas (radıyallahu teala anhuma) hazretleri nakleder:
“Hazret-i Resûl aleyhisselâm defn olunduklarında kabirlerine girenlerde âhir çıkan ve mübarek yüzlerini âhir gören ben idim. Mübarek ağızların tahrik iderler (hareket eder, kımıldar) görmeğin kulak urdım (verdim). İki kerre
‎رب امتی 
(Yâ rabbî, ümmetim!)
diyu söylediklerini işittim.”

(Mir’at-ı kâinat)

BİR ÂN

(Efendimiz aleyhissalatü vesselamın) zemân-ı nübüvvetlerinde ve hayât-ı dünyeviyelerinde; basîr (gören) ise bir an nazar (bakan, gören), a’mâ (kör) ise bir an mülâkat (konuşup) idüb îmân ile vefât iden sahâbidir.

(Mir’at-ı kâinat)

EFDAL

Hülâsatül fetavâda;
“Hazret-i Ebûbekr’e ve Ömer’e (radıyallahu teala anhüma) sebb ve la’in (sövme ve lanet etme) küfürdür. Amma, Alî’yi (radıyallahu teala anh) anlardan efdal (üstün) sanmak küfür değildir, bid’ad ve dalâlettir (dinde sapkınlıktır).
(Mir’at-ı kâinat)

İSTİRCÂ’

İstircâ’ itmek, ya’ni;
انالله واناالیه راجعون
(innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn) dimek, sadece mevt musîbetine mahsûs değildir.
Faraza, bir kimesnenin na’lini (ayakkabısı) tasması kırılsa, istircâ’ itmek gerektir. Tâ ki (bununla) sevâb-ı azîm tahsil ede (çok büyük sevab kazanır).

(Mir’at-ı kainat)

RİVÂYET

Rivâyet-i isnâd yani “bu kelamı filan filandan, o dahi filandan nakl eyledi” deyub, mesela; hazret-i Resûle dek cem’-i rivayetlerin zikr etmek bu ümmetin fedâil ve hasâisinden (bu ümmetin fazilet ve özelliklerinden) olub, Kur’an ve ehadis ve ahkâm-ı dîn-i İslâma zalel ve halel gelmekten anınla mahfuzdur.”
(Mir’at-ı kâinat)

SALÂT U SELÂM

“İmâm-ı Nevevî (rahmetullahi teala aleyh) hazretleri
یا ایهاالذین آمنوا صلوا علیه و سلموا تسلیما
ayeti mefhûmunca hazret-i Resûle teslîm (selam eylemek) hâli yalnız salât virmek (Efendimiz aleyhissalatü vesselama selamsız salevat eylemek) mekrûhtur”
demiştir.
(Mir’ât-ı kâinat)

HAKK-I RESÛL

“Sallallahu teala aleyhi ve sellem”
(Buyrulmuş ki);
“Hazret-i resûle salevât virmekden murad, Hakk tealaya emri şerifine imtisalle (Allahu tealanın emrine uymakla) taleb-i rızâ-i hüdâ (Allahu tealanın rızasını taleb etmek) ve üstümüzde olan hakk-ı resûlü (sallallahu teala aleyhi ve sellem) edâdır.

(Mir’ât-ı kâinat)

YÂDİGÂR MEKTÛBLAR 57. MEKTÛB

Ve aleyküm selâm seçilmiş, sevilmiş kıymetli kardeşim Hulki [Demiray]

Mübârek mektûbunuzu okudum.Çok mesrûr oldum.Hem odamın içi hem de kalbimin içi mektûbun ruhâniyyetiyle münevver oldu.Rûh evvelce nefse esir idi, nefsden memnûn idi,birlikde mütelezziz idiler [hayattan tad alıyorlardı]. Rûh nefsin esâretinden kurtulunca nefsin denâetini [alçaklığını], rezâletini,küfrünü görüp anlamağa başlayınca feryâd ediyor,üzülüyor.Bir kurtarıcı,bir mürşid arıyor. Cenâb-ı Hak rûhunuzun [ günaha bulaşma endişesinden ileri gelen ] sıkıntısını artdırsın, nefsin günâh deryâsında olduğunu görerek hâsıl olan te'sirlerini çoğaltsın.Gafletden uyanıp,zulmeti his etmek,düşmanı dost sanmaktan kurtulmak ne büyük seâdettir.

Rü'yâda gördüğünüz,size iltifat eden,büyüklerin mübârek rûhları ve mukaddes latîfeleridir.Sevdiğiniz bir insan şeklinde görünüyorlar. Cenâb-ı Hak o büyüklere olan muhabbetinizi,râbıtanızı artdırsın. Seâdet-i Ebediyye ipi,o muhabbetdir. O ipe sarılan,dünyânın zulmetinden, küfr ve irtidâd felâketinden kurtulur.İşin başı Ehl-i sünnet i'tikâdı,nemâz ve harâmlardan ictinâb edip ehlullahı sevmekdir. Cenâb-ı Hak bu ni'metleri size ihsân etmişdir. Bu öyle büyük ni'metdir ki milyonda bir kimseye bile nasîb olmamaktadır.

Derdinizin devâsı,rûhunuzun şifâsı Seâdet-i Ebediyye kitâbındadır.Fakat bir mektûbu,bir maddeyi yavaş ve tekrar tekrar okumalıdır.Teheccüd nafile nemâzları ve Arabî çalışmağı,diğer kitâbları mektebden sonra okursunuz. Şimdi beş vakit nemâzları müstehab vakitlerinde ya'ni evvel vakitlerinde kılmak ve Seâdet-i Ebediyye okumak azîm ni'metdir. Mübârek vücudunuzu yormayınız. Vücud insana emânetdir.Uykunuzu ve gıdânızı temâm alınız.

Amerikan tavuklarının hâli, burada kesilen koyunlardan farklı değildir. Ehl-i kitâbın kesdiği,mürtedlerin kesdiğinden daha iyidir. Mürted kesmediğini, Amerika'da besmeleleri çekildiğini kabûl ediyoruz. Nihâyet şübhelidirler. Şübheliler zarûret mikdârı câizdir. Fazlası harâma yol açar. Mümkin olduğu kadar ictinâb etmelidir.

Nefs, insanı bol bol ağlatır. Düşman-ı ilâhî olan nefs, harâb oldukça çok ağlamak olmaz. Az, nâdir ağlamalı ve ağlarken tevbe ve ilticâ etmeli, aldanmamalıdır. Sizlerin mektûblarınızdaki ihlâsınızı okurken hem ağlıyorum,hem de ilticâ ediyorum. Birkaç damla gözyaşı iyi alâmetdir.

Cenâb-ı Hak maksadınıza,matlûbunuza kavuşdursun,din ve dünyâ seâdetine nâil eylesin,büyüklerimizin muhabbeti ile feyzleri, rûhâniyyetleri ile sizleri şereflendirsin. Size "Ekmelüküm îmânen ahsenüküm hulkan" [Sizin imânı en kâmil olanınız, huyu en güzel olanınızdır. Hadîs-i şerif], ni'metini ihsân buyuran Mün'im-i hakîkî [ Hakikî ni'met veren (Allah),ni'metlerini artdırsın.

[Cenâb-ı Hak] (Beni isteyene, bana kavuşduran yolu gösteririm) buyuruyor. [Şûrâ:13; Ankebût:69]. Ona karşı muhabbet,aşk,irâde ve talebinizi, iştiyâkınızı artdırsın.

[Birgivî Vasıyetnâmesi'ndeki "hutbede hükümdara âdil diyen kâfir olur" sözünün ma'nâsı, bazı] padişahlar beytülmâlı [hazineyi], isrâf etdiklerinden zâlim oluyor. Zâlime âdil diyen kâfir olur.

Kur'ân-ı kerîm ve ezân dinlerken verilen selâmı almak lâzımdır. Nemâz kılan ve Kur'ân-ı kerîm okuyan yanında yüksek sesle selâm verilmez. Yavaş, yakın mesâfede vermelidir. Yazdığınız durumlarda olanlara selâm vermemek lâzımdır. Bunları berâber okuruz.

