Sevanih-ül Efkar risalesinde geçen hilafet ve çeşitleri




Seyyid Abdülhakim Arvasi (kuddise sirruh) hazretlerinin Sevanih-ül Efkar risalesinde ve hal tercemesinde geçen hilafet ve çeşitleri ile ilgili kısım...

Paylaşılan sayfalar "Büyük Doğu" yayınlarına aittir.

Not: İSTİHLÂF: Halef bırakmak. Birisini kendi yerine geçirmek. Kendi yerine başkasını tayin etmek,demektir.


İstiğfâr

İstiğfâr etmek; Allâh’dan günâhların setr edilmesini taleb demekdir. İstiğfâr üç nev’dir.

Birincisi istiğfâr-ı kavlîdir ki, lisân ile {Yâ Rab sen benim günâhlarımı ört} demekdir.

İkincisi istiğfâr-i fi’ilîdir ki, ef’al ile günâhların setrini talebdir. Meselâ teheccüd kılmak vesâire gibi..

Üçüncüsü istiğfâr-i istimdâdîdir ki, çocuğun vâlide rahminden cisminin teşekkül edib rûh nefhe müstaidd olması gibidir.

Kur’ân-ı Kerîm’de zikr olunan istiğfâr, ikincisidir.

Kaynak:http://www.buyukveli.com/efendi-hazretleri-nden/muhtelif/66-isti%C4%9Ff%C3%A2r




Tevekkülün Dört Esâsı

Urefânın birinden suâl etmişler ki tevekkülünü ne üzerine tesbît etdin?

Cevâbında diyor ki: Tevekkülümü dört esâs üzerine tesbît etdim.. Biri; benden gayrı rızkımı kimsenin yiyemez olduğunu bildim, nefsim mutmain oldu. Biri dahî; amelimi benden gayrı bir kimsenin işleyemez olduğunu bildim, amelimle meşgûl oldum. Biri de; nerede olsam Hakk Teâlâ’nın nazarından gâib olmadığımı bildiğimden dâim edeb ve hayâ üzerinde bulundum. Birisi dahî; ölümün nâ-gâh geleceğini bildim, o âlemde lâzım olan işleri acele ile yapdım, hazırladım.

Kaynak:http://www.buyukveli.com/efendi-hazretleri-nden/muhtelif/65-tevekk%C3%BCl%C3%BCn-d%C3%B6rt-es%C3%A2s%C4%B1


Hüseyin Hilmi Işık hocamızdan hatıralar

Hüseyin Hilmi Işık hocamızdan hatıralar...

KADER NEDİR ?

Kazâ ve kader mes'elesinde hayret çok olduğundan,kazâ ve kadere tealluk eden suâl ve cevâblar bir takım evhâm ve hayaller tevlîd etmek istidâdında bulunduğundan birkaç çeşit ifâdeler ile beyân etmek isterim. Tâ ki muhâtab her nev'i kelâma göre bir şeyler anlasın ki,mes'ele tam bir vuzûh ile inkişâf etsin.

Kader, ezel-i azâlde [ezellerin ezelinde] ileride vâkı' olacak vâkı'alara olacağı gibi ilm-i ilâhînin teallukundan ibârettir.

Hâlık-ı kâinat celle celâlühü halk buyurduğu şeyleri [onların öyle yapacaklarını] bilmiş de halk etmiş, işte bu ilim kaderdir.

Kader îlm-i ilâhînin, kâinâtın hılkatından evvel kâinâtı,halk edeceği keyfiyete olacağı gibi teallukundan ibârettir.

Mâdem ki hâlıktır,mahlûkata elbette âlimdir. İşte bu ilim kaderden ibârettir.

Ehl-i sünnet vel-cemâat kadere îman etmiş ve kadere îmanı erkân-ı îmandan [imanın esaslarından] ad eylemiştir.Ya'ni kadere îman etmez ise, mümin değildir dediler.
Kaderin hayrı ve şerri,tatlısı ve acısı Allahu teâladandır.Zirâ kader,bildiği şeyleri îcâd ve ihdâs demektir.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

İSLAMDA HIRSIZLIĞIN CEZASI

Hadd-i sırkat [hırsızlığın cezası]- ki kat'ı yeddir [elin kesilmesidir],Bu nefs-i malın sirkatının [malın çalınmasının] cezâsı değildir.O huyun, o ahlâkın cezâsıdır.Bu bir hastalıktır ki,devası ancak tabib-i hakîkî ve hakîm-i mutlak olan Cenâb-ı Hak'dan vârid olan kat'ı yed emridir.Bu hastalık bundan mâada hiçbir devâ ile şifâyâb olmaz.Bu ilâc tabîbi tarafından ta'yin buyurulmuştur.Bu ilâc ile bu hastalık külliyen ref' olunur.Bu devâ isti'mâl edilmeyip de başka cezâlarla yüzbin ukala ve hükemânın ilâcı ve devâları ve tedbirleriyle bu hastalık tedâvi edilemez.Bütün hudûd-i şer'iyye de böyledir.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (kuddise sirruh)

Kadının ziynetlerini yabancı erkeklere göstermesi caiz midir ?

Sual: Kadınların da alyanslarını ve diğer ziynetlerini yabancılara göstermeleri caiz midir? Mesela kürk veya küpesini yabancılara gösterebilir mi? İpek gömlek ve ipek kravat erkeğe caiz midir?
CEVAP
İpek erkeğe haramdır. Ancak elbisedeki dört parmak enindeki ipek şeritler, mesela ipek kravat caizdir. İpek gömlek ve ipek elbise erkeğe haramdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Altın ve ipek, ümmetimin kadınlarına helal, erkeklerine haramdır.) [Taberani]

Altın ve diğer süs eşyalarını kadınların kullanması caizdir. Ancak, kocasından başkasına süslenmesi caiz değildir.

Domuz hariç, yırtıcı hayvanların derileri dabağlanınca temiz olur. Bunlarla yapılan elbiseleri, kürkleri, kürklü paltoları erkeklerin giymesi caizdir. (Redd-ül Muhtar c.5, s.223)

Kadınların, kendilerine caiz olan her çeşit süslerini, yabancılara göstermeleri caiz olmadığı gibi, kürklerini de kocasından başka kimseye göstermesi caiz değildir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Ahir zamanda ümmetimin kadınları vücutlarını gösterecek elbiseler giyecekler, saçlarını da deve hörgücüne benzetecek şekilde topuz yapacaklardır. Onlar lanetliktir.) [İbni Hibban]

(Herkes baksın diye [süslü] elbise giyen, onu çıkartıp atıncaya kadar, Allahü teâlânın rahmetinden uzak olur.) [Taberani]

Bu hadis-i şerifleri İslam âlimleri şöyle açıklıyor:
Cemal ile ziyneti [süsü], birbirine karıştırmamalıdır! Cemal, çirkinliği gidermek, vakar sahibi olmak ve şükretmek için nimeti göstermek demektir.

Gösteriş için, öğünmek için güzel giyinmek cemal değil, kibir olur. Nefsin azgın olduğunu gösterir. Cemal ise, nefsin terbiye edilmiş olduğunu gösterir. Cemal için güzel giyinmek iyidir. (Allahü teâlâ cemildir, cemal sahiplerini sever) hadis-i şerifi, cemal sahibi olmayı övmektedir. (Bahr-ür raik)

Güzel elbise giymek müstehaptır. İmam-ı a'zam hazretleri 400 altın kıymetinde elbise giyerdi. Talebelerine de güzel giyinmelerini emrederdi. (Tahtavi)

Cemal, çirkinliğe, başkalarının iğrenmelerine, hakaret etmelerine sebep olacak şeyleri yapmamak, bunları izale yani yok etmektir.

Ziynet, başkalarını imrendirecek, onlara üstünlük sağlayacak, öğünecek şeyleri yapmaktır. Bu bakımdan erkeklerin ipek hariç, cemal niyetiyle güzel giyinmeleri iyidir. (S.Ebediyye)

Altın ile gümüşü süs olarak takmak yalnız kadınlara helaldir. Fakat, bunları mahrem olmayan erkeklere göstermeleri haramdır. (Redd-ül-muhtar)

Sual: Kadın veya erkeğin güzel koku sürünmesi günah mıdır?
CEVAP
Koku sürünen, iyi giyinen; dünya lezzeti için veya gösteriş yapmak, öğünmek için yahut yabancı kadın ve kızlara şık görünmek için güzel giyinirse, günah işlemiş olur.

Kadının, kocasına karşı, meşru olan ziynetlerini takarak, güzel koku sürünerek süslenmesi gerekir ve çok sevaptır. Kadınların sokağa çıkarken sürünmeleri haramdır. Kadınların koku sürmesi erkekleri cezbeder. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Bir kadın, cezbedici koku sürer ve erkekler de ona bakarsa, evine gelinceye kadar Allahü teâlânın gazabında olur.) [Taberani]

Bu kimse, sünnet olduğu için güzel koku sürünür, şık giyinirse; camiye saygı için, camide yanına oturan müslümanları incitmemek için, temiz olmak için, sıhhatli olmak için, İslam’ın vakarını, şerefini korumak için niyet edince, her niyeti için ayrı sevaplar kazanır. Her mubah işte, hatta yiyip-içmede, uyumada ve helaya girmekte bile iyi niyet etmelidir. Niyetine göre sürme çekmek de günah veya sevap olur. Bir hadis-i şerifte, (Kişi gözünün sürmesinden de mesuldür) buyuruluyor. Tedavi niyetiyle sürme çekmek caizdir. (Bahr-ür-raık)

Koku sürünmekte ve diğer mubah işlerde niyetin önemi büyüktür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allah için koku sürünen, misk gibi kokar halde, başka maksatlarla koku sürünen de leşten daha pis kokarak Mahşer yerine gelir.) [İ.Gazali]

(Güzel koku bedeni besler.) [S.Ebediyye]

(Dünya nimetlerinden bana, güzel koku sevdirildi.) [Nesai]

(Kendisine güzel koku ikram edilen, reddetmesin, alıp sürünsün!) [Hakim]

Bayram günleri güzel koku sürünmek, yeni ve temiz giyinmek, misvak ile dişleri temizlemek, sevindiğini belli etmek sünnettir. Cuma günü de aynı şeyleri yapmalıdır! Cumaya giderken güzel koku sürünmelidir! Melekler de güzel kokudan hoşlanır.

Sual: Erkeklerin gümüş veya diğer madenlerden kolye, bilezik, künye takması caiz midir?
CEVAP
Caiz değildir. Ancak romatizma gibi bir hastalığı tedavi amacı ile kullanmak caizdir.

Sual: Kadınların kol saati takmaları ziynete girer mi?
CEVAP
Girer.

Sual: Bazı bölgelerde kadınlar ayaklarına halhal denilen bilezik gibi bir şey takıyorlar. Bunları takmak ve sesini duyurmak caiz midir? Abdest alırken çıkarmak şartı ile oje sürmek caiz midir?
CEVAP
Kadınlara her türlü süs caizdir. Ancak yabancılara gösteremezler. Örtülü olarak takınabilirler. Ancak şıngırdatıp da halhal sesini duyurmak caiz olmaz. Bir âyet meali şöyledir:
(Gizledikleri [örtülü] ziynetleri bilinsin diye, ayaklarını [yere, birbirine] vurmasınlar.) [Nur 31]

Dikkat edilirse, ayaktaki örtülü ziynet tabiri geçiyor. Yani ziynetlerin gizlenmesi gerekiyor.

Koldaki bilezikleri ve eldeki yüzükleri de göstermemek gerekir. Kolye, kına, sürme gibi diğer ziynetlerini de göstermemek gerekir. Âyetin başında buna da işaret edilmektedir.

Diğer süsler gibi oje de caizdir. Ancak yabancılara gösteremez. Altına su geçmeyeceği için abdest ve gusülde ojeyi çıkarmak gerekir.

Sual: Bir kadın, kolye, nişan yüzüğü gibi ziynetlerini yabancı erkeklere gösterse, renkli ipek eşarplar takarak şık bir kıyafetle gezse mahzuru olur mu?
CEVAP
Faideli Bilgiler kitabında diyor ki:
İmam-ı Zehebi buyuruyor ki: Erkeklere ziynetini gösteren kadınlara, mesela altın, inci gibi şeyleri örtüsünün üstüne takan, koku süren, renkli ve ipek kumaş örtünmüş olan, kol ağızları geniş olup kolları görünen ve bunlar gibi kendilerini erkeklere gösteren kadınlara Allahü teâlâ dünya ve ahirette azap edecektir. Bu kötülükler, kadınlarda çok olduğu için, Peygamber efendimiz, (Miraca çıktığım gece, Cehennemdekilerin çoğunun kadın olduğunu gördüm) buyurdu. (Tirmizi)

Sual: Kadınlar ziynetlerini yabancıya gösteremez. Burada yabancıdan maksat, sadece yabancı erkek mi, yoksa kadın da dahil mi? Kardeş, baba, kayın baba gibi mahremlerine de gösteremez mi?
CEVAP
Yabancıdan maksat yabancı erkektir, kadın değildir. Amca, dayı, kayınpeder gibi mahrem akrabaya ziynetlerini, saçını ve kollarını göstermesi caizdir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Kadınların, kocasından başkasına, erkek ve kadın, kim olursa olsun, yabancıya süslenmeleri caiz değildir.

Dikkat edilirse, süslenmek ifadesi geçiyor. Süsünü, ziynetini göstermek ayrı, onlar için süslenmek ayrıdır. Kadının kadına süslenmesi caiz değil, ama süslerini göstermesi caizdir.

Sual: Kadının kadına, cemal niyetiyle süslenmesi caiz mi?
CEVAP
Cemal caiz, ziynet caiz değil, yani mekruhtur.

Sual: Erkeklerin dağınık kaşlarını keserek düzeltmesi ve saç ektirmesi caiz midir?
CEVAP
Niyete bağlıdır. Yeni elbise giymek gibidir. Yani (Müslüman düzgün kıyafetli olur, tertipli düzenli olur) niyetiyle olursa caizdir. Kadınlara kızlara hava atmak niyetiyle yapılırsa caiz olmaz. Fakat ne niyetle olursa olsun, kadınların kaşlarını alması, inceltmesi ise haram olduğu gibi, süs için peruk takmaları da caiz değildir.

