nemâz risâlesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
nemâz risâlesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kâ’be­nin sû­re­ti­ ve ha­kî­ka­ti­

 Ha­kî­kat er­bâ­bın­dan ol­mı­yan ne­mâz kı­la­na Kâ’be­nin sû­re­ti­ne te­vec­cüh et­me­si ge­rek­dir. Onun sû­re­ti­ne te­vec­cüh ve te­leb­büs ey­le­mek ona ga­nî­met­dir.

Kâ’be­nin sû­re­ti­ne taş ve top­rak­dır, de­miş­ler­dir. Bu böy­le de­ğil­dir. Zî­râ, eğer taş ve top­rak ve ça­tı ve dı­var­la­rı or­ta­da ol­ma­sa da­hî Kâ’be, Kâ’be­dir. Mah­lû­ka­ta sec­de­gâh ol­ma­sı ile­dir. Bel­ki Kâ’be­nin sû­re­ti, bir ma’nâ­dır ki akl­lar onu an­la­mak­da âciz­dir­ler. Akl­lar onun sû­re­ti­ni an­la­mak­da âciz ol­duk­la­rı­na gö­re, onun öte­sin­de olan Kâ’be­nin ha­kî­ka­ti­ne na­sıl ka­vu­şur­lar. Kâ’be­ye te­vec­cüh bu­dur ki, Kâ’be­ye doğ­ru ne­mâz edâ ede­ler. Ve bu te­vec­cü­hü an­la­mak ve Kâ’be­yi te­hay­yül ma’lûm de­ğil­dir. He­mân bu te­vec­cüh ci­he­tiy­le da­hî, Kâ’be­nin be­re­kâ­tın­dan feyz­le­nir­ler ve ha­kî­ka­tin­den na­sîb­le­nir­ler. Zu­hûr eden hâl­ler asîl olup, ne­mâ­zın gay­ri­sin­de­ki hâl­ler üze­ri­ne me­ziy­ye­ti var­dır.

(Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin Nemâz Risâlesi'nden iktibas edilmiştir.)

NEMÂZ RİSÂLESİ

                 Bis­mil­la­hir­rah­mâ­nir­ra­hîm
    Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî “Rahmetullahi aleyh”

NEMÂZ RİSÂLESİ

Ne­mâz, is­lâ­mın beş şar­tın­dan, ikin­ci rük­nü olup, Fahr-i kâ­inâ­tın “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­le­m” mi’râ­ca teş­rîf­le­rin­de; en hayr­lı üm­met olan, üm­me­ti üze­ri­ne eze­lî hi­tâ­bı ile her­bir gün ve ge­ce­sin­de, beş vakt ola­rak farz olun­muş­dur.
Ne­mâz, dî­nin di­re­ği­dir. Her kim ki, ne­mâ­zı de­vâm üze­re, doğ­ru ve te­mâm ola­rak edâ eder­se; dî­ni­ni ikâ­me et­miş, is­lâm bi­nâ­sı­nı ayak­da dur­dur­muş olur. Ne­mâz kıl­mı­yan­lar, Al­la­hü te­âlâ ko­ru­sun, din­le­ri­ni ve is­lâm bi­nâ­sı­nı yık­mış olur­lar. Pey­gam­be­ri­miz “aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm” bu­yur­du ki: (Dî­ni­ni­zin ba­şı ne­mâz­dır.) Baş­sız in­san ol­ma­dı­ğı gi­bi, ne­mâz­sız din de ola­maz.
Ne­mâz, mü’mi­nin mi’râ­cı­dır. Mi’râc ol­ma­sı bu üm­me­te mah­sûs­dur. Ser­ver-i âle­me “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” mi’râc ge­ce­sin­de, Cen­net­de mü­yes­ser olan rü’yet dev­le­ti, ya’nî Al­la­hü te­âlâ­yı gör­mek şe­re­fi, dün­yâ­ya teş­rîf et­dik­den son­ra, dün­yâ­da, dün­yâ­ya mü­nâ­sib ola­rak; ne­mâz­da mü­yes­ser ol­muş­dur. Pey­gam­be­re “aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâ­m” ke­mâ­liy­le tâ­bi’ olan­la­rın, o dev­let­den, bu dün­yâ­da ne­mâz­da ge­niş bir hâz ve kâ­mil na­sîb­le­ri var­dır.
Kül­fet ve zah­met ref’ olur, zor­luk­lar kal­kar. Bâ­tın, ya’nî kalb ve rûh baş­dan ba­şa, zevk ve lez­zet bu­lur. Vel-hâ­sıl bir key­fiy­yet hâ­sıl ol­mak­la be­râ­ber, şa­şı­la­cak giz­li şey­ler ve ga­rîb hâl­ler hâ­sıl olur. Şerh ve be­yâ­na gel­mez key­fiy­yet­ler zu­hûr e­der. Ni­şân­sız­dan ni­şân ve­rir. Mat­lûb­dan ha­ber be­yân eder. Ne­mâz kı­lar­ken yüz gös­te­ren, mey­dâ­na ge­len lez­zet, ni­hâ­ye­tin du­ru­mun­dan ha­ber ve­rir.
Bu hâl­ler an­cak mün­te­hî­le­re, ya’nî so­na va­ran­la­ra mü­yes­ser olup, Al­la­hü te­âlâ­nın bü­yük ni’met­le­rin­den­dir.
Ne­mâz, Al­la­hü te­âlâ­ya ve Re­sû­lü­ne îmân­dan son­ra, bü­tün mu­kar­reb­le­rin amel­le­ri­nin ve bü­tün ibâ­det­le­rin üs­tün­de, en iyi bir ibâ­det­dir. Bir­gün Re­sû­lul­lah “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem”, imâm-ı Alî­ye “ker­re­mal­la­hü vec­heh ve ra­dı­yal­la­hü anh”: (Yâ Alî! Se­nin, ne­mâ­zın far­zı­na, vâ­ci­bi­ne, sün­ne­ti­ne, müs­te­ha­bı­na ri­âyet et­men ge­rek­dir!) bu­yur­­duk­da, En­sâr­dan bir zât de­di ki; “Yâ Re­sû­lal­lah! İmâm-ı Alî­nin bun­la­rın te­mâ­mı hak­kın­da bil­gi­si var­dır. Bi­ze de bun­la­rın fa­zî­le­ti­ni be­yân ey­le. Biz da­hî ona gö­re amel ede­lim. Re­sû­lul­lah “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” bu­yur­du­lar ki, (Ey üm­met ve Es­hâ­bım! Te­mâ­miy­le edâ­sı­na ri­âyet olu­nan ne­mâz, Al­la­hü te­âlâ­nın hoş­nud ol­du­ğu bü­tün amel­le­rin en ef­da­li­dir. Pey­gam­ber­le­rin sün­ne­ti­dir. Me­lek­le­rin sev­di­ği­dir. Ma’ri­fe­tin ve arz ve se­mâ­vâ­tın [yer­le­rin ve gök­le­rin] nû­ru­dur. Be­de­nin kuv­ve­ti­dir. Rız­kın be­râ­kâ­tı­dır. Dü­ânın ka­bû­lü­dür. Me­le­kül-mevt [ölüm me­le­ği] ara­sın­da şe­fâ’at­cı­dır. Kabr­de ışık­dır. Mün­ker ve ne­ki­re ce­vâb­dır. Kı­yâ­met gü­nün­de üze­ri­ne göl­ge­dir. Ce­hen­nem ate­şi ile ken­di ara­sın­da si­per­dir. Sı­rat köp­rü­sü­nü yıl­dı­rım gi­bi ge­çi­ri­ci­dir. Cen­ne­tin anah­ta­rı­dır. Cen­net­de ba­şı­na tâc­dır. Al­la­hü te­âlâ mü’min­le­re, ne­mâz­dan ef­dâl hiç­bir nes­ne ver­me­miş­dir. Eğer ne­mâz­dan ef­dâl bir ibâ­det olay­dı, en ev­vel mü’min­le­re onu ve­rir­di. Zî­râ, Me­lek­le­rin ki­mi kı­yâm­da, ki­mi rü­kû’da, ki­mi sec­de­de, ki­mi ka’de­de­dir. Bun­la­rın cüm­le­si­ni bir rek’at ne­mâz­da top­la­yıp, mü’min­le­re he­diy­ye ver­di. Zî­râ ne­mâz, îmâ­nın ba­şı ve di­re­ği ve is­lâ­mın kav­li ve mü’min­le­rin mi’râ­cı­dır. Yer ve gö­ğün nû­ru­dur. Ce­hen­nem­den kur­ta­rı­cı­dır.)
Ne­mâz, Al­la­hü te­âlâ­ya kar­şı hâs ibâ­det­dir. Ve as­lın zu­hûr ye­ri­dir.
Ne­mâz, mak­sad­lar­dan olup, di­ğer ibâ­det­ler ne­mâz için ve­sî­le­ler­dir.
Ne­mâz, müs­li­mân ile kâ­fir ara­sı­nı ayırd edi­ci, bil­di­ri­ci, açık­la­yı­cı bir ibâ­det­dir.
Ne­mâz, is­lâ­miy­ye­tin ya­sak et­di­ği şey­le­ri iş­le­mek­den in­san­la­rı men’ eder. Gü­nâh­la­rın kef­fâ­re­ti­dir.
Hüs­ni, ya’nî gü­zel­li­ği, di­ğer ibâ­det­le­rin ak­si­ne ola­rak îmân gi­bi ken­di­sin­den­dir. Ken­di­sin­de en zi­yâ­de ibâ­det­le­ri top­lı­yan ve in­sa­nı Al­la­hü te­âlâ­ya en zi­yâ­de yak­laş­dı­ran bir amel­dir. Çün­ki, Al­la­hü te­âlâ­ya ne­mâz­da mü­nâ­ce’at edip, yal­va­rıp, Al­la­hü te­âlâ­nın aza­met ve ce­lâ­li­ni mü­şâ­he­de edi­ci­dir.
Ne­mâ­zı, hu­şû ve hu­dû’, ya’nî te­vâ­dû’ ve kor­ku ile, kalb hu­zû­ru ile ve tü­mâ­ni­ne­te [rü­kû’ ve sec­de­ler­de, kav­me­de ve cel­se­de, bü­tün a’za­nın ha­re­ket­siz kal­ma­sı­na] ri­âyet ile ve tam bir cem’iy­yet ve ce­mâ’at ile, sü­kû­nu tam ve te­zel­lül ile edâ et­mek, ne­cât ve fe­lâ­hın [kur­tul­ma­nın] baş­lı­ca se­beb­le­rin­den­dir. Bu sû­ret­le ne­mâ­zı­nı kı­lan mü’min­le­rin fe­lâh bu­lu­cu ol­duk­la­rı âyet-i ke­rî­me­de be­yân bu­yu­rul­muş­dur. Ha­dîs-i şe­rîf­de bu­yu­rul­muş­dur ki; (Beş vakt ne­mâ­zı­nı kı­lan kim­se, Mâ­lik-ül-mül­kün ka­pı­sı­nı te­dar­ru ile ça­lı­yor. Ka­pı çal­ma­sı­na de­vâm eden kim­se­ye şüb­he­siz ka­pı açı­lır.) Baş­ka bir ha­dîs-i şe­rîf­de bu­yu­rul­muş­dur ki, (Beş vakt ne­mâz, siz­den bi­ri­ni­zin, evi­niz­de akan nehr gi­bi­dir ki, o nehr­de her­gün beş ker­re, gusl vâ­ki’ ol­sa, o kim­se­de hiç kir kal­ma­ya­ca­ğı gi­bi, ne­mâ­zı­nı de­vâm­lı kı­lan­lar da öy­le­ce gü­nâh­lar­dan pak ve te­miz olur­lar.) Ve yi­ne ha­dîs-i şe­rîf­de bil­di­ril­miş­dir ki, ne­mâz­da kı­yâm­da uzun oku­mak, ölüm anın­da­ki şid­de­ti azal­tır. Ha­dîs-i şe­rîf­de gel­miş­dir ki; (Farz olan beş vakt ne­mâ­zı­nı, ce­mâ’at ile kı­lan kim­se, sı­rât köp­rü­sü­nü par­lak bir şim­şek gi­bi ge­çen­le­rin il­ki ola­cak­dır. Ve sâ­bi­kûn olan ilk züm­re ile Al­la­hü te­âlâ onu haşr eder. Ve onun için her­gün ve ge­ce­de bir hâ­fız [ko­ru­yu­cu] me­lek var­dır. Ve Al­la­hü te­âlâ yo­lun­da öl­dü­rü­len bin şe­hîd se­vâ­bı ona ve­ri­lir.) Yi­ne bir ha­dîs-i şe­rîf­de bu­yu­rul­muş­dur ki, (Ka­ran­lık­da mes­cid­le­re yü­rü­ye­rek gi­den kim­se­ler, Al­la­hü te­âlâ­nın rah­me­ti için­de yü­zü­cü­dür­ler. Hak süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ, ce­mâ’at ile ne­mâ­zı kı­lıp, son­ra hâ­ce­ti­ni di­li­yen ku­lun­dan, dü­âsın­dan ay­rıl­ma­dan ev­vel is­tek­le­ri­ni ver­me­me­ğe ha­yâ ede­rim) bu­yur­muş­dur. Ya’nî, yal­var­ma hâ­lin­de iken is­tek­le­ri hâ­sıl olur.
Ha­dîs-i şe­rîf­de gel­miş­dir: Her uz­vu­nu te­miz­le­ye­rek, mü­kem­mel sû­ret­de, mü­kem­mel bir gü­zel­lik­de ab­dest alıp, ne­mâz kıl­mak mak­sa­dı ile mes­ci­de hâ­zır olan kim­se, el­bet­te is­tib­şâr olu­nur, ya’nî müj­de­le­nir. Ehl-i gâ­ibin müj­de­len­di­ği gi­bi.
Evin­de kı­lan o ne­mâ­zın se­vâ­bı­na nâ­il olur. Eğer ya­kı­nın­da­ki mes­cid­de edâ eder­se, yir­mi­beş ne­mâ­zın se­vâ­bı ve­ri­lir. Eğer Cum’a ne­mâ­zı kı­lı­nan mes­cid­de edâ eder­se beş­yüz, mes­cid-i Ak­sâ­da edâ eder­se, beş­bin ve Mes­cid-i Pey­gam­be­rî­de edâ eder­se el­li­bin, Mes­cid-i Ha­râm­da edâ eder­se yüz­bin ne­mâz se­vâ­bı ve­ri­lir. Edâ eder­ken onun edeb­le­rin­den bir ede­bi terk et­me­ğe râ­zı ol­ma­ya­lar. Eğer ne­mâz te­mâ­miy­le edâ edi­lir­se, is­lâm­dan asıl azîm ele geç­miş ve azâb­dan kur­tul­mak için sağ­lam bir tu­ta­mak hâ­sıl ol­muş olur.
Ne­mâ­zın dün­yâ­da­ki mer­te­be­si, âhı­ret­de, rü’ye­tin [ya’nî, Al­la­hü te­âlâ­yı gör­me­nin] mer­te­be­si gi­bi­dir.
Ne­mâ­zı bü­yük bir emr bil­mek ve müs­te­hab olan ev­vel vak­tin­de ce­mâ’at ile ve di­ğer şart­la­rı­na ve müs­te­hab­la­rı­na ve ta’dîl-i er­kâ­na ri­âyet ede­rek, sü­kûn ve va­kar ile edâ et­mek lâ­zım­dır. Re­sû­lul­lah “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” bu­yur­du ki: (Amel­le­rin en ef­dâ­li ev­vel vak­tin­de kı­lı­nan ne­mâz­dır.) Baş­ka bir ha­dîs-i şe­rîf­de Re­sûl-ü Hü­dâ “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” bu­yur­muş­lar­dır ki: (Kul ne­mâ­za kalk­dı­ğı ze­mân, Cen­net ka­pı­la­rı ken­di­si­ne açı­lır. Ken­di­si ile Rab­bi ara­sın­da­ki per­de­ler kal­kar. Ve hu­rî’ayn ken­di­si­ni is­tik­bâl eder­ler.), Ya’nî, Cen­net­de olan hu­rî­ler ken­di­si­ni kar­şı­lar.
Hu­dû’: Kı­yâm­da ve di­ğer rükn­ler­de ol­du­ğu gi­bi na­za­rı­nı sec­de ye­ri­ne hasr et­mek ve oku­nan Kur’ân-ı ke­rî­mi dik­kat­li­ce din­le­mek ve eğer oku­na­nın ma’nâ­sı­nı an­lı­yor ise, onun es­râr ve ma’nâ­sı­nı te­fek­kür et­mek, eğer oku­na­nın ma’nâ­sı­nı an­la­mı­yor ise, Hak cel­le ve a’lâ­nın ke­lâ­mı ol­du­ğu­nu dü­şün­mek­dir. (Bu umu­ra te­vec­cüh et­mek, Al­la­hü te­âlâ­nın zâ­tı­na te­vec­cüh­dür. Zî­râ, Al­la­hü te­âlâ­nın zâ­tı­nı dü­şün­me­mek, es­mâ ve sı­fâ­ta te­vec­cüh ve mu­ra­ka­be ve tas­vir ve an­la­mak­dan yük­sek­dir). Te­vec­cüh ve mu­ra­ka­be, tas­vir ve an­la­mak ise, Al­la­hü te­âlâ­ya vâ­sıl ve vas­lı ür­yâ­nî ile müm­tâz ol­muş ârif­le­rin işi­dir. On­la­rın mu’âme­le­si ay­rı­dır. Hu­sû­siy­le ne­mâ­zı kıl­dı­ğı vakt­de onun rû­hu, key­fiy­yet­siz ola­rak o en yük­sek ma­kâ­ma ula­şır ve zâ­hir­den ke­si­lir. Be­de­ni ne­mâ­zın er­kâ­nı ile meş­gûl iken, rû­hu vasl-ı ur­yân­da olup, ara­la­rın­da hiç ben­zer­lik yok­dur.
Ha­kî­kat er­bâ­bın­dan ol­mı­yan ne­mâz kı­la­na Kâ’be­nin sû­re­ti­ne te­vec­cüh et­me­si ge­rek­dir. Onun sû­re­ti­ne te­vec­cüh ve te­leb­büs ey­le­mek ona ga­nî­met­dir.
Kâ’be­nin sû­re­ti­ne taş ve top­rak­dır, de­miş­ler­dir. Bu böy­le de­ğil­dir. Zî­râ, eğer taş ve top­rak ve ça­tı ve dı­var­la­rı or­ta­da ol­ma­sa da­hî Kâ’be, Kâ’be­dir. Mah­lû­ka­ta sec­de­gâh ol­ma­sı ile­dir. Bel­ki Kâ’be­nin sû­re­ti, bir ma’nâ­dır ki akl­lar onu an­la­mak­da âciz­dir­ler. Akl­lar onun sû­re­ti­ni an­la­mak­da âciz ol­duk­la­rı­na gö­re, onun öte­sin­de olan Kâ’be­nin ha­kî­ka­ti­ne na­sıl ka­vu­şur­lar. Kâ’be­ye te­vec­cüh bu­dur ki, Kâ’be­ye doğ­ru ne­mâz edâ ede­ler. Ve bu te­vec­cü­hü an­la­mak ve Kâ’be­yi te­hay­yül ma’lûm de­ğil­dir. He­mân bu te­vec­cüh ci­he­tiy­le da­hî, Kâ’be­nin be­re­kâ­tın­dan feyz­le­nir­ler ve ha­kî­ka­tin­den na­sîb­le­nir­ler. Zu­hûr eden hâl­ler asîl olup, ne­mâ­zın gay­ri­sin­de­ki hâl­ler üze­ri­ne me­ziy­ye­ti var­dır. Ne­mâz­da lez­zet ve cem’iy­yet hâ­sıl ol­ma­sı için ça­lış­mak lâ­zım­dır. Zî­râ, ne­mâz­da ve hu­sû­siy­le farz ne­mâz­la­rın­da hâ­sıl olan lez­zet, so­na var­ma­nın alâ­met­le­rin­den­dir. Ce­mâ’at ile kıl­sın ve­yâ yal­nız kıl­sın, ne­mâ­zın er­kâ­niy­le mu­kay­yed ol­ma­sı ve onun âdâb ve sün­ne­ti­ne ri­âyet­de ku­sûr et­me­me­si lâ­zım­dır. Kı­yâ­met gü­nün­de en ev­vel mu­hâ­se­be, ya’nî he­sâ­ba çe­kil­me ne­mâz­dan ola­cak­dır. Eğer ne­mâ­zın mu­hâ­se­be­si, ya’nî he­sâ­bı ko­lay ge­çer ise, di­ğer ibâ­det­le­rin da­hî, Al­la­hü te­âlâ­nın inâ­ye­ti ile he­sâ­bı ko­lay­lık­la ge­çer. Ne­mâz kı­lan­da, ne­mâz kı­lar­ken kor­ku, deh­şet ve hey­bet hâ­sıl ol­ma­sı îcâb e­der.