Duâlarınız sayesinde burada lehülhamd çok râhat ve selâmetdeyim. Haftada 29 saat ders çok yoruyor ise de sivil,askerî lisede fazla talebeye nasîhat vermek arzu ettim. Burada Seâdet-i Ebediyye yüzlerle satılıyor ve fâideli oluyor.Hepinize selâm eder duâlarınızı beklerim.[1959]

Hüseyn Hilmi Işık

ABDULLAH et-TÜRKMÂNİ (Rahimehüllah)

Es-Serrâc: "Güvendiğim bir arkadaşım bana şunları anlattı." diye yazıyor.

-Şeyh Abdullah'ı şahsen tanıdım.Hâl ve kerâmetler sâhibi bir veliydi. Son derece de cömert ve misâfirperverdi.Bir sefer,bir fakir ona misâfir olur ve normaldan fazla bir süre kalır.Şeyh onun niyetini keşfeder ve yanına çağırıp:

-Evlâdım,biz fakirler afv ve setr sâhibi insanlarız.Onun için,ihtiyâcın ne ise çekinmeden bana söyle,der.Fakir:

-Ya seyyidi,senin hanımına âşık oldum,der. Şeyh,hiç bozuntuya vermeden:

-Pek âlâ yavrum.Ona söylerim,bu gece onun yanında yatarsın,der.Fâkir, bu cevâba çok sevinir ve uçacak gibi olur.

Gece olunca şeyh hanımının çadırını gösterir ve fakir âşık'a:

-İşte aradığın oradadır,git murâdını bul,der. Fakir hızla gider ve çadırın perdesini kaldırır.

Kadın içerden:

-Ey fakir, buyur gel ! der. Fakir bir ayağını içeri atar,fakat ikinci ayağını kaldıramaz.Ve üstüne öyle bir ağırlık ve ağrı çöker ki,sanki gök düşmüş ve onu altında ezmiştir. Ve o halde durarak bir sekerâtın acılarını çekerken,üstüne önce şiddetli bir yağmur,arkasından da büyük ve sert dolular yağar. Sabaha kadar öyle kalıp, kendi ifâdesiyle, binlerce ölüm tadar. Kesin bir şekilde ölmek ister fakat o da kendisine çok görülür. Şafak sökünce,şeyh bir müridini gönderir ve bu mürid,onu leş hâlinde sırtına alıp mescide getirir.Fakir öğleye kadar orada ölü gibi yatar. Ondan sonra uyandırılıp sıcak bir çorba içirilir ve onu içtikten sonra kovulur. Fakir, yolda giderken büyük hatâsını fark eder ve tevbe ederek gerçek bir niyetle sûfîlik yoluna girer.

Kaynak: (Sahabeden günümüze veliler ve kerâmetleri)
3.cild. Sahife 377
İsmail İbn Yusuf Nebhani
Tercüme: Abdülhalık Duran

ABDURRAHMÂN İBNİ PAKDEMİR (Rahimehüllah)

Bu sâlih,zâhid ve vera' sâhibi velî Şeyh Ahmed ez Zâhid'in önde gelen ashâbındandı.Şeyh Abdurrahmân önceleri dünya ehlindendi ve Şeyh Ahmed'in komşusuydu.Bir gün,pişirdiği yemekten ona bir tabak gönderdi.Buna karşılık,Şeyh Ahmed de onun tevbe etmesi ve hak yoluna dönmesi için duâ etti.Bundan bir hafta geçmeden,Abdurrahmân dağ gibi bir irâde ve istekle gelip Şeyh Ahmed'e intisâp etti.Şeyh Ahmed,ona tarikatın âdâbını öğretti ve kelime-i tevhidle zikretmesni söyledi.Zikre devam ederek kısa zamanda ma'nevi mesâfe alan Şeyh Abdurrahmân,semâvi levhaları görme derecesine erişti.Fakat, "Levh-i Mahfûz" da gördüğü yazı onu hem şaşırttı,hem de çok üzdü.Çünkü,bu mukadderât kitabında şeyhi şakîler arasında gösterilmişti.Bunun için,bir süre kapanıp ağladı ve uzun bir tereddüdden sonra,acı gerçeği şeyhe anlattı.Şeyh hiç hayret etmedi ve:

-Doğrudur.Ben de otuz seneden beri ismimi senin gördüğün yerde görüyorum.Fakat,bundan dolayı ne kadere i'tirâz ettim,ne de ibâdetimde gevşedim, dedi.Bundan sonra Şeyh Abdurrahmân'a:

- Şimdi bak,dedi.Beriki bakınca,bu sefer onun ismini saîdler arasında gördü ve rahatlayıp Allah'a şükretti.

Şeyh Zâhid vefât edince,Şeyh Abdurrahmân onun câmiinde kalıp ibâdetle meşgul oldu.Vefât ettiğinde de bu câminin şadırvanının karşısında defnedildi.

Kaynak: (Sahabeden günümüze veliler ve kerâmetleri)
3.cild.Sahife 264
İsmail İbn Yusuf Nebhani
Tercüme: Abdülhalık Duran

KAZÂ VE KADER

İslâm dininin usûl-i sittesinden [altı esasından] KAZÂ VE KADER mühimdir.Ezkiyânın [Zekilerin] zihinlerinin en ziyâde takıldığı bir mes'eledir.Bu takıntı ise kazâ ve kaderi tamamiyle anlamadığından tevellüd eder [doğar]. Kaderin neden ibâret olduğunu tamamiyle bilseler,hiçbir zeki tereddüd göstermez.Belki bilakis imanlarında kuvvet hâsıl olur.

Dinen ma'lûmdur ki, hâlik-ı kâinât,ya'ni bütün mâsivâyı [gayriyi] halk eden Hallâk-ı hakîkî,halk ettiği ve edeceği şeyleri bir inbisatla,bir inkişâfla,zerreden arşa,ezelden ebede, cüz'iden külliye,sûrîden ma'nevîye kadar bilir. Kâinâtın vûcudu [varlığı] a'yanda [zâhirde] yok iken,Hak teâlânın ilminde var idi. Ya'ni kâinatın iki nev'i vucûdu vardır.Biri vücûd-i ilmî, diğeri vücûd-i aynîdir.İmam Gazalî bunu açık bir misalle izâh ediyor: Bir mühendis yapacağı bir binanın sûretini,ileride yapmak istediği bir şekilde zihninde tersîm eder.Sonra zihnindeki bu resmi bir sahîfeye çizer ve sonra bunu mimar ve ameleye ibrâz eder. Onlar da bu sahîfede tersîm edilen ve mühendisin zihnindeki sûreti andıran harîta [plan] gibi yaparlar,vücûde ve bürûze getirirler. İşte mühendisin zihninde irtisâm eden binanın ilimdeki vucûdu [varlığı] dur.Buna hayâlî vücûd,zihnî vücûd,ilmî vücûd derler.Binanın hâricte yapılan ve kereste,taş ve topraktan ibâret olan vücûdu,hâricî vücûd,aynî vücûddur.Sûrî vücûddur.Mühendisin vücûd-i ilmîsinde bulunan bu binâya taalluk eden ilmi,mühendisin binâya olan kaderidir.

Kazâ ve kader mes'elesinde hayret çok olduğundan,kazâ ve kadere tealluk eden suâl ve cevâblar bir takım evhâm ve hayaller tevlîd etmek istidâdında bulunduğundan birkaç çeşit ifâdeler ile beyân etmek isterim. Tâ ki muhâtab her nev'i  kelâma göre bir şeyler anlasın ki,mes'ele tam bir vuzûh ile inkişâf etsin.

Kader,ezel-i azâlde [ezellerin ezelinde] ileride vâkı' olacak vâkı'alara olacağı gibi ilm-i ilâhînin teallukundan ibârettir..

Hâlık-ı kâinat celle celâlühü halk buyurduğu şeyleri [onların öyle yapacaklarını] bilmiş de halk etmiş,işte bu ilim kaderdir.

Kader îlm-i ilâhînin, kâinâtın hılkatından evvel kâinâtı,halk edeceği keyfiyete olacağı gibi teallukundan ibârettir.

