Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İnsanların en kıymetlisi kimdir?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber aleyhisselâma sormuşlar, *İnsanların en kıymetlisi kimdir?* diye. İki kelimeyle cevap vermiş Peygamber aleyhisselâm. Buyurmuş ki: 


*Men teallemel ilme ve allemehû*. Yâni, ilim öğrenen ve öğrendiğini de öğretendir, buyurmuş. Yalnız öğrenmekle olmuyor. Öğrendiğini de öğretecek. Asıl lâzım olan bu. 


Elhamdülillah, biz öğretiyoruz. Birine bir *Kitap* vermek demek, *Öğretmek* demekdir işte. Peygamber Efendimizin müjdesi bu. 


Öğrenecek, öğretecek ve yayacak. Nasıl yayacak bu zamanda? *Kitap* vermekle. Ne mutlu ilim öğrenene ve Allahın kullarına yayana. 


Allaha yaklaşmak demek, Allahın *Sevgisi* ne, *Rızâsı* na kavuşmak demekdir, bunu öğrenin kardeşim. Çoğu âlimler bile bunu anlıyamamış.


Allahı, bir mekânda oturuyor zannedip, yanına gitmek sanmışlar. *İbni Teymiyye* de o kadar büyük âlimken, bunu anlıyamamış. 


Büyükler buyuruyorlar ki: *Lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden entakdır*. Yâni hâli ile, tavrı ile, yaşayışı ile anlatılan, ağız ile, söz ile anlatılandan daha *Te’sîrli* dir. *Lisân-ı hâl* derler ona. 

********

Cenâb-ı Hakkın lütfu, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin himmetleri ile, bu *Sarıyer*’deki şu evde oturmak bize nasîb oldu elhamdülillah. Kırk sene önce, *Abdülhakim Efendi* hazretleriyle şu karşıdaki deniz kenarında berâber otururduk.


O zaman, yâni *Kırk sene* önce, görmüşlerdir, bizim şimdi, şu anda burada oturacağımızı. Ruhlar için zaman yok çünkü. *Zaman*, bu dünyâda var. *Rûh* âlemi nde zaman yokdur. 


Peygamber Efendimiz, *Mîrac* gecesinde *Hazret-i Osmân* ın radıyallahü anh koşa koşa Cennete girdiğini gördü. Hâlbuki hazret-i Osmân, kaç bin sene sonra *Cennete* gidecek. 


Ama Peygamber Efendimiz, *Mîrac* da gördü Onu. Onlar için zaman yok. Onun için efendim, Onlar tâ o zaman, kırk sene önce, görmüşlerdir bizim şimdi burada, bu *Balkon* da oturduğumuzu. 

********

İşin esâsı, *Sevgi* dir, *Muhabbet* dir kardeşim. Peygamber Efendimiz; *Kişi kimi severse, onunla berâber haşrolunur*, buyuruyor. 


*Abdülhakîm Efendi* hazretlerinin yanında dünyâyı unuturdum, yanından ayrılamazdım. Sohbetinden çıkınca, dışarıda dünyâyı yeniden görüyor gibi olurdum. 


*Ne tatlı günlerdi yâ Rabbî!* Allah, onların sevgisinden ayırmasın bizleri. Zâten onlar, bir insanı severse, o da o zâtı severmiş. *Büyükler* öyle buyuruyor.

Bir gün gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben subayken, askeriyede yirmi sayfalık bir *Kitap* dağıtdılar. Kitâbın ismi, *Benim Dînim*. Okudum, *Âmentü* nün açıklaması, manzum tarzında yazılmış. 


Hoşuma gitdi, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine getirip gösterdim. *Oku bakalım!* buyurdular. Bir sayfa okudum, biraz durdum. Acabâ sıkılır, yeter der mi, devâm etdirir mi diye. 


Yine *Oku!* buyurdular, bir sayfa daha okuyup durdum. Yine *Oku!* buyurdular. Böylece kitâbın hepsini okutup dinlediler. Merak ettim, ne buyuracak diye. 


Mübârek hepsini dinleyince; *Hepsi doğru, tek kelime yanlış yok. Ama bunu okuyan zehirlenir!* buyurdular. Ben anlıyamadım tabii. Anlamadığımı görünce, îzah ettiler ve tekrar buyurdular ki:


*Çünkü yazarı habîsdir. Satırları arasından habîs rûhunun zulmeti yayılıyor, her satırından zehir akıyor. Bu zehir, kalbi öldürür. Onun için her kitâbı okuma!* buyurdu 

********

*Müslümân* ın yüzü insana ferahlık veriyor. İnsan bir müslümânı gördü mü, rahatlıyor, ferahlıyor. Niçin? Çünkü kalbinde *Îmân* var. Îmânın *Nûru* rahatlatıyor insanı. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini ilk gördüğüm zaman onsekiz yaşındaydım. Câmiden çıkarken ne dedi bana biliyor musunuz? Daha ilk görüşte. İlk görüyorum. O da beni ilk görüyor.


Yanıma geldi ve *Küçük efendi, ben seni sevdim*, dedi. Hâlbuki evliyânın sevgisine kavuşmak için 20 sene, 30 sene, 40 sene hizmet etmek lâzım. *Sevsin* diye, 40 sene hizmet edecek. 


Beni ise, daha ilk görüşte, *Küçük efendi, ben seni sevdim*, dedi. Neden? Çünkü kalpleri okur onlar. *Bizim evimiz yukarda mezarlık içinde, arada bir gel de görüşelim*, dedi. 


Ben de; *Baş üstüne*, dedim. İşte o günden beri Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden *Feyz* aldık, çok şükür. Daha sonra bana yazdığı bir mektûbunda; *Bir gün gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak!* buyurdu. 


Mübâreğin el yazısı. Onu evde saklıyorum. Ondört senedir, yedi sene *İstanbul*’da, yedi sene de *Ankara*’dan gelir ve sohbetiyle şereflenirdim. 


Velhâsıl evliyâ zâtlar, insanların kalbini *Görür* ve içini *Okurlar* efendim. Hattâ *Cevâsîs-ül-kulûb* dur onlar, yâni kalplerin câsuslarıdır, insanın ne düşündüğünü anlarlar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Tüccardan biri, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü işitmiş. Kendi kendine; *Bu zât, Allahın sevgili kulu, Velî, kerâmetler sâhibi, acabâ nasıl bir adam?* diye merak etmiş. 


Gitmiş Bağdat’a, sormuş, bulunduğu yeri öğrenmiş. Ziyâretine gidip elini öpmüş, huzûrunda oturmuş. Bir de bakmış ki, üzerinde gâyet kıymetli bir *Elbise*, omuzunda çok kıymetli bir *Acem şalı* var. Kaç bin liralık kıymetinde. 


Kendi kendine düşünmüş. Demiş ki: Ben o kadar zengin tüccar olduğum hâlde, böyle kıymetli *Elbise* alamıyorum, giyemiyorum, hele böyle güzel bir *Şal* hiç kullanamıyorum, param yetişmiyor. 


Buna, *Allah adamı* diyorlar. Allah adamı böyle mi olur? Benim giyemediğim elbiseyi giyiyor. Bu Allah adamı dedikleri, tam Dünyâ adamı. Dünyâ adamına Allah adamı diyorlar. 