Îşâ­nın not­la­rın­dan alın­mış­dır:
Her­kes ne­mâz em­ri­ne uy­mak için, ne­mâ­za hâ­zır­lık­da bu­lu­nur­lar. Hu­zûr eh­li vak­tin­den ev­vel ve ehl-i mük­te­sib vakt gir­dik­den son­ra hâ­zır­la­nır­lar. Câ­mi’le­re gi­der­ler. İkâ­met baş­lar. Şâ­fi’îde ikâ­met, ezâ­nın nıs­fı­dır. Ya’nî, Hay­ye alel sa­lât; Hay­ye alel fe­lâh, bi­rer ker­re olup, Kad kâ­me­tis­sa­lâh iki def’adır. Ma’nâ­sı, iş­te kı­lı­nı­yor, de­mek­dir. Bu da câ­mi’ için­de meş­gûl olan­la­rı îkaz ve ne­mâ­zın şe­re­fi­ni da­hâ zi­yâ­de açı­ğa çı­kar­mak için­dir. Ha­kî­kat­de ikâ­met ezâ­nın ay­nı­dır.
Tek­bîr-i tah­rî­me: Ne­mâ­za gi­riş­dir. El­le­ri­ni kal­dır­mak, her­şey­den be­rî­yim de­mek­dir. Al­la­hü te­âlâ bu ne­mâ­zı­nı­za lü­zûm ve ih­ti­yâc­dan mü­nez­zeh ve mü­ber­ra­dır, ya’nî be­rî­dir de­mek­dir. Al­la­hü ek­ber de­mek farz­dır. Çün­ki, ne­mâ­za dâ­hil ol­du­ğu ze­mân ih­ti­yâc ve vehm­den kur­tul­ma ze­mâ­nı­dır. Di­ğer tek­bîr­ler sün­net­dir.
Kı­yâm: Ni­hâ­ye­ti zil­let ve te­vâ­du’dur. Beş du­yu or­ga­nı­nın ha­re­ket­le­ri­ni kont­rol al­tı­na al­mış, a’zâ­sı­nı ha­re­ket­den dü­şür­müş, hu­şû’ eder ve ze­lîl bir va­zıy­yet­de bu­lun­muş ola­rak, Al­la­hü te­âlâ­yı ta’zîm et­miş, yü­celt­miş olan avâ­mın, ben Ona lâ­yık ibâ­det­de bu­lun­dum di­ye zih­ni­ne bir­şey ge­lir. Al­la­hü ek­ber de­yip, rü­kû’a gi­din­ce hâ­tı­ra­yı yi­ne def’ edi­yor. Ce­nâb-ı Hak­ka lâ­yık hu­zû­ru ya­pa­ma­mak, Onu ten­kıs de­ğil, ku­sû­ru ken­di­si­ne is­nâd edip, Ce­nâb-ı Hak­kı ku­sûr­dan mü­nez­zeh bil­mek­dir.
İlk ev­vel hu­zû­ra dâ­hil olun­ca, (Süb­hâ­ne­ke) oku­ya­cak­lar­dır ki, be­nim bu kıl­dı­ğım ne­mâ­zın li­yâ­ka­tin­den Sen mü­nez­zeh­sin. Sa­na lâ­yık bir ibâ­det de­ğil­dir. Fe­kat, me­mu­rum, ya­pa­ca­ğım, de­mek­dir. Bu hi­tâb, lez­zet al­mak için­dir. Hi­tâb­da bir lez­zet var­dır.
Süb­hâ­ne: Ben ten­zîh edi­yo­rum. Ke: Se­ni.
Al­la­hüm­me: İs­ti’taf, “ta­le­bi şef­kat” için­dir ki, be­nim Al­la­hım Sen­sin. Ben kim­se­ye mü­râ­ce’at et­mem. Bu tes­bî­hi de yap­ma­ğa muk­te­dir, de­ği­lim.
Ve bi­ham­di­ke: Yar­dı­mın ile mu­vaf­fak ol­du­ğum­dan, Se­ni ten­zîh edi­yo­rum.
Ve te­bâ­re kes­mü­ke: Se­nin is­min çok yük­sek­dir. Ve­yâ­hud ke­sî­rül men­fe’at­dir.
Ve te­âlâ ced­dü­ke: Aza­me­tin yük­sek­dir. İn­san dü­şün­ce­si­nin hâ­ri­cin­de­dir.
Ve cel­le se­nâ­üke: Se­nân [medh edil­men] had­di­min üs­tün­de­dir. Had­di­mi­zin fev­kin­de­dir. [Ya’nî, Se­ni medh et­mek müm­kin de­ğil­dir.] [Yal­nız ce­nâ­ze ne­mâ­zın­da söy­le­nir.]
Ve lâ­ilâ­he gay­rü­ke: Sen­den gay­ri ilah yok­dur.
Ne­mâz kıl­ma­ya baş­lı­yan kim­se (Süb­hâ­ne­ke)yi okur­ken gâ­fil ol­ma­sın. Çün­ki, bu­ra­da gaf­let, edeb­siz­lik­dir. İlk hu­zû­ra gir­mek­dir. Bu ka­dar­cık bir hu­zûr­la hu­zûr-u Rab­bil âle­mî­ne dâ­hil ol­ma­lı­dır.
Bu baş­la­ma tek­bî­rin­den son­ra Al­la­hü te­âlâ­yı ken­di­si­nin emr ve fer­mâ­nı­na mu­vâ­fık ola­rak kı­râ’et ede­cek­dir. Kı­râ’et­de, ha­kî­kî mü­te­kel­lîm olan Al­la­hü te­âlâ­nın nâ­mı­na ola­rak kı­râ’et eder. O vakt, nef­sin ves­ve­se­le­rin­den ve şey­tâ­nın gü­zel gös­te­re­rek al­dat­ma­la­rın­dan ta­mâ­miy­le be­rî ol­mak îcâb eder. Hâl­bu­ki, bu onun kud­ret ve kuv­ve­ti­nin üs­tün­de­dir. Kuv­ve­ti dâ­hi­lin­de olan bir kim­se­yi ve­kîl ta’yîn eder. Ve der ki (E’ûzü bil­lâ­hi­mi­neş­şey­tâ­nir­ra­cîm). Ya’nî, yâ Rab­bi! Şey­tâ­nın şer­rin­den Sen be­ni mu­hâ­fa­za et. Ve­kâ­le­tin­de doğ­ru­sun. Bi­nâ­ena­leyh, ben muk­te­dî­rim, şu hâl­de, (Bil­mil­lâ­hir­rah­mâ­nir­ra­hîm) de­yip, (Mâ­li­ki yev­mid­dîn)e ka­dar, has­sa-i ilâ­hî­ye­dir. On­dan son­ra, (İy­yâ­ke nâ­bü­dü ve iy­yâ­ke nes­te­în. İh­di­nas sı­râ­tal­müs­te­kîm) kav­lin has­sâ­sı­dır. (Sı­râ­tal­le­zî­ne, en am­te aley­him) bu îzâh­dır. Me­lek­ler, hep bu dü­âya âmîn de­me­ğe hâ­zır­dır­lar. İmâm âmîn de­yin­ce, me­lek­ler de âmîn der. Ve ce­mâ’at bir an­da âmîn der­ler. Me­lek­le­rin âmî­ni ile be­râ­ber olan âmîn­ler red edil­mez. Ve çü­rük âmîn­le­ri­miz on­la­rın mak­bûl âmîn­le­ri ya­nın­da şâ­yân-ı ka­bûl olur. Çün­ki, Al­la­hü te­âlâ ke­rîm­dir.
Ne­mâz kıl­ma­ğa baş­la­yın­ca, kı­yâm­da, yâ Rab­bî! Ben her em­ri­ni ye­ri­ne ge­tir­me­ğe hâ­zı­rım. Ve her vâ­ri­dâ­tı­nı de­vâm­lı is­ti­ye­nim. Fe­kat, vâ­ri­dât-ı ilâ­hi­yen o ka­dar ağır­dır ki, kal­dı­ra­mam. Be­lim bü­kü­lür. Zâ­hir sen bil­mek üze­ri­ne ne yük­le­sen kal­dı­rı­rım.
Rü­kû’: Te­vâ­du’ de­mek­dir. Rü­kû’ eden­ler, âciz va­ziy­yet­de­dir­ler. El­le­ri­ni, diz­le­ri­ne da­yar. O vakt­de, rü­kû’ kı­yâm­dan da­hâ zi­yâ­de zil­let ve mes­ke­net, havf ve haş­ye­te, ya’nî kor­ku­ya de­lâ­let et­di­ğin­den, nef­sin, Al­la­hü te­âlâ­ya lâ­yık bir ibâ­det­de bu­lun­dum, yo­lun­da­ki vehm­le­ri­ni izâ­le için (süb­hâ­ne) der. Ya’nî mü­nez­zeh­dir, mü­nez­zeh­dir, mü­nez­zeh­dir. (Rab­bi­yel azîm). Be­nim Rab­bim, bu rü­kû’um sa­na lâ­yık bir rü­kû’ de­ğil­dir. Se­ni bu ten­kı­sin te­veh­hü­mün­den, ya’nî veh­min­den ten­zîh ede­rim. Tek­râ­rı da bu­nu te’kit­dir, ya’nî kuv­vet­len­dir­mek için­dir. Üç def’a tek­râr edin­ce, te­veh­hüm ten­kıs­den ten­zîh et­di. Bu­ra­da Al­la­hü ek­ber, sün­net de­ğil­dir. (Se­mi’al­la­hü­li­men ha­mi­deh) de­nir. (Se­mi’a), işit­sin, ka­bûl et­sin, de­mek­dir. Yâ Rab­bî! Vâ­ri­dâ­tı­na kar­şı, ben ta­hâm­mül ede­me­dim. Bir da­hâ doğ­rul­dum. Bu­nun­la da­hâ bü­yük vâ­ri­dât vü­rûd edi­yor. Bu­nun üze­ri­ne bir­den­bi­re ayak­la­rı­na ka­pa­nır gi­bi, Al­la­hü ek­ber di­ye­rek sec­de­ye gi­der. Bu kı­yâ­ma li­yâ­ka­tin­den se­ni ten­zîh edi­yo­rum yâ Rab­bî!
Sec­de: Bun­dan da­hâ ile­ri bir te­zel­lül, ya’nî zil­let, aşa­ğı­lan­mak be­şe­riy­yet­de müm­kin ola­ma­dı­ğın­dan, iki şey­le rü­kû’dan tef­rîk ey­le­di, ayır­dı. Bi­rin­ci­si a’lâ de­mek­le. A’lâ, azîm­den da­hâ zi­yâ­de mü­bâ­la­ga­lı ol­du­ğun­dan, rü­kû’a azîm, sec­de­ye a’lâ tah­sîs edil­di. İkin­ci sec­de­nin ih­ti­mâ­mı­na bi­nâ­en, sec­de­den ev­vel ve son­ra Al­la­hü ek­ber var­dır. Rü­kû­da böy­le de­ğil­dir. Sec­de­nin ya­pıl­ma­sın­da bir nev’i edeb dı­şı dü­şü­nü­le­rek ba­şı­nı ça­buk kal­dı­rır. Bir da­hâ sec­de­ye gi­der. İkin­ci sec­de­den deh­şet­le ve sür’at­le kal­kar. Ve otu­rur. Al­la­hü te­âlâ­ya hamd ve se­nâ eder. Mü’min her ne­re­de ne­mâz kıl­sa, Pey­gam­ber­le­rin ve Ve­lî­le­rin rûh­la­rı, me­lek­ler ve cin mut­la­ka be­râ­ber bu­lu­nur­lar.
Uzun oku­mak ile kı­lı­nan ne­mâz ef­dâl ol­du­ğu ha­dîs-i şe­rîf­de bil­di­ril­di­ğin­den, imâm, ce­mâ’atin hâl ve ta­kâ­ti­ne gö­re kıl­ma­sı lâ­zım gel­mek­de­dir. Mün­fe­rî­den, ya’nî yal­nız ba­şı­na kı­lan­lar, kı­yâm, rü­kû’ ve sec­de­nin tâ­kat­le­ri nis­be­tin­de uza­tıl­ma­sı­na rağ­bet ede­ler ve ne­mâ­zın er­kâ­nı­na dik­kat edip ve ku­sûr­suz kı­lın­ma­sı ile meş­gûl ola­lar. Mak­bûl ben­de, ya’nî se­vi­len kul şu kim­se­dir ki, mü­cer­ret Mev­lâ­sı­nın em­ri­ne bağ­lı ola­rak, emr­le­ri te’hîr­siz ye­ri­ne ge­ti­rir. Zî­râ, Mev­lâ­nın em­ri­ni te’hîr ey­le­mek, ge­cik­dir­mek, edeb­siz­lik ve dik baş­lı­lık­dan­dır. Bu­nun için ne­mâ­zı vak­ti­nin ev­ve­lin­de kıl­mak ve kul­luk va­zî­fe­si­ni îfâ­da him­met ke­me­ri­ni iyi ve sı­kı bağ­la­mak ge­rek­dir.
Ha­dîs-i şe­rîf­de gel­miş­dir ki, her farz ne­mâ­zı­nı kıl­dık­dan son­ra, Âyet-el-kür­sî kı­râ’et eden kim­se­nin, Cen­ne­te gir­me­si­ne mâ­nî’ yok­dur. Sâ­de­ce ölüm var­dır. Ha­dîs-i şe­rîf­de be­yân bu­yu­rul­du­ğu üze­re, farz ne­mâ­zın­dan son­ra oku­nan, tes­bîh, teh­lîl ve tek­bî­rin, imâm-ı Rab­bâ­nî mü­ced­dîd-i elf-i sâ­nî ra­dı­yal­la­hü an­hın in­din­de, sır­rı bu­dur ki, ne­mâ­zın kı­lın­ma­sı ze­mâ­nın­da mey­dâ­na ge­len ku­sûr­la­rın te­lâ­fî­si, o tes­bîh ve tek­bîr ile­dir. Bi­nâ­ena­leyh, ne­mâ­zı lâ­yı­kiy­le kı­la­ma­dı­ğı ve ibâ­de­ti nok­san ol­du­ğu­nu o tes­bih­ler ile i’ti­râf ey­le­mek ge­rek­dir. Al­la­hü te­âlâ­nın tev­fi­kı ile ibâ­de­tin ya­pıl­ma­sı mü­yes­ser ol­duk­da, o ni’me­tin şük­rü­nü tah­mîd ile ye­ri­ne ge­tir­mek ve on­dan gay­ri ibâ­de­te müs­te­hak yok­dur, di­ye bil­mek lâ­zım­dır. Ne­mâz, edeb­le­ri­ne ve şart­la­rı­na uy­gun ola­rak kı­lı­nıp, son­ra, sa­mî­mî kalb ile tes­bîh­ler ya­pı­lıp ve ni’me­tin şük­rü ye­ri­ne ge­ti­ri­lip ve Al­la­hü te­âlâ­dan gay­ri ibâ­de­te hak­kı olan ol­ma­dı­ğı bil­di­ri­lir­se, ümîd­dir ki, o ne­mâz, Hü­dâ­ven­di cel­le ce­lâ­lü­hü­nün ka­bû­lü­ne şâ­yan olur ve o ne­mâ­zın sâ­hi­bi olan ne­mâz kı­lan ki­şi, fe­lâh bu­lu­cu­dur. Onun için, tes­bîh­le­ri terk et­me­mek îcâb eder.
Ne ze­mân ki, ne­mâ­za dur­ma­ğa irâ­de edi­lin­ce, ev­ve­lâ dün­yâ fikr­le­ri­ni, mâ­si­vâ­yı zih­nin­den si­lip, Al­la­hü te­âlâ­nın aza­me­ti­ni göz önü­ne ge­tir­me­ği cehd ey­le­mek, ya’nî uğ­raş­mak lâ­zım­dır. Çün­ki ne­mâz hu­zûr-ı Rab­bi­lâ­le­mîn­dir “cel­le ce­lâ­lüh”. Ya’nî ne­mâz kıl­mak, Al­la­hü te­âlâ­nın hu­zû­ru­na çık­mak­dır ve Sey­yi­dül Mür­se­lî­nin “aley­hi ve alâ âli­his­sâ­le­vâ­tü vet­tes­lî­mât” mi’râ­cı­dır ve Mû­sâ aley­his­se­lâ­mın Tûr da­ğın­da­ki mü­şâ­he­de­si­dir. Her ne­mâz­da ve­yâ her­gün­de ve­yâ her haf­ta­da bir ker­re ol­sun Al­la­hü te­âlâ kor­ku­sun­dan bir mik­dâr ci­ğer ka­nı dök­me­li­dir. (Tu­bâ lil ............... fis­sa­lâ­ti) ha­dîs-i sa­hîh­dir. Ya’nî, (Ne mut­lu o ki­şi­ye, ne­mâ­zı için­de, Al­la­hü te­âlâ kor­ku­sun­dan ağ­la­ya. Han­gi ne­mâz­da göz ya­şı dö­kül­mez­se, o ne­mâ­zın fâ­ide­si pek az­dır.) İmâm-ı Ga­zâ­lî “rah­me­tul­la­hi aleyh” bu­yu­ru­yor, han­gi ne­mâz ki, gö­nül hâ­zır ol­ma­ya­rak gaf­let­le kı­lı­nır­sa, o ne­mâ­zın rah­me­ti ta­ra­fın­dan ukû­bât ci­he­ti ya­kın­dır. [O ne­mâ­za se­vâb ye­ri­ne ce­zâ ve­ri­le­bi­lir.]
Re­sûl-i ek­rem “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” (Ne­mâ­zın an­cak, he­men gö­nül hâ­zır ol­du­ğu ye­ri ya­zı­lır. Bâ­kî­si ya­zıl­maz,) di­ye bu­yur­muş­dur. Bu­nun için ne­mâ­zın ce­mâ’at ile kı­lın­ma­sı lü­zû­mu­nun hik­me­ti ve fa­zî­le­ti çok ol­du­ğu­nun se­be­bi bu­dur ki, ce­mâ’at­den bi­ri­nin gön­lü hâ­zır ol­du­ğu yer­ler eğer cem’ ol­sa, bel­ki bir kâ­mil ne­mâz olup, der­gâ­ha yük­se­lir. Ve­yâ ce­mâ’at­den bi­ri­nin ne­mâ­zı mak­bûl olur­sa, onun hür­me­ti­ne gay­ri­nin ne­mâz­la­rı da­hî mak­bûl olur. Bir ki­şi­nin hac­cı mak­bûl ol­mak­la cüm­le hüc­câ­cın hac­cı mak­bûl ol­du­ğu gi­bi. Ha­dîs-i şe­rîf bu­nun üze­ri­ne­dir. (Fe­vey­lün lil ....................................... sâ­hûn) âyet-i ke­rî­me­si­nin ma’nâ­sı (Veyl, azâb şol kim­se için­dir ki, ne­mâ­zın ah­vâ­li­ni ka­yır­maz. Ya’nî, vak­tin­de kıl­maz. Ce­mâ’ati fevt ey­ler. Tek­bîr-i ulâ­ya, ya’nî bi­rin­ci tek­bî­re ye­tiş­mez. Tâ­dil-i er­kâ­na ve âdâ­ba ri­âyet ey­le­mez. Al­la­hü te­âlâ­nın hâ­zır ve nâ­zır­lı­ğı­nı fehm ey­le­mez. Kur’ân-ı ke­rî­min ma’nâ­sı­nı mü­lâ­ha­za et­mez. Bu gi­bi hu­sûs­la­ra ri­âyet et­mi­yen­ler, ne­mâ­zı hiç kıl­mı­yan­lar gi­bi, kı­yâ­met gü­nün­de ilâ­hî azâ­ba hâ­zır ol­sun­lar, de­mek­dir.) Öy­le ise, şöy­le­ce i’ti­kâd ey­le­ye­sin ki, Al­la­hü te­âlâ bi­zim fehm ve id­râ­ki­mi­zin ve­râ’sın­da, ya’nî öte­sin­de olan bir hu­zûr ve na­zar­la, hâ­zır ve nâ­zır­dır. Her ne amel­de olur­san ol, bi­lir ve gö­rür. Gön­lün­den ge­çe­ni sen­den da­hâ iyi bi­lir. Sen de Al­la­hü te­âlâ­yı san­ki gö­rür gi­bi ibâ­det ey­le­ye­sin. Sen Onu gör­mez­sen O se­ni gör­dü­ğü hey­bet üze­ri­ne amel ey­le­ye­sin. (E’abü­dal­la­hü ke­en­ne­ke te­ra­hu ve in lem te­kü te­ra­hu fe­in­ne­hu ye­ra­ke) bu­na işâ­ret­dir.