Mâdem ki hâlıktır,mahlûkata elbette âlimdir.İşte bu ilim kaderden ibârettir.

Ehl-i sünnet vel-cemâat kadere îman etmiş ve kadere îmanı, erkân-ı îmandan [imanın esaslarından] ad eylemiştir.Ya'ni kadere îman etmez ise,mümin değildir dediler.Kaderin hayrı ve şerri,tatlısı ve acısı Allahu teâlâdandır.Zirâ kader,bildiği şeyleri îcâd ve ihdâs demektir.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)

İMÂN

Efendim! Mektûb-i âlinizin ibtidalarında îman-ı kâmil bahsi vardır.İmân hâsıl olunca,zâten kâmildir.Zirâ ziyâdelik ve noksanlık kabûl etmez.Mâhiyet itibârı ile ne zâid ve ne de nâkıs olur.Zâid ve kâmil olması inkişâf ve incilâ [parlaklık] itibâriyledir.

İmânın mâhiyeti: Server-i Âlem sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin risâlet ve nübüvvet itibâriyle getirdiği akaidi,akla,hikmete ve felsefeye havâle ve ihâle etmeksizin,îkan ve itikad ve tasdîk etmekle hâsıl olur.Veyahûd resûl ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur.Akla uygun olmak itibâriyle tasdîk ve îkan ederse,aklı tasdîk etmiş olur. Ol vakit risâlete itimad-ı tâm hâsıl olmaz. İtimâd-ı tâm hâsıl olmayınca,mâhiyyet-i îman tecezzi [bölünme] kabûl etmediğinden dolayı imân olmaz.Belki akıl Resûlün tebliğine muvâfık olursa, akl-ı kâmil ve akl-ı selîm olur.Ya'ni kemâl-i istifâde eder.

Mesâil-i itikadiyye hikmete havâle olunup,hikmet kabûl ederse,tasdîk eder,kabûl etmezse ve yahud tereddütde bulunursa,ol vakit hakîme îman etmiş olur.Resûle tam itimâd etmemiş olur ki,bu takdîrde,îman,değil yalnız kâmil olmak,îman olmaz.Zîra îman parçalanmaz,bölünmez,ziyâdelik ve noksanlık [artma,azalma] kabûl etmez.

Dînî mes'eleler felsefe ile muvâzene edilirse [dartılırsa,ölçülürse] yine bir filosofu tasdîk etmiş olur.Resûle tam itimâd etmemiş demektir.

Hâsılı,îman,Resûl-i ekmel sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin indi ilâhiden risâlet ve nübüvvet itibâriyle umûm ibâda [bütün kullara] getirdiği ve tebliğ buyurduğu ahkâmın kâffesine min hays-ül mecmû' [topyekün] itimâd ve itikad etmekle hâsıl olur.Bu ahkâm ve akaidin birisinde tereddüd ve inkârı var ise,mümin olmaz.Zira hükümde resûlu tasdîk ve yahud itimad etmemekle,resûlü adem-i sıdk [doğru söylememekle] ithâm etmiş olur ki,bu da naksdır [noksanlıktır].Noksanlık ise,nübüvvet ve risâlete mubâyin ve mugayırdır [tersdir].

Dinde müttefekun aleyh olan mes'elelerden birisinde tasdîk hâsıl olmadı ise, ki ekseriyâ böyle oluyor,bu mes'elede murâd-ı ilâhî murad-ı Resûlullahı [sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem] nasıl ise,öylece îman ve îkan ve itimâd ettim der ve şübhesini izâle edecek bir zâtı fevren [acele olarak] arar.İlminde ve dinde vusûk  [sağlam] ve tam itimâd sâhibi,zeki,fatin [anlayışlı],ârif,müttaki,vâkıf [vukufu çok],müşkülâtı halle muktedir bir zât bulur,sorar.Aldığı cevâba itminan hâsıl olunca,artık öylece îman ve îkan eder.Böyle bir zâtı aramak farzdır.Tesâdüfe bırakmaz. Fevren [hemen] arar.Bulamadı ise,veyahûd bulupda,tatmîn edilmedi ise,Allahu teâlânın ve Resûlunun irâde ettiği gibi inanır.Müşkülünün hallini Hak teâlâdan tazarru'la istirham eder.Buna binâendir ki,her yerde böyle müşkülü halle muktedir [çözebilen] bir kimsenin bulundurulması farz-ı kifâyedir.Felâsifenin itirazlarını,felsefe fennî kaidelerine göre halle muktedir,hükemânın itirazlarını hikmet kavâidine nazaran halle kadir,edyân-ı bâtılanın itirazlarını dinlerinin butlânını [bâtıllığını] isbâta muktedir,mu'tezile ve rafîzîler tarafından gelen itirazlara, ona göre cevâba kadir ve târih-i âleme [dünya târihine] vâkıf,ulûm-ı riyâzıyede [matematikte] mâhir,enva'-i ulûm-i islâmiyyede nahrîr [derin] kâmil bir kimse bulundurmak lâzımdır.

Böyle olmaz ise din mu'terizlerin [itiraz sâhiblerinin] elinde oyuncak olur.Diledikleri vecihle [şekilde] te'vil ve tefsir ederler.Kimseyi dalâletten kurtaramazlar.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)

Haram Olan İpek Elbise Giymenin Bedeli

Bu dünyadaki hurmete riâyet etmeyen bir kimse, dâr-i âhirette onun hırmanıyla [mahrûm kalmasıyla] cezâlanır,mahrûm olur.Burada hıllıne riâyet edene,orada onun hakîkati ile mütemetti' olmasını nasîb eder.Böyle mükâfât buyurur.Meselâ buyurmuşlardır: "Dünyada haram olan ipeği giyen,ahirette ipek giymez."İpek ise cennet elbisesidir.Cennete girmeyeceğini gösterir.Cennete dâhil olmayan,cehenneme girer.Zirâ her ikisinden  başka dâr-ül beka [devamlı kalacak yer]yoktur. Kıyamet ise dâr-ül bekadan ibârettir.Âhiret umûru hiçbir sûretle dünyevî işleri kıyâs kabûl etmez.Bu dünyâ fenâ bulmak için halk olunmuştur ki,fenâ buluyor.Âhiret beka için,bekaya lâyık bir surette halk olunmuştur.Beka ile seri-ül fenâ [çabuk fânî] olan şeylerin arasında ne kadar fark var ise,her ikisinin umûr  ve ahvâli arasında o kadar fark vardır.İştirak [ortaklık] ancak elfaz ve ta'birattadır [söz ve ifâdededir.]

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)

SON DUÂ

“Her peygamberin, asla, şübhesiz, elbette kabul olacak bir mahsûs duâsı vardır ki; 
her birisi o duasını dünyevî birer hâcetine sarf idüb,
lakin, ben o duâmı; âhirette ümmetime şefâat içün saklamışımdır ki o şefâat inşallahu teala imanla vefat idenlere vasıl olur.”
(Mir’at-ı Kâinât)

HILL VE HURMETİN [Halâl ve haramın] TA'RİFİ

Her şey,hâlık ve mâliki olan Hak subhânehü ve teâlâ ve tekaddesin mahlûk ve memlûküdür.Neyin tasarrufuna izin verdi ise,halâl olur;Mesalâ bir erkeğe,iki kız karındaşlardan birisinin nikâh ile isti'mâlini halâl kıldı,diğerini ona haram kıldı.Onda tasarrufa me'zûn değildir.

Haram demek, sâhibi ve hâlıkı,bu adamı,bunun istimâlinden mahrûm etmiştir,demektir.Halâl ise,o ukde-i hurmeti [haram düğümünü] hal etmiş [çözmüş] demektir.Bir şey bazı kimselere halâl,bazılarına da haram olur.