O böyle düşünürken, bir dilenci odaya giriyor. *Allah rızâsı için bir şey veren yok mu?* diye dolaşıyor. Herkes cüzdanını çıkarıyor. Fakîre vermek için *Bozuk para* arıyor. 


*Abdülkâdir-i Geylânî* hazretlerine sıra geliyor. Fakîr, Allah rızâsı için bir şey verir misin? diyor. Mübârek zât ona; *Şu sırtımdaki şalı al*, diyor. Fakîr de çekip alıyor, sonra çıkıp gidiyor. 


Ama tüccarın aklı da onunla berâber gidiyor. İçinden; *Vây canına, kaç yüz bin dinarlık şalı nasıl verdi?* diyor. Aklı ermiyor bu işe. Biraz sonra bir zengin geliyor. Elinde bir paket.


Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin huzûruna geliyor. Elini öperken; *Efendim, bu paketdekini âcizâne size hediye getirdim. Allah rızâsı için kabûl ediniz*, diyor. 


Mübârek zât; *Aç bakalım, nedir o?* buyuruyor. Açıyor, bir de ne görsün. Biraz evvel bir fakire verdiği o kıymetli *Acem Şalı*. Zengin diyor ki: 


Efendim, Fakîrin biri bunu satılığa çıkartmış satıyordu. Bakdım, çok hoşuma gitdi, çok kıymetli, bunu zât-ı âlinize lâyık gördüm, satın aldım. Allah rızâsı için kabûl edin, diyor. 


Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de; *Pekâlâ, omuzuma koy!* buyuruyor. Sonra dönüyor o tüccara, buyuruyor ki; 


Biz dünyâ malını kullanırız, ama *Allah rızâsı için al* diyen olursa, alıyoruz. *Allah rızâsı için ver* diyen olursa veriyoruz. İstiyene *Al* diyoruz, getirene *Koy* diyoruz. 


Öyle deyince, tüccar kalkıyor, *Abdülkâdir-i Geylânî* hazretlerinin ayaklarına kapanıyor. Ve talebesi olmakla şerefleniyor.

Ben bu kitaplara önrümü verdim

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben bu kitaplara, ömrümü verdim. Niçin? İnsanlar okusun, istifâde etsin diye, Rafda dursun diye değil. Hem bu kitaplar, benim değil ki.


*Büyükler* in sözleri. *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden öğrendiğim bilgiler. Her cümlesi *Pırlanta* gibi bunların, okuyana müjdeler olsun. 


Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: *Benden sonra din adamları yetmiş üçe ayrılacak, bunların bir tânesi Cennete gidecek, geri kalan yetmiş ikisi Cehenneme gidecek*. 


Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor. Eshâb-ı kirâm; Yâ Resûlallah, o bir fırka kimlerdir? Cennete gidecek olan din adamları nasıl olur? diye sordular.


Peygamber Efendimiz; *Onlar, benim ve eshâbımın yolunda olanlardır*, buyurdu. Arabîsi şöyle: *Hüm alâ mâ ene aleyhi ve eshâbî.* Peygamber aleyhisselâmın cevâbı bu. 


Onlara, ehl-i sünnet vel-cemâat denir. *Ehl-i sünnet* demek, Peygamber aleyhisselâmın yolu demek. *Vel-cemâat* demek, eshâb-ı kirâmın yolu demek. 


*Ehl-i sünnet vel-cemâat*, Peygamber aleyhisselâmın yolu ve O’nun eshâbının yolu. İşte bunlar Cennete gidecekler. 


Geri kalan 72 si, bu yoldan sapıtmış, İslâm âlimi geçiniyor. *Bunlar islâm âlimi değildir*, diyor Peygamber Efendimiz. Peki nedir bunlar?


Bunlar, *Lüsûs-u din* dir. Yâni din hırsızlarıdır, îmân hırsızlarıdır. *Bunlar, ümmetimin dînini, îmânlarını çalacaklar!* buyuruyor. 


Onun için esas yol, ehl-i sünnet âlimlerinin yoludur. Yâni bizim *Kitaplar* dır. Bizim kitaplar çok kıymetlidir. Neden kıymetlidir? Çünkü ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarıdır. 


Bizim, bir *Satır* bile yazımız yok, onun için kıymetlidir. Bir gün gelecek ki uyanacağız. Ne vakit uyanacağız? Kabre girince. 


*En-nâsü niyâmün. Feizâ mâtû intebehû*. Yâni insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar. Gaflet uykusundan uyanırlar. 


*En-nâsü niyâmün*. Yâni insanlar uykudadır, gaflettedir. *Hayr* dan  *Şer* den haberleri yok. Ama, *Feizâ mâtû*; ölünce, kabre girince, *İntebehû* uyanacaklar, silkinecekler.


O zaman; *Eyvâh, böyle değilmiş, bizim zannetdiğimiz gibi değilmiş, meğer aldanmışız!* diyecekler, gafletten uyanacaklar. Ama o uyanmanın hiç faydası olmıyacak.

Bunları okuyana sihir te’sîr etmez!

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Kıymetsiz Yazılar* kitâbını akşamları okuyoruz kardeşim. *F* harfinde birinci kelime *Fâsık*. Fâsık, farzları yapmıyan, harâm işliyen kimseye denir. 


*Fâsıkın ve bid’at sâhibinin dâvetine gitmemeli, yemeğini yememelidir!* diye akşam okudum. 


*Celâleddîn-i Rûmî* hazretleri bile *Mesnevî* sine başlarken, daha ilk satırında; *Benim kitâbım düdük gibidir*, diyor. 


Düdükden çıkan ses kimin sesidir? Düdüğü kim çalıyorsa onun sesidir. *Beni de kim söyletiyorsa, Onun sözüdür* bunlar, diyor. 

********

Namaz kılmıyanın duâsı kabûl olmaz. Onun için sebebe yapışmayı emrediyor cenâb-ı Hak. *El kâsibü habîbullah*. hadîs-i şerîf bu. *Kâsib*, kesbeden, çalışan, sebebe yapışan demekdir. 


Dertlerden, belâlardan ve sihirden korunmak için, *Bismillâhillezî lâ yedurru ma’asmihî şey’ün fil erdı ve lâ fissemâi ve hüves semî’ül alîm* okumalı. Bunu okuyana sihir te’sîr etmez. 


Meselâ, bana sihir te’sîr etmez. Niçin? Çünkü ben her gün *Kul eûzüleri*, bir de bu *Duâyı* okuyorum. Büyüklerimiz diyorlar ki: *Bunları okuyana sihir te’sîr etmez!* 


Onun için *Sihir yapmışlar* diye hiç üzülmeyin. Asıl mühim olan, bunu okuyana sihir te’sîr etmez ve her türlü belâlardan o gün Allahü teâlâ muhâfaza eder. 


O hâlde, *Ben büyü yaparım, şöyle yaparım! Böyle yaparım!* diyenlere hiç aldanmayın, ehemmiyyet vermeyin kardeşim. 


*Bunu okuyana, sihr te’sîr etmez*, diye kim yazıyor? *İslâm âlimleri*. Şaka değil. Onun bunun sözü değil. 


*Sihir nasıl yapılır?* diye, biri, büyü kitâbı basdırmış. Onun için herkes büyücü oldu şimdi. 


Herkes, birinden intikam almak için; *Ben ona bir büyü yapdırayım da görsün!* diyor. Hâlbuki yukardaki duâyı okuyana büyü te’sîr etmez ki. Allahü teâlâ kullarını hiç sâhipsiz bırakır mı?

