kaza etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kaza etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Mektûbât-ı Ma'sûmiyye 2.cild,137.ci mektûbun bir kısmı

 Bu mektûb Urvetü'l Vüska Muhammed Ma'sûm Fârûkî "kuddise sirruh) hazretleri tarafından Şeyh Cüneyd Mihtî'ye yazılmış olup, vâkı'asının ta'bîri, zarûrî nasîhatler ve on latîfeden bahsetmektedir. Mektûbun tamamı değil bir kısmı alınmıştır. 

... Soruyorsunuz: Şerîatta kula fâil-i muhtâr deniyor. Halbuki naslarda ve hadîslerde geldi ki: 

"Allahu teâlânın hidâyet verdiğini kimse delâlete götüremez. Allah kimi şaşırtırsa, artık onun için yol gösteren yoktur. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir" gibi âyetler ve;

"Îmân, Rahmanın iki parmağı arasındadır"

"Kaderin, hayır ve şerri Allahdandır"

"Kendisinden başka ilah olmayana yemin ederim ki, sizden biriniz Cennet amelleri işler, hatta kendisi ile Cennet arasında bir kol boyu [bir arşın, yarım metre] mesafe kalır ve alın yazısı öne geçer ve Cehennemlik amelleri işler ve Cehenneme girer. Bir kimsede cehennemlik amelleri işler ve kendisi ile cehennem arasında bir arşın mesafe kalır, kitab yazısı önüne geçer ve cennet amelleri işler ve cennete girer".

Deriz ki, sorudan hâsıl olan şudur ki, şerîat âlimleri kulda ihtiyâr vardır derler, ama bu âyetler ve hadîsler bunun aksini bildirmektedir ve ihtiyâr olmadığını haber vermektedir; burada bir çatışma olmuyor mu?

Cevab: Hiç çatışma yoktur. Açıklayalım, hiç şübhe yoktur ki, hidâyet ve delâlet Allahu teâlâya mahsûstur. Hayır, şer, îmân, küfür, tâat, isyan gibi ne varsa hepsi Allahu teâlânın takdîri ve irâdesi ile yaratılmaktadır. Âyet ve hadîsler de bunu göstermektedir.

Kulların yaptıklarını yaratan Hak teâlâdır, kullar değildir. Mu'tezile insanlar işlerinin yaratıcısıdır dediler ve delâlet, sapıklık derecesinde kaldılar. Çünkü Allahu Teâlâ:

"Sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı" [Saffat-96] buyuruyor. Yine hiç şübhesiz biliyoruz ki, kul, işin de mecbûr değildir. Cebriye mecburdur dedi ve doğru yoldan saptı. Çünkü bir şeye isteyerek dokunma ile, elin veya bir uzvun titremesi farklı şeylerdir. Teklîf ve dâimî azâb hükmü cebriyyeyi nakz ve nefyetmektedir. Bununla beraber Allahu teâlâ sevâb ve azâbı kullarının ameline bağlamış ve:

"Yaptıklarının cezâsı [karşılığı] dır" buyurmuştur. O hâlde anlaşılmış oldu ki, kulun yaptığı işte dahli vardır, her ne kadar yaratması Allahu teâlâ tarafından ise de, işte kulun bu dahline kesb [kazanma] deniyor. Kula irâde ve ihtiyâr verildi. Lâkin kendi irâdesine bırakmadılar. Teklîf, azâb ve sevabı bu irâdeyi kullanarak iş yapmasına bıraktılar. İşte kul irâdesini sarf ettikten sonra, o işin yaratılması Hak teâlâdan vuku'a geliyor. O hâlde âyet ve hadîsler yaratma itibâriyle olanı ifâde ediyor ve din âlimlerinin sözü kesb bakımından oluyor ki, bu da irâdeyi sarf etmektir.

Derseniz ki, Allahu teâlâ ezelde ilm-i kadîmi ile biliyordu ki, filân kul filân zamanda filân işi, tâat veya ma'siyyeti işleyecek. O hâlde o işin o kimseden meydana gelmesi elbette olacaktır ve kul bunda mecbûrdur. Çünkü meydana gelmese Allahu teâlânın ilmi cehle dönüşür, bu ise muhaldir.