Ma’lûm ol­sun ki; ne­mâz­da ilk tek­bîr, kul­la­rın ibâ­de­tin­den ve ne­mâz kı­lan­la­rın ne­mâ­zın­dan Hak süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ­nın müs­tag­nî ol­du­ğu­na işâ­ret­dir. [Ya’nî, kul­la­rın ibâ­de­ti­ne Al­la­hü te­âlâ­nın ih­ti­yâ­cı yok­dur.] Ve rükn­le­rin­den son­ra­ki tek­bîr­ler, Hak süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ­ya ibâ­det için, her rek’ati ye­ri­ne ge­tir­me­ğe li­yâ­ka­ti ol­ma­dı­ğı­na ru­mûz ve işâ­ret­dir. Rü­kû’ tes­bî­hin­de tek­bî­rin ma’nâ­sı mü­lâ­ha­za edil­di­ğin­den, rü­kû’dan son­ra tek­bîr söy­le­mek emr bu­yu­rul­ma­dı. Am­mâ, iki sec­de onun hi­lâ­fı­dır ki, on­lar­da tes­bîh söy­le­mek­le be­râ­ber, ev­ve­lin­de ve âhi­rin­de tek­bîr ge­tir­mek emr bu­yu­rul­du. Tâ ki, aşa­ğı in­mek, in­hi­zaz ve te­zel­lül ve in­ki­sâ­rın ne­tî­ce­si ve ni­hâ­yet ye­ri olan sec­de­ler­de hak­kiy­le ibâ­det ey­le­mek veh­mi­ne kim­se düş­mi­ye. Bu veh­mi def’ için sec­de tes­bî­hin­de (a’lâ) laf­zı ih­ti­yâr olun­du. Hem bu sec­de tek­bî­ri, tek­bîr-i mes­nûn [sün­net tek­bî­ri] ol­du.
Ne­mâ­zı kı­la­na bir hi­tâb:
Eğer kâ­inâ­tın ya­ra­tı­cı­sı­nın, (yü­rî­dü­ne vec­he­hü) âyet-i ke­rî­me­siy­le, il­ti­fât et­miş ol­du­ğu kim­se­ler­den ol­mak is­ter isen, ne­mâ­za kalk. Tah­rî­me tek­bî­rin­den ev­vel, âlem-i er­vâh ve âlem-i ec­sâd­dan [ya’nî, rûh ve mad­de âlem­le­rin­den olan] Al­la­hü te­âlâ­nın bü­tün mah­lûk­la­rı­nı ta­sav­vur ede­rek, zih­nin­de ve nef­sin­de hâ­zır­la. Bu­na da ev­ve­lâ, nef­sin­den baş­lı­ya­rak, ba­sit ve mü­rek­keb a’zâ­la­rın, ta­bî’i, hay­vâ­nî, in­sâ­nî kuv­ve­le­rin tek­mî­li­ni ta­sav­vur­dan ge­çir. Son­ra bu âle­min için­de­ki ma’den­le­ri, bit­ki­le­ri ve hay­van­la­rı in­san ve di­ğer mah­lûk­la­rı ak­lın­da tut. Ve son­ra de­niz­le­ri, kü­çük ve bü­yük dağ­la­rı, sah­râ­la­rı ve bun­lar­da­ki acâ­ib şekl­de­ki ot­la­rı ve hay­van­la­rın kısm­la­rı­nı, ilâ­ve et! Son­ra dün­yâ gö­kü­nün bü­yük­lü­ğü­nü ve ge­niş­li­ği­ni ta­sav­vur et! On­dan son­ra gök­den gö­ke çık. Tâ sid­ret-ül-mün­te­hâ­ya, ref­ref, levh, ka­lem, Cen­net, Ce­hen­nem, Arş ve kür­sî­ye ka­dar yük­sel. Son­ra âlem-i ec­sâd­dan âlem-i er­vâ­ha [mad­de âle­min­den rûh­lar âle­mi­ne] in­ti­kâl et! Dün­yâ­da bu­lu­nan bü­tün kö­tü in­san­la­rı ve in­san­lar­dan baş­ka can­lı­la­rı ve dağ­lar ve de­niz­le­re âid olan can­lı­la­rı ki, Re­sûl-i ek­rem “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” me­le­ki ci­bâl ve me­le­ki bi­har­dan bahs bu­yur­du­ğu ha­dîs-i şe­rîf vec­hiy­le:
Cin­le­rin in­san­lar­dan on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Hay­va­nât-ı be­riy­ye­nin (yer­yü­zü hay­van­la­rı­nın) in­san­lar­dan ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu, uçan hay­van­la­rın yer­de­ki hay­van­lar­dan, in­san­lar­dan ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu, de­niz­de­ki hay­van­la­rın uçan hay­van­lar­dan, yer­de­ki hay­van­la­rın in­san­lar­dan ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Yer­de­ki me­lek­le­rin, de­niz­de­ki hay­van­lar­dan ve uçan hay­van­lar­dan, yer­de­ki hay­van­lar­dan, in­san­lar­dan ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Bi­rin­ci se­ma’da­ki me­lek­le­rin, yer­de­ki, ya’nî kür­re-i ar­za mü­vek­kil me­lek­ler­den, de­niz­de­ki hay­van­lar­dan, uçan hay­van­lar­dan, yer­de­ki hay­van­lar­dan, in­san­lar­dan ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
İkin­ci se­ma’da­ki me­lek­le­rin, bi­rin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, yer­de­ki me­lek­ler­den, de­niz­de­ki hay­van­lar­dan, uçan hay­van­lar­dan, yer­de­ki hay­van, in­san ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Üçün­cü se­ma’da­ki me­lek­le­rin, ikin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, bi­rin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, yer­de­ki me­lek­ler­den, de­niz­de­ki hay­va­nât­dan, uçan hay­van­lar­dan, yer­de­ki hay­van, in­san ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Dör­dün­cü se­ma’da­ki me­lek­le­rin; üçün­cü se­ma’da­ki me­lek­ler­den, ikin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, bi­rin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, yer­de­ki me­lek­ler­den, de­niz­de­ki hay­van­lar­dan, uçan hay­van­lar­dan, yer­de­ki hay­van, in­san ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Be­şin­ci se­ma’da­ki me­lek­le­rin; dör­dün­cü se­ma’da­ki me­lek­ler­den, üçün­cü se­ma’da­ki me­lek­ler­den, ikin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, bi­rin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, yer­de­ki me­lek­ler­den, de­niz­de­ki hay­va­nât­dan, yer­de­ki hay­van­lar­dan, in­san­lar­dan ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Al­tın­cı se­ma’da­ki me­lek­le­rin; be­şin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, dör­dün­cü se­ma’da­ki me­lek­ler­den, üçün­cü se­ma’da­ki me­lek­ler­den, ikin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, bi­rin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­den, yer­de­ki me­lek­ler­den, de­niz­de­ki hay­va­nât­dan, uçan hay­van­lar­dan, yer­de­ki hay­va­nât­dan, in­san­lar­dan ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Ye­din­ci kat me­lek­le­rin; al­tın­cı, be­şin­ci, dör­dün­cü, üçün­cü, ikin­ci, bi­rin­ci se­ma’da­ki me­lek­ler­le, yer­de­ki me­lek­ler­den, de­niz­de­ki hay­va­nât, uçan hay­va­nât ve yer­de­ki hay­va­nât­dan, in­san­lar­dan ve cin­ler­den on mis­li faz­la ol­du­ğu.
Arş, Kür­sî, Levh-i mah­fûz­da­ki me­lek­le­rin bâ­lâ­da­ki mik­dâr­la­rı nis­be­ti, bir de­ni­zin bir kat­re­si nis­be­ti gi­bi ol­du­ğu­nu zih­nin­de tut.
Bir­çok ze­mân­lar, kür­re-i arz üze­rin­de­ki mem­le­ket­le­rin ilm ve ir­fân mer­ke­zi olan En­dü­lüs ule­mâ­sı­nın, akl ve nakl ve keşf­de es­bâk olan­lar­dan bi­ri­nin is­bâ­tı­na gö­re, be­nî be­şer, ya’nî in­sa­nın ef­râ­dı mün­hâ­sı­ran şu ka­dar­dır. 999 999 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100 100. Bu mik­dâ­rın ya­rı­sı­nı ve son­ra üç­de bi­ri­nin iki ka­tı­nı al­tı­na ya­zıp, top­la­dık­dan son­ra, o ye­kû­nü asl ile çar­pa­rak ve çı­kan sa­yı ne mik­dâr ise, Âdem alâ Ne­biy­yi­nâ ve aley­his­se­lâm­dan te­vel­lüd eden ef­râd-ı in­sâ­nî o ka­dar­dır. Ne bir faz­la, ne bir nok­san. Eğer he­sâb er­bâ­bı bu mik­dâ­rı tes­bî­te lü­zûm gör­me­miş ise de a’da­dı umû­ru i’ti­bâ­riy­ye­den ol­du­ğun­dan azı­cık ak­la ve he­sâ­ba ya­kın olan bu ibâ­re­yi bu­la­bi­li­riz. Beş-al­tı ker­re ade­din ör­fen mün­te­hî­si kent­ril­yon­la­rı ahad ad’ede­rek, kent­ril­yo­nun al­tı def’a hâ­tır­la­ya­rak tak­rî­ben azı­cık his­se ya­kın bir aded mik­dâ­rın­ca olur. Bu ka­dar ef­râd-ı be­şer ara­sın­da âhı­ret iş­le­ri­ni in­kâr ve ta­şı­dı­ğı ak­lı­na is­ti­nâ­den in­kâr­da ıs­rar eden­ler­le, vehm ve şek edip te­red­düd âle­min­de ka­lan­lar, âhı­ret iş­le­ri­ni ik­râr ve tas­dîk eden­le­re nis­be­ten hiç me­sâ­be­sin­de­dir­ler.
Ni­te­kim, Ser­ver-i âlem “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” bu­yur­muş­dur; Gök­ler­de bir ka­rış yer yok­dur ki, on­da bir me­lek bu­lun­ma­sın. Yâ kı­yâm­da ve­yâ ka’de­de, ki­mi­si sec­de, ki­mi­si rü­kû’da. Bun­lar Al­la­hü te­âlâ­yı tes­bîh ile meş­gûl ve bir kıs­mı da, ce­mâ­li ilâ­hî­de ken­di­le­rin­den geç­miş bir hâl­de bu­lun­mak­da­dır­lar. Bun­la­rı da ak­lın­da hâ­zır tut! Arş-ı a’zâm-ı ilâ­hî­nin hâl­le­ri ve Arş-ı a’zâ­mın et­râ­fın­da mev­cûd olup, bü­tün iş­le­ri tak­dîs ve tah­mîd olan me­lek­le­ri da­hî zih­nin­de tut!
Son­ra, bu âle­min hâ­ri­cin­de­ki Al­la­hü te­âlâ­nın mah­lûk­la­rı­nı, (Ni­te­kim, Al­la­hü te­âlâ ke­lâm-ı ka­dî­min­de bu­yur­muş­dur: “Ey Ha­bî­bîm! Rab­bi­nin cu­nu­du (or­du­su) me­sâ­be­sin­de em­ri­ne tâ­bi’ ve mu­ti’ mah­lû­kâ­tı­nı an­cak o bi­lir”). Bun­la­rın da cis­mâ­nî ve rû­hâ­nî ola­rak te­mâ­mı­nı kal­bin­de ve ak­lın­da tu­tup, göz önü­ne ge­tir­di­ğin ze­mân, Al­la­hü ek­ber de. Al­la­hü ek­ber de­di­ğin vakt, Al­lah ke­li­me­sin­den kal­bin ile, kasd ede­cek­sin ki, öy­le bir Hal­lâk-ı âlem­dir ki, bu eş­yâ­la­rı yok­dan var et­miş­dir. Öy­le Al­lah ki, bu eş­yâ­nın ke­mâ­lâ­tı, ter­tî­bi ve iş­le­ri Onun îcâ­diy­le vâ­sıl ol­muş­dur. Al­la­hü te­âlâ ki, bu eş­yâ­nın hiç bi­ri­ne ben­ze­mez. Ve hiç­bir­şey Ona ben­ze­mez.
İş­te ne­mâ­zın baş­lan­gı­cın­da farz olan ve tah­rî­me tek­bî­ri nâ­miy­le bi­li­nen, Al­la­hü Ek­ber­den mu­râd ve mak­sûd bu­dur. Ya’nî bu şekl­de aza­met ve kud­ret-i ilâ­hiy­ye­yi göz önü­ne ge­ti­re­rek, on­dan son­ra ne­mâ­za dâ­hil ol­mak ge­rek­dir. Ser­ver-i âlem “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” (Ne­mâz mü’mi­nin mi’râ­cı­dır) bu­yur­du­ğu, mü’mi­nin mi’râ­cı olan ne­mâz, bu tarz­da kı­lı­nan ne­mâz­dır. Eğer bu şekl­de kalb hu­zû­ru ile ve bü­tün edeb­le­ri­ne ve şart­la­rı­na ri­âyet ede­rek, ne­mâz kı­lı­nır­sa, mi’râc ge­ce­sin­de, Ser­ver-i âle­me “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­le­m” hâ­sıl olan te­cel­lî­ler hâ­sıl olur ki, mü’mi­nin mi’râ­cı olur.
İmâm-ı Rab­bâ­nî “ra­dı­yal­la­hü anh”, Mev­lâ­nâ Ab­dül­ha­ya yaz­dı­ğı, cild.1. 304.cü mek­tûb­da bu­yu­ru­yor ki: Ma’lûm ola ki, ne­mâz­da ilk tek­bîr, Hak süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ­nın, ne­mâz kı­lan­la­rın ne­mâ­zın­dan ve kul­la­rın ibâ­de­tin­den müs­tag­nî ol­du­ğu­na işâ­ret­dir. [Ya’nî, Al­la­hü te­âlâ­nın bu­na ih­ti­yâ­cı yok­dur.] Ve rükn­ler­den son­ra­ki tek­bîr­ler, Hak süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ­nın ibâ­de­ti için, her­bir rük­nü edâ­ya li­yâ­ka­ti ol­ma­dı­ğı­na ru­mûz ve işâ­ret­dir. Yal­nız rü­kû’ tes­bî­hin­de tek­bî­rin ma’nâ­sı mü­lâ­ha­za edil­mek­le, rü­kû’a mü­te­âkib, tek­bîr al­mak emr bu­yu­rul­ma­dı. Am­mâ iki sec­de onun hi­lâ­fı­dır ki, on­lar da tes­bi­hât mev­cûd ol­mak­la be­râ­ber, ev­ve­lin­de ve âhı­rin­de, tek­bîr al­mak emr bu­yu­rul­du. Tâ ki, in­hi­zaz, ya’nî aşa­ğı in­mek ve al­çal­mak ve te­zel­lül ve in­ki­sâ­rın ni­hâ­yet ye­ri olan sec­de­ler­de hak­kiy­le ibâ­de­ti îfâ edi­yo­rum veh­mi­ne dü­şül­me­ye. Bu veh­mi def’ için sec­de tes­bî­hin­de, a’lâ laf­zı ih­ti­yâr olun­du. Tek­bî­ri da­hî, tek­bîr-i mes­nûn [sün­net tek­bir] ol­du. Çün­ki ne­mâz mü’mi­nin mi’râ­cı ol­du­ğu ci­het­den, ne­mâ­zın âhı­rin­de, o Ser­ver-i en’âm “aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm” mi’râc ge­ce­sin­de, mü­şer­ref ol­duk­la­rı ke­li­mâ­tın kı­râ’et olun­ma­sı emr bu­yu­rul­du. Öy­le ise ne­mâz kı­la­na lâ­zım­dır ki, ne­mâ­zı ken­di­ne mi’râc kı­lıp, kur­bun, ya’nî yük­sel­me­nin ni­hâ­ye­ti­ni ne­mâz­da ara­sın.
Îşâ­nın (Keş­kül)ün­den alın­mış­dır:
Ev­ve­lâ, ka­zâ­ya kal­mış olan ne­mâz­la­rın mik­dâ­rı­nı he­sâb­la­yıp, ta’yîn et­mek lâ­zım­dır. İkin­ci ola­rak, bir ne­mâ­zın on da­kî­ka zar­fın­da edâ­sı müm­kin ol­du­ğu ka­bûl edil­se, ge­çi­ri­len her ne­mâ­zın aka­bin­de ge­len her on da­kî­ka­lık müd­det için­de, o ne­mâz ka­zâ edil­mez­se, tâ edâ olu­nun­ca­ya ka­dar, her ge­çen o mik­dâr müd­det için, bir mis­li gü­nâh ilâ­ve olu­nur. Bu­nun için­dir ki, ka­zâ­la­rın sür’at­le edâ­sı, hat­tâ her gün­kü vakt ne­mâz­la­rı­na âid, sün­net­le­rin ye­ri­ne de, ka­zâ kıl­mak lâ­zım ve farz ka­zâ­la­rı­nın bi­ti­min­den son­ra, sün­net­le­ri da­hî ka­zâ et­mek sün­net­dir. Sa­bâh ne­mâ­zı­nın sün­ne­ti çok mü­him ol­du­ğun­dan terk edil­mi­ye­rek, ka­zâ ne­mâz­la­rı bir bor­cu­nu öde­me ter­ti­biy­le edâ edil­me­li­dir. Her gün­kü öğ­le ne­mâ­zı­nın ilk dört rek’at sün­ne­ti ye­ri­ne, öğ­le ne­mâ­zı­nın dört rek’at ka­zâ far­zı­nı, ikin­ci ola­rak, o gün­kü dört rek’at öğ­le far­zı­nı, üçün­cü ola­rak, iki rek’at son sün­net ye­ri­ne, iki rek’at sa­bâh ne­mâ­zı­nın ka­zâ far­zı­nı, ikin­di­nin dört rek’at sün­ne­ti ye­ri­ne, dört rek’at ikin­di­nin ka­zâ far­zı­nı, ak­şa­mın iki rek’at sün­ne­ti ye­ri­ne, üç rek’at ak­şa­mın ka­zâ far­zı­nı, yat­sı­nın ilk dört rek’at sün­ne­ti ye­ri­ne, dört rek’at yat­sı ka­zâ far­zı­nı ve iki rek’at son sün­ne­ti ye­ri­ne, üç rek’at, sa­lât-ı vitr ka­zâ­sı­nı ve ona mü­te­âkib o gün­kü vitr ne­mâ­zı edâ olu­nur. Niy­yet et­dim, üze­rim­de ka­zâ­ya ka­lan en ev­vel­ki, sa­bâh ne­mâ­zı­nın iki rek’at far­zı­nı, öğ­le ve­yâ ikin­di ne­mâ­zı­nın dört rek’at far­zı­nı, ak­şam ne­mâ­zı­nın üç rek’at far­zı­nı, yat­sı ne­mâ­zı­nın dört rek’at far­zı­nı ve­yâ üç rek’at vitr ne­mâ­zı­nı kıl­ma­ğa di­ye­rek, niy­yet edib, Al­la­hü ek­ber de­me­li­dir. Niy­yet kal­bî ol­ma­lı­dır. Ka­zâ ne­mâz­la­rı­nın bi­ti­mi­ne ka­dar, her­gün edâ olu­nan mik­dâr ya­zıl­ma­lı­dır. Her­gün gö­rül­me­si meş­rû’ ve za­rû­rî iş­le­rin hâ­ri­cin­de­ki ze­mân, ka­zâ ne­mâz­la­rı­nın edâ­sı­na tah­sîs edil­me­li­dir.
(Mes­ne­vî-i şe­rîf)de: De­kû­kî­nin ne­mâ­zı­na dâ­ir:
De­kû­kî, âşık ve Al­la­hü te­âlâ­nın sev­gi­si ile do­lu ve ke­râ­met sâ­hi­bi idi. Gü­zel söz­ler söy­ler ve kıs­sâ sâ­hi­bi bir hâ­ce, bir ârif idi. Yer­de ge­zer­ken, gök­de ha­re­ket eden ay sa­nı­lır idi. Ge­ce yü­rü­yen in­san­la­ra ay gi­bi ay­dın­lık bahş ve ih­sân eder­di. Bir me­kâ­nı, dâ­imî ma­kâm edin­mez, iki gün bir yer­de dur­maz idi. Hal­ka müş­fik, âle­me su gi­bi nâ­fi’, gü­zel bir şe­fî’ ve dü­âsı müs­te­câb bir bü­yük zât idi. Her fer­de an­ne­sin­den zi­yâ­de şef­kât­li ve ba­ba­sın­dan da­hâ mer­hâ­met­li idi. Ve­râ­set-i Re­sû­lil­lah “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” ci­he­tin­den iyi ve fe­nâ kim­se­le­re şe­fîk ve mih­ri­bân idi. Gün­düz se­yâ­hât hâ­lin­de, ge­ce­le­ri ne­mâz­da idi. Göz­le­ri şah­baz, ya’nî do­ğan ku­şu gi­bi, avı­nı av­la­mak için açık idi. Fet­vâ­da hal­ka imâm, tak­vâ­da me­lek gi­bi idi. Seyr ve se­yâ­hât­de ayı ge­ri­ye bı­ra­kır. Din­dar­lık­da dî­nin gıb­ta edi­le­ni idi. Bu tak­vâ ve ev­râd ve ez­kâr ve kı­yâ­mıy­le be­râ­ber, Hak süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ­nın, has kul­la­rı­na dâ­imâ tâ­lib ve râ­gıb idi. Seyr ve se­yâ­hât­den tek mak­sâ­dı, hâ­lis bir kul ile ko­nuş­mak, gö­rüş­mek idi. Yol­lar­da yü­rür­ken, ey Rab­bî mu’în! Hâs kul­la­rı­na be­ni ya­kın et­me­ğe yar­dım et der idi. İş­te, bu kıy­met­li zât De­kû­kî di­yor ki; seyr ve se­yâ­hâ­tim es­nâ­sın­da bir­gün ye­di in­san ile kar­şı­laş­dım. Tam bir dik­kat ile bak­dım ki, bun­lar kim­ler­dir. Yan­la­rı­na var­dım. Se­lâm ver­dim. İs­mim ile hi­tâb ede­rek, aley­küm se­lâm ey De­kû­kî de­di­ler. Ara­mız­da ta­nış­ma yok iken, ya’nî, ev­vel­ce si­zin­le ta­nış­ma­mış iken, De­kû­kî ol­du­ğu­mu, ne­re­den keşf et­di­niz de­dim. Bir­bir­le­ri­ne ba­ka­rak, kal­bi­mi ha­ber ver­di­ler. De­di­ler, bu sır giz­li kal­ma­sın. Hak te­âlâ­nın mu­hab­be­ti han­gi kalb­de olur­sa ol­sun, Ehl-i na­zar onu bi­lir­ler. O ye­di kim­se ba­na de­di­ler. Ey te­miz ki­şi, sa­na uy­mak ar­zû ede­riz. Mu­va­fa­kat et­dim. An­cak müş­ki­lâ­tı­mı si­zin soh­bet ve mu­hab­be­ti­niz­den hâl et­mek is­te­rim. Bu ri­câ­mı ka­bûl­den son­ra soh­bet­le­rin­de ken­dim­den geç­dim. Bir sâ­at ka­dar ken­dim­den geç­dim. Cüm­le tel­vî­nât ve tem­kî­nâ­tı ge­ri­ye bı­rak­dım. (Ma­kâ­mât-ı kurb-ı ilâ­hî­ye­nin cüm­le­si­ni geç­dim.) İmâ­me­te ehl ol­dum. De­di­ler ba­na, ey âle­min bir dâ­ne­si, bu iki rek’at ne­mâ­zı kıl­dır da sen­den gön­lü­müz mü­zey­yen ol­sun. Ve de­di­ler ki, ey gö­zü­mü­zün nû­ru, imâm gö­ren ol­ma­lı, kör ol­ma­ma­lı. Bil­mez­mi­sin ki, gör­mi­ye­nin, kö­rün imâ­me­ti mek­rûh­dur. Çün­ki, ne­câ­set­den ken­di­ni ko­ru­ma­sı müş­kîl olur. Mu­râ­dı­mız, bun­la­rın bâ­tın gö­zü­dür. Bâ­tın gö­zü ol­mı­yan bâ­tı­nî ne­câ­se­ti gö­re­mez ki, te­miz­len­sin. Zâ­hi­rî ne­câ­se­ti su te­miz­ler. Bâ­tı­nî ne­câ­se­ti, göz yaş­la­rı te­miz­ler.
