Bismillahirrahmânirrahîm
Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî “Rahmetullahi aleyh”
NEMÂZ RİSÂLESİ
Nemâz, islâmın beş şartından, ikinci
rüknü olup, Fahr-i kâinâtın “sallallahü aleyhi ve sellem” mi’râca teşrîflerinde;
en hayrlı ümmet olan, ümmeti üzerine ezelî hitâbı ile herbir gün ve
gecesinde, beş vakt olarak farz olunmuşdur.
Nemâz, dînin direğidir. Her kim
ki, nemâzı devâm üzere, doğru ve temâm olarak edâ ederse; dînini ikâme
etmiş, islâm binâsını ayakda durdurmuş olur. Nemâz kılmıyanlar, Allahü
teâlâ korusun, dinlerini ve islâm binâsını yıkmış olurlar. Peygamberimiz
“aleyhissalâtü vesselâm” buyurdu ki: (Dîninizin başı nemâzdır.) Başsız insan olmadığı gibi,
nemâzsız din de olamaz.
Nemâz, mü’minin mi’râcıdır. Mi’râc
olması bu ümmete mahsûsdur. Server-i âleme “sallallahü aleyhi ve
sellem” mi’râc gecesinde, Cennetde müyesser olan rü’yet devleti,
ya’nî Allahü teâlâyı görmek şerefi, dünyâya teşrîf etdikden sonra,
dünyâda, dünyâya münâsib olarak; nemâzda müyesser olmuşdur. Peygambere
“aleyhissalâtü vesselâm” kemâliyle tâbi’ olanların, o devletden,
bu dünyâda nemâzda geniş bir hâz ve kâmil nasîbleri vardır.
Külfet ve zahmet ref’ olur, zorluklar
kalkar. Bâtın, ya’nî kalb ve rûh başdan başa, zevk ve lezzet bulur.
Vel-hâsıl bir keyfiyyet hâsıl olmakla berâber, şaşılacak gizli şeyler
ve garîb hâller hâsıl olur. Şerh ve beyâna gelmez keyfiyyetler zuhûr
eder. Nişânsızdan nişân verir. Matlûbdan haber beyân eder. Nemâz kılarken
yüz gösteren, meydâna gelen lezzet, nihâyetin durumundan haber verir.
Bu hâller ancak müntehîlere,
ya’nî sona varanlara müyesser olup, Allahü teâlânın büyük ni’metlerindendir.
Nemâz, Allahü teâlâya ve Resûlüne
îmândan sonra, bütün mukarreblerin amellerinin ve bütün ibâdetlerin
üstünde, en iyi bir ibâdetdir. Birgün Resûlullah “sallallahü aleyhi
ve sellem”, imâm-ı Alîye “kerremallahü vecheh ve radıyallahü anh”: (Yâ Alî! Senin, nemâzın farzına, vâcibine,
sünnetine, müstehabına riâyet etmen gerekdir!) buyurdukda,
Ensârdan bir zât dedi ki; “Yâ Resûlallah! İmâm-ı Alînin bunların temâmı
hakkında bilgisi vardır. Bize de bunların fazîletini beyân eyle.
Biz dahî ona göre amel edelim. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
buyurdular ki, (Ey ümmet ve Eshâbım!
Temâmiyle edâsına riâyet olunan nemâz, Allahü teâlânın hoşnud olduğu
bütün amellerin en efdalidir. Peygamberlerin sünnetidir. Meleklerin
sevdiğidir. Ma’rifetin ve arz ve semâvâtın [yerlerin ve göklerin]
nûrudur. Bedenin kuvvetidir. Rızkın
berâkâtıdır. Düânın kabûlüdür. Melekül-mevt [ölüm meleği] arasında şefâ’atcıdır. Kabrde ışıkdır.
Münker ve nekire cevâbdır. Kıyâmet gününde üzerine gölgedir. Cehennem
ateşi ile kendi arasında siperdir. Sırat köprüsünü yıldırım gibi
geçiricidir. Cennetin anahtarıdır. Cennetde başına tâcdır. Allahü
teâlâ mü’minlere, nemâzdan efdâl hiçbir nesne vermemişdir. Eğer nemâzdan
efdâl bir ibâdet olaydı, en evvel mü’minlere onu verirdi. Zîrâ, Meleklerin
kimi kıyâmda, kimi rükû’da, kimi secdede, kimi ka’dededir. Bunların
cümlesini bir rek’at nemâzda toplayıp, mü’minlere hediyye verdi. Zîrâ
nemâz, îmânın başı ve direği ve islâmın kavli ve mü’minlerin mi’râcıdır.
Yer ve göğün nûrudur. Cehennemden kurtarıcıdır.)
Nemâz, Allahü teâlâya karşı hâs
ibâdetdir. Ve aslın zuhûr yeridir.
Nemâz, maksadlardan olup, diğer
ibâdetler nemâz için vesîlelerdir.
Nemâz, müslimân ile kâfir arasını
ayırd edici, bildirici, açıklayıcı bir ibâdetdir.
Nemâz, islâmiyyetin yasak etdiği
şeyleri işlemekden insanları men’ eder. Günâhların keffâretidir.
Hüsni, ya’nî güzelliği, diğer ibâdetlerin
aksine olarak îmân gibi kendisindendir. Kendisinde en ziyâde ibâdetleri
toplıyan ve insanı Allahü teâlâya en ziyâde yaklaşdıran bir ameldir.
Çünki, Allahü teâlâya nemâzda münâce’at edip, yalvarıp, Allahü teâlânın
azamet ve celâlini müşâhede edicidir.
Nemâzı, huşû ve hudû’, ya’nî tevâdû’
ve korku ile, kalb huzûru ile ve tümâninete [rükû’ ve secdelerde,
kavmede ve celsede, bütün a’zanın hareketsiz kalmasına] riâyet ile
ve tam bir cem’iyyet ve cemâ’at ile, sükûnu tam ve tezellül ile edâ etmek,
necât ve felâhın [kurtulmanın] başlıca sebeblerindendir. Bu sûretle
nemâzını kılan mü’minlerin felâh bulucu oldukları âyet-i kerîmede
beyân buyurulmuşdur. Hadîs-i şerîfde buyurulmuşdur ki; (Beş vakt nemâzını kılan kimse, Mâlik-ül-mülkün
kapısını tedarru ile çalıyor. Kapı çalmasına devâm eden kimseye şübhesiz
kapı açılır.) Başka bir hadîs-i şerîfde buyurulmuşdur ki, (Beş vakt nemâz, sizden birinizin, evinizde
akan nehr gibidir ki, o nehrde hergün beş kerre, gusl vâki’ olsa, o kimsede
hiç kir kalmayacağı gibi, nemâzını devâmlı kılanlar da öylece günâhlardan
pak ve temiz olurlar.) Ve yine hadîs-i şerîfde bildirilmişdir ki,
nemâzda kıyâmda uzun okumak, ölüm anındaki şiddeti azaltır. Hadîs-i
şerîfde gelmişdir ki; (Farz olan beş
vakt nemâzını, cemâ’at ile kılan kimse, sırât köprüsünü parlak bir
şimşek gibi geçenlerin ilki olacakdır. Ve sâbikûn olan ilk zümre ile
Allahü teâlâ onu haşr eder. Ve onun için hergün ve gecede bir hâfız [koruyucu] melek vardır. Ve Allahü teâlâ yolunda
öldürülen bin şehîd sevâbı ona verilir.) Yine bir hadîs-i şerîfde
buyurulmuşdur ki, (Karanlıkda mescidlere
yürüyerek giden kimseler, Allahü teâlânın rahmeti içinde yüzücüdürler.
Hak sübhânehü ve teâlâ, cemâ’at ile nemâzı kılıp, sonra hâcetini diliyen
kulundan, düâsından ayrılmadan evvel isteklerini vermemeğe hayâ
ederim) buyurmuşdur. Ya’nî, yalvarma hâlinde iken istekleri hâsıl
olur.
Hadîs-i şerîfde gelmişdir: Her uzvunu
temizleyerek, mükemmel sûretde, mükemmel bir güzellikde abdest
alıp, nemâz kılmak maksadı ile mescide hâzır olan kimse, elbette istibşâr
olunur, ya’nî müjdelenir. Ehl-i gâibin müjdelendiği gibi.
Evinde kılan o nemâzın sevâbına
nâil olur. Eğer
yakınındaki mescidde edâ ederse, yirmibeş nemâzın sevâbı verilir.
Eğer Cum’a nemâzı kılınan mescidde edâ ederse beşyüz, mescid-i Aksâda
edâ ederse, beşbin ve Mescid-i Peygamberîde edâ ederse ellibin, Mescid-i
Harâmda edâ ederse yüzbin nemâz sevâbı verilir. Edâ ederken onun edeblerinden
bir edebi terk etmeğe râzı olmayalar. Eğer nemâz temâmiyle edâ edilirse, islâmdan
asıl azîm ele geçmiş ve azâbdan kurtulmak için sağlam bir tutamak hâsıl
olmuş olur.
Nemâzın dünyâdaki mertebesi,
âhıretde, rü’yetin [ya’nî, Allahü teâlâyı görmenin] mertebesi gibidir.
Nemâzı büyük bir emr bilmek ve müstehab
olan evvel vaktinde cemâ’at ile ve diğer şartlarına ve müstehablarına
ve ta’dîl-i erkâna riâyet ederek, sükûn ve vakar ile edâ etmek lâzımdır.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Amellerin en efdâli evvel vaktinde
kılınan nemâzdır.) Başka bir hadîs-i şerîfde Resûl-ü Hüdâ “sallallahü
aleyhi ve sellem” buyurmuşlardır ki: (Kul
nemâza kalkdığı zemân, Cennet kapıları kendisine açılır. Kendisi
ile Rabbi arasındaki perdeler kalkar. Ve hurî’ayn kendisini istikbâl
ederler.), Ya’nî, Cennetde
olan hurîler kendisini karşılar.
Hudû’:
Kıyâmda ve diğer rüknlerde olduğu gibi nazarını
secde yerine hasr etmek ve okunan Kur’ân-ı kerîmi dikkatlice dinlemek
ve eğer okunanın ma’nâsını anlıyor ise, onun esrâr ve ma’nâsını tefekkür
etmek, eğer okunanın ma’nâsını anlamıyor ise, Hak celle ve a’lânın kelâmı
olduğunu düşünmekdir. (Bu umura teveccüh etmek, Allahü teâlânın
zâtına teveccühdür. Zîrâ, Allahü teâlânın zâtını düşünmemek, esmâ
ve sıfâta teveccüh ve murakabe ve tasvir ve anlamakdan yüksekdir).
Teveccüh ve murakabe, tasvir ve anlamak ise, Allahü teâlâya vâsıl
ve vaslı üryânî ile mümtâz olmuş âriflerin işidir. Onların mu’âmelesi
ayrıdır. Husûsiyle nemâzı kıldığı vaktde onun rûhu, keyfiyyetsiz
olarak o en yüksek makâma ulaşır ve zâhirden kesilir. Bedeni nemâzın
erkânı ile meşgûl iken, rûhu vasl-ı uryânda olup, aralarında hiç benzerlik
yokdur.
Hakîkat erbâbından olmıyan nemâz
kılana Kâ’benin
sûretine teveccüh etmesi gerekdir. Onun sûretine teveccüh ve telebbüs
eylemek ona ganîmetdir.
Kâ’benin sûretine taş ve toprakdır,
demişlerdir. Bu böyle değildir. Zîrâ, eğer taş ve toprak ve çatı ve dıvarları
ortada olmasa dahî Kâ’be, Kâ’bedir. Mahlûkata secdegâh olması iledir.
Belki Kâ’benin
sûreti, bir ma’nâdır ki akllar onu anlamakda âcizdirler. Akllar onun
sûretini anlamakda âciz olduklarına göre, onun ötesinde olan Kâ’benin
hakîkatine nasıl kavuşurlar. Kâ’beye teveccüh budur ki, Kâ’beye
doğru nemâz edâ edeler. Ve bu teveccühü anlamak ve Kâ’beyi tehayyül
ma’lûm değildir. Hemân bu teveccüh cihetiyle dahî, Kâ’benin
berekâtından feyzlenirler ve hakîkatinden nasîblenirler. Zuhûr eden hâller asîl olup, nemâzın
gayrisindeki hâller üzerine meziyyeti vardır. Nemâzda lezzet ve
cem’iyyet hâsıl olması için çalışmak lâzımdır. Zîrâ, nemâzda ve husûsiyle
farz nemâzlarında hâsıl olan lezzet, sona varmanın alâmetlerindendir.
Cemâ’at ile kılsın veyâ yalnız kılsın, nemâzın erkâniyle mukayyed
olması ve onun âdâb ve sünnetine riâyetde kusûr etmemesi lâzımdır.
Kıyâmet gününde en evvel muhâsebe, ya’nî hesâba çekilme nemâzdan
olacakdır. Eğer
nemâzın muhâsebesi, ya’nî hesâbı kolay geçer ise, diğer ibâdetlerin
dahî, Allahü teâlânın inâyeti ile hesâbı kolaylıkla geçer. Nemâz
kılanda, nemâz kılarken korku, dehşet ve heybet hâsıl olması îcâb eder.
Îşânın
notlarından alınmışdır:
Herkes nemâz emrine uymak için, nemâza
hâzırlıkda bulunurlar. Huzûr ehli vaktinden evvel ve ehl-i müktesib
vakt girdikden sonra hâzırlanırlar. Câmi’lere giderler. İkâmet başlar.
Şâfi’îde ikâmet, ezânın nısfıdır. Ya’nî, Hayye alel salât; Hayye alel
felâh, birer kerre olup, Kad kâmetissalâh iki def’adır. Ma’nâsı, işte
kılınıyor, demekdir. Bu da câmi’ içinde meşgûl olanları îkaz ve nemâzın
şerefini dahâ ziyâde açığa çıkarmak içindir. Hakîkatde ikâmet ezânın
aynıdır.
Tekbîr-i
tahrîme: Nemâza girişdir. Ellerini kaldırmak,
herşeyden berîyim demekdir. Allahü teâlâ bu nemâzınıza lüzûm ve
ihtiyâcdan münezzeh ve müberradır, ya’nî berîdir demekdir. Allahü
ekber demek farzdır. Çünki, nemâza dâhil olduğu zemân ihtiyâc ve
vehmden kurtulma zemânıdır. Diğer tekbîrler sünnetdir.