Cevabında deriz ki, ilim vuku'a tâbidir. Nasıl yapılacaksa ilm-i ilâhî ezelde ona bağlandı. Ya'nî sonra olacakları Hak teâlânın ezelde bilmesinde bir mahzûr yoktur.

Derseniz, tâat ve masiyet hep ezelî takdîr ve irâde iledir, ihtiyâr nerededir? Deriz ki, ezelde takdîr ve irâde öyle işledi ki, filân kendi ihtiyârı ile şu işi yapacaktır. Bu ihtiyârın isbâtı olup nefyi [olmaması] değildir. Şu kadar vardır ki, bu ihtiyâr lâzımdır ki, elbette ondan vuku'a gelecek. Gelecek ki, takdîr-i ezeliye muhâlif vâkî olmasın.

Nitekim yazısı öne geçti hadîsinde buna işâret vardır. Bununla mektûbumuza son verelim. Gaybi en iyi bilen Allahu teâlâdır.

Mahdûmâ; kaza ve kader mes'elesi en ince mes'elelerdendir. Herkesin anlayışı bu konuyu kavrayamaz. Belki bu mes'elenin hakîkatini en iyi Allâmül-guyub hazretleri bilir. Kısaca şu kadar îmân etmek lâzımdır: Kaderin hayrı da, şerri de Allahdandır. İnsanlar yaptıklarının karşılığını görürler, iyilik yapmışlarsa iyilik, kötülük yapmışlarsa kötülük görürler. Bundan ileri gitmek bize lâzım gelmez. İlmini Allahu teâlâya bırakmalı ve Onun emir ve yasaklarına uygun yaşamalıdır. Böyle yapmazsa kul âsi olmuş olur ve çeşitli cezâlara müstehak olur. Açık olarak ve kendi vicdanımızla anlıyoruz ki, Hak teâlâ bize emir ve yasaklarını yerine getirecek kadar kudret ve kuvvet vermiştir ve Hakka karşı gelmeyi, âsi ve günahkâr olmayı serkeşlik bilmeliyiz.

Yâ Rabbi, sen bize katından rahmet ver ve işlerimizi düzgün ve güzel yapmayı bize nasîb eyle.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Mazhar-ı Cân-ı Cânân* hazretleri, tanıdıklarından birine, bir *Mektûb*’unda şöyle yazıyor: Sizin, *Ömre*’ye gitmeye karar verdiğinizi işitdim. 


Sizin gibi, her *Hâli* islâmiyete *Uygun* olan ve bir mürşid-i kâmili görerek kalbi *Nûr*’lanmış olan bir zâtın, bu *Karar*’ını işitince çok şaşırdım. 


Çünkü *Nâfile* hacca, yâni *Ömre*’ye gidecekmişsiniz. Bir kerre bu, *Farz* olan bir hac değil, *Nâfile* hacdır. *Ömre*’ye niçin gideceksiniz? 


Zâten *Fakîr*’siniz. Fakîr olana, hac zamânı olsa bile, hac *Farz* olmaz. Hem ananız babanız *Hasta*, evde yatıyorlar. Onların *Hak*’ları var. 


Onları böyle *Bırakıp* da nereye gidiyorsunuz? *Zevce*’nizin haklarını da *Ayak*’lar altına alıp *Nere*’ye gidiyorsunuz? Böyle diyor mübârek zât. 


Ne kadar doğru kardeşim. Nâfile *İbâdet* yapmak için ana-baba hakkı *Çiğneniyor*. Ailesinin, zevcesinin hakkı *Ayak*’lar altına alınıyor. 


Sonra, yollarda namazlar *Kazâ*’ya kalıyor. Hâlbuki bir *Farz*’ı yapmıyan kimse, *Bin*’lerle nâfile ibâdet yapsa, o *Farz*’ı ödiyemez. 


Farz, o kadar *Mühim* kardeşim. Bizim *Müjdeci Mektuplar* kitâbında yazılı bu. *Farz*’ların yanında nâfileler, *Deniz* yanında bir *Damla* su bile değildir, buyuruyor. 

● ● ●

Allahü teâlânın kazâsına *Rızâ* lâzımdır kardeşim. *Kazâ* ve *Kader* meselesi, *Esrâr-ı ilâhî*’dir. Yâni Allahü teâlânın *Sır*’larından bir *Sır*’dır. 