De­kû­kî imâm ol­du. O ye­di kim­se de ce­mâ’at ol­du­lar. Ne ze­mân ki, ne­mâ­za dâ­hil ol­du­lar. Ce­mâ’at at­las, De­kû­kî zî­net ol­du. Bu i’ti­bâr sâ­hi­bi olan kavm, o şöh­ret­li imâ­ma uy­du­lar, tâ­bi’ ol­du­lar. Al­la­hü ek­ber de­dik­de ken­di­le­ri kur­ban olup, ci­hân­dan çık­mış ol­du­lar.
Tek­bî­rin ha­kî­kî ma’nâ­sı bu­dur ki, Ey Hü­dâ­ven­di-i âlem! Biz­ler sa­na, kur­ban ol­mu­şuz. Zî­râ kur­ban zeh­bin­de İb­râ­hîm aley­his­se­lâm, Al­la­hü ek­ber de­di. İn­san ken­di nef­si­ni Hâ­lı­kı­na kur­ban et­mek is­te­di­ği ze­mân mut­la­ka Al­la­hü ek­ber der. Nef­sin kur­ban edi­le­bil­me­si için, kes­kin bı­çak, an­cak Al­la­hü ek­ber­dir. Vü­cûd bu sû­ret­le, kur­ban edi­le­rek, Bis­mil­lah ile ne­mâ­za baş­lan­dı. Al­la­hü te­âlâ­nın hu­zû­ru­na dâ­hil olun­du. Kı­yâ­met gü­nü­nü te­hay­yül edip, Al­la­hü te­âlâ­nın hu­zû­run­da saf bağ­la­yıp, yal­var­dı­lar. Al­la­hü te­âlâ­nın hu­zû­run­da göz ya­şı dö­ke­rek, has­ret ve piş­mân­lık ve kor­ku ile, kı­yâ­met ve mah­şer için hay­re­te düş­dü­ler.
Hak te­âlâ bu­yu­rur ki, Ey ku­lum! Sa­na ver­di­ğim müh­let ve fır­sat­lar­da ne ka­zan­dın. Be­nim hu­zû­ru­ma ne ile gel­din. Amel­le­rin ne­tî­ce­si ve bu müd­det­de yap­dı­ğın iş­le­rin se­me­re­si ne­dir? Öm­rü­nü ne ile so­na er­dir­din. Kuv­vet ve gü­cü­nü ne­re­de tü­ket­din. Müd­det-i öm­rün ne­re­de sarf ol­du. O kıy­met­li ne­fes­le­ri ne­re­de sarf et­din. O gü­zel cev­her-i ne­fî­si ne ile yıp­rat­dın. Beş duy­gu or­ga­nın ne­re­ye reh­ber ol­du­lar. Göz, ku­lak ve id­râk, ar­şın cev­her­le­ri­dir. Harç et­din, bun­la­ra mu­kâ­bil ne sa­tın al­dın. Par­lak­lık­da ni­hâ­ye­ti ol­mı­yan ve yıl­dız­lar­dan yu­ka­rı olan bu cev­her­le­ri ne­re­de harc ve sarf ey­le­din? Mer­ha­met ede­rek sa­na ver­di­ğim, el ve ayak ve güç­lü kol­la­rın ile ne yap­dın! Bun­lar ile ka­zan­dı­ğın ne­dir? Böy­le zor ve kor­ku­lu sü­âl­ler ile Ce­nâb-ı zül­ce­lâ­lin sor­gu­ya çek­di­ği kim­se olur. Bu hi­tâb­lar kı­yâm­da ol­du­ğun­dan, ha­yâ ve utan­cın­dan ayak­da kal­ma­ğa ta­kât ge­ti­re­me­di­ğin­den, be­li bü­kü­lür, rü­kû’a va­rır. Rü­kû’da tes­bîh ile baş­la­nır. Bir da­hâ ilâ­hî fer­mân ge­lir ki, ku­lun Hak­ka he­sâb ver­me­si lâ­zım­dır. He­sâb gör­mek için ba­şı­nı kal­dı­rır. Rü­kû’dan ba­şı­nı kal­dı­rır iken, is­yân ve gü­nâh­la­rı­na kar­şı nâ­il olduğu hâlden ve Al­la­hü te­âlâ­nın lütf­la­rın­dan uta­na­rak sec­de­ye ka­pa­nır. Zil­let ve âciz­li­ği­ni arz et­mek için en şe­ref­li a’zâ­sı olan al­nı­nı top­ra­ğa ko­yar. Hak süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ son­suz rah­met ve mer­ha­me­tin­den do­la­yı, yü­zü­nü top­rak­dan kal­dı­rıl­ma­sı­nı emr eder.
Yi­ne Al­la­hü te­âlâ­nın bu mer­ha­me­ti­ni gö­rün­ce, tek­rar sec­de­ye ka­pa­nır. Yi­ne ba­şı­nı kal­dır­ma­sı­nı, Ce­nâb-ı Hak emr ve fer­mân eder. Ba­şı­nı kal­dı­rın­ca, Hak te­âlâ hi­tâb e­der. Der ki, in­ce­den in­ce­ye sen­den he­sâb is­te­rim. Bu ilâ­hî hi­tâ­bın hey­be­ti bek­le­me­ğe kud­ret bı­rak­maz. Bu o ağır sü­âl ve ce­vâ­bın al­tın­dan çı­ka­mı­ya­ca­ğı­nı gö­rür. Hak süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ, otur­du­ğu yer­de hi­sâ­bı­nı emr eder. Hi­tâb-ı ilâ­hî şu şekl­de su­dur eder ki, sa­na şu ka­dar nus­ret ve ni’met­ler ver­dim. Bu­na kar­şı şük­rün ne idi? Sa­na ser­mâ­ye ver­miş­dim. Gös­ter ti­câ­re­ti­ni! Ne ka­zan­dın? Ba­na bi­rer bi­rer söy­le. He­sâ­bın deh­şe­tin­den yü­zü­nü sağ ta­ra­fı­na çe­vi­rip, En­bi­yâ-i a’zam ve Ev­li­yâ-i ki­râ­ma se­lâm ve­rir. Ve on­lar­dan is­tiş­fâ’ ve is­tim­dât eder. Ya’nî, te­ves­sül e­der, şe­fâ’at di­ler.] Ya’nî der ki: İş­le­ri şe­fâ’at olan ce­mâ’at; bu kı­nan­mış­lık hâ­lim müş­gil ol­du. Bu acı­na­cak hâ­lim için, emân di­le­rim. En­bi­yâ-i i’zâm der­ler ki: Çâ­re gün­le­ri geç­di. Fır­sât ze­mân­la­rın­da tev­be ile hâ­li­ne çâ­re bul­ma­lı idin. Vakt­siz öten ho­ro­zun ba­şı­nı kes­mek ge­rek­dir. Sol ta­ra­fın­dan ümîd bek­ler. Ya­kın­la­rı­na, ah­bâb­la­rı­na ve dost­la­rı­na se­lâm ve­re­rek is­tim­dâd eder. On­lar­dan da, biz­den sa­na fâ­ide yok; ce­vâ­bı­nı alın­ca, hep­sin­den ümî­di­ni ke­se­rek, el­le­ri­ni kal­dı­rıp, düâ eder. Der ki: Ey, kâ­inâ­tın Hâ­lı­kı, ne sağ­dan, ne sol­dan, ba­na im­dâd ye­tiş­me­di. Hep­sin­den ümîd­siz ol­dum. Bâ­rî­gâh-ı ülû­hiy­ye­tin, dü­ânın ka­bûl ol­du­ğu ma­kâm­dır, di­ye te­dar­ru’ ve ni­yâ­za baş­lar. O ze­mân; (Ve zan­nü en­lâ mel­câe mi­nâl­la­hi il­lâ ileyh) hük­mün­ce, ilâ­hî, ni­hâ­yet­siz mer­ha­met de­ni­zi co­şup, lâ­zım ge­len îfâ bu­yu­ru­lur. Bu sû­ret­le ne­mâz­la­rı da so­na er­di.
Ne­mâz kıl­mak, eğer dün­yâ­da emr olun­ma­say­dı, mak­sû­dun yü­zün­den per­de­yi kim kal­dı­rır­dı. Tâ­li­bin mat­lû­ba eriş­me­si­ne kim de­lâ­let eder­di. Ne­mâz­dır ki, gam­lı­la­ra lez­zet bahş eden. Nem­âz­dır ki, has­ta­la­ra râ­hat ve­ren. Onun için Pey­gam­ber “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem”, (Erih­nî yâ Bi­lâl) [Ey Bi­lâl! Be­ni fe­râh­lan­dır!] bu­yur­muş­dur. Ku­lun Rab­bi­ne en ya­kın ol­du­ğu an ne­mâz­da­dır. Pey­gam­be­rin “aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm”; (Lî me Al­la­hü vak­tün) bu­yur­du­ğu hâs vakt ne­mâz­da­dır. Ne­mâ­zı bu sû­ret­le kı­sa bil­mi­ye­ler. Cüm­le ha­kî­kat­le­rin üs­tün­de olan âlem-i gayb-ül gayb­de ne­mâ­zın bir ha­kî­ka­ti var­dır ki, bü­tün ha­kî­kat­le­rin üs­tü­dür. An­cak, eh­li­ne ma’lûm­dur ki, ha­dîs-i şe­rîf­de vâ­ki’ olan; (Kıf yâ Mu­ham­med. Fe­in­nal­la­he ye­sal­lî). O ha­kî­ka­te bir işâ­ret­dir. O ha­kî­ka­te eriş­miş ol­ma­dık­ça, onun ke­mâ­li id­rak edi­le­mez. Ve o ha­kî­kat bu sû­ret­le kâ­im­dir. Ne­mâz gö­nül alan bir se­vil­miş­dir ki, gü­yâ onun gü­zel sû­re­ti, bu me­câz âle­min­de bu er­kân-ı mah­sû­sa ile bil­di­ril­miş, ya’nî bu kı­yâm ve ku’ud ve bu hu­şû’ ve âdâb­la açık­lan­mış­dır. O sû­re­te gi­rif­târ ve ka­pıl­mış ol­ma­yan kim­se, bu er­kâ­nın ha­kî­ka­ti­ni an­lı­ya­maz. Ve onun edâ­sı­na hay­ran, ol­ma­yan kim­se, bu hu­şû’ ve tu­mâ­nî­ne­tin kıy­met ve kad­ri­ni id­rak ede­mez. Ne­mâ­zın bü­tün üs­tün­lük­le­ri, ya­zı­lan­lar­dan da­hâ çok üs­tün­dür. Ve onun gü­zel­li­ği id­rak edi­le­mez de­re­ce­de yük­sek­dir. Ne­mâz, mü­şâ­he­de ve te­cel­lî­ler­den çok yük­sek­dir. Her ne ka­dar bu sû­ret ne­mâ­zın, ya’nî şekl­le kı­lı­nan ne­mâ­zın tek­mî­li için ça­lı­şı­lır ve onun sün­net ve edeb­le­ri­ne ri­âye­te gay­ret edi­lir­se ve kı­râ’etin uza­tıl­ma­sın­da, rü­kû’ ve sü­cûd­de sün­ne­te mu­vâ­fık ol­ma­sı hu­sû­su­na zi­yâ­de uğ­ra­şı­lır­sa, o ha­kî­ka­te o ka­dar mü­nâ­sib şekl­de açı­ğa çı­kar ve onun feyz­le­ri ve be­re­kâ­tı o nis­bet­de faz­la ge­lir. Ve onun hüsn ve ce­mâl ve ke­mâ­li da­hâ zi­yâ­de zuhr eder. Ve yük­sel­me yüz gös­te­rir. Ve Ce­nâb-ı Hak­kın inâ­yet ve bü­yük lütf­la­rı faz­la te­cel­lî eder. Ve alâ­ka­lar­dan dah­â zi­yâ­de ay­rıl­mış olur. Bi­nâ­ena­leyh bu sû­ret ne­mâ­zın er­kân ve şart­la­rı­nı ve sün­net ve edeb­le­ri­ni ta­mâ­miy­le ve ih­mâl­siz edâ et­mek hu­sû­sun­da tam ih­ti­mâm ve ih­ti­yât et­mek ve ta’dîl-i er­kân ve tü­mâ­ni­ne­te ri­âyet et­mek­de zi­yâ­de mü­bâ­le­ga gös­ter­mek ve ne­mâ­zı her vech­le iyi muh­â­fa­za et­mek ge­rek­dir. Zî­râ, boş iş­ler yü­zün­den ek­se­rî kim­se­ler, ne­mâz­la­rı­nı zâ­yi’ edip, ta’dîl-i er­kâ­nı pe­rî­şân ey­le­miş­ler­dir. Bu gi­bi­ler hak­kın­da ce­zâ­lar bil­di­ril­miş ve teh­dit­ler gel­miş­dir. Muh­bîr-i sâ­dık “aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm” bu­yur­muş­dur ki; (Hır­sız­la­rın hır­sı­zı şu kim­se­dir ki, ne­mâ­zın­dan hır­sız­lık eder. Ya’nî ne­mâ­zın er­kâ­nı­nı ke­mâ­liy­le ve te­mâ­miy­le edâ ve rü­kû’unu ve sec­de­si­ni hak­kiy­le îfâ ey­le­mez.) Bu hır­sız­lık­dan ic­ti­nâb et­mek, ka­çın­mak za­rû­rî ol­du. Tâ ki hır­sız­la­rın en fe­nâ­sı ol­ma­ya. Bir def’a da Re­sû­lul­lah “sal­lal­la­hü te­âlâ aley­hi ve sel­lem” bu­yur­muş­lar­dır ki, (Rü­kû’da ve sec­de­ler­de, be­li­ni ye­ri­ne yer­leş­di­rip, bi­raz dur­ma­yan kim­se­nin ne­mâ­zı­nı Al­la­hü te­âlâ ka­bûl et­mez.) O Ser­ver-i En’âm “aley­hi ve alâ âli­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm”, bir kim­se­yi gör­dü ki, ne­mâz kı­lı­yor. Lâ­kin, rü­kû’ ve sü­cû­dü­nü ta­mâ­miy­le yap­mı­yor. O şah­sa hi­tâ­ben: (Sen havf et­mez­mi­sin [kork­maz mı­sın] ki, bir lâ­im [levm eden] se­nin bu fi’ili­ni gör­dük­de, bu kim­se dîn-i Mu­ham­me­dî “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” üze­re de­ğil­dir, di­ye sa­na, levm ey­le­ye) bu­yur­du­lar. Bir def’a da Pey­gam­be­ri­miz “aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm” bu­yur­du­lar ki: (Siz­ler­den bi­ri­niz, ne­mâz kı­lar­ken, rü­kû’dan son­ra kal­kıp, dik dur­ma­dık­ca ve ayak­da her uz­vu ye­ri­ne yer­le­şip, dur­ma­dık­ca ne­mâ­zı te­mâm ol­maz.) Bir def’a da bu­yur­du­lar ki: (İki sec­de ara­sın­da dik otur­ma­dık­ca ne­mâ­zı­nız te­mâm ol­maz.) Re­sû­lul­lah “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” ne­mâz kı­lan­lar­dan bi­ri­nin ya­nın­dan ge­çer­ken gör­dü ki, kav­me ve cel­se­nin ah­kâm ve er­kâ­nı­nı ye­ri­ne ge­tir­mi­yor. O şah­sa bu­yur­du­lar ki, (Eğer ne­mâz­la­rı­nı böy­le kı­la­rak ölür­sen, sa­na kı­yâ­met gü­nü, sa­na üm­met-i Mu­ham­med­den­dir de­mez­ler.) Baş­ka bir yer­de de bu­yur­du­lar ki, (Alt­mış se­ne ne­mâz kı­lıp, fe­kat yi­ne ne­mâ­zı edâ edil­miş ol­mı­yan, ya’nî bir ne­mâ­zı mak­bûl ol­mı­yan şu kim­se­dir ki, rü­kû’ ve sec­de­le­ri­ni te­mâ­miy­le ye­ri­ne ge­tir­mez.)
Ri­vâ­yet olu­nur ki, Zeyd ib­ni Vehb, ne­mâz kı­lan bir kim­se­yi gör­dü ki, rü­kû’ ve sec­de­le­ri­ni te­mâ­miy­le ye­ri­ne ge­tir­mez. O şah­sı da’vet edip, bu­yur­du­lar ki, ne vakt­den be­rî­dir bu şekl­de ne­mâz kı­lar­sın? O şahs ce­vâ­bın­da, kırk se­ne­dir, de­di. Zeyd bu­yur­du ki: Sen kırk se­ne­dir nem­âz kıl­ma­mış­sın. Eğer vef­ât eder­sen Mu­ham­me­din “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” sün­ne­ti [ya’nî, dî­ni] üze­re öl­mez­sin.
Nakl edil­miş­dir ki, mü’min olan kul, ne­mâ­zı­nı edâ eder­ken, o ne­mâ­zın rü­kû’unu ve sec­de­le­ri­ni ve di­ğer er­kâ­nı­nı iyi ve te­mâm ey­ler­se, o ne­mâz se­vinç­li ve nû­râ­nî olur. Me­lek­ler o ne­mâ­zı âsû­mâ­na ile­tir­ler. Ve o ne­mâz da sâ­hi­bi­ne hayr düâ edip, der ki; (Ha­fa­za­kel­la­hü süb­hâ­ne­hü ke­mâ ha­fa­za­te­nî). Ya’nî, Al­la­hü süb­hâ­ne­hü, se­ni mu­hâ­fa­za et­sin. Sen be­ni mu­hâ­fa­za et­di­ğin gi­bi. Eğer ne­mâ­zı gü­zel ve ta­mâm ve edeb ve sün­net­le­ri­ne uy­gun kıl­maz­sa, o ne­mâz zul­mâ­nî olur. Me­lek­ler onu ke­rîh gö­re­rek, âsû­mâ­na ilet­mez­ler. Ve ne­mâz da ne­mâz kı­la­na bed­düâ ede­rek, der ki; (Day­ya­akal­la­hü te­âlâ ke­mâ day­ya’te­nî.) Ya’nî, ben Hak­kın der­gâ­hın­da nûr ola­cak bir cev­her idim. Sen be­ni zâ­yi’ et­din. Al­lah da se­ni zâ­yi’ et­sin. Sen be­ni zâ­yi’ et­di­ğin gi­bi. Öy­le ise, bu bü­yük em­ri ta­mâ­miy­le, ke­sik­siz ve fü­tûr­suz ola­rak cid­dî ve gay­ret ile ve kalb hu­zû­ru ile edâ et­mek, ta’dîl-i er­kân ile, rü­kû’ ve sec­de­le­ri­ni, kav­me ve cel­se­yi hak­kıy­le ye­ri­ne ge­tir­mek ve di­ğer müs­li­mân­la­rı da ne­mâ­zı­nı te­mâm­la­mak için gay­ret et­dir­mek ve bil­dir­mek ve de­lâ­let ey­le­mek ve tu­mâ­nî­ne­te ve ta’dîl-i er­kâ­na yol gös­te­ren ol­mak lâ­zım­dır. Bir­çok kim­se­ler bu şekl­de ne­mâz kıl­mak dev­le­tin­den mah­rûm­dur­lar. Her kim ki bu bu şekl­de ne­mâz kıl­ma­dı ise, ken­di­si­ni hır­sız­la­rın ka­ta­rı­na dâ­hil et­miş ve azâ­ba arz ey­le­miş olur. Bu amel terk edil­miş­dir. Bu ame­li ih­yâ ey­le­mek, is­lâ­miy­ye­tin ehem­miy­ye­tli hu­sûs­la­rın­dan en mü­him­mi­dir.