Sual: Erkeklerin, saç ektirmeleri caiz midir?
CEVAP
Erkeklerin saç ektirmesi veya peruk takması günah değildir. (Hadika, Fetava-i kübra)

Sual: Kadın ve erkeğin saç boyatması caiz mi, gusle mani midir?
CEVAP
Caizdir, gusle manisi yoktur. Kına gibidir.

Sual: Dinimizin kadınların saçlarını kesmedeki hükmü nedir? Kesilen saçları ne yapmalıyız?
CEVAP
Kadınlar saçlarını kesmez, örgü yapar. Kadının saçını kazıması veya kesmesi tahrimen mekruhtur. Erkeğe benzeterek kazıması, tıraş etmesi haram olur. Saçını örtmesi güç veya fitneye sebep olduğu zaman, erkeklere benzetmemek şartı ile kulak yumuşağına kadar kesmesi caizdir.

Bir hastalıktan dolayı, salih uzman bir doktor kazıması gerekir derse, kazımak da caiz olur.

Kesilen saçlar, bir yere gömülmelidir. Buna imkân olmazsa, bir poşet içine koyup yanına ağırlık yapsın diye taş da koyarak denize atmalıdır. Kadınların kesilen parçaları, erkeklere göstermesi haramdır.

Sual: Kadınların kaşlarını almaları, inceltmeleri haramdır, fakat ben kaşlarımı almayınca gözüm ağrıyor. Bu nedenle kaş aldırmam caiz olur mu?
CEVAP
Evet böyle bir özürle caiz olur.

Sual: Kadınlar için, saçlarını tepede olduğu gibi, arkaya da, deve horgücü gibi topuz yapmak caiz olmaz mı?
CEVAP
Evet, caiz olmaz.

Sual: Bir kadının hormon bozukluğundan dolayı yüzünde çıkan tüyleri laserle yaktırmasında bir mahzur var mıdır?
CEVAP
Mahzuru yoktur.

Sual: Bayanların ses çıkartmayan yüksek topuklar giymesi caiz olur mu?
CEVAP
Caizdir. Ancak, uzun topukla yürümek biraz zor ve rahatsızlıklara da sebep oluyormuş. Bir de dikkati çekici şeylerden uzak durmalıdır.

Sual: İpek çorap, kravat, iç çamaşırı, bunlar saf ipek olursa durum nedir?
CEVAP
Caiz değildir. Sadece kravat 4 parmak eninde ise caizdir.

Sual: İpek giymek erkeğe haramdır, ipek karışımlı çorap, iç çamaşırı caiz midir?
CEVAP
Hakiki ipek ise, %50 den fazla olursa haramdır, % 50den aşağı olursa mekruh olur.

Sual: Bayanlar saçlarını boyatıyorlar ya da kına yakıyorlar ya da çeşitli ilaçlarla saçlarının renklerini açtırıyorlar. Bunlar caiz midir?
CEVAP
Caizdir. Ancak yabancılara gösteremezler. Kadının her süsü caizdir, yabancı erkeklere göstermemek şartı ile. Ama belki diyeceksiniz ki biz yabancılara süsleniyoruz, evde süslenmeye ne gerek var. Kocaya süslenmek sünnettir. Yabancıya süslenmek haramdır.

Sual: Kadın ve erkeklerin vücutta alınması gereken kıllarını, epilasyon aletiyle veya başka aletle, temizlemelerinde bir sakınca var mıdır?
CEVAP
Bir sakınca yoktur.

Sual: Bayanların bacaklarında bulunan kılları, herhangi bir usulle almaları uygun mu?
CEVAP
Tenzihen mekruhtur. Kocası emrederse almak caiz olur.

Sual: Erkeklerin kulaklarda, burunda tüyler oluyor. Bunları yakmakta mahzur var mıdır?
CEVAP
Caizdir.

Sual: Makyajın ne kadarı yasak?
CEVAP
Hepsi yasak. Kadının kocasından başkasına güzel görünmesi caiz değil. Ona ne kadar süslenirse süslensin ama yabancılara gösteremez.

Sual: Erkeklerin saçlarını yanlar ve arkalar kısa, ön biraz daha uzun kestirmeleri kerahetsiz caiz midir? Bazıları bunun hadis-i şerif ile men edildiğini söylüyorlar?
CEVAP
Saç şekli âdettir, âdette bid'atin zararı olmaz.

Sual: Erkeğe caiz olup da kadınların kaşlarını almasının haram olmasının hikmeti nedir?
CEVAP
Bayanlar kocalarından başkalarına süslenemezler. Kaş almaları süslenmek demektir. Kadınların kaşlarını almaları, inceltmeleri haramdır. Alın, yanak ve çenedeki kılları almaları caizdir.

Erkeklerin ise cemal niyetiyle kaş aldırmaları caiz, süs için ziynet için olursa onlara da günah vardır. Yeni elbise giymek gibi. Yeni elbiseyi süs için, gösteriş için hava atmak için, bayanlara şık görünmek için giymek günahtır. Cemal için yani Müslümanın şerefini korumak için olursa günah olmaz.

Sual: (Zaruret varsa haramlar mubah olur.) Burada zaruret ne demektir?
CEVAP
Evet, zaruret varsa haramlar mubah olur. Fakat ihtiyaçla zarureti karıştırmamak lazım. Zaruret: aç, susuz, çıplak ve barınaksız kalmak, mubah hiçbir çare bulamamak demektir.

Sual: Gümüş kolye içinde satılan duaları taşımak caiz midir?
CEVAP
Erkeklerin gümüşten de olsa kolye kullanmaları caiz değildir.

Sual: Kız çocuklarına hoşlandıkları için taklit takılar alıyoruz. Mahzuru var mı?
CEVAP
Kız çocuklarına, bilezik, kolye, zincir vesaire hangi madenden olursa olsun mahzuru olmaz, cam olur, ağaç olur, naylon olur, pırlanta olur, inci olur, mercan olur, taş olur, akik olur, olur da olur. Fakat yüzük olarak yalnız altın ve gümüşten başkası olmaz.

Sual: Hanımların sünnet niyetiyle, dışarıya çıkarken sürme sürmeleri uygun mudur?
CEVAP
Sağlık açısından, sünnet diye çekebilir. Mesela akşam sürülür, sabah yıkanır. Ancak, sürme de makyajdır. Yabancılara karşı makyajlı görünmek caiz olmaz. Kadın sadece kocasına karşı süslenir. Evlenmeden önce süslenmek de caiz olmaz.

Sual: Kadınların kulaklarını küpe takmak için deldirmek caiz midir?
CEVAP
Caizdir, yani günah değildir. Ama delmemek daha iyidir.

Sual: Bu deliğin kapanması için veya doğru şeyi yapmak için, hiç takmasam düzelir mi?
CEVAP
Hiç küpe takılmazsa, zamanla küpe deliği kapanabilir. Kapanırsa gusle zararı olmaz.

Sual: Modaya uymak caiz midir?
CEVAP
Faydalı şeyde modaya uymak caizdir.

Sual: Papyon kravat takmak uygun mudur?
CEVAP
Papyon kravat da, diğer kravatlar gibidir. Kâfirlerin haram olmayan âdetlerini yapmakta, kullanmakta mahzur yoktur. Nitekim Peygamber efendimizin kolları dar Rum cübbesi giydiği Tirmizi’deki hadis-i şerifte bildirilmiştir. (Mevahib-i ledünniyye)

Sual: Örme başlığın kenarını dışarıya kıvırmakta mahzur var mı?
CEVAP
Hiç mahzur yoktur.

Sual: Kadının, iki kaşın birleştiği yerdeki kılları alması caiz mi?
CEVAP
Evet.

Sual: Suni kadife, kadife gibi ziynete girer mi?
CEVAP
Evet.

Sual: Sosyetik çevrede, kadın, bol döpiyes giyebilir mi?
CEVAP
O çevrede giyebilir.

Sual: Aldığım manto hınzır derisi imiş. Satmam caiz mi?
CEVAP
Hınzır derisini satmak caiz değildir. Gayrimüslime satmak bir kavle göre caizdir.

Sual: Kadına benzemek için saç uzatmak, Budiste benzemek için saç kazıtmak, Kastroya benzemek için sakal bırakmak haram mı?
CEVAP
Tahrimen mekruhtur.

Sual: İki kaşı farklı kadın, birbirine uydurmak için boyasa caiz mi?
CEVAP
Evet.

Sual: Kadınların bot ve çizme giymeleri uygun mudur?
CEVAP
Ziynete kaçtığı için uygun değildir. Ama ayağında romatizma gibi bir hastalık varsa veya ayakları normal ayakkabı ile üşüyorsa, o zaman bot ve çizme giyebilir ise de, yine yabancılara göstermemelidir. Eğer bot ve çizme görünmüyorsa, mahzuru olmaz.

Sual: Erkeklerin gözlerine sürme çekmesi caiz midir?
CEVAP
Erkeklerin süs, ziynet için sürme çekmeleri caiz değildir. Fakat tedavi maksadıyla sürme çekmeleri caizdir. Kirpiklerin dökülmemesi, gözlerin kuvvetlenmesi için sürme çekmek iyidir. [Sürme, göz kalemi denilen boyalardan farklıdır. Attarda bulunur. Bazı hacılar, Hicazdan gelirken sürme de getiriyorlar.]

Sual: İpek eşyanın haram ve caiz olduğu yerler nerelerdir?
CEVAP
İç ve dış elbise olarak ipek giymek haram, kadınlara her çeşit ipek eşya caizdir. Savaşta ipek giymek caizdir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Altın ve ipek, kadına helal, erkeğe ise haramdır.) [Taberani]

İpek kefen ve tabutu ipekle örtmek haramdır. İpek sofra örtüsü ve ipek yorgan caiz değildir.

Erkek çocuğa ipek giydirmek mekruhtur. İpekten yapılmış yemek peçetesi, iç donu ve takke mekruhtur. Elbisedeki dört parmak enindeki ipek şeritler ve dört parmak enindeki ipek kravat caizdir. Suni ipek, cibinlik, abdest havlusu, tesbih ipi, çanta, mushaf kılıfı ve bohçanın ipekten olması caizdir. Duvara ipek halı asmak, süs için olmazsa caizdir. İpek halıya oturmak ve ipek seccadede namaz kılmak caizdir.

Eshab-ı kiramdan Hazret-i Zübeyr ve Hazret-i Abdurrahman'ın ipek giymelerine izin verilmesi, yalnız bunlara mahsustu. Arfece bin Sâd hazretlerine de, altın burun takması için izin verilmesi, yalnız ona mahsustu.

Sual: Kadınların, cam, naylon, tunç, pirinç, platin, bakır ve diğer madenlerden ziynet olarak bilezik ve kolye takmaları caiz midir?
CEVAP
Evet caizdir. Bu maddelerden yapılmış yüzükleri takmak kadınlara da haramdır. Yabancılara göstermemek şartı ile sadece altın ve gümüş yüzük takmak kadınlara caizdir. Erkeğin altın yüzük takması haramdır. (İbni Âbidin, Mevahib-i ledünniyye)

Sual: Kadınların saçlarını bir araya toplayarak, başta, ensede, deve hörgücü gibi, topuz yapmalarını yasaklayan hadis-i şerif, hangi kitapta yazılıdır?
CEVAP
Berika ve Hadika’da vardır. Müslim, Muvatta v.s.de vardır. Belki mezhepsizlere senet olur diye yazıyoruz. Mezhepsiz Yusuf Kardavi’nin (El-halal vel-haram...) kitabında da yazılıdır. Kardavi diyor ki:
(Örtülü çıplak ve başları deve hörgücü gibi yükseltilmiş kadınlar, Cennete girmeyecek. Kokusunu bile duymayacaklardır. Halbuki, Cennetin kokusu, çok uzaklardan duyulacaktır) hadis-i şerifi, kadınların ince, şeffaf veya cilde yapışık dar elbise, baş örtüsü ile örtünmelerini ve saçlarını, başlarının üstünde küme, topuz yapmalarını yasak etmektedir.

Koku sürünmek
Sual: Kadınların, koku sürünerek, sokağa çıkması caiz olmayınca, erkeklerinki caiz olur mu? Dedem, cuma günleri camiye giderken, koku sürünüyor, caiz değil mi?
CEVAP
Erkeklerin, sünnete uymak için, din kardeşi erkeklere güzel kokmak niyetiyle, koku sürünmeleri caizdir. Kadınlara güzel kokmak niyetiyle sürünmek, caiz olmaz.

Sual: Gömlek kolundaki düğmelerin, altından olması caiz midir?
CEVAP
Hayır. Çünkü altın ziynettir.

Kocası için süslenmek
Sual: Yeni evliyiz. Kocam, sanatçı bayanlarla çalışıyor. Eşimin onlara gönlünün düşmemesi için, eşe karşı süslenmek caiz olduğuna göre, ben de makyaj yapıyorum. Bu makyajlı hâlimle, dışarı da çıkıyorum. Günah oluyor mu? Günahsa sadece bana mı, yoksa eşime de günah oluyor mu?
CEVAP
Eğer eşiniz, harama bakmaktan çekinmiyorsa, ne kadar güzel olursanız olun, ne kadar süslenirseniz süslenin, hatta dünyanın en güzel kadını siz olsanız bile, yine o, çirkin birine bakabilir. Çünkü insanın nefsi, haramlardan hoşlanır, gıdası haramlardır. Onun için, önce nefsin terbiyesi gerekir. Haramların ateş olduğunu bilen, eşi çok çirkin olsa da, harama bakmaz.

Dışarı makyajlı çıkmak haramdır. Mubah olsa da, yani evde de yapsanız, makyaj, eşinizin harama bakmasını önleyemez. Bu, sadece kendimizi kandırmak olur. Makyajlı olarak sokağa çıkan kadından, eşi de, sözü geçen diğer aile büyükleri de, sorumlu olur. Koldaki bilezikleri ve eldeki yüzükleri, kolye, kına, sürme, fondöten gibi diğer ziynetleri de göstermemek gerekir. Süslenip, koku sürünerek sokağa çıkmak günahtır. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Bir kadın, koku sürünüp dışarı çıkar ve kokusunu duyurmak için, bir topluluk yanından geçerse, ona bakana da, kendine de, zina günahı [göz zinası] yüklenir.) [Nesai]

Gümüş rozet
Sual: Gümüş rozet takmak caiz midir?
CEVAP
Evet.