Kıyâm:
Nihâyeti zillet ve tevâdu’dur. Beş duyu organının hareketlerini
kontrol altına almış, a’zâsını hareketden düşürmüş, huşû’ eder ve
zelîl bir vazıyyetde bulunmuş olarak, Allahü teâlâyı ta’zîm etmiş,
yüceltmiş olan avâmın, ben Ona lâyık ibâdetde bulundum diye zihnine
birşey gelir. Allahü ekber deyip, rükû’a gidince hâtırayı yine
def’ ediyor. Cenâb-ı Hakka lâyık huzûru yapamamak, Onu tenkıs değil,
kusûru kendisine isnâd edip, Cenâb-ı Hakkı kusûrdan münezzeh bilmekdir.
İlk evvel huzûra dâhil olunca,
(Sübhâneke) okuyacaklardır ki, benim bu kıldığım nemâzın liyâkatinden
Sen münezzehsin. Sana
lâyık bir ibâdet değildir. Fekat, memurum, yapacağım, demekdir. Bu
hitâb, lezzet almak içindir. Hitâbda bir lezzet vardır.
Sübhâne:
Ben tenzîh ediyorum. Ke: Seni.
Allahümme:
İsti’taf, “talebi şefkat” içindir ki, benim Allahım Sensin. Ben kimseye
mürâce’at etmem. Bu tesbîhi de yapmağa muktedir, değilim.
Ve
bihamdike: Yardımın ile muvaffak olduğumdan,
Seni tenzîh ediyorum.
Ve
tebâre kesmüke: Senin ismin çok yüksekdir. Veyâhud
kesîrül menfe’atdir.
Ve
teâlâ ceddüke: Azametin yüksekdir. İnsan düşüncesinin
hâricindedir.
Ve
celle senâüke:
Senân [medh edilmen] haddimin üstündedir. Haddimizin fevkindedir.
[Ya’nî, Seni medh etmek mümkin değildir.] [Yalnız cenâze nemâzında
söylenir.]
Ve
lâilâhe gayrüke: Senden gayri ilah yokdur.
Nemâz kılmaya başlıyan kimse (Sübhâneke)yi
okurken gâfil olmasın. Çünki, burada gaflet, edebsizlikdir. İlk huzûra
girmekdir. Bu kadarcık bir huzûrla huzûr-u Rabbil âlemîne dâhil olmalıdır.
Bu başlama tekbîrinden sonra Allahü
teâlâyı kendisinin emr ve fermânına muvâfık olarak kırâ’et edecekdir.
Kırâ’etde, hakîkî mütekellîm olan Allahü teâlânın nâmına olarak
kırâ’et eder. O vakt, nefsin vesveselerinden ve şeytânın güzel göstererek
aldatmalarından tamâmiyle berî olmak îcâb eder. Hâlbuki, bu onun
kudret ve kuvvetinin üstündedir. Kuvveti dâhilinde olan bir kimseyi
vekîl ta’yîn eder. Ve der ki (E’ûzü billâhimineşşeytânirracîm).
Ya’nî, yâ Rabbi! Şeytânın şerrinden Sen beni muhâfaza et. Vekâletinde
doğrusun. Binâenaleyh, ben muktedîrim, şu hâlde, (Bilmillâhirrahmânirrahîm)
deyip, (Mâliki yevmiddîn)e kadar, hassa-i ilâhîyedir. Ondan sonra,
(İyyâke nâbüdü ve iyyâke nesteîn. İhdinas sırâtalmüstekîm) kavlin
hassâsıdır. (Sırâtallezîne, en amte aleyhim) bu îzâhdır. Melekler,
hep bu düâya âmîn demeğe hâzırdırlar. İmâm âmîn deyince, melekler de
âmîn der. Ve cemâ’at bir anda âmîn derler. Meleklerin âmîni ile berâber
olan âmînler red edilmez. Ve çürük âmînlerimiz onların makbûl âmînleri
yanında şâyân-ı kabûl olur. Çünki, Allahü teâlâ kerîmdir.
Nemâz kılmağa başlayınca, kıyâmda,
yâ Rabbî! Ben her emrini yerine getirmeğe hâzırım. Ve her vâridâtını
devâmlı istiyenim. Fekat, vâridât-ı ilâhiyen o kadar ağırdır ki,
kaldıramam. Belim bükülür. Zâhir sen bilmek üzerine ne yüklesen kaldırırım.
Rükû’:
Tevâdu’ demekdir. Rükû’ edenler, âciz vaziyyetdedirler.
Ellerini, dizlerine dayar. O vaktde, rükû’ kıyâmdan dahâ ziyâde zillet
ve meskenet, havf ve haşyete, ya’nî korkuya delâlet etdiğinden, nefsin,
Allahü teâlâya lâyık bir ibâdetde bulundum, yolundaki vehmlerini
izâle için (sübhâne) der. Ya’nî münezzehdir, münezzehdir, münezzehdir.
(Rabbiyel azîm). Benim Rabbim, bu rükû’um sana lâyık bir rükû’ değildir. Seni bu
tenkısin tevehhümünden, ya’nî vehminden tenzîh ederim. Tekrârı da
bunu te’kitdir, ya’nî kuvvetlendirmek içindir. Üç def’a tekrâr edince,
tevehhüm tenkısden tenzîh etdi. Burada Allahü ekber, sünnet değildir.
(Semi’allahülimen hamideh) denir. (Semi’a), işitsin, kabûl etsin,
demekdir. Yâ Rabbî! Vâridâtına karşı, ben tahâmmül edemedim. Bir dahâ
doğruldum. Bununla dahâ büyük vâridât vürûd ediyor. Bunun üzerine
birdenbire ayaklarına kapanır gibi, Allahü ekber diyerek secdeye
gider. Bu kıyâma liyâkatinden seni tenzîh ediyorum yâ Rabbî!
Secde:
Bundan dahâ ileri bir tezellül, ya’nî zillet, aşağılanmak
beşeriyyetde mümkin olamadığından, iki şeyle rükû’dan tefrîk eyledi,
ayırdı. Birincisi a’lâ demekle. A’lâ, azîmden dahâ ziyâde mübâlagalı
olduğundan, rükû’a azîm, secdeye a’lâ tahsîs edildi. İkinci secdenin
ihtimâmına binâen, secdeden evvel ve sonra Allahü ekber vardır.
Rükûda böyle değildir. Secdenin yapılmasında bir nev’i edeb dışı düşünülerek
başını çabuk kaldırır. Bir dahâ secdeye gider. İkinci secdeden dehşetle
ve sür’atle kalkar. Ve oturur. Allahü teâlâya hamd ve senâ eder. Mü’min
her nerede nemâz kılsa, Peygamberlerin ve Velîlerin rûhları, melekler
ve cin mutlaka berâber bulunurlar.
Uzun okumak ile kılınan nemâz efdâl
olduğu hadîs-i şerîfde bildirildiğinden, imâm, cemâ’atin hâl ve takâtine
göre kılması lâzım gelmekdedir. Münferîden, ya’nî yalnız başına kılanlar,
kıyâm, rükû’ ve secdenin tâkatleri nisbetinde uzatılmasına rağbet
edeler ve nemâzın erkânına dikkat edip ve kusûrsuz kılınması ile
meşgûl olalar. Makbûl bende, ya’nî sevilen kul şu kimsedir ki, mücerret
Mevlâsının emrine bağlı olarak, emrleri te’hîrsiz yerine getirir.
Zîrâ, Mevlânın emrini te’hîr eylemek, gecikdirmek, edebsizlik ve
dik başlılıkdandır. Bunun için nemâzı vaktinin evvelinde kılmak ve
kulluk vazîfesini îfâda himmet kemerini iyi ve sıkı bağlamak gerekdir.
Hadîs-i şerîfde gelmişdir ki, her
farz nemâzını kıldıkdan sonra, Âyet-el-kürsî kırâ’et eden kimsenin, Cennete girmesine mânî’
yokdur. Sâdece ölüm vardır. Hadîs-i şerîfde beyân buyurulduğu üzere,
farz nemâzından sonra okunan, tesbîh, tehlîl ve tekbîrin, imâm-ı Rabbânî
müceddîd-i elf-i sânî radıyallahü anhın indinde, sırrı budur ki, nemâzın
kılınması zemânında meydâna gelen kusûrların telâfîsi, o tesbîh
ve tekbîr iledir. Binâenaleyh, nemâzı lâyıkiyle kılamadığı ve ibâdeti
noksan olduğunu o tesbihler ile i’tirâf eylemek gerekdir. Allahü
teâlânın tevfikı ile ibâdetin yapılması müyesser oldukda, o ni’metin
şükrünü tahmîd ile yerine getirmek ve ondan gayri ibâdete müstehak
yokdur, diye bilmek lâzımdır. Nemâz, edeblerine ve şartlarına uygun
olarak kılınıp, sonra, samîmî kalb ile tesbîhler yapılıp ve ni’metin
şükrü yerine getirilip ve Allahü teâlâdan gayri ibâdete hakkı
olan olmadığı bildirilirse, ümîddir ki, o nemâz, Hüdâvendi celle celâlühünün kabûlüne
şâyan olur ve o nemâzın sâhibi olan nemâz kılan kişi, felâh bulucudur.
Onun için, tesbîhleri terk etmemek îcâb eder.
Ne zemân ki, nemâza durmağa irâde
edilince, evvelâ dünyâ fikrlerini, mâsivâyı zihninden silip, Allahü
teâlânın azametini göz önüne getirmeği cehd eylemek, ya’nî uğraşmak
lâzımdır. Çünki nemâz huzûr-ı Rabbilâlemîndir “celle celâlüh”. Ya’nî nemâz kılmak, Allahü
teâlânın huzûruna çıkmakdır ve Seyyidül Mürselînin “aleyhi ve alâ
âlihissâlevâtü vetteslîmât” mi’râcıdır ve Mûsâ aleyhisselâmın
Tûr dağındaki müşâhedesidir. Her nemâzda veyâ hergünde veyâ her
haftada bir kerre olsun Allahü teâlâ korkusundan bir mikdâr ciğer
kanı dökmelidir. (Tubâ lil ............... fissalâti) hadîs-i sahîhdir.
Ya’nî, (Ne mutlu o kişiye, nemâzı
içinde, Allahü teâlâ korkusundan ağlaya. Hangi nemâzda göz yaşı dökülmezse,
o nemâzın fâidesi pek azdır.) İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh”
buyuruyor, hangi nemâz ki, gönül hâzır olmayarak gafletle kılınırsa,
o nemâzın rahmeti tarafından ukûbât ciheti yakındır. [O nemâza sevâb
yerine cezâ verilebilir.]
Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi
ve sellem” (Nemâzın ancak, hemen gönül
hâzır olduğu yeri yazılır. Bâkîsi yazılmaz,) diye buyurmuşdur.
Bunun için nemâzın cemâ’at ile kılınması lüzûmunun hikmeti ve fazîleti
çok olduğunun sebebi budur ki, cemâ’atden birinin gönlü hâzır olduğu
yerler eğer
cem’ olsa, belki bir kâmil nemâz olup, dergâha yükselir. Veyâ cemâ’atden
birinin nemâzı makbûl olursa, onun hürmetine gayrinin nemâzları
dahî makbûl olur. Bir kişinin haccı makbûl olmakla cümle hüccâcın
haccı makbûl olduğu gibi. Hadîs-i şerîf bunun üzerinedir. (Feveylün lil .......................................
sâhûn) âyet-i kerîmesinin ma’nâsı (Veyl, azâb şol kimse içindir ki, nemâzın ahvâlini kayırmaz.
Ya’nî, vaktinde kılmaz. Cemâ’ati fevt eyler. Tekbîr-i ulâya, ya’nî birinci
tekbîre yetişmez. Tâdil-i erkâna ve âdâba riâyet eylemez. Allahü
teâlânın hâzır ve nâzırlığını fehm eylemez. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını
mülâhaza etmez. Bu gibi husûslara riâyet etmiyenler, nemâzı hiç
kılmıyanlar gibi, kıyâmet gününde ilâhî azâba hâzır olsunlar, demekdir.)
Öyle ise, şöylece i’tikâd eyleyesin ki, Allahü teâlâ bizim fehm ve
idrâkimizin verâ’sında, ya’nî ötesinde olan bir huzûr ve nazarla, hâzır
ve nâzırdır. Her ne amelde olursan ol, bilir ve görür. Gönlünden geçeni
senden dahâ iyi bilir. Sen de Allahü teâlâyı sanki görür gibi ibâdet
eyleyesin. Sen Onu görmezsen O seni gördüğü heybet üzerine amel eyleyesin.
(E’abüdallahü keenneke terahu ve
in lem tekü terahu feinnehu yerake) buna işâretdir.
Ma’lûm olsun ki; nemâzda ilk tekbîr,
kulların ibâdetinden ve nemâz kılanların nemâzından Hak sübhânehü
ve teâlânın müstagnî olduğuna işâretdir. [Ya’nî, kulların ibâdetine
Allahü teâlânın ihtiyâcı yokdur.] Ve rüknlerinden sonraki tekbîrler,
Hak sübhânehü ve teâlâya ibâdet için, her rek’ati yerine getirmeğe
liyâkati olmadığına rumûz ve işâretdir. Rükû’ tesbîhinde tekbîrin
ma’nâsı mülâhaza edildiğinden, rükû’dan sonra tekbîr söylemek emr
buyurulmadı. Ammâ, iki secde onun hilâfıdır ki, onlarda tesbîh söylemekle
berâber, evvelinde ve âhirinde tekbîr getirmek emr buyuruldu. Tâ
ki, aşağı inmek, inhizaz ve tezellül ve inkisârın netîcesi ve nihâyet
yeri olan secdelerde hakkiyle ibâdet eylemek vehmine kimse düşmiye.
Bu vehmi def’ için secde tesbîhinde (a’lâ)
lafzı ihtiyâr olundu. Hem bu secde tekbîri, tekbîr-i mesnûn [sünnet
tekbîri] oldu.
Nemâzı
kılana bir hitâb:
Eğer
kâinâtın yaratıcısının, (yürîdüne
vechehü) âyet-i kerîmesiyle, iltifât etmiş olduğu kimselerden
olmak ister isen, nemâza kalk. Tahrîme tekbîrinden evvel, âlem-i ervâh
ve âlem-i ecsâddan [ya’nî, rûh ve madde âlemlerinden olan] Allahü teâlânın
bütün mahlûklarını tasavvur ederek, zihninde ve nefsinde hâzırla.