Allah lafzı şifadır

 Allah lafzı aspirin gibidir. İster inansın ,isterse inanmasın,kim bu Allah kelamını tekrar tekrar söylerse ferahlar. 

(Hüseyin Bin said hazretleri)

Sıkıntıdan kurtulmak için

 Bir kimse çok sıkıntılı, üzüntülü ve telaşlı olduğu zaman tesbihini alıp dört bin kere Allah derse, içinde biriken bütün sıkıntılardan kurtulur.

(Hüseyin Bin said hazretleri)

Dinin aslı

 Büyük İslâm âlimi Hüseyin Hilmi bin Sâid hazretleri buyurdu ki:


"Dinin aslı 'Ben hocamdan duydum size onu bildiriyorum' şeklinde olanıdır. Onun hocası da diyor ki: 'Ben hocamdan duydum size onu bildiriyorum...'


Bunun kaynağı taa Cenab-ı Peygamber'e kadar gidiyor (aleyhissalatü vesselam) kaynak orası, su oradan çıktı. Oradan dünyaya indirildi, oradan sonra, aynı barajdan suyun gittiği gibi, o kaynaktan dağılan su bize kadar gelmiştir.


Bunu hiç bozmadan, bozdurmadan, içine hiç yabancı madde koymadan koydurmadan ancak ve yalnız Ehl-i sünnet âlimleri getirmişlerdir. Maalesef diğerleri kendilerine göre ilaveler yapmışlardır.


O bakımdan yine Cenab-ı Peygamber buyuruyor ki:

'Benim ümmetim 73 fırkaya ayrılacak 72'si cehenneme gidecek' Neden? Kur'an-ı kerime yanlış mana verdikleri için.


Kendi anladıklarını millete bildirdikleri için bunlar cehenneme gidecektir. Bir tanesi kurtulacak; o da kim? 


Resulullah efendimizin 'Bana ve Eshabıma tâbi olanlar' buyurduğu fırka...

İmâm-ı Rabbâni hazretleri rahmetullahi aleyh gibi büyük bir âlim 'Ben bir papağanım! Üstadım ne demişse, ne buyurmuşsa ben onu size söylerim' buyuruyor...

Müdârâ yapmak

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerini bir sâat görebilmek için, her hafta sonu *Ankara* dan gelirdim. Bir defâsında yine bir *Kış günü*, Ankara dan gelirken asker sevkiyâtı vardı. 


Trende yer bulamadım. Yine iki vagonun arasında, demirlerin üzerinde *Ayakta* geldim. Hattâ parmaklarım *Donup* körüğe yapışmışdı. *Buzdan* kurtaramadım. 


İnsan, sevdiğinin her *Şeyini* sever. Sevdiği için, her *Şeyine* katlanır


Peygamber Efendimiz, bâzı sahâbîlerle bir evde otururken, birden sıkıntı basmış ve; *Sıkılıyorum yâ Ömer* buyurmuş. 


Hazret-i Ömer hemen; *Emret yâ Resûlallah. Ne isterseniz yapalım!* demiş. 


Efendimiz; *Şimdi bir Allah düşmanı gelecek, onu görmek, onunla konuşmak beni sıkıyor. O gelecek diye sıkılıyorum* buyurmuş. 


Biraz sonra kapı çalınıyor, bir kabîle reîsi geliyor. Peygamber Efendimiz ayağa kalkıyor, onu *Güzelce* karşılıyor, yanında *Yer* açıyor, oturtuyor, *Tatlı tatlı* konuşuyor. 


Biraz sonra, o adam kalkıp gidiyor. Peygamber Efendimiz, onu *Güler yüzle* selâmetliyor. Hazret-i Ömer soruyor: *Yâ Resûlallah, Allahın düşmanı dediğiniz, bu kişi miydi?* 


Efendimiz buyuruyor ki: *Evet, o idi*. Hazret-i Ömer merak ediyor tabii. Ve soruyor hemen:


Yâ Resûlallah, siz ona dost muâmelesi yapdınız, yer verdiniz, tatlı tatlı, neş’eli konuşdunuz ve güler yüzle selâmetlediniz, biz bunun hikmetine anlıyamadık, diyor. 


Peygamber Efendimiz şöyle îzâh ediyorlar: Bu, bir *Kabîle* reîsidir. Eğer ben onunla iyi geçinirsem, *Dost* muâmelesi yaparsam, o da bana dost muâmelesi yapar.


Müslümânlara da *Dost* muâmelesi yapar. Eğer ben ona sert söyleseydim, yer vermeseydim, kapının dibine oturtsaydım, o zaman bana *Düşman* olurdu. Bana bir şey yapamazdı. 


Ama Müslümân lardan *İntikam* alırdı. Kabîle reîsi çünkü, zengin, îtibârlı biri. Müslümânlara *Eziyet* ederdi. Müslümânlara eziyyet etmesin diye onun kalbini okşadım, buyuruyor. 


Buna, *Müdârâ* denir kardeşim. Kâfirlerle müdârâ yapacağız, çok mühim bu. *Gülerek* ve *Tatlı dille* görüşeceğiz.

Allahın düşmanları sevilmez

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her müslümâna, Sırat köprüsünde, yedi yerde, yedi suâl sorulacak. *Îmân* dan, *Namaz* dan, *Oruç* dan, *Hac* dan, *Zekât* dan, *Gusül abdesti* nden ve *Kul hakkı* ndan. 


*Kul hakkı* o kadar mühim ki, bir *Dank* kul hakkı için, âhiretde yetmiş yıllık, cemâatle kılınmış, kabûl olmuş namâzın *Sevâbı*, karşı tarafa verilecek. 


Yetmezse, onun *Günâhları* buna yükletilip Cehenneme atılacakdır. Bunu bilen bir müslümân, *Münâkaşa* edemez, *Kavga* edemez, *Kalb* kıramaz. 


Çünkü korkar kul hakkından. Hattâ bir mü'minin kalbini kırmak, *Kâbe* yi, yetmiş defâ *Yıkmak* dan daha büyük günâhdır. 


*Hubbu fillah* ve *Buğdü fillah* yâni Allah için seveceksin, Allah için düşmanlık edeceksin. Kimdir o Allah için düşmanlık edeceğimiz kimseler? *Allah* ın düşmanları. Şimdi zamânımızda çok var. 


Ne demek islâmiyet? Allahü teâlânın *Emrleri* ve *Yasakları*. Allahü teâlânın emretdiği şeyleri yapacağız. Yasak etdiği şeylerden de kaçınacağız. 


İşte budur hubbu fillah, buğd-ü fillah. *Îmân* ın alâmeti budur. Zamânımızda Allahın düşmanları çok var. İslâmiyetle *Alay* ediyorlar. Allahın düşmanları sevilmez efendim. 


Namaz kılmak *Farz* dır. Namaza mâni olanler, Allahın düşmanıdır. Oruç tutmak *Farz* dır. Oruca mâni olan da Allahın düşmanıdır. 


Bunlar sevilmez. Sevmek ve sevmemek *Kalb* ile olur. Muhabbetin yeri *Kalb* dir. 


Kitaplarda; *Evliyâlar, Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanmışlardır* diye yazıyor. Yâni dünyâda, Allahü teâlânın sıfatları ile hareket ederler. 