Sual: Bir erkek arkadaş, sağlık için mahzuru olmaz diyerek, boynuna taktığı muskaya ip olarak kadınların kullandığı incileri takıyor. Başka bir genç de, altın zincir kolyeyi muska ipi olarak kullanıyor. Erkeğe inci ve altın kolye takmak haram değil mi?
CEVAP
Evet haramdır. Altın, gümüş, inci mercan gibi şeyler, kadınlara caizdir. Ancak, onlar da bu ziynetleri yabancı erkeklere gösteremezler.

Erkeklerin kolye olarak inci veya altın zincir kullanmaları caiz değildir. Gümüş, bakır veya başka madenden kolye takmaları da caiz olmaz. Sağlık için bakır kolye, bakır bilezik veya başka maden takmak caiz olur. Bu ifadeden, boyna takılan muskanın ipinin inci, altın veya başka madenden olmasının caiz olduğu anlaşılmaz.

Burna, göze, dişe takılan süsler
Sual: Kadınların burna hızma, göze renkli lens veya dişe renkli taş takmaları, ziynete girer mi? Gusle mani olur mu?
CEVAP
Evet, ziynete girer. Gözü bozuk olanlar, renkli lens yerine, renksiz lens takmalı. Lens gusle mani olmaz; çünkü gözün içini yıkamak farz değildir; fakat dişe takılan taş gusle manidir. Gusle mani olmaması için, Maliki mezhebini taklit etmek gerekir. Hızmalar iki çeşittir. Birincisi, küpe gibi burna halka olarak takılıyor. Bunlar gevşekse, küpe gibi olup gusle mani olmaz. Bir de, burna iğne gibi batırıyorlar. Bunların altına su geçmeyeceği için, dört mezhepte de gusle mani olur. Mezhep taklidine de imkân olmadığı için, çıkarmaktan başka yolu yoktur. Eğer abdestte ve gusülde çıkarma imkânı varsa, abdest ve gusül yönünden problem olmaz; ama ziynet olduğu için takılması caiz olmaz.

Kadının kadına süslenmesi
Sual: S. Ebediyye'de, (Kadının kadına süslenmesi caiz değil) buyuruluyor. Buradaki süslenmek nedir? Ne yapılırsa süslenmek sayılır?
CEVAP
Süs, ziynet demektir. Kadının diğer kadınlar için, gösterişli elbise giymesi, dekolte kıyafetle oturması, ziynetlerini görünür yerlere takması, saçlarını yaptırması ve boyatması, kadının süslenmesidir. Bunları özellikle kadınlar için yapmak caiz olmaz.

Akik yüzük takmak
Sual: Kadın ve erkek, tamamı akik olan yüzük takabilir mi?
CEVAP
Kadına da, erkeğe de akik yüzük caiz değildir, fakat sıkıntıyı gidermek için tedavi maksadıyla, kadının da erkeğin de akik yüzük takmaları caiz olur. Ancak kadınların, sokakta yüzüklerini göstermeleri caiz olmaz.

Hızma takmak
Sual: Kadınların, burunlarına pırlanta, altın veya gümüş takmaları caiz midir?
CEVAP
Caiz değildir.

Gümüş zincir
Sual: Cep saatinin zincirinin gümüş olması caiz iken, erkeğin boyna taktığı muskanın ipinin gümüş zincir olması neden caiz değildir?
CEVAP
Gümüş zinciri, kolye olarak takmak caiz olmuyor. Kolye takmak, benzemek niyeti olmasa bile, kadınlara benzemek oluyor. Tedavi niyetiyle bakır veya başka metal kolye takmak caiz olur.

Kürk ve kadife
Sual: Kadınların deri, kürklü manto veya kadife giymesi caiz mi?
CEVAP
Dar ve vücuda yapışık olmazsa, deri elbise caizdir. Kürk ve kadife ziynete girer, caiz olmaz. Bir hadis-i şerif:
(Bir kadın, güzel kokular sürünüp, [kürk ve kadife gibi] göz alıcı güzel elbiseler giyerek, bir toplumun önünden geçerse, zina etmiş gibi günaha girer.) [İbni Hibban]

Alınmış böyle elbiseleri başkalarına satmak caiz olur.

Resim şeklinde küpe
Sual: Herhangi bir hayvan şeklinde küpe veya kolye takmak caiz mi?
CEVAP
Caiz değildir.

Gömlek kol düğmesi
Sual: Kravatı tutturmak için kravat iğnesi takmak, gömleğe madeni kol düğmesi geçirmek ve cekete rozet takmak caiz midir?
CEVAP
Altından başkası caizdir.

Saçları boyatmak
Sual: Okuduğum bir hadis-i şerife göre, kocasına güzel görünmek için kadın saçını boyatabiliyormuş. Saçını kocası için boyatıp da, başkalarına da göstermek günah mıdır? Her renge boyatabilir mi?
CEVAP
Yabancı erkeklere göstermemek şartıyla, kendisinin veya kocasının istediği her renge boyatabilir.

Makyaj, yüzün derisini bozar
Sual: Annemden yaşça küçük olan teyzem, çok makyaj yapar. Annem, yabancılara süslenmenin caiz olmadığını bildiği için makyaj yapmıyor. Teyzem ona, (Sen bakımını yapmıyorsun) diye çıkışıyor. Ama annemin yüzü çok yumuşak ve güzeldir. Teyzemin yüz derileri sertleşip çirkinleşmiş. Acaba makyajın bir zararı mı oldu?
CEVAP
Bu konuda güzellik uzmanları diyor ki:
Pudra, ruj, boya kullanan kadının derileri aşınır, sertleşir, daha çabuk çirkinleşir, işkembe gibi buruşur. Bu buruşukluğu gidermek için, her sabah, ayna karşısında, makyaj yapmak zorunda kalır. Makyaj olmazsa, yüzü çok çirkin görünür, fakat makyaj da onun yüzünü iyice bozar. Makyaj yapmayan kadın, yaşlansa bile, onun yüz derisi yumuşak olur.

Dinimizce de makyaj uygun değildir.