Buna da evvelâ, nefsinden başlıyarak, basit ve mürekkeb a’zâların,
tabî’i, hayvânî, insânî kuvvelerin tekmîlini tasavvurdan geçir.
Sonra bu âlemin içindeki ma’denleri, bitkileri ve hayvanları insan
ve diğer mahlûkları aklında tut. Ve sonra denizleri, küçük ve büyük
dağları, sahrâları ve bunlardaki acâib şekldeki otları ve hayvanların
kısmlarını, ilâve et! Sonra dünyâ gökünün büyüklüğünü ve genişliğini
tasavvur et! Ondan sonra gökden göke çık. Tâ sidret-ül-müntehâya, refref,
levh, kalem, Cennet, Cehennem, Arş ve kürsîye kadar yüksel. Sonra
âlem-i ecsâddan âlem-i ervâha [madde âleminden rûhlar âlemine] intikâl
et! Dünyâda bulunan bütün kötü insanları ve insanlardan başka canlıları
ve dağlar ve denizlere âid olan canlıları ki, Resûl-i ekrem “sallallahü
aleyhi ve sellem” meleki cibâl ve meleki bihardan bahs buyurduğu hadîs-i
şerîf vechiyle:
Cinlerin insanlardan on misli fazla
olduğu.
Hayvanât-ı beriyyenin (yeryüzü
hayvanlarının) insanlardan ve cinlerden on misli fazla olduğu,
uçan hayvanların yerdeki hayvanlardan, insanlardan ve cinlerden on
misli fazla olduğu, denizdeki hayvanların uçan hayvanlardan, yerdeki
hayvanların insanlardan ve cinlerden on misli fazla olduğu.
Yerdeki meleklerin, denizdeki
hayvanlardan ve uçan hayvanlardan, yerdeki hayvanlardan, insanlardan
ve cinlerden on misli fazla olduğu.
Birinci sema’daki meleklerin,
yerdeki, ya’nî kürre-i arza müvekkil meleklerden, denizdeki hayvanlardan,
uçan hayvanlardan, yerdeki hayvanlardan, insanlardan ve cinlerden
on misli fazla olduğu.
İkinci sema’daki meleklerin, birinci
sema’daki meleklerden, yerdeki meleklerden, denizdeki hayvanlardan,
uçan hayvanlardan, yerdeki hayvan, insan ve cinlerden on misli fazla
olduğu.
Üçüncü sema’daki meleklerin, ikinci
sema’daki meleklerden, birinci sema’daki meleklerden, yerdeki meleklerden,
denizdeki hayvanâtdan, uçan hayvanlardan, yerdeki hayvan, insan ve
cinlerden on misli fazla olduğu.
Dördüncü sema’daki meleklerin;
üçüncü sema’daki meleklerden, ikinci sema’daki meleklerden, birinci
sema’daki meleklerden, yerdeki meleklerden, denizdeki hayvanlardan,
uçan hayvanlardan, yerdeki hayvan, insan ve cinlerden on misli fazla
olduğu.
Beşinci sema’daki meleklerin;
dördüncü sema’daki meleklerden, üçüncü sema’daki meleklerden, ikinci
sema’daki meleklerden, birinci sema’daki meleklerden, yerdeki meleklerden,
denizdeki hayvanâtdan, yerdeki hayvanlardan, insanlardan ve cinlerden
on misli fazla olduğu.
Altıncı sema’daki meleklerin; beşinci
sema’daki meleklerden, dördüncü sema’daki meleklerden, üçüncü sema’daki
meleklerden, ikinci sema’daki meleklerden, birinci sema’daki meleklerden,
yerdeki meleklerden, denizdeki hayvanâtdan, uçan hayvanlardan,
yerdeki hayvanâtdan, insanlardan ve cinlerden on misli fazla olduğu.
Yedinci kat meleklerin; altıncı,
beşinci, dördüncü, üçüncü, ikinci, birinci sema’daki meleklerle,
yerdeki meleklerden, denizdeki hayvanât, uçan hayvanât ve yerdeki
hayvanâtdan, insanlardan ve cinlerden on misli fazla olduğu.
Arş, Kürsî, Levh-i mahfûzdaki meleklerin
bâlâdaki mikdârları nisbeti, bir denizin bir katresi nisbeti gibi
olduğunu zihninde tut.
Birçok zemânlar, kürre-i arz üzerindeki
memleketlerin ilm ve irfân merkezi olan Endülüs ulemâsının, akl ve
nakl ve keşfde esbâk olanlardan birinin isbâtına göre, benî beşer,
ya’nî insanın efrâdı münhâsıran şu kadardır. 999 999 100 100 100 100
100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100. Bu mikdârın
yarısını ve sonra üçde birinin iki katını altına yazıp, topladıkdan
sonra, o yekûnü asl ile çarparak ve çıkan sayı ne mikdâr ise, Âdem alâ
Nebiyyinâ ve aleyhisselâmdan tevellüd eden efrâd-ı insânî o kadardır. Ne bir
fazla, ne bir noksan. Eğer
hesâb erbâbı bu mikdârı tesbîte lüzûm görmemiş ise de a’dadı umûru
i’tibâriyyeden olduğundan azıcık akla ve hesâba yakın olan bu ibâreyi
bulabiliriz. Beş-altı kerre adedin örfen müntehîsi kentrilyonları
ahad ad’ederek, kentrilyonun altı def’a hâtırlayarak takrîben azıcık
hisse yakın bir aded mikdârınca olur. Bu kadar efrâd-ı beşer arasında
âhıret işlerini inkâr ve taşıdığı aklına istinâden inkârda ısrar
edenlerle, vehm ve şek edip tereddüd âleminde kalanlar, âhıret işlerini
ikrâr ve tasdîk edenlere nisbeten hiç mesâbesindedirler.
Nitekim, Server-i âlem “sallallahü
aleyhi ve sellem” buyurmuşdur; Göklerde bir karış yer yokdur ki, onda
bir melek bulunmasın. Yâ kıyâmda veyâ ka’dede, kimisi secde, kimisi
rükû’da. Bunlar Allahü teâlâyı tesbîh ile meşgûl ve bir kısmı da, cemâli
ilâhîde kendilerinden geçmiş bir hâlde bulunmakdadırlar. Bunları
da aklında hâzır tut! Arş-ı a’zâm-ı ilâhînin hâlleri ve Arş-ı a’zâmın
etrâfında mevcûd olup, bütün işleri takdîs ve tahmîd olan melekleri
dahî zihninde tut!
Sonra, bu âlemin hâricindeki Allahü
teâlânın mahlûklarını, (Nitekim, Allahü teâlâ kelâm-ı kadîminde
buyurmuşdur: “Ey Habîbîm! Rabbinin
cunudu (ordusu) mesâbesinde emrine tâbi’ ve muti’ mahlûkâtını
ancak o bilir”). Bunların da
cismânî ve rûhânî olarak temâmını kalbinde ve aklında tutup, göz
önüne getirdiğin zemân, Allahü ekber de. Allahü ekber dediğin
vakt, Allah kelimesinden kalbin ile, kasd edeceksin ki, öyle bir Hallâk-ı
âlemdir ki, bu eşyâları yokdan var etmişdir. Öyle Allah ki, bu eşyânın
kemâlâtı, tertîbi ve işleri Onun îcâdiyle vâsıl olmuşdur. Allahü
teâlâ ki, bu eşyânın hiç birine benzemez. Ve hiçbirşey Ona benzemez.
İşte nemâzın başlangıcında farz
olan ve tahrîme tekbîri nâmiyle bilinen, Allahü Ekberden murâd ve
maksûd budur. Ya’nî bu şeklde azamet ve kudret-i ilâhiyyeyi göz önüne
getirerek, ondan sonra nemâza dâhil olmak gerekdir. Server-i âlem
“sallallahü aleyhi ve sellem” (Nemâz
mü’minin mi’râcıdır) buyurduğu, mü’minin mi’râcı olan nemâz, bu
tarzda kılınan nemâzdır. Eğer
bu şeklde kalb huzûru ile ve bütün edeblerine ve şartlarına riâyet
ederek, nemâz kılınırsa, mi’râc gecesinde, Server-i âleme “sallallahü
aleyhi ve sellem” hâsıl olan tecellîler hâsıl olur ki, mü’minin mi’râcı
olur.
İmâm-ı Rabbânî “radıyallahü anh”,
Mevlânâ Abdülhaya yazdığı, cild.1. 304.cü mektûbda buyuruyor ki:
Ma’lûm ola ki, nemâzda ilk tekbîr, Hak sübhânehü ve teâlânın, nemâz kılanların
nemâzından ve kulların ibâdetinden müstagnî olduğuna işâretdir.
[Ya’nî, Allahü teâlânın buna ihtiyâcı yokdur.] Ve rüknlerden sonraki
tekbîrler, Hak sübhânehü ve teâlânın ibâdeti için, herbir rüknü edâya
liyâkati olmadığına rumûz ve işâretdir. Yalnız rükû’ tesbîhinde
tekbîrin ma’nâsı mülâhaza edilmekle, rükû’a müteâkib, tekbîr almak
emr buyurulmadı. Ammâ iki secde onun hilâfıdır ki, onlar da tesbihât
mevcûd olmakla berâber, evvelinde ve âhırinde, tekbîr almak emr buyuruldu.
Tâ ki, inhizaz, ya’nî aşağı inmek ve alçalmak ve tezellül ve inkisârın
nihâyet yeri olan secdelerde hakkiyle ibâdeti îfâ ediyorum vehmine
düşülmeye. Bu vehmi def’ için secde tesbîhinde, a’lâ lafzı ihtiyâr
olundu. Tekbîri dahî, tekbîr-i mesnûn [sünnet tekbir] oldu. Çünki nemâz
mü’minin mi’râcı olduğu cihetden, nemâzın âhırinde, o Server-i en’âm
“aleyhissalâtü vesselâm” mi’râc gecesinde, müşerref oldukları kelimâtın
kırâ’et olunması emr buyuruldu. Öyle ise nemâz kılana lâzımdır ki,
nemâzı kendine mi’râc kılıp, kurbun, ya’nî yükselmenin nihâyetini
nemâzda arasın.
Îşânın
(Keşkül)ünden alınmışdır:
Evvelâ, kazâya kalmış olan nemâzların
mikdârını hesâblayıp, ta’yîn etmek lâzımdır. İkinci olarak, bir nemâzın
on dakîka zarfında edâsı mümkin olduğu kabûl edilse, geçirilen her
nemâzın akabinde gelen her on dakîkalık müddet içinde, o nemâz kazâ
edilmezse, tâ edâ olununcaya kadar, her geçen o mikdâr müddet için,
bir misli günâh ilâve olunur. Bunun içindir ki, kazâların sür’atle
edâsı, hattâ her günkü vakt nemâzlarına âid, sünnetlerin yerine de,
kazâ kılmak lâzım ve farz kazâlarının bitiminden sonra, sünnetleri
dahî kazâ etmek sünnetdir. Sabâh nemâzının sünneti çok mühim olduğundan
terk edilmiyerek, kazâ nemâzları bir borcunu ödeme tertibiyle edâ
edilmelidir. Her günkü öğle nemâzının ilk dört rek’at sünneti yerine,
öğle nemâzının dört rek’at kazâ farzını, ikinci olarak, o günkü dört
rek’at öğle farzını, üçüncü olarak, iki rek’at son sünnet yerine, iki
rek’at sabâh nemâzının kazâ farzını, ikindinin dört rek’at sünneti
yerine, dört rek’at ikindinin kazâ farzını, akşamın iki rek’at sünneti
yerine, üç rek’at akşamın kazâ farzını, yatsının ilk dört rek’at sünneti
yerine, dört rek’at yatsı kazâ farzını ve iki rek’at son sünneti yerine,
üç rek’at, salât-ı vitr kazâsını ve ona müteâkib o günkü vitr nemâzı
edâ olunur. Niyyet etdim, üzerimde kazâya kalan en evvelki, sabâh nemâzının
iki rek’at farzını, öğle veyâ ikindi nemâzının dört rek’at farzını,
akşam nemâzının üç rek’at farzını, yatsı nemâzının dört rek’at farzını
veyâ üç rek’at vitr nemâzını kılmağa diyerek, niyyet edib, Allahü ekber
demelidir. Niyyet kalbî olmalıdır. Kazâ nemâzlarının bitimine
kadar, hergün edâ olunan mikdâr yazılmalıdır. Hergün görülmesi meşrû’
ve zarûrî işlerin hâricindeki zemân, kazâ nemâzlarının edâsına
tahsîs edilmelidir.
(Mesnevî-i
şerîf)de: Dekûkînin nemâzına dâir:
Dekûkî, âşık ve Allahü teâlânın
sevgisi ile dolu ve kerâmet sâhibi idi. Güzel sözler söyler ve kıssâ
sâhibi bir hâce, bir ârif idi. Yerde gezerken, gökde hareket eden ay sanılır idi. Gece
yürüyen insanlara ay gibi aydınlık bahş ve ihsân ederdi. Bir mekânı,
dâimî makâm edinmez, iki gün bir yerde durmaz idi. Halka müşfik, âleme
su gibi nâfi’, güzel bir şefî’ ve düâsı müstecâb bir büyük zât idi. Her
ferde annesinden ziyâde şefkâtli ve babasından dahâ merhâmetli
idi. Verâset-i Resûlillah “sallallahü aleyhi ve sellem” cihetinden
iyi ve fenâ kimselere şefîk ve mihribân idi. Gündüz seyâhât hâlinde,
geceleri nemâzda idi. Gözleri şahbaz, ya’nî doğan kuşu gibi, avını
avlamak için açık idi. Fetvâda halka imâm, takvâda melek gibi idi.
Seyr ve seyâhâtde ayı geriye bırakır. Dindarlıkda dînin gıbta edileni
idi. Bu takvâ ve evrâd ve ezkâr ve kıyâmıyle berâber, Hak sübhânehü
ve teâlânın, has kullarına dâimâ tâlib ve râgıb idi. Seyr ve seyâhâtden
tek maksâdı, hâlis bir kul ile konuşmak, görüşmek idi. Yollarda yürürken,
ey Rabbî mu’în! Hâs kullarına beni yakın etmeğe yardım et der idi. İşte,
bu kıymetli zât Dekûkî diyor ki; seyr ve seyâhâtim esnâsında birgün
yedi insan ile karşılaşdım. Tam bir dikkat ile bakdım ki, bunlar kimlerdir.
