Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir vakitler *Şeker*, vesîka ile satılırdı. Hattâ herşey, *Ekmek* bile öyle satılırdı, *Vesîka* ile. 


İkinci Cihân harbi sırasında, bir aileye, *Vesîka* ile ayda yarım kilo *Toz şeker* verilirdi. Yalnız subaylara, *Bir kilo* verirlerdi. Ben Ankara’da o bir kilo *Toz şekeri* alırdım. 

 

İstanbul Kasımpaşa’da bir *Bakkal* vardı o zamanlar. Onunla anlaşdık. *Toz şekeri* ona verirdim, üstüne de ne kadar isterse *Para* verirdim. O da bana bir kilo *Kesme şeker* verirdi. 


*Toz* şekeri, *Kesme* şeker’e çevirirdik. Bir kilo kesme şeker aldım mı, dünyâlar bana verilmiş gibi *Sevinir*’dim. Gider, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin elini öper, *Kesme şekeri* takdîm ederdim. Efendi, buna *Sevinir*’di. 


Çünkü *Çay*’ı, kesme *Şeker*’le içerdi Mübârek. Misâfirlerine de *İkrâm* ederdi. Şimdi birileri; Efendiye çay içirmek için şeker götürmüşsün, bunları niye anlatıyorsun? Ne lüzûmu var? derse, onlara derim ki: 


*İnde zikris sâlihîn, tenzîl-ür rahme*. Yâni sâlihlerden, Evliyâlardan bahs edilen yere *Rahmet* yağar. Efendi hazretlerinden onun için *Bahs*’ediyorum ki, buraya, bu odaya *Rahmet* yağsın. 


Efendim, biz şimdi dînimize *Hizmet* ediyoruz, elhamdülillâh. Ama hizmet ediyoruz diye *Mağrûr* olmıyalım, *Gurûr*’lanmıyalım. Allah bize *Yardım* ediyor. Allah yardım etmezse yapamayız ki. 


Nerede o *Para*, nerede o *İş*. Elhamdülillâh, *Kâfirler* de bizim emrimizde çalışıyor efendim. Nasıl mı? *Gemi*’leri, *Tayyâre*’leri, *Vapur*’ları, *Tren*’leri, hep bizim kitapları taşıyor. 


Elhamdülillâh, ne büyük *Ni’met* bu. Bütün dünyâ bizim *Emr*’imizde şimdi. Bütün dünyâ bizim *Kitap*'ları yaymakda çalışıyorlar. Kim yapıyor bunları? *Allah* yapıyor bunu kardeşim. 


Allahü teâlâ, bizi *Şirin* gösteriyor onlara, *Tatlı* gösteriyor. O, *Dost*’larını şirin gösterir, tatlı gösterir *Düşman*’lara. Allah hepimizi, onların *Şer*’lerinden muhâfaza eylesin. 


Duâ ediyoruz ya namazlardan sonra. Allaha *Sığınıyor*’uz. Allahü teâlâ hepimize *İyilik*’ler versin. Allahü teâlâ hepimizi, yevm-i Cumânın *Şefâat*’ine nâil eylesi, *Bereket*’ine kavuşdursun.

Sadreddîn-i Konevî hazretleri


Sadreddîn-i Konevî hazretleri rahmetullahi aleyh Konya'ya geldiğinde, Çeşme Kapısı içindeki bir mescidde imâmlık yapmaya başladı. O günlerde kendisini kimse tanımaz ve îtibâr etmezdi. O da tanınmayı istemezdi. Bir gün Selçuklu Sultanı Alâeddîn'e, şahdan kıymetli bir mücevher hediye geldi. Sultan, kuyumcubaşısını çağırıp mücevheri süslemesini emretti. Kuyumcubaşı, cevheri alıp giderken düşürdü. Sultan Alâeddîn cevherin düştüğünü görünce, veziri Sâhib-i Atâ'yı gönderip onu aldırdı ve bir yerde muhâfaza etmesini söyledi.


Kuyumcubaşı dükkanına gelince, yolda cevherin düştüğünü anladığında korkudan rengi sarardı ve feryâd edip; "Mahvoldum." dedi. Aklı başına geldiğinde, büyük bir üzüntü içinde bu hâlini yakınındaki câmide bulunan Sadreddîn-i Konevî hazretlerine arz etmek istedi. Sadreddîn hazretleri onun hâlini öğrenince; "Ey kuyumcubaşı! Eğer sır aramızda kalır da kimseye söylemezsen, cevheri bulmamız kolay olur." buyurdu. Kuyumcu buna sevinip söz verdi. O zaman Sadreddîn-i Konevî hazretleri bir mikdâr toprak getirtip cevherin büyüklüğünü sordu. Kuyumcubaşı da; "Yumurta kadar." deyince, Sadreddîn hazretleri mübârek ağzının suyundan bir mikdâr katıp çamuru güneşte kuruttu. Çok geçmeden o toprak parçası misli bulunmayan bir cevher hâline dönüverdi. Sadreddîn hazretleri cevheri kuyumcuya verdi. Kuyumcu çok sevinip hemen onu Sultan Alâeddîn'e götürdü. Sultan cevheri görünce, hayretler içinde kaldı. Vezîri Sâhib-i Atâ'ya emredip önceki cevheri getirtti. Vezir cevheri getirip Sultanın huzûruna koydu. Kuyumcudan bu işin sırrını açıklamasını istediler. Kuyumcu çâresiz kalıp başından geçenleri tek tek Sultana anlatıp, Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin kerâmetini haber verdi. Sultan derhal hazırlanıp, Sadreddîn-i Konevî hazretlerini ziyâret için onun mescidine koştu.

Sultanın, Sadreddîn-i Konevî hazretlerini ziyâret ettiği mevsim, narların olgunlaştığı sonbahar mevsimi idi. Sadreddîn-i Konevî hazretleri ona bir tas içinde nar hediye etti ve bunları götürmesini söyledi. Sultan bu narları alıp sarayına döndü. Kaptaki narlara baktığında her birinin mücevher hâline döndüğünü gördü. Bunun bir kerâmet olduğunu anladı ve Sadreddîn-i Konevî'ye karşı sevgisi daha da fazlalaştı. Sonradan bu mücevherlerle Konya iç kalesini yaptırdığı rivâyet edilmektedir.


Allahü teâlâ şefaatlerine kavuşmamızı nasip eylesin.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hiçbir *Hizmet* yokdur ki, karşılığında *Acı* ve *Izdırap* olmasın. Bir hizmetde acı ve ızdırap ne kadar *Çok*’sa, o hizmet o kadar uzun *Ömür*’lü olur. 


Meselâ Peygamber aleyhisselâm, gelmiş ve gelecek bütün insanların çekdiği *Acı* ve *Izdırap*’dan en büyüğünü çekdi. Nitekim kendisi;


*Benim çekdiğimi, peygamberler dâhil, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlar dâhil, hiç biri çekmedi*, buyurmuşdur. 


Eğer bir yerde Allahü teâlânın dînine *Hizmet* varsa, her mü’minin bu hizmete *İştirak* etmesi *Farz*’dır kardeşim. 


*Farz*, yâni *Allahın Emr*’i. Ve bu farz, *Üç* şekilde îfâ edilir. Birincisi, *Fiilen* iştirak eder. İkincisi, *Mâlen* iştirak eder. 


Yâni kendisi yapamasa da, mâlen *Destek* verir. Üçüncüsü de *Duâ* eder. *Yâ Rabbî ben yapamıyorum, sen bunlara yardım et!* der. Yine *Cihâd* sevâbı alır. 


Bu zamanda *Namaz* kılmak, alâmet-i *İslâm* olmuşdur. Yâni namaz, *Mü’min* ile *Kâfir*’i ayıran bir *Fark* hâline gelmişdir, *Alâmet* olmuşdur. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri de, zaman zaman; *Bir vakit namâzım kazâya kalacağına, bin kere ölmeyi tercîh ederim*, buyururdu Mübârek. Namaz o kadar mühim kardeşim. 


Elhamdülillah, *Kitap*’larımız dağılıyor kardeşim. Bu, çok büyük bir *Hizmet*. Siz yapıyorsunuz bu hizmeti. Bu hizmeti yapanlar, Peygamberlik *Vazîfe*’sine tâlip olmuşlardır. Hattâ Onun *Vâris*’i olmuşlardır. 


Çok kıymetli hizmet çünkü, çok mübârek hizmet. Bir ni’met ne kadar *Kıymet*’li ise, onun düşmanı da o kadar *Kavî* olur. Kimdir o düşman? İnsanın *Kendi*’si, yâni *Nefs*’i.

Hasan-el Benna

Hasan Benna, *Seyyid Kutb'un* da üye olduğu, Mısır’daki *İhvan-ül-müslimin yani Müslüman kardeşler* örgütünün *kurucusudur*. 


*Mevdudi*, 1927’de yazdığı *İslam’da Cihad* kitabında, ihtilal yani *devlete isyan fikirlerini* yayıyordu. 


*Arapçaya tercüme edilince, Hasan el-Benna’nın düşüncelerine tesir ederek* Mısır’da *devlete karşı gelmesine* ve *öldürülmesine* sebep oldu. 


*Mevdudi’nin ilmi yetersizliği, [siyaset ilminin noksan olması, fitne çıkmasına sebep olmuş ve] böyle sayısız müslümanları, maddi ve manevi ölüme sürüklemiştir.* (F. Bilgiler)


Din ve toplum üzerinde araştırmalar yapan Fransız Prof. Jacques Rollet diyor ki:

*İslamiyet’te şiddet yoktur. Teröristler, İbni Teymiyye’nin fikirlerini referans alıp, yörüngelerini buna göre çizen Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Mevdudi gibilerin fikirlerini pratiğe dökmüşler ve bugünkü radikal gruplar oluşmuştur.* (28.9.2001 tarihli gazeteler)

Hâlid Bin Sa'id Bin Âs

Hâlid Bin Sa'id Bin Âs

İlk Müslüman olan sâhabilerden.


Resûlullah efendimiz, İslâmiyeti gizli olarak açıklamaya yeni başlamıştı. Daha birkaç kişi Müslüman olmuştu. Bu sırada Hâlid bin Sa'îd bir rü'yâ gördü. Rü'yâsında, Cehennemin kenarında dururken, babası gelip, kendisini oraya itip düşürmek istedi. Tam o sırada, Peygamberimiz belinden yakalayıp, Cehennemin içine düşmekten koruduğunu gördü.


Feryât ederek uyandı. Kendi kendine dedi ki:

- Vallahi bu rü'yâ gerçektir.


Hakkında hayırlı olsun

Dışarı çıkınca Hazret-i Ebû Bekir ile karşılaştı. O'na rü'yâsını anlattı. Hazret-i Ebû Bekir ona dedi ki:

- Hakkında hayırlı olsun! Bu kimse, Allahü teâlânın peygamberidir. Hemen git, O'na tâbi ol! Sen, O'na tâbi olacak, İslâm dînine girecek ve O'nunla birlikte bulunacaksın. O da seni, rü'yâda gördüğün üzere Cehenneme girmekten koruyacaktır. Baban ise Cehennemde kalacaktır!


Hâlid bin Sa'îd, rü'yâsının etkisinden kurtulamamıştı. Vakit kaybetmeden hemen, Ecyâd denilen yerde bulunan Peygamber efendimizin yanına gitti. Onun huzuruna varıp dedi ki:

- Yâ Muhammed! Sen, insanları neye da'vet ediyorsun?


Peygamberimiz cevâben şöyle buyurdu:

- Ben, insanı, eşi ve benzeri olmayan tek Allaha ve benim de O'nun kulu ve peygamberi olduğuma inanmaya ve işitmeyen, görmeyen, hiçbir zarar ve fayda vermeyen, kendisine tapınanları da, tapınmayanları da bilinmeyen birtakım taş parçalarına tapınmaktan vazgeçmeye da'vet ediyorum.


Bunun üzerine, Hâlid bin Sa'îd hemen, "Ben de şehâdet ederim ki, Allah'tan başka tapılacak ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Sen Allahü teâlânın peygamberisin!" diyerek Müslüman oldu.


Onun Müslüman olması Peygamberimizi çok sevindirdi. Hanımı Ümeyye'ye de gelip İslâmiyeti anlattı. O da hemen severek Müslüman oldu.


Hazret-i Hâlid bin Sa'îd, kardeşlerinin de Müslüman olmaları için da'vette bulundu. Kardeşi Amr bin Sa'îd de, Müslüman olmuştu.


Rızkımı ihsân eder

Şiddetli bir İslâm düşmanı olan babası Ebû Uhayha, Hâlid bin Sa'îd'in Müslüman olduğunu öğrenip, Mekke'nin tenhâ bir yerinde namaz kıldığını haber alınca, çocuklarından Müslüman olmayanları gönderip onu huzuruna getirtti. Ona yeni girdiği dinden ayrılmasını söyledi. Azarlayıp dövmeye başladı. Sonra dedi ki:

- Sen Muhammed'e mi tâbi oldun? Halbuki sen, Onun kavmine aykırı hareket ettiğini ve getirdiği şeyle onların putlarını ve geçmiş atalarını ayıpladığını görüyorsun!


Hâlid bin Sa'îd de dedi ki:

- Allaha yemîn ederim ki, Muhammed aleyhisselâm doğru söylüyor. Ona tâbi oldum. Ölürüm de onun dîninden dönmem!


Bunun üzerine babası Ebû Uhayha'nın kızgınlığı daha çok arttı. Sopa, başında kırılıncaya kadar vurdu ve sonra bağırdı:

- Ey zelîl yaramaz oğlum! İstediğin yere git! Yemîn olsun ki, sana ekmek vermeyeceğim!


Hazret-i Hâlid cevap verdi:

- Sen benim nafakamı kesersen, Allahü teâlâ da, elbette bana geçineceğim rızkımı ihsân eder.


Bunun üzerine, babası, Hazret-i Hâlid'i evinden çıkarttı ve diğer çocuklarına da dedi ki:

- Eğer sizden biriniz, onunla konuşacak olursa, ona yapmadığım şeyi yaparım.


Sonra, Hazret-i Hâlid'i tutup evinin mahzenine hapsettirdi. Üç gün onu Mekke'nin sıcağında aç ve susuz bıraktırdı. Hazret-i Hâlid bin Sa'îd bir kolayını bulup, babasının elinden kurtuldu. Mekke'nin kenarında bir yerde gizlendi. Peygamberimizin yanından ayrılmadı.


Ey Allahım, onu kaldırma!

Mekkeli müşriklerin, Müslümanlara zulüm ve işkenceleri her gün artıyordu. Bitmek, tükenmek bilmeyen bu eziyetleri, dayanılmaz hâle gelince, Resûlullah efendimiz, Müslümanların Habeşistan'a hicret etmelerine izin verdi. Orada rahat edebileceklerdi.


Hâlid bin Sa'îd hanımı ile birlikte hicrete çıkacakları sırada, babası çok hastalandı. Yatağa düştü. Bu hâlinde bile, "Bu hastalığımdan kurtulup ayağa kalkarsam, Mekke'de bir tek kimse putlardan başkasına ibâdet edemiyecektir" diyordu.


Hazret-i Hâlid, babasının, hak dîne olan bu düşmanlığının sona ermesi için, "Ey Allahım! Onu yataktan kaldırma!" diye duâ etti. Nitekim bu hastalıktan ayağa kalkamadan öldü.