Bir Üniversiteliye Cevap

Seyyid Abdülhakîm Arvasi hazretlerinin, İstanbul’da, Sultân Selîm Câmi-i Şerîfi bahçesindeki, (Medrese-tül-Mütehassısîn)de tasavvuf müderrisi [Yani, ilâhiyyât fakültesinde, tasavvuf kürsüsü, ordinaryüs profesörü] iken, bir üniversitelinin süâline karşı, yazmış olduğu mektûbu, kelimelerini sadeleştirerek, aşağıya yazıyoruz:
Bütün kuvvetinizle, Allahü teâlânın kudreti sahasından dışarı çıkabilirseniz, çıkınız! Fakat, çıkamazsınız. Bu sahanın dışı, adem diyârıdır. O adem [yani yokluk] diyârı da, O’nun kudreti içindedir.
Bir sırası düşerek, İbrahim-i Edhem’den “kuddise sirruh”, birisi nasîhat istedi. Buyurdu ki, altı şeyi kabul edersen, hiçbir işin sana zarar vermez. O altı şey şudur:
1 — Günah işleyeceğin zaman, O’nun rızkını yeme! Rızkını yiyip de, O’na isyan etmek, doğru olur mu?
2 — O’na âsî olmak istersen, O’nun mülkünden çık! Mülkünde olup da, O’na isyan etmek, lâyık olur mu?
3 —O’na isyan etmek istersen, gördüğü yerde günah yapma! Görmediği bir yerde yap! O’nun mülkünde olup, rızkını yiyip, gördüğü yerde günah yapmak, uygun değildir.
4 —Can alıcı melek, rûhunu almaya geldiği zaman, tevbe edinceye kadar izin iste! O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tevbe et! O da, bu saattir. Zîrâ, Melek-ül-mevt, ânî gelir.
5 —Mezârda, Münker ve Nekîr ismindeki iki melek, süâl için geldikleri vakit, onları kov, seni imtihân etmesinler! Soran kimse dedi ki, (Buna imkân yoktur). Şeyh buyurdu ki, (Öyle ise, şimdiden onlara cevap hazırla!)
6 —Kıyâmet günü Allahü teâlâ (Günâhı olanlar, Cehenneme gitsin!) diye emredince, ben gitmem de! Soran kimse dedi ki, (Bu sözümü dinlemezler). Bunun üzerine, o kimse, tevbe etti ve ölünceye kadar, tevbesinden vazgeçmedi. Evliyânın sözünde, rabbânî te’sîr vardır.
İbrahim-i Edhem’den “kuddise sirruh” sordular ki, Allahü teâlâ, (Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabul ederim, veririm) buyuruyor. Halbuki, istiyoruz, vermiyor? Cevap buyurdu ki, Allahü teâlâyı çağırırsınız, Ona itaat etmezsiniz. Peygamberini “sallallahü aleyhi ve sellem” tanırsınız, Ona uymazsınız. Kur’ân-ı kerîmi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakkın ni’metlerinden faydalanırsınız, Ona şükür etmezsiniz. Cennetin, ibadet edenler için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennemi, âsîler için yarattığını bilirsiniz, ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Ayıbınıza bakmayıp, başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına şükretsin! Daha ne isterler? Düâlarının netîcesi, yalnız bu olursa, yetmez mi?
[Allahü teâlâ, Mü’min sûresinin altmışıncı âyetinde, (Düa ediniz, kabul ederim), isteyiniz, veririm buyuruyor. Düânın kabul olması için, beş şart vardır: Düâ edenin müslüman olması, Ehl-i sünnet itikadında olması, harâm işlemekten, bilhassa harâm yemekten, içmekten sakınması, farzları yapması, bilhâssa beş vakit namaz kılması, Ramazân oruclarını tutması, zekât vermesi, Allahü teâlâ’dan istediği şeyin sebebini öğrenip, bunu araması lâzımdır. Allahü teâlâ, herşeyi bir sebep ile yaratmaktadır. Birşey istenince, o şeyin sebebini gönderir ve bu sebebe te’sîr ihsân eder. İnsan bu sebebi kullanıp, o şeye kavuşur. Evliyasının hatırı için, adetini bozarak, bunlar düa edince veya Evliyayı kirâm vesîle edilerek düa edilince, bunlara (Kerâmet) olarak, sebebe hacet kalmadan, doğruca istenileni verir.]
Siz, adem diyârından, bu varlık alemine, kendiliğinizden gelmediğiniz gibi, oraya, kendiniz gidemezsiniz. Gördüğünüz gözler, işittiğiniz kulaklar, duygu edindiğiniz organlar, düşündüğünüz zekâlar, kullandığınız eller ve ayaklar, geçeceğiniz bütün yollar, girip çıktığınız bütün mahaller, hulâsa, ruh ve cesedinize bağlı bütün aletler, sistemler, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın mülk ve mahlûkudur. Siz O’ndan hiçbir şey gasb edemez, mülk edinemezsiniz! O, hayy ve kayyûmdur. Yani, görür, bilir, işitir ve her var olan şeyi, her ân varlıkta durdurmaktadır. Hepsinin idaresinden, hallerinden bir ân gâfil olmaz. Mülkünü kimseye çaldırmaz. Emirlerine uymayanların cezasını vermekten de, âciz kalmaz. Meselâ, Ay’da, Merih’de ve diğer yıldızlarda insan olmadığı gibi, bu Erd küresinde de bulunmasaydı, birşey lâzım gelmezdi. Bundan dolayı, büyüklüğünden birşey eksilmezdi.
Hadîs-i kudsîde buyuruyor ki, (Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en müttekî, itaatli kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi “aleyhimüsselâm” aşağı gören, düşmanım gibi olsanız, uluhiyyetimden bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganîdir, Ona hiçbiriniz lâzım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkta kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep Ona muhtaçsınız).Güneşten ziyâ ve harâret gönderiyor. Aydan ışık dalgaları aks ettiriyor. Siyâh topraktan, tatlı renkli, hoş kokulu nice çiçekler, güzel yüzler yaratıyor. Rüzgârdan gönüllere ferahlık veren nefesler döküyor. Birçok senelik uzaklıktaki yıldızlardan, şu çıktığınız, sonunda gömüleceğiniz topraklara nûrlar yağdırıyor. Zerrelerinde nice nice titreşimlerle te’sîrler uyandırıyor. [Bir taraftan, beğenmediğiniz, iğrendiğiniz pislikleri, en küçük, en hakîr mahlûkları [mikroplar] vasıtası ile, toprağa çevirip, çiğnediğiniz bu toprakları bitki fabrikasında, vücûdünüz makinasının yapı taşı olan, protein, yani yumurta akı maddesi haline döndürüyor. Bir taraftan da yine nebâtât fabrikasında, toprağın suyunu, havânın boğucu gazı ile birleştirerek ve içerisine, semâdan gönderdiği enerjiyi, kudreti depo ederek, nişastalı, şekerli maddeleri ve yağları, yani vücûdünüz makinesini işletecek kudret kaynağını yaratıyor.] Böylece, tarlalarda, çöllerde, dağlarda, derelerde, bitirdiği nebâtlarda ve yeryüzünde ve denizlerin dibinde gezdirdiği hayvanlarda, mi’delerinize gidecek, sizi besliyecek rızk, gıda hazırlıyor. Akciğerlerinizde kimyahaneler açarak, burada kanınızın zehrini ayırıp, yerine oksijen yakıcı maddesini sokuyor. Dimağlarınızda, fizik laboratuvarları açarak, burada his uzuvlarından, sinirlerden gelen haberler alınıp, demir taşına miknâtis kuvvetini yerleştirdiği gibi, beyninize yerleştirdiği akıl ve yüreğinize yerleştirdiği kalp kuvvetleri te’sîri ile, bir anda, çeşitli plânlar hazırlanıp, emirler, hareketler meydâna getiriyor. Yüreğinizi çok karışık ve harika dediğiniz te’sîrlerle, geceli gündüzlü çalıştırıp, damarlarınızda kan nehrleri akıtıyor. Sinirlerinizde, akllarınızı şaşırtan, nice nice yol şebekeleri dokuyor. Adalelerinizde sermâyeler gizliyor. Daha ve daha birçok hârikalarla, vücûdünüzü techîz ediyor, tamamlıyor. Hepsine fizik kanûnları, kimyâ reaksiyonları ve biyoloji olayları gibi isimler taktığınız, bir nizâm ve âhenkle tesis ediyor, montaj yapıyor. Kuvvet merkezlerini içinize yerleştiriyor. Gereken tedbîrleri ruh ve şu’ûrunuza tersim ediyor. Zihin denilen bir hazîne, akıl namında bir mi’yâr, fikir dedikleri bir alet, irâde dediğiniz bir anahtar da ihsân ediyor. Her birini yerinde kullanabilmeniz için size tatlı, acı ihtârlar, işaretler, meyller, şehvetler de veriyor. Daha büyük bir ni’met olarak, sâdık ve emîn Resûllerle açıkca, ta’lîmât gönderiyor. Nihayet, vücûdünüz makinesini işletip ve tecribelerini gösterip, maksada göre kullanmanız ve istifâde etmeniz için elinize teslîm ediyor. Bütün bunları, size ve irâdenize ve yardımınıza muhtaç olduğundan değil, mahlûkları arasında size ayrı bir mevkı’, bir salâhiyyet vererek, mes’ut ve bahtiyâr olmanız için yapıyor. Ellerinizi, ayaklarınızı, kullanabildiğiniz her uzvunuzu, arzûnuza bırakmayıp da, yüreğinizin atması, ciğerlerinizin şişmesi, kanlarınızın dolaşması gibi, sizden habersiz kullansaydı, her işinizde, zorla, refleks hareketleri ile, çolak el, kuru ayak ile yuvarlasaydı, her hareketiniz bir titreme, her kımıldamanız bir siğirme olsaydı, kendiliğinize ve emânetlere mâlik olduğunuzu iddia edebilir miydiniz? Sizi, cansızlar gibi, sade dış kuvvetler te’sîri ile veyâ hayvanlar gibi, yalnız dış ve iç kuvvetler ile akılsız, şu’ûrsuz hareket ettirse idi ve evlerinize taşıdığınız ni’metlerden, yük hayvanı gibi, ağzınıza bir lokma verseydi, onu alıp yiyebilecek miydiniz?
Doğmadan evvelki, doğduğunuz zamanki hâlinizi düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz, gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız, dertlerinize deva, korkulara, sıcağa, soğuğa, açlığa, susuzluğa, yırtıcı ve zehirli hayvanların ve düşmanların hücûmlarına karşı koyacak vâsıtaları bulduğunuz şu yer küresi yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu ve havâsı, kudret kimyâhânesinde inbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç düşünüyor musunuz? Bugün, bizim dediğiniz karaların, denizlerden süzülüp ayrıldığı, dağların, derelerin, ovaların, tepelerin döşenildiği zamân, acaba nerede idiniz? Denizlerin acı suları, Hakkın kudreti ile buharlaştırılarak, gökte bulutlar yapılırken, o bulutlardan yağan yağmurlar, [çakan şimşeklerin ve güneşten gelen kudret, enerji dalgalarının hâzırladığı gıdâ maddelerini,] yanmış, kurumuş toprakların zerrelerine işletip, o maddeler, [ziyâ ve harâret şu’âları te’sîri ile] oynayıp titreşerek hayâtın hücrelerini yetiştirirken, nerede idiniz ve nasıldınız?
