Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ruh zamansızdır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Rûh* zamansızdır efendim. Meselâ şimdi *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerinden bahsetsek, o anda mübârek *Rûhu* burada hâzır olur. Bakın *Gelir* demiyorum, *Hâzır* olur efendim. *Hemen, ânında*. 


Yeter ki, *İsmi* anılsın. O anda, orada *Hâzır* olur. Çünkü rûh, zamansız ve mekânsızdır. Ama her zaman değil, çağrıldığı anda, orada *Hâzır* olur ve oradakilere *Feyz* verir. 

● ● ● 

*Cumâ* günü müsâfeha etmek *Sünnet* dir. Rabbimiz sevdiklerimize bizi kavuşdurdu, görüşdürdü elhamdülillah. Hepimiz birbirlerimize *Duâ* edelim kardeşim. 


Biz *Abdülhakîm Arvasi* Efendi hazretlerine giderdik, müsâfeha ederdik. Rahmetli kayınpederim *Ziyâ bey*, bir gece rüyâda, Efendi hazretlerine gitmiş ve Efendi’nin *Elini* öpmüş. 


Ama elini öpeceği zaman, *Abdülhakim Efendi* hazretleri, ona *Avucu* nu uzatmış. Ziyâ bey, Efendi hazretlerinin *Avuç içi* ni öpmüş. Uyanınca merak etmiş tabii. Acabâ bu rüyânın *Tâbiri* nedir? diye. 


Ertesi gün, erkenden *Efendi* hazretlerine gidiyor. Rüyâyı anlatıp, tâbirini soracak. Elini öperken, Efendi hazretleri, yine *Avuç içi* ni uzatıyor ve *Rüyâda öpdüğün gibi öp!* buyuruyor. 


Bu, Efendi’nin *Kerâmeti* işte. Onları sevenleri, Allahü teâlâ da sever. Abdülhakîm Efendi hazretlerinin *Kapısı* ndan, hepimiz *Ümitvâr* ız kardeşim. 


O kapının *Feyzi*, hepimizi, dünyâda da âhiretde de inşallah *Mes’ud* edecek. Muhakkak Abdülhakim Efendi hazretlerinin ve *Silsile-i Aliyye* nin ervâhı burada *Hâzır* şimdi. Onlar bize *Feyz* veriyor inşallah. 


İki üç gündür, *Mehmed Mâsum* hazretlerinin *Mektûbât* ını okuyorum kardeşim. Onun te’sîri altında kaldım. Sabah namâzından sonra, o *Te’sîr* ile şunu yazdım. 


Hayât ne demek? *Hayât* demek, *Hayâl* demekdir. İşte, bu günümüz de böyle *Hayâl* oldu. Hayâller bir araya gelince ne olur? *Hayâl* olur. Velhâsıl bütün bu dünyâ, *Hayâl* dir kardeşim, *Hayâl…*

Şeref-ül mekân, bil mekîn!

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cümleten *Hoş* geldiniz kardeşim. *Siz* şöyle buyurun, *Alî bey* de aranıza iyi yakışır. Bu *Kapı* nın içinde olun da, nereye oturursanız oturun. Kapının *İçinde* olmak büyük *Seâdet* dir. 


*Şeref-ül mekân, bil mekîn!* Ne demek bu? Yâni bir binânın kıymeti, içindekilerden belli olur. İçindekiler *Kıymetli* ise, o yer de *Kıymetli* dir. 


İçindekiler kıymetli *Değil* se, o yerin de kıymeti *Olmaz*. Peki, kıymetli olmak ne demek? Kıymetli olmak için, evvelâ *Kalbi* temiz olacak, *İbâdet* lerini yapacak, *Harâm* lardan sakınacak. 


Bu da, Allahdan korkmakla olur. Yâni Allahdan korkan, *Kıymetli* dir. Allahdan korkmak da, *İlim* le olur. İnsanlar içinde, Allahdan en çok korkan, *Âlim* lerdir. Âyet-i kerîme bu. 

● ● ● 

Öyleyse biz de öğreneceğiz. *Çocuk* iken ve *Genç* iken öğrenilenler, *Taş’a* yazılan yazı gibidir kardeşim, silinmez. Mezar taşlarındaki yazılar bile, *Asır* lar geçdiği hâlde silinmiyor, kaybolmuyor. 


Ama *Yaşlı* lar öyle değil. Onların öğrendikleri, *Buz’a* yazılan yazı gibidir. Buz eriyince, *Yazı* nın kaybolduğu gibi, yaşlının öğrendiği de çabuk unutulur. 

● ● ● 

Bir hizmet ne kadar *Zor* ise, Allah indinde o kadar *Makbûl* dür kardeşim. Ben, hayâtım boyunca çok zorluklar, sıkıntılar çekdim. Bilhassa *Erzincan* da. 


Ama *Seâdet-i Ebediyye* nin üçüncü kısmını yazmak, orada nasîb oldu. Bu arada yatağımı aldılar, yorganımı aldılar, odamın camını kırdılar. Kış kıyâmet. Bütün bu *Zorluk* ları bilerek çekdim. 


Çünkü biliyordum ki, bir hizmet ne kadar *Zorluk* larla yapılırsa, o hizmet o kadar *Fâideli* ve o kadar *Kıymetli* olur. 


*Kabr-ül mü’mini ravdatün min riyâdil Cenneh*. Ne demek bu? Mü’minin kabri, Cennet bahçesidir. Hadîs-i şerîfdir bu. Mü’minin kabri, karanlık değildir. *Nûrlu* dur, *Aydınlık* dır. Çünkü *Cennet bahçesi* dir.