Habeşistan'a hicret için, ilk olarak Mekke'den çıkan Hâlid bin Sa'îd ve hanımı oldu. Kendisi ile beraber Kureyşli Müslümanlardan bir grup da Habeşistan'a hareket etti. On seneden fazla orada kaldı. Oğlu Sa'îd ve kızı Ümmü Hâlid orada doğup büyüdü.


Hâlid bin Sa'îd, kardeşi Amr bin Sa'îd ve Hazret-i Ca'fer bin Ebî Tâlib ile beraber, Habeşistan'dan Resûlullahın yanına Medîne'ye geldi. Hicretin altıncı yılına rastlayan bu dönüşte, Hayber'in fethi gerçekleşmişti. Ganimetlerinden bir hisse de Hazret-i Hâlid'e ayrıldı.


Bundan sonra Hâlid bin Sa'îd önce Umretül-kazâya, sonra sırası ile Mekke'nin fethine, Huneyn harbine, Tâif ve Tebük seferlerine ve bunların yanında, ba'zı küçük seriyyelere iştirak etti. Fakat Bedir ve Uhud harblerine katılmadığı için çok üzgündü. Bu üzüntüsünü, bir ara Resûlullah efendimize açıkladığında, Peygamberimiz ona:

- Üzülecek bir durum yok! Başkaları bir hicret etti. Fakat siz, iki hicrete katılmış oldunuz, buyurarak, gönlünü aldı.


Vahiy kâtipliği yaptı

Hazret-i Hâlid bin Sa'îd, ilk Müslümanlardan olmak şerefinin yanında, Resûlullahın kâtiplik hizmetini de yapmıştır. Kızı Ümmü Hâlid de, Hazret-i Hadice, Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ali ve Hazret-i Zeyd bin Hârise ve Sa'd bin Ebî Vakkâs'tan sonra altıncı Müslüman olduğunu bildirmektedir.


Hazret-i Hâlid bin Sa'îd, Medîne-i münevvereye döndükten sonra, Resûl-i ekrem efendimiz yazışma ve mektuplaşma işlerini ona verdi. Eshâb-ı kirâmın içinde okuma-yazma bilenlerden biriydi. Mekke'de iken de bu işleri, o yürütürdü. O, yazılacak çeşitli mektupları yazar, gönderir ve yabancılarla yapılan görüşmeleri kaydeder ve buna benzer her türlü işleri yerine getirirdi. Resûlullahın özel kalem müdürü vazifesini îfa ediyordu.


Hicretin dokuzuncu senesinde Tâif'te oturan Benî Sakif'ten gelen heyetle, Resûlullah efendimiz arasındaki yazışma işlerini ve sulh antlaşmasını Hâlid bin Sa'îd kaleme almıştı.


Hazret-i Hâlid’in Müslümanlığı kabûlünden ve Habeşistan’dan Medîne’ye gelerek orada ikâmetinden sonra, onu zekât memûru, sonra da vâli olarak tâyin etti.


Vâlilik yaptı

Hazret-i Hâlid Yemen’deki görevine, Resûlullahın vefâtına kadar devam etti. Hazret-i Ebû Bekir’in halîfeliğinin ilk yıllarında, İslâmiyetten ayrılan ve “Namaz kılarız, fakat zekât vermeyiz” diyenlerle yapılan muhârebelere katılarak mürtedlerin, bozguncuların bastırılmasında vazîfe aldı.


Bu temizlik harekâtı tamamlandıktan sonra, İslâm ordusu şam taraflarına sevkedildi. Bizans ile Yermük’te çetin savaşlar yapıldı. 46.000 kişilik İslâm ordusunun karşısında 240.000 kişilik Rum ordusu vardı. 100.000 düşman askeri öldürüldü. 3.000 Müslüman şehit oldu.


Bu arada halîfe, Hazret-i Hâlid bin Sa’îd’e, ordunun bir kısmının kumandanlığını verdi. Askerlerin harbe hazırlanması ve ihtiyaçlarının giderilmesi ona âitti. Hazret-i Hâlid, yardımcı kuvvetlerin kumandanı olarak Filistin’de Remle şehrine yakın Ecnadeyn taraflarına gönderildi.


Yolda, askerleri arasında ba’zı ihtilaflar başgösterdi. Tam bu sırada, Bizans kumandanı Mahân da, ordusu ile Hazret-i Hâlid’e karşı taarruza geçti. Hâlid bu taarruzu geri püskürttü ve yardım istedi. İslâm ordusunun tamamı seferberlik hâlinde olduğundan, Hazret-i İkrime ve Hâlid bin Velîd derhal Hazret-i Hâlid’e yardıma geldiler.


Bizans ordusu üzerine tekrar hücum edildi ve Şam’a kadar sürüldü.Şam ile Vakusa arasında ordusunu düzenleyen Bizans kumandanı Mahân, Hazret-i Hâlid bin Sa’îd kumandasındaki İslâm ordusu üzerine tekrar saldırdı. Yapılan savaşta, Hazret-i Hâlid’in oğlu Sa’îd bin Hâlid şehit oldu.


Tam bu sırada İkrime bin Ebû Cehil’in kuvvetleri yardıma geldi. Bizans komutanı Mahân kaçtı. Hâlid bin Sa’îd, ordusunu Zü’l-Merre’ye getirerek orada konakladılar. Ayrıca durumu, Medîne’de bulunan halîfeye bildirdi.


İslâm ordusu ile Bizans Rum ordusu arasında şiddetli çarpışmalar oldu. Bu muhârebelerde Müslüman kadınlar da harp etti. Başkumandan Hazret-i Hâlid bin Velîd ile bir kolun komutanı Hazret-i İkrime’nin şaşılacak kahramanlıkları görüldü. Hazret-i Hâlid bin Sa’îd de, büyük bir cesâret örneği göstererek kahramanca dövüştü. Ordunun diğer askerleri, onun bu hâlini görünce, kendilerine bir canlılık ve cesâret geldi.


Hanımı da cihâd etti

Şam şehrinin alınmasında ve Fihl muhârebesinde canını ortaya koyarak kahramanca çarpışan Hazret-i Hâlid bin Sa’îd, 635 yılında İslâm orduları ile birlikte Merc-i Safer denilen yere geldi. Ertesi gün, düşman üzerine saldırıya geçildi. Hâlid bin Sa’îd hemen ön saflara geçerek dövüşmeye başladı. Düşman askerinden biri, kendisi ile yeke yek dövüşecek bir er istedi.


Hâlid hemen oraya çıkıp vuruşmaya başladı. Burada kendisi şehit oldu. Kocasının şehit edildiğini gören bir günlük evli hanımı Ümmü Hakîm, hiç feryât ve figân etmiyerek, eline aldığı bir kılıçla düşman üzerine yürüdü. Kahramanca vuruşmaya başladı. Onun bu hâlini gören İslâm askerleri büyük bir şevk ve arzu ile saldırıya geçtiler. Bizanslıları kılıçtan geçirmeye başladılar. Bu arada Ümmü Hakîm de bir kâfir askerini öldürmüştü.

İnsanlar neden huzursuz?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu gün insanların çoğu *Huzûr*’suz, neden acabâ? *Günâhkâr* olduğu için, *Günâh* işlemekden kalpler kararmış, sıkıntı basıyor. Hâlbuki *İlâç* belli. Nedir o?


O da, *Tövbe* etmek ve günahdan *Uzak* durmak. İlâcı bu, ama biraz *Acı*, insanlar da acı *İlâç* istemiyor, nefse karşı gelemiyor, *Sıkıntı*’dan da kurtulamıyorlar. 


Bizim arkadaşlar gitmişler, *Beşiktaş*’ta bir *Kur’ân* kursuna, *Kitap* hediye etmeye. Kaç talebesi varmış biliyor musunuz? *Bin*. Bin talebesi varmış kursun. 


*Bin tâne kitap hediye etdik, hocalarına da ayırdık!* demişler. Onlara da ayrıca hediye etmişler. Bunu işitince sevincimden kendimden geçdim kardeşim. Ne büyük *Ni’met* yâ Rabbî! 

● ● ● 

Allahü teâlâ *Rahîm*’dir, kullarına dâima *Merhamet*’lidir. Ama O’nun *Şedîd-ül ikâb* ismi de var. Yâni çok da şiddetli *Azâb*’ı vardır. Ama o şiddetli azap, *Küfr*’e karşılıkdır. 


Onun *Rahmeti* öyle değil ki. Rahmet sebebsiz yağıyor. Onun için, azâba mâruz kalmamak için *Îmân* ve *İtâat* edeceğiz kardeşim. İtâat etdin mi, korkma. 


*Ne gelirse yahşîdir!* diyor Ahmed Yesevî hazretleri. Her ne gelirse yahşîdir. Yâni her ne ki O’ndan geliyorsa, o *İyi*’dir ve *Kıymetli*’dir. 


*Mâ esâbeke min hasenetin fe minallah*. Yâni size her ne *İyilik* gelirse, her ne *Seâdet* gelirse, hep *Allah*’dandır. 


*Ve mâ esâbeke min seyyietin!* Size her ne kötülük gelirse, *Fe min nefsik!* Bu da nefsinizdendir, kendinizdendir. 


Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: Size gelen her *İyilik*, Allahü teâlâdandır, hem de *Sebebsiz*’dir, yâni karşılık olarak değildir. Ama size gelen her *Seyyie* yâni kötülük, kendinizdendir. 


Âyet-i kerîmede Allahü teâlâ; *Ve küllün min indillah!* buyuruyor. Yâni size her ne iyilik gelirse, her ne seâdet gelirse, hepsi *Allah*’dandır. 


*Hayrihî ve şerrihî!* Yâni *Hayr* da Allahdandır, *Şer* de Allahdandır. Hani şer, yâni kötülük *Nefs*’dendi? 


Evet, sebep olarak, yâni sebep olmak îtibâriyle *Nefs*’dendir. Ama yaratmak îtibâriyle *Allah*’dandır. Kötülükler de *Allah*’dandır. O *İrâde* eder, O *Yaratır*.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İslâmiyeti* anlatmak demek, *Peygamber* efendimizi anlatmak demekdir. Bir *Kâfir* müslümân olsa, ilk yapacağı şey, Efendimizin *Hayât*’ını öğrenmekdir. 


İnsan *Ne ile* meşgul ise, *Alın yazısı* odur. Herkes, alın yazısının iktizâsını yerine getirir. 


Dünyâdan çok mektup geliyor kardeşim, hepsi de bizim kitaplara hayrân. *Allah râzı olsun, sizin kitaplar gibi kitap, bugün yeryüzünde yok!* diyorlar. *Yok… yok… yok!...* 


Dünyâda *Kitap* yok kardeşim. Ne Hindistân’da, ne Afrika’da. Elhamdülillah, dünyânın her yerinden *Mektup*’lar yağıyor bize. *Şerîf bey* bir rapor yazmış. 


*Son aylarda dünyâdan gelen mektuplar, kitap sipârişleri çok artdı efendim, başa çıkamıyoruz!* diyor. Ne güzel, ne güzel. Çok sevindim bu habere. 


Her mektupda en çok neye seviniyorum biliyor musunuz? *Gönderdiğiniz kitapları aldık!* diyorlar. Buna çok seviniyorum kardeşim. 


Ürdün’e de, Afrika’ya da, Amerika’ya da Filipinler’e de, her nereye göndersek, *Gönderdiğiniz kitapları aldık!* diye cevap geliyor. Çok seviniyorum. 


Bizim kitaplarımız, *Bizim* değil ki. Peki kimin? Bizim kitaplarımız, o *Büyük*’lerin kitaplarıdır. 


Kimimiz *Tercüme* etdik, kimimiz *Basdırdık*, kimimiz *Para* yardımı yapdık, kimimiz de *Sırtlayıp*, câmi câmi dolaşıp dağıtıyoruz. 


Birbirimizden üstünlüğümüz yok! Üstünlük, *İhlâs*’dadır. Yâni Allah için yapılan iş, *Makbûl*’dür. Dünyâ için yapılanlar *Mel’ûn*’dur, ancak Allah için yapılanlar *Kıymetli* dir.

● ● ● 

Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin huzûrunda *Çay* içerdik. Bana; *Hilmi! çay koy!* buyururlardı. Ben kalkardım, semâverden doldururdum. *Bir Şeker*’le, bir *Bardak* içerdi Mübârek. 


*Çok lezzetli olmuş, bir daha koy!* buyururlardı, tekrar koyardım. İki üç kere içerler, sonuncu bardağı yarıya geldi miydi, *Tamaaam, al bunu da sen iç!* buyururdu. 


Bana verirdi. Efendi’den kalan çayı içerdim. Ne güzel günlerdi yâ Rabbî!. Şimdi de o niyetle içiyorum kardeşim, *Tatlı* geliyor, *Lezzetli* oluyor çay.

Destîna Hâtun

Destîna Hâtun, Konya’da yetişen evliyâ hanımlardandır. Mevleviye tarîkatının büyüklerinden. On yedinci yüzyılda yaşadı. Babası, Mevleviye tarîkatının ileri gelenlerinden Şeyh Muhammed’dir. Doğum târihi belli değildir...MESNEVÎ’Yİ ÇOK OKURDU...

Destîna Hâtun Babasından; tefsîr, hadîs ve medreselerde okutulan bütün ilimleri öğrendi ve Mesnevî’yi incelikleri ile okudu. Dünyâ süsüne ve lezzetlerine kıymet vermezdi. Zamânının büyük bir kısmını, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin türbesinde sâlihâ hanımlar için yapılan bölümde ibâdet, zikir ve murâkabe ile geçirirdi. Hanımlara sohbet eder, Mesnevi okurdu. Mesnevi’den anlattıklarından bazıları:

*Kim seviyorsa, bil ki seviliyordur.

*Her ağlamanın sonu gülmektir.

*Akarsu neredeyse orası yeşerir. Gözyaşı varsa rahmet gelecektir.

*Gam görünce istiğfar et. Çünkü gam Yaratıcı’nın emri ile tesir eder. Allah dilerse bizzat gam ve sıkıntı sana neşe bile olabilir.

* Fakirlik korkusu insanları hırs ve emele lokma yapmıştır. Ayaklarının altına al ki yüzüp gidesin.

*Âlem cesettir. İlim can.

*İçi kötü olanın aybını deri örter. İçi iyi olanın aybını gayb âlemi örter.

*Kalemin su, kağıdın rüzgâr ise ne yazarsan yaz kıymeti yoktur.

*Manâsız söz; suya yazılan yazıdır.

*Kaza gelince bilgi ve tedbir uykuya yatar.

*Zalimin zulmü karanlık kuyudur. Sonunda içinde boğulur.

*İnsanlardan gördüğün zulümler senin huyundur. Sen kendi huyunu onların aynasında seyredersin.

*Ey gam ateşine dalan! Ateşe azar azar nur serp de nur olsun.

*Dünya; dedikodu, tartışma ve bahis kuyusudur. Bu kuyuya düşersen sağlam çıkamazsın.

*Üstünlükler ve durumların değişmesini Hak’tan bil.

*Ok gibi doğru olursan, hiçbir yay seni tutamaz. Hakça ol ki, nefis yayından hakikâte fırla.

*Halk arasında meşhur olmak, sırlara ermeye engeldir. Şöhretten kurtulmaya bak.

*Kâmil insan toprak tutsa altın olur, eksik insan altın tutsa toprak olur.

*Ağızdan bir kere çıkan söz; yaydan çıkan ok gibidir.