Fâ­ri­sî (Enîs-ül-vâ’ızin) ki­tâ­bın­dan nak­len: Âi­şe “ra­dı­yal­la­hü te­âlâ an­hâ” ri­vâ­ye­tiy­le, Pey­gam­be­ri­miz “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” bu­yur­muş­lar­dır ki: (Mu­sî­bet­ler çok­dur. Mu­sî­bet­le­rin en bü­yü­ğü, vak­ti fâ­ide­siz ge­çir­mek­dir.) Bu ha­dî­sin râ­vî­si, üm­mül-mü’mi­nin sey­yid-etün­ni­sâ fil-âle­mîn Âi­şe-i Sıd­dî­ka­dır “ra­dı­yal­la­hü an­hâ”. Pey­gam­ber “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” Onun hak­kın­da, Âi­şe­nin ka­dın­lar ara­sın­da men­zî­le­si, ya’nî de­re­ce­si, Ebûl­kâ­sı­mın Kâ­sı­mın ba­ba­sı­nın, ya’nî Mu­ham­med aley­his­se­lâ­mın En­bi­yâ ara­sın­da­ki men­zî­le­si, ya’nî de­re­ce­si gi­bi­dir, bu­yur­muş­dur. Ey mü’min! Mu­sî­bet iki kısm­dır. Dün­ye­vî ve uh­re­vî. Dün­ye­vî­si üç nev’dir. Mâ­lî, eh­lî ve nef­sî­dir. Eğer ma­lı, ev­lâ­dı ve âi­le­si gi­der­se, eğer vü­cû­du­na has­ta­lık ge­lir­se, hep mu­sî­bet­dir ki, bun­lar­da se­vâb var­dır. Dî­nî olan mu­sî­bet, ne­mâz ve oru­cun git­me­si­dir ve ze­mân­la­rı zâ­yı’ et­mek­dir ki, bun­lar bü­yük mu­sî­bet­dir. Zî­râ ge­çen vakt bir da­hâ ele gir­mez. Ha­dîs-i şe­rîf­de bu­yu­rul­du ki: (Ya­rın kı­yâ­met­de her­ke­sin önü­ne yir­mi­dört san­dık ko­nur. Fer­mân ge­lip, san­dık­lar açı­lır ki, ba’zı­sı nûr ile, ba’zı­sı da nâr ile do­lu olup, bir kıs­mı boş­dur.)
Dün­yâ­da iyi amel iş­le­nen sâ­at san­dı­ğı­nı nûr ile, kö­tü amel edi­len sâ­at san­dı­ğı­nı nâr ile dol­dur­dum. Boş ge­çi­ri­len sâ­at san­dı­ğı­nı boş bı­rak­dır­dım fer­mâ­nı ge­lir. Dün­yâ­da her ak­şam bir me­lek ni­dâ eder. Ey ehl-i arz [dün­yâ­da ya­şı­yan­lar]. Ge­ce ge­li­yor. Onu ni’met bi­li­niz. On­dan âhı­ret na­sî­bi­ni alı­nız, der. Her sa­bâh, yi­ne böy­le ni­dâ edip, sâ­at­le­ri­ni boş ge­çi­ren­ler, Kı­yâ­met gü­nü o ka­dar piş­mân ola­cak ki, bü­tün ma­lı elin­den çık­mak­la hâ­sıl olan has­ret ve ne­dâ­met hiç ka­lır. Sü­ley­mân aley­his­se­lâm bir ne­mâ­zı ge­çin­ce do­kuz­yüz kur­ban ke­sip, afv di­le­di. Kırk gün mâ­tem ey­le­di. Ey­yûb aley­his­se­lâ­mın ibâ­det­de zâ­if­lik hâ­sıl edin­ce, fer­yâd ede­rek; (En­nî mes­se­ni­yed­dur­ru) de­di. Hâ­ce-i kâ­inât Pey­gam­be­ri­miz “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” mü­bâ­rek diş­le­ri şe­hîd olup, mü­bâ­rek ya­nak­la­rın­dan kan­lar ak­dı­ğı hâl­de, el kal­dı­rıp, (Yâ Rab­bî! Kav­mi­me hi­dâ­yet ver. On­lar bi­le­mi­yor­lar,) bu­yur­muş iken, Hen­dek gü­nü, ikin­di ne­mâ­zı­nın fev­ti­ne, ya’nî kı­lı­na­ma­ma­sı­na se­beb ol­duk­la­rın­da, (Bi­zi ikin­di ne­mâ­zın­dan mah­rûm bı­rak­dı­lar. Yâ Rab­bî! On­la­rın kalb­le­ri­ni ve kabr­le­ri­ni ateş ile dol­dur,) bu­yur­du.
Bir gün Alî­nin “ra­dı­yal­la­hü anh” ikin­di ne­mâ­zı, geç­di. Te­es­sü­rün­den ken­di­ni dağ­dan aşa­ğı at­dı. Zâr zâr ağ­la­dı. Pey­gam­be­ri­miz Mu­ham­med Mus­ta­fâ “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” ha­ber ala­rak, bü­tün Es­hâ­bı ile Alî­nin “ra­dı­yal­la­hü an­h” ya­nı­na gel­di­ler. Hâ­li­ni gö­rün­ce, Hâ­ce-i kâ­inât Pey­gam­be­ri­miz “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” de ağ­la­ma­ğa baş­la­dı. Düâ ey­le­di. Gü­neş tek­râr yük­sel­di. Re­sûl aley­his­se­lâm bu­yur­du: (Yâ Alî “ra­dı­yal­la­hü anh”. Ba­şı­nı kal­dır ki, gü­neş bâ­kî­dir.) Emîr-ül-mü’mi­nîn Alî “ra­dı­yal­la­hü anh” se­vin­di. Ne­mâ­zı­nı kıl­dı. Mer­vî­dir ki, Ebû Bek­rin “ra­dı­yal­la­hü an­h” bir ge­ce vitr ne­mâ­zı geç­di. Ge­ce çok ibâ­det et­di­ğin­den, ge­ce so­nun­da uy­ku ga­le­be ey­le­di. Sa­bâh ne­mâ­zın­da Sey­yid-i âle­mi­ni “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­le­m” tâ­kip ede­rek, mes­cid ka­pı­sın­da hu­zû­ru­na ge­lip, fer­yâd et­di. Yâ Re­sû­lal­lah! İm­dâ­dı­ma ye­tiş. Vitr ne­mâ­zı­mı kı­la­ma­dım di­ye ni­yâz ey­le­di. Re­sûl aley­his­se­lâm ağ­la­ma­ğa baş­la­dı. Ceb­râ­il aley­his­se­lâm ge­lip, yâ Re­sû­lal­lah. Sıd­dî­ka söy­le ki, Al­la­hü te­âlâ onu afv ey­le­di.
Sul­tân-ül âri­fîn şeyh Bâ­ye­zîd-i Bis­tâ­mî­yi “kud­dî­se sir­rûh” bir ge­ce uy­ku ga­le­be ça­lıp, sa­bâh ne­mâ­zı­nı kı­la­ma­dı. O ka­dar in­le­yip, te­lâş ve kor­ku ol­du ki, bir ses işit­di. Ey Bâ­ye­zîd; bu gü­nâ­hı­nı afv ey­le­dim. Ağ­la­man be­re­ke­ti ile sa­na ay­rı­ca yet­miş bin ne­mâz se­vâ­bı ver­dim, bu­yu­rul­du. Bir kaç ay son­ra tek­râr uy­ku ga­le­be ey­le­di. Şey­tân ge­lip, mü­bâ­rek aya­ğın­dan tu­ta­rak uyan­dır­dı. Kalk, ne­mâz geç­mek üze­re­dir, de­di. Şeyh Bâ­ye­zîd bu­yur­du ki, ey mel’ûn şey­tân, sen böy­le işi na­sıl ya­par­sın. Hâl­bu­ki sen her­ke­sin ne­mâ­zı­nın geç­me­si­ni is­ter­sin. İb­lîs de­di ki, Sa­bâh ne­mâ­zı­nı kı­la­ma­dı­ğın gün ağ­lı­ya­rak yet­miş bin ne­mâz se­vâ­bı ka­zan­mış­dın. Bu­gün onu dü­şü­ne­rek, se­ni uyan­dır­dım ki, yal­nız bir vakt ne­mâz se­vâ­bı bu­la­sın. Yet­miş bin ne­mâz se­vâ­bı ala­mı­ya­sın.
Şeyh Cü­neyd “rah­me­tul­la­hi aleyh” bu­yur­du ki, dün­yâ­nın bir sâ­ati, kı­yâ­me­tin bin se­ne­sin­den da­hâ iyi­dir. Zî­râ, bu bir sâ­at­de sâ­lih amel­ler iş­le­ne­bi­lir. O bin se­ne­de bir­şey ya­pı­la­maz. Şu hâl­de, ey mü’min, vak­ti­ni boş ge­çir­me. Ze­mâ­nı­nı ma’mûr ey­le. Ne­mâz­la­rı­nı vak­tin­de kıl ki, kı­yâ­met gü­nü piş­mân ol­ma­ya­sın. Çok ecr ve çok se­vâb hâ­sıl ey­le­ye­sin.
Ha­dîs-i şe­rîf­de bil­di­ril­miş­dir ki, bir ne­mâ­zı ka­zâ­ya ka­lıp, edâ et­mez­den ev­vel, ve­fât eden kim­se­nin me­zâ­rı­na, Ce­hen­nem­den yet­miş pen­ce­re açı­lıp, kı­yâ­me­te ka­dar azâb çe­ker.
Kasd ile bir ne­mâ­zı­nı kaz­â­ya bı­rak­mış olan bir kim­se, bu ne­mâ­zı ka­zâ et­me­dik­çe, yüz­bin ker­re hac et­se ve Ra­me­zân ay­la­rın­da oruc tut­sa ve Kur’ân-ı ke­rî­mi hatm et­se, yüz­bin câ­mi’i şe­rîf ve sâ­ir hay­rât­lar yap­sa ve sâ­at­de bin ker­re Al­la­hü te­âlâ­yı zikr et­se, o kim­se yi­ne Al­la­hü te­âlâ­nın in­din­de, fe­nâ kim­se olup, ne­mâ­zı ka­zâ et­me­dik­çe, o ne­mâ­zın kar­şı­lı­ğı ola­rak gü­nâh­dan ha­lâs ol­maz.
Şeyh Râ­zî­den ri­vâ­yet olu­nur. Bir kim­se Al­lah için ga­zâ­ya va­rıp, bir vakt ne­mâ­zı ka­zâ­ya kal­mış ol­sa, hiç­bir ne­mâ­zı ka­zâ­ya bı­rak­mak­sı­zın, ye­di­yüz ker­re ga­zâ et­me­si ge­rek­dir ki, tâ o ka­zâ­ya kal­mış ne­mâ­za kef­fâ­ret ol­muş ol­sun. Bir vakt ne­mâ­zı­nı ga­zâ­da iken ka­zâ­ya bı­ra­kan bir kim­se, ye­di­yüz ker­re zi­nâ et­miş gi­bi, bü­yük gü­nâ­ha gir­miş olur. Fî se­bî­lil­lah, kâ­fir­ler­le ga­zâ ey­ler­ken bir vakt ne­mâ­zı ka­zâ­ya koy­mak, bu de­re­ce bü­yük gü­nâ­ha mü­sâ­vî ol­duy­sa, ken­di nefs ve he­vâ­sın­da ve dün­yâ meş­gâ­le­sin­de iken, ne­mâ­zı kıl­ma­yıp, ge­çi­ren­le­rin hâ­li ne ola­ca­ğı bun­dan kı­yâs olu­na.
Pey­gam­be­ri­miz “aley­his­sa­lâ­tü ves­se­lâm bu­yur­du ki: (Bir kim­se, bir vakt ne­mâ­zı kasd ile terk eder­se, onun ce­zâ­sı Ce­hen­nem­de sek­sen huk­be mik­dâ­rı yan­mak­dır). Bir kav­le gö­re, bir huk­be sek­sen se­ne­dir ki, al­tı­bin­dört­yüz se­ne eder. Bir kav­le gö­re de bir huk­be sek­sen­bin se­ne­dir. Her­bir vak­tin ter­ki için, bu ka­dar ze­mân Ce­hen­nem­de ateş­den saç­lar üze­rin­de, kal­mış ne­mâz­la­rı­nı kıl­sa ge­rek­dir.
Ne­mâ­zı terk eden mel’ûn­dur. Han­gi şehr, kar­ye, ma­hal­le ve hâ­ne­de bu­lu­nur­sa, ona, ya’nî ne­mâz kıl­mı­ya­na buğz et­mez­ler­se, cüm­le­si­ne za­rar ge­lir. Bun­la­ra Al­la­hü te­âlâ­dan rah­met gel­mez. İnâ­yet ol­maz. İbâ­det­le­ri ve dü­âla­rı ka­bûl ol­maz. İl­lâ ne­mâz­sı­za ne sû­ret­le müm­kün­se buğz eder­ler­se, şer­rin­den ha­lâs olur­lar.
Ne­mâz kıl­mı­ya­na kız ver­mek ve ne­mâz kıl­mı­yan kız ve hâ­tun al­mak, ne­mâz kıl­mı­ya­nın işin­de bu­lun­mak, has­ta ol­sa hâ­li­ni sor­mak, ce­nâ­ze­si­ne git­mek ve ta­şı­mak, kom­şu­luk et­mek, bir ma­hal­le­de dur­mak, mu­hab­bet yo­luy­la gö­rüş­mek, se­viş­mek câ­iz de­ğil­dir.
Ha­ber­de gel­miş­dir ki, Îsâ aley­his­se­lâm, bir yo­la gi­der­ken, gü­zel, ma’mûr bir kar­ye­ye uğ­ra­mış. Ken­di­si­ne ik­râm ve ta’zîm et­miş­ler. Ge­ri­ye dö­nü­şün­de bu kar­ye­ye gel­miş. O kar­ye [köy, mem­le­ket] yı­kıl­mış. İn­san­la­rı he­lâk ol­muş. Su­la­rı, çeş­me­le­ri ku­ru­muş. Bağ ve bağ­çe­le­ri ha­râb ol­muş. Kar­ye­de kim­se yok. Al­la­hü te­âlâ­ya ni­yâz edip, Yâ Rab­bî! Bu kar­ye ehâ­li­si sa­na âsî mi ol­du. Yok­sa na­zâr mı isâ­bet et­di. Al­la­hü te­âlâ ce­vâ­ben, böy­le de­ğil yâ Îsâ. An­cak bu kar­ye­ye bir ne­mâ­zı terk eden ge­lip, el­le­ri­ni çeş­me­le­rin­den yı­ka­dı. Bun­lar bu ne­mâz kıl­mı­ya­na buğz et­me­yip, nehy et­me­dik­le­rin­den do­la­yı, on­la­rı he­lâk ey­le­dim, bu­yur­du­ğu, (Ne­cât-ül mü’mi­nîn)de ya­zı­lı­dır.
Haz­ret-i Îşâ­nın [Ab­dül­ha­kîm-i Ar­vâ­sî haz­ret­le­ri­nin] Se­fer-i âhı­ret ri­sâ­le­sin­den:
Ne­mâ­zı terk eden, bü­tün müs­li­mân­la­ra ne­mâ­zı terk et­mek­le zulm et­miş bu­lu­nu­yor. Zî­râ ki her ne­mâz­da (Es­se­lâ­mü aley­nâ ve alâ ibâ­dil­la­his­sâ­li­hîn) ile düâ lâ­zım­dır. Her­gün beş vakt ne­mâz­da yir­mi def’a tek­râr­la­nan bu dü­âdan ibâ­det eden müs­li­mân­la­rı mah­rûm bı­ra­kı­yor. Ya’nî hak­la­rı olan bu dü­âyı terk edi­yor. Kı­yâ­met gü­nü bü­tün mü’min­ler bu hak­la­rı­nı ne­mâz kıl­mı­yan­lar­dan al­sa­lar ge­rek­dir.
Ne­mâ­zı mü­hîm­se­me­yip, ha­fîf tu­tan­lar, on­beş dür­lü ce­zâ­ya uğ­rar­lar. Bun­lar­dan al­tı­sı dün­yâ­da, üçü ölü­mü sı­ra­sın­da se­ke­râ­tin­de, üçü kabr­de ve üçü de kabr­den kal­kın­ca, ya’nî haşr­de.
Dün­yâ­da­ki ukû­bat­lar­dan [ce­zâ­lar­dan]:
Bi­rin­ci­si: Öm­rün­den be­re­ket kal­kar. Ya’nî öm­rün­den hayr ve men­fa’at gör­mez. Öm­rü­nü çe­şid­li has­ta­lık­lar ve çe­şid­li re­zâ­let­ler ve çe­şid­li ha­kâ­ret­ler ve zil­let­ler içe­ri­sin­de ge­çi­rir. Çe­şid­li hür­met­siz­lik ve mah­rû­miy­yet­le­re, za­rû­ret­le­re müb­te­lâ ve gi­rif­târ olur. Sıh­ha­tin­den hiç­bir hayr ve men­fe’at gör­mez.
Bu mem­le­ket­de ve baş­ka ül­ke­ler­de dâ­ima ve dâ­ima has­ta­hâ­ne, tı­mar­hâ­ne ve habs­hâ­ne­ler­de gör­dük­le­ri­miz, ne­mâ­zı­nı­nı de­vâm­lı kıl­mı­yan­lar, ne­mâ­za ehem­miy­yet ver­mi­yen­ler­dir. Bu gi­bi­le­rin, bu gi­bi yer­le­rin hiç bi­ri­sin­de, ne bu­ra­da ve ne de baş­ka mem­le­ket­ler­de ne­mâ­zı terk eden­ler­den ve ne­mâ­zı mü­him­se­mi­yen­ler­den baş­ka­sı­nı gö­re­mez­si­niz. Ke­zâ her yer­de, zah­met­li, yo­ru­cu ve ağır iş­ler­de ça­lı­şan­lar da ek­se­ri­yet­le yi­ne ne­mâ­zı terk et­miş olan­lar­dır. Ne­mâ­zı­nı de­vâm­lı kı­lan­lar ve de­vâm­lı onun­la uğ­ra­şan­lar her yer­de ve her­ke­sin ya­nın­da hür­met ve hay­siy­yet ve i’ti­bâr sâ­hi­bi­dir. Her iş­de bu gi­bi­ler, em­sâl ve ak­ran­la­rı ara­sın­da müm­tâz ve muh­te­rem­dir. Se­fîl, aşa­ğı ve ezi­ci iş­ler­de ça­lı­şan­lar ek­se­ri­yet­le ne­mâ­zı­nı de­vâm­lı kıl­mı­yan­lar ve bî-ne­mâz­lar­dır, ya’nî ne­mâz kıl­mı­yan­lar­dır.
İkin­ci­si: Si­mâi sâ­li­hîn, ya’nî sâ­lih kim­se­le­rin gö­rü­nü­şü yü­zün­den mesh olu­nur. Ya’nî Ce­nâb-ı Hak­kın hiz­me­tin­de bu­lun­ma­ya ya­rar kim­se­le­rin si­mâ­la­rın­da ken­di ya­ra­tı­lış­la­rın­da­ki hüsn ve ce­mâl­den baş­ka bir nev’i gü­zel­lik var­dır ki, ne­mâ­za ehem­miy­yet ver­mi­yen­ler her ne ka­dar süs­len­me­ye ve zî­net­len­me­ye ri­âyet et­se­ler de, her­gün def’alar­ca ha­ma­ma gi­rip çık­sa­lar da, dür­lü dür­lü, çe­şid çe­şid mü­kem­mel ve mü­zey­yen el­bî­se­ler giy­se­ler de, yi­ne bu gü­zel­li­ği edi­ne­mez. Ve bu si­mâ­ya [çeh­re­ye] bü­rü­ne­mez­ler. Çe­şid çe­şid gü­zel ko­ku­lar ile ko­ku­lan­sa­lar da, ken­di­le­rin­de hâ­sıl olan ye­hû­dî ko­ku­su­na ben­zi­yen ko­ku­yu er­bâ­bın­dan giz­le­ye­mez­ler. Eh­li in­din­de bu si­mâ ve bu ko­ku ma’lûm ve açık­dır. Na­sıl ki, ye­hû­dî­ler, ye­hû­dî­li­ğe mah­sûs olan ko­ku­dan, is­lâ­miy­ye­te ge­lip ve is­lâ­miy­yet­de ka­rar kıl­ma­dık­ça, kur­tu­la­mı­ya­cak­la­rı gi­bi, ne­mâ­zı terk eden­ler de, ne­mâ­za de­vâm eden ve de­vâm­lı onun­la uğ­ra­şan­lar ol­ma­dık­ça, kur­tu­la­maz­lar. Sâ­lih kim­se­le­rin çeh­re­si, an­cak ne­mâ­za de­vâm eden­ler­de bu­lu­nur ki, er­bâ­bı ya­nın­da, eh­li in­din­de ma’lûm­dur. Eh­li olan­lar ge­çi­ri­len ne­mâ­zın han­gi vak­tin ne­mâ­zı da­hî ol­du­ğu­nu bi­lir­ler. Ne­mâ­zı de­vâm­lı kı­lan­lar uzun ze­mân yı­kan­ma­sa­lar da ve de hay­li ze­mân, ça­ma­şır de­ğiş­dir­mez­se­ler de, vü­cûd­la­rı, el­bî­se ve ça­ma­şır­la­rı kir­len­mez. Ne­mâ­zı terk eden­ler, bi­lâ­kis sık sık ha­mâ­ma git­se­ler, ça­ma­şır de­ğiş­dir­se­ler de, o ne­zâ­fet, o te­râ­vet ve o ze­râ­fe­te sâ­hib ola­maz­lar.