Bu dünyadaki hurmete riâyet etmeyen bir kimse, dâr-i âhirette onun hırmanıyla [mahrûm kalmasıyla] cezâlanır,mahrûm olur.Burada hıllıne riâyet edene,orada onun hakîkati ile mütemetti' olmasını nasîb eder.Böyle mükâfât buyurur.Meselâ buyurmuşlardır: "Dünyada haram olan ipeği giyen,ahirette ipek giymez."İpek ise cennet elbisesidir.Cennete girmeyeceğini gösterir.Cennete dâhil olmayan,cehenneme girer.Zirâ her ikisinden  başka dâr-ül beka [devamlı kalacak yer]yoktur. Kıyamet ise dâr-ül bekadan ibârettir.Âhiret umûru hiçbir sûretle dünyevî işleri kıyâs kabûl etmez.Bu dünyâ fenâ bulmak için halk olunmuştur ki,fenâ buluyor.Âhiret beka için,bekaya lâyık bir surette halk olunmuştur.Beka ile seri-ül fenâ [çabuk fânî] olan şeylerin arasında ne kadar fark var ise,her ikisinin umûr  ve ahvâli arasında o kadar fark vardır.İştirak [ortaklık] ancak elfaz ve ta'birattadır [söz ve ifâdededir.]

Meselâ cennet,burada bostan,orada cennet denilen dâr-üs-seâdet-il-ebediyye [ebedî seâdet yeri],cehennem burada derin ateş kuyusu, orada cehennem itlâk buyurmuş [ismini vermiş] olduğu,dâr-ül azâb ve dâr-ül ikab-il ebediyye [sonsuz azâb yeri] demektir.
                       
                             Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ( Kuddise Sirruh ) 

BEREKET

BEREKET

“Mervidir ki, hazret-i resûle (sallallahu teala aleyhi ve sellem) bir hatun bir kab içinde bal armağan gönderdi. Bal geldikte ‘esel (bal) alınub kabı boş gönderilür. Lakin, kudret-i hakk ile, evvelki kabı yine eselle dolu vardıkta, hatun gelüb;
-Yâ Resûlallah! Niçün benim hediyemi kabul itmediniz, acaba suçum nedir?
deyu gamnâk (gamlı, tasalı) oldukta;
-Biz senin hediyyeni kabul ettik. Lakin gördüğün ‘esel, Allah cânibinden sana hediyye gelen berekettir.
Hatun şâd u bermurâd (çok mutlu) gidüb cümle ehl-i beytiyle (ev halkı ile) nice zaman ol eselden vâfir (çok, bol) yiyüb asla eksilmedi.
Bir gün hata ile ol esel-i mübâreki gayri kaba boşaltmağın, eksilüb kalmayub hazret-i resûle haber virdikde;
-Evvelki tarafda dursa idi sana ve ehl-i beytine dünya ömri kadar zamana dek vefa (yetme, kafi gelme) idüb elsilmezdi
diyu buyurmuşlar”

(Mir’at-ı Kâinât)

CENNETİN ANAHTARI

Resûl-i Ekrem (sallallahu teala aleyhi ve sellem) Efendimiz yâr-i güzîn olan Hazret-i Ebûbekri sıddîk (radıyallahu teala anh) Efendimize, mağarada buyurdular ki;
“Seni sevmeyen Cennete giremez, yetmiş peygamber ameli kadar ameli de olsa”

TAHFÎF-İ RESÛLULLAH

TAHFÎF-İ RESÛLULLAH
“sallallahu teala aleyhi ve sellem”
Kütüb-i mu’teberede mezkûrdur ki;
Hazret-i Resûlü “mecrûh oldu (yaralandı)” deyu, yahud “kendi ya askeri mağlub oldu” deyu, ya “münhezim oldu” (yani hezîmete uğradılar) deyü ayıblasa (hafife alsa),
Yahud, “Resûlullah (sallallahu teala aleyhi ve sellem) bazı gazâlarında sındı (korktu, çekindi) dese,
Velhasıl Resûlullah’ın (sallallahu teala aleyhi ve sellem) izzet ve şerefine layık olmayan bir küçük nesne, ifade, şey isnâd etse; gerek tahkîr kasdıyle etsin, gerek kasd etmesin, söylemiş olması ile kâfir olması beynel eimme (müctehid imamlar arasında) muhakkık ve müttefik olub (ittifak ile hakk kabul edilmiştir), o kimseye tecdîd-i tevbe yani imana teklif olunur. Ederse; İmâm-ı A’zâm ve İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Şafiî (rahmetullahi teala aleyhim) katında tevbesi makbûle olub, katlden (öldürülmekten) kurtulur. Tevbe etmez ise, küfrü bakımından elbette katl olunur.
İmâm-ı Muhammed ve İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel katında tecdîd-i îmân ve tevbe ederse îmânı makbûl olub, lâkin tevbesi, zındığın yakalandıktan sonraki tevbesi gibi makbul olmayıb, onu katl etmek elbette hakk-ı resûl olmasındandır.
(Mir’at-ı Kâinât)

HER İLM

Hasan-ı Basrî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinden rivayettir ki;
“Kur’anda cemi-i ulûm-i evvelîn ve âhirîn (geçmişteki ve gelecekteki bütün ilmler) cem’ olup (toplanmış), lâkin cümlesini bilmek Cenâb-ı Hakka mahsus olub, ekserini Habîbine bildirmiştir.”
Dahi dimişlerdir ki;
“Levh-i mahfûzda Kur’ân-ı azîmin her harfi Kaf dağı kadar büyük ve hurûf-i mukattaa (Kur’an’ın 29 suresindeki; elif lam mim, elif lam, elif ra, kaf, sad, nûn.. gibi rumûs harfler) üzere yazılmış olub, her harfin altında ol kadar ma’nâlar vardır ki cümlesini hemân hazret-i perverdigâr (sallallahu teala aleyhi ve sellem) bilür.

(Mir’at-ı Kâinât)

KIRÂAT

Mervîdir ki;
Kırâat-ı Kur’ân bir nimettir ve kerâmettir ki, Hakk teala onu Âdem’e (aleyhisselâm) mahsus itmiştir.
Zîra, mervîdir ki zümre-i melâikeden sudûr etmeyüb (melekler Kur’an kırâat etmezler) cins-i insden istimâ’na (insanlardan dinlemeye) harîslerdir (çok arzuludurlar).

(Mir’at-ı Kâinat)

YEMENİN AĞAÇLARI

Efendimiz aleyhissalatü vesselam, hazreti Alî “kerremallahu vecheh” efendimize devesini verir ve Yemene yollar. Buyururlar ki;
-Yâ Alî! Yemene varub Ukayla ulaştığında seni karşılamağa gelen halkı gördüğün zaman; taşa, kerpiçe;
یا حجر ، یا مدر و یا شجر! رسوالله یقرؤکم السلام
(Allahu tealanın resûlü size selam eyledi, ey ağaçlar, ey taşlar!)
diyesin!
Hazreti Alî dahi varub emr-i Resûlullah ile amel ittikde, yeryüzünden cûş u velvele, hurûş u gulgule (yüksek ve coşkun sesler) ile
علی رسول الله السلام
İşitilüb, hâzır olan cemaatler hayran kalub ve cümlesi îmâna geldiler.