Bugün kendinize maymun tohumu derler, inanırsınız. Allah yaratır, yaşatır, öldürür, herşeyi O yapar derler inanmak istemezsiniz.
Ey insan! Acabâ sen nesin? Babanın damarlarında neydin? Bunak, örümcek kafalı, gerici diye hakâret ettiğin babana, vaktiyle damarları içinde sıkıntı verirdin. O zamân, seni oynatan kimdi ve sen onu, niçin râhatsız ediyordun? O, istese idi, seni bir çöplüğe atabilirdi, fakat atmadı. Seni, bir emânet gibi sakladı. Bol bol besleneceğin bir gülşen serây-ı ismete tevdi’ etdi ve nice zemân himâyene uğraştı ise, sen niçin sıkıntılarından babanı mes’ûl tutarak tahkîr ediyorsun da, ni’metlerinden ona ve yaratanına bir şükr payı ayırmıyorsun? Sonra sen, emânetini niçin herkesin kirlettiği çöplüklere döküyorsun?
Etrâfın, arzû ve emellerine uyduğu zamân, herşeyi, aklınla, ilminle, fenninle, gücünle, kuvvetinle yaratarak yaptığına, bütün başarıları îcâd ettiğine inanıyorsun. Hakkın sana verdiği vazîfeyi unutuyor ve o yüksek me’mûrlukdan isti’fâ ediyor ve emânete sâhib çıkmağa kalkıyorsun. Kendini mâlik ve hâkim tanımak ve tanıttırmak istiyorsun. Öte taraftan, etrâfın, arzûlarına uymaz, dış kuvvetler seni mağlûb etmeğe başlarsa, o zamân da, kendinde hasret ve hüsrândan, acz ve yeisten başka birşey görmüyorsun. Hiçbir irâde ve ihtiyâra sâhib olmadığını, herşeyin cebr elinde esîr olduğunu ve varlığının, otomatik ve fakat zembereği kırık bir makina gibi olduğunu iddi’â ediyorsun. Kaderi bir (İlm-i mütekaddim) değil, bir (cebr-i mütehakkim) ma’nâsında anlıyorsun. Bunu söylerken, ağzının, gramofon gibi olmadığını da, sezmez değilsin.
Sofrana, sevdiğin yemekler gelmediği zamân eline geçirebileceğin kuru ekmeği yemekle, yemeyip açlıktan ölmek arasında hür ve serbest bulunduğun ve kuru lokmalar, ağzına zorla tıkılmadığı hâlde, elini, dilini uzatır, onları yersin. Hem yersin, hem de birşey yapmadığına hükm edersin. Düşünmezsin ki, elin ve ağzın, yine arzûnla oynamış ve bu oynayış bir sıtma, bir titreme olmamıştır. Fakat, böyle mecbûr olduğun zamânlarında bile, irâdene mâlik olduğun hâlde, seni âciz bırakan, hâricî kuvvetler karşısında kendini mecbûr, esîr, hâsılı bir hiç bilirsin.
Yâhû! İşin yolunda, muvaffakıyyet ve muzafferiyyet yanında olunca (Hep), işlerin aksi, ters olduğu zamânında ise, kaderin cebri altında oyuncak bir (Hiç) diye iddi’â etdiğin o sen, bunlardan hangisisin? Hep misin, hiç misin?
Ey Âdem oğlu! Ey noksanlık ve taşkınlık içinde yüzen insan! Siz, ne hepsiniz, ne de hiçsiniz! Her hâlde ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz, îcâd etmekten, herşeye hâkim ve gâlib olmaktan, şübhesiz uzaksınız. Fakat, inkâr olunamayan bir hürriyyet ve ihtiyârınız, sizi hâkim kılan, bir arzû ve seçim hakkınız vardır. Siz, eşi ortağı bulunmayan bir hâkim ve mutlak, başlı başına bir mâlik olan, Hak teâlânın emri altında, ayrı ayrı ve müşterek vazîfeler alan, birer me’mûrsunuz! Onun koyduğu ahkâm ve nizâm ile, Onun ta’yîn ettiği mevkı’leriniz ve halk edip emânet olarak verdiği salâhiyyet ve vâsıtalarınız nisbetinde vazîfe yaparsınız. Âmir ancak O, hâkim yalnız O, mâlik yine O’dur. O’ndan başka âmir, O’na benzer hâkim, O’na ortak mâlik yoktur. Sizin o kadar benimseyerek, hevesle atıldığınız maksatlar, gâyeler, giriştiğiniz mücâdeleler, sarf ettiğiniz gayretler, duyduğunuz iftihârlar, kazandığınız başarılar, O’nun için olmadıkça, hep yalan, hep boştur. O hâlde kalblerinizde, niçin yalana yer veriyorsunuz da, şirklere sapıyorsunuz? Niçin, eşsiz hâkim olan, Hak teâlânın emrlerine uymuyor, Onu ma’bûd tanımıyorsunuz da, binlerce, hâyal olan, ma’bûdlar arkasında koşuyor, hepiniz sıkıntılar içinde boğuluyorsunuz? Her neye koşuyorsanız, sizi sürükleyen bir emel, bir ihtiyâr, bir îmân değil midir? Niçin o emeli Hak’dan başkasında arıyorsunuz? Niçin, o îmânı Hakka tahsîs etmiyor, o ihtiyârı bu îmâna ve îmânın netîcesi olan amellere sarf etmiyorsunuz?
Hak teâlânın hâkimliğini tanıdığınız, emâneti ve emniyyeti bozmayarak çalışdığınız zemân, birbirinizi ne kadar sevecek, ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden, Allahın merhameti, neler yaratacakdır. Kavuşduğunuz her ni’met, hep Hakka îmânın hâsıl etdiği kardeşliğin netîcesi ve Allahü teâlânın merhameti ve ihsânıdır. Gördüğünüz her musîbet ve felâket de, hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın netîcesidir. Bunlar ise, hakkı tanımamanın, zulm ve haksızlık etmenin cezâsıdır. Bu da, hukûku kendiniz kurmağa kalkışmanın, Hak teâlâ ile yarış edebilecek şerîklere tâbi’ olmanın, hâsılı, hâlis tevhîd ile, yalnız Hak teâlâya îmân etmemenin netîcesidir.
Hulâsa, insanlığı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk’a karşı şirk ve müşriklikdir. İlm ve fen, ilerlediği hâlde, insanlığın ufklarını sarmış olan fesâd karanlığı, hep şirkin, îmânsızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin netîcesidir. Beşeriyyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırâb ve felâketden kurtulamaz. Hakkı tanımadıkça, Hakkı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hakdan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perîşanlık yoludur. Görmez misiniz, câmi’e gidenler sevişir, meyhâneye gidenler döğüşür.
Hak teâlâdan başka herneye gönül verseniz, herneye tapınsanız, hepsinin zıddı, mukâbili vardır. Bunların hepsi de, Hakkın kudreti ve irâdesi altındadır. Şerîki, nazîri, misli, zıddı, mukâbili olmayan, yegâne hâkim, ancak Hak teâlâdır ve ancak Onun mukâbili bâtıldır, yanlışdır ve varlığı mümkin olmıyan bir yoklukdur.
Hak teâlâdan başka, herneye tâbi’ olur, herneye tapınır, O’nun yerine, herneyi sever ve hakîkî hâkim tanırsanız, biliniz ki, onlar da sizinle berâber yanacaktır.
Merkez-i dâire-i iflâs ve bî nevâî
Ser şâr-ı sahbây-ı hodgâmî ve nâ âşinâî
Esseyyid Abdülhakîm Efendi

Nefs ve Muhalefet-i Nefs /Tasavvuf Bahçeleri İsimli Kitaptan

NEFS
Lûgatta, beden ve ruh; ve birşeyin varlığı, aynı, mânâlarına gelir. Tasavvuf ıstılahında(teriminde) ise, nefsten, kulun çirkin vasıfları ve kötü ahlâkı kastedilir.
Bu vasıfların bir kısmı, Şeriat emirlerine karşı gelmek, onlara aykırı davranmak gibi, kulun kendi kazancıyla olan şeylerdir. Bu kısmı da kulun, kötü ahlâkı, çirkin huylarıdır ki, bunlar, kınanmış vasıflar olarak bulunur. Bu kısım, sıkı bir gayret ve mücahede, aralıksız bir çalışmayla yok edilebilir ve Allah’ın lûtfuyla bunların yerine, iyi, güzel ahlâk ve yüksek vasıflar kazanılabilir.
İşte, ”onların kötülüklerini Allah iyiliklere tebdil eder” meâlindeki ilâhî ifade buna işarettir.
Birinci kısım: Şeriatte tahrimî ve tenzihî bir nehy ile yasaklanmış olan zina, şarap ve benzeri şeylerdir ki, bunlar fıkıh kitaplarında anlatılmıştır.
İkinci kısım: kötü ve düşük ahlâk olan, kibir ”nahvet-böbürlenme”, gazap, ”hıkd-gizli düşmanlık”, haset ve benzerleridir ki, bunlar tasavvuf ve ahlâk kitaplarında genişçe anlatılmıştır.
Nefsin düşmanlıklarından en şiddetlisi, ileri gelmek ve imtiyazlı olmak gibi hususlarda kendinde bir hak ve ehliyet bulunduğunu kabul etmektir. Bu da kemâle ermemiş zatların eliyle bu yola girenlerde çokça görülür.
Nefsin, kötü ve çirkin ahlâka yuva olmak üzere insan kalıbına verilmiş lâtif bir şey olması da muhtemeldir. Ruhun, yüksek ve iyi ahlâkın merkezi olmak üzere, insana verilmiş şerefli bir ”latife” olması gibi…
Bu şekilde ruh ve nefs, her ikisi, insanda bir araya gelebilir. Göz görme, kulak işitme, burun koklama, ağız tatma mahalli olması ve bunların her biri diğerinden başka olmamakla beraber, ”işitici, görücü, tadıcı, koklayıcı” olarak, hepsinin bir insanda toplanmış olması gibi; iyi-güzel vasıfların mahalli olan ruhla, kötü-çirkin vasıfların mahalli olan nefs de insanda birleşmiş ve insan bunlarla insan olmuştur.
Nefs-i emmâre ve nefs-i levvâme bu ikinci kısımdandır.
MUHALEFET-İ NEFS
Allah, ”nefsi, boş isteklerden neheytti” meâlindeki âyette işaret buyurduğu üzere, Rabb’inden korkan ve başıboş isteklerine uymamakla nefse karşı gelen kullarını cennet makamıyla müjdelemiştir.
Derin bir şefjkat örneği Peygamber’in ”ümmetim adına en fazla korktuğum şey, nefslerinin hevâlarına uymalarıdır” meâlindeki sözleri bunu ifade eder. Zira nefsin hevâsına uymak, insanı Hak’tan alıkor ve uzaklaştırır.
Nefs ve onun isteklerine karşı çıkmak, ibadetin başı ve esasıdır. ”Nefsin karanlığında yıldızlar doğan kimsenin ufkundan, ilâhî dostluk güneşi guruba çekilir.” denimiştir. Nefsâni isteklere meyl, Rabbâni dostluk ve huzura mânidir.
Bu yola yeni girenin, nefsinden razı ve hoşnut olması, nasıl makul ve doğru olur ki, Hazret-i Yusuf, o üstün makama yükseldiği halde, ”ben nefsimi temize çıkaramıyorum. Çünkü nefs gerçekten kötülüğü şiddetle emreder” buyurmuştur! Bu kelâm, -Zeliha’nın da olsa – nefsin emmârelik vasfını ispata, kâfidir.
Bu üstün irfan yoluna girenlerin her an ortada olan kötülüklerden ve iki cihanın da kaybına sebep olacak tehlikeli şeylerden kaçınmaları ve uyanık olmaları, selim akıl sahiplerince yegâne makbul yol ve biricik kurtuluş istikâmetidir.
”Hikem’i Atâiyye” sahibinin, nefsin tuzaklarından bahseden bir eseri vardır. Orada der ki, ”Nefs, edep aykırılığına mâhkûm ve kul da edepli olmaya memurdur. Nefsin seciyesi gereği, sürekli sahibini isyan ve muhalefet meydanına çekme isteğine karşı, kul da onu, kötü isteklerinden döndürmeye ve yıldırmaya cehdeder. Onun için, nefsin yularını salan kimse, onun kötülüklerine ortak olmuş olur.” 