İnsan *Cennet Bahçesi* ni ziyârete gitmez mi? Onun için mü’minlerin kabrini ziyâret etmek lâzım. *Cennet bahçesi* ni ziyâret etmek için, *Mü’min* in kabrine gitmeli. 


Hele ki *Büyük Zât* ların kabri. Onları ziyâret eden, hem çok *Sevap* kazandığı gibi, ayrıca o büyüklerin *Feyz* lerinden de çok istifâde eder. 


Kardeşim, siz hem *Ehl-i sünnet* müslümânsınız, hem de Allahü teâlânın dînini doğru olarak yayıyorsunuz, O’nun dînine *Hizmet* ediyorsunuz. Bu iş, peygamberlik *Vazîfe* sidir, kıymetinizi bilin.

İmam-ı Gazali hazretleri filozof değildir

 Hüseyin bin said hazretleri Buyurdular ki:

O zamanlar Avrupa’nın filozofları tepsi gibi düz zannederdi dünyayı.İmam-ı Gazali hazretleri “rahmetullahi aleyh”, bunu ilimle reddetti.Ve dünyanın yuvarlak olduğunu isbat etti.Allahü tealayı inkâr eden o filozofların bu iddialarını çürüterek, ahmak olduklarını isbat etti.Felsefe dedikleri gülünç bilgilerini, ilim ile nakzedip, herbirini rezil etti.Bunun için İmam-ı Gazali hazretleri, filozof değildir.O, dinde bir müctehiddir.Ve büyük bir İslam âlimidir.Çok büyük İslam âlimidir.Her fende söz sahibi ve hüccet-ül İslam’dır.

Şimdi içeriye bir Allah düşmanı girecek

 Hüseyin bin said hazretleri Buyurdular ki:Peygamber Efendimiz aleyhisselam bir gün Eshabıyla birlikte otururlarken "Şimdi içeriye bir Allah düşmanı girecek" buyurdular. Biraz sonra kapı çaldı. Peygamber Efendimiz kendileri kalkarak kapıyı açtılar. Gelen kimse çok tanınan, hurma bahçeleri olan bir zattı. Peygamber efendimiz bu zatla çok yakından ilgilenerek sohbet ettiler. Daha sonrada kapıya kadar uğurladılar. Hazreti Ömer radiyallahü anh merakla: Efendim gelecek dediğiniz Allahü tealanın düşmanı kim? Daha gemedi mi? diye sorunca Peygamber Efendimiz aleyhisselam: "O Allahü tealanın düşmanı biraz önce konuştuğum kişiydi. Ben O'nu idare ettim. Bana bir düşmanlık yapamazdı ama yanında bir çok müslüman çalışmakta. İntikamını onlardan almaya kalkardı" buyurdular. Bunun için bizler de Allah düşmanlarını idare etmeliyiz. Fakat dostlara karşı mert olmalıyız.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim *Hanım*, bâzen çalışma odasına gelirmiş, bana birşey söylemek için. Ama geldiğinden benim haberim yok. Bakarmış ki, yerlerde bir sürü *Kitap* var, açık veziyette. 


Yirmi otuz *Tâne* kitap, bir ona bakıyorum, bir ötekine. Zavallı kapıda bekler, bekler, sonra *Geri* gidermiş. Bana sonradan anlatıyor bunları. 


Peki, o kitaplarda ne arıyorum ben? Abdülhakim Arvasi Efendi’den öğrendiğim bilgilerin *Senedi* ni arıyorum, *Vesîka* sını arıyorum. Niçin? Bizim kitaplara, özellikle de *Tam İlmihâle* yazmak için. 


Evet, bu bilgilerin kesin *Doğru* olduğunu biliyorum. Ama *Vesîka* lı yazmak zorundayım. Diyemem ki, Efendi hazretlerinden böyle işitdim, diye. 


● ● ● 


Bir yerde *Hizmet* varsa, orada *Fedakârlık* vardır, yâni olması lâzım kardeşim. Eğer fedâkârlık yoksa, onun *Sevgi* sine* de, *Hizmet* ine de inanmayın. 


*Şâh-ı Nakşibend* hazretlerini, bir ramezân-ı şerîfde, yedi ayrı yerden *İftâra* dâvet etmişler. Mübârek, hiçbirini kırmamış, yedi *Yerde* de bulunup sevindirmiş onları. 


Velhâsıl mübârek zât, aynı *Gün* ve aynı *Vakit* de, yedi ayrı *Yerde*, yedi ayrı *Sofra* da hazır bulunmuş Mübârek. Kerâmet bu işte.


Bunun gibi, *Molla Câmî* hazretleri de şöyle anlatıyor: Bu sene Hac’dan gelenlerden biri, bana gelip; *Hacer-ül-esvedi ziyâret ederken ben sıramı size verdim*, diyor. 


Öteki de; *Yâ Şeyh! Şeytân taşlarken sizinle yan yana idik, sizden sonra ben taş atdım!* diyor. 


Biri de; *Yâ Şeyhim! Hacdan gelirken sizinle yan yana oturduk!* diyor. Velhâsıl kaç kişi böyle şeyler söylüyorlar. 


Hâlbuki Molla Câmî hazretleri; *Ben o sene hacca gitmedim. Bana böyle söyliyenlerin hiç birini tanımıyorum!* diyor. İşte bu, rûh hâlidir. 

● ● ● 

Gençlik de ibâdet etmeyi büyük *Ni’met* bilmelidir, bu fırsatı elden kaçırmamalıdır kardeşim. 