( Mir’at-ı Kâinat)

BEREKET

“Mervidir ki, hazret-i resûle (sallallahu teala aleyhi ve sellem) bir hatun bir kab içinde bal armağan gönderdi. Bal geldikte ‘esel (bal) alınub kabı boş gönderilür. Lakin, kudret-i hakk ile, evvelki kabı yine eselle dolu vardıkta, hatun gelüb;
-Yâ Resûlallah! Niçün benim hediyemi kabul itmediniz, acaba suçum nedir?
deyu gamnâk (gamlı, tasalı) oldukta;
-Biz senin hediyyeni kabul ettik. Lakin gördüğün ‘esel, Allah cânibinden sana hediyye gelen berekettir.
Hatun şâd u bermurâd (çok mutlu) gidüb cümle ehl-i beytiyle (ev halkı ile) nice zaman ol eselden vâfir (çok, bol) yiyüb asla eksilmedi.
Bir gün hata ile ol esel-i mübâreki gayri kaba boşaltmağın, eksilüb kalmayub hazret-i resûle haber virdikde;
-Evvelki tarafda dursa idi sana ve ehl-i beytine dünya ömri kadar zamana dek vefa (yetme, kafi gelme) idüb elsilmezdi
diyu buyurmuşlar”

(Mir’at-ı Kâinât)

HERŞEY ASLINA RUCU EDER

HERŞEY ASLINA RUCU EDER

Topraktan geldik yine toprak olacağız…
Tek tesellimiz, şu gök kubbede hoş bir seda bırakmak!
Hüzünlüyüz, üzgünüz, acımız büyük!
Kendisini tanımakla kelimelerle anlatılamayacak, yazı ve söz ile ifade
edilemeyecek değerde kıymetler kazandığımız, insanlığımızı, taat ve ibadetlerimizi, hakiki özgürlüğün ne demek olduğunu anlamamızı sağlayarak hayatımıza yeniden yön veren;
Kıymetli büyüğümüz, efendimiz, manevi babamız, ağabeyimiz, kendilerine evlad, gardaş olarak bizleri kabul eden, kulluğun tadını bedenin bütün hücrelerinde hissetmiş, benlik ve enâniyetten uzak olan;
Allahu teâlâ’ya ve onun sevdiklerine yakın, sevmediklerine uzak, hak ve hakikati ifade etmekten asla geri durmayan, insanlığın kurtuluşu için 82 yıllık ömrünün neredeyse tamamını kendinden önceki hocalarına uymak suretiyle samimi bir niyyetle ilim, amel ve ihlas ile hakikat aleminin hallerine vakıf olmaya çalışarak geçiren;
Samimi, sevecen, müşfik ve de kalender;
Ailesinin, sevdiklerinin ve dostların dertleri ile dertlenen, sevinçlerine ortak olan, asla nefsi hareket etmeyi sevmeyen “Kendisi için yaşayan ve sadece kendisini düşüneni sevemiyorum” diyecek kadar açık;
“Bizi sevmek kolay değil, bedel ister” diyecek kadar kendilerinden emin;
-İstişare ve karar verdikten sonra işin tamamı bitirmek için gece ve gündüz her türlü riski göze alabilecek kadar dirayetli ve çalışkan;
“Yanlış iş üzerine doğru iş yapmayı sevemiyorum” diyerek yanlış önce o işin düzeltilmesini sağlamak, sonrada işin doğrusunu bildirerek, doğruların artmasını, yanlışların azalmasını ve hakikatin ortaya çıkararak her daim kötülüğü men ile iyiliğe sevk eden;
-İlm-i ile amil, hali ile malum, ortaya koyduğu eserleri ile kıyamete kadar anılacak olan, katıksız, saf ve temiz bir silsile ile Resulü Ekrem Muhammed Mustafa “sallallahu teala aleyhi vessellem” efendimize bağlanarak, onların ahlakı ile ahlaklanan, yolarının özelliği ile kısa yoldan Allahu telaya kavuşturan, Nakşi, Müceddidi ve Hâlidi yolunun tesirli nefesi, sarsılmaz direği, haller menba-ı, gönüller sultanı, Süleyman Kuku Ahmedoğlu ( A. Fârûk Meyan) efendimiz hicri 1440 yılı Zilhicce ayının birinci Cuma günü ( M: 02 Ağustos 2019-Cuma), öğleden sonra duaların kabul olduğu saatlerde Allahu telanın rızasına boyun eğerek darül bekâya, sonsuzluk alemine intikal etti.

Beyt:
Cihanda bundan daha güzel hangi şey olur,
Seven dostuna gider, yâr yârına kavuşur.

Allahu teâlâ’ya kulluğunun ifadesi olarak;
Beyt:
Müflis olarak senin kapına geldim,
Yüzünün güzelliğinden bir şey isterim.

Üzgünüz, çok uzun süre beraber olduğumuz (aciz, otuzbeş seneye yakın bir beraberlik yaşadığım, anamdan, babamdan kardeşlerimden daha çok beraber olduğum), her halimize vakıf, bizi seven, öğreten, koruyan hocamızı, manevi babamızı kara toprağa teslim etmek bize çok ama çok tesir etti.

Beyt:
Ayrılığın acısı az olsada az değildir,
Gözde kıl olsa çok görünür.

O kadar tesir etti ki, kimse kimseyi göremez, halini soramaz ve ne yapacağını bilemez oldu. İlim gitti. Akıl gitti. Halimiz perişan oldu. Bakmaya doyamadığımız, her sözüne, nefesine can kulağı ile dinlemeye çalıştığımız büyümüzün ayrılığı yaktı, yıktı. Sözün bittiği yer burası idi.
Ne yapacağını bilemez bir halde na’şını evden alarak önce camiye sonra da aile mezarlığa omuzlar üzerinde bütün sevenleri ile beraber taşıdık. Ayrılığın son demlerinde takâtimiz bitti, nefesimiz tükendi. Okunan kuran-ı kerim ve naâtlarla gönlümüz biraz ferahladı. Bu onlarla beraber “Muhabbet Çeşmesi’ ne son inişimiz idi.

Beyt:
Ey dost, buraya gelki, ikimiz topraktanız
Yabancı gibi durma, bir yerden âşinayız.

Kendi şiirlerinde kendisini kucaklayan kara toprak için söyle diyorlardı.
(15 Şaban-1410–Pztesi / 23 Mart 1989 Perşembe)

SEVDİM SENİ
Ele soğuk bana sıcak
Ele mezar bana kucak
Ele duman bana ocak
Kara toprak sevdim seni!

Kokunda Habîbullah var
Altında Halîlullah var
Gıbta eden Arşullah var
Kara toprak sevdim seni!

Ateş olup yakma sakın
Emr-i Haktan çıkma sakın
Süleymanı sıkma sakın
Kara toprak sevdim seni!

Acının tarifi yapılsada anlaşılması ancak yaşanınca, tadınca anlaşılır. Aziz milletimiz örf ve adetlerinde bu bilindiği için yakın, eş dost, seven sevmeyen, bilen bilmeyen o acı günde insanlığın icabı biraraya geli de bu acının kısa zamanda telafi için cenaze evini taziye ederler. Bu acı günümüzde bizleri yalnız bırakmayan taziye eden herkese teşekkür ediyoruz.
Allahu teâlâ razı olsun. “Eden kendine eder”.

Beyt:
Sana söylemiyene susman daha iyidir
Seni yad etmiyeni unutman daha iyidir.

Şiir:
Kim bana kulluk dışı davranırsa
Dostum olmaz çok, yakının da olsa
Kendimi ve akrabamı terk ettim
Öylesi bana ağyardır, yârım da olsa

Buyururlardı ki
- Doğrularım için tebrîk ve tasdîk etmediniz ki, yanlışlarım için tenkîdiniz âdil olsun.
- Keşke bazı kimselerin beni sevmediği kadar, ben de nefsimi sevmeyebilsem.
- Hasedin altında düşmanlık yatar. Yoksa gıbta yeterlidir.
- Kişinin menfeati söz konusu olursa, ihsân adâlet, adâlet zulum olur.
- Kendi hakkında âdil davranan kişi görmedim.
- Sen dua etmene bak, âmin deyen çok bulunur.
- Ölümcül bir hastalığın akabinde söyledim: Yâ Rabbi, bana bir nefes ikrâm edersen, onu Habîbinin dinine hizmette harcamamı nasîb eyle!
- Rabbini unutmak, aslını unutmaktır. Mert işi değildir. Zordur. Büyük suçtur. Rabbini zikretmek ise, kulluğun icâbı ve kulun şerefidir.
- Küçücük bir bedene, koskoca kâinâtı sığdıran Rabbimin san’atına hayran kalmayan ahmaktır.
- Kul ubudiyyeti anladığı kadar rubûbiyyeti, rubûbiyyeti anladığı kadar ubûdiyyeti anlar.
- Şerîat, rububîyyeti ve ubudiyeti bilmek içindir. Bütün iyilikler bunu bilmede, bütün kötülükler ise bunu bilmemede saklıdır.
- Ölümü unutmayan günah işlemez.
Mısra:
Unutmak dostluğa sığmaz
- Allahu teâlâyı zikreden günah işlemez.
- Evliyâyı seven günâh işlemez.
- Günâh işlemek zor, sevab işlemek kolaydır. Çünkü günahdan Hak teâlâ, melekleri, peygamberleri, âlimler, veliler ve hatta akıl râzı değildir. Sevabdan ise hepsi râzıdır.
- Bütün günahların ve kötülüklerin başı gaflettir. Gafleti îras eden ise, nefistir. Bunun için büyük hocaya [mürşid-i kâmile] ihtiyaç vardır.
- Başıma gelen sıkıntı ve üzüntülere, ille de bir sebeb söylemek icâbetse, hocama olan katıksız, eşsiz muhabbetimdir derim. Zira bu kadar lekesiz muhabbeti dünyada kime verirlerse, bedeli olan acılık ve üzüntü ile imtihan ederler. Kazanan kazanmış, kaybeden kaybetmiştir.
Kim yalan söylerse, mahcûb olacak,
Dostları içinde yalnız kalacak.
Yüzü kızaracak varsa şerefi,
İzzet arar iken, zillet bulacak.
Beyt:
Her nereye gitsem hep seninleyim
Sanma ki yalnız başıma giderim.