(Seyyid Abdülhakim Arvasi)

Tasavvuf Nedir, Manası Ve Başlangıcı

Aşağıdaki metin, Esseyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri tarafından kaleme alınan ve üstad tarafından sadeleştirilen, Tasavvuf Bahçeleri isimli eserin giriş kısmıdır ve tasavvufun kelime manası, terim anlamı ve doğuşu hakkında aydınlatıcı malumat ihtiva etmektedir.
BAŞLANGIÇ
Zahir ilimlerinin, mevzu genişliği itibariyle tasavvuf ilmine nisbeti, bir damlanın bir deryaya kıyası gibi olduğu, bazı tasavvuf büyüklerinin açıkladıkları hususlardandır. Zira, tasavvufun mevzuu, yerinde de bahs ve zikrolunacağı gibi, meal olarak, Allah’ın Zâtıdır. Öbür ilimlerin mevzuu, ne kadar geniş farzedilse de “mümkinât dairesi – olabilirler âleminden dışarı çıkamaz. “Vücup âlemi – olması gerekenler âlemi”ne nisbetle “imkân âlemi – olabilirler âlemi”nin ne olduğu, beyandan uzaktır. Şu halde, tasavvuf ilmi, zevkî ve vicdanî olduğundandır ki, şanına lâyık bir şekilde kalemlerin diliyle yazılması ve insanların diliyle ifadesi mümkün değildir. Bununla birlikte, bağlıları tarafından pek çok kitap ve risaleler telif ve tertip edilmek suretiyle, imkân nisbetinde izahına gayret sarfedilmiş, muazzam maksat ve meseleleri de onların sohbetleri esnasında beyan ve izah oluna gelmiştir.
Bu hususta, değişik derecelerde olan üstün tasavvuf adamlarının, çeşitli meşreplerde bulunan büyüklerin her biri, muhtelif suretlerde kendi mizaçlarına göre beyanlarda bulunmuşlardır. Bir kısmı, belki büyük bir kısmı, keşfe bağlı hakikatler ve ilhama dayalı incelikler üzerinde, zeyli uzun meali bir, ibaresi değişik kitaplar yazmışlardır.
Şeyh-i Ekber, bu yolun öncüsüdür ki, rivayete göre, yazdıkları beşyüz kitaptan büyük kısmı bu mevzu üzerinedir. Bu cümleden olarak, “Fusûs-ül Hikem”, “El-Fütuhat’ul-Mekkiye”, “Et-Tedbîrât’ül-İlâhiyye”, “Et-Tenezzülât’ül-Muvassaliyye”, “El-îsrâ-u İlâ Makam’il-Esrâr”, “Minhâc’ül-Ve-sâil” “Kitab’ül-Azame”, “Kitab’ül-Beyân”, “Kitab’ül-Müsikke An Es’ilet’il-Hakim’it-Tirmizî”, “El-Müsâmerat” gibi kitapları, bu kutsî yolun hakikatlerini beyan mevzuundadır. Bu kısmın felsefeyle münasebeti vardır. Şu kadar ki, felsefe, yalnız akla tâbi olurken; bu kısım tasavvuf, şeriat ve selim akıl dairesinde, açık bir keşfe dayalı ve sıhhatli bir zevke mutabıktır.
Bu kitapların bir kısmı da, tasavvuf adamlarının derecelerini, keşif yoluyla mertebelerinin beyanını ve kerametlerini, doğum ve vefat tarihlerini, memleketlerini, İrşad havzalarını, kimlerle çağdaş bulunduklarını, hayat tarzlarını, mübarek mezar ve merkadlerini ve buna benzer meşeleri İhtiva eden kitaplardır ki, bu adeta bir tasavvuf tarihi teşkil eden bir ilim koludur. “Tezkirat’ül-Evliyâ”, “Tabakât-ı Şa’râni”, “Nefehât-ül-Üns”, “Ravzat-i Riyâhin Fi’l Hikâyât’is-Sâlihin” ve bunlar gibi… Bu kısım tasavvuf kitaplarının da tarihle münasebeti fazladır. Ancak bu kitaplar, Hadîs-i Şeriflerin an’aneleri gibi, güvenilir ve muteber rivayetçilerin rivayetlerine dayalı olmak zorundadır. Böyle olan kitapların her meselesinde, haber ve hadîs nakletmenin usûl ve an’anesine riayet olunmuştur.
Bu kitaplardan bir kısmı da, bu yola girme ve bu yola almanın edepleri hususundadır ki, üstün velilik makamlarına yükselmeye ve büyük insanların mertebelerine erişip, ilâhi yakınlık menzillerine ve “Seyr fîllâh – Allah’ta seyr”, “Seyr billah – Allah’ı seyr”, Seyr minallah – Allah’tan seyr”e ve diğer kulları irşada vesile olan faaliyetlere ve batını amellere aittir. Tasavvufun özü de budur. Havas ve avama faydalı ve mühim olan da bu kısımdır.
Bunun bir yönü de fıkıh kitaplarındaki ibadet kısımlarının dörtte bir kadarıyla münasebetlidir. Gazalî’nin “İhyâ”sı, Gavs-ı Azam’ın “Gunye”si, İmam Rabbânî’nin “Mektubât”ı ve diğer Ahmedî velilerin kitap ve risaleleri gibi… Bu fakir ve âciz de işbu risaleyi gösterdiğimiz bu üç kısım üzerine inşa etmeyi uygun görmüştür.
Bu kitapların bir bölümü de, velilerin kerametleri ve menkıbeleri, bazı hususî kişilerin faziletleri ve kemâlleri hakkında telif ve tertip olunmuş risalelerdir. Bu kısım risalelerin faydaları, zikri geçen kısımlara nazaran daha az olduğu ve hususiyle bu risaleler, ihlaslarında ifrata kaçanların şahsî fikirlerinden kaynaklanmış bulunduğu için, itibara değer görülmemiş ve bu yüzden de risalemiz, bunların muhteviyatının pek çoğundan uzak tutulmuştur. Bir kısmı da virdler ve zikirler, dualar, hizipler ve bir takım İsimlerin hususiyetlerine ait olup, ancak sahiplerine yararlı; mürid ve sâliklere faydası sınırlı, âdeta zahirî ibadetlerden kopmuş şahıslara mahsus olduğundan, risalemiz, bunu da içine almış değildir.
Diğer bir kısım ise, Allah dostlarının, büyüklerin sohbetleri ve teveccühleri esnasında sükût ettikleri ve murakebe-ye daldıkları zaman, İlâhi tecellî dairesinden yansıma ve dökülme yoluyla aldıkları ilimler ve İlâhi marifetlerdir ki, söz ve kalemle beyanı kabil olmadığından, ancak bu meşrep için, sır ve hakikatlere ulaştırıcı bir melekenin kazanılmasına hizmet edegelmiş bir haldir. Bu da ancak sahibine hüccet teşkil ettiğinden risalemiz bu bahsin de dışında kalmıştır.
Kırk seneyi aşkın bir zamandan beri, vakitlerimi tasavvuf ilminin nazarî ve amelî yönüyle meşgul olmaya tahsis etmiş olduğumdan, Allah’ın lûtfuyle, bu sır ve hakikatlere bir nisbet kazanmışımdır.
“- Allah’tan başka kimsede, hiç bir davranış ve kuvvet yoktur!”
TASAVVUF KELİMESİNİN DOĞUŞU VE İSİMLENDİRİLMESİ
“Safa” kelimesi, her lisanda övülen; ve zıddı olan “kedûret-bulanıklık” ise kınanan hâllerden sayılmıştır.
Rivayet edilmiştir ki, Allah’ın Resulü, mübarek peygamberlik simalarında açık bir hüzün ve değişiklik eseri olduğu halde, Sahabîler meclisini şereflendirmişler ve “Bu dünyanın safası gitti, kederi kaldı” buyurmuşlardır. Bu Hadîs-i Şerifte “tasavvuf, “süfî” ve “mutasavvıf kelimelerinin, “safvet”den geldiğine bir remz ve İşaret vardır. “Safv” kelimesinde “f’ harfinin önce gelmesi, “sûfî” de ise sonra gelmiş olması, bu kelimelerin değişik köklerden geldiğini gösterirse de, tasavvuf kelimesinin çokça kullanılmasından, “f’nin ‘V’den önce söylenmesinin kelimeye hafiflik kazandırmak için olduğu, yani bir telaffuz galatı bulunduğu bazı tasavvuf kitaplarında zikredilmiştir. Hattâ, peygamberlerin “safvet”le vasıflanmış olmalarındandır ki, Kur’an’da ‘İstifa, Estafi, Yestafî, Mustafâ” kelimeleri, onların üstün hallerini beyânda zikredilmiştir. Demek oluyor ki, tasavvufî hakikatlerle vasıflanmak, topyekûn Resuller ve Nebiler boyunca görülmüş ve muteber olagelmiştir.
“Her nebinin zamanında, şeriatı yürürlükte olduğu, uygulandığı gibi, kendi manevî hallerinin üstün meziyetleriyle de donanmayı, ümmetinin seçkinlerine feyizleriyle ifade buyururlardı. Mânevi safvet, Risalet ve Nübüvvetle başlamıştır. Tasavvuf, şeriatların manevî kıymetlerini kazandırıcı ve onlara ulaşmayı kolaylaştırıcıdır.
Üstad Ebul Kasım dedi ki: “Bu taife İçin sûfî (sofi) tabiri, galip halde, çokça kullanılmış; ve filan kimse sûfîdir, falan cemaat sûfîyye ve mutasavvifedir, denilmiştir. Yoksa bu isim için, bu mânâda kullanılışına dair Arapçada herhangi bir işaret, bir kıyas ve bir kelime türemesi sözkonusu değildir. Açık olan şey, bu ismin, yani sûfî isminin bu taifeye lakap olarak kullanılmasıdır.”
Bazıları, “kamîs” giyenden bahsedilirken, “tekammus” denildiği gibi, bu taife de “sof-yün” elbise giydiklerinden, onlardan bahsedilirken, “sofî” denildiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bu çevrenin, yalnızca sof elbise giymediği biliniyorsa da, bu sebebin ileri sürülmesi, hükmün çokluğa bina edilmiş olmasına göredir.
Şeyh Sühreverdi’nin “Avârifinde şöyle denilmiştir: “Bazıları “sûfî” kelimesinin, isim olarak kullanılmasındaki münasebeti tetkik ederken demişlerdir ki; kıymette en düşük ve tevazua en yakın bulunan ve çok zaman Peygamberlerin giydikleri sof elbiseler taşıdıklarından, onlara Arapça kıyasa bakmayarak, “sûfî” lâkabı verilmiştir.”
Gerçekten, Kâinatın Efendisi de, yetmiş kadar peygamberin sof giydiklerini haber vermişlerdir. İsa Peygamberin, softan elbise giydikleri malûmdur. Hasan Basri; “Ben, Bedir Eshâbı’ndan yetmiş kadarıyla görüştüm ki, hepsinin de elbisesi softandı.” demiştir. Ebu Hureyre ve Feddal bin Ubeyd, Bedir Sahabîlerini anlatırken, bütün elbiselerinin softan olduğunu söylemişlerdir.
Bazıları, nasıl “Kûfî”, Kûfe’ye mensup demekse, “sûfî” de “sûf’a mensuptur, demişlerdir. Sûf (sof), bir çeşit yünden mamul hırka demektir.
Bazıları ise, bu ismi ariflerin İlâhi Huzur’da “saf olmalarına nisbet etmişlerdir. Bunlar, mânâ bakımından tezlerinde doğruysalar da; lügat bakımından “sûfî”, “safa nisbet edilemez.
Bazıları da, “sûfi”yi Mescid-i Suffe’ye nisbet etmişlerse de nisbetin, kaideye aykırılığından dolayı bu görüş reddolunmuştur.
Hülâsa; “sûfî” kelimesi bir sebep ve münasebet aranmaksızın, kalp safâsına, gönlü, bütün yabancılardan arındırma ve İlâhi zikirle ruhu donatmaya malik olanlara isim olarak verilmiştir. Bu üstün taife ise, “ehemmi takdim” ölçüsüne riayetle, böyle kıyas ve kelime iştikakîyle meşgul olmaktan kaçınmışlar ve kıymetli vakitlerini, pek az faydası olan bu gibi şeylerle zâyi etmemişlerdir.
TASAVVUFUN TARİFİ
Sufi taifesinin efendisi Cüneyd, buyurdular ki: “- Tasavvuf, Hakk’ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir.”
Muhammed Bin Ali El-Kassab, tasavvufu; “- Keremli zamanda, keremli insanlardan, keremli topluluklar içinde beliren keremli ahlâk…” diye beyan etmiştir.
Cüneyd’e tasavvuf nedir, dîye sorulduğunda; “- Başkasına alâkasız kalarak Allah ile olmaktır.” Cevabını aldılar. Bundan maksat, “mâsiva-dış dün-ya”dan sevgi alâkasını kesip, ancak o alâkayı Allah’a hasretmektir.
Yine Cüneyd;
“-Tasavvuf, içtima ile zikir, istima (dinleme) ile vecd, İttiba ile ameldir.” Yani, toplulukla zikir, Kur’an dinlemekle vecd ve Peygambere uymakla amel etmektir.
Ruveym Bin Ahmed Bağdadî dedi ki:
“-Tasavvuf, yalnız Allah’a acz ve ihtiyaçla sığınmak, mahlûkatın ihtiyaçlarına koşmak, Şeriat yasakları dışında taarruz ve mücadeleyi terketmektir.”
Şiblî, tasavvufu; “her türlü endişe ve düşünceden uzak, Allah ile olmaktır” şeklinde tarif etmiştir.
Ebu Muhammed Cerirî, tasavvufun tarifinde dedi ki: “- Tasavvuf, her düşük ahlâktan çıkmak, her yüksek ahlâka ermek…”
Yine Cüneyd, başka bir yerde dedi ki: “-Tasavvuf, şeriat yasaklarına ve kötü ahlâka karşı sürekli mücâhededir.”
Maruf Kerhi:
“-Tasavvuf, sevgilinin kapısından kovulunsa da orada yerleşmektir.”
Yine Maruf:
“-Tasavvuf uzaklığın kederinden sonra, yakınlığın safasıdır.”
Şiblî:
“-Sûfî, kalple halktan kopan ve sürekli Hakk’la olandır.”
Yine Şiblî:
“-Tasavvuf, yakıcı şimşek…”
Cerîri:
-Tasavvuf, hallerin murakabesi ve edep tavrı…”
Ebu Turâb:
“-Sûfî odur ki, hiç bir şeyden kederlenmez ve herşeyde safa bulur.”
Zünnun Mısrî:
“-Tasavvuf ehli, Allah’ı herşeye tercih eden, Allah’ın da onları her şeye tercih ettiği topluluk…”
Ebu Yakup:
“-Tasavvuf, öyle bir hâldir ki, bütün beşerî sıfatları yok eder.”
Ebu Hüseyin:
-Tasavvuf kalbe gelen nurların, İlâhî mânâların keyfiyetinden ibarettir; yoksa, Allah’ı anmanın kemmiyeti değil…”
Ebu Sehl Sa’lûki:
“-Tasavvuf, itirazdan vazgeçmektir. Yani, mukaddes Şeriat’in yasakladığı şeyler dışında itirazı terketmek…”
Bazıları da şöyle dediler:
“-Sûfî’nin hâli değişmez; değişse de kederlenmez.”
Hasılı, tasavvuf, beşerî sıfatlardan çıkıp; meleklik sıfatınna bürünmeye ve İlâhi Ahlâk ile ahlâklanmaya hizmet eden bir hâldir.
TASAVVUFUN BAŞLANGIÇ VE DOĞUŞU
En üstün peygamberin saadet devirlerinde olduğu gibi, ondan sonra da İslâm’ın fazilet örneklerine, Peygambere arkadaşlık yapmalarından daha üstün bir fazilet olmadığından “Sahâbi” ismi verildi. Hemen onlardan sonra gelenlere “tabiin-uyanlar”, onları takip edenlere de “etba-ı tâbiîn-uyanlara uyanlar” denildi. İnsanlar arasında ihtilâflar başlayıp, ayrılıklar doğunca, dini mertebelerde de değişiklikler ve bozulmalar meydana geldi. Ümmetin seçkinlerinden, dini işlerde şiddet ve inayetleri olanlara “zühhâd ve ubbad – zühd ve kulluk gösterenler” isimleri verildi; ve böylece avamdan ayrılmaları sağlandı. Daha sonra, bir takım bid’atler ve uydurmalar doğup fırkalar arasında ayrılıklar meydana çıkınca, her fırka kendi havassına (seçkinlerine) “zahid” ve “abid” dedi. “Fırka-i nâciye- Kurtuluş Fırkası”ndan olan Ehl-i Sünnet bağlılarından, kalplerini gaflet yollarından koruyan, nefslerini Allah ile hıfz edip murakebe edenlerin bu vasıflarına “tasavvuf ve kendilerine de “sûfî” denilerek, bununla diğerlerinden ayrıldılar.
Bu isimler, Hicretin İkinci Asrının sonlarına doğru kullanıldı. “Sûfî” denilenlerin ilki; “Ebu Haşim Sûfî”dir ve bu künyesiyle meşhurdur. Aslen Kûfe’li olup Şam’da irşâdla meşguldü.
Süfyân-ı Sevrî’nin de çağdaşı… Süfyân, Basra’da H. 161 senesinde vefat etmiştir, Süfyân dedi ki: “-Ebû Haşim Sûfî olmasaydı, ben İlâhî incelikleri öğrenemezdim. Onu görmeden, tasavvufun ne olduğunu da bilmiyordum.
Ebû Haşim’den önce, ümmette bazı büyükler vardıysa da O, kendi zamanında zühd ve Şer’î hassasiyetlerde, tevekkül ve muhabbet yolunda emsallerini aşmıştı. Ondan evvel kimseye “sufî” denilmemiştir. İlk tekke, Şam’da, Remle, denilen yerde onun için inşa edilmiştir.
Bu tekkenin yapılışının sebebi şöyle rivayet olunuyor:
Emirlerden birisi avda iken, Ebû Hâşim’in gönül ehlinden bir kişiyle buluşup birbirlerinin ellerinden tutarak, derin bir sevgiyle görüşüp söyleştiklerini ve hemen oracıkta ellerinde bulunan yemeği birlikte yiyip’ vedalaştıklarını görür. Onların, böylesine samimi bir muamele ve ülfet içinde olmaları, Emirin hoşuna gider. Ebû Hâşim’e arkadaşının kim olduğunu sorar ve “bilmiyorum!” cevabını alır. “Nereli?” sorusuna da cevap aynıdır. Emir hayretler içinde, böyle ciddi olarak görüşüp sevişmelerinin sebebini sorunca: “Bu bizim meslek ve yolumuzdur, böylece emrolunmuşuz!” karşılığını alır. Bunun üzerine, Emir bir içtimâgâh’ın, yani kendilerinin buluşmalarına mahsus bir yerlerinin olup olmadığını sorar; buna da “Hayır!” cevabını alan Emir: “Öyleyse, size bir yer yaptırayım da orada toplanırsınız!” dedikten sonra, “Remle” denilen yerdeki “Hankâhı-tekkeyi” inşa ettirir.
İşte, gönül ve muhabbet ehline yapılan ilk tekke, bu bina olup ilk sûfı de bu zattır. O, bütün madde ve ruh ilimlerine vakıftı.
“Dağları iğne ile kazımak, kalplerden kibri kazımaktan daha kolaydır.” ifadesi, onun büyük sözlerinden… “Fayda vermeyen ilimden Allah’a sığınırım.” sözünü de dilinden hiç düşürmezdi.
Tasavvuf ilmi, İslami faziletlerin Şer’i ilimler kısmına aittir. Tasavvuf ehlinin yolu, ötedenberi Sahabî ve Tâbîlerden olan ümmetin büyüklerinin nezdinde hak ve hidayet yoluydu. Bu bakımdan hidayet ehli, diğer Şeriat ehlinden fazla olarak, bir başka ilimle de imtiyaz kazandılar. Bu yüzden Şeriat ilmi iki kısım oldu: Bir kısmı; fakihler ve fetva ehline mahsus ilim ki; ibadetler, âdetler ve muamelelerden olan umumi hükümlerdir. Diğer bir kısmı da, tasavvuf ehline mahsustur ve bu kısım ilim, nefs ile mücahede ve muhasebe esnasında, bu yolda, meydana gelen zevk ve vecd hallerinden, bir zevkten diğer bir zevke yükseliş keyfiyetinden ve bunlara dair aralarında dolaşan ıstılahların şerhi mevzuundaki kelâmdan ibarettir. Ne zaman, ilimler âlimlerin kafalarından, gönüllerinden satırlara aktarılarak fıkıh, usûl-i fıkıh, ilm-i kelâm, tefsir ve sair ilimler telif ve tertip olununca, bu yolun adamları da kendi yollarının edep ölçülerini kaleme alarak, eserler telif etmişlerdir.
Bazıları zühd ve takvaya; alacakları veya terkedecekleri şeyde Resul’e uymak yolunda nefs muhasebesine dair kitaplar yazmışlardır. Nitekim, Muhasibî, “Kitâb’ur-Rîâye” adlı eserinde bu usûlü gözetmiştir.
Bazıları da tarikat edepleriyle, tarikat ehlinin zevk, vecd ve hallerine dair kitaplar yazmışlardır.
Nitekim, İmam Kuşeyrî “Risale”sini ve Sühreverdi “Avârif-ul Maârif”ini bu usûl üzerine kaleme almıştır.
İmam Gazali, “İhyâ-ı Ulûm”unda iki kısmı bir araya toplamış; kitabında zühd ve takva ve Peygambere tâbilik hükümlerini, sonra da tarikatın usûl ve adabını beyân etmiş, aralarında dolaşan usûl ve ıstılahları da şerh edip açıklığa kavuşturmuştur.
İşte bu beyanlara bağlı olarak, tasavvufun başlangıcı, nübüvvet ve risaletin başlangıcıdır. Tasavvuf, semavi şeriat-lerin hakikatleriyle vasıflanmaktan doğmuştur. Şeriatlerden murad, semavi kitaplar ve İlâhî Emir ve Yasaklardır ki, tasavvuf, her zaman, itikat mevzuu hususları sabit olan şeriatlerin değişip yenilenmesiyle yenilenen amelî hususlarının da tatbikini ve kolaylıkla yerine gelmesini sağlayıcı bir vasıftan ve vesileden ibarettir.
Şu halde tasavvuf denilen sıfat, nübüvvet ve risaletle beraberdir.
Hakikatlar denizi olan ve pek çok incelikleri kuşatan tasavvufun, büyük bir meselesini teşkil eden “Vahdet-i Vücud”, Buda ve diğer batıl mezhep adamlarının kendi akıl ve mezhepleri hükmünce bahsettikleri “Vahdet-i Vücud”tan meal itibariyle büsbütün başkadır. Çünkü, tasavvufun “Vahdet-i Vücud”u zevki bir hâdise; diğeri ise, aklî vakıadır. Bunların arasındaki farkı, ona, tam mânâsı ve bütün incelikleriyle vâkıf olanlar ve ancak o üstün makama yükselme imtiyazını kazananlar bilir. Akıl ve zahir adamları, bu zevk yönünden mahrum ve mahcup oldukları için, yürüttükleri akla göre, bu iki görüş arasında bir münasebet bulurlar.