“YAKINDA ONA KURBAN OLURUZ”

Destîna Hâtun’un bedeni zayıf idi. Bir kerre yanına gelenler bir tek post üzerine oturduğunu ve üzerinde eski bir elbise olduğunu gördüler. “Bedeninizi rahat tutacak birkaç elbise ile birkaç yaygı alsak” dediklerinde; “Biz postu, Allahü teâlânın yolunda ayağımızın altına koyduk. Üstelik bu, Allah yolunda kurban olan koyunun postudur. Biz de yakında ona kurban oluruz” buyurdu ve kısa bir zaman sonra da vefat etti..

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ne kadar *Şükr*’etsek az kardeşim. Yetmişüç fırka içinde, kurtulacak olan bir *Fırka* var, o da, *Ehl-i sünnet vel cemâat* fırkası. Allahü teâlâ, bize nasîb etdi elhamdülillah. 


Bu *Fırka*’da olanlar, Allahın izniyle doğrudan *Cennet*’e gidecek. Bu fırkanın mensûbu olmak, ne büyük *Seâdet* yâ Rabbî. 


Evvelâ, bizi bu *Cihâd*’a sürükliyen kuvvetli *Îmân*’ımıza şükredeceğiz kardeşim. Îmâna nasıl şükredilir? *Kad Semi’a* Mücâdele sûresinin son âyetinde, Allahü teâlâ; 


*Ey Mü’minler! Ey îmânla şereflenenler! Bu ni’metin şükrünü îfâ edebilmeniz için, birbirinizi seviniz!* buyuruyor. 


Hattâ, *Ananızdan, babanızdan, kardeşinizden daha çok seviniz!* buyuruyor Allahü teâlâ. 


Hele onlar da bu *Yol*’da iseler, elbette onları da böyle *Çok* seveceğiz. Bizi, bu cihâda sürükliyen *Îmân* ni’metinin şükrünü îfâ etmek için, *Hubbu fillah* ile şerefleneceğiz. 


Rabbimizin *Lutf-ü inâyet*’i, yardımı, bizlere Seyyid *Abdülhakîm Efendi*’den geliyor kardeşim. Bütün dünyâya *Hidâyet* ve *Nûr*, Peygamber Efendimizden geldi. 


Şimdi de, Peygamber aleyhisselâmın *Vâris*’leri ile geliyor. Yâni Seyyid *Abdülhakîm Arvâsî* hazretleriyle geliyor. Ben, Onun her kelimesine *Hayrân* idim. Ağzının içine bakardım.


Kalbimden; *Anlatsa da dinlesem!* derdim. Sabahleyin giderdim, sabah namâzında, tâ *Akşam*’a kadar, *Yatsı*’ya kadar, hattâ *Gece yarısı*’na kadar kalırdım orada. 


Artık yatacaklar. O saatde vâsıta da yok. Ne *Vapur* var, ne *Otobüs* var. Mecbûren *Eyüp*’den *Fâtih*’e kadar yürürdüm efendim. 


Bâzen *Kar* yağardı, *Kar*’da *Kış*’da yürürdüm. Mezarlığın içinden geçerdim tek başıma. *Elhamdülillah hâzâ min fadl-ı Rabbî*. 


Velhâsıl Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine, sabah namâzı vaktinde giderdim. Tâ *Gece yarısı*’na kadar kalırdım orada. Efendi hazretleri hiç kimseye; *Kalkın gidin!* demezdi.

Beni Rabbimize hibe edin

 Beni Rabbimize hibe edin

Ahmed bin Yahya el Cela hazretleri “rahmetullahi aleyh”, henüz çocuk iken dinine düşkündü.


Nitekim çocuk yaşında, bir gün;

- Beni, Rabbimize hibe edin ki, her an Onun emrine çalışayım, diye rica etti anne babasına.


Onlar da memnun olup;

- Pekâlâ verdik, dediler.


Çok sevinip çıktı evden.

İlim öğrenmeye gidiyordu.

Bir müddet sonra bir gece vakti tekrar eve gelip çaldı kapıyı.


Babası içerden;

- Kimsin? diye seslendi.


Küçük Ahmed,

- Benim babacığım, dedi. Oğlunuz Ahmed.


Babası;

- Ben oğlumu Rabbime hibe etmiştim, deyip açmadı kapıyı.


Hatta kilitledi içerden.

Ahmed, içeri giremeyince geri döndü.

Doğruca Medine'ye gidip, Ravda-i mübareki ziyaret etti.


Ve Ravda’ya karşı;

- Yâ Resulallah! Eğer kabul edersen, bu gece sana misafir olmak istiyorum, dedi.


Ravda’dan;

- Kabul ettim! sesi duyuldu.


O gece orada kaldı ve rüyada, Resulullahı “aleyhisselam” görmekle şereflendi.


Efendimiz “aleyhisselam” kendisine bir ekmek verdiler.

Rüyada yemeye başladı.


Yarısını yiyince uyandı.

Ekmeğin kalan yarısını elinde gördü.


Başarı nedir?


Bu zat bir gün;

- Asıl başarı, ahirette faydası olan şeylerdir, buyurdu.


- Başarıya engel nedir efendim? dediler.

- Kendisidir, buyurdu. Nefsine uyan, hiçbir işte başarılı olamaz.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *Büyük*’lerin arzûsunu, isteğini, Allahü teâlâ *Geri* çevirmez efendim. Meselâ Efendi hazretleri buyurdular ki: *Yabancı dil bilseydim, çok faydalı olurdum*. 


İşte efendim, kaç tâne *Yabancı Dil*’de kitaplarımız basıldı. *Otuz*’dan fazla lisânda kitaplarımız, Efendi hazretlerinin bu *Arzû*’su ile teşekkül etdi. 


Onun bu *İsteği* ile tecellî etdi ve dünyânın her tarafına *Yayılıyor*. Her yerde, Efendi hazretlerinin *Rûhâniyeti* ile birlikde okunuyor, seviliyor, elhamdülillah. 


*Yabancı dil bilseydim, çok faydalı olurdum*. Kim buyuruyor bunu? Efendi hazretleri gibi bir *Allah dostu*. Cenâb-ı Hak, onun bu arzûsunu *Geri* çevirir mi efendim? 


*Eshâb-ı kirâm* efendilerimiz, Peygamber aleyhisselâma en çok *Tâbi* olan kimselerdir. Bizim inandıklarımıza, onlar bizzât *Şâhit* oldular, *Gördü*’ler çünkü. 


*Cebrâil* aleyhisselâmı gördüler, *Melek*’leri gördüler, hazret-i *Peygamber*’i gördüler. 

● ● ● 

Size iki emânet bırakıyorum. Bu emânetlerin bir tânesi *Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye*’dir. Çünkü onda, *İlim*, *Amel* ve *İhlâs* çok güzel anlatılıyor. 


İlim, amel ve ihlâs elde etmek istiyen, *İlmihâl*’i elinden düşürmesin. Her vesîleyle bir *Satır*, bir *Sayfa* okursa, hem *İlm*’i artar, hem *Amel*’i artar, hem de *İhlâs*’ı artar. 


İkinci emânet, *Enver âbi*’dir. Enver'in neden muvaffak olduğunun sebeplerini size anlatayım. *Enver*'de üç *Haslet* var, bu üç haslet onu *Muvaffak* ediyor. 


Birincisi, bugüne kadar *Berâber* olduk, yakînen tanıyorum, hiçbir zaman, hiçbir arkadaşı bana *Kötülemedi*. Hiçbir zaman kalbine, bir arkadaşa karşı *Kötülük* duygusu gelmedi. 


Onun *Hücre*’lerinde kötülük duygusu *Yok*. Zâten kötülük yapamaz, hattâ onda kötülük *Düşünce*’si bile yok. Onca *İftirâ*’ya uğramasına rağmen, kimseyi bana kütülemedi. 


İkincisi, onda anlatılamaz bir *Sabır* var. Hattâ bizden daha sabırlıdır. *Kızmak* yok, *Telâş* yok. Hadîs-i şerîfde buyruluyor ki; *Sabretmek, ferahlamanın anahtarıdır!* 


*Enver*'in muvaffakiyetinin üçüncü sebebi de şudur: Bir zamanlar savaş âleti *Ok* idi. Ondan sonra *Kılınç*’lar çıkdı. Daha sonra *Tüfek*’ler, *Tabanca*’lar ve *Top*’lar çıkdı. *Atom bombası* yapıldı. 


Ama şimdi atom bombasının yerini alan yeni bir silâh var. O da, *Tatlı dil* ve *Güler yüz*. Buna diplomasi derler. İşte *Enver*, tatlı dili ve güler yüzüyle, hizmetlerimizi bu *Nokta*’ya getirdi. 


Enver âbi, *Kuleli*'den benim *Talebem*’dir. Talebelerimin içinde en çok *Onu* beğenirdim. Onun için, onu kendime *Dâmâd* seçdim. Bütün bu müesseseleri *Ben* kurdum kardeşim.

Süleymaniye Camisinin yapımına sebep olan rüya

Mübarek bir gecede, Kanunî Sultan Süleyman, rüyasında Peygamber  Efendimiz  Sallallahü Aleyhi ve Sellemi gördü. Sultan Süleyman, Peygamber Efendimizi Sallallahü Aleyhi ve Sellemi takip ederek, bugün Süleymaniye’nin inşa edilmiş olduğu yaklaşık yetmiş dönümlük arazinin bulunduğu çok güzel manzaralı tepeye geldiler. Bu tepe, hem Haliç’i hem de Boğaziçi’ni mükemmel bir açıdan görür.

Peygamber Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem, Sultan Süleyman’a; “Mihrabı buraya, minberi buraya olsun” dedi.

Kanunî Sultan Süleyman mübarek rüyadan uyandı ve şükürler etti. Mimar Sinan’ı çağırttı. Hiçbir açıklama yapmadan büyük bir heyecan ile rüyada gördüğü yere götürdü. “Buraya bir cami bir de külliye yapacağız.” diye sözlerine başladığında, Mimar Sinan söze karıştı. “Sultanım, mihrabı burada, minberi burada olsun…”dedi. Sultan Süleyman şaşırdı: “ Sinan sen bu işten haberli gibisin.” dedi. Mimar Sinan cevap verdi: “ Sultanım dünkü rüyanızda ben de bir adım gerinizden geliyordum…”

Günâhdan sonra hemen tevbe etmek farzdır

 Günâhdan sonra hemen tevbe etmek farzdır. Tevbeyi gecikdirmek de, bu günâhı işlemekden dahâ büyük günâhdır. Bu günâh, her gün bir misli artar. Bunun için de ayrıca tevbe etmek lâzımdır. Bir günâhın tevbesi yapılınca, bunun tevbesini gecikdirme günâhlarının hepsi afv olur. Farzı yapmamanın tevbesi, ancak kazâ etmekle sahîh olur. Her günâhın afvı için, kalb ile tevbe etmek ve dil ile istigfâr etmek ve beden ile kazâ etmek lâzımdır. Yüz kerre tesbîh etmek, ya’nî (Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil’azîm) demek ve sadaka vermek ve bir gün oruc tutmak, çok iyi olur.

Mızraklı İlmihal

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Bir mü’minin artığını yiyenin, bütün günâhlarını, Allahü teâlâ afvediyor*. Hadîs-i şerîf bu. Bir mü’min, bir mü’minin *Artığı*’nı yese, bütün günahları *Afv*’olur. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin sohbetinde *Çay* içilirdi. Ben *Hizmet* ederdim. Efendi hazretleri bana; *Çay koy!* buyururdu. Ben de *Semâver*’den koyar verirdim. 


Efendi hazretlerinin çayı, *Normal* koyulukda ve bir *Şeker*’di. Normal çay ve bir şeker. Yanında bizim kayınpeder *Ziyâ bey* otururdu. O, *Açık* içerdi, ama üç *Şeker* koyardı. 


Efendi hazretlerinin diğer tarafına *Hâlid bey* otururdu. O, *Koyu* içerdi, simsiyah ve bir *Şeker* koyardı. Onları ben bilirdim, öyle koyardım. 


Ben kendime, iki *Şeker* koyardım. Çünkü Efendi hazretleri; *İbâdetde uymak şartdır, ama âdetde uymak şart değildir!* buyururlardı. 


Sonra Efendi hazretleri üç *Bardak* içerdi. Ama üçüncüsünü *Yarı*’ya kadar içer, kalan yarısını bana uzatır; *Al, bunu da sen iç!* derdi. Önce sebebini bilmezdim. Sonra anladım.


Efendi hazretlerinin o çay *Artığı*, insanın vücûdundan ziyâde, *Kalb*’ine şifâ veriyor. Ne yapıyor? Kalbi *Tasfiye* ediyor? Ne demek tasfiye? Yâni *Boşaltıyor*. 


Kalbi, *Dünyâ* sevgisinden boşaltıyor. Kalp boşalınca, bu defâ *Allah* sevgisi kendiliğinden gelip *Kalb*’e giriyor. Tasavvufda buna, *Tasfiye* ve *Tesviye* deniyor. 


Mü’minin *Nazarı* da şifâdır, *Sîmâsı* da şifâdır kardeşim. 


Zamânımızın en büyük *Cihâd*’ı, ehl-i sünnet kitaplarını *Dağıtmak*’dır kardeşim. Kur’ân-ı kerîm okumak da çok *Sevap*’dır, çook. 


Kelâm-ı ilâhîdir çünkü. Allahü teâlâ; *Benimle konuşmak istiyen, Kur’ân-ı kerîm okusun!* buyuruyor. 


Ne güzel şey yâ Rabbî. Müslümânların her şeyi *Ni’met*’dir kardeşim. Dünyâda da ni’metdir, âhiretde de. Zâhiren *Sıkıntı*, hakîkatde ise *Rahmet*.

HABİB BABA

Doğu Anadolu'dan, Habib Baba isimli bir şahıs, 4.Murad devrinde, gemiyle Hacca gitmek için İstanbul'a gelmiş. Fakat ne yazık ki, Hacca giden gemiye yetişememiş. "Bunda da vardır bir hayır" demiş içinden... Aylarca yol aldığından toza toprağa batmış, yaralar içinde kalmış, uyuz olmuş. Memleketine dönmeden önce güzelce bir yıkanıp temizlenmek amacıyla bir hamama gelmiş. Yıkanmak istediğini söylediği hamamcıdan red cevabını alınca sebebini sormuş. Büyük Sultan Murad Han'ın vezirleri vardır hamamda. Kimseyi almamam için emir verdiler, diye cevaplamış hamamcı. Yıkanmadan bu uyuz illetinden kurtulamayacağını bilen Habib Baba, adeta yalvarmış hamamcıya: -İzin ver evladım, bir köşede yıkanıvereyim. Kimseler farketmez beni. Hamamcı, yaşlı adamın ısrarlarına dayanamamış, vezirlere görünmeden yıkanması için sıkı sıkı tembihte bulunduktan sonra içeriye almış. Biraz sonra, hamama, tebdil-i kıyafet, Sultan 4. Murad Han'da gelmiş, yıkanmak istediğini söylemiş. Hamamcı aynı şekilde, tanıyama dığı bu gence de durumu anlatmış, içeri alamayacağını söylemiş. Sultan'ın ısrarları hamamcıyı bir kez daha yumuşatmış, O'nu da sıkı sıkı tembihledikten sonra, Habib Baba'nın yanına göndermiş. Başlamışlar beraberce yıkanmaya. Birbirlerine su döküyor, sırayla sırtlarını keseliyorlarmış. Bir ara 4. Murad ihtiyarın düşüncelerini öğrenmek amacıyla sormuş: -Sen de istemez miydin baba şöyle vezir olmayı? Baksana koskoca hamamı kapatmış, gönüllerince yıkanıyorlar. Biz ise şu daracık alanda debeleşip dururuz. -A be evladım, demiş Habib Baba. Böyle vezir olacaksında ne olacak? Şu dünyada öyle bir Sultana vezir olacaksın ki, vezirlerinin bile karşısında tir tir titrediği Sultana, senin uyuzlu sırtını keseletsin...