Onlar da, bu dünyâda dost ile düşmanı ayırmazlar. *Evliyâlar* da, dostlara yapdıkları iyi muâmeleyi, düşmanlara da yaparlar. 


*Ve men yüridillâhe bihî hayren yüfekkıh hü*. Ne demek bu? *Ve men*; bir kimse ki, *Yüridillâhe*; Allahü teâlâ irâde ediyorsa, diliyorsa. 


*Bihî*; o kimse için. *Hayren*; Hayr murâd ediyorsa, yâni Allahü teâlâ, bir kulunu seviyorsa. *Yüfekkıh hü*; onu fıkh âlimi yapar.

Fâideli bilgiler (Mâlûmât-ı Nâfia)

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bâzen elini bana uzatır ve *Sık!* buyururlardı. Ben de sıkardım. Az sonra, Efendi gözlerini kapatırdı. Ben, *Uyudu* zannedip, elimi gevşetirdim.


O zaman gözünü açar ve yine *Sık!* buyururdu. Bu *Büyükler* in her bir hücresi zikredermiş efendim. Demek ki, kendi hücrelerindeki o *Zikr* bana da geçsin diye öyle yapardı Mübârek. 


Bu hususta *Râbıta* da var, ama o kolay birşey değil. Herkes yapamaz. Abdülhakim Efendi hazretlerinden, râbıta için izn istemeye gelenlere; *Ona da sıra gelir, daha vakti var* deyip, geçişdirirlerdi. 

********

Ben her şeyi, Abdülhakim Efendi hazretlerinden öğrendim. Yalnız arabça kitapları değil, türkçe kitapları bile Ondan öğrendim. *Mâlûmât-ı Nâfia* diye bir kitap vardı.


Onu bana verip, *Bunu oku, fâidelidir* buyurdu. Biz onu şimdi basdırdık. *Bir* numaralı kitâbımız oldu. *Fâideli bilgiler*. Efendi hazretleri tavsiye etdi bize onu. 


Velhâsıl hep Abdülhakim Efendi hazretlerinin methetdiği, tavsiye etdiği kitapları basdırdık. O büyüklerin ismini bile söylemek kârdır. *İnde zikrissâlihîn tenzîlürrahme*. 


Hadîs-i şerîfdir bu. Peygamber Efendimiz, bu hadîs-i şerîfde ne buyuruyor? *Allahü teâlânın sevdiklerinin, yâni Evliyâ kullarının ismi bir yerde söylenirse, oraya rahmet yağar* buyuruyor. 


Elhamdülillah, Rabbimize çok şükür. Mübârek ramezânda Cum’a namâzı kılmak ne büyük seâdet, ne büyük bahtiyârlık. Cenâb-ı Hak bize *İhsân* etdi. 


Abdullah ibni Abbâs hazretleri buyuruyor ki: Günlerin en kıymetlisi *Cum’a* günüdür. Ayların en kıymetlisi *Ramezân-ı şerîf* ayıdır. Amellerin en kıymetlisi de ihlâs ile kılınan *Namaz* dır. 


Elhamdülillah, bugün işte bize üçü de nasîb oldu. *Ne güzel, ne güzel, ne güzel*. Ne kadar şükretsek azdır kardeşim. 

********

Allahü teâlâ bâzı kullarına *Hâdî* ismiyle tecellî etmiş, yâni *Hidâyet* nasîb etmiş. Bunları kendi hizmetinde kullanıyor. Kullarının hidâyetine vesîle ediyor. 


Bâzı kullarına da *Mudil* sıfatıyla tecellî etmiş. Bunlar da, dalâlete vesîle oluyorlar, yıkıcıdırlar, bölücüdürler. *El-hamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah*. Rabbimiz bizi onlardan etmemiş. 


*Elhamdülillah elhamdülillah elhamdülillah*, Rabbimiz bizi *Hâdî* ismiyle şereflendirdiği, mes’ud, bahtiyâr kullarından eylemiş. Ne büyük *Seâdet*, ne büyük *Müjde* efendim.

Lisân-ı hâl,lisân-ı kâlden entakdır

 Hüseyin Hilmi bin Saîd Mübarek Hocamız 

Rahmetullâhi aleyh kuddise sirruh buyurmuşlar ki: 

Yasîn-i şerîfi her Cum’a günü,ölmüşlerimize okuyoruz ya.Yasîn-i şerîfde ne buyuruyor Cenâb-ı Hak? Vemtâzül yevme eyyühel mücrimûn! Yâni,ey kâfirler, bugün dostlarımdan, müslümânlardan ayrılınız! 

Kâfirler,Eshâb-ı şimâl dir, onlar başka tarafda. Müslümânlar,Eshâb-ı yemîn dir.Bunlar başka tarafda.Orada Müslümânlara Ni’metler var,kâfirlere Azap var. 

Ne büyük Ni’met içindeyiz kardeşim.Çok mes’uduz. Sevinelim,üzülmiyelim, kızmıyalım.Seâdete kavuşan insan kızar mı? Neş’eli dir o.Allahü teâlâ,hizmet edenleri sever.Rabbimiz, müslümânlara hizmet edeni çok sever.Şimdi biz de, Türkiye’de ve bütün dünyâdaki müslümânlara Hizmet ediyoruz.Nasıl mı? Bu kitapları göndermekle. 

Dünyâ larına hizmet etmek kıymetli.Fakat Âhiret lerine hizmet etmek daha kıymetli.Onların Cennete gitmelerine,Küfr den,Cehennem den kurtulmalarına hizmet ediyoruz.Kim ediyor bu hizmeti? Bütün arkadaşlar, hepsi,hepimiz.Bu yolda bir adım atan,meselâ kitâbı alıp da cildciye götüren,bu sevâba kavuşur.Yeter ki Allah için yapsın. Rabbimize hamdolsun, elhamdülillah,bizde çalışan yüzlerce arkadaşımız,hepsi Allah için çalışıyor.Hepsi bu sevâba kavuşacak inşallah.Kıyâmetde karşımıza çıkacak bu hizmetler.Ne büyük Ni’met içindeyiz.Allahın yolunu yaymak büyük ni’metdir. Bunun devâm etmesi için bu ni’mete şükretmek lâzım. Şükretmek,yerinde kullanmak demekdir.Yerinde kullanmanın da birinci şartı, Fitne den sakınacağız. Velâ tülkû bi-eydiyeküm ilet-tehlüke.Yâni kendinizi fitneye sokmayınız, buyuruluyor.Peki,fitne ne demek? Fitne,müslümânları zarara uğratmak,onlara zarar getirmekdir.Fitnenin de çeşitli sebepleri var. Birinci sebep,müslümânların birbirlerine olan Sevgisi nin azalmasıdır.Fitne çıkmaması için, birbirlerimizi çok seveceğiz. Sevgimizi de ona bildireceğiz.Bir kimse birini severse,sevgisini ona bildirsin! buyuruluyor. Sevgisini ona bildirsin ne demek? Yâni,sevginin şartlarını yerine getirsin de, o da onun sevdiğini anlasın. Ben seni seviyorum,demeye, Lisân-ı kâl denir.Kâl,söz demekdir.Ama sevginin şartlarını yapsın,yerine getirsin demek,Lisân-ı hâl dir.Yâni hâlimizle,tavrımızla sevdiğimizi bildireceğiz. Lisân-ı hâl,lisân-ı kâlden entakdır diyor âlimler.