Namaz Kılmamanın Zararları

Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri, Sefer-i Âhiret risâlesinde buyuruyor ki:
Namaz kılmıyan, namaz kılmamakla bütün müminlere zulmetmiş bulunuyor. Zîra her namazda (Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhissâlihîn) demekle bütün müminlere duâ ediliyor. Her gün beş vakit namazda yirmi defa tekrar olunan bu duâdan müslümanları mahrûm bırakıyor. Yani hakları olan bu duâyı terkediyor. Kıyâmet gününde bütün mü’minler bu haklarını namaz kılmıyanlardan alacaktır. Namaza gevşeklik gösterenler, namazı önemsemeyip hafif tutanlar birçok cezâya uğrarlar:
Ömründen hayır ve menfaat görmez. Çeşitli hastalıklar, çeşit çeşit aşağılıklar, hakaretler ve zilletler içerisinde hayat sürer. Kimseden saygı görmediği gibi, çeşitli mahrumiyet ve zaruretlere mübtelâ olur. Sıhhatinden hayır ve menfaat görmez. Genel olarak kötü yerlerde bulunan kimseler, namazına devam etmiyenler veya namazında gevşeklik gösterenlerdir. Bu gibi yerlerde, ekseriya namazı terkedenler, namaza gevşeklik gösterenler görülür. Bunun gibi, zahmetli, yorucu ve ağır işlerde çalışanlar da çoğunlukla yine namaz kılmıyanlardır. Namazı doğru kılanlar, sâlihlerin yanında hurmet ve haysiyet ve îtibar sâhibidir. Bu gibiler, arkadaşları ve akrabaları arasında seçilmiş ve saygılıdır. Aşağı, çirkin, süflî ve ezici işlerde çalışanlar genellikle namaz kılmıyan veya namaza gevşeklik gösterenlerdir.
Cenâb-ı Hakkın hizmetinde bulunmaya yarar kimselerin simâlarında, kendi yaradılışlarındaki, güzellik ve cemâlden ayrı olarak bir başka güzellik ve cemâl vardır ki, namaza gevşek davrananlar her ne kadar güzellenme ve süslenme sebeblerine başvursalar da, hergün defalarca hamama girip çıksalar da, türlü türlü, çeşit çeşit ve yeni elbiseler giyseler de, yine bu güzellik ve cemâle kavuşamaz ve bu simaya bürünemezler. Her çeşit güzel kokular sürünseler de, kendilerinde hâsıl olan yahûdî kokusuna benzer kokuyu hissedebilenlerden gizliyemezler. Bu kokuyu duyanlar vardır. Nitekim yehûdîler, yehûdîliğe mahsûs olan kokudan, İslâma gelip İslâm dîninde karar kılmadıkça kurtulamıyacakları gibi, namazı terkedenler de, namaza devam ve şartlarına riayet etmedikçe kurtulamazlar.
Simâ-i sâlihîn ancak namaza devam edenlerde bulunur. Bunu anlıyanlar vardır. Hattâ bu işin ehli olanlar, geçirilen namazın hangi vaktin namazı olduğunu da bilebilirler. Namaza devam edenler, uzun zaman hamama gitmeseler de, yıkanmasalar da, bunun gibi hayli zaman çamaşır değiştirmeseler de, vücudları, elbise ve çamaşırları pis kokmaz. Namazı terkedenler, aksine sık sık hamama gitseler de ve çamaşır değiştirseler de, o nezafet, o tarâvet ve o zarafete sâhip olamazlar.
Günde defalarca sadaka verse, birçok yetim sevindirse, yedirse, giydirse, günlerce Kur’ân-ı kerîm hatmetse, birçok kere hacca gitse, buna benzer ibâdet, tâat ve iyilikler yapsa, Cenâb-ı Hak ona zerre kadar bir sevab vermez. Bütün amelleri boştur.
Allahü teâlâ, o vakitleri namaza mahsus kıldığından bu vakitleri namazda geçirmeleri elbette lâzımdır. Bu vakitleri Allahü teâlânın tâyin ettiği şekilden düzenden çıkarmak zulmünde bulundukları için namazı terkedenlerin her işinden, dünyevî ve uhrevî yaptıklarından iyilik, hayır ve bereket kalkar.
Yâ Rabbi diyen kuluna, Allahü teâlâ, (Lebbeyk = söyle yapılsın) buyuruyor. Namaz kılmıyan kimseye, böyle söylemez. Onun duâsı kabûl olunacak makama getirilmez. Yanî bir engel çıkar da geri bırakılır. Kabûl olunacak yere ulaşamaz. Tıpkı dünya işinde, dilekçe yazanın, dilekçesinin bir yerde takılıp yerine ulaşamaması gibi.
Sâlihler, Allahü teâlâya yâr olanlar namaz kılanlardır. Ancak bunlar hayır ve berekete ve rahmete vesile olurlar. Namazda, Âdem aleyhisselâmın yaratılmasından yeryüzünde bir tek mü’min kalıncaya kadar, bütün müminlerin ve dolayısiyle bütün mahlûkatın da hakları vardır. Namaz terkedilince, Hakkın rahmeti, örtülü kalır. Rahmetin gelmesine değil kesilmesine sebeb olduğundan bütün mahlûkat namazı terkedene buğz ve düşmanlık eder.
Müslümanların duâlarının bereketinden mahrum kalır. Yanî hisse, pay alamaz. Ölse, mezarı yanından geçen bir müslümanın okuduğu Fâtihadan gerektiği kadar faydalanamaz. Allahü teâlâ böylelerini, ulûhiyet makamında özel hizmet sayılan namaza almadığından, Hakka hizmetten kovulmuş ve bu hizmet için verilecek olan faydalardan mahrum kalmıştır.
Namaz kılmıyan, görünüşü bozuk bir sûrette ve rahatsız olarak yatağa düşer. Üstünü başını, yorganını, karyolasını ve diğer şeylerini pisleterek berbat eder. Öyle olur ki, en yakınları olan çocukları ve hanımı, anası ve babası da ölümünden nefret eder. Beklenilen hürmet ve riâyeti gösteremezler. Dünyalık olarak çok büyük meselâ pâdişah da olsa, yine ölüm zamanında şu veya bu şekilde ikrah olunur bir sûret ve şekilde vefat eder ki, bütün etrafı ve yakınları ondan nefret ederler.
Namaz kılmıyanın ölümünde; gözlerinde korku alâmetleri, telâş ve hüzün eserleri, gözünü göğe dikme işaretleri görünür. Gözlerinin rengi değişir. Yukarıya veya aşağıya doğru dikilir ki, bakmak mümkün değildir. Burun delikleri kurur. Kuş tüyü yataklarda, muhteşem karyolalarda, süslü odalarda ve saraylarda binbir ihtişam ve çeşitli debdebe içerisinde bulunsa da, yine zelil ve aşağı olur. Gittikçe zillete, alçalmaya doğru yol alır. Çünkü izzet, ancak Allahü teâlâya, Muhammed aleyhisselâma ve müminlere mahsustur. Hz.Ömer bunun için: “Biz zelîl bir kavim idik. Allahü teâlâ bizi İslâm dîni ile azîz eyledi. Eğer izzet ve şerefi, Allahü teâlânın bizi azîz ettiğinden başka yerde ararsak, eskisinden daha zelîl ve aşağı oluruz” buyurdu.
Namaz kılmamakla îmân zayıflar. Namazı kılmıyanların îmânları zayıf olduğundan, ne melekler, ne rûhlar, ne ölüler, ne diriler, ne de diğer mahlûkat onu azîz tutmaz, ona hürmet ve riâyet göstermezler. Namaz kılmıyan ölürken saçları ve sakalları sarkar. Sarkık, düşük, karışık bir manzara alır. Kısaca, hayatındaki şeklinde bulunmaz. Mü’minler ise ölümünde de hayattaki durumu bozulmaz, aynen canlı gibi kalır. Onun ölümünü gören, ölümünden haberdar değilse, uyuduğunu zanneder.
Ne kadar çok yemek yese de, yine açlık ızdırabı dinmez. Gittikçe şiddetlenir. Dayanılmaz, tahammül edilmez bir hâl alır. Ne kadar fazla, ne kadar kuvvetli ve iyi yemekler yedirilse, bu acı, bu ağrı, bu sızı dindirilemez. Bu ızdırap teskin olunamaz. Bu hasta yedirilmekle doyurulamaz. Boğazı, barsakları açlıkla acı çeker.
Açlık bir orantı hâlinde yükselir, artar. Nihâyet kıvrana kıvrana can verir. Çünkü namazı terketmek büyük günahtır. Cezâsı da o nisbette büyük olur. Açlık da mühim bir hastalıktır. Neticesi mutlaka ölümdür. Diğer hastalıklar gibi değildir. İşte namaz kılmıyanlar açlık hastalığı ile kıvranıp öyle giderler. Her namaz kılmıyan mutlaka aç olarak ölür.
Namaz kılan, güler yüzlü mütebessim, parlak ve nûrânî yüzlü olur. Sevinç ve neşe alâmetleri yüzünde ve gözlerinde âşikâr olur. Hak teâlâdan ve meleklerinden hayâ eder. Kendi kusurlarını ve Hak teâlânın lütuf ve ihsanını görür de, alnından terler dökülür, burnunun delikleri sulanır. Kulak altları ve burun delikleri hafif bir şekilde terler. Güzel bir şekilde kokar. Renginde lâtif bir güzellik olur.
Etrafa güzel kokular yayılır. En lezzetli ve en nefis yemekler yemiş gibi tok ve kanmış olarak vefat ederler. Namazın tamam olması ve kemâl üzere bulunması, fıkıh kitablarında genişçe anlatıldığı şekilde namazın farzlarını, vâciblerini, sünnet ve müstehablarını yapmaya, yerine getirmeye bağlıdır. Namazda huşu’ bu dört şeyde toplanmış ve kalbin hudû’u da bunlara bağlanmıştır. Mü’minle kâfir arasındaki fark namazdır. Mü’min namaz kılar, kâfir kılmaz. Münâfık ise bâzan kılar, bazân kılmaz.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
(Îmân, namaz demektir. Namaz için kalbini hazırlar ve namazı itinâ ile, vaktine, sünnetine ve diğer şartlarına riâyet ederek kılan, mümindir.) [İbni Neccâr] (
Kıyâmette kulun ilk sorguya çekileceği ibâdet namazdır. Namaz düzgün ise, diğer amelleri kabûl edilir, düzgün değilse, hiçbir ameli kabûl edilmez.) [Taberânî]
(Namaz kılmıyan, Kıyâmette, Allahı kızgın olarak bulacaktır.) [Bezzâr]
(Namazı kılmıyanın ibâdetleri kabûl olmaz ve namaza başlayana kadar Allahın himâyesinden uzak kalır.) [Ebû Nuaym]
(Namaz dinin direğidir, terkeden dinini yıkmış olur.) [Beyhekî] (Namaz kılan kıyâmette kurtulacaktır, kılmıyan perişan olacaktır.) [Taberânî]
Hanbelî’de bir namazı özürsüz terkeden kâfir olduğundan öldürülür. Yıkanmaz kefene sarılmaz, namazı kılınmaz ve müslümanların kabristanına konulmaz. Ayağına ip bağlanır, murdar bir it gibi, bir çukur kazıp içine konur. Üzerine toprak atılır. Üzerine kabir alâmeti de yapılmaz. Şâfiî ve Mâlikî’de büyük günâh işlediği için cezâ olarak öldürülür. Hanefî’de namaza başlayıncaya kadar dövülüp hapse atılır. Namaz kılmamak îmânsız ölmeye, namaz kılmak ise iki cihan seâdetine sebep olur.

Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin Gördüğü Bir Rüya

Nehri isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını ailemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsil ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyada Allah'ın Resulünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risalet makamında oturmuşlardı. Onun heybet ve celali karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, sakallı, aydınlık alınlı bir zat... Bu zat sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir sual sordu: "Hayz zamanında bir kadının, camiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir caminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resulünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suali tekrar sormaması için gayet yavaşça ve alçak bir sesle; "Dinin sahibi hazırdır, buradadır" diye cevap verdim. Maksadım, onun huzurunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resulullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesafede bulunmalarına rağmen cevabımı duydular. Durmadan;"Cevap veriniz!" diye üst üste iki defa emir buyurdular.
Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin camiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arz edeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyamı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış" diyerek rüyamı tabir etti. Babama; "Kâinatın efendisi huzurunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden sual açılmasının ve cevabının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resulullahın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevabı verdi:
"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için, böyle bir sual, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işarettir.”
Bu rüyadan sonra, on sene müddetle, Cuma gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık icâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.

İmanın Mahiyeti

İman, ziyadelik ve noksanlık bakımından kısımlara ayrılmaz. Çünkü iman hasıl olunca zaten kâmildir, ziyadelik ve noksanlık kabul etmez. Mahiyeti itibarı ile ne zaid ve ne de noksan olmaz. Zaid ve kâmil olması, inkişaf ve incila (açıklık ve berraklık) olarak, başka bir tabirle, zayıflık ve güçlülük bakımındandır.
İmanın mahiyeti: Peygamber Salallahü Aleyhi ve Sellem'in Risalet ve Nübüvvet itibariyle getirdiği akaidi; akla, hikmet ve felsefeye dayandırmadan ve havale etmeden, kesin olarak bilip ve inanmaktan ibarettir.
Akla uyarak inanmak ve tasdik etmek, aklı tasdik olup, risaleti ve Resulü tasdik olmaz. Yahud Resulü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, ol vakit risalete tam inanç hasıl olmaz; itimadı tam olmayınca mahiyet-i iman, tecezzi kabul etmediğinden dolayı, iman olmaz. Belki akıl, Resul'ün tebliğine muvafık olursa, aklı kâmil ve aklı selim olur.
İnanç mes'eleleri hikmete havale olunup, hikmet kabul ederse tasdik eder, etmezse ya red veyahud tereddüde düşerse ol vakit hakime i'timat etmiş olup, risalete tam i'timat hasıl etmemiş olur ki, bu, bu takdirde iman-ı kâmil zaten olmaz. Zira iman, tecezzi ve kısım gibi parçalara ayrılmaz.
Dini mes'elelere felsefe ile yön vermeye kalkışırsa, yine bir feylesofu tasdik etmiş olup, Resule tam i'timad etmemiş olur ki, bu da iman sayılmaz.
Hasılı İman: Resulü Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellemin Allah tarafından Risalet ve Nübüvveti itibarıyle, bütün insanlara getirdiği ve tebliğ ettiği ahkamın kaffesine, tümü i'tibarıyle itimat ve inanmakla hasıl olur. Bu Ahkâm ve Akaid'in her hangi birinde tereddüd ve inkâr var ise, mü'min olamaz. Zira bir hükümde Resul'ü tasdik etmemekle veyahud bu hükme i'timad etmemekle, Resul'ü, hilafı hakikat ile itham etmiş olur ki, bu da noksanlıktır; noksanlık ise, Nübüvvet ve Risalete tamamen zıddır. Dinde ittifak olunan mes'elelerden birinde şüphe ve inkâr imanın gitmesine sebep olur.
Dinde ittifak bulunan mes'elelerden birinde tasdik olmaz ise --ekseriya böyle olur -- bu mes'elede murad-ı ilahi ve murad-ı Resul Sallallahü Aleyhi ve Sellem nasıl ise, öylece inandım ve tasdik ettim der, şüphesini giderecek bir zatı hemen arar; ilminde, dininde güvenilir, tam i'timat sahibi, zeki ve anlayışlı, arif, mes'elelere vakıf, dini bilgileri derin ve müşkilatları halle muktedir zatı bulur ve sorar; aldığı cevaba kalben mutmain olunca öylece inanır ve yakin hasıl eder. Böyle zatı aramak farzdır. Bunu tesadüfe bırakmak asla caiz değildir. Hemen arar bulur. Bulamazsa ve yahud bulup ta tatmin olmaz ise, Cenab-ı Hakk'ın irade ettiği ve Resulünün tebliğ ettiği şekilde inandım der, şüphesinin giderilmesini Cenab-ı Hakk'dan niyaz eder. İşte buna binaen her yerde müslümanların müşkilini hal edecek bir alimin bulundurulması farz-ı kifayedir. Felsefecilerin itirazlarını, fen bilgilerine, felsefe kaidelerine göre halle muktedir; hükemanın itirazlarını, hikmet kaidelerine göre halle kadir, batıl dinlerin itirazlarını ve dinlerinin batıl olduğunu ispata muktedir, Mutezile, Rafizi tarafından gelen itirazlara derin vukufu olan, cevaba muktedir ve tarih-i aleme vakıf, ulumu riyaziyede mahir, çeşitli İslam bilgilerinde maharetli bir kimse bulundurmak lazımdır. Böyle olmaz ise DİN, gerçekleri kabul etmeyenlerin elinde oyuncak olur. Diledikleri vechile te'vil ve tefsir ederler. Kimseyi kurtaramadıkları gibi, hem kendilerini ve hem de halkı sapıklığa iterler.