Gençliği *Zikr* ile, yâni Allahü teâlânın bize verdiği *Ni’met* lerini düşünmekle, Allahü teâlâya yalvarmakla ve *Kabir* ve *Kıyâmet* azaplarını düşünmekle geçirmelidir. 


Bunu yapabilmek ne büyük *Ni’met* dir. Ramezân-ı şerîfin *Aşr-ı âhiri* ne demek? Son on günü demek. Yâni, Ramezânın yirmisiyle otuzu arası. Bu günler, *Fırsat* zamânıdır. 


Bir müslümân ellerini açıp da; *Yâ Rabbî!* dedi mi, Allahü teâlâ; *Lebbeyk kulum! İste vereyim!* dermiş. Böyle buyururmuş. Bu, bizim için ne büyük *Müjde* efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Mü’min, her vakit namâzı kılınca, önceden işlediği küçük günâhları Allahü teâlâ affediyor. Çünkü âyet-i kerîme var. *El-hasenâtü yüzhibnes seyyiât!* buyuruluyor.


Yâni iyilikleriniz, günâhlarınızı *Yok* eder, *Def* eder. İşte âlimler buyuruyor ki: Bin türlü iyilik var. Bunun en büyüğü *Namaz*’dır. Namaz, arada işlenen günâhları temizler. 

********

Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, *Çay ver!* derlerdi, açık bir çay verirdim. Bir şekerle içerdi Mübârek. İçerdi, bitirirdi. Tekrar koyardım. Bâzen üçüncüye de koydurur, yarısını içer, bana uzatırdı. 


*Artık içemiyeceğim, bunu da sen bitir!* derdi. Mübâreğin yarım kalan çayını ben içerdim. Ooh, ne büyük seâdet. Onların artığını içmek, ne büyük ni’met. Muhakkak *Şifâ* dır. Hem *Maddî* şifâ, hem *Mânevî* şifâ. 

********

*El mer’ü mea men ehabbe*. Yâni seven, sevdiğiyle berâberdir. Müslümânları seven kazanır kardeşim. İşin aslı muhabbet. Mektûbât’da da yazıyor. Efendi hazretleri de söylerdi. 


Bütün bu kâinât, *Rahmet* sıfatıyla değil de, *Muhabbet* sıfatı ile yaratıldı. Allahü teâlâ buyuruyor ki hadîs-i kudsîde: *Küntü kenzen mahfiyyen*; Yâni ben, kapalı, gizli bir hazîne idim.


*Ve ahbebtü*; ve sevdim. *En u’rafe*; ma’rûf olmayı, tanınmayı sevdim. İstedim demiyor da, sevdim, diyor. 

*Ve halaktül halka li u’rafe bihî*; mahlûkları da onun için yaratdım. 


Mahlûkları niçin yaratmış? Ma’ruf olmayı, tanınmayı sevdiği için, muhabbet sıfatıyla yaratmış. Bu mahlûkâtın vücûde gelmesine sebep, Allahü teâlânın *Muhabbet* sıfatıdır. 

********

Belim ağrıyordu. Hanımanne, bir *Yün fanila* yı ortadan kesti ikiye, iki kat belime koydu, ağrılar geçdi çok şükür. Ama iki üç gün sonra tekrar başladı. 


Sonra aklıma geldi, hanımannenin belime koyduğu *Yün Fanila* yı çıkarıp bakdım ki, sırtımda kaymış, büzülmüş, toplanmış. Hemen açıp düzeltdim ve yerine koydum. Çok şükür ağrı yine kesildi. 


Şimdi râhatım elhamdülillah. Hâtırınızda kalsın. Bu, çok iyi bir İlâç. Hâlbuki evde üç dört türlü *Merhem* var. Hiç birinin fâidesi olmadı. Ağrıyı kesmedi. Ama şimdi râhatım elhamdülillah. 

 

Rabbimize sonsuz şükürler olsun kardeşim, çok râhatız, neş’eliyiz. Kitaplarımız dağılıyor, gazetemiz yayılıyor, bundan büyük *Lutf-i ilâhî* olur mu? 


Hem *Enver âbi* neş’eli. Onun neş’eli olması çok mühim. Çünkü işin başı o. *Enver âbi* neş’eliyse, hepimiz neş’eliyiz.

Bu nur seçilmiş olanların kalbinden böyle akıp gider

 Hüseyin bin said hazretleri Buyurdular ki:Resulullah efendimiz “aleyhisselam”, Kur’an-ı kerimdeki manevi ilimleri ve Hak teâlâya ait çok yüksek bilgileri, sahabe-i kiramın istidatlarına göre kalblerine akıtırdı.Mübarek kalbindeki nurların tamamını hazret-i Ebu Bekrin “radıyallahü anh” kalbine akıtmıştı.O da bu nurları Selman-ı Farisinin “radıyallahü anh” kalbine nakletti.O da Kasım bin Muhammed hazretlerinin “kuddise sirruh” kalbine aktardı.Bu zat da Cafer-i Sadık hazretlerinin “kuddise sirruh” kalbine akıttı bu nurları.Bu nurlar, tâ kıyamete kadar, seçilmiş olanların kalbinden böyle akıp gider.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim kitaplar, birer *Mücevher* kardeşim. Okuyan çok istifâde eder. Çünkü kendimden bir şey yazmıyorum. Falanca kitapda *Şöyle*, filanca kitapda *Böyle* yazıyor, diye yazıyorum. 


Bizim kitaplar, hep islâm âlimlerinin yazılarıdır. Bizim ilâvelerimiz varsa, onlar da *Efendi* hazretlerinden duyduğum, öğrendiğim *Bilgiler* dir.