Ben zâyi oldum

Abdülhakîm Efendi bir gün Bâyezîd Câmi'inde va'z veriyor mübarek. Kürsüde, kelâm-ı ilâhîyi tefsîr ediyor. Neler, neler anlatıyor mübarek. Efendim, Allahü teâlânın nûru, ma'rifeti her an evliyâların kalbinden yayılıyor. Anlatdık ya, söylemeseler dahî, onların sükûtları ni'metdir. Fekat iş onu alabilmekde. Şimdi bu odada radyo dalgaları var mı, yok mu? Muhakkak var biliyoruz. Bilmesek var diyene inanmayız. Görmüyorum deriz, ama bildiğimiz için inanıyoruz. İşitmiyoruz, çünki alıcımız yok. Evliyâların kalbinden çıkan ma'rifetler, nûrlar da öyle, her an yayılıyor. Fekat alıcı olmayınca maalesef fâideli olmuyor. Zâyi' oluyor. Abdülhakîm Efendi de böyle, *"Ben zâyi' oldum"* buyururdu. Kimseyle görüşemiyor, konuşamıyor. Yaydığı nûrları alan yok. Abdülhakîm Efendi'nin mübarek kalbinden çıkan nûrları alan olmayınca, *"Ben zâyi' oldum"* buyuruyor.


(Hüseyin Bin said hazretleri)

Feyiz almanın şartları

Nûr yaymak çok güç. Güç ama elhamdülillah mevcûd. Mevcûd, fekat müsâid olup da alan yok, kâbiliyyeti olan yok. O nûru, o feyzi almanın şartları var. Nedir o şartlar? Evvelâ îmân. Kâfirler, değil evliyâlardan, peygamberden bile alamadı. Ebû Lehebler, Ebû Cehller alamadı. Halbuki Sevgili Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" mübarek kalbi, nûr dolu bir menba' idi. Nûr menbâ'ı! Büyücü dediler, sihrbâz dediler, yalancı dediler, şâir dediler. Nasîbleri olmadı, almadılar. Onun için evvelâ, o nûrları almak için ne lâzım? *Birincisi, îmân.* Sonra ne lâzım? *İkincisi, Ehl-i sünnet i'tikâdı.* Mezhebsizler alamaz. Mezhebsizler meşâyıh-ı kirâmdan, evliyâ-yı kirâmdan nûr alamazlar. Aldık derler, hatta şeyh olduk derler. Şeyhlik de yaparlar. Fekat hiçbir şeyden haberleri yokdur. Yalan, yalan söylüyorlar. Nerden anlıyoruz yalan söylediklerini? Konuşmalarından, yazdığı kitablarından anlıyoruz. İ'tikadları bozuk. Ya kitâbları, ya sözleri Ehl-i sünnet olmadığını gösteriyor.


O nûrları almanın *üçüncü şartı, harâm işlememek.* İçki içmiyecek. Faiz yemiyecek. Bunlar meşhûr olan şartlar. Daha çok şart var. Bugün Cum'a nemâzı için Alaca Hasen Mescidine gitmişdim. Hoca hutbede hep faiz alıp vermekden bahsetdi. Hoşuma gitdi. Yalnız, hutbe uzun sürdü. Doğru değil tabî, hutbeyi uzatmak mekrûhdur. Kısa kesmek sünnetdir. Demek oluyor ki, harâm işlemiyecek. Dedikodu yapmıyacak. Farzları yaparken kusûr etmiyecek. En birinci farz nedir? Nemâz. Nemâzı terk etmiyecek. Nemâzı terk eden kimse, evliyânın kalbinden feyz alamaz. Nûrları alamaz. O'nun kalb makinesi bozukdur çünki. Nasıl radyosu, televizyonu bozuk olan, radyo dalgalarını, sesleri, resmleri alamazsa, kalbi bozuk olan da, nurları, feyzleri alamaz. En mühim şartlar bunlar kardeşim.


(Hüseyin Bin said hazretleri)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm zamânında münâfıkların başlarından biri, Peygamber Efendimizi kastederek; *Ey Kureyşliler! Bunun yüzünden ne bu başımıza gelenler?* demiş.


Sonra da –Hâşâ- *Bu Zelîli indirelim, bir Azîzi başa çıkaralım*, demiş. Sahâbeden *Zeyd bin Erkam*, o vakit çocuk imiş. Bunu duymuş ve gidip Peygamber aleyhisselâma söylemiş. 


Bu münâfığın oğlu *Hâris* radıyallahü anh da, bunu duyar duymaz hemen babasına koşmuş. 


Ve hiddetle; *Eğer böyle bir şey dediysen, git Peygamberimizden özür dile. Demediysen, demediğini söyle!* demiş. 


O da korkup *inkâr* etmiş. Bir de *yemîn* etmiş. Ama *Hâris* radıyallahü anh babasının bunu söylediğini iyi biliyormuş. Efendimize koşup, babasını öldürmek için *İzin* istemiş. 


Fakat Peygamber Efendimiz buna izin vermemişler. Bunun üzerine bu münâfık şehre girerken, oğlu *Hâris* radıyallahü anh koşup yolunu kesmiş. 


Ve babasının karşısına dikilip; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demedikçe, şehre giremezsin! demiş. 


O da korkusundan; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demek zorunda kalmış. 

,,,,,,,,,,


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri gözlerinden râhatsızlardı. Bâzı talebeleri ameliyat olmasını söylediler. Abdülhakim Efendi hazretleri bir gün bana; *Sen bu ameliyat husûsunda ne dersin?* diye sordu. Benimle istişâre etdi. 


Ben de cevâben; *Efendim, sizin onların eline teslîm olmanıza dayanamayız. Hem netîcesi de kesin değil*, diye arzetdim. 


Abdülhakim Efendi hazretleri; *Biz de öyle düşünüyoruz*, buyurdu.


Efendi hazretlerini tanımayanlara biz acırdık kardeşim. *Böyle derin bir âlim tanınmıyor, bilinmiyor, buralarda yazık oluyor*, derdik. 


Şimdiki Lise hocaları hep çocuk. Bizim zamânımızda oturaklı hocalar vardı. Meselâ bir fransızca hocamız vardı ki, Galatasaray Lisesinde senelerce müdürlük yapmışdı. 


Bu hoca, benim gözümde *Büyük*’dü. Ama ne zamana kadar? Abdülhakim Efendi hazretlerini görünceye kadar. Ne zaman ki *Efendi hazretlerini* gördüm, *Sohbet*’ini dinledim.


İşte o zaman, o hocanın ve onun gibilerin, Abdülhakim Efendi hazretlerinin yanında ne kadar *Küçük* olduğunu anladım. Bütün bu ni’metler, büyüklerin karşısında *Edebli* oturmamızdandır kardeşim.

İbrâhim aleyhisselâm ateşe atıldığında ben oradaydım

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her zaman söylüyorum, münâkaşa *Yasak*. Nasıl olur da bir mü’minin kalbi incitilir efendim. Muhammed Mâsum hazretleri, *Mektûbât*’ında bunun zararlı olduğunu bildiriyor ve *Münâkaşa etmeyiniz!* diyor. 


Bir mü’minin, bir mücâhid kardeşinin kalbini incitmenin, *Kâbe*’yi, yedi kerre yıkmakdan daha büyük günâh olduğunu, dînimiz bildiriyor. Onun için, buna çok dikkat edeceğiz kardeşim. 