Sıddık Kelimesinin Üstünlüğü

🌹 *Sıddık Kelimesinin Üstünlüğü* 🌹


Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık'ın (radiyallahu anh) lakab-ı şerîflerinden biri *"Sıddîk"dır.* 


*Sıddîk* kelimesi, *lügatda üç ma’nâya gelir.*


*Birinci* ma’nâsı, *gâyet doğru söyleyici* demekdir. 


*İkinci* ma’nâsı, *kendi yapdığı işi, sözü ile doğrulamak* demekdir.


*Üçüncü* ma’nâsı, *dâimî tasdîk* demekdir.  


*Emîr-ül-mü’minîn Ebû Bekr-i Sıddîk* “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine Sıddîk söylenmesinde, *birinci ma’nâ düşünülse*, o cihetle adlandırılır ki, *gâyet doğru söyliyen* idi. Demişlerdir ki, *Hazret-i Alî hadîs rivâyetini kimseden yemîn etmeksizin kabûl etmezdi. Ancak hazret-i Ebû Bekrden “radıyal-lahü teâlâ anh” kabûl ederdi.* 


Eğer *ikinci ma’nâ* ile düşünülse, yine o cihetle adlandırılır ki, *açıktır.*


Eğer *üçüncü* ma’nâ düşünülse, o şekilde adlandırılır ki, *O sultânı tasdîki devâmlı olup, yok olması, şübheye düşme ihtimâli yok idi.* *Miraç hadisesinde tasdiki*, buna misaldir.


Menakıb-ı Çihar Yar-i Güzin

Sayfa 7-8

Nereden geldiği bilinmeyen keder

 Ebû Osman hazretlerine; "İnsanların içine nereden geldiği bilinmeyen keder nasıl çöker?" diye sorulunca, cevaben; "Ruh, insanın işlediği günahları ve kötülükleri unutmaz. Nefs ise bunları unutur. Ruh, nefsin mahvolduğunun farkına varır ve bu sebeple insanın içine bir keder çöker. İnsan bunun sebebini anlayamaz" buyurmuştur. 

Se’âdetin tohumu

İmam-ı Muhammed Gazâlî “rahmetullahi aleyh” *(Kimyâ-i se’âdet)* kitâbında buyuruyor ki, *müslümân olan* bir kimseye, ilk önce *(Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah)* kelimesinin *ma’nâsını bilmek ve inanmak farzdır*. Bu kelimeye *(Kelime-i tevhîd)* denir. 


Her müslümânın, *kelime-i tevhîdin ma’nâsına hiç şübhe etmeden, yalnız inanması* yetişir.


Kelime-i tevhîdin ma’nâsını, *Kur’ân-ı kerîm bildirmekte, Resûlullah da “sallallahü aleyhi ve sellem” bu bildirilenleri açıklamakdadır.* 


*Eshâb-ı kirâmın hepsi, bu açıklamaları öğrendi ve kendilerinden sonra gelenlere bildirdiler.* 


*Eshâb-ı kirâmın bildirdiklerini hiç değişdirmeden, olduğu gibi, kitâblara geçirerek bizlere ulaşdıran yüksek din âlimlerine(Ehl-i sünnet âlimi)denir.* 


Herkesin, *Ehl-i sünnet i’tikâdını öğrenmesi*, bu inançda *birleşmeleri, birbirlerini sevmeleri* lâzımdır. 


*Se’âdetin tohumu, bu i’tikâddır ve bu i’tikâdda birleşmekdir.*


*Faideli Bilgiler 37*

Kelime-i tevhid namaz

 Allahü teâlâ bir hadis-i kudsîde buyurdu ki: (Ben gizli bir hazineydim, bilinmek için mahlûkatı yarattım.) Bunun için herkesin, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) diyerek, Allaha ve Peygamberine iman etmesini, onları tanımasını istedi. Bu, Müslüman olmanın ilk  şartı kabul edildi. Söylemesi pek kolay, değeri ise çok yüksektir. Çok kıymetli, paha biçilmez bir sözdür ki, ona yapışan selâmete kavuşmuş ve azaptan korunmuş olur. Hazret-i Ali “radıyallahü anh”, Peygamber Efendimizin şöyle haber verdiğini bildiriyor: (Cebrail, bana gelip yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu anlattı: [Lâ ilâhe illallah] Benim kalemdir. Bunu söyleyen kimse kaleme girmiş olur.  Oraya giren de azâbımdan emin olur.) Dünyadan ayrılırken son nefesinde “Lâ ilahe illallah” diyen ve bu iman üzere ölen kimse, Cennete girer.


Nefis, yoldan çıkıp, inada başlarsa, bu kelimeyi söyleyerek îmanı tazelemelidir. Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” (Lâ ilâhe illallah diyerek îmânınızı yenileyiniz!) buyurdu. Bunu her zaman söylemek lâzımdır. Çünkü, nefs-i emmâre, her zaman pistir. Bu güzel tevhîd kelimesinin fazîletlerini, şu hadîs-i şerîf bildiriyor: (Yerleri ve gökleri, terazinin bir kefesine koysalar, bu kelime-i tevhidi de ikinci kefesine koysalar, bu kelimenin bulunduğu kefe, elbette ağır gelir.) [Mektubât m.52]


Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İnsanlar [lâ ilahe illallah] diyene kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Bunu dedikleri zaman kanlarını benden korumuş olurlar.)


İmanı olanı ateş yakmaz. Çünkü Kelime-i tevhid onu korur. Asırlarca, imansızlar bu kelimeyi söylememek için öldüler, Cehenneme gittiler. Müslümanlar da bu kelimeyi söyletmek için şehit oldular, Cennete gittiler. Fark sadece budur, yani bir Kelime-i şehadet hakkı bâtıldan ayırıyor. Asırlardır Müslümanlarla kâfirler arasındaki savaşların sebebi sadece budur... Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu Kelime-i tevhide inanmayı ve onu söylemeyi bize nasip etmiş. Mesela Peygamber efendimizi gördükleri hâlde, Ebu Cehil, Ebû Leheb, Kelime-i tevhidi söylemedi. Ama Hazret-i Ebû Bekir ve diğer Eshab-ı kiram söyledi. Bu iş şaka değildir. Cennet ve Cehennem söz konusudur. Söyleyen Cennete, söylemeyen Cehenneme gider. Onun için her fırsatta Kelime-i tevhid söylemelidir. Eğer iman bozuksa, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine uygun değilse ibadetlerin faydası olmaz, imanla ölmek çok zor olur.


İman düzgün olup beş vakit namaz da varsa, büyük müjdelere kavuşulur. Beş vakit namaz yoksa yüz bin hac da yapılsa, yüz bin hatim de indirilse, yüz bin altın sadaka da dağıtılsa, hiç faydası olmaz. Çünkü namaz dinin direğidir, direk yoksa bina yıkılır. Namaz dinin başıdır, baş yoksa vücut yaşamaz...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kardeşim, bu *Kitap*’ları satarken, bu *Hizmet*’leri yaparken, çok *Sıkıntı* çekdiniz, çok *Çile* çekdiniz. Belki *Hakâret*’e de uğradınız. Evinizden, yurdunuzdan ayrı kaldınız. 


Ama unutmayın ki, sizin çekdiğiniz bu *Sıkıntı*’lar, Eshâb-ı kirâmın çekdiği sıkıntıların yanında, *Deryâ*’da bir *Damla* bile etmez. Onlar, İslâmın yayılması için *Canları*’nı verdiler ve bizler, onların sâyesinde şimdi müslümânız. 


*Namaz kılma*’nın dışında, hiç birşey insana *Îtibâr* sağlamaz kardeşim. Namaz kılan, dâimâ *Îtibâr*’lıdır. Namaz, *Îtibâr*’dır, namaz *İzzet*’dir, *Şeref*’dir. Namâzını kılan, aslâ *Zillet*’e düşmez. 


Acınacak bir *Hâl*’e girmez, Dârülacezeye, Bakırköye düşmez. *Namaz İzzet*’dir. Hadîs-i şerîf bu. Namazını kılan, Allah katında da, kullar arasında da *Îtibâr*’lıdır.

Bu *Büyük*’leri tanıdıkdan sonra, bu *Yol*’u öğrendikden sonra, kim bu *Ni’met*’in şükrünü edâ etmezse, meselâ o büyüklere dil uzatırsa, yâni onları *Üzer*’se, *İncitir*’se, Allahü teâlâ, o kişiye iki *Belâ* verir efendim. 


Bir tânesi, *Kör* olur, gözleri gider. İkincisi, *Beyn*’i sulanır, *Bunak* olur. Bu büyüklere dil uzatmak böyle tehlikelidir efendim. 


*Feyz-i ilâhî*’ye kavuşmak için, iki *Yol* vardır. Ya o *Büyük*’lerin kalbine girersin, yâhut da sen o *Büyük*’leri kendi kalbine koyarsın. Bu ikincisi *Zor*’dur, birincisi daha *Kolay*’dır. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyorlar ki: *Bid’atler yüzünden ortalık karardı. Sünnetler, sağda solda uçuşan tek tük ateş böcekleri gibi oldu*. Öyle buyuruyor Mübârek. 


Şimdi ise *Bid’at* değil, *Küfr* karanlığı var efendim. O zaman, Bid’at *Karanlığı* vardı. Şimdi Küfür *Kranlığı* sardı her tarafı. Bu yol, islâmiyeti anlatmak yoludur.

Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin postnişini olduğu Kaşgarî dergahı ve görev yaptığı medrese

1-Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin postnişini olduğu Kaşgarî dergahının girişi.

2-Kaşgari Camiinin dış görünüşü.

3-Efendi hazretlerinin tasavvuf kürsüsü müderrisi olarak görev yaptığı Medrese-i Mütehassisin.

Kaynak:

Mustafa Miyasoğlu

Necip Fazıl ile Abdülhakim Arvasinin Sohbetleri

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri hastalanmışdı, *Doktor* geldi. Muâyeneden sonra Efendi hazretleri başladı *Anatomi*’den konuşmaya.


*Damar*’lar nasıl çalışıyor, *Kan* nasıl hareket ediyor, *Akciğer*’in vazîfesi ne? *Böbrek* ne iş yapıyor? Doktor dinledi, dinledi. şaşırdı efendim. 


Siz bunları nereden biliyorsunuz? dedi. Efendi buyurdu ki: *Ben elli bin cilt kitap okudum, anatomi, astronomi dâhil*. Böyle buyurdu Mübârek. 


● ● ● 


İyilik yapmak *Sevap*’dır, ama iyilik yapmaya *Mecbur* değiliz kardeşim. İmkânımız varsa, yaparız. Yapmazsak, *Günah* olmaz. Yârın âhiretde; *Niçin iyilik yapmadın?* diye sorulmaz. 


Yaparsak, *Sevap* kazanırız, yapmazsak, *Günah* yok. Fakaaat hiç kimseye *Kötülük* yapmaya hakkımız *Yok*’dur. Yaparsak, günaha gireriz. Helâllaşmazsak, *Âhiret*’de sıkıntı olur, zor kalkarız altından. 


● ● ● 


Kardeşim, hepiniz *Yer*’de oturmuşsunuz. Hâlbuki sizin yeriniz orası değil. Sizin yeriniz, benim *Başımın üstü*’nde. Çünkü Allah celle celâlüh, *Elmas*’ı çöplüğe koymaz. Sizin kalpleriniz, birer *Cevher*. 


Siz, *Seçilmiş*’siniz. Hem müslümânsınız, hem ehl-i sünnetsiniz, hem bu *Yol*’un büyüklerini *Tanıyor* ve *Seviyor*’sunuz, hem de Allahın dînine *Hizmet* ediyorsunuz. Kalkın, yukarıya oturun! 


● ● ● 


Fâtiha-i şerîf, *Şifâ*’dır efendim. Ya Bizzât şifâ olur, veyâ şifâ olacak *Sebep*’leri insanın ayağına getirir. Onun için *Fâtiha*, anahtardır. 


*Ölüm hasta*’larını hastânede bırakmamak lâzım. Böyle hastaları eve getirmeli, yanında *Yâsin-i şerîf* okumalı. 


Bunları *İlmihâl*’de yazdık, oradan okuyup tatbîk etmeli. Bunlar, hastanın *Îmân*’la ölmesine faydalı olur kardeşim. Allahü teâlâ, *Elmas*’ı ve *Cevher*’i, çöplüğe koymaz. 


Eğer sizin kalpleriniz *Çöplük* olsaydı, Cenâb-ı Hak Kendi *Sevgi*’sini, Habîbinin *Sevgi*’sini, sevgili kullarının *Sevgi*’sini bu kalplere koyar mıydı? Elbette koymazdı.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim ben Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini tanıdığım zamanlar çok *Öfkeli*’ydim. Gençdim o vakitler. Biri namaz kılmadı mı, *Kızar*’dım, hattâ boğacağım gelirdi onu. Nasıl *Namaz kılmaz?* diye öfkelenirdim. 


Bir kadın da *Açık* olunca, yine çok sinirlenirdim. Niçin *Açık* geziyor, niçin *Örtün*’müyor? diye kızardım efendim. Elimde değildi bu. 


Ama Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini tanıdıkdan sonra, o hâllerim *Gitdi*, hiç *Kalmadı*. Şimdi hep *Ağlamak* geliyor içimden. Sinirlenmek yerine *Üzülüyor*’um, kızmak yerine *Acıyor*’um efendim. 


Bilmiyene kızılır mı? Ona acınır. Öğrensin diye *Kitap* verilir. Bunları Efendi’den öğrendik, O *Kızmaz*’dı, *Üzülür*’dü. Herşeyi Ondan öğrendik efendim, *Îmân*’ımızı bile Ona *Borçlu*’yuz. 


Bir mü’min, Allahın bir kulunu *Sevindir*’se, birinin kalbine *Neş’e* verse, bundan, Cenâb-ı Hak *Râzı* olur, *Hoşnûd* olur. Çünkü Allahın kulunu, Allahın yaratdığı bir *Kul’u* sevindiriyorsun. 


Cenâb-ı Hakkın bu *Rızâ*’sı, bu *Hoşnûd*’luğu, gökden yere bir *Ampül* olarak inmiş olsa, onun nûrunda, ışığında *Güneş* kararır efendim. Niçin? O’nun bir kulunu sevindirdiği için. 


İnsanları *Sevindir*’mek böyle kıymetli işte. Çünkü Allahın kulunu sevindiriyorsun. İsterse *Kâfir* olsun. Allahü teâlâ, kulları için *İyâl’im* buyuruyor. 


*Evlâd*’a yapılan, *Baba*’ya yapılmış gibidir. Allahın kulunu sevindirirsek, Allahü teâlâ *Hoşnûd* olur. Aksi olursa, *Tehlike’li*. Allahın bir kulunu incitirsen, *Allah* incinir. 