Onların duaları ile yazımızı kıymetlendirerek inşaallah amin diyelim…..

SON
Bakıp da görmiyen gözden,
Duyup da işitmeyen kulaktan,
Tefekkür etmeyen kalbden,
Sabır ve Şükre yol vermiyen ilimden,
Hakla tutmayan elden,
Hakla ve Hakka yürümeyen ayaktan,
Helalla doymadan mi’deden,
Secde ve rukû’ tevazu’u göstermiyen baştan,
Secde eseri taşımayan simâdan,
Hakka gadabdan, zulme alkıştan,
Rabbinden gafil gönülden,
Hakkı görür gibi olmayan yakînden,
Nefsini düşünen beyinden,
Kulluk yerine, efendiliğe özenen zihinden,
Hak kelâm yerine malâyanî ile doldurulan hâfızadan,
SANA SIĞINIRIM RABBİM

Beni ve sevdiklerimi koru; ey sevdiklerine özel muâmele eden ALLAH’ım. Âmin, âmin ve selâmün alel-mûrselîn ilâ yevmiddin.

Osman Nuri Bilen

Kalbe gelen çirkin vesveseler

Ve aleyküm selâm muhterem kardeşim [Enver Yazıcı]
[Ankara]

Çirkin vesveselerin istilâsından ,vaktiyle Abdülhakîm Efendi hazretlerine de şikâyet edildiğini müşâhede etmiştim.Şikâyet eden Dr. Gâlib bey hâlâ hayattadır.Cevâbında böyle vesveseler imânın kuvvetine ve kemâline alâmettir. Şeytan ve nefs iki kuvvetli düşmandır.Kötü vesveseler bu iki düşmanın silahlarıdır.Hiç üzülmeyiniz.Ehemmiyet vermeyiniz,buyurmuşlardı.Geçenlerde bir Arabca kitapta da böyle okumuştum.Bundan kurtulmak için Seâdet-i Ebediyye ve Mektûbat tercemesini ve istiğfar çok okuyunuz.

Mezkûr zât Almanya'ya gitmeyip eski işlerini yeni bir dükkânda idâme ettirmeleri muvâfık olur. Orada Kurban bey kardeşimizle meşveret ediniz.Onunla bulacağınız dükkân hayırlı olur.Kurban bey kardeşimizin adresi aşağıdadır.

Kavukçuoğlu pasajı,No=4,Polatlı.

Size,kayınbiraderinize ve abisine ve Kurban  Bey'e selâmlar ve duâlar ederim aziz kardeşim.

Hilmi. [Ocak-Şubat 1973]

Kaynak: Yâdigâr mektûblar


Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh) hazretlerinin tarîkatler hakkındaki bir mektubu

Bismillahirrahmanirahîm

Allahu teâlâya hamd,Resûlune salâtü selâm  ve sizlere duadan sonra derim ki:

Bu bir zamandır ki,şerîatin şeâiri [İslam dîninin şiârları,alâmetleri] muhtefî [örtüldü]. Tarîkatin ana caddesi boşaldı.İnsanın vücûdunda nefs-i emmâre hâkim ve galib olup ,şeytanın askerleri her tarafta hükmünü icrâ etmektedir.Hakîkat ilimlerinin alâmet ve işâretleri ters dönmüş,ya da yok olmuş,tarîkat yolları kapanmış ve bitmiştir. Tasavvufun ma'nâsı bozuldu,ismi kaldı. Erkânı [direkleri] kırıldı,resmi kaldı. Hattâ isim ve resim bile tebdîl ve tahvîle [değişikliğe] uğradı. Ehli olmayanlar tasavvufu dıştan güzel görünen,hattâ felsefeden alınmış kıymetli bir şey sandılar. O ise hakîkatler kaynağıdır. Görenler bildiler,anladılar. Görmeyenler ise,ya taklîd sahrasında kaldılar yahûd da şübhe ve tereddüdde bocaladılar. Belki inkâr çukurlarına yuvarlandılar.

İslâm gayreti taşıyanlar,bu azîz ve parlak dînin yücelmesini ,ahkâmının yükseklere kaldırılmasını ve bu arada hakîkî dîn kardeşler,sırdaş olacak dostlar aramak istediler. Bu münâsebetle dînin umûmi fâidelerini beyân ve ayan edecek ve hakîkat gelininin yüzündeki örtüyü kaldıracak büyük zâtlar aradılar.

Bu garîb ve uzağın, bu meslek ehli içinde ma'rifeti az,sermâyesi yok ise de, "memur ma'zurdur" sözü mûcibince, Süleyman aleyhisselâmın karıncası gibi, tarîkatin denizi,şerîatin ummânı olan Seyyid ve Senedimin [Seyyid Fehim hazretlerinin] Îsâ aleyhisselâmın nefesini andıran güzel kokulu esintisiyle, Mûsâ aleyhisselâmın mucizelerine benzeyen kerâmetlerinin sâdir olduğu hizmet ve sohbetiyle şereflendim. Uzun zaman himâye kanatları altında bulundum,yetiştim.Çok feyizler alıp terbiye olunduğumdan,her tâlibin hâline muvâfık ,Hakka vâsıl olma edeblerini ve her müridin,şanına uygun temel esasları ayrı ayrı edinmiş,öğrenmiş idim. Bu yolun büyüklerinin hu-zûrunda makbûl ve denenmiş olanlardan faydası çok ve devamlı bulunanların bir kısmını,bugün bazı dostlarıma yazıp yâdigâr kalması arzusuyla herkesin kendi hissesine düşeni alması hevesi beni yendi de,şu satırlar kalemimden çıktı.

"Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler -beni bilsinler- diye yarattım" [Zâriyat-56] âyet-i kerîmesinin yüksek ma'nâsı mûcibince ,cinler ve insanlar ma'rifet-i ilâhî için yaratılmıştır.Ya'ni bunların yaratılmasından murâd ma'rifet-i ilâhi şerefine nâil olmalarıdır.Bunun için Allah'a tâlib olanların hepsinin maksada kavuşmalarındaki yolları farklıdır. Sâlik ve müridlerden kimi islâmın beş esasına yapışıp,farz,edeb,şart ve sünnetleri ile yerine getirmeği vazife bilip, Hakka kulluk etmişler ve bununla birlikte çoluk çocuğu,hatta diğer insanlar için çalışıp halal kazanmakla meşgul olmuşlardır.