Birbirimizin kusûrunu affedeceğiz ve sabredeceğiz. *Sabredenin gideceği yer neresidir?* Peygamber Efendimiz bunu bildiriyor. Hadîs-i şerîfde; *Sabredenin gideceği yer, Cennetdir*, buyuruyor. 


Onun için birbirimizi incitmiyeceğiz. Birimiz, birimizi incitirsek dahî, karşıdakinin buna *Sabr*’etmesi lâzım. Hattâ ona *Duâ* etmesi lâzım. Dînimiz böyle emrediyor. Müslümânlık budur, kardeşlik budur. 


Her zaman söylüyorum. *Kimseyle münâkaşa etmeyin!* diyorum. Münâkaşa *Zararlı*'dır. Dostun muhabbetini azaltır, düşmanın da düşmanlığını artdırır. 


Bir vazîfe ile *Burgaz* mağaralarına keşfe gitmişdim. O akşam da Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine iftâra dâvetliydim. Vakt geç oldu, dönecek vâsıta yok. Durakda beklerken, bir *Taksi* gelip yanımda durdu.


Onlar da İstanbula gidiyorlarmış. Beni de aldılar. Edirnekapı’da indiğimde, akşam ezânı yeni okunmağa başladı. Koşarak dergâha gitdim. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri beni görünce; *Hilmi, önce namâzını kıl, biz seni bekleriz*, buyurdular. İftârdan sonra Burgaz’da neler gördüğümü sordular. 


Ben de anlattım ve *Orada çok mağara var*, dedim. 


Bunun üzerine; *O mağaralar nasıl meydana geldi biliyor musun?* diye sordular. Bilmiyorum efendim, dedim. 


*İstanbul’un surları ne ile yapıldı? Surlar yapılırken Bizanslılar oralardan kireç çıkardılar. Bunları keşif raporuna yaz*, buyurdular. 


Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri; *İbrâhim aleyhisselâm ateşe atıldığında ben oradaydım. Üfledim, ateş söndü*, buyurmuş. 


Bunun gibi, *Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri* de, o surlar yapılırken orada olabilir. Birden cevâplaması bunu gösteriyor kardeşim.

Bir zaman gelecek din bilgileri Hilmi’den sorulacak

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben *yedi* yaşından beri okuyorum kardeşim, hâlâ da okuyorum. Kitap okumadan duramıyorum, gece gündüz okuyorum. Öğrenmek için okumak lâzım. Bizim kitaplarımız çok *Kıymetli*, onları muhakkak okumak lâzım.


Bizim kitaplar niçin çok kıymetli? Çünkü içinde, bana âit hiçbir yazı yok da ondan. Hepsi, büyük zâtların, ehl-i sünnet âlimlerinin sözleri, yazıları. *Pırlanta* yanında *Cam parçası*’nın kıymeti olur mu? 


*Abdülhakîm Arvasi Efendi* hazretleri bize hangi kitâbı tavsiye etdi ise, medh etdi ise, o kitâbı aldım, o kitapdan tercüme etdim. Beni Ankara’ya tâyin etdiklerinde, *Mübârek* bana mektûb gönderirdi. 


Mektûblarında; benim için *Azîz Hilmi* diye yazardı. Azîz ne demek? *Sevimli* demek. Bir mektûbunda da yazmış ki: *Bir zaman gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak*. Evde saklıyorum o mektûbu. 


Şimdi bütün dünyâ bize soruyor kardeşim. Öğrendiğim her şeyi Abdülhakîm Efendi hazretlerinden öğrendim. Mânevî olarak elime geçen her şey, Onun bereketi ile olmuşdur. 


İlk gitdiğim sıralarda, odada kimse yokken, beni yanına çağırırdı. Kendisi sandalyeye otururdu *Mübârek*, beni de yanındaki sandalyeye oturturdu. 


Sonra elini bana uzatıp; *Tut elimi!* derdi. Tutardım. *Sık!* derdi. Elini sıkardım. *Daha sık!* derdi, yine sıkardım. 


Mübârek; *Daha Sık!.. Daha Sık!..* derdi. Sıkmakdan yorulurdum efendim. Bakardım ki gözlerini kapamış, uyudu zanneder, elimi gevşetirdim. Çünkü yorulurdum. 


Tam elimi gevşetirken gözlerini açar ve *Sık!* derdi. Bu şekilde, bir sene hep elini sıkdırdı bana. Kim bilir, hikmeti nedir? O Büyüklerin bütün hücreleri *Zikr*’edermiş. 


Evliyânın vücûdunun her zerresi, zikr edermiş. *Mektûbât*’da var bu. *Bütün zerreleri zikreder*, diye yazılı. Biz bunu sonradan öğrendik, *Seâdet-i Ebediyye*’ye de yazdık bunu. 


Belki elini sıkdırıyor ki, o *Zikr* benim hücrelerime de, kalbime de sirâyet etsin diye. Bir sene sonra ders okutmaya, arabca öğretmeye başladı bana. Millet bahçede namaz vaktini beklerdi. 


Daha namaza yarım sâat varken, Mübârek, beni içeriye, odaya alır, *Arabî* öğretirdi, yâni *Sarf* ve *Nahiv* öğretirdi.

Hüseyin Hilmi Işık Efendi ile Seyyid Abdülhakim Arvâsî hazretlerinin tanışması

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Askerî* okulda, lisede okurken, ben namâzımı kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım. *İlmihâl’de* de yazdım ya; *Bir kadir gecesi uyuyamadım, yatağımdan fırlayıp kalkdım ve duâ etdim*.


O gece rüyâda, Allahü teâlâ bana *Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri’ni* gösterdi. Bir câminin kubbesinin etrâfında *Nûr* şeklinde idi. Daha sonra, bir gün dersden çıkınca, *Bâyezid* câmiine namaz kılmağa girdim.


Bir de bakdım, câminin Bâyezid meydanına bakan kapısının yanındaki demir parmaklıklı bölmede, bir *Hoca Efendi* va’z ediyor. Çok kalabalık bir cemâat de, Onu dinliyordu. 


Câminin ortasına kadar cemâat dolu idi. Oraya doğru yürüdüm. Parmaklıkların arkasında, nûr yüzlü, sevimli bir *Hoca Efendi*, bir kitâbdan birşeyler anlatıyordu. 


Hoca Efendinin karşısından gidersem *Edebsiz’lik* olur diye düşündüm ve Hoca Efendinin karşısından yürüyüp gitmeye utandım. Evimden de öyle terbiye almışdım. 


Onun için arkadan dolaşıp, demir parmaklıkların yanına geldim. *Hoca Efendi*, demir parmaklıklara arkası dönük vaziyette oturuyordu. 


Parmaklıkdan atlayıp, tam Onun arkasında oturdum. Kucağını, arkadan seyrediyordum. Hiç duymadığım, bilmediğim, çok merak etdiğim *Konu’ları* anlatıyordu. Biraz sonra ezân okundu. 


Hoca Efendi; *Dersimiz burada kalsın*, deyip, kitâbı kapatdı. Bakdım, *pırıl pırıl*, çok güzel bir kitâbdı. Hiç arkasına dönmeden o kitâbı alıp, arkaya, yâni bana uzatdı ve; *Bu kitap, küçük efendiye benim hediyem olsun*, dedi. 