● ● ● 

İslâm âlimlerinin âdeti, *Kitap*’dan söylemekdir efendim. Bilseler de *Kitâb*’a bakarlar, kitapdan naklederler. Efendi hazretleri de vaaz vereceği zaman birkaç *Kitap*’la gelirdi kürsüye. 


Onlara bakıp da anlatırdı. Peki bilmiyor muydu? *Biliyor*’du, ama âdeti böyleydi. *Kitap*’dan konuşurdu. Şimdikiler ne yapıyor? *Kafa*’dan konuşuyor, öyle olunca da hiç *Te’sîr*’i olmuyor.

SEYYİD ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ

Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden. 1865 (H.1281)'te Van vilâyetinin Başkale kasabasında doğdu. 1943 (H.1362)'de Ankara'da vefât etti. Kabri, Ankara yakınındaki Bağlum kasabasındadır.

İmâm-ı Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım soyundan olup seyyiddir. Hazret-i Ali'ye kadar bütün babaları âlim ve velî idi. Birçoğu zamânının kutbu, devrinin en büyük evliyâsı ve rehberiydi. Babası Seyyid Mustafa, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin oğlu Seyyid Ubeydullah'ın halîfesiydi. Gördüğü kimsenin hangi namazı kılmadığını, Allahü teâlânın ihsânı ile yüzünden anlardı. Dînin emir ve yasaklarına bağlılıkta fevkalâde titiz, din bilgilerini yaymada gayretli ve çok cömertti. Âlimlere, bilhassa on yedinci asırda Hindistan'ın Siyalkut şehrinde ıslâm âlemini her yönüyle ışıklandırmış olan Abdülhakîm Siyalkûtî hazretlerine pekçok muhabbeti vardı. Bir oğlu olursa ona Abdülhakîm ismini verecekti. Seyyid Mustafa Efendinin bir oğlu olduğu gece, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin torunlarından büyük âlim Seyyid Tâhâ hazretlerinin küçük birâderi Abdülhakîm Efendi kendisinde misâfirdi. Seyyid Mustafa Efendinin içindeki dileğine bu ilâhî hikmet de eklenince, doğan oğluna Abdülhakîm ismini verdi.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ilk bilgileri babasının yanında öğrendi. Sonra Başkale'de ibtidâî ve rüştiye mekteplerini bitirdi ve o zaman ilim ve irfan merkezi olan Irak'ın çeşitli şehirlerinde, Müküs kazâsında yüksek âlimlerden, Arap ve Fars dili ve edebiyatı, mantık, münâzara, kelâm, ilâhî ve tabiî hikmet, fen ve matematik, tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf dersleri aldı. Nehrî'de gördüğü bir rüyâ üzerine tahsîline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyâyı şöyle anlatmaktadır:

Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını âilemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsîl ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyâda Allah'ın Resûlünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risâlet makâmında oturmuşlardı. O'nun heybet ve celâli karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zât... Bu zât sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir suâl sordu: "Hayz zamânında bir kadının, câmiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir câminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resûlünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet yavaşca ve alçak bir sesle; "Dînin sâhibi hazırdır, buradadır." diye cevap verdim. Maksadım, şerîat sâhibinin huzûrunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resûlullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına rağmen cevâbımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defâ emir buyurdular.

Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin câmiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arzedeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. ınşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış." diyerek rüyâmı tâbir etti. Babama; "Kâinâtın efendisi huzûrunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resûlullah'ın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevâbı verdi:

"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işârettir.

Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. ınsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsîr gibi ilimlerin yanında kendisini mânevî yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, rüyâsında Allahü teâlânın Resûlünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurmuştu.

Nihâyet Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin huzûruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu. ıstihârede şöyle bir rüyâ gördü:

Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi Seyyid Fehîm'e şu emri veriyordu: "Abdülhakîm'i al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamâmen yıka! Sonra ikimize de imâm olsun!.. Seyyid Fehîm hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccâdeye bırakıyordu.

Bu rüyâ onun talebeliğe kabûl edildiğine dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece cevâzımât-ı hams tâbiri idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'î, kesin demektir. Hams yâni beş adedi ise âlem-i emrin, latîfenin tasfiyesine işâret olduğu açıktı. Rüyânın başka tâbire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilâhî lütuf ve sonsuz bir ihsândı.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, gördüğü bu rüyânın tesiri ile büyük bir aşkla ilim tahsîl edip, ilimde ilerlediği gibi, Seyyid Fehim hazretlerinin sohbet ve teveccühleri ile gönlünü nurlandırdı. 1882 (H.1300)'de zâhirî ilimlerde icâzet aldıktan sonra, 1888 (H.1305)'de tasavvufta Nakşibendî yolundan icâzet aldı. Ancak Nakşî tarîkatında H. 1000 târihinden sonrakiler ilk asırdakilere benzer olduğuna dâir işâretler bulunduğundan, Nakşîlikten mezun olanlar, Kübreviyye, Sühreverdiyye, Kâdiriyye ve Çeştiyye tarîkatlerinden de mezun sayılıyordu. Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de mürşîdi Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî ve Çeştî tarîkatlerinden de icâzet aldı.

Bundan sonra memleketi Arvas'a dönen Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin burada büyük ilmî faâliyetleri oldu. Bunu kendileri şöyle anlatmaktadır:

Memleketimizde, mevcut medreselerden ayrı olarak, bana miras kalan mallardan bir medrese yaptırdım. Mevcut kitaplara ilâve sûretiyle zengin bir kütüphâne kurdum. Talebenin yiyeceği, giyeceği, yatacağı, yakacağı tarafıma ait olmak üzere de o medresede 29 yıl ders okuttum. Birçok âlim ve fâdıl yetiştirdim. Bunları gönderdiğim yerler âdetâ irfan nûruyla doldu. O civarda medresemiz ilim feyziyle şöhret buldu. Vâlilerin, üst kademedeki memurların, bilhassa uzak yerlerdeki âlimlerin bile övgüyle, sitâyişle bahsettikleri bir ilim merkezi oldu. Medresemizden yetişen ilim adamlarının okumalarına mahsus kitapları ıstanbul'dan getirtiyordum. Medresemin bağlıları bu kitapları aşîretler ve kabîlelere gönderip onları ilim nûruyla aydınlatırlardı. Mezunlarımızdan bâzıları vilâyet, sancak ve kaza merkezlerinde müftî olarak vazîfelendirilirdi. ıçlerinden muhtaç olanları ev eşyâlarını tedârik ederek evlendiriyordum. ıran'ın sınır boyundaki halk bu kişilerin gayretleri sâyesinde Sünnîlikte devâm ediyorlar ve kendilerini görenler, ıslâma bağlılıkları karşısında hayrete düşüyorlardı.

Seyyid Abdülhakîm Efendi, 1897 yılında hac vazîfesi ile Hicaz'a geldiğinde önce Medîne'ye gelip Peygamber efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Yanında Hacı Ömer Efendi isimli eşraftan bir zât vardı. Onunla berâber bir gece, mübârek Ravza'da akşam namazından sonra, yüzünü saâdet şebekesine döndürmüş, son derece edeb ve hürmet içerisinde beklerken, sağ tarafında oturan Hacı Ömer Efendi kulağına eğilip yavaşça:

"Refikam, şu anda özür sâhibidir. Peygamber Mescidini ziyârete gelemez. Bâb-üs-Selâm'dan girerek Peygamber huzûrunda bir selâm verip, Bâb-ı Cibrîl'den çıkmasına şer'an müsâde var mıdır?" dedi.

Seyyid Abdülhakîm hazretleri o anda 25 yıl önceki rüyânın hatırına gelmesi ile korkuyla sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin yüzüne bir daha baktı. Evet 25 yıl önce rüyâsında gördüğü şahıs da bu şahıstı. Yavaşça:

"Bu suâlin cevâbına mezun olmak şöyle dursun, bilakis memurum!" buyurdu. Ancak rüyâda olduğu gibi Resûlullah efendimizin huzûrunda bulunduğundan cevap vermekte mazur olduğunu bildirdi. Bâb-ı Rahme'den dışarı çıktıktan sonra hem meseleyi cevaplandırdı ve hem de rüyâyı tafsilâtı ile anlattı.

şeyh Abdülhakîm Efendi 1907'deki haccı sırasında büyük evliyâ şeyh Ziyâ Mâsum'un yüksek iltifatlarına mazhar oldular. Birlikte vedâ tavâfını yaparlarken şeyh Ziyâ Masum hazretleri kendisine:

"Mürşidin Seyyid Fehîm hazretleri tarafından Nakşibendî, Kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî tarîkatlerinden memur ve mezun olduğun gibi ilâveten sana Üveysîlik yüksek yolundan da icâzet verdim." buyurdular.

Seyyid Abdülhakîm Efendinin ikinci haccından dönüşünden bir müddet sonra doğuda karışıklıklar başgöstermeye başladı. 1914 yılında Birinci Dünyâ harbinin başlarında Rus askeri ıran tarafından gelerek Doğu Anadolu'yu işgâle başladı. Bir taraftan da Ermenileri silahlandırarak masum Türk halkı üzerine kışkırtıyorlardı. Bu acıklı günleri o mübârek zât şöyle nakletmektedir:

Hızla silâhlanan Ermeniler, Müslümanların mallarını yağma etmeye koyuldular. O sırada bizim evimizi de tamamiyle yağmaladılar, soydular ve hiçbir şey bırakmadılar. Kışın başlangıcı sıralarında, âile efrâdımız, yakındaki dağ ve köylere kaçıp sığınmaktan başka çare bulamadılar. On gün sonra Allahü teâlânın lütfu ve inâyeti ile kasaba geri alındı ve âilece oraya dönüldü. O kış, malsız ve imkânsız olarak günü gününe yaşadık ve bin zorlukla bahara girdik. Mayıs ayında düşman kasabamıza bir saatlik mesafeye yaklaştığından hükümet tahliye emrini verdi. Tekrar dağlara ve çöllere döştük. Evlerimizi, çarşılarımızı, medreselerimizi, câmilerimizi tamamiyle yakıp kül ettiklerini haber aldık. Bu vaziyetten sonra bize hicret yolu göründü. Düşman istilâsına devam ederek Van, şafak ve Nurduz'u ele geçirmişti. Keldânî aşîretleri ile Ermeniler dünyânın yaratılışından beri görülmedik zulüm ve vahşete yol açıyorlardı. Hicret edenlere Masiru adındaki bir dereden yol bulup gitmekten başka çâre kalmamıştı. Bu istikâmete yol veren bir derenin iki yanındaki düzlükte çoğu kadın ve çocuktan ibâret olan birkaç bin nüfus dağlara sığınmıştı. Zîrâ eli silah tutanların hemen hepsi Erzurum taraflarında ve cephede bulunuyorlardı. Tamamen müdâfaasız kimselerden meydana gelen göç topluluğu bir ana-baba günü manzarasıyla yol alıyordu. Ermeni fedâileri ise Nurduz'dan beri bu perişan muhacirleri takip ediyor, genç kız ve kadınları esir edip götürüyor, büyük bir kısmını şehîd ediyor, kalanları tekrar takibe koyuluyordu. Zaho'nun dağ ve çöllerinde muhacirlerin yüzde yetmişi açlıktan can verip ve hatta hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Memleketinde hanedan seviyesinde ve zengin olanlar hicrette mahv ve perişan oldular.

Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöl ve dağlarda elimize ne geçerse yiyip bin türlü meşakkat ve zahmetle o sene Haziranın birinci gecesi Ravandız'a girdik. Memleketimiz soğuk iklimlerden olduğu hâlde Ravandız gibi harareti 45 dereceden ziyâde bir yerde 90 gün oturduk. Eylülün ikinci günü Erbil'e çoğumuz hasta olarak girdik. Kardeşim Seyyid ıbrâhim Efendiyi kara toprakta Allah'ın rahmetine bıraktığımız gibi, şeyhler hanedanı adını alan 9 erkek kardeşi ve 4 amcamın kız ve erkek değerli fertlerini Erbil ve civarında toprağa verdik. Ekim ayının dokuzuncu günü Musul'a vardık. Burada meşhur Celilîzâdelerin yaş bakımından büyüğü bulunan Hacı Emin Efendi tarafından o vaktin rayicine göre, aylık otuz altın lira kirası olan yirmi odalı, harem ve selamlık daireleri, bedelsiz olarak bize ihsan edildi.

Burada on sekiz ay kadar oturduktan sonra, ayrılmak üzere vedâ ederken, gönlümüzü hoş ederek; "Bu evde kırk sene otursaydınız, yine kirâ almazdım." dedi. Allahü teâlâ kendisinden râzı olsun.

Devamlı olarak, Bağdat'ta Gavs-ı âzam Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin türbesi civarında oturup orasını vatan edinmek arzusunda bulundumsa da, o civarlarda ingiliz muharebeleri pek şiddetlenmiş bulunduğundan, geçici olarak, yine Musul'da kaldık. Daha sonra nüfusumuz yüz elli iken ancak altmış altı nüfusla, çöl ve sahraları, Allah'ın yardımıyla aşarak Adana'ya geldik. Adana'da çeşitli hastalıklar sebebiyle defn ettiğimiz nüfustan kalan 20 kişi ile Eskişehir'e geldik. Bunlardan bir kısmı Konya'da kaldılar. Geçim darlığından büyük sıkıntı içinde yaşadılar. Biz ise 1918 senesinin Nisan ayı ortalarında istanbul'a geldik. Dâhiliye Nezareti (ıçişleri Bakanlığı) müsteşarı olup sonra Evkaf Nazırı olan ulemâdan Hayri Efendi tarafından, şu anda sağlık ocağı olarak kullanılan Eyyûb Sultan Yazılı Medresede yerleştirildik. Dağılmış âile efrâdımı, Allah'ın inâyeti ile orada toplamaya muvaffak oldum. ıstanbul'a bu sûretle sevk-i ilâhî ile geldik. Yollarda görülen meşakkat ve sıkıntılar son buldu.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri daha sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Kaşgari Dergâhının şeyhliği, imâmlığı ve vâizliği ile vazîfelendirildi. Bu arada 5 Ağustos 1919'da Sultan Vahideddîn Han tarafından Süleymâniye Medresesine tasavvuf müderrisi (ordinaryüs profesörü) olarak da tâyin edildi. Böylece hem çeşitli câmilerde vâz ederek ve hem de üniversitede hoca olarak ıslâmiyeti yaymaya, din düşmanlarını susturmaya ve sindirmeye başladı.

Seyyid Abdülhakîm Efendi din bilgilerinde ve tasavvufun ince bilgilerinde çok derin idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir, sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevâbını alır, sormaya lüzum kalmadan, o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerâmetler görürdü. Çok mütevâzi, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. ıslâm âlimlerinin adı geçtiği zaman:

"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gâib olsak aranmayız." ve;"Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz." buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.

Sultan Vahideddîn Han kendilerini çok sever, takdîr ederdi ve duâlarını isterdi. Nitekim Abdülhakîm Efendi hazretleri şöyle anlattı:

Memleketin işgâl altında bulunduğu ve kurtuluş savaşının başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa Câmiinde vâz edip çıkıyordum. Kapı önünde duran bir saray arabasından, kibar bir bey inip; "El melikü yakraükesselâm ve yed'ûke iletta'âm." yâni "Sultan sana selâm ediyor ve seni iftara çağırıyor." dedi. Araba ile saraya gittik. Istanbul'un seçilmiş vâizleri, imâmları çağırılmıştı. Yemekten sonra ser müsâhib geldi. Sultanın selâmı var. Hepinizden ricâ ediyor. Anadolu'da kâfirlerle çarpışan kuvây-ı milliyenin gâlib gelmesi için duâ etmenizi ve Anadolu'daki mücâhidlere para ve duâ ile yardım etmeleri, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik etmenizi ricâ ediyor, dedi. Bu emir üzerine çok kimseyi Anadolu'ya gönderdim. Çok yardım yapılmasına sebeb oldum.