Bunun üzerinde konuşmayı, hadîs-i şerîfler *Men* etmişdir. Yâni *Kazâ* ve *Kader*’den bahsetmek şer’an *Yasak*’dır. 


Bu meselede, *Ehl-i sünnet* âlimleri ne demişse, onu öğrenip *İnanmak*’dan başka çâre yokdur. Kafa yormak, düşünmek, mantık yürütmek *Doğru* değildir.

KAZÂ VE KADER

Bu risâleyi, Ebüssü’ûd efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmışdır. Adının Mehmed olmayıp Ahmed olduğu, (Esmâ-ül-müellifîn) kitâbında açıklanmakdadır. (Kâmûs-ül-a’lâm) kitâbında da, Ahmed Ebüssü’ûd yazılıdır:

Din bilgisi kuvvetli olan bir kimse, nefsine uyup, gece gündüz günâh işlese, tanıdıkları, kendisine, (Emr-i ma’rûf) ve nasîhat etdiklerinde, bunlara karşı: (Benim içki içeceğimi, Allahü teâlâ ezelde takdîr edip, (Levh-i mahfûz)da yazmışdır. Onun için, ister istemez, bu günâhları, bana yapdırmakdadır) dese, ya’nî, insan kazâ ve kadere mağlûb bir hâldedir. Kaderi yerine getirmeğe mecbûr ve günâh işlemekde ma’zûrdur dese ve bu sözünü akl ve nakl ile isbâta kalkışarak dese ki: Allahü teâlâ, hiçbirşeyi yaratmadan önce, yapacağı şeyleri biliyordu. Bunlar, elbette meydâna gelecekdir. Yaratmıyacağı şeyleri de, biliyordu. Bunlar da, elbette meydâna gelmiyecekdir. İnsanlar bunları, hiç değişdiremez. Allahü teâlânın ezelî kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmde haber verdiği şeyler de, ister istemez meydâna gelecekdir. Âlimlerimizin büyüklerinden, Fahreddîn-i Râzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” de böyle söylüyor. Yasîn sûresindeki, (Onların îmân etmiyeceklerini ezelde söyledik) meâlindeki ve Müddessir sûresindeki, (Onu yalnız yaratdım, sonra çok mal, her işine hâzır yardımcı çocuklar ve yüksek rütbe ve mevkı’ verdim. Fekat o, bunları az görüp dahâ istedi ise de, artdırmadım. Çünki, benim Kur’ânıma ve Peygamberime inanmadı, inâd etdi. Sonra, onu Cehennemde (Sa’ûd) adındaki ateşden tepelere koyacağım), (Ebû Lehebin elleri kurusun! Sonra kurudu) meâlindeki âyet-i kerîmede Allahü teâlâ, bir kimsenin îmân etmiyeceğini haber veriyor. Bunlar îmân ederse, kelâm-ı ilâhînin yanlış olmasına sebeb olur. Bu ise, olamaz. O hâlde, bunlar îmân edemez. Bunun gibi, kâfirlerin îmân etmiyeceklerini biliyordu. Bunlar îmân ederse, İlm-i ilâhînin yanlış olması îcâb eder. Kâfirler îmâna gelemez. Demek ki, insanlarda ihtiyâr, irâde-i cüz’iyye kalmıyor.