Yanlarına vardım. Selâm verdim. İsmim ile hitâb ederek, aleyküm selâm
ey Dekûkî dediler. Aramızda tanışma yok iken, ya’nî, evvelce sizinle
tanışmamış iken, Dekûkî olduğumu, nereden keşf etdiniz dedim. Birbirlerine
bakarak, kalbimi haber verdiler. Dediler, bu sır gizli kalmasın.
Hak teâlânın muhabbeti hangi kalbde olursa olsun, Ehl-i nazar onu bilirler.
O yedi kimse bana dediler. Ey temiz kişi, sana uymak arzû ederiz. Muvafakat etdim.
Ancak müşkilâtımı sizin sohbet ve muhabbetinizden hâl etmek isterim.
Bu ricâmı kabûlden sonra sohbetlerinde kendimden geçdim. Bir sâat
kadar kendimden geçdim. Cümle telvînât ve temkînâtı geriye bırakdım.
(Makâmât-ı kurb-ı ilâhîyenin cümlesini geçdim.) İmâmete ehl oldum.
Dediler bana, ey âlemin bir dânesi, bu iki rek’at nemâzı kıldır da senden
gönlümüz müzeyyen olsun. Ve dediler ki, ey gözümüzün nûru, imâm gören
olmalı, kör olmamalı. Bilmezmisin ki, görmiyenin, körün imâmeti
mekrûhdur. Çünki, necâsetden kendini koruması müşkîl olur. Murâdımız,
bunların bâtın gözüdür. Bâtın gözü olmıyan bâtınî necâseti göremez
ki, temizlensin. Zâhirî necâseti su temizler. Bâtınî necâseti,
göz yaşları temizler.
Dekûkî imâm oldu. O yedi kimse de
cemâ’at oldular. Ne zemân ki, nemâza dâhil oldular. Cemâ’at atlas,
Dekûkî zînet oldu. Bu i’tibâr sâhibi olan kavm, o şöhretli imâma uydular,
tâbi’ oldular. Allahü ekber dedikde kendileri kurban olup, cihândan
çıkmış oldular.
Tekbîrin hakîkî ma’nâsı budur ki,
Ey Hüdâvendi-i âlem! Bizler sana,
kurban olmuşuz. Zîrâ kurban zehbinde İbrâhîm aleyhisselâm, Allahü
ekber dedi. İnsan kendi nefsini Hâlıkına kurban etmek istediği zemân
mutlaka Allahü ekber der. Nefsin kurban edilebilmesi için, keskin
bıçak, ancak Allahü ekberdir. Vücûd bu sûretle, kurban edilerek,
Bismillah ile nemâza başlandı. Allahü teâlânın huzûruna dâhil
olundu. Kıyâmet gününü tehayyül edip, Allahü teâlânın huzûrunda
saf bağlayıp, yalvardılar. Allahü teâlânın huzûrunda göz yaşı dökerek,
hasret ve pişmânlık ve korku ile, kıyâmet ve mahşer için hayrete düşdüler.
Hak teâlâ buyurur ki, Ey kulum! Sana verdiğim mühlet
ve fırsatlarda ne kazandın. Benim huzûruma ne ile geldin. Amellerin
netîcesi ve bu müddetde yapdığın işlerin semeresi nedir? Ömrünü
ne ile sona erdirdin. Kuvvet ve gücünü nerede tüketdin. Müddet-i ömrün
nerede sarf oldu. O kıymetli nefesleri nerede sarf etdin. O güzel
cevher-i nefîsi ne ile yıpratdın. Beş duygu organın nereye rehber oldular.
Göz, kulak ve idrâk, arşın cevherleridir. Harç etdin, bunlara mukâbil
ne satın aldın. Parlaklıkda nihâyeti olmıyan ve yıldızlardan yukarı
olan bu cevherleri nerede harc ve sarf eyledin? Merhamet ederek sana verdiğim, el ve
ayak ve güçlü kolların ile ne yapdın! Bunlar ile kazandığın nedir? Böyle
zor ve korkulu süâller ile Cenâb-ı zülcelâlin sorguya çekdiği kimse
olur. Bu hitâblar kıyâmda olduğundan, hayâ ve utancından ayakda kalmağa
takât getiremediğinden, beli bükülür, rükû’a varır. Rükû’da tesbîh
ile başlanır. Bir dahâ ilâhî fermân gelir ki, kulun Hakka hesâb vermesi
lâzımdır. Hesâb görmek için başını kaldırır. Rükû’dan başını kaldırır
iken, isyân ve günâhlarına karşı nâil olduğu hâlden ve Allahü teâlânın
lütflarından utanarak secdeye kapanır. Zillet ve âcizliğini arz etmek
için en şerefli a’zâsı olan alnını toprağa koyar. Hak sübhânehü ve
teâlâ sonsuz rahmet ve merhametinden dolayı, yüzünü toprakdan kaldırılmasını
emr eder.
Yine Allahü teâlânın bu merhametini
görünce, tekrar secdeye kapanır. Yine başını kaldırmasını, Cenâb-ı
Hak emr ve fermân eder. Başını kaldırınca, Hak teâlâ hitâb eder. Der
ki, inceden inceye senden hesâb isterim. Bu ilâhî hitâbın heybeti
beklemeğe kudret bırakmaz. Bu o ağır süâl ve cevâbın altından çıkamıyacağını
görür. Hak sübhânehü ve teâlâ, oturduğu yerde hisâbını emr eder. Hitâb-ı
ilâhî şu şeklde sudur eder ki, sana
şu kadar nusret ve ni’metler verdim. Buna karşı şükrün ne idi? Sana sermâye vermişdim.
Göster ticâretini! Ne kazandın? Bana birer birer söyle. Hesâbın
dehşetinden yüzünü sağ tarafına çevirip, Enbiyâ-i a’zam ve Evliyâ-i
kirâma selâm verir. Ve onlardan istişfâ’ ve istimdât eder. Ya’nî, tevessül
eder, şefâ’at diler.] Ya’nî der ki: İşleri şefâ’at olan cemâ’at; bu kınanmışlık
hâlim müşgil oldu. Bu acınacak hâlim için, emân dilerim. Enbiyâ-i
i’zâm derler ki: Çâre günleri geçdi. Fırsât zemânlarında tevbe ile
hâline çâre bulmalı idin. Vaktsiz öten horozun başını kesmek gerekdir.
Sol tarafından ümîd bekler. Yakınlarına, ahbâblarına ve dostlarına
selâm vererek istimdâd eder. Onlardan da, bizden sana fâide yok; cevâbını alınca, hepsinden
ümîdini keserek, ellerini kaldırıp, düâ eder. Der ki: Ey, kâinâtın
Hâlıkı, ne sağdan, ne soldan, bana imdâd yetişmedi. Hepsinden ümîdsiz
oldum. Bârîgâh-ı ülûhiyyetin, düânın kabûl olduğu makâmdır, diye
tedarru’ ve niyâza başlar. O zemân; (Ve
zannü enlâ melcâe minâllahi illâ ileyh) hükmünce, ilâhî, nihâyetsiz
merhamet denizi coşup, lâzım gelen îfâ buyurulur. Bu sûretle nemâzları
da sona erdi.
Nemâz kılmak, eğer dünyâda emr olunmasaydı, maksûdun
yüzünden perdeyi kim kaldırırdı. Tâlibin matlûba erişmesine kim
delâlet ederdi. Nemâzdır ki, gamlılara lezzet bahş eden. Nemâzdır ki, hastalara râhat veren.
Onun için Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Erihnî yâ Bilâl) [Ey Bilâl! Beni
ferâhlandır!] buyurmuşdur. Kulun Rabbine en yakın olduğu an nemâzdadır.
Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm”; (Lî me Allahü vaktün) buyurduğu hâs vakt nemâzdadır. Nemâzı
bu sûretle kısa bilmiyeler. Cümle hakîkatlerin üstünde olan âlem-i
gayb-ül gaybde nemâzın bir hakîkati vardır ki, bütün hakîkatlerin
üstüdür. Ancak, ehline ma’lûmdur ki, hadîs-i şerîfde vâki’ olan; (Kıf yâ Muhammed. Feinnallahe yesallî).
O hakîkate bir işâretdir. O hakîkate erişmiş olmadıkça, onun kemâli
idrak edilemez. Ve o hakîkat bu sûretle kâimdir. Nemâz gönül alan
bir sevilmişdir ki, güyâ onun güzel sûreti, bu mecâz âleminde bu erkân-ı
mahsûsa ile bildirilmiş, ya’nî bu kıyâm ve ku’ud ve bu huşû’ ve âdâbla
açıklanmışdır. O sûrete giriftâr ve kapılmış olmayan kimse, bu erkânın
hakîkatini anlıyamaz. Ve onun edâsına hayran, olmayan kimse, bu huşû’
ve tumânînetin kıymet ve kadrini idrak edemez. Nemâzın bütün üstünlükleri,
yazılanlardan dahâ çok üstündür. Ve onun güzelliği idrak edilemez
derecede yüksekdir. Nemâz, müşâhede ve tecellîlerden çok yüksekdir.
Her ne kadar bu sûret nemâzın, ya’nî şeklle kılınan nemâzın tekmîli
için çalışılır ve onun sünnet ve edeblerine riâyete gayret edilirse
ve kırâ’etin uzatılmasında, rükû’ ve sücûdde sünnete muvâfık olması
husûsuna ziyâde uğraşılırsa, o hakîkate o kadar münâsib şeklde
açığa çıkar ve onun feyzleri ve berekâtı o nisbetde fazla gelir. Ve
onun hüsn ve cemâl ve kemâli dahâ ziyâde zuhr eder. Ve yükselme yüz gösterir.
Ve Cenâb-ı Hakkın inâyet ve büyük lütfları fazla tecellî eder. Ve alâkalardan
dahâ ziyâde ayrılmış olur. Binâenaleyh bu sûret nemâzın erkân ve
şartlarını ve sünnet ve edeblerini tamâmiyle ve ihmâlsiz edâ etmek
husûsunda tam ihtimâm ve ihtiyât etmek ve ta’dîl-i erkân ve tümâninete
riâyet etmekde ziyâde mübâlega göstermek ve nemâzı her vechle iyi
muhâfaza etmek gerekdir. Zîrâ, boş işler yüzünden ekserî kimseler,
nemâzlarını zâyi’ edip, ta’dîl-i erkânı perîşân eylemişlerdir. Bu
gibiler hakkında cezâlar bildirilmiş ve tehditler gelmişdir. Muhbîr-i
sâdık “aleyhissalâtü vesselâm” buyurmuşdur ki; (Hırsızların hırsızı şu kimsedir ki, nemâzından hırsızlık
eder. Ya’nî nemâzın erkânını kemâliyle ve temâmiyle edâ ve rükû’unu
ve secdesini hakkiyle îfâ eylemez.) Bu hırsızlıkdan ictinâb etmek,
kaçınmak zarûrî oldu. Tâ ki hırsızların en fenâsı olmaya. Bir def’a
da Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuşlardır
ki, (Rükû’da ve secdelerde, belini
yerine yerleşdirip, biraz durmayan kimsenin nemâzını Allahü teâlâ
kabûl etmez.) O Server-i En’âm “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”,
bir kimseyi gördü ki, nemâz kılıyor. Lâkin, rükû’ ve sücûdünü tamâmiyle
yapmıyor. O şahsa hitâben: (Sen
havf etmezmisin [korkmaz mısın]
ki, bir lâim [levm eden] senin bu fi’ilini gördükde, bu kimse
dîn-i Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” üzere değildir, diye sana, levm eyleye)
buyurdular. Bir def’a da Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” buyurdular
ki: (Sizlerden biriniz, nemâz kılarken,
rükû’dan sonra kalkıp, dik durmadıkca ve ayakda her uzvu yerine yerleşip,
durmadıkca nemâzı temâm olmaz.) Bir def’a da buyurdular ki: (İki secde arasında dik oturmadıkca
nemâzınız temâm olmaz.) Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
nemâz kılanlardan birinin yanından geçerken gördü ki, kavme ve celsenin
ahkâm ve erkânını yerine getirmiyor. O şahsa buyurdular ki, (Eğer nemâzlarını
böyle kılarak ölürsen, sana kıyâmet günü,
sana ümmet-i
Muhammeddendir demezler.) Başka bir yerde de buyurdular ki, (Altmış sene nemâz kılıp, fekat yine
nemâzı edâ edilmiş olmıyan, ya’nî bir nemâzı makbûl olmıyan şu kimsedir
ki, rükû’ ve secdelerini temâmiyle yerine getirmez.)
Rivâyet olunur ki, Zeyd ibni Vehb,
nemâz kılan bir kimseyi gördü ki, rükû’ ve secdelerini temâmiyle
yerine getirmez. O şahsı da’vet edip, buyurdular ki, ne vaktden berîdir
bu şeklde nemâz kılarsın? O şahs cevâbında, kırk senedir, dedi. Zeyd
buyurdu ki: Sen kırk senedir nemâz kılmamışsın. Eğer vefât edersen Muhammedin “sallallahü
aleyhi ve sellem” sünneti [ya’nî, dîni] üzere ölmezsin.
Nakl edilmişdir ki, mü’min olan kul,
nemâzını edâ ederken, o nemâzın rükû’unu ve secdelerini ve diğer erkânını
iyi ve temâm eylerse, o nemâz sevinçli ve nûrânî olur. Melekler o nemâzı
âsûmâna iletirler. Ve o nemâz da sâhibine hayr düâ edip, der ki; (Hafazakellahü sübhânehü kemâ hafazatenî).
Ya’nî, Allahü sübhânehü, seni muhâfaza etsin. Sen beni muhâfaza
etdiğin gibi. Eğer
nemâzı güzel ve tamâm ve edeb ve sünnetlerine uygun kılmazsa, o nemâz
zulmânî olur. Melekler onu kerîh görerek, âsûmâna iletmezler. Ve nemâz
da nemâz kılana beddüâ ederek, der ki; (Dayyaakallahü teâlâ kemâ dayya’tenî.) Ya’nî, ben Hakkın
dergâhında nûr olacak bir cevher idim. Sen beni zâyi’ etdin. Allah da
seni zâyi’ etsin. Sen beni zâyi’ etdiğin gibi. Öyle ise, bu büyük emri
tamâmiyle, kesiksiz ve fütûrsuz olarak ciddî ve gayret ile ve kalb huzûru
ile edâ etmek, ta’dîl-i erkân ile, rükû’ ve secdelerini, kavme ve celseyi
hakkıyle yerine getirmek ve diğer müslimânları da nemâzını temâmlamak
için gayret etdirmek ve bildirmek ve delâlet eylemek ve tumânînete
ve ta’dîl-i erkâna yol gösteren olmak lâzımdır. Birçok kimseler bu
şeklde nemâz kılmak devletinden mahrûmdurlar. Her kim ki bu bu şeklde
nemâz kılmadı ise, kendisini hırsızların katarına dâhil etmiş ve
azâba arz eylemiş olur. Bu amel terk edilmişdir. Bu ameli ihyâ eylemek,
islâmiyyetin ehemmiyyetli husûslarından en mühimmidir.