Bir defâsında da Sultan Vahideddîn Han, Ramazân-ı şerîf ayında Hırka-ı seâdetin bulunduğu odayı ziyâret edecekti. Seyyid Abdülhakîm Efendi'yi de dâvet etti. Diğer ileri gelen devlet adamları ve din adamları da oradaydı. Bu vakanın devâmını hizmetlerini gören şakir Efendi şöyle nakletmektedir:

Sultan tam Hırka-i seâdetin bulunduğu odanın kapısına gelince, Abdülhakîm Efendi nerededir? diye sordu. Oradaki kalabalık birbirlerine bakıştılar. O isimde birisini tanımıyorlardı. Arkaya doğru haber verdiler. Efendi hazretleri, benim ismim Abdülhakîm'dir deyince, sultan sizi istiyor deyip, hemen yol açtılar. Sultan kendilerini bekleyip yanyana biri dünyâ, biri âhiret sultanı olarak, Sultanü'l-enbiyâ Peygamber efendimizin seâdetli hırkalarının bulunduğu odaya girdiler. Berâberce ziyâret ettiler. Çıkınca Sultan bereket sayarak orada olanlara birer mendil, ona ise iki mendil hediye etmişler. Ben dış kapıda Efendi'yi bekliyordum. Geldiler ve ziyâretlerini anlattılar. "Sultan herkese bir mendil verdi, bana iki tane verdi. Birisi senindir." deyip birini bana verdiler.


SEYYİD ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ -2


Abdülhakim Arvasi hazretleri siyasete hiç karışmamış, siyasi fırkalara bağlanmamıştır. Bölücülüğe karşıydı. Talebeleri kendisine tekkelerin kapatılması ile ilgili olarak sorduklarında:

"Hükümet, tekkeleri değil, boş mekanları kapattı. Onlar kendi kendilerini çoktan kapatmışlardı" demiştir. Bu muazzam görüş, o günlerin umumi manada tekke ve dergah tipine ait teşhislerin en güzelidir.


Kanunlara uymakta çok titiz davranır, konuşmalarında da bunu tavsiye ederdi.


Abdülhakim Efendinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep İslamiyet’e ve Resulullah efendimizin hâline uygundu. Onun yemesini gören sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yerdi. Yakınları onu otuz senedir kaylule yaparken veya yatarken bir defa olsun sırt üstü veya sol tarafına dönüp yatmadığını söylemişlerdir. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikamet üzere idi. "İstikamet yani Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerametin üstündedir" sözünü sık sık tekrar ederdi.


Çok mütevazı, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslam âlimlerinin adı geçtiği zaman:

"Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gaib olsak aranmayız." Ve, "Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz" buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi.


Abdülhakim Arvasi hazretlerinin kıymetli sözlerinden bazıları:

"Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her zamanda her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu olamayacak bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın Onu tenkit edecek iktidarı yoktur."


"Hak teâlânın hakimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden Allah’ın merhameti neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakk'a imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhamet ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de; hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır."


"Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür."


"Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır."


"İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk'ı tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak'dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur."


"Müslümanların öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulum-i İslamiyye (Müslümanlık Bilgileri) denir. İslam dininin emrettiği bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmıştır. Biri, "ulum-i nakliyye", yani din bilgileri; diğeri "ulum-i akliyye" yani fen bilgileridir, buyurmuştur. Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.


Bunlar da ikiye ayrılır: "Ulum-i aliyye" yani yüksek din bilgileri ve "ulum-i ibtidaiyye" yani alet ilimleri. İslam ilimlerinin ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder. Riyazi fizik öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir. Astronomi, aritmetik ve geometri, dine yardımcı bilgilerdir. Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen uymayan) birkaç yanlış teori ve hipotezden başka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir. İlahi fizik (metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği meselelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır."


"Kur'an-ı kerimden ve Resul aleyhisselamın hadis-i şeriflerinden sonra en kıymetli kitap, İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabıdır. Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkıh kitabı, İbni Abidin'in Dürrül-Muhtar haşiyesidir. Şafii’de Tuhfet-ül-Muhtac kitabıdır."


"İslam dini, Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan, usul ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaradılışında kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez, İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz."


"Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler karışmıştır, dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak, çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup, iyi anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını çalarak millet ve memleketi felakete götürürler."


"Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslam’ın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız."


"Çeşitli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedenlerinizi rahat ve hoş tutunuz."


"Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor."


"Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih ederim."


"Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın."


“En büyük edep, ilahi hududu muhafazadır, gözetmektir."


"Allahü teâlâ bir kuluna iman vermişse ona daha ne vermemiştir. İman vermemişse ona daha ne vermiştir!”


"Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut içinde otursalar ve sükuttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar."


“Kur'an-ı kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifa gelmez.”


“Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.”


“Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.”


“Ahmaklık, hatada ısrar etmektir.”


“Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.”


“Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru Onun dilediğidir.”


“Allahü teâlâ bize rahmetiyle muamele etsin. Adaletiyle muamele ederse yanarız.”


“Riya olmasın diye cemaatten kaçanlar ayrı bir riya içindedirler.”


“İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.”


“Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, iman eksikliğidir.”


Talebelerinden bazıları o ilim deryası büyük veliden şu sözleri ve menkıbeleri nakletmişlerdir.


Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır:

Tahsilimi İstanbul'da yaptım. Arabi ve Farisi'yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sahibiydim. Bir gün beni Abdülhakim Arvasi hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sahibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan haya edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da haya edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihayet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakimi görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:

"Seyyid Abdülhakim Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı" dedim. O büyük zata talebe olmakla şereflendim.


Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:

Bir sabah dergahın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imam yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve dua bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semaverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat vardı. Şimdi dağılmış."


Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:

Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; "Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?" dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakim Efendi'ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. "Müşteri geliyor mu?" dediler. "Geliyor" dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. "Sipariş veren oluyor mu?" dediler. "Bugün yok" dedim. "Kadın müşterileriniz oluyor mu?" buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; "Bugün gelen kadının işini gör!" buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.


Bir gün Bayezid Camiinde vaaz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı halde; "Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın" buyurdu. Vaazı dinleyen Akhisarlı bir zat içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye geçirdi. Vaazdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek halde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakim Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten kurtuldu.


Necib Fazıl Kısakürek anlatır:

Sene 1941... Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünya Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi huzurlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmud Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zat... Harbe sürüklenmek mecburiyetimizi riyazi bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: "Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihan Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa." Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesika usulü milleti kavurdu. Mahmud Bey, bana bu kerameti sık sık tekrar eder ve; "Müthiş, müthiş!.. herkes harbi beklerken; "Harbe girilmez" ve kimse vesika usulünü beklemezken "O olacak" buyurmaları büyük keramet" derdi.


Faruk Bey anlatır:

Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastaneye yetiştirdik. Ayıldı. Fakat akli melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul'a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir Rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifası yok hükmünü bastı. Büluğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakim Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sadece; "Mahzunum, mahzunum!" diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havale ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sahip olmadığı maddi ve manevi bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ'de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakim Efendi, biraderzadeleri olan Faruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini methetmek isteseydi; "Faruk hariç hepimizden iyidir" derdi. Kabri, Abdülhakim Arvasi'nin ayak ucundadır.


Bayezid Camiinde; Erzincan zelzele felaketinden bir hafta kadar önce: "Allahü teâlâ, zinanın aşikâr olduğu yerlere zelzele ile ceza verir. Erzincan gibi" buyurmuşlar. Kimse o esnada bu manayı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerametti, anlayamadık demişlerdir.


Talebelerinden Tahir Efendi anlatır:

Abdülhakim Efendi hazretleri buyurdular ki: "Evliyanın huzuruna dolu giden boş, boş giden dolu döner." Bir gün bana; "Tahir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver" buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakim Efendiyi gördüm. "Tahir, kitapları evden çıkardın mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakim Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.


Ne zaman Abdülhakim Efendi hazretlerine gitsem, Ziya Bey yanında otururdu. Ziya Beye bir kitap verir, okuturlar ve izah ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziya Beye kitap okutup, kendileri izah ediyordu. İçimden, benim Arabi ve Farisim Ziya Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyada Abdülhakim Efendinin huzurunda idim. Gene Ziya Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziya Beyi sarıklı, âlim kıyafetinde gördüm. Abdülhakim Efendi, Ziya Beyi bana gösterip; "Biz, boşuna emek vermeyiz" buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.


Bir gün Abdülhakim Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakim Efendiye arz edeyim, evliyalıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selam verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu nedir?" buyurdu. "Gül" dedim. "Ya Tahir, bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Mesela şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır efendim" dedim. "Demek ki, farklılık istidatlarından kabiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu bağışlayın efendim" dedim.


Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır:

Abdülhakim Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefatından otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene teyemmümle yani onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım.


Halid Turhan Bey anlatır:

Bir gün ziyaretlerine gitmiştim. Kütüphanelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; "Buyurun, okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; "Türkçeye çevirin!" buyurdular. Takıldığım çok ibareler oldu. Yardım ettiler, hatta kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefatlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphane müdürlüğü için, Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakim Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphane müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerametini görünce hüngür hüngür ağladım.


İMAM-I AZAM HAZRETLERİNİN VEFATI 6 MAYIS 767

Ömrünün son yıllarında Abbasî devleti içinde karışıklıklar ve ayaklanmalar baş gösterdi. İmâm-ı a’zam bu karışıklıklara rağmen ders veriyor, talebelerini yetiştiriyordu. 145 (m. 762) yıllarında vukû’ bulan hâdiselerden sonra Halife Mansûr, onu Kûfe’den Bağdâd’a getirterek, kendisinin haklı olarak halife olduğunu herkese bildirmesini, buna karşılık temyiz reîsliğini verdiğini bildirdi. İmâm-ı a’zam bütün zorlamalara rağmen hükümet ve siyâset işlerine asla karışmayıp ilim yolunda kalmak istediğinden bu teklifi kabûl etmedi. Bunun üzerine Halife Mansûr, İmâm-ı a’zamı hapsettirip işkence yaptırdı. Bir müddet sonra çıkardı ise de, tekrar hapse attırdı ve işkenceye devam ettirdi. Hergün vurulacak sopa adedini arttırdı. Fakat halkın galeyana gelip hücum etmesinden korktu. Nihâyet imâm-ı a’zam zehirlenmek sûretiyle, hicrî 150 senesinde (m. 767), yetmiş yaşında iken şehîd edildi. Vefât ettiği yerde Kur’ân-ı kerîmi yedibin kere hatim etmişti. Vefât ederken secde etti. Vefât haberi duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve gözyaşıyla karşılandı. Cenâzesini Bağdâd kadısı Hasan bin Ammâre yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: “Allahü teâlâ sana rahmet eylesin! Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakîhimiz sen idin! İçimizde en çok ibâdet edenimiz sen idin! En iyi sıfatları kendinde toplayan sen idin!” Cenâzesinin kaldırılacağı sırada Bağdâd halkı oraya toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenâze namazını kılanlar ellibin kişiden fazla idi. Gelenler çok kalabalık olduğundan cenâze namazı ikindiye kadar kılındı. Altı defa cenâze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammâd kıldırdı. Bağdâd’ta, Hayzeran kabristanının doğusunda defn edildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona duâ ettiler. Vefâtından dolayı çok üzüldüler. İmâm-ı Şafiî’nin hocasının hocası İbni Cerîhe vefât ettiğini duyunca istirca âyetini (İnnâ lillah...) okuyup, “Ya’nî ilim gitti deseniz ya!” buyurdu. Büyük âlimlerden Şu’be’ye vefât haberi ulaşınca, o da, “İlim ışığı söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar” dedi vefâtından sonra çok kimseler onu rü’yâsında görerek ve kabrini ziyâret ederek, onun şânının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmâm-ı Şafiî buyurdu ki, “Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyâret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyâcım olunca iki rek’ât namaz kılıp, Ebû Hanîfe’nin kabrine gelerek onun yanında Allahü teâlâya duâ ediyorum ve duâm hemen kabûl olup isteklerime kavuşurum.”


“Yüz elli senesinde dünyânın zîneti gider.” hadîs-i şerîfinin de, İmâm-ı a’zam için olduğunu İslâm âlimleri bildirmiştir. Çünkü o târihte İmâm-ı a’zam gibi bir büyük vefât etmemişti. Mezhebi, İslâm aleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebû Sa’d-i Hârezmî, İmâm-ı a’zamın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı padişahları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi.


Hayrât-ül-Hisan, Mevdu’ât-ül-ulûm ve Dürr-ül-Muhtâr’da yazılı olan hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:

“Âdem (aleyhisselâm) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu’mân, künyesi Ebû Hanîfe’dir. O, ümmetimin ışığıdır.”


“Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebû Hanîfe ile öğünüyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.”

ZEYNEL-ABÎDİN [radiyallahu teâlâ anh]

Hazreti Alînin oğlu Hazreti Hüseyin’in oğludur. İsmi Alî’dir. Seccad ve 

Zeynel Abidin lakabları vardır. 94’de [m.712] Medine’de vefat etti. 

Zeynel Abîdin denmesi şundandır: 

Bir gece teheccüd namazı kılarken, şeytan ejderha şekline girip 

kendisine meşgul etmek istedi. Hiç aldırış etmeyince, ayak parmağını ısırdı. Acıdı, fakat namazı bozmadı. Hak teâlâ ejderhanın şeytan olduğunu bildirince, ona vurdu ve: “Defol melun” dedi. Şeytan uzaklaştı. İbadeti tamamlamak için kalktığında sâhibini görmediği bir ses, üç kere: 

“Sen, Zeynel Abidinsin”, yani ibadet edenlerin süsüsün dedi.

Buyurdu:

- Dostlar kalmayınca, insan öz yurdunda yabancı olur.

- Hazerde ve seferde teheccüd namazını hiç bırakmamalı.

- Allah, tevbe eden hatalı kulunu sever....


KELÂM-I KİBÂR 461. Sahife

İBN-İ SÎNÂ

11.yüzyılda İslâm âleminde yetişen meşhur felsefeci ve tıp âlimi(980-1037).Batıda Avicenne adıyla tanındı. Fevkalâde bir zekâ ve hâfızaya sâhib olan İbn-i Sînâ, on yaşında Kur’ân-ı kerîm’i ezberledi. 18 yaşına kadar devrinin bütün ilimlerini öğrendi. *İlk tahsiline, sapık İsmâiliye fırkasından olan babasının yanında başladı.* 17 yaşındayken, Buhârâ Prensi Nûh Sâmânî’yi tehlikeli bir hastalıktan kurtardığı için, Saray Kütübhânesinin müdürlüğüne getirildi. *Buhârâ’ya gelen Abdullah Nâtilî’den mantık ve felsefe tahsil etti. Önce Aristo’nun daha sonra Fârâbî’nin felsefî fikirlerini inceleyerek onların tesirinde kaldı.*


Harezm’de sarayda ve mektepte yerleşti. Burada İbn-i Miskeveyh, Ebû Nasr el-Irâkî, İbn-i Tayyib, Bîrûnî ile birlikte hocalık yaptı. İbn-i Sînâ’nın, saray mensuplarını ve özellikle Şemsüddevle’yi iki defâ sıhhate kavuşturması, vezirlik makâmına yükselmesini sağladı. Kabri Hemedandadır. 