Gulâm Alî [Abdullah Dehlevi (kuddise sirruh)] buyurur:

Tearruf isimli kitabda yazıyor: Cüneyd-i Bağdâdî'ye (radıyallahü anh) göre,şerîate uygun ve kendi kısmında yazılı şartlara uygun,çalışıp kazanmak mukarreblerin amelinden sayılır.Şartların en mütedâvil olanı [kullanılanı] şudur ki, kesbden [çalışıp kazanmaktan] maksad ve niyet, çoluk çocuğa rahat nafaka,komşu ve yakın akrabasına ihsân ve iyilik,muhtâc ve muztar durumda olanlara yardım,garîb ve fakîr Müslümanların feryâdına yetişmek ve hiç kimseden bir şey beklememek olursa,bu kesbin [çalışıp kazanmanın] hükmü ve neticesi,zikr, teveccüh ve murâkabenin hüküm ve neticesidir.Zikir ve mukarreb amellere terettüb eden dereceler ve makamlar,bu çeşit çalışıp kazanmada da bulunur. Bu meslek [usul,tarz,yol] peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve hemen bütün Eshabın ta'kib ettikleri yoldur.Bu yol ahsen [en güzel] ,eslem [en doğru],ekmel [en olgun],a'lâ [en yüce], evlâ [en iyi],akreb [en yakın], akdem [en ileri], akvem [en sağlam], eshel [en kolay], eyser [en hafîf] bir yoldur.Havâs ve avamın takat getirebilecekleri bir yoldur. Bu yola şimdi Nakşibendî denmiştir."Eshâb-ı Yemin [sağdakiler!], Ne mutlu o sağdakilere!" [Vâki'a-8] âyet-i kerîmesinden murâd bunlardır. "İşte onlar Allahın hidâyet ettiği kimselerdir.Gerçek akıl sâhibleri de onlardır" [Zümer-18] âyet-i kerîmesiyle senâ buyurulmuştur.

Kimi fıkıh,ilim sahralarında dolaşıp,hadîs,haber ve eserleri öğrenmeğe çalışmış,büyük âlimlerin sohbetlerine ve meclislerine ve derslerine yetişmişlerdir.Nefslerini ezmişler,dünyadan kendilerine yetecek en az mikdarla iktifâ etmişlerdir.Bunların gittikleri yol,en açık ve seçik yoldur "İnanıp da îmanlarına hiçbir haksızlık bulaştırmayanlar var ya,işte emniyet [güven] onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır" [En'âm-82] âyet-i kerîmesi ile medhü senâ buyurulmuşlardır. "Müminlerin hepsinin birden sefere çıkmaları doğru değildir.Onların her kesiminden bir grub,dinde geniş bilgi elde etmek ve kavimleri savaştan döndükte, onları ikaz etmek için geride kalmalıdır" [Tevbe-122]  âyet-i kerîmesinden murad bunlardır. Yine bunlar için hadîs-i şerîfte: "Allahu teâlâ bir kuluna hayır [iyilik] murâd ederse,onu dinde fakîh yapar" buyurulmuştur. Din imamları,müctehidler,tefsîr ve hadîs âlimleri ve bunların izini ta'kib edenler bu kısımdandır.

Kimi insanlardan uzaklaşmış,inzivâyı seçmiş, hep Hak ile olup,dünyâ ve ehlinden, hattâ herkesten kopmuşlardır. Sevmeleri sevmemeleri,sadâkat ve ve adâvetleri [düşmanlıkları] hep Allah için olmuştur. Üveys-i Karnî, İbrâhim-i Edhem ve bunlara benzeyenler bu kısımdandır.Bunlar yolun en güzelini ve en iyisini bulmuşlardır. "İşte onlar Allah tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de,sadece Allah'ın tarafında olanlardır" [Mücâdele-22] âyet-i kerîmesi ile tavsîf buyurulmuşlardır. " İşte onlara,sabretmelerine karşılık,Cennetin en yüksek makamı verilecek; orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır" [Furkan-75] âyet-i kerîmesinden murad bu kısımdaki kullardır.

Kimileri de âcizliğini, kırıklığını,boyun eğikliğini,istiğfarı,zavallılığı,fakrı ve muhtâc olmaklığı gösteren yolu seçmiş ve beğenmiştir. Gece-gündüz hayâtlarını ah ve inlemekle geçirip,dağlarda,sahralarda,çöllerde dolaşmışlardır."Kendilerine binek sağlamak için sana geldiklerinde: "Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum",deyince,harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı,üzüntüsünden gözleri yaş dökerek dönen kimselere sorumluluk yoktur"[Tevbe-92] ve: "Diğerleri ise,günâhlarını itirâf ettiler,umulur ki,Allah onların tevbesini kabûl eder.Allah çok bağışlayan,pek esirgeyendir" âyet-i kerîmelerinden murâd bunlardır.

Bir kısmı da ,mücâhede ,riyâzet,ibâdet ve taatlerde çok ileri gitme yolunu tutmuşlardır.Yaya olarak çok defalar Beytullah'ı ve Ravda-ı Resûlullah'ı tavâf ve ziyâret etmişlerdir.Me'lûfâtı tamamen terk ve nefislerine bütün bütün muhâlefetle onu kahretmişlerdir.İnsanlarca kıymetli addedilen hürmet,makam,mevki' ve rutbeleri külliyen bırakıp,İhlâs ile Hakka vâsıl  ve vusûl ile Allaha kul olmuşlar,hakîkatlere kavuşmakla kalblerini süslemeğe ehemmiyet vermişler,en şiddetli hallere katlanıp,yeni yeni hallere kavuşmak istemişler,insanlara karışmak ve ünsiyet kurmak ümidini kesip,uzleti tercîh etmişlerdir.Bu yol Allah'a kavuşma yolarının en zahmetlisi ve zorudur.Fazîlet ve izzet ile ma'ruf  ve meşhûrdurlar. Şeyh-i ekber [Muhyiddin Arabi] hazretleri bunlardandır." İşte onların kalbine Allah îmanı yazmış ve kendinden [katından] bir rûh ile onları teyid etmişdir." [Mücâdele-22] âyet-i celîlesi ile tavsîf edilmişlerdir. "Biz,refâhından şımar[mış nice memleketi helâk etmişizdir.İşte yerleri! Kendilerinden  sonra  oralarda pek az kimse oturabilmiştir.Onlara biz vâris olmuşuzdur" [Kasas-55] nazm-ı celîlînden murâd bunlardır. Hadîs-i kudsîde: "Evliyâm örtülerimin altındadır,onları benden başkası bilmez" vârid olmuştur,bunlara işârettir. " İşte Rablerinden  bağışlamalar ve yüksek rahmetler hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır" [Bakara-157] ve. "İşte bunlar Naîm cennetlerinde Alla'a en yakın olanlardır" [Vâkı'a-11] âyetlerinden maksad bunlardır.

Bu tarîklerin her birinin ehli ve erbabı vardır ve her tarîk ehlinin tarîkınde şartlerı,edebleri,rükünleri,alâmetleri,nişânları ve esbabı vardır.Sâlikler [her yolun yolcuları] onları bilmeğe muhtâcdır. Bu tarîklerin en şereflisi ve en üstünü,ihtiyâr olunan bu meslek [Nakşibendî yolu],âriflere sertâc [baş tacı] ve âşıklara mi'râcdır. Bu tarîkın [yolun] şerh ve tafsîli uzun ve geniştir. Kitablarında yazılmış olanlar,esasın yanında pek az kalır.Bu yol çok şerefli ve incedir. Seçilmeğe ve önceliğe lâyıktır. Hak teâlâya en yakın ve nefsten en uzak yol budur. "Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü isteklerinden uzaklaştıran için,şübhesiz Cennet yegâne barınaktır" [Nazi'at-40] âyet-i kerîmesi bunları tavsîf etmektedir.

Hak celle ve a'lâya vâsıl olmak bir izzettir ki, zilleti yoktur.Bunu hâsıl etmek berhordârlıktır [seâdettir]. İnsan ve cinnin yaradılmasından Hak teâlânın muradı, ma'rifetten ibâret olan ibâdettir [kulluktur].İbâdetin bir kısmı tâat olup,namaz,oruc ve benzerlerinden ibârettir.Bunları herkes yerine getirebilir.Bir kısmı yasak olanları yapmamaktır.Onu herkes yapamaz.Bunu ancak sıddîklar bulur.Sâhib-i Risâlet (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem): "Allahu teâlânın men' ettiklerinden küçük bir şeyi yapmamak insanların ve cinlerin amelinden hayırlıdır" buyurdu.Bu menhiyâtı tamamen terk,ancak nefsi kahretmekle ele geçer.Nefsi Allahu teâlânın râzı olmadığı arzularından kesmekle müyesser olur.Onun arzularını kesmek,her hareket ve hareketsizlikte şer'-i şerîfe uymakla mümkündür.Kalb ihlâs ve yâra [Hak teâlâya] üns hâsıl etmekle ibâdât tamam olur.