İşte bizim kitaplar, hep *Büyükler* in yazıları olduğu için bütün dünyâ hayrân kalıyor. Elhamdülillah, bunlar hep *Efendi* hazretlerinin bereketi.


Onun himmeti kardeşim. Bizimle alâkası yok. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini görmeseydik, bu kitapların *İsmi* ni bile işitmezdik, değil basdırmak. 


*Evliyâ-i kirâm* ın, vefâtlarından sonra da kerâmetleri devâm eder. Hattâ himmetleri, tasarrufları, yardımları daha *Fazla*, daha *Kuvvetli* olur. 


Zâten Seâdet-i Ebediyye kitâbında yazılı. Allahü teâlâ, her zaman, her yerde *Hâzır* ve *Nâzır* dır. Her yerde ve her zaman. *Evliyâ* ise, çağrıldıkları zaman orada *Hâzır* olurlar. 


Ondan evvel hâzır değildir Evliyâ. Onlara tevessül edilirse, isti’âne edilirse, istigâse edilirse, hemen ruhları orada *Hâzır* olur. 


Hele böyle hayâtda iken bulundukları, bildikleri *Yer* ve *Mekân* olursa, oradaki irtibâtları daha çok devâm eder onların. Hattâ kıyâmete kadar devâm eder. 


Birbirimize duâ edelim kardeşim. Ben, beş vakit namâzımda; *Hizmetlerimize iştirak eden, yardım eden din kardeşlerimize!* diye hepinize duâ ediyorum. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin, hiç *Sert* konuşduğunu görmedim. Dâima güler yüzlü, tatlı dilli idi. Ama bir gün, ikimiz berâber oturuyorduk. 


O günlerde annem ve kız kardeşlerim, benim *Tıbbiye* den *Eczâcı* ya geçdiğimi bir türlü istemiyor, ileri geri konuşuyorlardı. Bu hâli *Efendi*’ye söyleyip dedim ki: 


Efendim, o kadar üzüldüm ki, onları susdurmak için; *İleri varmayın, fazla üzerime gelmeyin, yoksa intihâr ederim!* dedim. 


Ben böyle söyleyince, Abdülhakim Efendi hazretleri bi kaşlarını çatdı. *Ne dedin ne dedin? Bir daha senin ağzından bu lâfı işitmiyeyim!* dedi. Lâfını bile duymak istemedi.

Onu ne kadar özlediğimi bilemezsiniz

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her zaman söylüyorum kardeşim, benim ömrüm aramakla geçdi. Yâni Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden işitdiklerimin *Vesîka* sını aradım kitaplarda. Bu sebeple *Bin* den fazla *Kitap* karıştırdım. 


Satır satır okuyup, o bilgileri aradım, *Efendi* den öğrendiklerimin mehazını, kaynağını, senedini bulmak için, bir ömür uğraşdım. 

********

*Sultân-ı zikr* ne demek? Yâni bu *Büyükler* in bütün zerreleri, bütün hücreleri, kanları zikredermiş kardeşim. Etleri, âzâları her an, devâmlı *Zikr* edermiş. 


İşte Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, o büyüklerdendir. Nûr içinde yatsın. Biz herşeyi *Efendi* den öğrendik. Onu görmeseydik, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacakdı. 


Papazlar, misyonerler kapı kapı dolaşıp, *Hıristiyânlığı* metheden kitapları bedava dağıtıyorlarmış, *Sivas* da, *İzmir* de, *Antalya* da. 


Biz de, bu bozuk kitaplara, câhil papazlara ve misyonerlere karşı, şimdi hangi kitâbımızı dağıtıyoruz? *Cevap Veremedi*. 


Çünkü *Cevap Veremedi* kitâbımızın sonunda, Mehmed Mâsum hazretlerinin 110.cu mektûbu var. O mektupda; *Câhil hocalara, yalancı şeyhlere aldanmayın!* diyor Mübârek. 


Peki, hocaların, şeyhlerin, imâm ve müezzinlerin *Câhil* olduğu, *Yalancı* olduğu, *Sahte* olduğu nasıl anlaşılır? Bunların câhil, yalancı ve sahte olduğunun alâmeti var mıdır? Var tabii. 


Nedir o? Nasıl anlaşılır? *Yaşayışları islâmiyete uyuyor mu?* Ona bakılır. Yâni şeyhlerin, hâfızların, hakîkî olup olmadığı, hareketlerinin islâmiyete uygun olup olmadığından anlaşılır. 

********

Bir gün Abdülhakim Efendi hazretlerinin evinde *Çay* içiyorduk. Efendi’den öyle korkuyordum ki, titriyordum. Bir gün çayı verirken kolum çarpdı, çay bardağı üstüne devrildi Mübâreğin. Çok korkdum kızacak diye. 


*Dikkat etsene!* falan derse diye korkdum. Benim korkduğumu gördü Mübârek. *Zararı yok, zararı yok, hayrdır inşallah!* dedi. O zaman râhatladım. Şimdi ben de size öyle söylüyorum. 


*Hayrdır inşallah!* diyorum. Efendi hazretlerinden böyle işitdim çünkü. Gözümün önünde şu anda *Efendi hazretleri*. Onu ne kadar özlediğimi bilemezsiniz kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Askeriyede iken, bize birer kilo *Toz* şeker verirlerdi. Başkalarına dahâ az verirlerdi. O bir kilo toz şekeri alır, saklardım efendim. 


İstanbula gelirken o şekeri de getirirdim. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin yanında çok *Çay* içilirdi, ama *Kesme* şekerle içilirdi. Bir bakkalla anlaşdım efendim. 