Günâh işliyen o âlim, Fahreddîn-i Râzînin bu sözlerini bitirdikden sonra dese ki: İnsan, bir işi yapmağı, yapmamakdan iyi görür ve yapar. Bu görüşü, tercîhi, insandan değildir. O hâlde insan, işi yapmağa mecbûrdur. Nitekim, Fahreddîn-i Râzî, Bekara sûresinin baş tarafındaki, (Allahü teâlâ, onların kalblerini mühürlemişdir!) meâlindeki âyet-i kerîmeden de, cebr lâzım gelir. Çünki, Allahü teâlâ, kalbde küfr arzûsunu yaratınca, insan kâfir olmağa mecbûr olur, dedi. Demek ki, insanın her hareketi, yaprakların sallanması, ayın, güneşin hareketi gibidir. Nitekim, onlar da, canlı imiş gibi hareket ediyor. İnsan da, ihtiyârı ile hareket ediyormuş gibi görünüp, mecbûrî hareket etmekdedir. Nitekim, Mûsâ “aleyhisselâm”, Âdem “aleyhisselâm”a dedi ki, (Allahü teâlâ seni, kendi kudreti ile yaratdı. Rûhundan sana verdi. Melekleri sana karşı secde etdirdi. Seni Cennete koydu. Sonra, insanlar senin yüzünden Cennetden çıkdı). Âdem “aleyhisselâm” cevâb verip, (Allahü teâlâ, seni Peygamber yapdı. Sana levhalar hâlinde Tevrât gönderip, herşeyi bildirdi. Tevrât bu levhalara ne zemân yazıldı) deyince: (Seni yaratmadan önce) dedi. Bunun üzerine, Âdem “aleyhisselâm” sorup, (Benim Cennetde hatâ edip çıkarılacağım Tevrâtda yazılı mı?) deyince, (Evet) dedi. Âdem “aleyhisselâm” da, (O hâlde ben, Allahü teâlânın, kitâbında yazdığını yapdım) diyerek, hak kazandığını bildiren hadîs-i şerîf de, sözümün doğru olduğunu gösteriyor dese, bu kimseyi günâh işlemesine bırakmak câiz olur mu? Yoksa bunu, i’tikâdından vaz geçirip, tevbe etmesi emr olunur mu?

Cevâb: Bunu o hâlde bırakmamalıdır. Sözlerinden anlaşıldığı gibi, (İnsan günâh işlemeğe mecbûr ve kötülüklerinde ma’zûrdur. İbâdetlere sevâb, günâhlara azâb olmaz) diye inanıyorsa, zındıkdır. Hemen öldürülmesi lâzımdır. Eğer ibâdetlere sevâb, günâhlara azâb vardır amma, insan bunları yapmağa mecbûrdur. Herkes kazâ kader elinde esîrdir diye, günâhlarına üzülüyorsa, bu bozuk i’tikâdını düzeltmesi emr olunur. Sözlerinin yanlış olduğu bildirilir ve doğrusu anlatılır.

Cevâb şöyle verilir: Yapılacak günâhları, Allahü teâlâ, ezelde biliyordu. Fekat, insanın iyiliği, kötülüğü, Cennetlik, Cehennemlik olacağı, son nefesde belli olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir kimse, bütün ömrünce Cehennem ateşine götürecek günâhlar yapar. Bu kimse, ömrünün son günlerinde, Cennete götürecek iyilikler yaparak, Cennete gider). Bu günâh işliyen âlim, bu hâl üzere yaşayıp ömrü bu hâlde temâmlanacağını Allahü teâlânın bildiğini nereden anladı ki kendini, son nefese kadar, günâh işlemeğe mecbûr sanıp, iyi olmakdan ümmîdsiz bulunuyor. Birçok inâdcı, azgın kâfirlerin, son günlerinde, îmâna geldiği çok görülmüşdür. Kendinin de, böyle düzeleceğine niçin ihtimâl vermiyor. Niçin iyiliğe dönmüyor? Ölünciye kadar günâh işliyeceği, kendisine bildirildi mi? Belli bir kâfirin ebedî kâfir kalıp kalmıyacağını Allahü teâlâ bilir. Bunun muhakkak kâfir kalacağını, Allahü teâlânın bildiğini kimse söyleyemez. Kur’ân-ı kerîmde haber verilen kâfirlerin, küfre mecbûr olmaları ve bunların îmâna çağrılmaları, ellerinden gelmiyen bir işi istemek demek olacağı da, yanlış sözdür. Çünki ilm, ma’lûma tâbi’dir. Allahü teâlâ, olacak şeyleri, olacağı için biliyor. Kur’ân-ı kerîmde haber verilen şeyler de, olacakları için bildiriliyor. Bir ressâmın, at resmi yapması, at o şeklde olduğu içindir. Yoksa, atın o şeklde olması, ressâm öyle yapdığı için değildir. Allahü teâlânın, ba’zı kimselerin îmâna gelmiyeceklerini bilmesi ve Kur’ân-ı kerîmde haber vermesi, onlar, kendi arzûları ile küfr üzere kalmağı niyyet edip, îmân etmek istemedikleri içindir. Yoksa, bunların kâfir olması, Allahü teâlânın bunları kâfir bildiği ve haber verdiği için değildir. Eğer Allahü teâlâ bildiği için, kâfir olmağa mecbûr kalınsaydı, Allahü teâlânın kendi yaratmasında da irâde, ihtiyâr sâhibi olmayıp, mecbûr olması lâzım gelirdi. Çünki, kendi yaratacaklarını da, ezelde biliyordu. O hâlde bunlar, kendi irâde ve ihtiyârları ile kâfir oluyor. Allahü teâlâ, ezelde bildiği için, haber verdiği için, kâfir olmağa mecbûr değildirler. Îmâna çağrılmaları da, olmıyacak şeyi istemek değildir. Kur’ân-ı kerîme topluca îmân etmek yetişir. Her yerine ayrı ayrı îmân etmek istenmiyor ki, Kur’ân-ı kerîmde yazılı kâfirlerin, kendi îmânsızlıklarına da, îmân etmeleri lâzım gelsin.