Üçün­cü­sü: Al­la­hü te­âlâ hiç­bir ame­li­ne ecr ver­mez. Ya’nî gün­de mü­te­ad­did def’alar sa­da­ka ver­se, bir­çok ye­tîm se­vin­dir­se, yi­dir­se, giy­dir­se, gün­ler­ce Kur’ân-i ke­rî­mi hatm et­se, bir­çok def’alar hac­ca git­se, baş­ka­ca bu­na ben­zer, ibâ­det­ler ve hay­rât­lar yap­sa, Ce­nâb-ı Hak ona zer­re ka­dar bir ecr ve se­vâb yaz­maz. Dün­yâ­da ve âhı­ret­de bir ec­re mâ­lik ola­maz. Bü­tün amel­le­ri bo­şa git­miş­dir. Ce­nâb-ı Hak o vakt­le­ri ne­mâ­za tah­sîs bu­yur­du­ğun­dan, bu ze­mân­la­rı ne­mâz­da ge­çir­me­le­ri lâ­zım­dır. Bu vakt­le­ri, Hak Süb­hâ­ne­hü ve te­âlâ­nın em­ri­nin hi­lâ­fı­na bir şekl­de ge­çir­mek zul­mün­de bu­lun­duk­la­rı için, ne­mâ­zı terk eden­le­rin, her ne­vi’ iş­le­rin­de, ya’nî dün­ye­vî ve uh­re­vî bü­tün iş­le­rin­de, hayr ve be­re­ket ve men­fe’at selb olu­nur, ya’nî kal­dı­rı­lır.
Dör­dün­cü­sü: Dü­âla­rı­nı, Al­la­hü te­âlâ cel­le şâ­nü­hü dü­ânın ka­bûl olun­du­ğu ma­hal­le kal­dır­maz. Al­la­hü te­âlâ çağ­rı­lın­ca, Leb­beyk bu­yu­rur. Ne­mâ­zı terk eden, Al­la­hü te­âlâ­nın bu ce­vâ­bın­dan mah­rûm­dur. Dü­âsı ka­bûl olun­maz. Ya’nî, dü­âsı ka­bul olu­na­cak ma­kâ­ma gö­tü­rül­mez. Ya’nî her­han­gi bir ma’nîa zu­hûr eder de ge­ri­de bı­ra­kı­lır. Dü­ânın ka­bûl olun­du­ğu ma­kâ­ma ulaş­maz. Dün­yâ iş­le­rin­de her­han­gi bir is­tek sâ­hi­bi­nin ta­leb­nâ­me­si bir yer­de ta­kı­lıp, âid ol­du­ğu ma­kâ­ma vâ­sıl ola­ma­dı­ğı gi­bi.
Be­şin­ci­si: Bü­tün mah­lû­kât ona buğz ve düş­man­lık e­der. Ve on­la­rın red edil­mi­şi olur. Sâ­lih­ler, ya’nî mü’min­ler, Al­la­hü te­âlâ­ya dost olan­lar, ne­mâz kı­lan­lar­dır. An­cak bun­lar hayr ve be­re­ke­te ve rah­me­te ve­sî­le olur­lar. Ne­mâz­da, Âde­min ya­ra­tı­lı­şı­nın baş­lan­gı­cın­dan bi­ti­mi­ne, so­nu­na ka­dar, bü­tün mü’min­le­rin ve do­la­yı­siy­le bü­tün mah­lû­kâ­tın­da hak­la­rı var­dır. Ne­mâz terk edi­lin­ce, Hak­kın rah­me­ti per­de­le­nir ve ör­tü­lü ka­lır. Bi­nâ­ena­leyh, rah­me­tin ke­sil­me­si­ne se­beb ol­du­ğun­dan do­la­yı, bü­tün mah­lû­kât, ne­mâ­zı terk ede­ne buğz ve adâ­vet eder.
Al­tın­cı­sı: Sâ­lih­le­rin dü­âla­rın­da his­se­si ol­maz. Ya’nî müs­li­mân­la­rın dü­âla­rı­nın be­re­ke­tin­den mah­rûm ka­lır­lar. Ya’nî his­se sâ­hi­bi ol­maz. O dü­âlar­dan ona pay düş­mez. Ve­fât et­se, kab­ri önün­den ge­çen bir müs­li­mâ­nın oku­du­ğu fâ­ti­hâ­lar­dan ge­re­ği ka­dar fâ­ide­le­ne­mez ve his­se ala­maz. Al­la­hü te­âlâ on­la­rı, ken­di­si­ne has ilâ­hî hiz­met olan ne­mâ­za al­ma­dı­ğın­dan, Hak­kın hiz­me­tin­den ko­vul­muş ve bu hiz­met ile alâ­ka­lı olan men­fe’at­ler­den ve fâ­ide­ler­den mah­rûm­dur­lar.
Ölü­mü es­nâ­sın­da, ya’nî se­ke­rât-ı mev­ti ânın­da dü­çâr ola­ca­ğı üç ce­zâ­dan:
Bi­rin­ci­si: Ze­lîl ola­rak ve­fât eder. Ya’nî sû­ret­de de­ğil, ha­kî­kat­de mü­nâ­se­bet­siz, man­za­ra­sız bir sû­ret­de ve râ­hat­sız ola­rak dü­şer. Üs­tü­nü, ba­şı­nı, yor­ga­nı­nı, kar­yo­la­sı­nı ve­sâ­ire­si­ni kir­le­te­rek ber­bâd eder. Öy­le olur ki, en ya­kın­la­rı olan ev­lâd ve i’yâ­li, ana ve ba­ba­sı da ölü­mün­den nef­ret eder. Bek­le­ni­len hür­met ve ri­âye­ti gös­te­re­mez­ler. Dün­yâ i’ti­bâ­riy­le çok bü­yük, me­se­lâ Pâ­di­şâh da ol­sa, yi­ne ölü­mü ânın­da, şu ve­yâ bu sû­ret­le ik­râh olu­nur. Bir sû­ret ve şekl­de ve­fât eder ki, bü­tün et­râ­fı on­dan nef­ret eder­ler ve tik­si­nir­ler. Ne­mâ­zı terk ede­nin ölü­mün­de göz­le­rin­de kor­ku ese­ri ve te­lâş ve hüzn ni­şân­la­rı ve ke­sâ­ib-i nü­mâ­yân olur. Göz­le­ri­nin ren­gi te­gay­yür ve te­bed­dül eder [de­ği­şir]. Yu­ka­rı ve­yâ aşa­ğı­ya doğ­ru bir şekl­de di­ki­lir ki na­zâr et­me­ğe im­kân ol­maz. Bu­run de­lik­le­ri ku­rur. Kuş tü­yü dö­şek­ler­de, muh­te­şem kar­yo­la­lar­da, mü­zey­yen oda­lar­da ve se­rây­lar­da, bin­bir ih­ti­şâm, deb­de­be ve şân içe­ri­sin­de bu­lun­sa da­hî, yi­ne ze­lîl olur. Git­dik­çe zil­le­te doğ­ru yol alır. Zî­râ, iz­zet an­cak Al­la­hü te­âlâ­ya ve Re­sû­lü­ne “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” ve mü’min­le­re âid ve mah­sûs­dur. (Ve lil­lâ­hil ız­ze­tü ve li re­sû­li­hî ve lil mü’mi­nî­ne.)
Ne­mâz kıl­ma­mak­la îmân za’îf­ler. Ne­mâz kıl­ma­yan­la­rın îmân­la­rı za’îf ol­du­ğun­dan, ne me­lek­ler, ne rûh­lar, ne mey­yit­ler, ne di­ri­ler ve ne de sâ­ir mah­lû­kât onu azîz tut­maz. Ona hür­met ve ri­âyet gös­ter­mez­ler. Ne­mâ­zı terk ede­nin ölü­mün­de saç­la­rı ve sa­kal­la­rı sar­kar. Ya’nî cân be­den­de ol­du­ğu vakt, mev­cûd can­lı du­ru­şu ol­maz. Sar­kık, dü­şük, ka­rı­şık, bed [kö­tü] bir man­za­ra alır. Hü­lâ­sa ha­yâ­tın­da ol­du­ğu vech­le dur­maz. Mü’min­ler­de ise ölüm­de da­hî ha­yâ­tın­da­ki hey­be­ti bo­zul­maz. Ay­nen ha­yâ­tın­da ol­du­ğu gi­bi du­rur. Âde­tâ ya­ta­ğın­da, kar­yo­la­sın­da uyu­yor­muş gi­bi du­rur. Onu ölüm hâ­lin­de te­mâ­şa eden­ler, ve­fâ­tın­dan ha­ber­dâr de­ğil ise­ler, hâ­li ner­min­de [uyu­yor] zan eder­ler.
İkin­ci­si: En yük­sek [bü­yük] bir has­ta­lık olan aç­lık ile ve­fât eder. (Eta­me­hüm min cû­in ve eme­ne­hüm min havf.) Ne ka­dar çok ye­mek yi­se de, yi­ne aç­lık ele­mi, ız­dı­râ­bı din­mez. Git­dik­çe şid­det­le­nir. Da­ya­nıl­maz, te­ham­mül edil­mez bir hâl kesb eder. Ne ka­dar faz­la, ne ka­dar kuv­vet­li, ve ne­fîs ye­mek­ler yi­di­ril­se, bu acı ve bu ağ­rı, bu sı­zı din­di­ri­le­mez. Bu ız­dı­râb tes­kîn olu­na­maz. Bu has­ta yi­di­ril­mek­le kan­dı­rı­la­maz. Ve do­yu­ru­la­maz. Bu­ğa­zı, ba­ğır­sak­la­rı aç­lık­la, tek­dir edil­miş, ke­der­li, üzün­tü­lü, ız­dı­rab çe­ken, acı du­yan olur. Aç­lık bir tit­re­me nis­be­ti ile şid­det­le­nir. Ni­hâ­yet kıv­ra­na kıv­ra­na cân ve­rir. Zî­râ ne­mâ­zı terk bü­yük gü­nâh­dır. Ce­zâ­sı da, o nis­bet­de bü­yük olur. Aç­lık da mü­hîm bir has­ta­lık­dır. Ne­tî­ce­si mut­la­ka ölüm­dür. Sâ­ir has­ta­lık­lar gi­bi de­ğil­dir. İş­te ne­mâ­zı terk eden­ler aç­lık has­ta­lı­ğı ile dert­li olur da öy­le gi­der. Her ne­mâ­zı terk eden aç ola­rak ve­fât eder.
Üçün­cü­sü: Ve­fâ­tı sı­ra­sın­da su­suz ola­rak ölür. Da­mar­la­rı­na, ilik­le­ri­ne, âsâ­bı­na, eti­ne, de­ri­si­ne, be­şe­re­si­ne, ke­mik­le­ri­ne ka­dar bu su­suz­luk, elem ve ız­dı­râ­bı nü­fûz eder. Dün­yâ­nın ne­hir­le­ri içi­ril­se, su­suz­luk elem ve acı­sı ve ız­dı­râ­bı git­mez. Du­dak­la­rı ha­râ­ret­den ku­rur, çat­lar. Ölüm ânın­da bu­lu­nan has­ta­la­ra su içir­me­le­ri bun­dan­dır. Hâl­bu­ki, ne­mâ­zı terk eden ki­şi olup da, ölüm hâ­li­ne gel­miş has­ta­la­ra su ve­ril­dik­çe su­suz­lu­ğu ar­tar. Ha­râ­re­ti ço­ğa­lır. Su onun ate­şi­ni sön­dür­me­ğe kâ­fî gel­mez. Vel­hâ­sıl su­ya has­ret çe­ke­rek ölür, gi­der. Ne­mâz kı­lan ki­şi olup da, ne­mâ­za de­vâm­lı olan­lar ise, ya­tak­la­rın­da ve oda­la­rın­da ne ka­dar pe­rî­şân­lık ve in­ti­zâm­sız­lık olur­sa ol­sun, Al­la­hü te­âlâ in­din­de muh­te­rem ol­duk­la­rı için, me­lek­ler de on­la­rı hür­met­le tu­tar. Ri­âyet e­der, su­suz bı­rak­maz­lar. Şe­râb-ı ta­hûr ile su­ya kan­dı­rır­lar. (Ve se­kâ­hüm. Rab­bü­hüm şe­râ­ben ta­hû­rân) âyet-i ke­rî­me­si bu­na işâ­ret­dir. (Bi ek­vâ­bin ve ebâ­rî­ka) âyet-i ke­rî­me­si­nin bil­dir­di­ği şekl­de Cen­net­den alı­nan şe­râb-ı tâ­hûr ile ve­fât et­miş olan mü’min­le­r azîz kı­lın­mış ve ik­râm olu­nur­lar. Mu’az­zez, mü­ker­rem, ve muh­te­rem ve şe­râb-ı tâ­hûr ile kan­mış ola­rak ve­fât eder­ler. Şî’île­rin ve bek­tâ­şî­le­rin hükm ve i’ti­kâd­la­rı îcâ­bı, imâm-ı Hü­seyn “ra­dı­yal­la­hü anh” için, su­suz git­di de­me­le­ri ta­mâ­miy­le yan­lış­dır. Bu âyet-i ke­rî­me­nin bil­dir­di­ği şekl­de kat’î ola­rak sâ­bit­dir ki, bun­lar me­lek­ler vâ­sı­ta­sı ile Al­la­hü te­âlâ ta­ra­fın­dan al­tın mi­sâ­li kâ­se­ler içe­ri­sin­de bu­lu­nan şe­râb-ı tâ­hûr ile kan­mış, doy­muş olur­lar. Zî­râ, bun­lar Hak te­âlâ­nın mi­sâ­fir­le­ri­dir. Ma­kâm-ı ke­rîm­le­ri­ni baş göz­le­ri ile gö­rür­ler. Ne­mâ­za de­vâm­lı olan­lar, gü­ler yüz­lü, mü­te­bes­sim, par­lak ve nû­râ­nî yüz­lü olur­lar. Yüz­le­ri ve alın­la­rı ayın on­dör­dü gi­bi tam bedr olur. Fe­râh­la­ma ese­ri ve sü­rûr yü­zün­de ve göz­le­rin­de lem’an eder. Hak te­âlâ­dan ve me­lek­le­rin­den ha­yâ eder. Ken­di ku­sûr­la­rı­nı ve Hak te­âlâ­nın il­ti­fâ­tı­nı ve ih­sâ­nı­nı gö­rür de al­nın­dan ter­ler dö­kü­lür. Bur­nun de­lik­le­ri su­la­nır. Ku­lak alt­la­rı ve bu­run de­lik­le­ri ha­fîf bir şekl­de ter­ler. Gü­zel bir ko­ku ile ko­ku­la­nır. Çe­şid­li şekl­de la­tîf bir gü­zel­lik alır. Ve çok gü­zel ko­ku­lar ya­yı­lır. En le­zîz ve en ne­fîs ye­mek­le­ri yi­miş gi­bi tok ve kan­mış ola­rak ve­fât eder­ler.
(Vel tef­fe­tis­sâ­kû bis­sâ­kî ilâ Rab­bi­ke yev­me izi­nil me­sâ­kı) âyet-i ke­rî­me­sin­de, be­yân bu­yu­rul­du­ğu şekl­de, ne­mâ­zı terk et­miş olan­lar, o gün­de, ba­cak ve bal­dır­la­rı bir­bi­ri­ne sür­te­rek, Al­la­hü te­âlâ cel­le şâ­nü­hü­ye sevk olu­nur­lar. Me­lek­ler ta­ra­fın­dan on­la­ra de­ni­lir: İş­te bu­gün, Al­la­ha sevk olun­du­ğu­nuz gün­dür. İş­te bu­gün Al­la­hü te­âlâ­nın hu­zû­ru­na gi­di­yor­su­nuz. Dün­yâ­da da’vet et­di idi. İcâ­bet et­me­di­niz. (Fe­lâ sad­de­ka ve­lâ sal­le ve lâ­kin kez­ze­be ve­te­vel­lâ), ne ze­kât ver­di­ler ve ne de ne­mâz kıl­dı­lar. Lâ­kin, Al­la­hü te­âlâ­nın emr­le­ri­ni hak bil­me­di­ler. Mü­hîm­se­me­yip ar­ka­ya at­dı­lar.
Ne­mâ­zın te­mâm ol­ma­sı ve onun ke­mâ­li, fıkh ki­tâb­la­rın­da taf­sî­len be­yân bu­yu­rul­du­ğu üze­re, ne­mâ­zın farz­la­rı­nı ve vâ­cib­le­ri­ni ve sün­net ve müs­te­ha­bâ­tı­nı îfâ ve ye­ri­ne ge­tir­mek ile­dir. Ne­mâz­da hu­şû’ bu dört hu­sûs­da yer al­mış ve kal­bin hu­dû’u da­hî bu dört hu­sû­sa bağ­lı­dır.
(Câ­mi’ul fe­te­vâ)da ve (Kın­ye)de ve (sa­lât-i Mes’udî) adın­da­ki ki­tâb­lar­da nakl olun­muş­dur ki, bir kim­se farz ne­dir ve han­gi­si­dir, onu adı ile ve yer­li ye­ri ile bil­mez­se, onun kıl­dı­ğı ne­mâz dü­rüst de­ğil­dir. Bu­nun için her ki­şi, farz ol­du­ğu her far­zı ez­ber­le­sin. Adı­nı ve yer­le­ri­ni bil­sin. Tâ ki, kıl­dı­ğı tâ­at­de eme­ği zâ­yi’ olup, ikâb ve azâ­ba müs­te­hâk ol­ma­sın. Bi­nâ­ena­leyh, her far­zın is­mi, yer­le­ri kı­sa­ca aşa­ğı­da be­yân olun­muş­dur. Da­hâ faz­la taf­si­lât için, fıkh ki­tâb­la­rı­na mü­ra­ce’at olu­na.
Ev­ve­lâ: Ab­des­tin farz­la­rı dört­dür. Yü­zü­nü yı­ka­mak. Kol­la­rı­nı dir­sek­le­ri ile be­râ­ber yı­ka­mak. Ba­şın dört bö­lü­ğün­den bir bö­lü­ğü­nü mesh et­mek. Ayak­la­rı­nı to­puk­la­rı ile be­râ­ber yı­ka­mak­dır.
Ab­dest alır­ken, her uz­vu­nu, te­mâ­miy­le ve ke­mâ­liy­le üç ker­re yı­ka­mak lâ­zım­dır ki, sün­ne­te mu­vâ­fık ol­muş ol­sun. Ba­şı­nın her ta­ra­fı­nı kap­la­ma mesh et­mek ve boy­nu­nun mes­hin­de ih­ti­yât et­mek lâ­zım­dır. Sol eli­nin ser­çe par­ma­ğıy­la sağ aya­ğı­nın kü­çük par­ma­ğın­dan baş­la­mak sû­re­tiy­le ayak par­mak­la­rı­nı alt kıs­mın­dan hi­lâl­le­me­ğe ri­âyet edil­me­li­dir. Müs­te­hab olan bu fi’lin ic­râ­sı­nı kü­çük gör­mi­ye­ler. Çün­ki, müs­te­hab, Hak cel­le ve a’lâ­nın sev­di­ği ve râ­zı ol­du­ğu bir fi’ldir. Bu fi’li yap­mak için dün­yâ­nın te­mâ­mı sarf edi­le­rek o amel mü­yes­ser olur­sa, ga­nî­met­dir.
Ne­mâ­zı, müs­te­hab olan ev­vel vak­tin­de kıl­mak ve kı­râ’et­de sün­net mik­dâ­rı­na ri­âyet olun­mak lâ­zım­dır. Rü­kû’de ve sec­de­de tü­mâ­nî­ne­te ri­âyet et­mek el­bet­te lâ­zım­dır. Çâ­re yok­dur.