*Ömrünün sonunda bozuk fikir ve inanışlarına tövbe ettiği söyleniyorsa da eski Yunan filozoflarının küfre sebeb olan fikirlerinden sıyrılamadığı Muâd ve Müstezâd kitaplarından anlaşılmaktadır.*


En meşhur olduğu ilim sâhası tıptı. Tıp mütehassısı olarak önceleri tıp ilminde yer alan pekçok metodu değiştirdi ve birçok keşifler yaptı.


İbn-i Sînâ, tıp ilminin yanında bilhassa felsefe alanında tanındı. Onun felsefesi, *yeni Eflâtunculuk* olarak tanınmıştır. 


*Madde hakkındaki görüşleri,* 


*îmân-akıl-mantık üzerine ileri sürdüğü fikirler,*


*rûhun mâhiyeti, öldükten sonra dirilme,*


*vahiy ile ilgili şahsî inançları* ve 


*nihâyet Yunan filozoflarının sözleriyle peygamberlerin bildirdiklerini ve kelâm âlimlerinin sözlerini birbirleriyle birleştirmeye kalkması,* 


onu İslâm dîninin îtikât esaslarından uzaklaştırmıştır.

🌿🌿🌿

Başta *İmâm-ı Gazâlî olmak üzere İslâm âlimleri, onun sözlerine cevaplar yazarak bozuk ve yanlış taraflarını kitaplarında ispat ettiler.

🌿🌿🌿

*İmâm-ı Gazâlî Tehâfet-ül-Felâsife kitabında İbn-i Sînâ’nın ve felsefecilerin yirmi meselede dalâlete düştüklerini yâni sapıttıklarını ve bunlardan üç meselede de dinden ayrılmış olduklarını bildirdi.*


Bu üç mesele; *Allahü teâlânın ilmi, âlemin yaratılışı ve öldükten sonra dirilme* hakkındadır. 


*İbn-i Sînâ’nın, Mu’âd kitabında öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettiği, Ahlâk-ı Alâî ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Meârif-i Ledünniyye kitaplarında bildirilmektedir.*

İmanın şartı altıdır

 İmanın şartı altıdır, bunlar inanılacak şeylerdir. Bu altı şarta inandım demekle hasıl olan imanın devam etmesi için başka şeyler de lazımdır. Mesela, ibadetler imandan değilse de, farz olduğuna inanmak imandandır. Bir kimse, namazın farz olduğuna inanmazsa imanı olmaz.


Bir de imanın temeli ve en mühim alameti olan, (bugünkü tabirle, olmazsa olmazı olan) esas bir şart daha vardır ki, o da, hubb-u fillah ve buğd-u fillahtır. Yani Allahü tealanın sevdiklerini sevmek ve Allahü tealanın sevmediklerini sevmemektir. Çünki hadis-i şerif’te, dünyada birbirini sevenler, ahirette de beraber olacaktır, buyuruluyor. Allahü tealanın sevgili kullarını sevenler, son nefeste imanla ölürler. Ve mahşer yerinde de sevdiklerinin yanında haşr olup, âhiret hayatında da beraber bulunurlar.

EBÛ EYYÛB-İ ENSÂRÎ HAZRETLERİ'NİN VEFATI 672

Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) mihmandarı, Eshâb-ı kiramın büyüklerinden. Ensârdandır. Türkiye’de “Eyyûb Sultân” olarak tanınır. Künyesi Eyyûb’dur. İsmi Hâlid olup, babasınınki Zeyd bin Kelîb, annesininki Hind binti Rebi’a bin Kâ’b idi. Baba tarafından, Ebû Eyyûb bin Zeyd bin Kelîb bin Salebe bin Abdi Avf bin Ganem bin Mâlik bin Neccâr; anne tarafından da Hind binti Rebi’a bin Kâ’b bin Amr bin İmrü’l-Kays bin Salebe bin Kâ’b’ın nesliyle Hazreti Muhammed ( aleyhisselâm ) ile birleşir. Hazrec kabilesine mensûbtur. Doğum târihi kesin olarak bilinmemesine rağmen, Medine’de Melik Tübbe’nin evinde doğdu. Melik Tübbe, Hazreti İbrâhim’in dininden olup, Yemen’de Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) yediyüz sene önce yaşadı. Son Peygamber Hazreti Muhammed’in ( aleyhisselâm ) Medine’ye geleceğini devrin büyük âlimlerinden öğrenip, buraya gelerek, yerleşti. Resûlullah ( aleyhisselâm ) için dahi binalar yaptırıp, îmân ettiğini bildiren bir mektûb yazarak, bıraktı. Hazreti Resûlullah, Hicret-i Nebevî’den sonra Medine-i Münevvere’ye teşrîf edince, vaktiyle Melik Tübbe’nin yaptırdığı ve Hazreti Hâlid’in ikâmet ettiği evin bahçesine devenin çökmesiyle bu mektûb çıkarılıp, Peygamberimize ( aleyhisselâm ) arz edildi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte “Tübbe’ye sövmeyiniz, çünkü O mü’min idi.” buyurdu.


Hazreti Ebû Eyyûb-i Ensârî, Bi’setin onbirinci senesi (m. 620) Hac mevsiminde îmân ederek müslüman oldu. Bi’setin onikinci senesinde (m. 621) Hac mevsiminde ikinci Akabe Biatinde bulunarak, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sohbeti ile şereflendi. Eshâb-ı kiram ve Ensâr-ı kiramdan oldu. Hanımı Ümmü Eyyûb de (radıyallahü anha) Müslüman olup, Peygamberimize ( aleyhisselâm ) hizmet ile şereflendi. Üç erkek, bir kız çocuğu vardı. Eyyûb, Abdurrahmân, Hâlid erkek; Amre de kız çocuğudur.


Resûlullah ( aleyhisselâm ) Hicret’ten sonra ondört gün Kubâ denen yerde kaldı. Buradan Medine’ye hareket etmek üzere ana tarafından akrabası ve dayıları olan Neccâroğulları’na haber gönderdi. Neccâroğulları kılıçlarını kuşanıp geldi. Resûlullah ( aleyhisselâm ), Cuma namazını kılıp, Medine’ye hareket ettiler. Medine’ye geldiklerinde yolun iki tarafını dolduranlar “Resûlullah geldi! Resûlullah geldi!” deyip, sevinç gözyaşları döküyorlardı. Medine uluları Peygamberimizin devesi Kusva’nın yularına sarılarak: “Yâ Resûlallah, bize buyurunuz! Size yabancı olmayan, hürmet eden, düşmanlarınızla mücadeleye gücü yeten ailemizde misâfir olunuz!” diyorlardı. Resûlullah da “Deveyi kendi haline bırakınız. Çünkü, o me’murdur. Emîr olunduğu yere gider; ona yol veriniz!” diye onlara teşekkür ediyordu. Onlar da deveyi bırakıyorlardı. Deve, sonunda Neccâroğulları yurduna gelip çöktü. Peygamberimiz, “Akrabamız evlerinden hangisinin evi daha yakındır?” diye sorunca Neccâroğullarından Ebû Eyyûb-i Ensârî: “Yâ Nebîyyallah! Benim evim yakındır, işte şu evim, bu da kapı”, diye göstererek Resûlullahı evine davet etti. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin evinde Mescid-i Nebevî, hücreler ve odalar bitinceye kadar kaldı. Ebû Eyyûb-i Ensârî, O’nun gece bekçiliğini ve muhafızlığını yaptı. Kendisi, hanımı Ümmü Eyyûb Fâtıma ve annesi Hind ( radıyallahü anha ) gece-gündüz, Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) hizmet ettiler. Böylece Mihmandarlık makamı, Hazreti Âdem’den (aleyhisselâm) kıyâmet gününe kadar, hiç kimseye nasip olmayan bir şeref, Hazreti Ebû Eyyûb-i Ensârî’ye nasip ve ihsân olundu. Evlerinde, şahıslarına pek çok hadîs-i şerîf söylenmiştir. İlk gün Medine ahalisi, Hazreti Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin evine geldi. Gelenlerin içinde Musevî âlimlerinden Abdullah İbn-i Selâm da vardı: Abdullah bin Selâm, Hazreti Muhammed’in ( aleyhisselâm ) cemâl-i şerîfine bakıp; “Bu yüz yalancı yüzü değildir” diyerek, hemen müslüman oldu.


Buyurdular ki: Bir defasında Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile Hazreti Ebû Bekir’e yetecek kadar yemek hazırlayıp, huzûrlarına götürdüm. Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Yâ Ebâ Eyyûb! Ensâr’ın eşrafından otuz kişiyi davet et” buyurdu. Ben yemeğin azlığını ve belki Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) bu yemeği çok zannettiler diye düşünürken tekrar, “Yâ Ebâ Eyyûb! Kureyş’in eşrafından otuz kişiyi davet et” buyurdular. Binlerce düşünce ile Kureyş’ten otuz kişi davet ettim, geldiler. O yemekten yediler, doydular. Bir mucize olduğunu anlayıp, imânları kuvvetlendi ve bir daha bîat ettiler. Gittiler sonra “Altmış kişi davet et” buyurdular. Ben mucize, olarak yemeğin azalmadığını gördüğümden, daha ziyâde sevinerek altmış kişiyi Hazreti Resûlullah’ın huzûruna davet ettim. Geldiler, o yemeklerden yediler. Hepsi Hazreti Resûlullahın mucizesini tasdîk ederek döndüler. Ardından: “Ensârdan doksan kişi çağır” buyurdular. Çağırdım, geldiler. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) emri üzerine onar onar o sofraya oturup, yediler hepsi de bu büyük mucizeyi görüp, gittiler. Yemek ise benim götürdüğüm kadar, sanki hiç el sürülmemiş gibi duruyordu. Yine anlattılar; “Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) dâima akşam yemeği yapıp, gönderirdik. Kalanını, bize geri gönderdiği zaman, ben ve Ümmü Eyyûb, Hazreti Resûlullah’ın elinin değdiği yerleri araştırarak, oralardan yer ve bununla bereketlenirdik. Yine bir gece, yapıp gönderdiğimiz soğanlı veya sarımsaklı yemeği Resûlullah geri çevirmişti. Onda elinin izini göremeyince, feryâd ederek yanına gittim. “Yâ Resûlallah! babam, anam sana feda olsun! Siz akşam yemeğini geri çevirdiniz. Fakat, onda elinin izini göremedim. Halbuki ben ve Ümmü Eyyûb, geri çevirdiğin yemekte elinin değdiği yerleri araştırmakta ve bununla bereketlenmekteydik.” dedim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdular ki; “Bu sebzede bir koku his ettim. Ondan yemedim. Ben melekle konuşan bir kişiyim.” “O yemek haram mıdır?” diye sorunca, “Hayır! Fakat ben kokusundan dolayı ondan hoşlanmadım.” buyurunca; “Senin hoşlanmadığın şeyden ben de hoşlanmam!” deyince Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), “Siz onu yiyiniz.” buyurdu. “Bunun üzerine biz de ondan yedik ve bir daha Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) o sebzeden yemek yapmadık.” Peygamberimizin Herise (keşkek) yemeğini çok sevdiğini Hazreti Eyyûb-i Ensârî hazretleri rivâyet etmiştir.


Resûlullah ( aleyhisselâm ) Medine-i Münevvere’de bir kuşluk vakti, müslümanların iki gözbebeği Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk ve Hazreti Ömer-ül-Fârûk ile karşılaştı. Üçü beraber Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin evine gittiler. Evde olmadığını öğrenince, nerede olduğunu sordular. Bahçede çalışmakta olan Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretleri, Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) sesini işitip koşarak eve geldi. “Merhaba Yâ Resûlallah! Hoş geldiniz. Arkadaşlarınızla beraber safa geldiniz” diyerek karşıladı. Bahçede çalıştığını beyan edip, hurma ağacından bir salkım kopararak geldi. Salkımda üç çeşit hurma vardı. Hazreti Resûlullah “Yâ Ebâ Eyyûb! Bu salkımdaki kuru hurmaları ayır” buyurunca; “Yâ Resûlallah! Emîr sizindir. Ancak, size hayvan kesip, et ikram edeceğim.” Resûlullah da; “Eğer hayvan keseceksen, sütlü hayvan kesme” buyurdu. Eyyûb-i Ensârî ( radıyallahü anh ) oğlak kesip, Ümmü Eyyûb ( radıyallahü anha ) da yarısını söğüş, diğer yarısını da kızarttı. Sıcak bir ekmek hazırladı. Etleri ekmeğin üzerine koyup, sofraya getirdi. “Yâ Resûlallah, buyurunuz” deyince, Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Yâ Ebâ Eyyûb! Bu ekmek ile etten bir parça da kızım Fâtıma’ya götür, çünkü ben biliyorum ki; epey zamandan beri Fâtıma bu yemeği yememiştir.”Emîr yerine getirilip, sofra kalktıktan sonra Peygamberimiz “Bütün bu ni’metler, ekmek, et, hurma, taze hurma ne güzel. Bu ni’metler şükür ister.” buyurup ağladılar.“Nefsim, yed’i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bu ni’metler yüzünden, yarın kıyâmet gününde siz suâl olunacaksınız” buyurduktan sonra ilâve ettiler;“Ancak, sağlığınızda elinize geçen ni’metleri yemeğe başlarken “Bismillah”, doyduğunuz zaman da “Elhamdülillahillezi eşbaanâ ve en âme aleynâ fe efdâle” diyerek Cenâb-ı Hakk’a şükür ve duâ ediniz. Zira, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği rızık, bu sebeple, size kifâyet eder.” Gitmek üzereyken, “Yâ Ebâ Eyyûb! Yarın da sen bize gel” buyurarak davet etti. Davete icabet edip, Resûlullahın yanına gitti. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Ebû Eyyûb-i Ensârî ( radıyallahü anh ) hazretlerini çok sevdiğinden, mükâfat olarak, o’na bir câriyesini ihsân edip, “Yâ Ebâ Eyyûb! Bu câriye hakkında Allahü teâlâdan hayır iste. Çünkü, bu câriye bizim yanımızda bulunduğu müddetçe, bundan hayırdan başka birşey görmedik” buyurunca, Resûlullah ( aleyhisselâm ) yanından ayrıldıkta; “Ben Fahr-i âlem hazretlerinin vasıyyetlerinde hayır görüyorum. O hayır da ancak bu câriyeyi âzad etmektir.” deyip âzad etti. Ebû Eyyûb-i Ensârî ( radıyallahü anh ) Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) için, hergün bir sofra hazırlamak âdetiydi. Bu izzet ve ikramıyla derecesi çok yükseldi.