Çok şaşırdım, hayret ettim. Çünkü hiç arkasına bakmamışdı, beni görmemişdi. Arkasında *küçük efendi* olduğunu nerden bildi? Sonra hep berâber namâza kalkıldı. 


Ben, biraz sonra derse gidecekdim. Onun için namâza kalamadım ve ayrıldım. Fakat kendi kendime; *Bu zât kimdir, nerde bulunur?* dedim. Merak etdim, araşdırdım, cemaate sordum. 


Bana cevâben; *Cum’a günleri Eyüp Sultân câmiinde va’z eder*, dediler. Sevindim ve Cum’a gününü sabırsızlıkla bekledim. Cum’a namâzına *Eyüp sultâna* gitdim. Maksadım, o *Hoca Efendi’yi* görmekdi. 


Cum’a namazına, *Eyüp Sultân* câmiine gitdim. Maksadım, o *Hoca Efendi*’yi görmekdi. Onu görebilmek için câminin en ortasına oturdum. Fakat Onu göremedim. 


Biraz daha bekledim, gene göremedim. Sabırsızlanıyordum. Yanımdaki oturan kişiye; *Abdülhakîm Efendi nerdedir?* dedim. 


O da bana; *O, yan tarafdaki bölmede va’z eder. Orada olur. Buraya gelmez*, dedi. Bekliyemedim, hemen ayakkabılarımı alıp, yan bölmeye geçdim. 


Orada da aradım, göz gezdirdim, bulamadım. Yine yanımdakine dönüp; Abdülhakîm Efendi nerdedir? diye sordum. 


Dedi ki: *O zât, yukarıda mezarlıkların arasında bir câminin imâmıdır. Orada Cum’a namâzını kıldırdıkdan sonra, va’z etmek için buraya gelir*, dedi. 


Namâzı bitirince etrâfa bakdım, gene göremedim. *Çıkıp, dışarda bekliyeyim*, diye düşündüm. Namâzın duâsını beklemeye sabredemeyip, hemen dışarı çıkdım. Bakdım ki gelmiş. 


Bir kitâbcı tezgâhının yanında, ayakda, kitapları tedkîk ediyordu. Hemen yanına gitdim, karlı bir havaydı. Çok kar yağmışdı. Kitapçının yanında, oturmak için bir *Bank* vardı. 


Kitapcı, kaba bir şekilde; *Hoca! Niye ayakda duruyorsun, otursana şuraya!* dedi. O da, *Peki*, deyip, tam oturmak üzereydi ki, ben fırladım hemen. 


*Bir dakîka efendim, oturmayın!* dedim. Ve hemen üzerimdeki parkayı çıkardım. Bankdaki karları elimle temizledim. Parkayı katlayıp, bankın üzerine koydum ve *Şimdi oturun efendim*, dedim. 


Ama Efendi, parkanın üzerine oturmayıp; *Al onu oradan!* dedi. Benim parkamın üzerine oturmadı diye üzüldüm. Parkayı alınca, bankın üzerine oturdular ve; *Onu üzerime ört*, buyurdular. 


Oooh! Çok sevindim. Hemen parkamı Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin üzerine örttüm. Câmi dağılınca, Efendi hazretleriyle berâber câmiye girdik.


Yan tarafındaki küçük bölmeye geçdik. Ben, en önde, *Abdülhakim Efendi* hazretlerinin tam önünde oturdum. Burun buruna oturduk. Dikkatle Efendi’nin anlatdıklarını dinliyordum. 


Ben, en önde, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin tam önünde oturdum. Burun buruna oturduk. Dikkatle *Efendi*’nin anlatdıklarını dinliyordum.


Hiç bilmediğim bilgileri, rahle üzerindeki bir *Kitap*’dan anlatıyordu. Hiç işitmemiş olduğum, çok merâk etdiğim bilgileri zevkle dinlerken, sanki *Defîne* bulmuş bir *Fakîr* gibiydim.


Yâhut *Serin Su*’ya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idim. Gözlerimi Seyyid *Abdülhakîm Efendi*’den hiç ayırmıyor, Onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeye doyamıyordum.


Söylediği, her biri *Pırlanta* gibi kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış, kendimden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebimi, her şeyi unutmuşdum. Kalbimde, tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyordu.


Sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri, beni mestetmişdi. Abdülhakim Efendi hazretleri, *İmâm-ı Rabbânî* hazretleri dediğinde, ben içimden; *İmâm-ı Rabbânî kim acabâ?* diye düşündüm.


Hiç bu ismi işitmemişdim. Kendi kendime; *Rabbânî* dediğine göre, *Allahü teâlâ* ile ilgili mi acabâ? dedim. Hemen not defterimi çıkardım, araşdırmak için bu *İsmi* yazdım. Abdülhakim Efendi hazretleri anlatmaya devâm ediyordu. 


Biraz sonra da; *Mevlânâ Hâlid* hazretleri o kadar yüksek bir zât idi ki, peygamberlik devâm etse idi, hiçbir şey eklemeden, o hâliyle peygamber olurdu, buyurdu. 


Bunu işitince yine şaşırdım. Bu defâ içimden; *Bu zât kim acabâ?* dedim. Bu ismi de hiç duymamışdım. *Mevlânâ* dediğine göre bu da *Allahü teâlâ* ile ilgili olabilir, dedim. 


İkisini de çok merak ediyordum. Kendi kendime; Buradaki türbede yatan zâta, *Hâlid bin Zeyd* diyorlar. Herhâlde bu türbedeki zâtdan bahs ediyor, diye düşündüm. 


Hemen *Mevlânâ Hâlid* ismini de not defterime yazdım. Bu iki ismi araşdırıp kim olduklarını öğrenecekdim. İşte böyle kardeşim.


Efendi hazretlerinin sohbetlerinde devâmlı bulunmakla, her şeyi *Efendi* hazretlerinden öğrendim. En mühimi de, *Kim sevilir, kim sevilmez?* Bunu öğrendim Ondan. 


*Bir sâat* geçmiş, ama bana *bir an* gibi gelmişdi. Ders bitdiğinde, rüyâdan uyanır gibi kendime geldim. Ders esnâsında herşeyi unutmuşdum. Dışarı çıkmak için kapıya geldim. Askerî postallarımın iplerini bağlamaya uğraşıyordum ki, arkamdan birinin bana bir şey dediğini işittim. Çok tatlı bir ses tonu ile; 


*Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz yukarıda, mezarlığın arasındadır. Ara sıra bizim eve gel, sohbet ederiz*, diyordu. 


Bir de dönüp bakdım ki, böyle söyliyen, biraz önce va’zını zevkle dinlediğim *Hoca efendi* bu. Beni, evine dâvet ediyordu. Çok sevindim. Bu, benim için çok büyük *Ni’met* idi. 


Tabii o zaman büyüklüğünü bilmiyordum. İşte böyle, Allahü teâlâ istiyen herkese verir. İstemiyenlerden de seçdiğine verir. İşte ben, istedim de kavuşdum elhamdülillah. 


Dışarıda yağmur yağıyor. Bizim İlmihâl’de, *Bir üniversiteliye Cevap* bahsinde yazdık bunu. Gökden rahmet, yağmurla iner. Yağmura da bereket, *Şimşek*’deki elektrikden gelir. 


Fakat şimşekden de *bereket* geliyor. Dışarıya *maddî rahmet* yağıyor, içeriye ise görünmiyen *mânevî rahmet* yağıyor. 