Şeri'at üç cüz'den ibârettir: Bilmek,işlemek ve her ikisinde ihlâs ile muttasıf olmaktır.Şu anda bizim bahis mevzumuz üçüncüsü olmak gerektir.Dünyâ ve âhiret şerîatte saklıdır. Kalanların hepsi şerîatin gayrisidir,nefsin arzularındandır.Nefs Cenâb-ı Hakkın düşmanıdır.Allahu teâlânın rızâsı beğenmedikleridir ve bu da şerîatten ibârettir. Şer'in maklûbu [tersine okunuşu] Arş'dır. Zâhirde şer'den yüz çevirmek,Arşdan yüz çevirmektir.Arşdan yüz çevirmenin ne demek olduğunu irfân sâhibleri bilir.Şer'in zâhiri fetvâdır,bâtını [iç yüzü] takvâdır.İmâm-ı A'zam'ın (radıyallahü anh) elbisesine tırnak kadar çamur sıçradı. O büyük İmam onu ânında yıkadı. Talebesinden biri: "Yâ İmam, dirhem mikdarı necasetle namaz câizdir, diye rûhsat veriyorsun,ama sen bu kadarcık bir çamuru yıkıyorsun" diye suâl edince: "O fetvâdır,bu takvâdır" cevabını verdi. Resûl-i Ekrem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimiz azîmet ve takva cihetinden hazreti Bilâl'e (radıyallahü anh) ertesi sabaha yarım ekmeği,saklamasına cevâz vermezken,rûhsat ve fetvâ bakımından bir senelik yiyeceği evde bulundurmağa cevâz verdi.Demek oluyor ki, tarîkat ehline azîmet ve takvâ ile,diğer insanlara rûhsat  ve fetvâ ile muâmelede bulunmak münâsib görülmüştür.

İbâdetin aslı namazdır.Zirâ dînin direğidir ve ol zât-ı bî niyâzla münâcât etmektir.Namazının sahîh olması ise tahârete bağlıdır.Fıkıh âlimleri tahâreti,necâsetten tahâret ve hadesten tahâret diye iki kısımda bildirirler.Her mümin bunları bilir.Ama bu zâhir ehline mahsûstur.Tarîkat ehlinden muttakî kimselere,bu zâhir [dış] temizlik ile beraber,tevhid suyu ile kalbini yıkayıp,şirk ve nifâk necâsetinden,sırrını [özünü] gaflet zulmetinden temizlemek de  vardır. Tevhîd,sâlikin nazarında bütün varlıkları hiç yokmuş gibi bulmakla,Hakdan bir tecellinin zâhir olmasından ibârettir.Tarîkat abdesti şerîat abdesti ile beraber,yüzünü Allah'dan başkasına döndürmemekten,ellerini mahlûkata âid bağlardan ve öbür dünyâya âid mesâlihden dahî yıkamaktan ibârettir. Başını mesh ile,beyninden benliği silmek; öyle ki başında Allah'dan başkasının muhabbetinden bir şey kalmayıp kibirsiz olmaktan,ayaklarını Allah yolundan mâada her yola basmağa sakınmaktan ibârettir. Şeyh Şiblî buyurmuştur: "Abdest dünya bağlarından kesilmek,namaz sâdece Hak celle ve alâya bağlanmaktır." Allahtan başkasından alâkasını kesmeyen bir insan,Hak celle ve alânın muhabbetine kavuşamaz.Zirâ Cenâb-ı Hak şerîk [ortak] istemez.İnfisâl [ayrılma] hâsıl olmayınca,ittisâl [kavuşma] hâsıl olmaz."Ona ancak temizlenenler dokunabilir" Vâkı'a-79] âyet-i kerîmesi bu sırra işârettir."Hemen pabuçlarını çıkar" [Tâha-12] buna açık bir delildir. "Abdest üzerine abdest nûr üstüne nûrdur" hadîs-i şerîfi bu sırra işârettir.Ya'ni tarikat abdesti şeriât abdesti üzere olursa,nûr üstüne nûr olur. Zâhir ehline  [fıkha] göre,abdestli bir insan [o abdestle bir ibâdet yapmışsa] bir daha abdest alırsa, nûr üstüne nûr olur,zâten meşhûrdur. Namaza âid bütün söz ve fiilleri geniş anlatmıyorum.Anlayış ve kabiliyetiniz zâten buna müsâiddir.

Namaz;bedenî ve kalbî ibâdetten ibârettir.Namazda kalb ve kalıb her ikisi faaliyette bulunmak lâzımdır.Kalbden murad, Rabbânî nûr kuvveti olup,yürek denilen et parçasına yerleştirilmiştir.Yürek göğsün sol tarafında bulunmakta olup mahlûktur.Kalb ise gayb âlemindendir [bilinmez]. Rûhânîdir,ulvîdir ve ulvî  hakîkatlerin merkezidir.Kalıb,şehâdet [görünen] âleminden olup cismânîdir,süflîdir,yoğundur,zulmânîdir ve süflî şeylerin merkezidir.Kalıbın [bedenin] gıdası,kendisi gibi maddî ,süflî ve cismânîdir.Kalbin gıdası ise,kendine muvâfık,havsalasına lâyıktır.Nefs kalıbın zulmânî kısmındandır.Kalıbın gıdası birkaç gün verilmez ise ölür,helâk olur. Ölümü muvakkat,helâki sûrîdir.Kalbin gıdası verilmezse, o da helâk olur ve sonsuz olarak ölür.Kalbin gıdası ilmullahdan [ma'rifetten] ibârettir. Âyet-i kerîmeler,hadîs-i şerîfler ve selef-i sâlihînin eserlerinde zikr olunan ilimden murâd bu ilimdir.Diğer ilimlerin hepsi, bu ilmin başlangıç ve hazırlayıcıları mesâbesindedir. Kalb ve kalıb bir arada bulunduğundan,sanki birleşmişler, bir olmuşlardır.Halbuki birinin gıdası galib olunca,diğerinin gıdası azalmaktadır.Binâen aleyh çok yemek yiyen bir insan,fazla tâat,ibâdet,zikir ve fikirde bulunamaz.Aksine kalb ve rûh gıdası çok olan kimsenin de yemeğe iştihâsı azalır.Sâliklerin az yemeleri ve içmeleri bundandır.

Kalıbın eczâsından olan nefsin ayrıca bir gıdası daha vardır. O da Allahu teâlânın rızâsı hilâfına yürümektir. Allahu teâlânın razı oldukları ahlâk-ı Kur'âniyyedir.Ya'ni şer'-i şerîften ibârettir.Nefsin beğendiği,istediği şeyleri yapmamakla,ya'nî şerîate uymakla insan Hakka kavuşur.Evliyâdan birisi Rabb-ül izzeti rüyâda gördü ve: "Yâ Rabbi, sana hangi yolla kavuşurum?" diye suâl etti de, Hak teâlâ kendisine: "Nefsini bırak da gel!" buyurdu.Ya'ni: "Rızâma muhâlif  olan nefsinin arzularını bırak,bana kavuşursun."

İşte turuk-ı aliyyenin zikir,fikir,ibâdet,tâat ve benzeri güzel işleri,hep bu gayeye varmağı kolaylaştırmak içindir.Zirâ ölüm baş ucundadır ve maksada kavuşmadan ölüm gelirse,işin nereye varacağı ma'lûmdur.

Beyt:
Korkarım o yâr bize nâ âşinâ kalır.
Ve kıyâmete kadar bu elem bizle kalır.

Behâeddin Buhârî buyurmuşlardır ki: "Kim bu tâife-i nakşibendiyyenin etrafında niyâz ve irâdet ve âdâb-ı temam ile dolaşırsa ,seâdet sâhibi olur." Bâkı duâ.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)