Hazreti Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin Ensâr-ı kiram, Eshâb-ı kiram, Mihmandâr-ı Nebevî ve Hazreti Muhammed ( aleyhisselâm ) ve yakın arkadaşlarına ev sahipliği gibi üstünlüklerinin yanında daha pekçok hâlleri vardır. Bedir, Uhud, Hudeybiyye ve diğer bütün gazvelerde (harplerde) Resûlullahın yanında bulundu ve Resûlullahın hayır duâlarına kavuşdu. Bir çok muharebelerde sancakdarlık hizmeti ile şereflendi. Bu sebeple kendisine (Sancaktâr-ı Resûlullah) ünvanı verildi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz, Eshâb-ı kiram arasında âhiret kardeşliği sözleşmesi yaptırırlarken, Hâlid bin Zeyd ile Mus’ab bin Umeyr hazretleri arasında da âhiret kardeşliği akdi yaptırmıştır. Hâlid bin Zeyd hazretleri Cemel ve Sıffînvakalarında, Hazreti Ali’nin yanında bulundu. Kumandanları arasında yer aldı. Hazreti Ali şehîd oluncaya kadar hep yanında bulundu. Suriye, Filistin muharebelerinde Mısır ve Kıbrıs’ın fethinde de bulundu. Gayet şecaatli ve pek kahraman idi. Bir muharebede bir özründen dolayı bulunamadığı için hep üzülürdü.


Hurmalarını çalan cinnîyi gece yakalayıp: “Bu zamana kadar çaldıklarını sana helâl ederim. Ancak bir şartım var. O da sizin zararınızdan kurtulmanın çaresini söylemendir.” buyurunca cinnî, Haşr sûresinin sonunu okumaktır cevabını vermiştir.


Çok cömert idi. Evi herkese açıkdı. Eline geçeni Allah yolunda verirdi. Köleleri ve câriyeleri âzâd eder, onlara ihsânda bulunurdu. Sünnet-i seniyyeye çok bağlı idi. Dünyayı sevmez, dünyalıktan hoşlanmazdı. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) vefâtından sonra sık sık Ravda-i mutahhara’ya gidip, ağlardı. Bir defa imâm olup, yanındakilere namaz kıldırdıktan sonra, arkadaşlarına: “Şeytân kalbime vesvese etti ve bana, bu insanların arasında imamlığa müstehak senden başka bir ferd yoktur. Sen şimdi insanların hepsinden efdalsin, bu açık bir hâldir dedi ve bundan sonra mecbûr olmadıkça imamlık yapmayacağıma kalbimi ucub ve riyadan koruyacağıma söz verdim” buyurdu.


Ebû Eyyûb-i Ensârî aynı zamanda ilim ve takvâda da çok ileri idi. Vahiy kâtipliğinde bulunmuştur. Hemen birçok Sahâbî kendisinden ilim ve hikmet dersleri almış, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin doğru anlaşılmasında kendisine müracaatta bulunmuştur. Kurra-i Kirâm’dan yani, Kur’ân-ı kerîmi ezbere bilenlerin meşhûrlarından olup, Tabiînin kırâat âlimi idi. O her gittiği yerde “Mihmandâr-ı Nebevî” olarak büyük alâka ve hürmet görmüştür.


Hazreti Ali’nin, hilâfeti zamanında Basra vâlisi Abdullah bin Abbas’ın ( radıyallahü anh ) yanına gitmişti. İbn-i Abbas kendisini görünce ona pek çok hürmet etmiş ve konağını ailesine tahsis etmiştir. Basra’dan ayrılırken de, konağın bütün kıymetli eşyaları hediyye edildi. Yirmi bin, veya kırk bin dirhem gümüş ve yirmi veya kırk köle ihsân ve takdim edilmişse de, o köleleri âzâd etti ve paraları da onlara dağıttı.


Hazreti Muâviye zamanında Mısır’ı da ziyâret eden Ebû Eyyûb-i Ensârî burada da büyük hürmet ve alâka ile karşılanmıştır. Mısır Vâlisi Ukbe bin Âmir idi. Vâli ile aralarında şöyle bir hâdise geçti. Vâli bir gün akşam namazına gecikti. Cemâat bir hayli bekledi. Nihâyet cemaata gelip imâm oldu. Namazı geç de olsa kıldırdı. Cemâat arasında Ebû Eyyûb-i Ensârî de vardı. Namazdan sonra Ebû Eyyûb-i Ensârî Vâliye “Ey Ukbe, Resûl-i Ekrem’in ( aleyhisselâm ) akşam namazını geciktirenler hakkında şu sözünü duymadın mı?“Ümmetim, akşam namazını yıldızların gökyüzünü kaplamasına kadar tehir etmedikçe hayır üzeredir, yahut fıtrat üzeredir.” Hazreti Ukbe, “Evet” diye cevap verince, “O halde akşam namazını niçin bu kadar geciktirdiniz?” diye sordu. Ukbe ( radıyallahü anh ) meşgûliyeti sebebiyle bu gecikmenin vâki olduğunu ifade edince, Ebû Eyyûb-i Ensârî “Yemîn ederim ki, senin bu yaptığını görerek halkın Resûlullah da böyle yapardı. Zehabına düşmesinden endişe ederim” dedi ve vâliyi ikaz ve işâret etti.


Onun Mısır seyahatinin asıl sebebi bir hadîs-i şerîfi, vâliden tahkîk etmekti. Resûl-i Ekrem’den ( aleyhisselâm ) rivâyet edilen hadîsi bizzat Peygamberden ( aleyhisselâm ) duyan Hazreti Ukbe’den başkası hayatta kalmamıştı. Ebû Eyyûb-i Ensârî, durumu Ukbe’ye bildirip, kendisini dinlemek istediğini söyledi. Ukbe mezkûr hadîs-i şerîfi şu şekilde anlattı: Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Her kim bu dünyâda bir mü’minin kusurunu örterse, Cenâb-ı Hak da kıyâmet gününde onun kusurunu örter.” Hazreti Ebû Eyyûb böylece bir hadîsi tahkîk etmenin gönül huzûru ile Medine’ye dönmüştür. Onun için, Allah yolunda cihâd için cepheye gitmek ne ise, bir hadîs için de uzun yolları katetmek aynı derecede mukaddes bir vazîfeydi.


Hazreti Ebû Eyyûb, dört halife devrini de idrak ederek nihâyet Hazreti Muâviye’nin İstanbul fethi için teşkil ettiği orduya da yetişmiştir. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) İstanbul fethi için verdiği müjdeyi kalbinin derinliğinde bir sır gibi saklıyordu. Yaşı ilerlemesine rağmen bu müjdeye kavuşma şerefi ve heyecanıyla dolu idi. Hicretin ellinci (m. 670) senesinde Mısır’a gelerek bizzat katıldığı bu ordu ile İstanbul önlerine kadar gelen Hazreti Ebû Eyyûb-i Ensârî, çarpışmalar sırasında hastalandı ve yatağa düştü. Hasta yatağından harbin seyrini takip ediyor ve bir an önce iyileşip, savaşmayı arzuluyordu. Ordu kumandanı Yezîd bin Muâviye kendisini bizzat gelip ziyâret etti. İyi olması temennisinde bulundu. Yezîd’in ziyâretinden memnun olan Ebû Eyyûb-i Ensârî ecelinin yaklaştığını hissederek, Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfini rivâyet ederek “Kostantiniyye’de kalenin yanında bir recul-i sâlih defn olunacaktır” vasıyyette bulundu: “Şayet burada vefât edersem, cenâzemi hemen defn etmeyin. Ordunun gidebileceği yerin en ileri noktasına kadar götürün ve beni oraya defn edin.” Mihmandâr-ı Nebevî, demek ki, manevî olarak defn edileceği yeri görmüş ve müslümanların hayâli olan İstanbul fethine bir adım daha yakınlaşmak istemişti. Gerçekten bir müddet sonra Hazreti Ebû Eyyûb-i Ensârî rûhunu Rahmân’a teslim eyledi. Vasıyyeti üzerine askerler nâşını elleri üzerinde ordunun vardığı en uç noktaya taşıdılar. Tekbir ve duâlarla defn ettiler.


Hazreti Ebû Eyyûb-i Ensârî sağlığında göremediği o fethi vefâtından sonra kabrinden temaşa etmek istemişti. Bu bakımdan İstanbul’un manevî fâtihi olarak kabûl edilen Ebû Eyyûb-i Ensârî, bu toprakları asırlardır şereflendirmiş ve nurlandırmıştır. Onun defn edilmesinden sonra ordu kumandanı Yezîd, mezarına bir zarar gelmemesi için, Bizans Kayserine bir elçi gönderdi. Orada yatanın Peygamber Mihmandarı olduğunu ve Ona gelecek en küçük bir zararın, İslâm dünyâsında bulunan bütün kiliselerin yıkılıp yerle bir olmasına sebep olacağını ihtar etti. Gerek bu tehdit, gerekse Hazreti Peygamberin büyük Sahâbîsi olması sebebiyle, Hıristiyanlar onun mezarına zarar verememiş, hattâ müslümanlar gibi onun mezarını ziyâret ederek manevî yardımını dilemişlerdir. Zamanla o mezarda yatan zâtın hüviyeti Bizanslılarca unutulmuş, fakat manevî havası sonraki asırlarda da devam etmiştir.


Bundan sonra İstanbul üzerine daha pek çok sefer tertip edilmiştir. Ancak her defasında muhkem kalelerle korunan şehir feth edilememiş, bu şeref Osmanlı Padişahı Fâtih Sultan Mehmed Hân ve askerlerine nasip olmuştur. Osmanlı Sultanı Fâtih Sultan Mehmed Hân (1429-1481) İstanbul’un fethini gerçekleştirdikten sonra devrin büyük âlim ve gönül sultanlarından Akşemseddîn hazretlerine: “Ey benim muhterem Hocam! Târih kitaplarının yazdığına göre, Peygamberimiz Muhammed Mustafa ( aleyhisselâm ) efendimiz hazretlerinin mihmandarı Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin ( radıyallahü anh ) mübârek kabri, burada (İstanbul) kalenin yakın bir yerindeymiş. Himmetinizle kabr-i şerîfin yerini bulmak ve bilmek arzusundayım” buyurunca Akşemseddîn, Sultana hitaben; “Sultanım ben geceleri şu semtte bir yere nûr inmekte olduğunu görüyorum. Zan ederim ki, o nûrun indiği yerde, o mübareğin kabr-i şerîfi olsa gerektir” buyurdu. Beraber bugünkü türbenin bulunduğu yere geldiler. Akşemseddîn hazretleri bir müddet teveccühte bulunduktan sonra: “Evet, Hazreti Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin rûh-u şerîfi ile şimdi mülakat ettim, İstanbul’un fethini tebrik edip, “Beni zulmet-i küfürden kurtardın.” buyurarak ferah ve sürürünü belirtti buyurunca, Fâtih Sultan Mehmed Hân ve Akşemseddîn ile maiyeti hep beraber, işâret edilen yere geldiler. Sultan Fâtih, Akşemseddîn hazretlerine; “Efendim! Kabri şerîfin yerini tayin buyurunuz ki, üzerine türbe yapalım” dedi. Akşemseddîn hazretleri şimdiki türbenin bulunduğu yerde bir müddet teveccüh ve murâkabede bulunduktan sonra, mezarın baş tarafından bir yeri göstererek: “Burasını kazınız. İnşâallahü teâlâ, iki arşın sonra yazılı bir mermer çıkacaktır. İşte orası Hazreti Mihmandâr-ı Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabr-i şerifidir” buyurdu. İşâret edilen yer kazıldı. Buyurduğu gibi yazılı mermer bulundu. Sultan Fâtih, Akşemseddîn hazretlerinin kerâmetine hayran kalıp, ziyadesiyle memnun oldu. Fâtih Sultan Mehmed Hân, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin kabri üzerine bir türbe, Akşemseddîn ve ailesine mahsûs odalar ile bir de câmi-i şerîf bina ettirdi. Burası bütün müslümanların ziyâretgâhı haline geldi. Câmi-i şerîfe 1136 (m. 1723) senesinde iki uzun minare yapıldı. Osmanlı Sultanı Üçüncü Selim Hân 1203 (m. 1789), 1223 (m. 1807) Eyyûb Sultan Câmii’ni 1215 (m. 1800) senesinde yeniden yaptırdı. İlk Cuma namazında Sultan Selim Hân da bulundu. Eyyûb Sultan Câmii’nin son tamirini 1380 (m. 1960) senesinde devrin başvekîli Adnan Menderes yaptırdı. Türbenin son tamirini Osmanlı Sultanlarından ikinci Mahmud Hân 1255 (m. 1808), 1223 (m. 1839) yaptırdı. Sanduka üzerindeki yazılar, Sultan’ın el yazısıdır. Türbedeki asılı levhadaki iki beyti Sultan Üçüncü Selim Hân söyleyip, devrin meşhûr hattadı Yesârîzâde yazmıştır.


Alemdâr-ı Kerîmi şâh-ı iklimi risâletsin

Muinim ol benim, dâim, bâhakkı Hazret-i Bari

Selîm ilham i her dem, yüz sürer bu Ravza-i Pâke

Şefaatle kerem kıl, yâ Ebâ Eyyûb el-Ensârî


Hazreti Ebû Eyyûb el-Ensârî, Peygamber efendimizden bizzat işiterek 150 hadîs-i şerîf rivâyet etti. Bunlardan bazıları şunlardır:


Bir gün Hazreti Hâlid bin Velîd’in oğlu Abdurrahmân muharebe sırasında yakaladığı dört esîrin katlini emretmişti. Dördünün de atılacak oklarla can vermesini istemişti. Ebû Eyyûb bunu haber alınca Abdurrahmân’ı ikaz etmiş ve “Resûl-i Ekrem’den ( aleyhisselâm ) işkenceli ölümleri nehy ettiğini duydum” diyerek bir hadîs-i şerîf nakletmiştir.


Bir başka rivâyetinde:


Bir adam Resûlullaha gelerek, “Yâ Resûlallah, bana veciz şekilde nasîhat eder misin?” dedi. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ) nasîhat isteyen o adama şöyle dedi:“Namazını kıldığın zaman, sanki dünyâya veda ediyormuşsun gibi ol, yarın özür dileyeceğin bir sözü söyleme, insanların elindekinden ümidini kes.”


“Ramâzan-ı şerîf ayında tamamen oruç tuttuktan sonra, şevval ayında altı gün daha oruç tutan kimse, bütün sene oruç tutmuş gibi olur.”


“Kim Allaha ortak koşmadan ibâdet eder, namazı kılar, zekâtı verir. Ramazan ayında oruç tutar ve büyük günahlardan sakınırsa, muhakkak onun için Cennet vardır.” Eshâb-ı kiram, “Yâ Resûlallah! Büyük günahlar nelerdir?” diye sordular. Resûlullah buyurdu ki: “Allah’a ortak koşmak, müslüman bir kimseyi öldürmek ve cihâddan kaçmaktır.”


“Kılınan her namaz hatalara bir set çeker.”


“Sizden birisi helaya gittiğinde kıbleye yönelmesin ve kıbleye dönmesin.”


“Akşam namazına, yıldızlar doğmadan önce acele ediniz.”


“Sadakanın efdali, (en faziletlisi) akrabaya verilendir.”


“Bir müslümana, din kardeşini, üç günden daha fazla terk etmek, karşılaştıklarında birbirinden yüz çevirmek helâl olmaz. Bunların en hayırlısı ilk önce selâm verendir.”


“Bir mücâhidin, fî sebilillah, düşmana hücum ve garat (akın) etmek üzere hareket ve faaliyette iken, üzerine güneşin doğması ve yine akşam üzeri harb meydanında karargâhına (gecelemek için) dönmesi Allahü teâlâ indinde, güneşin üzerlerine doğup, battığı bütün dünyâ mal ve mülkünden daha efdal, daha hayırlı ve sevâbdır.”