Ona *Toz* şekeri verip, farkını da ödeyip, *Kesme* şeker alırdım. O bir kilo kesme şekere, Abdülhakim Efendi hazretleri çok sevinirdi. O da bana yeterdi tabii. 


Çayı, açık ve *Tek* şekerle içerdi Mübârek. İki kere karışdırır, şekeri erimeden kalırdı. Bâzen ikinci bardağı yarım bırakır, bana uzatıp; *Al, bunu sen iç!* derdi. 

********

*Eddünyâ cîfetün tâlibühâ kilâbün* buyuruldu. *Eddünyâ cîfetün*; Dünyâ ne demek? Allah için olmıyan şeyler, demek. 


İşte insanların kalpleri, niyetleri Allah için olmazsa, bu dünyâ *Cîfe* dir, yâni *Leş* dir. Allah için yapılmıyan her iş, dünyâdır. *Dünyâ* ile uğraşmak, *Leş* ile uğraşmakdır. 


*Tâlibühâ kilâbün*; Tâlipleri köpekdir. *Leş* ile kim uğraşır? *Köpekler*. Köpekler, Leşe üşüşürler, birbirlerini ısırırlar, hırlarlar. Biz de onları seyrederiz, karışmayız. 


Allahü teâlâ, maddî mânevî iyilik edeni, insanlara hizmet edeni, seviyor. *Hayr-ün nâs men yenfe’un nâs!* Hadîs-i şerîf bu. İnsanlara fâideli olmakdan daha büyük hizmet olur mu? 


En büyük hizmet bu. *Hayrün nâs*; insanların en hayrlısı, en iyisi, *Men*; şol kimsedir ki, *Yenfe’u*; fâide verir, *Nâs*; insanlara. İnsanların en hayrlısı, insanlara fâide veren, hizmet edendir. 


İşte insanların en *İyisi* budur, en kıymetlisi budur. Demek ki, Allahü teâlâ müslümânları o kadar çok seviyor ki, müslümânlara *Hizmet* edeni de seviyor. 


Cenâb-ı Hak, Habîb-i ekremine minnet ediyor; *Sana, yardımcılar yaratdım!* diyor. Biz de, sizin gibi yardımcılarla, sizin gibi mücâhidlerle, Rabbimize *Şükr* ediyoruz kardeşim. 


Elhamdülillah ki, Rabbimiz sizleri *Seçmiş*, bu cihâd şerefiyle şereflendirmiş. Biz, sizin gibi mücâhidlerle Rabbimize *Şükr* ediyoruz kardeşim. 


Bu cihâdın, bu hizmetin devâmını arzu ediyoruz. Nasıl devâm eder bu? Kolay. Allahü teâlâ; *Ni’metime şükrederseniz, artdırırım!* buyuruyor. Bu ni’metin devâmı için Rabbimize şükredeceğiz.

At, Araba, Kadın

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Peygamber efendimiz aleyhisselamın, kadınları ata binmekten men ettiğine dair bazı hadis-i şerifler vardır. Bu sebeple fıkıh kitaplarında kadınların ata binmelerinin câiz olmadığı yazar.

 Nitekim İbni Abidin hazer ve ibâha bahsinde der ki: 

Bir müslüman kadın eğere binmemelidir. Çünkü hadîs-i şerif vardır. 

O da şudur: 

«Cenab-ı Hâk eğerler üzerindeki ferçlere lânet etmiştir.» 

Buhârî ve başka kitaplarda şu hadîs vardır: 

«Allahü tealanın Resulü kendilerini kadınlara benzeten erkeklere ve kendini erkeklere benzeten kadınlara lanet etmiştir». 

Taberânî'nin rivayet ettiği hadisle şöyle denilmektedir: 

«Bir kadın boynuna yay astığı halde Resulullah'ın ( aleyhisselam) yanından geçti. Manzarayı gören Peygamber aleyhisselâm buyurdular: 

«Allahü teala kadınlardan kendisini erkeklere, erkeklerden de kendisini kadınlara benzetene lânet etmiştir.»

 Kadın, meşru bir maksadla ata binebilir. Bu halde de ya bir mahreminin yedeğinde olacak, yahud atı bir mahremi çekecektir. Ulemâ bu hadîs-i şerifleri nazara alarak, kadınların araba sürmesine cevâz vermemiştir. Ancak kadının sürücü olmamak kaydıyla arabaya binmesi câiz görülmüştür.

 Mesele atta da, arabada da sevk ve idarenin kadında olmaması keyfiyetidir. Nitekim Asr-ı Saadet’te hanımlar bir dâbbeye (ata, merkebe, deveye vs) bindikleri zaman, Hazret-i Peygamber mahremlerinden birinin terdîfini yedekte gitmesini veya yularını tutmasını emrederdi. 

(Buhârî, Müslim)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Âdem* aleyhisselâm, oğlu *Şît* aleyhisselâma vasiyyet edip, *Emânetini, en temiz kadınlara ver!* dedi. 


Çünkü Efendimiz aleyhisselâmın Nûr’u, *Âdem* aleyhis-selâmın alnında parlardı. Sonra bu Nûr, *Şît* aleyhisselâma geçdi. 


Velhâsıl Resûlullah Efendimize gelinceye kadar bütün babalar, oğullarına bu *Vasiyyeti* yapardı. Bu vasiyyet, dedesi *Abdülmuttalibe* kadar hep yapılageldi. 


Resûlullahın Nûr’u, Abdülmuttalibin oğlu *Abdullah*’a geçince, Onu evlendirmek için, zamânın en temiz *Kızını* aradı. Netîcede, bu haber her tarafta duyuldu.