Fârisî (Enîs-ül-vâ’ızin) kitâbından naklen: Âişe “radıyallahü teâlâ
anhâ” rivâyetiyle, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurmuşlardır
ki: (Musîbetler çokdur. Musîbetlerin
en büyüğü, vakti fâidesiz geçirmekdir.) Bu hadîsin râvîsi, ümmül-mü’minin
seyyid-etünnisâ fil-âlemîn Âişe-i Sıddîkadır “radıyallahü anhâ”.
Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” Onun hakkında, Âişenin kadınlar
arasında menzîlesi, ya’nî derecesi, Ebûlkâsımın Kâsımın babasının,
ya’nî Muhammed aleyhisselâmın Enbiyâ arasındaki menzîlesi, ya’nî
derecesi gibidir, buyurmuşdur. Ey mü’min! Musîbet iki kısmdır. Dünyevî ve uhrevî. Dünyevîsi üç
nev’dir. Mâlî, ehlî ve nefsîdir. Eğer malı, evlâdı ve âilesi giderse, eğer vücûduna hastalık
gelirse, hep musîbetdir ki, bunlarda sevâb vardır. Dînî olan musîbet,
nemâz ve orucun gitmesidir ve zemânları zâyı’ etmekdir ki, bunlar
büyük musîbetdir. Zîrâ geçen vakt bir dahâ ele girmez. Hadîs-i şerîfde
buyuruldu ki: (Yarın kıyâmetde
herkesin önüne yirmidört sandık konur. Fermân gelip, sandıklar açılır
ki, ba’zısı nûr ile, ba’zısı da nâr ile dolu olup, bir kısmı boşdur.)
Dünyâda iyi amel işlenen sâat sandığını
nûr ile, kötü amel edilen sâat sandığını nâr ile doldurdum. Boş geçirilen
sâat sandığını boş bırakdırdım fermânı gelir. Dünyâda her akşam
bir melek nidâ eder. Ey ehl-i arz [dünyâda yaşıyanlar]. Gece geliyor.
Onu ni’met biliniz. Ondan âhıret nasîbini alınız, der. Her sabâh, yine
böyle nidâ edip, sâatlerini boş geçirenler, Kıyâmet günü o kadar
pişmân olacak ki, bütün malı
elinden çıkmakla hâsıl olan hasret ve nedâmet hiç kalır. Süleymân
aleyhisselâm bir nemâzı geçince dokuzyüz kurban kesip, afv diledi.
Kırk gün mâtem eyledi. Eyyûb aleyhisselâmın ibâdetde zâiflik hâsıl
edince, feryâd ederek; (Ennî messeniyeddurru) dedi. Hâce-i kâinât
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” mübârek dişleri şehîd
olup, mübârek yanaklarından kanlar akdığı hâlde, el kaldırıp, (Yâ Rabbî! Kavmime hidâyet ver. Onlar
bilemiyorlar,) buyurmuş iken, Hendek günü, ikindi nemâzının fevtine,
ya’nî kılınamamasına sebeb olduklarında, (Bizi ikindi nemâzından mahrûm bırakdılar. Yâ Rabbî! Onların
kalblerini ve kabrlerini ateş ile doldur,) buyurdu.
Bir gün Alînin “radıyallahü anh”
ikindi nemâzı, geçdi. Teessüründen kendini dağdan aşağı atdı. Zâr
zâr ağladı. Peygamberimiz Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve
sellem” haber alarak, bütün Eshâbı ile Alînin “radıyallahü anh” yanına
geldiler. Hâlini görünce, Hâce-i kâinât Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem” de ağlamağa başladı. Düâ eyledi. Güneş tekrâr yükseldi.
Resûl aleyhisselâm buyurdu: (Yâ
Alî “radıyallahü anh”. Başını kaldır ki, güneş bâkîdir.) Emîr-ül-mü’minîn
Alî “radıyallahü anh” sevindi. Nemâzını kıldı. Mervîdir ki, Ebû Bekrin
“radıyallahü anh” bir gece vitr nemâzı geçdi. Gece çok ibâdet etdiğinden,
gece sonunda uyku galebe eyledi. Sabâh nemâzında Seyyid-i âlemini
“sallallahü aleyhi ve sellem” tâkip ederek, mescid kapısında huzûruna
gelip, feryâd etdi. Yâ Resûlallah! İmdâdıma yetiş. Vitr nemâzımı
kılamadım diye niyâz eyledi. Resûl aleyhisselâm ağlamağa başladı.
Cebrâil aleyhisselâm gelip, yâ Resûlallah. Sıddîka söyle ki, Allahü
teâlâ onu afv eyledi.
Sultân-ül ârifîn şeyh Bâyezîd-i Bistâmîyi
“kuddîse sirrûh” bir gece uyku galebe çalıp, sabâh nemâzını kılamadı.
O kadar inleyip, telâş ve korku oldu ki, bir ses işitdi. Ey Bâyezîd;
bu günâhını afv eyledim. Ağlaman bereketi ile sana ayrıca yetmiş bin nemâz sevâbı
verdim, buyuruldu. Bir kaç ay sonra tekrâr uyku galebe eyledi. Şeytân
gelip, mübârek ayağından tutarak uyandırdı. Kalk, nemâz geçmek üzeredir,
dedi. Şeyh Bâyezîd buyurdu ki, ey mel’ûn şeytân, sen böyle işi nasıl yaparsın.
Hâlbuki sen herkesin nemâzının geçmesini istersin. İblîs dedi ki,
Sabâh nemâzını kılamadığın gün ağlıyarak yetmiş bin nemâz sevâbı
kazanmışdın. Bugün onu düşünerek, seni uyandırdım ki, yalnız bir
vakt nemâz sevâbı bulasın. Yetmiş bin nemâz sevâbı alamıyasın.
Şeyh Cüneyd “rahmetullahi aleyh”
buyurdu ki, dünyânın bir sâati, kıyâmetin bin senesinden dahâ iyidir.
Zîrâ, bu bir sâatde sâlih ameller işlenebilir. O bin senede birşey
yapılamaz. Şu hâlde, ey mü’min, vaktini boş geçirme. Zemânını ma’mûr
eyle. Nemâzlarını vaktinde kıl ki, kıyâmet günü pişmân olmayasın.
Çok ecr ve çok sevâb hâsıl eyleyesin.
Hadîs-i şerîfde bildirilmişdir
ki, bir nemâzı kazâya kalıp, edâ etmezden evvel, vefât eden kimsenin mezârına,
Cehennemden yetmiş pencere açılıp, kıyâmete kadar azâb çeker.
Kasd ile bir nemâzını kazâya bırakmış
olan bir kimse, bu nemâzı kazâ etmedikçe, yüzbin kerre hac etse ve Ramezân
aylarında oruc tutsa ve Kur’ân-ı kerîmi hatm etse, yüzbin câmi’i şerîf
ve sâir hayrâtlar yapsa ve sâatde bin kerre Allahü teâlâyı zikr etse,
o kimse yine Allahü teâlânın indinde, fenâ kimse olup, nemâzı kazâ
etmedikçe, o nemâzın karşılığı olarak günâhdan halâs olmaz.
Şeyh Râzîden rivâyet olunur. Bir
kimse Allah için gazâya varıp, bir vakt nemâzı kazâya kalmış olsa,
hiçbir nemâzı kazâya bırakmaksızın, yediyüz kerre gazâ etmesi gerekdir
ki, tâ o kazâya kalmış nemâza keffâret olmuş olsun. Bir vakt nemâzını
gazâda iken kazâya bırakan bir kimse, yediyüz kerre zinâ etmiş gibi,
büyük günâha girmiş olur. Fî sebîlillah, kâfirlerle gazâ eylerken
bir vakt nemâzı kazâya koymak, bu derece büyük günâha müsâvî olduysa,
kendi nefs ve hevâsında ve dünyâ meşgâlesinde iken, nemâzı kılmayıp,
geçirenlerin hâli ne olacağı bundan kıyâs oluna.
Peygamberimiz “aleyhissalâtü
vesselâm buyurdu ki: (Bir kimse,
bir vakt nemâzı kasd ile terk ederse, onun cezâsı Cehennemde seksen
hukbe mikdârı yanmakdır). Bir kavle göre, bir hukbe seksen senedir
ki, altıbindörtyüz sene eder. Bir kavle göre de bir hukbe seksenbin
senedir. Herbir vaktin terki için, bu kadar zemân Cehennemde ateşden
saçlar üzerinde, kalmış nemâzlarını kılsa gerekdir.
Nemâzı terk eden mel’ûndur. Hangi şehr, karye, mahalle
ve hânede bulunursa, ona, ya’nî nemâz kılmıyana buğz etmezlerse,
cümlesine zarar gelir. Bunlara Allahü teâlâdan rahmet gelmez. İnâyet
olmaz. İbâdetleri ve düâları kabûl olmaz. İllâ nemâzsıza ne sûretle
mümkünse buğz ederlerse, şerrinden halâs olurlar.
Nemâz kılmıyana kız vermek ve nemâz
kılmıyan kız ve hâtun almak, nemâz kılmıyanın işinde bulunmak, hasta
olsa hâlini sormak, cenâzesine gitmek ve taşımak, komşuluk etmek,
bir mahallede durmak, muhabbet yoluyla görüşmek, sevişmek câiz değildir.
Haberde gelmişdir ki, Îsâ aleyhisselâm,
bir yola giderken, güzel, ma’mûr bir karyeye uğramış. Kendisine ikrâm
ve ta’zîm etmişler. Geriye dönüşünde bu karyeye gelmiş. O karye
[köy, memleket] yıkılmış. İnsanları helâk olmuş. Suları, çeşmeleri
kurumuş. Bağ ve bağçeleri harâb olmuş. Karyede kimse yok. Allahü teâlâya
niyâz edip, Yâ Rabbî! Bu karye ehâlisi sana âsî mi oldu. Yoksa nazâr mı isâbet
etdi. Allahü teâlâ cevâben, böyle değil yâ Îsâ. Ancak bu karyeye bir
nemâzı terk eden
gelip, ellerini çeşmelerinden yıkadı. Bunlar bu nemâz kılmıyana
buğz etmeyip, nehy etmediklerinden dolayı, onları helâk eyledim,
buyurduğu, (Necât-ül mü’minîn)de
yazılıdır.
Hazret-i
Îşânın [Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin] Sefer-i âhıret risâlesinden:
Nemâzı terk eden, bütün müslimânlara nemâzı terk
etmekle zulm etmiş bulunuyor. Zîrâ ki her nemâzda (Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillahissâlihîn) ile düâ lâzımdır.
Hergün beş vakt nemâzda yirmi def’a tekrârlanan bu düâdan ibâdet eden müslimânları mahrûm
bırakıyor. Ya’nî hakları olan bu düâyı terk ediyor. Kıyâmet günü bütün
mü’minler bu haklarını nemâz kılmıyanlardan alsalar gerekdir.
Nemâzı mühîmsemeyip, hafîf tutanlar,
onbeş dürlü cezâya uğrarlar. Bunlardan altısı dünyâda, üçü ölümü
sırasında sekerâtinde, üçü kabrde ve üçü de kabrden kalkınca, ya’nî
haşrde.
Dünyâdaki
ukûbatlardan [cezâlardan]:
Birincisi:
Ömründen bereket kalkar. Ya’nî ömründen hayr ve menfa’at görmez. Ömrünü
çeşidli hastalıklar ve çeşidli rezâletler ve çeşidli hakâretler
ve zilletler içerisinde geçirir. Çeşidli hürmetsizlik ve mahrûmiyyetlere,
zarûretlere mübtelâ ve giriftâr olur. Sıhhatinden hiçbir hayr ve
menfe’at görmez.
Bu memleketde ve başka ülkelerde
dâima ve dâima hastahâne, tımarhâne ve habshânelerde gördüklerimiz,
nemâzınını devâmlı kılmıyanlar, nemâza ehemmiyyet vermiyenlerdir.
Bu gibilerin, bu gibi yerlerin hiç birisinde, ne burada ve ne de başka
memleketlerde nemâzı terk edenlerden ve nemâzı mühimsemiyenlerden
başkasını göremezsiniz. Kezâ her yerde, zahmetli, yorucu ve ağır
işlerde çalışanlar da ekseriyetle yine nemâzı terk etmiş olanlardır.
Nemâzını devâmlı kılanlar ve devâmlı onunla uğraşanlar her yerde
ve herkesin yanında hürmet ve haysiyyet ve i’tibâr sâhibidir. Her işde
bu gibiler, emsâl ve akranları arasında mümtâz ve muhteremdir. Sefîl,
aşağı ve ezici işlerde çalışanlar ekseriyetle nemâzını devâmlı
kılmıyanlar ve bî-nemâzlardır, ya’nî nemâz kılmıyanlardır.
İkincisi:
Simâi sâlihîn, ya’nî sâlih kimselerin görünüşü yüzünden mesh olunur.
Ya’nî Cenâb-ı Hakkın hizmetinde bulunmaya yarar kimselerin simâlarında
kendi yaratılışlarındaki hüsn ve cemâlden başka bir nev’i güzellik
vardır ki, nemâza ehemmiyyet vermiyenler her ne kadar süslenmeye ve
zînetlenmeye riâyet etseler de, hergün def’alarca hamama girip çıksalar
da, dürlü dürlü, çeşid çeşid mükemmel ve müzeyyen elbîseler giyseler
de, yine bu güzelliği edinemez. Ve bu simâya [çehreye] bürünemezler.
Çeşid çeşid güzel kokular ile kokulansalar da, kendilerinde hâsıl
olan yehûdî kokusuna benziyen kokuyu erbâbından gizleyemezler.