Mânevî rahmet yağdığını nereden biliyoruz? Silsile-i aliyye’nin son satırı neydi? *Sâlihlerin ismi söylenince yağar rahmet-i ilâhî*. Biz de sâlihlerin isminden bahs etdik. 


İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden, Abdülhakîm Efendi hazretlerinden, Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerinden, Bâyezid-i Bistâmî hazretlerinden bahs etdik.


Yine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinden "kaddesallahü teâlâ sirrehül azîz" bahsetdik. Bu büyüklerin ismini andık. Onun için şimdi buraya da *Mânevî Rahmet* yağdı kardeşim. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri beni daha ilk görüşte; 


*Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde, yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz*, buyurup, beni evine dâvet etdi. 


Ben de dâvet etmesinden cesâret alıp, evine gitdim. Dâvet etmeseydi gidemezdim kardeşim, çekinirdim. O zaman Cum’a günleri tâtil idi. Bir sonraki Cum’a gününü sabırsızlıkla bekledim. 


Cum’a günü olunca, heyecanla evine gitdim. Bahçe kapısından girince, tam karşıdaki kabirlerin üstünde bir *Köşk* vardı, orada sohbet etdiğini öğrendim ve o köşke girdim. 

Bu gün Hak gizlenmiş, Bâtıl ise hak şekline bürünmüş

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu gün *Hak* gizlenmiş, *Bâtıl* ise hak şekline bürünmüş, hak gibi görünüyor. Mektûbât’da var bu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: 


*Peri yanaklarını saklamış, şeytan naz ediyor. Şaşırdım kaldım, hayretden aklım gidiyor. 


*Şeytan*, yâni bâtıl, peri şekline girmiş, melek şekline girmiş, herkese sevimli, nûrlu, güzel gözüküyor. *Melek*, yâni hak ise, saklanmış, gizlenmiş, görünmüyor. 


Şeytan, *Peri* şekline girmiş, her tarafda cilve yapıyor, süslü püslü dolaşıyor, kendini gösteriyor. Şaşırdım kaldım hayretden aklım gidiyor. Böyle diyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. 

  

Abdülhakîm Efendi Hazretleri, bir gün cebinden kâğıt kalem çıkardı. Üzerine birşeyler yazdı, yazdı, yazdı, sonra bana uzatıp; *Al, bunları oku!* dedi. 


Bir de bakdım ki: na-sa-ra   yen-su-ru   nas-ran   nâ-sı-run   men-sû-run diye yazmış mübârek. Devâmı var, hem de sayfalarca. *Bunları ezberle!* buyurdu. Tabii başüstüne efendim, dedim. 


Bir ay içinde ezberledim. Bir gün bana; *Yazdıklarımı okudun mu?* buyurdular. Evet efendim, dedim. *Oku bakalım!* dediler. Ezberden okudum. Çok hoşuna gitdi mübâreğin. 


Gene bir kâğıt çıkardı, birşeyler daha yazıp; *Al, bunları da ezberle!* buyurdu. Birkaç kerrede, bu fiil çekimlerini bitirdik. Abdülhakim Arvasi Efendi, bana; *Bunlar, Kur’ân-ı kerîmin anahtarıdır*, dedi. 


Arabîyi iyi bilen, Kur’ân-ı kerîmi ve arabî kitapları anlar efendim. Arabî lisânı, diğer lisânlardan daha efdâldir. Çünkü arabî lisânı, *Lisân-ı Cennet*’dir. Yâni Cennet lisânıdır. 


Bu dînin aslı; Bu *İyi*, bu da *Kötü*, diyebilmekdir. Yâni hakkı bâtıl’dan ayırmakdır. Ama sırf bilmek insanı kurtarmaz. *İcraat* da lâzım. Çünkü *İyi*’yi bilen, ona tâbi olacak. 


*Kötü*’yü bilen de, kötülükden sakınacak ki, fâidesini görsün. Mektûbât’da İmâm-ı Rabbânî hazretleri kuddise sirruh buyuruyor ki: *İlim, edinmek içindir*. 


Yâni *İlâç*, içmek içindir. *Su*, içip kanmak içindir. Her şeyin sebebine yapışacağız. *Şifâ* istiyorsak, ilâcını içeceğiz kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlânın dînine hizmet edenlere, meselâ bizim kitaplarımızı satanlara, hediye edenlere, dağıtanlara, yâni Allahü teâlânın dînini öğretenlere veyâ öğretilmesine sebep olanlara ne mutlu.


Çünkü Allahü teâlâ onlara, Cennette öyle *Köşk*’ler verecek ki, insanlar o köşkleri görünce şaşıracaklar, hattâ merak edecekler.


*Allah Allaaah! Bu köşkler, acabâ hangi *Peygamberin* köşkü? Hangi *Evliyânın* köşkü? diye birbirlerine soracaklar. Cenâb-ı Hak da bunu bildirecek ve: 


*Hayır hayır, onlar ne Evliyâlarındır, ne de Peygamberlerin. Onlar, âhir zamanda gelip de, benim dînimi, benim kullarıma öğretenlere âitdir*, diye buyuracak. 


*Tam İlmihâl*, bir hazîne kardeşim. İçinde herşey var. Bu bilgilerin hepsi, ehl-i sünnet âlimlerinin kelâmlarıdır. O büyüklerin sözleridir. Bu kitâbın içinde, bize âit tek bir *Satır*, hattâ tek bir *Kelime* yok. 


Peki, bu bilgileri nerden aldık? Bu *İlmihâl*, tanınmış büyük İslâm âlimlerinin, *Arabî* ve *Fârisî* olarak yazdığı *Bin*’den fazla kıymetli kitâplardan alınarak hazırlanmışdır. 


Yâni bu *Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye* kitâbı, binlerce *Çiçek*’den, tek tek toplanarak yapılan *Tatlı* ve *Şifâlı* bal gibidir kardeşim. 


Bu ilmihâli okuyan, *Âlim* olur. Hele içindekilerini yaparsa, *Evliyâ* olur efendim. Böyle bir hazîne varken, başka kitâba ihtiyâç var mı? 


Efendim her *Kitap*, o günün şartlarında, o günün insanlarına, o insanların suâllerine cevap olarak yazılmışdır. 


İşte o kıymetli kitaplardan, bugüne âit olanları, yâni bu zamânın insanlarına lâzım olanları seçilmiş ve *Tam İlmihâle* konmuşdur. Çok mühim bu. 


Benim ömrüm, bu kitâbın içinde geçdi. Onun için bu asrın mürşid-i kâmili, *Tam İlmihâl*’dir efendim. 


Bir insan, birini çok seviyorsa, ondan çok bahsedilmesini ister veyâ kendisi, hep ondan bahseder. Benim ömrüm, *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerini ve *Abdülhakîm Arvasi Efendi* hazretlerini anlatmakla geçdi. 


Tekrar tekrar anlatıyorum. Hattâ siz bunları biliyorsunuzdur, daha önce duymuşsunuzdur. Ama ben yine de anlatırım. Benim işim bu. Peki, tekrar tekrar anlatmanın ne fâidesi var? 


Efendim, 1000 defâ da dinleseniz, 1001 inci defâsında yine bir şey istifâde edersiniz. Çünkü her seferinde, o *Büyükler*’in rûhâniyeti orada hazır olur. *Feyz* alırsınız, kalbiniz nûrlanır. Mühim olan da, beyin değil, *Kalb*’dir.