İrâde ile yapılan işleri yapmak arzûsunu, Allahü teâlânın yaratması da, cebr olmaz. O arzûyu Allahü teâlâ yaratır ise de, insan kesb etmekdedir. Allahü teâlânın irâdesi, birşeyi yalnız yaratmağa veyâ yalnız yaratmamağa mahsûs olmayıp, her ikisine de şâmil olduğu gibi, insanın irâdesi de böyledir. İşi yapmağı da, yapmamağı da irâde edebiliriz. Ya’nî, yapmağı istediğimiz ânda, yapmamağı da istiyebiliriz. Bir işi yaparken, hiç kimse, bu işi yapmamak elimde değildi demez. Âdem ve Mûsâ aleyhimesselâmın konuşmaları cebr göstermez. Mûsâ “aleyhisselâm”, bu kadar ihsân sâhibinin emrine karşı, irâdeni kullanırken, neden dikkat etmedin demiş. Âdem “aleyhisselâm” da, işin yapılmasını irâde ve ihtiyâr edeceğimi, Allahü teâlânın ezelde bildiğini Tevrâtda okuduğun hâlde ve bu işden meydâna gelecek nice fâideleri bildiğin hâlde, beni ayblamak sana yakışmaz demişdir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. [Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî, ne güzel söylemişdir: (Kazâ ve kader, bir cebr-i mütehakkim değildir. Bir ilm-i mütekaddimdir.)]


O can ki, dostunu bilmez, niçin talebde değil,

eğer bilirse onu, ya niçin tarebde değil?


Perde olursa nefs-i emmâre, ona her dem,

niçin, mücâhede-i düşmen-i la’înde değil?


Aceb değil mi ki dil, tenbel ola dilberden,

niçin mütâlebe-i dilber-i acebde değil?


Ne hâil oldu, gönül bedrine hüsûf erdi,

niçin şemsin ziyâsını, bu meh, talebde değil?

KAZÂ VE KADER

İslâm dininin usûl-i sittesinden [altı esasından] KAZÂ VE KADER mühimdir.Ezkiyânın [Zekilerin] zihinlerinin en ziyâde takıldığı bir mes'eledir.Bu takıntı ise kazâ ve kaderi tamamiyle anlamadığından tevellüd eder [doğar]. Kaderin neden ibâret olduğunu tamamiyle bilseler,hiçbir zeki tereddüd göstermez.Belki bilakis imanlarında kuvvet hâsıl olur.