Kav­me­de, ya’nî rü­kû’dan kal­kın­ca ve iki sec­de ara­sın­da­ki otur­mak­da her ke­mik yer­li ye­ri­ne rü­cû’ edin­ce­ye ka­dar be­li­ni doğ­rul­tup, bir ker­re Süb­hâ­nal­lah de­ne­cek mik­dâr da dur­mak, el­zem­dir. Bu tu­mâ­nî­net ve ta’dîl-i er­kân imâm-ı Şâ­fi’î ile imâm-ı Ebû Yû­süf “ra­hi­me­hü­mal­lah” nez­din­de farz, ha­ne­fî mez­he­bi âlim­le­ri­nin ço­ğu­na gö­re vâ­cib­dir. Muh­te­lîf kavl­le­re gö­re, rü­kû’ ve sec­de­de söy­le­nen tes­bîh­ler en az üç ve ek­se­rî­si ye­di ve­yâ on­bir ker­re­dir.
İmâ­mın söy­le­di­ği tes­bîh­ler ken­di­si­ne uyan ce­mâ’atin hâl ve tâ­ka­ti­ne gö­re ol­ma­sı lâ­zım­dır. Bir kim­se­nin is­ti­dat ve kud­re­ti var iken, ne­mâ­zı­nı yal­nız ba­şı­na kıl­dı­ğı ze­mân, tes­bîh­le­rin en azı ile ik­ti­fâ ve ik­ti­sâr ey­le­miş ol­ma­sın­dan utan­ma­sı lâ­zım­dır. Eğer faz­la­sı­na kâ­dir de­ğil ise, beş ker­re ve­yâ ye­di ker­re tes­bîh et­me­ğe gay­ret et­me­li­dir. On­bir ker­re­den da­hâ uzun oku­mak mu­râd olu­nur ise, rü­kû ve sec­de­nin me’sûr olan dü­âla­rı­nı kı­râ’et ede­ler. Her ne ka­dar tek­râr olun­sa câ­iz­dir, ye­rin­de­dir.
Avf ib­ni Mâ­lik “ra­dı­yal­la­hü anh” bu­yu­ru­yor ki, ben Re­sû­lul­lah “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” ile be­râ­ber ne­mâ­za kı­yâm ey­le­dim. Rü­kû’a git­di­ği ze­mân sû­re-i Be­kâ­ra oku­na­cak mik­dâr­da dur­du. Ve (Süb­hâ­ne zil ce­be­rû­ti vel me­le­kû­ti vel kib­ri­yâi vel aza­me­ti) der­di. Bir ri­vâ­yet­de, sec­de­de da­hî o ka­dar dur­du­lar ve onu kı­râ­et bu­yur­du­lar.
İmâm-ı Ne­ve­vî zikr eder ki, Hu­zey­fe­den “ra­dı­yal­la­hü anh” ri­vâ­yet edil­miş­dir. Re­sû­lul­lah “sal­lal­la­hü te­âlâ aley­hi ve sel­lem”, sû­re-i Be­kâ­ra ve Âl-i im­rân ve sû­re-i Ni­sâ­nın okun­ma­sı mik­dâ­rı­na ya­kın bir ze­mâ­na ka­dar du­ra­rak, (Süb­hâ­ne Rab­bî­yel azîm) de­di­ler. Biz de Ona uyup, bu tes­bî­hi tek­râr ey­le­dik.
(Sü­nen-i Ebû Dâ­vüd) ve (sa­hîh-i Müs­lîm) ve di­ğer ha­dîs-i şe­rîf ki­tâb­la­rın­da gel­miş­dir ki, sec­de­ye gi­dil­dik­de, ev­ve­lâ iki diz­le­ri­ni, son­ra iki el­le­ri­ni, son­ra bur­nu­nu, son­ra al­nı­nı ye­re koy­ma­lı. Diz­le­ri­ni ve el­le­ri­ni ko­yar­ken, ev­ve­lâ sa­ğı­nı koy­ma­lı ve sec­de­den kal­kar­ken, ev­ve­lâ al­nı­nı, son­ra bur­nu­nu, son­ra el­le­ri­ni, son­ra diz­le­ri­ni kal­dır­ma­lı­dır. Kı­yâm­da iken, sec­de ye­ri­ne ve rü­kû’da iken ayak­la­rı üze­ri­ne, sec­de­de bur­nu ucu­na ve ka’de­de el­le­ri üs­tü­ne ve­yâ­hud diz­le­ri­ne bak­ma­lı­dır. Rü­kû’da iken el­le­ri­nin par­mak­la­rı­nı aç­ma­lı ve sec­de­de bir­bi­ri­ne ya­pış­dır­ma­lı­dır. Bu bak­ma­sı­nı da­ğı­nık­lık­dan mu­hâ­fa­za edin­ce ve ba­kış zikr olu­nan yer­le­re hasr edi­lin­ce, ne­mâ­zı cem’iy­yet­le kıl­mak mü­yes­ser olur ve ne­mâz hu­şû’ ile kı­lın­mış olur. Şe­rî’atin sâ­hi­bi böy­le yap­mış­dır. Bi­zim için de şe­rî’at sâ­hi­bi­ne “aley­hi ve alâ âli­his­sa­lâ­tü vet­tes­li­mât” mü­tâ­be’at­den da­hâ fâ­ide­li bir amel yok­dur.
Bir­gün ve bir ge­ce­de kı­lı­nan farz ne­mâz­lar on­ye­di rek’atdr. Vâ­ci­bi üç­dür. Sün­net-i mü­ek­ke­de­si oni­ki­dir. Sün­net-i gayr-i mük­ke­de­si se­kiz­dir. Müs­te­ha­bı on­dur. Te­mâ­mı el­li rek’at olup, mir’âc ge­ce­sin­de emr olun­muş­dur. Bun­lar, iş­râk, du­hâ ve te­hec­cüd­den gay­ri­dir. On­ye­di far­zın, iki­si sa­bâh ne­mâ­zı­nın far­zı ve dör­dü öğ­le ne­mâ­zı­nın far­zı ve dör­dü, ikin­di ne­mâ­zı­nın far­zı ve üçü ak­şam ne­mâ­zı­nın far­zı ve dör­dü yat­sı ne­mâ­zı­nın far­zı­dır. Vâ­cib olan üç rek’at vitr ne­mâ­zı­dır. Oni­ki rek’at sün­net-i mü­ek­ke­de­nin iki­si sa­bâh ne­mâ­zı­nın sün­ne­ti­dir ki, farz­dan ev­vel kı­lı­nır. Dört rek’at, öğ­le ne­mâ­zı­nın far­zın­dan ev­vel ve iki­si de son­ra­sın­da kı­lı­nır. İki rek’ati, ak­şa­mın far­zın­dan son­ra kı­lı­nır. İki rek’ati yat­sı far­zı­nın aka­bin­de kı­lı­nır. Se­kiz rek’at sün­net-i gayr-i mü­ek­ke­de­nin dör­dü, ikin­di far­zın­dan ev­vel ve dör­dü, yat­sı­nın far­zın­dan ön­ce edâ edi­lir. On rek’at müs­te­ha­bın al­tı­sı, ak­şa­mın far­zın­dan ve sün­net-i mü­ek­ke­de­sin­den son­ra ve dör­dü yat­sı­nın far­zın­dan ve sün­net-i mü­ek­ke­de­sin­den son­ra kı­lı­nır. Fü­ka­hâ­nın ki­tâb­la­rın­da bil­di­ri­len bir gü­nün ve bir ge­ce­nin ibâ­de­ti bun­lar­dır.
Her gü­nün ibâ­de­ti böy­le­ce ma’lûm ol­du ise, her an­da ve her haf­ta­da ve yıl­da ve ömür­de lâ­zım olan farz­la­rı da­hî ism­le­ri ile kı­sa­ca be­yân ede­lim. Haf­ta­da olan farz, Cum’a ne­mâ­zı­dır. Yıl­da olan farz, Ra­me­zân-ı şe­rîf oru­cu­nu tut­mak ve ni­sâ­ba mâ­lik olan­lar, ze­kât ver­mek­dir. Öm­rün­de bir ker­re lâ­zım olan farz, gü­cü ye­ter­se hac et­mek­dir. Her ân­da lâ­zım olan farz îmân­dır. Îmân öy­le bir farz­dır ki, eğer bir ân îmân­dan boş ol­sa, yâ­hud ol­ma­ğa niy­yet et­se, -Al­la­hü te­âlâ mu­hâ­fa­za et­sin- o an­da kâ­fir olur.
Farz: Kat’i de­lîl ile sâ­bit ola­rak, şüb­he edi­le­mi­yen, ya­pıl­ma­sı mut­la­ka lâ­zım olan ve ter­ki gü­nâh olan ve mu­cî­bi azâb ve ikâb olan Al­la­hü te­âlâ­nın emr­le­ri­dir.
Farz-ı ayn: Yap­ma­sı her fer­de lâ­zım olup, ba’zı kim­se­le­rin edâ­sı ile di­ğer­le­rin­den sâ­kıt ol­mı­yan Al­la­hü te­âlâ­nın emr­le­ri­dir.
Farz-ı ki­fâ­ye: Yap­ma­sı bü­tün müs­li­mân­la­ra lâ­zım ol­ma­yıp, ba’zı­la­rı­nın yap­ma­sı ile di­ğer­le­rin­den sâ­kıt olan Al­la­hü te­âlâ­nın emr­le­ri­dir.
Ne­mâ­zın farz­la­rı: Te­mâ­mı oni­ki­dir. Ye­di­si, ne­mâ­za baş­la­ma­dan ev­vel­dir ki, bun­la­ra şart­la­rı de­nir. Be­şi ne­mâ­zın için­de­dir ki, bun­la­ra da rükn der­ler.
Ne­mâ­zın dı­şın­da olan farz­lar:
Ha­des­den ta­hâ­ret: Ab­dest al­mak. İs­tin­câ ve is­tib­râ­sı­na dik­kat et­mek. Ve ku­ru bir yer bı­rak­ma­mak. (Ha­des bir emr-i ma’ne­vî­dir. Ne­mâz kıl­ma­ğa mâ­ni’dir.)
Ne­câ­set­den ta­hâ­ret: Be­de­nin­de, el­bi­se­sin­de, ne­mâz kı­la­ca­ğı yer­de, pis­lik var­sa te­miz­le­mek.
Setr-i av­ret: Er­ke­ğin av­re­ti, gö­be­ği al­tın­dan di­zi al­tı­na va­rın­ca­ya dek, a’zâ­la­rı­nı ört­mek. Ka­dı­nın her ye­ri av­ret­dir. An­cak, yü­zü ve ayak­la­rı ve eli­nin içi de­ğil­dir. Bir ri­vâ­yet­de ayak­la­rı ve eli ar­ka­sı da­hî av­ret­dir. Boy­nun­dan, ku­la­ğın­dan, to­pu­ğun­dan, hat­tâ eli­nin üs­tün­den açık bir yer bı­rak­sa, ne­mâz­la­rı dü­rüst ol­maz.
İs­tik­bâ­li kıb­le: Göğ­sü­nü kıb­le­ye çe­vir­mek. Kıb­le­den ayır­ma­mak. Kıb­le şüb­he­li ise, araş­dır­mak lâ­zım­dır. Ta­har­rî­siz [araş­dır­ma­dan] baş­la­sa ne­mâz fâ­sid olur.
Vakt: Her ne­mâ­zın ev­vel ve âhir vak­ti­ni bil­mek ve o vak­tin için­de kıl­mak.
Niy­yet: Kı­la­ca­ğı ne­mâ­zın han­gi ne­mâz ol­du­ğu­nu bil­mek. Ya’nî şu vak­tin far­zı ve­yâ vâ­ci­bi ve­yâ sün­ne­ti ol­du­ğu­nu kalb­le ta’yin et­mek. Niy­ye­tin ef­dâ­li, baş­la­ma­ya ya­kın olan­dır. Niy­yet ile if­ti­tâh tek­bî­ri­nin ara­sı­nı kes­me­me­li­dir. İmâ­ma uyar­sa, uy­dum şu imâ­ma de­mek lâ­zım­dır.
Tah­rî­me: Tek­bîr-i if­ti­tâh: Ya’nî ne­mâ­za Al­la­hü ek­ber di­ye­rek baş­la­mak. (İf­ti­tâh tek­bî­ri­nin ne­mâ­zın hâ­ri­cin­de­ki ve­yâ dâ­hi­lin­de­ki farz­lar­dan ol­du­ğun­da ule­mâ ih­ti­lâf et­miş­ler­dir.)
Ne­mâ­zın için­de­ki farz­lar:
Kı­yâm: Ne­mâz­da ayak­da dur­mak.
Kı­râ’et: Ne­mâz­da ayak­da iken, Kur’ân-ı ke­rîm­den İmâm-ı a’za­ma gö­re bir âyet oku­mak kâ­fî­dir. Âyet kı­sa da olur­sa, (Lem ye­lid) gi­bi. İmâ­mey­ne gö­re, bir sû­re ve­yâ üç kı­sa âyet mik­dâ­rı, yâ bir uzun âyet oku­mak.
Rü­kû’: Kı­râ’et­den son­ra ba­şı, ar­ka­sı, be­li düz olun­ca­ya ka­dar eğil­mek.
Sü­cûd: Rü­kû’dan kalk­dık­dan son­ra, ye­re ka­pan­mak. Ya’nî ayak par­mak­la­rı­nı, diz­le­ri­ni, el­le­ri­ni, bur­nu­nu ve al­nı­nı ye­re koy­mak.
Ka’de-i âhı­re­de te­şeh­hüd mik­dâ­rı otur­mak: Ya’nî Et­te­hiy­ya­tü­yi oku­ya­cak ka­dar otur­mak.
Ne­mâ­zın vâ­cib­le­ri: (Ka­sıt­la vâ­ci­bi terk ey­le­se, ne­mâ­zı fâ­sid ol­maz. Nok­sâ­niy­le câ­iz olur. Fe­kat gü­nâh­kâr olur. Sehv­le terk eder­se, sehv sec­de lâ­zım olur. Ne­mâ­zın farz­la­rın­dan bi­ri­ni te’hîr ve­yâ vâ­cib­le­rin­den bi­ri­ni sehv­le terk eder­se sec­de-i sehv eder.)
1- Farz ne­mâz­la­rı­nın ev­vel­ki iki rek’atin­de ve sâ­ir ne­mâz­la­rın her rek’atin­de Fâ­ti­hâ oku­mak. Ha­ne­fî mez­he­bin­de vâ­cib, eim­me-i se­lâ­se [üç imâm] in­din­de farz­dır.
2- Fâ­ti­ha­yı sû­re­den ev­vel oku­mak ve Fâ­ti­hâ­yı bir ker­re oku­mak.
3- Bir sû­re yâ­hud üç kı­sa âyet mik­dâ­rı Kur’ân oku­mak.
4- Üç ker­re, Süb­hâ­nal­lah di­ye­cek mik­dâ­rı rü­kû’da ve sec­de­de eğ­len­mek.
5- Ka’de-i ulâ­da otur­mak.
6- Ka’de-i ulâ ve âhı­re­de te­hıy­yât oku­mak.
7- Se­lâm laf­zı ile ne­mâz­dan çık­mak.
8- Bir farz­dan bir far­za ara ver­mek­si­zin in­ti­kâl et­mek.
9- Rü­kû’dan kalk­dık­da ve iki sec­de ara­sın­da doğ­ru­lup, otur­duk­da, Süb­hâ­nal­lah di­ye­cek ka­dar eğ­len­mek. (İmâm-ı Ebû Yû­sü­fe gö­re farz­dır.)
10- Sa­lât-i vitr­de Ku­nût dü­âsı oku­mak.
11- Bay­ram ne­mâz­la­rın­da, zâ­ide tek­bîr­le­ri al­mak.
12- Ses­siz oku­na­cak yer­ler­de ses­siz ve ses­li oku­na­cak yer­ler­de ceh­ren, ya’nî ses­li oku­mak. Yal­nız kıl­dı­ğı tak­dîr­de ses­siz ve ses­li oku­mak­da mu­hay­yer­dir. An­cak, ih­fâ ile, ya’nî ses­siz okur­ken ken­di­si­nin işit­me­si şart­dır. İşit­mez­se ne­mâz sa­hîh ol­maz.
13- Ta’dîl-i er­kân üze­re kıl­mak. Her rük­nün hak­kı­nı ta­mâ­miy­le ye­ri­ne ge­tir­mek.
14- Ne­mâz kı­lar­ken, sec­de âye­ti okur­sa ve­yâ ce­mâ’at ile kıl­dı­ğı tak­dir­de imâm­dan sec­de âye­ti işi­tir­se, ti­lâ­vet sec­de­si yap­mak.
15- İk­ti­dâ hâ­lin­de [ya’nî imâm sec­de-i sehv ya­par­ken ona uya­nın da] sec­de-i sehv yap­mak.
16- Dört rek’at­li farz­lar­da, ka’de-i ulâ­da, te­hıy­yât­den son­ra eğ­len­me­yip, kalk­mak.
17- Kur­ban bay­ra­mı are­fe­si­nin sa­bâh ne­mâ­zın­dan dör­dün­cü gü­nü­nün ikin­di ne­mâ­zı­na ka­dar, farz­la­rın akâ­bin­de teş­rîk tek­bî­ri al­mak.
Ne­mâ­zın sün­net­le­ri: (Kast ile ve­yâ sehv ile terk edi­lir­se ne­mâz bâ­tıl ol­maz. Sec­de-i sevh da­hî lâ­zım gel­mez. Lâ­kin itâ­ba [azar­lan­ma­ğa] müs­te­hâk olur.)
1- Er­kek­ler ve ka­dın­lar mis­vak kul­lan­mak. Mis­va­kın kul­la­nıl­ma vak­ti su ağız­da iken­dir. İmâm-ı Ga­zâ­lî­ye gö­re ev­ve­lâ mis­va­kı, on­dan son­ra su­yu is­ti’mal et­mek­dir, ya’nî kul­lan­mak­dır. Mis­vak yok ise, sağ eli­nin baş par­ma­ğı ile sağ ta­ra­fı­nı ve şe­hâ­det par­ma­ğı ile sol ta­ra­fı­nı, üst­den ve alt­dan hi­lâl­la­mak mis­vak se­vâ­bı ile be­râ­ber­dir. Mis­vak kul­lan­mak, Al­la­hü te­âlâ­yı râ­zı ey­le­yi­ci ve mis­vak­lı iki rek’at ne­mâ­zı, mis­vak­sız yet­miş rek’at­den ef­dal edi­ci­dir. Mis­va­kın yet­miş fâ­ide­si var­dır. En bü­yü­ğü ölüm ânın­da, ke­li­me-i tev­hî­di hâ­tır­la­tır. Mis­vak, diş için de­ğil­dir. Diş­siz olan­lar da mis­vak kul­lan­mak sün­net­dir. Şu­na kı­yâ­sen ki, Mek­ke-i mü­ker­re­me­de traş ol­mak sün­net­dir. Kel olan da us­tu­ra­yı ba­şı­na sür­mek lâ­zım­dır. Bi­nâ­ena­leyh, tak­ma diş­le­re de mis­vak kul­la­nı­lır.
(Bedr-ül-vâ­izin) ki­tâ­bın­da ya­zar: İs­hak el-fa­kîh­den ri­vâ­yet edil­miş­dir ki, kasd ile mis­va­kı terk ede­nin ne­mâ­zı dü­rüst de­ğil­dir. Zî­râ, Re­sû­lul­lah “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” hiç­bir ze­mân­da mis­va­kı terk et­me­miş­dir. Öy­le ise mis­vak vâ­ci­be ya­kın sün­net ol­du. Mis­va­kın kul­la­nıl­ma vakt­le­rin­den bir vak­ti de ne­mâ­za baş­lar­ken if­ti­tâh tek­bî­rin­den ev­vel ve ta’am­dan son­ra­dır ki, bu vakt­ler­de, mis­vak kul­la­nan iki kö­le azâd et­miş gi­bi­dir.
2- Her ne­mâ­zın if­ti­tâh tek­bî­rin­den son­ra Süb­hâ­ne­ke oku­mak.
3- Her ne­mâ­zın ilk rek’atin­de E’ûzü oku­mak.
4- Her rek’atin ba­şın­da, Fâ­ti­hâ­nın ev­ve­lin­de Bes­me­le-i şe­rî­fe oku­mak.
5- Ken­di işi­te­cek ka­dar ya­vaş oku­mak.
6- Kı­yâm­da sağ eli­ni sol eli­nin üze­ri­ne ko­yup, ser­çe par­ma­ğıy­le baş par­ma­ğı­nı hal­ka ede­rek, er­kek­ler gö­be­ği­nin al­tı­na, ka­dın­lar göğ­sü be­râ­be­ri­ne bağ­la­mak.
7- Her Fâ­ti­hâ­dan son­ra, ya­vaş­ca âmîn de­mek. Âmîn düâ ol­du­ğun­dan, âyet-i ke­rî­me ile dü­âyı ayır­mak için ara­la­rı­na, “Al­la­hüm­mag­fir­lî” de­me­li.
8- Bir farz­dan bir far­za in­ti­kâl eder­ken Al­la­hü ek­ber de­mek.
9- Rü­kû’da el­le­ri­ni diz­le­ri­ne ko­yup, par­mak­la­rı­nı aç­mak. Ve ba­şıy­la ar­ka­sı­nı bir hi­zâ­ya ge­tir­mek.