Bunun üzerine ikiyüz den fazla *Kız*, evlenmek için mürâcaat etdiler. Hattâ Şam’dan *Fâtıma* isminde bir *Kız* geldi. Çok zengindi. 


Fakat Efendimizin nûr’u *Âmine*’ye nasîb oldu. Âmine vâlidemiz, o zaman ondört yaşındaydı. Hazret-i Abdullah ise onsekiz yaşındaydı. 


Dedesi Abdülmuttalip, o zaman devlet reîsi idi. Mekke’nin havası hastalıklı idi. Onun için zenginler, çocuklarının iyi yetişmesi için, köylere, *Süt anne* ye verirlerdi. 


Peygamber Efendimizi de *Halîme* hâtuna verdiler. İki sene emzirdi. Halîme hâtun fakîr idi. Peygamber Efendimizi alınca, herşeyleri *Bereket* lendi. 


İki sene dolunca, getirip annesine verdi. Ama sonra ayrılığına dayanamayıp tekrar gitdi, istedi. *Sıtma olur!* diyerek, Âmine vâlidemizi kandırıp, geri aldı. 


İki sene daha bakdı. Dört yaşında iken, iki *Melek* gelip, Efendimizi dağa götürdüler. Süt kardeşi *Şeymâ* koşup, bunu annesine haber verdi. 


*Muhammedi dağa kaçırdılar!* dedi. Diğer kardeşleri de korkudan bayılmışlardı. Her yeri aradılar. Sonunda, bir vâdîde, gökyüzüne bakar vaziyyetde buldular. 


Efendimiz aleyhisselâm, olanları onlara anlatdı. Halîme hâtun; *Bu çocuk başka çocuklara benzemiyor, başına bir şey gelmeden teslîm edeyim!* dedi. Ve götürüp teslîm etdi. İki sene de annesi ile kaldı.

İşte imtihân budur

 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyurdular ki:

İnsanın karşılaşdığı her hâdisede bir karar vermesi lâzım. Bu karar vermede de iki ihtimâl vardır. Biri îmân tarafı, yâni *Âhiret* tarafı, biri de *Dünyâ* tarafı. 

Eğer îmân tarafını tercîh ederse, âhireti düşünürse, yâni sevâp tarafını tercîh ederse, îmânının *Güçlü* olduğunu gösterir. 

Yok eğer dünyâ tarafını tercîh ederse, nefsine göre karar verirse, îmânının *Zayıf* olduğunu gösterir. İşte imtihân budur efendim, imtihân bu.

Hazret-i Dıhye

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kur’ân-ı kerimi, Peygamber aleyhisselâma, Cebrâil aleyhisselâm getirir ve ekseriyâ insan şeklinde gelirdi. Sahâbe arasında, *Dıhye* isminde bir genç var idi. 


Gâyet zengin, yakışıklı, beyaz ve güzel idi. Cebrâil aleyhisselâm, çoğu kere Onun şeklinde gelirdi. Bu *Dıhye* ilk zamanlar îmâna gelmemişti. 


Sık sık *Şam*’a gider, orada ticâret yapar, çok *Para* kazanırdı. Döndüğünde, Peygamber aleyhisselâma hediyeler getirir, Efendimiz de onun hediyelerini kabûl ederdi. 


Ve kendisine; *Yâ Dıhye! Yakışıklısın, gençsin, güzelsin, zenginsin. Yazık değil mi? Öldükden sonra Cehenneme gideceksin!* derdi. 


Ve ardından; *Bir kerrecik Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah de, Cehennemden kurtul*, buyururdu. 


*Dıhye*, Efendimizi hakîkaten sever, Onu kırmak istemezdi ve *Bir düşüneyim, o da olur!* gibi, tatlı sözlerle idâre ederdi. Bir gün, yine Efendimizin yanına gelmiş ve yine bir çok *Hediye* ler getirmişti. 


O ara Efendimize dedi ki: Yâ Muhammed, yüzlerce defâ *Şam*’a gitdim, birçok papazlarla konuşdum. Dikkat etdim, papazların sözleri birbirini tutmuyor. Aynı adam, başka zamanlarda başka türlü konuşuyor. 


Ama senin hiçbir sözün, hiçbir sözünü bozmuyor. Hep *İyilik* den, hep *Fâideli* şeylerden bahsediyorsun. Ben anladım ki, sen Allahın Peygamberisin. Ben müslümân olmak istiyorum, dedi.


Ve *Kelime-i şehâdeti* getirip, müslümân oldu. 


Peygamberimiz, *Dıhye*’nin müslümân olmasına çok sevindi. Ve eshâbına; *Ey Eshâbım! Bu gece Dıhye’nin şerefine bizim evde ziyâfet var. Ziyâfete gelin!* dedi. 


Hattâ, kitaplar yazıyor ki: Peygamber aleyhisselâmın sofrasında, o gün üç türlü yemek vardı. Bir, *Et yemeği*, bir *Çorba*, bir de *Tatlı*. 


Eshâb-ı kirâmdan *Dıhye* radıyallahü anh *Şam*’dan geldiği zaman Şam şekerlerinden, hamur işi tatlılarından getirir, hazret-i *Hasana* ve hazret-i *Hüseyine* verirdi. 


Hazret-i Hasan *Dokuz* yaşında, hazret-i Hüseyin ise *Yedi* yaşında idi. Ne zaman *Dıhye* gelse, Hasan ve Hüseyin oyunu bırakıp, sevine sevine *Dıhye* ye koşarlardı. 