Ehli indinde bu simâ ve bu koku ma’lûm ve açıkdır. Nasıl ki, yehûdîler,
yehûdîliğe mahsûs olan kokudan, islâmiyyete gelip ve islâmiyyetde
karar kılmadıkça, kurtulamıyacakları gibi, nemâzı terk edenler
de, nemâza devâm eden
ve devâmlı onunla uğraşanlar olmadıkça, kurtulamazlar. Sâlih kimselerin
çehresi, ancak nemâza devâm edenlerde bulunur ki, erbâbı yanında,
ehli indinde ma’lûmdur. Ehli olanlar geçirilen nemâzın hangi vaktin
nemâzı dahî olduğunu bilirler. Nemâzı devâmlı kılanlar uzun zemân
yıkanmasalar da ve de hayli zemân, çamaşır değişdirmezseler de, vücûdları,
elbîse ve çamaşırları kirlenmez. Nemâzı terk edenler, bilâkis sık
sık hamâma gitseler, çamaşır değişdirseler de, o nezâfet, o terâvet
ve o zerâfete sâhib olamazlar.
Üçüncüsü:
Allahü teâlâ hiçbir ameline ecr vermez. Ya’nî günde müteaddid
def’alar sadaka verse, birçok yetîm sevindirse, yidirse, giydirse,
günlerce Kur’ân-i kerîmi hatm etse, birçok def’alar hacca gitse, başkaca
buna benzer, ibâdetler ve hayrâtlar yapsa, Cenâb-ı Hak ona zerre kadar
bir ecr ve sevâb yazmaz. Dünyâda ve âhıretde bir ecre mâlik olamaz. Bütün
amelleri boşa gitmişdir. Cenâb-ı Hak o vaktleri nemâza tahsîs buyurduğundan,
bu zemânları nemâzda geçirmeleri lâzımdır. Bu vaktleri, Hak Sübhânehü
ve teâlânın emrinin hilâfına bir şeklde geçirmek zulmünde bulundukları
için, nemâzı terk edenlerin, her nevi’ işlerinde, ya’nî dünyevî ve uhrevî
bütün işlerinde, hayr ve bereket ve menfe’at selb olunur, ya’nî kaldırılır.
Dördüncüsü:
Düâlarını, Allahü teâlâ celle
şânühü düânın kabûl olunduğu mahalle kaldırmaz. Allahü teâlâ çağrılınca,
Lebbeyk buyurur. Nemâzı terk eden,
Allahü teâlânın bu cevâbından mahrûmdur. Düâsı kabûl olunmaz.
Ya’nî, düâsı kabul
olunacak makâma götürülmez. Ya’nî herhangi bir ma’nîa zuhûr eder de
geride bırakılır. Düânın kabûl olunduğu makâma ulaşmaz. Dünyâ işlerinde
herhangi bir istek sâhibinin talebnâmesi bir yerde takılıp, âid olduğu
makâma vâsıl olamadığı gibi.
Beşincisi:
Bütün mahlûkât ona buğz ve düşmanlık eder. Ve onların red edilmişi
olur. Sâlihler, ya’nî mü’minler, Allahü teâlâya dost olanlar, nemâz kılanlardır.
Ancak bunlar hayr ve berekete ve rahmete vesîle olurlar. Nemâzda,
Âdemin yaratılışının başlangıcından bitimine, sonuna kadar, bütün
mü’minlerin ve dolayısiyle bütün mahlûkâtında hakları vardır. Nemâz
terk edilince, Hakkın rahmeti perdelenir ve örtülü kalır. Binâenaleyh,
rahmetin kesilmesine sebeb olduğundan dolayı, bütün mahlûkât, nemâzı
terk edene buğz ve adâvet eder.
Altıncısı:
Sâlihlerin düâlarında hissesi olmaz. Ya’nî müslimânların düâlarının
bereketinden mahrûm kalırlar. Ya’nî hisse sâhibi olmaz. O düâlardan
ona pay düşmez. Vefât etse, kabri önünden geçen bir müslimânın okuduğu
fâtihâlardan gereği kadar fâidelenemez ve hisse alamaz. Allahü
teâlâ onları, kendisine has ilâhî hizmet olan nemâza almadığından,
Hakkın hizmetinden kovulmuş ve bu hizmet ile alâkalı olan menfe’atlerden
ve fâidelerden mahrûmdurlar.
Ölümü
esnâsında, ya’nî sekerât-ı mevti ânında düçâr olacağı üç cezâdan:
Birincisi:
Zelîl olarak vefât eder. Ya’nî sûretde değil, hakîkatde münâsebetsiz,
manzarasız bir sûretde ve râhatsız olarak düşer. Üstünü, başını,
yorganını, karyolasını vesâiresini kirleterek berbâd eder. Öyle
olur ki, en yakınları olan evlâd ve i’yâli, ana ve babası da ölümünden
nefret eder. Beklenilen hürmet ve riâyeti gösteremezler. Dünyâ i’tibâriyle
çok büyük, meselâ Pâdişâh da olsa, yine ölümü ânında, şu veyâ bu sûretle
ikrâh olunur. Bir sûret ve şeklde vefât eder ki, bütün etrâfı ondan
nefret ederler ve tiksinirler. Nemâzı terk edenin ölümünde gözlerinde
korku eseri ve telâş ve hüzn nişânları ve kesâib-i nümâyân olur. Gözlerinin
rengi tegayyür ve tebeddül eder [değişir]. Yukarı veyâ aşağıya doğru
bir şeklde dikilir ki nazâr etmeğe imkân olmaz. Burun delikleri kurur.
Kuş tüyü döşeklerde, muhteşem karyolalarda, müzeyyen odalarda ve
serâylarda, binbir ihtişâm, debdebe ve şân içerisinde bulunsa dahî,
yine zelîl olur. Gitdikçe zillete doğru yol alır. Zîrâ, izzet ancak
Allahü teâlâya ve Resûlüne “sallallahü aleyhi ve sellem” ve mü’minlere
âid ve mahsûsdur. (Ve lillâhil ızzetü
ve li resûlihî ve lil mü’minîne.)
Nemâz kılmamakla îmân za’îfler. Nemâz
kılmayanların îmânları za’îf olduğundan, ne melekler, ne rûhlar, ne
meyyitler, ne diriler ve ne de sâir mahlûkât onu azîz tutmaz. Ona hürmet
ve riâyet göstermezler. Nemâzı terk edenin ölümünde saçları ve sakalları
sarkar. Ya’nî cân bedende olduğu vakt, mevcûd canlı duruşu olmaz. Sarkık,
düşük, karışık, bed [kötü] bir manzara alır. Hülâsa hayâtında olduğu
vechle durmaz. Mü’minlerde ise ölümde dahî hayâtındaki heybeti bozulmaz.
Aynen hayâtında olduğu gibi durur. Âdetâ yatağında, karyolasında
uyuyormuş gibi durur. Onu ölüm hâlinde temâşa edenler, vefâtından
haberdâr değil iseler, hâli nerminde [uyuyor] zan ederler.
İkincisi:
En yüksek [büyük] bir hastalık olan açlık ile vefât eder. (Etamehüm min cûin ve emenehüm min
havf.) Ne kadar çok yemek yise de, yine açlık elemi, ızdırâbı dinmez.
Gitdikçe şiddetlenir. Dayanılmaz, tehammül edilmez bir hâl kesb
eder. Ne kadar fazla, ne kadar kuvvetli, ve nefîs yemekler yidirilse,
bu acı ve bu ağrı, bu sızı dindirilemez. Bu ızdırâb teskîn olunamaz.
Bu hasta yidirilmekle kandırılamaz. Ve doyurulamaz. Buğazı, bağırsakları
açlıkla, tekdir edilmiş, kederli, üzüntülü, ızdırab çeken, acı duyan
olur. Açlık bir titreme nisbeti ile şiddetlenir. Nihâyet kıvrana
kıvrana cân verir. Zîrâ nemâzı terk büyük günâhdır. Cezâsı da, o nisbetde
büyük olur. Açlık da mühîm bir hastalıkdır. Netîcesi mutlaka ölümdür.
Sâir hastalıklar gibi değildir. İşte nemâzı terk edenler açlık hastalığı
ile dertli olur da öyle gider. Her nemâzı terk eden aç olarak vefât eder.
Üçüncüsü:
Vefâtı sırasında susuz olarak ölür. Damarlarına, iliklerine, âsâbına,
etine, derisine, beşeresine, kemiklerine kadar bu susuzluk, elem
ve ızdırâbı nüfûz eder. Dünyânın nehirleri içirilse, susuzluk elem
ve acısı ve ızdırâbı gitmez. Dudakları harâretden kurur, çatlar.
Ölüm ânında bulunan hastalara su içirmeleri bundandır. Hâlbuki, nemâzı
terk eden kişi
olup da, ölüm hâline gelmiş hastalara su verildikçe susuzluğu artar.
Harâreti çoğalır. Su onun ateşini söndürmeğe kâfî gelmez. Velhâsıl
suya hasret çekerek ölür, gider. Nemâz kılan kişi olup da, nemâza devâmlı
olanlar ise, yataklarında ve odalarında ne kadar perîşânlık ve intizâmsızlık
olursa olsun, Allahü teâlâ indinde muhterem oldukları için, melekler
de onları hürmetle tutar. Riâyet eder, susuz bırakmazlar. Şerâb-ı
tahûr ile suya kandırırlar. (Ve sekâhüm.
Rabbühüm şerâben tahûrân) âyet-i kerîmesi buna işâretdir. (Bi ekvâbin ve ebârîka) âyet-i kerîmesinin
bildirdiği şeklde Cennetden alınan şerâb-ı tâhûr ile vefât etmiş
olan mü’minler azîz kılınmış ve ikrâm olunurlar. Mu’azzez, mükerrem,
ve muhterem ve şerâb-ı tâhûr ile kanmış olarak vefât ederler. Şî’îlerin
ve bektâşîlerin hükm ve i’tikâdları îcâbı, imâm-ı Hüseyn “radıyallahü
anh” için, susuz gitdi demeleri tamâmiyle yanlışdır. Bu âyet-i kerîmenin
bildirdiği şeklde kat’î olarak sâbitdir ki, bunlar melekler vâsıtası
ile Allahü teâlâ tarafından altın misâli kâseler içerisinde bulunan
şerâb-ı tâhûr ile kanmış, doymuş olurlar. Zîrâ, bunlar Hak teâlânın misâfirleridir.
Makâm-ı kerîmlerini baş gözleri ile görürler. Nemâza devâmlı olanlar,
güler yüzlü, mütebessim, parlak ve nûrânî yüzlü olurlar. Yüzleri ve
alınları ayın ondördü gibi tam bedr olur. Ferâhlama eseri ve sürûr yüzünde
ve gözlerinde lem’an eder. Hak teâlâdan ve meleklerinden hayâ eder.
Kendi kusûrlarını ve Hak teâlânın iltifâtını ve ihsânını görür
de alnından terler dökülür. Burnun delikleri sulanır. Kulak altları
ve burun delikleri hafîf bir şeklde terler. Güzel bir koku ile kokulanır.
Çeşidli şeklde latîf bir güzellik alır. Ve çok güzel kokular yayılır.
En lezîz ve en nefîs yemekleri yimiş gibi tok ve kanmış olarak vefât
ederler.
(Vel
teffetissâkû bissâkî ilâ Rabbike yevme izinil mesâkı)
âyet-i kerîmesinde, beyân buyurulduğu şeklde, nemâzı terk etmiş
olanlar, o günde, bacak ve baldırları birbirine sürterek, Allahü
teâlâ celle
şânühüye sevk olunurlar. Melekler tarafından onlara denilir: İşte
bugün, Allaha sevk olunduğunuz gündür. İşte bugün Allahü teâlânın
huzûruna gidiyorsunuz. Dünyâda da’vet etdi idi. İcâbet etmediniz.
(Felâ saddeka velâ salle ve lâkin
kezzebe vetevellâ), ne zekât verdiler ve ne de nemâz kıldılar.
Lâkin, Allahü teâlânın emrlerini hak bilmediler. Mühîmsemeyip arkaya
atdılar.
Nemâzın temâm olması ve onun kemâli,
fıkh kitâblarında tafsîlen beyân buyurulduğu üzere, nemâzın farzlarını
ve vâciblerini ve sünnet ve müstehabâtını îfâ ve yerine getirmek
iledir. Nemâzda huşû’ bu dört husûsda yer almış ve kalbin hudû’u dahî
bu dört husûsa bağlıdır.
(Câmi’ul
fetevâ)da ve (Kınye)de ve (salât-i
Mes’udî) adındaki kitâblarda nakl olunmuşdur ki, bir kimse farz nedir
ve hangisidir, onu adı ile ve yerli yeri ile bilmezse, onun kıldığı nemâz
dürüst değildir. Bunun için her kişi, farz olduğu her farzı ezberlesin.
Adını ve yerlerini bilsin. Tâ ki, kıldığı tâatde emeği zâyi’ olup,
ikâb ve azâba müstehâk olmasın. Binâenaleyh, her farzın ismi, yerleri
kısaca aşağıda beyân olunmuşdur. Dahâ fazla tafsilât için, fıkh kitâblarına
mürace’at oluna.
Evvelâ:
Abdestin farzları dörtdür. Yüzünü yıkamak. Kollarını
dirsekleri ile berâber yıkamak. Başın dört bölüğünden bir bölüğünü
mesh etmek. Ayaklarını topukları ile berâber yıkamakdır.
Abdest alırken, her uzvunu, temâmiyle
ve kemâliyle üç kerre yıkamak lâzımdır ki, sünnete muvâfık olmuş
olsun. Başının her tarafını kaplama mesh etmek ve boynunun meshinde
ihtiyât etmek lâzımdır. Sol elinin serçe parmağıyla sağ ayağının küçük
parmağından başlamak sûretiyle ayak parmaklarını alt kısmından hilâllemeğe
riâyet edilmelidir. Müstehab olan bu fi’lin icrâsını küçük görmiyeler.
Çünki, müstehab, Hak celle
ve a’lânın sevdiği ve râzı olduğu bir fi’ldir. Bu fi’li yapmak için dünyânın
temâmı sarf edilerek o amel müyesser olursa, ganîmetdir.
Nemâzı, müstehab olan evvel vaktinde
kılmak ve kırâ’etde sünnet mikdârına riâyet olunmak lâzımdır. Rükû’de
ve secdede tümânînete riâyet etmek elbette lâzımdır. Çâre yokdur.