10- Rü­kû’da üç ker­re, (Süb­hâ­ne rab­bi­yel azîm) de­mek. Üç def’ası sün­net­dir. Bun­dan ek­sik olur­sa mek­rûh­dur. Ne ka­dar zi­yâ­de edi­lir­se, ef­dâl­dir. (Mün­fe­rît kıl­dı­ğı ze­mân.) Zî­râ, imâ­mın tes­bî­hi ce­mâ’ati­ne gö­re ol­ma­sı lâ­zım­dır.
11- Rü­kû’dan kal­kar­ken, imâm ise, (Se­mi’al­la­hü li­men ha­mi­deh,) imâ­ma uy­muş ise, (Rab­be­nâ le­kel hamd) de­mek. Yal­nız kı­lar­sa, her iki­si­ni de oku­mak.
12- Sec­de­de, üçer def’a, (Süb­hâ­ne rab­bi­yel a’lâ) de­mek. (Rü­kû’ tes­bî­hi­nin hük­mü gi­bi­dir.)
13- Sec­de­de al­nı ile bur­nu­nu ye­re değ­dir­mek. Eli­nin par­mak­la­rı­nı bir­bi­ri­ne ya­pış­dır­mak.
14- Sec­de­de el ve ayak par­mak­la­rı­nı kıb­le­ye çe­vir­mek.
15- Sec­de­de, el­le­ri­ni ku­lak­la­rı hi­zâ­sın­da tut­mak.
16- Ye­di a’za üze­ri­ne sec­de kıl­mak.
17- Te­hıy­yât­de el­le­ri­ni diz­le­ri­nin ev­hi­ne be­râ­ber tu­tup, par­mak­la­rı­nı aç­mak.
18- İf­ti­tâh ve ku­nût tek­bî­rin­de el aya­sı­nı kıb­le­ye te­vec­cüh et­dir­mek.
19- Er­kek ise, kar­nı­nı uy­luk­la­rı­na ya­pış­dır­ma­mak. Ve kol­la­rı­nı ye­re dö­şe­me­mek. Ve hâ­tun­lar uy­luk­la­rı­nı kar­nı­na ya­pış­dır­mak.
20- Ka’de­de, er­kek­ler sol aya­ğı­nın üze­ri­ne otu­rup, sağ aya­ğı­nı dik­mek. Ve par­mak­la­rı­nın ucu­nu kıb­le­ye çe­vir­mek. Hâ­tun ise, iki ya­ğı­nı sağ ta­ra­fın­dan çı­ka­rıp, sol câ­ni­bi üze­ri­ne otur­mak.
21- Ka’de-i âhı­re­de (Et­te­hıy­yâ­tü)den son­ra, sa­le­vât­lar­dan ma’ada, baş­ka bir düâ da­hâ oku­mak. (Şâ­fi’îde sa­le­vât oku­mak farz­dır.)
22- İmâm, tek­bîr­le­ri ve (Se­mi’al­la­hü li­men ha­mi­deh)i ve se­lâ­mı, ce­mâ’atin işi­te­bi­le­ce­ği ka­dar, yük­sek ses­le oku­mak.
23- Farz­lar­da ikâ­met et­mek.
24- İmâm olan­lar, ne­mâz­dan son­ra, yü­zü­nü ce­mâ’ate çe­vir­mek.
25- Dört rek’at­li farz­la­rın son iki rek’atin­de, yal­nız Fâ­ti­hâ-i şe­rî­fe oku­mak.
26- Ev­ve­lâ sa­ğı­na, son­ra so­lu­na se­lâm ver­mek. Se­lâm­da iki ya­nı­na bak­mak. Mün­fe­rîd kı­lan­lar se­lâ­mı yal­nız ha­fa­za me­lek­le­ri­ne niy­yet ede­ler. İmâ­ma uyan­lar, ha­fa­za me­lek­le­ri­ne ve ce­mâ’ate ve imâm han­gi ta­ra­fın­da ise, imâ­ma da­hî niy­yet ede­ler. İmâm iki ta­ra­fı se­lâm ver­dik­de, ha­fa­za me­lek­le­ri­ne ve ce­mâ’ate niy­yet ede.
27- Sün­net-i şe­rî­fe üze­re Ezân-ı Mu­ham­me­dî “sal­lal­la­hü aley­hi ve sel­lem” oku­mak.
28- Rü­kû’a var­dı­ğı ze­mân, to­puk­la­rı bir­bi­ri­ne ka­vuş­dur­mak. Rü­kû’dan kal­kın­ca aç­mak.
Ne­mâ­zın müs­te­hab­la­rı (Müs­te­hab, Ce­nâb-ı Hak­kın sev­di­ği ve râ­zı ol­du­ğu bir fi’ldir.)
1- Sec­de et­di­ği ze­mân ev­ve­lâ diz­le­ri­ni, son­ra el­le­ri­ni, son­ra bur­nu­nu, son­ra al­nı­nı ye­re koy­mak­dır. Ve sec­de­den kalk­dık­da ev­ve­lâ al­nı­nı, son­ra bur­nu­nu, son­ra el­le­ri­ni, on­dan son­ra diz­le­ri­ni kal­dır­mak ve diz­le­riy­le el­le­ri­ni kor­ken ev­ve­lâ sa­ğı­nı koy­mak ve kal­kar­ken ev­ve­lâ sağ el ve di­zi­ni kal­dır­mak.
2- İf­ti­tâh ve vit­rin ku­nût tek­bîr­le­rin­de er­kek­ler baş par­ma­ğı­nı ku­la­ğın yu­ma­şa­ğı­na do­kun­dur­mak ve ha­tûn­lar omuz­la­rı­na ka­dar el­le­ri­ni kal­dır­mak.
3- Kı­yâm­da el­le­ri­ni bağ­la­dık­da bi­le­ği­ni pek­çe kav­ra­mak.
4- Rü­kû’da ve sü­cûd­da üç­den zi­yâ­de, beş, ye­di ve­yâ on­bir ker­re ve­yâ da­hâ faz­la Süb­hâ­ne rab­bi­yel azîm ve a’lâ de­mek.
5- Se­lâm­da iki ya­nı­na pek­çe bak­mak.
6- Mü­ez­zin ikâ­met­de hay­ya ales­sa­lâh de­dik­de, ce­mâ’at eğ­len­me­yip kalk­mak.
7- Kı­yâm­da iken sec­de ye­ri­ne, rü­kû’da ayak­la­rı­na, sec­de­de bur­nu ucu­na, ka’de­ler­de iki el­le­ri ve­yâ diz­le­ri üze­ri­ne bak­mak.
8- Rü­kû­da ayak­la­rı­nı ka­vuş­dur­mak ve kı­yâ­ma kal­kar­ken aç­mak.
9- Se­lâm ve­rir­ken ya­na­ğı­nı ve omu­zu­nu gö­re­cek ka­dar omuz ba­şı­na bak­mak.
10- Ök­sü­rü­ğü ve es­ne­me­ği terk et­mek.
11- Rü­kû’da eli­nin par­mak­la­rı­nı aç­mak. Sec­de­de bir­bi­ri­ne ya­pış­dır­mak.
Ne­mâ­zın mek­rûh­la­rı: (Mek­rûh: Al­la­hü te­âlâ­nın sev­me­di­ği ve be­ğen­me­di­ği fi’ller­dir. Onun için çok sa­kın­mak lâ­zım­dır.)
1- Ne­mâz için­de boy­nu­nu eğip, iki ya­nı­na bak­mak.
2- Za­rû­ret­siz yü­zü­nü kıb­le­den çe­vir­mek. Rü­kû’ ve sec­de­yi ace­le et­mek.
3- Kaf­ta­nın­dan ve­yâ göv­de­sin­den bir nes­ne ile oy­na­mak. Ve ye­re do­kun­ma­sın di­ye el­bi­se­si­ni eli ile top­la­mak.
4- Za­rû­ret­siz sec­de ye­rin­den ta­şı gi­der­mek. (Bir ker­re olur­sa mek­rûh ol­maz.)
5- Kı­yâm­da oku­du­ğu­nu rü­kû’da ve rü­kû’da oku­du­ğu­nu kı­yâm­da ta­mâm et­mek.
6- Ne­mâz­da sal­lan­mak. Bir aya­ğı üze­ri­ne dur­mak. Bir­şey kok­la­mak.
7- Par­ma­ğı­nı çıt­lat­mak. (Ba’zı­la­rı bu­nu kavm-i Lût ame­li­dir de­di­ler. Ne­mâ­zın hâ­ri­cin­de de mek­rûh­dur de­nil­di.)
8- Eli­ni böğ­rü­ne koy­mak. Ve er­kek ise göğ­sü­ne be­râ­ber tut­mak.
9- Özr­süz bağ­daş ku­rup otur­mak. (Sün­net üze­re ku­udu [otu­ru­şu] terk ey­le­di­ği için.)
10- Bir ve­yâ iki ker­re bir ye­ri­ni ka­şı­mak.
11- Uy­ku­lu­ğu ile ya’nî eka­bi­re va­ra­ma­dı­ğı kaf­tan ile [ya’nî bü­yük­le­rin ya­nı­na çı­ka­mı­ya­ca­ğı el­bi­se ile] ve­yâ es­vâb ile kıl­mak. (Eğer gay­ri [baş­ka] es­vâ­bı var ise.)
12- Âdem [in­san] yü­zü­ne kar­şı kıl­mak. (Me­ğer ara­da üçün­cü bir en­gel ola. Ne­mâz kı­la­nın yü­zü en­ge­lin ar­ka­sı­na ge­le.)
13- Ate­şe kar­şı kıl­mak. (Me­cû­sî­ye teş­bîh ol­du­ğu için. “Mu­ma ve kan­di­le kar­şı mek­rûh de­ğil­dir.”)
14- Önün­de ve­yâ üs­tün­de ve­yâ kaf­ta­nın­da hay­van sû­re­ti ol­mak. (Me­ğer gâ­yet kü­çük ve ba­şı ke­sik ola.)
15- Yal­nız bur­nu ve sa­rı­ğı üze­ri­ne sec­de et­mek.
16- Ge­rin­mek ve es­ne­mek. Pey­gam­be­ri­miz “sal­lal­la­hü te­âlâ aley­hi ve sel­lem” (Es­ne­mek, şey­tân­dan­dır. Es­ne­dik­çe müm­kîn mer­te­be ağ­zı­nı yum­sun. De­fi’ ol­maz­sa, eli­ni ve­yâ ye­ni­ni ağ­zı­na koy­sun) bu­yur­du­lar.
17- Kaf­ta­nı­nı eni­ne [yan ta­ra­fı­na] ve­yâ ba­şı­na alıp, kol­la­rı­nı kol­tu­ğun­dan çı­kar­mak. (Ehl-i ki­tâ­ba te­şeb­büh [ben­ze­mek] olun­du­ğu için.)
18- İn­cik­le­ri­ni di­kip, kelb gi­bi iki ök­çe­si üze­ri­ne otur­mak.
19- Gö­zü­nü yum­mak. Ba­şı açık kıl­mak. (Te­zel­lül için de­ğil­se.)
20- Sec­de­de ve te­hıy­yât­de eli ve aya­ğı par­mak­la­rı­nı kıb­le­den çe­vir­mek.
21- Önün­de açık yer var iken, saf ar­dın­da yal­nız dur­mak.
22- Kab­re kar­şı ve ne­câ­se­te kar­şı ne­mâz kıl­mak. (Per­de ve­yâ dı­var­da yok­sa.)
23- İmâ­mın se­si ce­mâ’ate kâ­fi’ ola­cak ma­hal­de, mü­ez­zin­le­rin tek­bîr­le­ri ceh­ren al­ma­la­rı.
24- Bevl ve ga­ita dar­lı­ğı var iken kıl­mak. (Hu­şû’a mâ­ni’ de­re­ce­de olur­sa, ne­mâz bo­zu­lur.)
25- Sec­de­den kal­kar­ken, el­le­rin­den ev­vel diz­le­ri­ni kal­dır­mak. Sec­de­de bir aya­ğı­nı kal­dır­mak.
26- İmâm­dan ev­vel rü­kû’ et­mek. Ve ba­şı­nı imâm­dan ev­vel kal­dır­mak. Ke­zâ sec­de­ye var­mak ve kalk­mak.
27- Sec­de­ye iner­ken diz­le­rin­den ev­vel özr­süz el­le­ri­ni koy­mak. Özr­süz dı­va­ra da­ya­nıp, kalk­mak.
28- Eziy­yet ver­me­di­ği hâl­de, al­nın­dan top­rak sil­mek. Sah­ra­da iken per­de­yi terk et­mek. Âdem ge­çe­cek ye­re dur­mak.
29- İki rek’atin ara­sı­nı üç sû­re ile ayır­mak ve ev­vel­ki rek’at­de oku­du­ğu­nun üs­tün­den oku­mak.
30- Bir rek’at­de bir sû­re­yi tek­râr oku­mak. İkin­ci rek’at­de oku­du­ğu­nu, ilk rek’at­de oku­du­ğun­dan üç âyet faz­la oku­mak.
31- Par­mak­la­rı ile rü­kû’ ve sec­de­de tes­bîh­le­ri say­mak.
32- İmâm mih­râ­bın için­de iken önü­ne bir per­de çe­kil­se, içe­ri­de kı­la­bi­le­cek mer­te­be de­rin olan mih­râb­da ol­mak.
33- İmâm mih­râb­dan gay­ri yer­de dur­mak.
34- İmâm bir ar­şın mik­dâ­rı yal­nız ba­şı­na ce­mâ’at­den aşa­ğı­da, ce­mâ’at yu­ka­rı­da dur­mak.
35- Âmî­ni cehr ile [ses­li] söy­le­mek.
36- Bir er­kek ile bir ka­dın, yan ya­na du­rup, baş­ka baş­ka ne­mâz kıl­mak.
37- Sec­de­den kal­kar­ken el­le­rin­den ev­vel diz­le­ri­ni kal­dır­mak.
38- Si­nek kov­mak.
39- Omuz­la­rı­nı açıp, ne­mâz kıl­mak.
Ne­mâ­zın müf­sid­le­ri: (Ya’nî, ne­mâ­zı bo­zan ve tek­râr kıl­ma­ğı îcâb et­di­ren şey­ler.)
1- Ne­mâz için­de dün­yâ ke­lâ­mı söy­le­mek. Ne­mâ­zın so­nun­da te­şeh­hüd mik­dâ­rı otur­duk­dan son­ra söy­le­se fâ­sid ol­maz. Se­lâ­mı terk ey­le­di­ğin­den do­la­yı gü­nâh­kâr olur.
2- Ken­di işi­te­cek ka­dar gül­mek. (Eğer baş­ka­la­rı da işi­te­cek ka­dar gü­ler­se, ab­des­ti de bo­zu­lur.)
3- Ah ve ağ­rı­dan ve sı­kın­tı­dan of de­mek. (Has­ta­nın ağ­rı­sı şid­det­li olup, bu­na müb­te­lâ de­ğil­se.)
4- Ses­li ola­rak ağ­la­mak. (Âhı­ret kor­ku­sun­dan do­la­yı ağ­lar­sa, za­rar et­mez.)
5- Za­rû­ret­siz bo­ğa­zı­nı ayık­la­mak. (Bo­ğa­zın­da tük­rük bi­rik­di­ği için çâ­re­siz olur­sa, fâ­sid ol­maz.)
6- Ge­ğir­mek. (Mec­bû­riy­ye­ti ol­maz­sa.)
7- Sa­kız çiğ­ne­mek ve­yâ bir­şey yi­mek ve iç­mek.
8- Ba­şı­nı ve sa­ka­lı­nı ta­ra­mak. Kıl ko­par­mak. Bir ye­ri­ni ka­şı­mak, keh­le öl­dür­mek ve­yâ tut­mak. (Ar­da ar­da bir rükn­de üç ker­re vâ­kı’ olur­sa.)
9- At üze­rin­de şe­rî’ate uy­gun ola­rak ne­mâz kı­lar­ken, hay­van yü­zü­nü kıb­le­den çe­vir­mek. İki aya­ğıy­la üzen­gi­yi yit­mek. Yâ bir aya­ğıy­la üç ker­re bir rek’at­de üzen­gi­yi yit­mek ve­yâ hay­va­nın yu­la­rı­nı üç ker­re tart­mak. Ve­yâ hay­va­na üç ker­re kam­çı vur­mak.
10- İki saf mik­dâ­rı yü­rü­mek. (Ama bir saf mik­dâ­rı yü­rü­yüp, dur­sa, tek­râr yü­rü­se bo­zul­maz.)
11- Sec­de­de iken iki aya­ğı­nı yer­den kal­dır­mak. (Ba­şı­nı ko­yup kal­dı­rın­ca, ayak­la­rı­nı ye­re as­la koy­ma­dı ise.)
12- Ce­mâ’at ile kı­lar­ken sa­ğın­da, so­lun­da ve önün­de ara­da per­de ol­mak­sı­zın yan ya­na ka­dın bu­lu­nur­sa. (Mec­nûn ol­sa ve­yâ kü­çük, bâ­lî­ga ol­ma­mış kız ço­cu­ğu ol­sa, if­sad et­mez.)
13- Özr­süz yü­zü­nü ve göğ­sü­nü bir­den kıb­le­den ayır­mak. (Yal­nız yü­zü­nü ayır­mak­la fâ­sid ol­maz.)
14- Ma’nâ­sı bo­zu­la­cak ka­dar kı­râ’eti yan­lış oku­mak ve­yâ bir harf ye­ri­ne baş­ka bir harf oku­mak. Ya’nî ve­lad­dal­lin’i zal-i mu’ce­me ile Es­sa­med’i şin ile, Et­te­hıy­yât’ı he ile, sı­rat’ı tı ile, vet­tin’i tı ile, Biz­zal­lam’i zâl-i mu’ce­me ve­yâ dâd-ı mu’ce­me ile, Fe­ter­da’ı zâ-i mu’ce­me ile, Ham­ma­let’el Ha­tab’ı tâ ile, Al­la­hü Ehad’ı tâ ile, El­ham­dü­lil­lah’ı ha ye­ri­ne he ile, Er­rah­mâ­nir­ra­hîm’i he ile, Süb­hâ­ne­rab­bi­ye­la­zîm’i dad ile, ya zâl-ı mu’ce­met ile, Li­men ha­mi­deh’i he ile, gay­ril’ ma’dû­bi’i zı ile ve­yâ zâl-ı mu’ce­met ile, E’ûzü’yü dal-i müh­me­le ile, Rıh­le­teş­şi­tâi’yi tı ile, Fel­mu­gî­râ­tı süb­hâ’yı ve te­va­sev­bil­hak’ı, Fî su­dû­rin­nas’ı; bu üçün­de sad’ı sin ile oku­sa ne­mâ­zı fâ­sid olur. İlâ­hir ...
15- Ara­ya­na ken­di­ni bil­dir­mek için ve­yâ se­si­ni gü­zel et­mek için ök­sür­mek.
16- Özr­süz far­zın bi­ri­ni terk et­mek.
17- İf­ti­tâh tek­bî­ri ken­di işi­te­cek ka­dar ol­ma­mak. Ve ken­di işi­te­cek ka­dar oku­ma­mak.
18- Ne­mâz kı­lar­ken dı­şa­rı­dan bi­ri ça­ğır­dık­da, ha­ber ver­mek için Lâ hav­le ve­lâ kuv­ve­te ve­yâ Süb­hâ­nal­lah de­mek. Eğer mu­râ­dı ne­mâz için­de ol­du­ğu­nu bil­dir­mek­se fâ­sid ol­maz.
19- Ağ­zın­da şe­ker olup, su­yu bu­ğa­zı­na kaç­mak.
20- Bir ka­dın, ce­mâ’at yok iken imâ­ma uy­sa, on­dan son­ra ce­mâ’at ge­lip, saf dol­duk­da, er­kek­le­rin sa­fı ka­dı­na ye­tiş­se, ka­dı­nın sa­ğın­da ve so­lun­da ve ar­ka­sın­da olan üç er­ke­ğin ne­mâ­zı fâ­sid olur.
21- İki eliy­le ya­ka­sı­nı, önü­nü ka­rış­dır­mak. Ba­şın­da­ki kis­ve­si­ni eliy­le çı­kar­mak. Yâ­hud çı­ka­rıp-giy­mek.
22- Ne­mâz için­de iken, bir mu­sî­bet işi­tip, (in­nâ lil­la­hi ve in­nâ iley­hi râ­ci­ûn) ve­yâ se­vinç­li bir şey işi­tip ve­yâ ak­sı­rıp, (El­ham­dü­lil­lah) de­mek.
23- Ne­mâz­da er­kek ka­dı­nı öp­mek.
24- Ne­mâz dü­âla­rın­da, al­tın, gü­müş ve­yâ sâ­ir dün­yâ me­ta’ına mü­te’al­lık bir­şey is­te­mek.
25- Şart ol­sun ve­yâ rükn ol­sun, kas­ten ve­yâ seh­ven far­zın ter­ki ne­mâ­zı if­sâd eder.

        Aşağıda  Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî  hazretlerinin nemâz risâlesinin orjinalinden bazı bölümler görüyorsunuz...