(Seyyid Abdülhakim Arvasi)

İngiltere'nin Sir ünvanı verdiği Pakistan'ın "Milli Şairi" (Muhammed İkbal)


İngiliz İmparatorluğunu dünyadaki en büyük Müslüman imparatorluk yapan şey,koruduğu müslümanların sayısının çokluğu değil,bu imparatorluğun sahip olduğu ruhtur.İngiliz İmparatorluğu'nun insanlığın siyasi evrimindeki uygarlaştırıcı bir faktör olarak kalıcılığı bizim en büyük çıkarlarımızdan biridir.Bu geniş imparatorluk bizim siyasi idealimizin bir yönünü yavaş yavaş harekete geçirdiği için bizim tam sempatimizi ve saygımızı hak ediyor.

(Sir Muhammed İkbal-İslam Düşüncesi,77-8)

Havâtır


Kulûb ve zamâire vârid olan hitâbdan ibâretdir. İlkâ-i melek ile olur. Ba’zan ilkâ-i şeytân ile de olur ve ba’zan ehâdîs-i nefsden ibâretdir.

Hakk Sübhânehû ve Teâlâ kıbel-i celîlinden de olur. Melekden olana ilhâm, nefs cihetinden olana hevâcis, şeytandan olana vesvâs, Hakk Sübhânehû ve Teâlâ tarafından olana hâtır-ı Hakk ta’bîr olunur.

Bunların cümlesi kelâm-ı nefs kabîlindendir. Kıbel-i melekden olanın sıdkına alâmet, muvâfakat-i şerî’atdir. Zâhir şerî’atden şâhidi olmayan hâtır bâtıldır denilmişdir. Cihet-i şeytandan olanın ekserîsi ma’âsîye da’vetdir. Ba’zan zâhirinden tâ’at olarak gösterir ise hafî,  hafî mekâidinden olan bir isyâna da’vet eder.

Ekâbir muhakkikîn-i sûfiyye, me’kel ve melbesi harâm olan sâlikin ilhâm ile vesvâs beyyinini fark ve teşhîse kâdir olamayacağında müttefiklerdir. Melek ilhâm ile vârid olan hâtıraya sâlik kâh muvâfık ve kâh muhâlif olabilir. Kıbel-i İlâhiyye’den mülhem olan hâtıraya sâlikin cânibinden muhâlefet, gayr-i mutasavverdir.

Arvâsîzâde Abdülhakîm (Üçışık)

Er-Riyâd’üt-Tasavvufiye, 23. Bölüm.

Tasavvuf ve Terbiye

İslâm’da “sofî” kelimesinin menşei etrafında mühim tartışmalar cereyan etmiştir. Bizi, bu tartışmalar pek fazla ilgilendirmemektedir. Bu kelime, ister şanlı Peygamber’in ilk meydana getirdiği terbiye, halkası olan “Ashab-ı Suffa”dan, ister yine yüce Peygamber’in sünnetine uyarak “yün elbise” (sof) giyinenlerin sıfatı olmaktan, ister arınmış, temizlenmiş kimseler mânâsına gelen “saf”tan gelmiş olsun ne fark eder?
Bizim için mühim olan; yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de “mukarrebîn” ve “Allah’ın velî kulları” olarak öğülen bu ulvî kadronun (mutasavvıfların), Allah ve Resûlü’nün çizgisinde yürüyerek ve zerre taviz vermeden “sırat-ı mustakim” üzere yücelmenin ve yüceltmenin yollarını göstermiş olmalarıdır.
İslâm’da “medrese” ve “tekke”, birbirine zıt, iki müessese değil, aynı imanı, aynı aşkı, aynı ahlâk ve şuuru, farklı, metodlarla kitlelere mal etmeye çalışan ve birbirini tamamlayan İslâmî kaynaklardı. “Medresede”, kitap, ders, akıl, nakil, tecrübe, müşahede, ilim, tâlim ve terbiye vardı. Orada “müderrisler” bir ömür boyu, didinir, çalışır, çırpınır “ilim adamları” yetiştirirdi. Orada, akıl ve zekâ ile başarıya ulaşılır, dünya ve ahîretin “sırları” öğrenilirdi. Oysa “tekkede”, yol daha kısa idi. Orada akıldan çok gönül, ilimden çok aşk, dış dünyadan çok iç dünya, tecrübe ve müşahededen çok “mükaşefe” vardı. Orada “kiyl ü kal” (dedim-dedi) ile vakit kaybeden müderrisler değil, “aşk” ile “tevhidin sırlarını” çözen “mürşidler” vardı. Mevlâna Celâleddin-i Rumî, bir rubaisinde, bu konuda şöyle buyururlar: “Aşkın gönlüme dolalı beri, senin aşkından başka neyim varsa hep yandı/Aklı, dersi, kitabı hep rafa koydum.” (Bkz. Mevlâna, Rubailer, -M. N. Gençosman- Sf: 96, 495. Rubai).
Gerçekten de “mutasavvıfların” hayat ve menkıbelerini inceleyenler hayretle görmüşlerdir ki, onlar, hiçbir ilmin, fennin ve aklın ulaşamıyacağı “ötelerin ötesinden” sesler getirmektedirler. Evet, onların böyle birer “hayat hikâyesi” vardır.
Bu konuda büyük fikir adamımız Necip Fazıl Kısakürek, “Halkadan Pırıltılar” adlı muhteşem eserinin önsözünde şöyle yazar; “Bu hikâyeler, dünyada insanî ve beşerî kaç mevcut varsa ve bu mevcutların ne kadar idrak müessesesi kurulmuşsa, topyekün hepsinin birden olamadığı, varamadığı, eremedlğl; ne şiirin, ne tılısımın, ne ilmin, ne fennin, ne aklın ulaşabildiği noktada bağdaş kuranların hayatından pırıltılardır.” (Bkz. ag.e. Önsöz).
İslâm’ın büyük mütefekkiri, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazali Hazretleri, büyük bir ruhî bunalım içinde hakikati araştırırken, nihayet tasavvufun yüce kaynaklarını da kurcalamak ihtiyacını duyar. Bu maksatla Ebu Tâlib-I Mekkî Hazretlerinin “Kut-ül Kulûb” adlı kitabını, Hâris-I Muhasibî’nln kitaplarını, Cüneyd, Şiblî. Ebu Yezidî Bestamî ve diğer büyük mutasavvıfların sözlerinden meydana getirilmiş kitapları okur. Bu arada öğrenir ki, “Mutasavvıfların ilmi, netice itibarı ile nefse ait geçitleri atlatmaktan, onun kötü ahlâkiyle fena vasıflarından kendini uzaklaştırmaktan İbarettir. Bu suretle insan, kalbini, Allah’tan gayrı şeylerden boşaltır, onu Allah’ın zikri ile bezer.” (Bkz. İmam-ı Gazalî, El-Munkızu Min-Ad-Dalal,-Hilmi Güngör- 2. Baskı, 1960, Maarif Basımevi, Sf: 57).
İmam-I Gazali şöyle devam eder: “Şüphe götürmeyecek surette anladım ki, mutasavvıflar, Allah yolunu tutan kimselerdir. Onların gidişi, gidişlerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlâkları, ahlâkların en temizidir… Onların dışlarındaki ve içlerindeki bütün hareketleri ve durgunlukları, hep nübüvvet kandilinin ışığından alınmıştır.” (Bkz. a.g,e., Sf: 63-64).
Evet, “şeriatın” büyük üstadı İmam-ı Gazali hazretleri “tasavvuf* konusunda böyle düşünür ve böyle yazar. Çünkü, bunların her ikisi de ayni hakikatin iki yüzü gibidir.

( Seyyid Ahmet Arvasi)

CENNET – CEHENNEM EHLİ

Cennet ve cehennem ehli kimlerdir? Cennet ehli şunlardır ki, kalbinin en iç noktasında, Allahın razı olduğu şeyleri sevmek keyfiyeti vardır. Hatta bu insan fiil ve hareket bakımından düşüncesine aykırı işler yapsa bile…
Böyle kimselerin muhasebesini, Mahşer günü Allah görür ve öbür insanlar bu gibilerin arasına perde çeker. Muhasebeden sonra de meleklere bu kullarını cennete koymalarını emreder.
Melekler, Allaha:
–Yarabbi, derler; biz bu kullarında cennetlik olmaya layık, iyi bir iş göremedik. Dünyadaki bütün fiil ve hareketleri şeriate aykırıydı. Onlara cenneti ihsan etmendeki hikmet nedir?
Allah cevap verir:
–Meleklerim! Gerçi dedikleriniz doğrudur; lakin onların kalbinde benim sevgim yer tutmuştu. Beni sevdikleri gibi, sevdiklerimi de sever ve sevmediklerimi sevmezlerdi. Cennetimi bu yüzden ihsan ediyorum.
Cehennem ehli ise bunların aksidir. Kalblerinde İlahi sevginin zıddı bir kalabalık, bir kasvet, bir buğz ve adavet vardır. Hatta bunlar, zahirleri bakımından iyi işler ve şeriat ölçüleri çerçevesinde hareket etmiş olsalar bile… Başlangıçta böylelerinin kendilerince de bilinmeyen bir ruhi halleri, ölüm döşeğinde, son nefeslerini verecek zamandan biraz önce birdenbire zuhur eder; ve İlahi rızaya bağlı amellerden birinin aleyhinde veya Allahın buğuz ettiği işlerden birinin lehinde bir fikre, yani küfre yol açar ve sahibini ebediyyen cehennemlik kılar. (Demek ki, işin başı kalbde…)
Böyle olmakla beraber, Şeriatın zahirine bağlı amel, insanın dış görünüşünde ve yüzünde bir nuraniyet doğurur, bu nuraniyet zamanla kalbe akseder. Zaten müminin kalbinde nuraniyet büluğ zamanında kemal halindeyken, sonraları emirlerinin yapılmaması ve yasakların yapılması ve bu gidişin devam etmesi neticesinde nuraniyet yavaş yavaş kararmaya başlar. Eğer bu karanlık, amele ait işlerin bırakılması ve sadece günah fiillere dalınması neticesinde meydana gelmişse, tövbe ve istiğfar ile hemen kalkar ve asli nuraniyet hali avdet eder; fakat yine bu karanlık, iman, yani itikada aid herhangi bir farzdan şüphe ve onu inkara varan kalbi bir fiilden doğmuşsa, sonradan dönülmüş olsa bile kalbde bırakacağı zulmetin izale edilebilmesi (yok etmek, gidermek) pek güç olur ve ancak iksir kuvvetinde bir veli nazariyle kurtuluş gerçekleşebilir.
Zaten peygamberlik hikmetlerinden birisi de, mümin kablerinde bir yumuşaklık, yufkalık meydana getirerek ilahi sevgiye zemin açmaktır.
İyi ve kötü fiiller, emin olmayan delaletlerdendir. Sahiplerinin cennet veya cehennem ehli olmalarında <<huccet – senet>> teşkil edemezler… Bu nokta, keşif yoliyle de bilinemez.
Necip Fazılın, Esseyyid Abdulhakim Arvasi hazretlerinin kaleme aldığı Rabita-i Şerife kitabının, yeni iman gençliğinin anlaması için sadeleştirdiği kitaptan alıntıdır. Kitabın Parçalar adlı bölümünde ki bazı yazılardan başlıktan iktibas edilmiştir. (Parçalar, Efendi Hazretlerinin ders, takrir ve mektuplarından.)

Gavs-ı Hizaniden Hikmetler-20

Minah-115: Salike urucun nihayetinde hasıl olan şuurdan dönme, şuurun yok olması manasına değildir. Allah (Celle celaluhu)’a olan şuuru kalmakla beraber halk ile olan şuura dönmesi demektir Nasil ki seyr-i sülukun başında o halk olan şuur onda var idi. Yalnız şu varki gayri mütemekkin olan dönen bazen Allah (c.c.)’a olan şuur ondan zail olur. Başkalarından medet diler.
Mütemekkin olan dönen devamlı her iki şuuru kuşatıp başkalarına himmet eder. Kimseden himmet istemez. Sofilerin ıstılahında ikinciye harabat şeyhi denilir. Manevi meyhane şeyhidir.
Birinci ise küp sahibidir. Ötekinden manevi aşk meyi alır. Küpünü doldurur. Millete dağıtır. Mütemekkin olana  arşi denilir. Zira devamli alem-i emre vukufu vardır. Gayr-i mütemekkin ise böyle değildir.
Minah-116: Buyurdular: “Muhabbet menfaatın mıknatısıdır.” Mecliste bulunan bir fakir sordu:
-”Müridin muhabbeti ne fayda verir? Ancak şeyhin muhabbeti fayda vermez mi?” Buyurdu:
-”Kerem sahibi olan kişi, ondan dileneni sever. Efendide hizmetçisini sever.”
Minah-117: Mahbub olan şeyhin kemalat ve maneviyatının, muhib olan müride çekilmesinde, muhabbetin tesir ve şiddetini beyan hususunda Gavs (kuddise sirruhu): “Muhabbet bazen öyle halete ulaşırki, mahbubun suretini çekerek, muhibbe giydirir. Hatta, bazen mahbubun kabrini, mezar taşıyla beraber muhibbin kabrine yaklaştırır.” buyurup,sureten çekme ve gözüyle gördüğü kabir yaklaşmasını konu alan iki kıssa anlattılar.
Minah-118: “Bir şeyi sevmenin alameti, sevdiginin aleyhinde olana karşı koyup, ondan acizlik duymaktır.”
Minah-119: Kendisine inanılır bir kişi yemin ederek dediki: “Ben Gavs’ın (kuddise sirruhu)şöyle buyurduklarını duydum: (Korku kalb hastalıklarını tedavi eder.Muhabbet ise kalb hastalıklarının yanında küfrü de izale eder) deyip şu kıssayı naklettiler:Bu taifeden birine aşık olan bir yahudi kadını duyduğu muhabbet sayesinde hiç kimse ile karşılıklı konuşmadan müslüman oldu. Bu taifenin ahval ve niteliklerini kazandı.”
Minah-120: “Korkana verilir, seven ise kendisi çeker” sözünü Gavs (kuddise sirruhu.) sıksık söylerdi.