Dinen ma'lûmdur ki, hâlik-ı kâinât,ya'ni bütün mâsivâyı [gayriyi] halk eden Hallâk-ı hakîkî,halk ettiği ve edeceği şeyleri bir inbisatla,bir inkişâfla,zerreden arşa,ezelden ebede, cüz'iden külliye,sûrîden ma'nevîye kadar bilir. Kâinâtın vûcudu [varlığı] a'yanda [zâhirde] yok iken,Hak teâlânın ilminde var idi. Ya'ni kâinatın iki nev'i vucûdu vardır.Biri vücûd-i ilmî, diğeri vücûd-i aynîdir.İmam Gazalî bunu açık bir misalle izâh ediyor: Bir mühendis yapacağı bir binanın sûretini,ileride yapmak istediği bir şekilde zihninde tersîm eder.Sonra zihnindeki bu resmi bir sahîfeye çizer ve sonra bunu mimar ve ameleye ibrâz eder. Onlar da bu sahîfede tersîm edilen ve mühendisin zihnindeki sûreti andıran harîta [plan] gibi yaparlar,vücûde ve bürûze getirirler. İşte mühendisin zihninde irtisâm eden binanın ilimdeki vucûdu [varlığı] dur.Buna hayâlî vücûd,zihnî vücûd,ilmî vücûd derler.Binanın hâricte yapılan ve kereste,taş ve topraktan ibâret olan vücûdu,hâricî vücûd,aynî vücûddur.Sûrî vücûddur.Mühendisin vücûd-i ilmîsinde bulunan bu binâya taalluk eden ilmi,mühendisin binâya olan kaderidir.

Kazâ ve kader mes'elesinde hayret çok olduğundan,kazâ ve kadere tealluk eden suâl ve cevâblar bir takım evhâm ve hayaller tevlîd etmek istidâdında bulunduğundan birkaç çeşit ifâdeler ile beyân etmek isterim. Tâ ki muhâtab her nev'i  kelâma göre bir şeyler anlasın ki,mes'ele tam bir vuzûh ile inkişâf etsin.

Kader,ezel-i azâlde [ezellerin ezelinde] ileride vâkı' olacak vâkı'alara olacağı gibi ilm-i ilâhînin teallukundan ibârettir..

Hâlık-ı kâinat celle celâlühü halk buyurduğu şeyleri [onların öyle yapacaklarını] bilmiş de halk etmiş,işte bu ilim kaderdir.

Kader îlm-i ilâhînin, kâinâtın hılkatından evvel kâinâtı,halk edeceği keyfiyete olacağı gibi teallukundan ibârettir.

Mâdem ki hâlıktır,mahlûkata elbette âlimdir.İşte bu ilim kaderden ibârettir.

Ehl-i sünnet vel-cemâat kadere îman etmiş ve kadere îmanı, erkân-ı îmandan [imanın esaslarından] ad eylemiştir.Ya'ni kadere îman etmez ise,mümin değildir dediler.Kaderin hayrı ve şerri,tatlısı ve acısı Allahu teâlâdandır.Zirâ kader,bildiği şeyleri îcâd ve ihdâs demektir.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)

Seyyid Abdülhakim Arvasi efendinin Hilmi hocamıza verdiği ilk vazife

Seyyid Abdülhakim efendinin bu fakire verdiği ilk vazife,İmam Begavi'nin Kaza-kader hakkındaki birkaç satırının Arabca'dan Türkçe'ye tercemesi oldu.Tercemeyi gece evimde yapıp,bir kağıda yazdım ve ertesi gün kendilerine takdim ettim.Efendi hazretleri: "Çok güzel,doğru terceme etmişsin.Hoşuma gitti" buyurdular.

Teberrüken kendi ifadelerinin arasına bunu da koyalım: 

(Hilmi hocamızın yapmış olduğu efendi hazretlerinin beğenmiş olduğu bu terceme aşağıdadır)

"Kaza ,kader bilgisi Allahu tealanın,kullarından sakladığı sırlardan biridir.Bu bilgiyi en yakın meleklere ve şeriat sahibi peygamberlerine (aleyhimüsselam) bile açmadı.Bu sır  ve ilim büyük bir deryadır.Bu denize kimsenin dalması,kaderden konuşması caiz değildir.Şu kadar bilelim ki,Allahu teala insanları yaratıyor.Bir kısım şakidir,Cehennemde kalacaktır.Bir kısım ise saiddir,Cennete gidecektir.Bir kimse Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) kaderi sordukta,"Karanlık bir yoldur;bu yolda yürüme!"buyurdu.Tekrar sordu:"Derin bir denizdir" buyurdu.Tekrar sordu.Bu def'a:"Kader Allahu tealanın sırrıdır;bu bilgiyi senden sakladı" buyurdu.

Kaynak: (Gün batarken gördüğüm son ışık) sahife 53-54 Süleyman Kuku