Bir gün Efendimiz, Eshâb-ı kirâmı ile câmide oturuyorlar, *Hasan* ve *Hüseyin* de câminin bir köşesinde, birbirleri ile güreşiyorlar, birbirlerini kovalıyorlar, oynayıp duruyorlardı. 


Efendimiz aleyhisselâm onları çok sevdiği için, hiç sesini çıkarmazdı. O sırada ansızın *Dıhye* geldi ve Peygamber aleyhisselâmın yanına oturdu. 


Hasan ile Hüseyn, uzakdan *Dıhye*’yi görünce, oyunu güreşi bırakıp, doğru *Dıhye*’nin kucağına geldiler. Biri boynuna sarılıyor, diğeri ceplerini karışdırıyor, *Acabâ bize ne getirdi?* diye. 


Hâlbuki o gelen, *Hazret-i Cebrâil* di. Ekseriyâ *Dıhye* şeklinde geliyordu. Efendimiz, torunlarının, bir meleğe karşı böyle ceplerini karışdırmasını, kucağına çıkmasını biraz *Ayıp* gördü. 


Ve dedi ki: Yâ kardeşim Cebrâil, benim Eshâbımdan *Dıhye* isimli biri vardır. O, *Şam*’dan gelince ara-sıra bana uğrar, torunlarıma da bâzen *Hediye* ler getirir.


İşte bu torunlarım, yine *Dıhye* geldi zannetdiler. Seni *Dıhye* ye benzetdiler, onun için bu hâlde bulunuyorlar. Yoksa onlar terbiyesiz, görgüsüz değillerdir, dedi. 


Cebrâil aleyhisselâm bunu işitince, üzüldü. Kendisi *Mahcup* oldu. Ve kendi kendine;


*Eyvâh, ben bu çocuklara hediye getirmedim, çocuklar benden bir şey bekliyorlar. Ben şimdi çocukların ikisine nasıl bir şey verebilirim?* diye düşündü. 


Ve elini uzatıp, Cennet bahçesinden bir salkım *Üzüm* kopardı, hazret-i *Hasana* verdi. Tekrar uzandı, Cennet bahçesinden bir *Nar* koparıp, hazret-i *Hüseyne* verdi. 


Çocuklar, üzümle narı alınca, tekrar oynadıkları yere gitdiler. O esnâda câmi kapısına biri geldi ve *Kaç gündür hastayım, açım, açlıkdan ölmek üzereyim, bana yiyecek birşey veren yok mu?* dedi. 


Çocuklar, o kişiyi görünce, derhal koşup, ellerindeki üzümü ve narı ona vereceklerdi ki, Cebrâil aleyhisselâm; *Durun! Sakın vermeyin!* diye seslendi. 


*Hâin şeytân, bu meyveleri Cennet’ten kopardığımı görünce, onları yemek için bu kılığa girdi. Hâlbuki Allahü teâlâ, Cennet ni’metlerini ona harâm etmişdir!* dedi. Şeytân da, o anda kayboldu.

Dinini bilmemek suçdur

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim kitaplarımızdan başka kitap okumayın kardeşim. Bu kitaplar size yeter. Bunları okuyan, *Âlim* olur. İçindekilerini yapan da, *Evliyâ* olur. Hem okuyun, hem de dağıtın kardeşim. Niçin böyle söylüyorum? 


Eğer dağıtmazsak *Mes’ul* oluruz. Ecdâdımız, kanla, canla, malla, islâmiyetin bize kadar gelmesi için büyük fedâkârlık gösterdiler. Eğer onlar bu fedâkârlığı göstermeselerdi, biz belki *Müslümân* olamazdık. 


Eğer biz çalışmazsak, islâmiyeti yaymazsak, bizden sonraki nesil, bizden dâvâcı olur efendim. Size kadar gelen bu emâneti, niçin bize ulaştırmadınız? diye bizden dâvâcı olurlar. 


********


Diyelim ki, bir kimse harâm işliyor, ama onun harâm olduğunu bilmiyor. Bilmeyince, bu kimse özürlü mü olur? Hayır, *Suçlu* olur. 


Bilmemek *Suç* dur. Çünkü Allahü teâlâ, kullarına; *Bilenlerden sorun, öğrenin!* buyuruyor. O ise sormuyor, öğrenmiyor. Allahü teâlânın emrini yapmıyor, onun için *Suçlu* olur. 


Bir kız yâhut bir oğlan çocuğu, anasına babasına tâbi olarak *Müslümân* dır. Ama âkıl bâliğ olunca, anaya babaya tâbi olmaklık kalmıyor. 


Dînini, kendisi öğrenecek. İbn-i Âbidîn öyle buyuruyor. Öğrenmezse ne olur? Öğrenmemek *Suç* dur. Peki, öğrenmek istiyor, ama kitap bulamıyor. 


İşte bizim *Kitaplar* var ya! Onları okuyup öğrenecek. Öğretecek adam da var, kitap da var. Çok mühim bu. Bilmiyenin *Îmânı gider* bu zamanda. 


Ne için? Çünkü Allahü teâlâ; *İslâmiyeti öğrenin!* diye emrediyor. O ise öğrenmiyor, söz dinlemiyor. Çok tehlikeli.


********


Düşman ne kadar *Kuvvetli* olursa, cihâdın *Sevâbı* da o kadar çok olur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bunu tekrar tekrar buyuruyor. Düşman *Kavî* olursa, cihâdın sevâbı kat kat *Fazla* olur. 