Kavmede, ya’nî rükû’dan kalkınca
ve iki secde arasındaki oturmakda her kemik yerli yerine rücû’ edinceye
kadar belini doğrultup, bir kerre Sübhânallah denecek mikdâr da durmak,
elzemdir. Bu tumânînet ve ta’dîl-i erkân imâm-ı Şâfi’î ile imâm-ı Ebû Yûsüf
“rahimehümallah” nezdinde farz, hanefî mezhebi âlimlerinin çoğuna
göre vâcibdir. Muhtelîf kavllere göre, rükû’ ve secdede söylenen
tesbîhler en az üç ve ekserîsi yedi veyâ onbir kerredir.
İmâmın söylediği tesbîhler kendisine
uyan cemâ’atin hâl ve tâkatine göre olması lâzımdır. Bir kimsenin istidat
ve kudreti var iken, nemâzını yalnız başına kıldığı zemân, tesbîhlerin
en azı ile iktifâ ve iktisâr eylemiş olmasından utanması lâzımdır.
Eğer fazlasına
kâdir değil ise, beş kerre veyâ yedi kerre tesbîh etmeğe gayret etmelidir.
Onbir kerreden dahâ uzun okumak murâd olunur ise, rükû ve secdenin
me’sûr olan düâlarını kırâ’et edeler. Her ne kadar tekrâr olunsa câizdir,
yerindedir.
Avf ibni Mâlik “radıyallahü anh”
buyuruyor ki, ben Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile berâber
nemâza kıyâm eyledim. Rükû’a gitdiği zemân sûre-i Bekâra okunacak
mikdârda durdu. Ve (Sübhâne zil ceberûti
vel melekûti vel kibriyâi vel azameti) derdi. Bir rivâyetde, secdede
dahî o kadar durdular ve onu kırâet buyurdular.
İmâm-ı Nevevî zikr eder ki, Huzeyfeden
“radıyallahü anh” rivâyet edilmişdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem”, sûre-i Bekâra ve Âl-i imrân ve sûre-i Nisânın okunması
mikdârına yakın bir zemâna kadar durarak, (Sübhâne Rabbîyel azîm) dediler. Biz de Ona uyup, bu tesbîhi
tekrâr eyledik.
(Sünen-i
Ebû Dâvüd) ve (sahîh-i Müslîm) ve diğer hadîs-i şerîf kitâblarında gelmişdir
ki, secdeye gidildikde, evvelâ iki dizlerini, sonra iki ellerini,
sonra burnunu, sonra alnını yere koymalı. Dizlerini ve ellerini
koyarken, evvelâ sağını koymalı ve secdeden kalkarken, evvelâ alnını,
sonra burnunu, sonra ellerini, sonra dizlerini kaldırmalıdır. Kıyâmda
iken, secde yerine ve rükû’da iken ayakları üzerine, secdede burnu
ucuna ve ka’dede elleri üstüne veyâhud dizlerine bakmalıdır. Rükû’da
iken ellerinin parmaklarını açmalı ve secdede birbirine yapışdırmalıdır.
Bu bakmasını dağınıklıkdan muhâfaza edince ve bakış zikr olunan
yerlere hasr edilince, nemâzı cem’iyyetle kılmak müyesser olur ve nemâz
huşû’ ile kılınmış olur. Şerî’atin sâhibi böyle yapmışdır. Bizim için
de şerî’at sâhibine “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vetteslimât” mütâbe’atden
dahâ fâideli bir amel yokdur.
Birgün ve bir gecede kılınan farz
nemâzlar onyedi rek’atdr. Vâcibi üçdür. Sünnet-i müekkedesi onikidir.
Sünnet-i gayr-i mükkedesi sekizdir. Müstehabı ondur. Temâmı elli
rek’at olup, mir’âc gecesinde emr olunmuşdur. Bunlar, işrâk, duhâ ve teheccüdden
gayridir. Onyedi farzın, ikisi sabâh nemâzının farzı ve dördü öğle
nemâzının farzı ve dördü, ikindi nemâzının farzı ve üçü akşam nemâzının
farzı ve dördü yatsı nemâzının farzıdır. Vâcib olan üç rek’at vitr nemâzıdır.
Oniki rek’at sünnet-i müekkedenin ikisi sabâh nemâzının sünnetidir
ki, farzdan evvel kılınır. Dört rek’at, öğle nemâzının farzından evvel
ve ikisi de sonrasında kılınır. İki rek’ati, akşamın farzından sonra
kılınır. İki rek’ati yatsı farzının akabinde kılınır. Sekiz rek’at
sünnet-i gayr-i müekkedenin dördü, ikindi farzından evvel ve dördü,
yatsının farzından önce edâ edilir. On rek’at müstehabın altısı, akşamın
farzından ve sünnet-i müekkedesinden sonra ve dördü yatsının farzından
ve sünnet-i müekkedesinden sonra kılınır. Fükahânın kitâblarında
bildirilen bir günün ve bir gecenin ibâdeti bunlardır.
Her günün ibâdeti böylece ma’lûm
oldu ise, her anda ve her haftada ve yılda ve ömürde lâzım olan farzları
dahî ismleri ile kısaca beyân edelim. Haftada olan farz, Cum’a nemâzıdır.
Yılda olan farz, Ramezân-ı şerîf orucunu tutmak ve nisâba mâlik olanlar,
zekât vermekdir. Ömründe bir kerre lâzım olan farz, gücü yeterse hac
etmekdir. Her ânda lâzım olan farz
îmândır. Îmân öyle bir farzdır ki, eğer bir ân îmândan boş olsa, yâhud
olmağa niyyet etse, -Allahü teâlâ muhâfaza etsin- o anda kâfir olur.
Farz: Kat’i delîl ile sâbit olarak,
şübhe edilemiyen, yapılması mutlaka lâzım olan ve terki günâh olan
ve mucîbi azâb ve ikâb olan Allahü teâlânın emrleridir.
Farz-ı ayn: Yapması her ferde lâzım
olup, ba’zı kimselerin edâsı ile diğerlerinden sâkıt olmıyan Allahü
teâlânın emrleridir.
Farz-ı kifâye: Yapması bütün müslimânlara
lâzım olmayıp, ba’zılarının yapması ile diğerlerinden sâkıt olan
Allahü teâlânın emrleridir.
Nemâzın
farzları: Temâmı onikidir. Yedisi, nemâza
başlamadan evveldir ki, bunlara şartları denir. Beşi nemâzın içindedir
ki, bunlara da rükn derler.
Nemâzın
dışında olan farzlar:
Hadesden
tahâret: Abdest almak. İstincâ ve istibrâsına
dikkat etmek. Ve kuru bir yer bırakmamak. (Hades bir emr-i ma’nevîdir.
Nemâz kılmağa mâni’dir.)
Necâsetden
tahâret: Bedeninde, elbisesinde, nemâz
kılacağı yerde, pislik varsa temizlemek.
Setr-i
avret: Erkeğin avreti, göbeği altından
dizi altına varıncaya dek, a’zâlarını örtmek. Kadının her yeri avretdir.
Ancak, yüzü ve ayakları ve elinin içi değildir. Bir rivâyetde ayakları
ve eli arkası dahî avretdir. Boynundan, kulağından, topuğundan,
hattâ elinin üstünden açık bir yer bıraksa, nemâzları dürüst olmaz.
İstikbâli
kıble: Göğsünü kıbleye çevirmek. Kıbleden
ayırmamak. Kıble şübheli ise, araşdırmak lâzımdır. Taharrîsiz [araşdırmadan]
başlasa nemâz fâsid olur.
Vakt:
Her nemâzın evvel ve âhir vaktini bilmek ve o vaktin
içinde kılmak.
Niyyet:
Kılacağı nemâzın hangi nemâz olduğunu bilmek.
Ya’nî şu vaktin farzı veyâ vâcibi veyâ sünneti olduğunu kalble
ta’yin etmek. Niyyetin efdâli, başlamaya yakın olandır. Niyyet ile
iftitâh tekbîrinin arasını kesmemelidir. İmâma uyarsa, uydum şu
imâma demek lâzımdır.
Tahrîme:
Tekbîr-i iftitâh: Ya’nî nemâza Allahü ekber diyerek
başlamak. (İftitâh tekbîrinin nemâzın hâricindeki veyâ dâhilindeki
farzlardan olduğunda ulemâ ihtilâf etmişlerdir.)
Nemâzın
içindeki farzlar:
Kıyâm:
Nemâzda ayakda durmak.
Kırâ’et:
Nemâzda ayakda iken, Kur’ân-ı kerîmden İmâm-ı a’zama
göre bir âyet okumak kâfîdir. Âyet kısa da olursa, (Lem yelid) gibi. İmâmeyne göre, bir sûre veyâ üç kısa âyet
mikdârı, yâ bir uzun âyet okumak.
Rükû’:
Kırâ’etden sonra başı, arkası, beli düz oluncaya kadar
eğilmek.
Sücûd:
Rükû’dan kalkdıkdan sonra, yere kapanmak. Ya’nî ayak
parmaklarını, dizlerini, ellerini, burnunu ve alnını yere koymak.
Ka’de-i
âhırede teşehhüd mikdârı oturmak: Ya’nî Ettehiyyatüyi okuyacak kadar
oturmak.
Nemâzın
vâcibleri: (Kasıtla vâcibi terk eylese, nemâzı
fâsid olmaz. Noksâniyle câiz olur. Fekat günâhkâr olur. Sehvle terk
ederse, sehv secde lâzım olur. Nemâzın farzlarından birini te’hîr veyâ
vâciblerinden birini sehvle terk ederse secde-i sehv eder.)
1- Farz nemâzlarının evvelki iki
rek’atinde ve sâir nemâzların her rek’atinde Fâtihâ okumak. Hanefî
mezhebinde vâcib, eimme-i selâse [üç imâm] indinde farzdır.
2- Fâtihayı sûreden evvel okumak
ve Fâtihâyı bir kerre okumak.
3- Bir sûre yâhud üç kısa âyet mikdârı
Kur’ân okumak.
4- Üç kerre, Sübhânallah diyecek
mikdârı rükû’da ve secdede eğlenmek.
5- Ka’de-i ulâda oturmak.
6- Ka’de-i ulâ ve âhırede tehıyyât
okumak.
7- Selâm lafzı ile nemâzdan çıkmak.
8- Bir farzdan bir farza ara vermeksizin
intikâl etmek.
9- Rükû’dan kalkdıkda ve iki secde
arasında doğrulup, oturdukda, Sübhânallah diyecek kadar eğlenmek.
(İmâm-ı Ebû Yûsüfe göre farzdır.)
10- Salât-i vitrde Kunût düâsı okumak.
11- Bayram nemâzlarında, zâide
tekbîrleri almak.
12- Sessiz okunacak yerlerde sessiz
ve sesli okunacak yerlerde cehren, ya’nî sesli okumak. Yalnız kıldığı
takdîrde sessiz ve sesli okumakda muhayyerdir. Ancak, ihfâ ile,
ya’nî sessiz okurken kendisinin işitmesi şartdır. İşitmezse nemâz sahîh
olmaz.
13- Ta’dîl-i erkân üzere kılmak. Her
rüknün hakkını tamâmiyle yerine getirmek.
14- Nemâz kılarken, secde âyeti
okursa veyâ cemâ’at ile kıldığı takdirde imâmdan secde âyeti işitirse,
tilâvet secdesi yapmak.
15- İktidâ hâlinde [ya’nî imâm secde-i
sehv yaparken ona uyanın da] secde-i sehv yapmak.
16- Dört rek’atli farzlarda, ka’de-i
ulâda, tehıyyâtden sonra eğlenmeyip, kalkmak.
17- Kurban bayramı arefesinin sabâh
nemâzından dördüncü gününün ikindi nemâzına kadar, farzların akâbinde
teşrîk tekbîri almak.
Nemâzın
sünnetleri: (Kast ile veyâ sehv ile terk edilirse
nemâz bâtıl olmaz. Secde-i sevh dahî lâzım gelmez. Lâkin itâba [azarlanmağa]
müstehâk olur.)
1- Erkekler ve kadınlar misvak kullanmak.
Misvakın kullanılma vakti su ağızda ikendir. İmâm-ı Gazâlîye göre
evvelâ misvakı, ondan sonra suyu isti’mal etmekdir, ya’nî kullanmakdır.
Misvak yok ise, sağ elinin baş parmağı ile sağ tarafını ve şehâdet parmağı
ile sol tarafını, üstden ve altdan hilâllamak misvak sevâbı ile berâberdir.
Misvak kullanmak, Allahü teâlâyı râzı eyleyici ve misvaklı iki
rek’at nemâzı, misvaksız yetmiş rek’atden efdal edicidir. Misvakın
yetmiş fâidesi vardır. En büyüğü ölüm ânında, kelime-i tevhîdi hâtırlatır.
Misvak, diş için değildir. Dişsiz olanlar da misvak kullanmak sünnetdir.
Şuna kıyâsen ki, Mekke-i mükerremede traş olmak sünnetdir. Kel olan
da usturayı başına sürmek lâzımdır. Binâenaleyh, takma dişlere de
misvak kullanılır.
(Bedr-ül-vâizin)
kitâbında yazar: İshak el-fakîhden rivâyet edilmişdir ki, kasd ile
misvakı terk edenin nemâzı dürüst değildir. Zîrâ, Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” hiçbir zemânda misvakı terk etmemişdir. Öyle ise
misvak vâcibe yakın sünnet oldu. Misvakın kullanılma vaktlerinden
bir vakti de nemâza başlarken iftitâh tekbîrinden evvel ve ta’amdan
sonradır ki, bu vaktlerde, misvak kullanan iki köle azâd etmiş gibidir.
2- Her nemâzın iftitâh tekbîrinden
sonra Sübhâneke okumak.
3- Her nemâzın ilk rek’atinde E’ûzü
okumak.
4- Her rek’atin başında, Fâtihânın
evvelinde Besmele-i şerîfe okumak.
5- Kendi işitecek kadar yavaş okumak.
6- Kıyâmda sağ elini sol elinin üzerine
koyup, serçe parmağıyle baş parmağını halka ederek, erkekler göbeğinin
altına, kadınlar göğsü berâberine bağlamak.
7- Her Fâtihâdan sonra, yavaşca
âmîn demek. Âmîn düâ olduğundan, âyet-i kerîme ile düâyı ayırmak için
aralarına, “Allahümmagfirlî”
demeli.
8- Bir farzdan bir farza intikâl
ederken Allahü ekber demek.
9- Rükû’da ellerini dizlerine koyup,
parmaklarını açmak. Ve başıyla arkasını bir hizâya getirmek.
10- Rükû’da üç kerre, (Sübhâne rabbiyel azîm) demek. Üç
def’ası sünnetdir. Bundan eksik olursa mekrûhdur. Ne kadar ziyâde edilirse,
efdâldir. (Münferît kıldığı zemân.) Zîrâ, imâmın tesbîhi cemâ’atine
göre olması lâzımdır.
11- Rükû’dan kalkarken, imâm ise, (Semi’allahü limen hamideh,) imâma
uymuş ise, (Rabbenâ lekel hamd) demek.
Yalnız kılarsa, her ikisini de okumak.
12- Secdede, üçer def’a, (Sübhâne rabbiyel a’lâ) demek. (Rükû’
tesbîhinin hükmü gibidir.)
13- Secdede alnı ile burnunu yere
değdirmek. Elinin parmaklarını birbirine yapışdırmak.
14- Secdede el ve ayak parmaklarını
kıbleye çevirmek.
15- Secdede, ellerini kulakları
hizâsında tutmak.
16- Yedi a’za üzerine secde kılmak.
17- Tehıyyâtde ellerini dizlerinin
evhine berâber tutup, parmaklarını açmak.
18- İftitâh ve kunût tekbîrinde
el ayasını kıbleye teveccüh etdirmek.
19- Erkek ise, karnını uyluklarına
yapışdırmamak. Ve kollarını yere döşememek. Ve hâtunlar uyluklarını
karnına yapışdırmak.
20- Ka’dede, erkekler sol ayağının
üzerine oturup, sağ ayağını dikmek. Ve parmaklarının ucunu kıbleye
çevirmek. Hâtun ise, iki yağını sağ tarafından çıkarıp, sol cânibi
üzerine oturmak.
21- Ka’de-i âhırede (Ettehıyyâtü)den
sonra, salevâtlardan ma’ada, başka bir düâ dahâ okumak. (Şâfi’îde salevât
okumak farzdır.)
22- İmâm, tekbîrleri ve (Semi’allahü
limen hamideh)i ve selâmı, cemâ’atin işitebileceği kadar, yüksek
sesle okumak.
23- Farzlarda ikâmet etmek.
24- İmâm olanlar, nemâzdan sonra,
yüzünü cemâ’ate çevirmek.
25- Dört rek’atli farzların son iki
rek’atinde, yalnız Fâtihâ-i şerîfe okumak.
26- Evvelâ sağına, sonra soluna
selâm vermek. Selâmda iki yanına bakmak. Münferîd kılanlar selâmı
yalnız hafaza meleklerine niyyet edeler. İmâma uyanlar, hafaza meleklerine
ve cemâ’ate ve imâm hangi tarafında ise, imâma dahî niyyet edeler.
İmâm iki tarafı selâm verdikde, hafaza meleklerine ve cemâ’ate niyyet
ede.
27- Sünnet-i şerîfe üzere Ezân-ı Muhammedî
“sallallahü aleyhi ve sellem” okumak.
28- Rükû’a vardığı zemân, topukları
birbirine kavuşdurmak. Rükû’dan kalkınca açmak.
Nemâzın
müstehabları (Müstehab, Cenâb-ı Hakkın sevdiği
ve râzı olduğu bir fi’ldir.)
1- Secde etdiği zemân evvelâ dizlerini,
sonra ellerini, sonra burnunu, sonra alnını yere koymakdır. Ve secdeden
kalkdıkda evvelâ alnını, sonra burnunu, sonra ellerini, ondan sonra
dizlerini kaldırmak ve dizleriyle ellerini korken evvelâ sağını
koymak ve kalkarken evvelâ sağ el ve dizini kaldırmak.
2- İftitâh ve vitrin kunût tekbîrlerinde
erkekler baş parmağını kulağın yumaşağına dokundurmak ve hatûnlar
omuzlarına kadar ellerini kaldırmak.
3- Kıyâmda ellerini bağladıkda
bileğini pekçe kavramak.
4- Rükû’da ve sücûdda üçden ziyâde,
beş, yedi veyâ onbir kerre veyâ dahâ fazla Sübhâne rabbiyel azîm ve
a’lâ demek.
5- Selâmda iki yanına pekçe bakmak.
6- Müezzin ikâmetde hayya alessalâh
dedikde, cemâ’at eğlenmeyip kalkmak.
7- Kıyâmda iken secde yerine, rükû’da
ayaklarına, secdede burnu ucuna, ka’delerde iki elleri veyâ dizleri
üzerine bakmak.
8- Rükûda ayaklarını kavuşdurmak
ve kıyâma kalkarken açmak.
9- Selâm verirken yanağını ve omuzunu
görecek kadar omuz başına bakmak.
10- Öksürüğü ve esnemeği terk etmek.
11- Rükû’da elinin parmaklarını
açmak. Secdede birbirine yapışdırmak.
Nemâzın
mekrûhları: (Mekrûh: Allahü teâlânın sevmediği
ve beğenmediği fi’llerdir. Onun için çok sakınmak lâzımdır.)
1- Nemâz içinde boynunu eğip, iki
yanına bakmak.
2- Zarûretsiz yüzünü kıbleden çevirmek.
Rükû’ ve secdeyi acele etmek.
3- Kaftanından veyâ gövdesinden
bir nesne ile oynamak. Ve yere dokunmasın diye elbisesini eli ile
toplamak.
4- Zarûretsiz secde yerinden taşı
gidermek. (Bir kerre olursa mekrûh olmaz.)
5- Kıyâmda okuduğunu rükû’da ve
rükû’da okuduğunu kıyâmda tamâm etmek.
6- Nemâzda sallanmak. Bir ayağı
üzerine durmak. Birşey koklamak.
7- Parmağını çıtlatmak. (Ba’zıları
bunu kavm-i Lût amelidir dediler. Nemâzın hâricinde de mekrûhdur denildi.)
8- Elini böğrüne koymak. Ve erkek
ise göğsüne berâber tutmak.
9- Özrsüz bağdaş kurup oturmak.
(Sünnet üzere kuudu [oturuşu] terk eylediği için.)
10- Bir veyâ iki kerre bir yerini
kaşımak.
11- Uykuluğu ile ya’nî ekabire varamadığı
kaftan ile [ya’nî büyüklerin yanına çıkamıyacağı elbise ile] veyâ
esvâb ile kılmak. (Eğer gayri [başka] esvâbı var ise.)
12- Âdem [insan] yüzüne karşı kılmak.
(Meğer arada üçüncü bir engel ola. Nemâz kılanın yüzü engelin arkasına
gele.)
13- Ateşe karşı kılmak. (Mecûsîye
teşbîh olduğu için. “Muma ve kandile karşı mekrûh değildir.”)
14- Önünde veyâ üstünde veyâ kaftanında
hayvan sûreti olmak. (Meğer gâyet küçük ve başı kesik ola.)
15- Yalnız burnu ve sarığı üzerine
secde etmek.
16- Gerinmek ve esnemek. Peygamberimiz
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (Esnemek,
şeytândandır. Esnedikçe mümkîn mertebe ağzını yumsun. Defi’ olmazsa,
elini veyâ yenini ağzına koysun) buyurdular.
17- Kaftanını enine [yan tarafına]
veyâ başına alıp, kollarını koltuğundan çıkarmak. (Ehl-i kitâba teşebbüh
[benzemek] olunduğu için.)
18- İnciklerini dikip, kelb gibi
iki ökçesi üzerine oturmak.
19- Gözünü yummak. Başı açık kılmak.
(Tezellül için değilse.)
20- Secdede ve tehıyyâtde eli ve
ayağı parmaklarını kıbleden çevirmek.
21- Önünde açık yer var iken, saf ardında
yalnız durmak.
22- Kabre karşı ve necâsete karşı
nemâz kılmak. (Perde veyâ dıvarda yoksa.)
23- İmâmın sesi cemâ’ate kâfi’ olacak
mahalde, müezzinlerin tekbîrleri cehren almaları.
24- Bevl ve gaita darlığı var iken
kılmak. (Huşû’a mâni’ derecede olursa, nemâz bozulur.)
25- Secdeden kalkarken, ellerinden
evvel dizlerini kaldırmak. Secdede bir ayağını kaldırmak.
26- İmâmdan evvel rükû’ etmek. Ve
başını imâmdan evvel kaldırmak. Kezâ secdeye varmak ve kalkmak.
27- Secdeye inerken dizlerinden
evvel özrsüz ellerini koymak. Özrsüz dıvara dayanıp, kalkmak.
28- Eziyyet vermediği hâlde, alnından
toprak silmek. Sahrada iken perdeyi terk etmek. Âdem geçecek yere durmak.
29- İki rek’atin arasını üç sûre ile
ayırmak ve evvelki rek’atde okuduğunun üstünden okumak.
30- Bir rek’atde bir sûreyi tekrâr
okumak. İkinci rek’atde okuduğunu, ilk rek’atde okuduğundan üç âyet
fazla okumak.
31- Parmakları ile rükû’ ve secdede
tesbîhleri saymak.
32- İmâm mihrâbın içinde iken önüne
bir perde çekilse, içeride kılabilecek mertebe derin olan mihrâbda
olmak.
33- İmâm mihrâbdan gayri yerde durmak.
34- İmâm bir arşın mikdârı yalnız
başına cemâ’atden aşağıda, cemâ’at yukarıda durmak.
35- Âmîni cehr ile [sesli] söylemek.
36- Bir erkek ile bir kadın, yan yana
durup, başka başka nemâz kılmak.
37- Secdeden kalkarken ellerinden
evvel dizlerini kaldırmak.
38- Sinek kovmak.
39- Omuzlarını açıp, nemâz kılmak.
Nemâzın
müfsidleri: (Ya’nî, nemâzı bozan ve tekrâr kılmağı
îcâb etdiren şeyler.)
1- Nemâz içinde dünyâ kelâmı söylemek.
Nemâzın sonunda teşehhüd mikdârı oturdukdan sonra söylese fâsid
olmaz. Selâmı terk eylediğinden dolayı günâhkâr olur.
2- Kendi işitecek kadar gülmek.
(Eğer başkaları da işitecek kadar gülerse, abdesti de bozulur.)
3- Ah ve ağrıdan ve sıkıntıdan of
demek. (Hastanın ağrısı şiddetli olup, buna mübtelâ değilse.)
4- Sesli olarak ağlamak. (Âhıret
korkusundan dolayı ağlarsa, zarar etmez.)
5- Zarûretsiz boğazını ayıklamak.
(Boğazında tükrük birikdiği için çâresiz olursa, fâsid olmaz.)
6- Geğirmek. (Mecbûriyyeti olmazsa.)
7- Sakız çiğnemek veyâ birşey yimek
ve içmek.
8- Başını ve sakalını taramak.
Kıl koparmak. Bir yerini kaşımak, kehle öldürmek veyâ tutmak. (Arda
arda bir rüknde üç kerre vâkı’ olursa.)
9- At üzerinde şerî’ate uygun olarak
nemâz kılarken, hayvan yüzünü kıbleden çevirmek. İki ayağıyla üzengiyi
yitmek. Yâ bir ayağıyla üç kerre bir rek’atde üzengiyi yitmek veyâ hayvanın
yularını üç kerre tartmak. Veyâ hayvana üç kerre kamçı vurmak.
10- İki saf mikdârı yürümek. (Ama
bir saf mikdârı yürüyüp, dursa, tekrâr yürüse bozulmaz.)
11- Secdede iken iki ayağını yerden
kaldırmak. (Başını koyup kaldırınca, ayaklarını yere asla koymadı
ise.)
12- Cemâ’at ile kılarken sağında,
solunda ve önünde arada perde olmaksızın yan yana kadın bulunursa.
(Mecnûn olsa veyâ küçük, bâlîga olmamış kız çocuğu olsa, ifsad etmez.)
13- Özrsüz yüzünü ve göğsünü birden
kıbleden ayırmak. (Yalnız yüzünü ayırmakla fâsid olmaz.)
14- Ma’nâsı bozulacak kadar kırâ’eti
yanlış okumak veyâ bir harf yerine başka bir harf okumak. Ya’nî veladdallin’i zal-i mu’ceme ile Essamed’i şin ile, Ettehıyyât’ı he ile, sırat’ı tı ile, vettin’i tı ile, Bizzallam’i
zâl-i mu’ceme veyâ dâd-ı mu’ceme ile, Feterda’ı
zâ-i mu’ceme ile, Hammalet’el Hatab’ı
tâ ile, Allahü Ehad’ı tâ ile, Elhamdülillah’ı ha yerine he ile, Errahmânirrahîm’i he ile, Sübhânerabbiyelazîm’i dad ile,
ya zâl-ı mu’cemet ile, Limen hamideh’i
he ile, gayril’ ma’dûbi’i zı ile
veyâ zâl-ı mu’cemet ile, E’ûzü’yü
dal-i mühmele ile, Rıhleteşşitâi’yi
tı ile, Felmugîrâtı sübhâ’yı ve tevasevbilhak’ı, Fî sudûrinnas’ı; bu üçünde sad’ı
sin ile okusa nemâzı fâsid olur. İlâhir ...
15- Arayana kendini bildirmek
için veyâ sesini güzel etmek için öksürmek.
16- Özrsüz farzın birini terk etmek.
17- İftitâh tekbîri kendi işitecek
kadar olmamak. Ve kendi işitecek kadar okumamak.
18- Nemâz kılarken dışarıdan biri
çağırdıkda, haber vermek için Lâ havle velâ kuvvete veyâ Sübhânallah
demek. Eğer murâdı
nemâz içinde olduğunu bildirmekse fâsid olmaz.
19- Ağzında şeker olup, suyu buğazına
kaçmak.
20- Bir kadın, cemâ’at yok iken imâma
uysa, ondan sonra cemâ’at gelip, saf doldukda, erkeklerin safı kadına yetişse,
kadının sağında ve solunda ve arkasında olan üç erkeğin nemâzı fâsid
olur.
21- İki eliyle yakasını, önünü karışdırmak.
Başındaki kisvesini eliyle çıkarmak. Yâhud çıkarıp-giymek.
22- Nemâz içinde iken, bir musîbet
işitip, (innâ lillahi ve innâ ileyhi
râciûn) veyâ sevinçli bir şey işitip veyâ aksırıp, (Elhamdülillah) demek.
23- Nemâzda erkek kadını öpmek.
24- Nemâz düâlarında, altın, gümüş
veyâ sâir dünyâ meta’ına müte’allık birşey istemek.
25- Şart olsun veyâ rükn olsun, kasten
veyâ sehven farzın terki nemâzı ifsâd eder.
Aşağıda Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin nemâz risâlesinin orjinalinden bazı bölümler görüyorsunuz...