Arkadaşlar birbirlerine, kendi hanımından, çocuklarından ve anne ve babasından daha *Kıymetli* olmalıdır. Arkadaşlar birbirlerini gördüklerinde, büyükleri görmüş gibi olmalı. 


Böyle olmıyan, büyükleri tanıyamaz. Arkadaşları şikâyet eden, bizimle muhâtap olmasın. Âbilerin hepsi, çok *Kıymetli*, hepsi birer *Pırlanta*. Hepiniz pırlantasınız, hepiniz. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine sormuşlar: Efendim, bu zamanda evliyâ var mı? diye. Ne buyurmuş? 


*Bu gün, harâmlardan sakınan, beş vakit namâzını kılan, zamânımızın evliyâsıdır* buyurmuş. 


Öyleyse, bütün arkadaşlar *Evliyâ* dır kardeşim. Abdülhakim Efendi hazretleri, *Şaka* söz söylemez. Onlar, dâimâ *Vesîkalı* konuşurlar.

Kâfirlerle müdârâ

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerini bir sâat görebilmek için, her hafta sonu *Ankara* dan gelirdim. Bir defâsında yine bir *Kış günü*, Ankara dan gelirken asker sevkiyâtı vardı. 


Trende yer bulamadım. Yine iki vagonun arasında, demirlerin üzerinde *Ayakta* geldim. Hattâ parmaklarım *Donup* körüğe yapışmışdı. *Buzdan* kurtaramadım. 


İnsan, sevdiğinin her *Şeyini* sever. Sevdiği için, her *Şeyine* katlanır


Peygamber Efendimiz, bâzı sahâbîlerle bir evde otururken, birden sıkıntı basmış ve; *Sıkılıyorum yâ Ömer* buyurmuş. 


Hazret-i Ömer hemen; *Emret yâ Resûlallah. Ne isterseniz yapalım!* demiş. 


Efendimiz; *Şimdi bir Allah düşmanı gelecek, onu görmek, onunla konuşmak beni sıkıyor. O gelecek diye sıkılıyorum* buyurmuş. 


Biraz sonra kapı çalınıyor, bir kabîle reîsi geliyor. Peygamber Efendimiz ayağa kalkıyor, onu *Güzelce* karşılıyor, yanında *Yer* açıyor, oturtuyor, *Tatlı tatlı* konuşuyor. 


Biraz sonra, o adam kalkıp gidiyor. Peygamber Efendimiz, onu *Güler yüzle* selâmetliyor. Hazret-i Ömer soruyor: *Yâ Resûlallah, Allahın düşmanı dediğiniz, bu kişi miydi?* 


Efendimiz buyuruyor ki: *Evet, o idi*. Hazret-i Ömer merak ediyor tabii. Ve soruyor hemen:


Yâ Resûlallah, siz ona dost muâmelesi yapdınız, yer verdiniz, tatlı tatlı, neş’eli konuşdunuz ve güler yüzle selâmetlediniz, biz bunun hikmetini anlıyamadık, diyor. 


Peygamber Efendimiz şöyle îzâh ediyorlar: Bu, bir *Kabîle* reîsidir. Eğer ben onunla iyi geçinirsem, *Dost* muâmelesi yaparsam, o da bana dost muâmelesi yapar.


Müslümânlara da *Dost* muâmelesi yapar. Eğer ben ona sert söyleseydim, yer vermeseydim, kapının dibine oturtsaydım, o zaman bana *Düşman* olurdu. Bana bir şey yapamazdı. 


Ama Müslümân lardan *İntikam* alırdı. Kabîle reîsi çünkü, zengin, îtibârlı biri. Müslümânlara *Eziyet* ederdi. Müslümânlara eziyyet etmesin diye onun kalbini okşadım, buyuruyor. 


Buna, *Müdârâ* denir kardeşim. Kâfirlerle müdârâ yapacağız, çok mühim bu. *Gülerek* ve *Tatlı dille* görüşeceğiz.

İnsanların nasıl olduklarını araştırmayın

 Siz, insanların nasıl olduklarını araştırmayın. Siz sadece, kimlerle beraber, ne yazıyor, ne okuyor, ona bakın.

(Hüseyin Hilmi Işık “kuddise sirruh” hazretleri)

Mü’min rahatsız olursa

 Mü’min rahatsız olursa, hasta olursa, bir din kardeşinin evine gitsin. Onunla biraz sohbet etsin, kitap okusun, mutlaka iyileşir.

(Hüseyin Hilmi Işık “kuddise sirruh” hazretleri)

Sohbette kalbi temiz olana uyku basar

 Sohbetlerin, sözlerin hülasası hep Mektûbâtdadır. Kitap okumak, sohbetin yarısıdır.Sohbette kalbi temiz olana uyku basar.

(Hüseyin Hilmi Işık “kuddise sirruh” hazretleri)

Seyyid (evlâd-ı resulden) olmak, günah işlemeye, bid’at ehli olmaya engel değildir

 Hüseyin bin said hazretleri  Buyurdular ki:

Seyyid (evlâd-ı resulden) olmak, günah işlemeye, bid’at ehli olmaya engel değildir. Bid’at da neticede bir günahtır. Mesela İran’da siyah sarıklı olanlar seyyid olarak bilinir. Seyyid Sıbgatullah Hizanî “kuddise sirruh” hazretlerine, “Bid’at ehli seyyidlere nasıl davranalım?” diye sormuşlar. Zâtına hürmet, sıfatlarını sevmemek lâzımdır, buyurmuş (Minah). Nasıl fâsık kötü amelinden dolayı sevilmez, ama imanından ve başka iyiliklerinden dolayı sevilirse, aynen böyledir.