Din ve fen ilimleri

Dinde reformcu diyor ki:


*(Sonra gelen âlimlerin öncekilerden dahâ ileri olması, ilâhî kanûnlar îcâbıdır. Çünkü sonrakilerin hareket noktası, öncekilerin sonunda başlar.)*


Cevap:


Sonra gelen âlimlerin, öncekilerden dahâ ileri olması sözü, *fen bilgileri için doğrudur*. 


Din bilgilerinde, Resûlullahın aleyhisselam”, *(Her asır, kendinden öncesinden dahâ şerdir. Kıyâmete kadar hep böyle olur)* hadîs-i şerîfi muteberdir. 


Bu hadîs-i şerîf, *fen adamlarının şahsiyetleri ve fen vâsıtalarını kullanmaları* bakımından da muteberdir(geçerlidir, değerlidir.).


Şübhesiz bu kâide çoğunluk için mu’teberdir. *Her asrda bundan müstesnâ olanlar bulunmuştur.* 


Dinde reformcu, *fen bilgisi ile din bilgisini birbiri ile karıştırmakta*, fen ile fen adamını da aynı şey sanmaktadır. 


*Fen elbet ilerliyor. Fakat bu ilerleyiş, fen adamlarının ileri olması demek değildir.* 


*Sonra gelen fen adamları arasında öncekilerden dahâ geri, dahâ bozuk ve dahâ alçak olanları az değildir.*


Faideli Bilgiler- Sayfa 116,117

Sohbette sükût

 REŞHA-322: Buyurdular: Eğer sohbette sükût, Hak sübhânehü ve teâlâdan âgâhlığın muhâfazası ve boş, lüzumsuz sözler söylememek için olursa, o sohbet Cennettir. Âyet-i kerîmede: "Orada boş, lüzumsuz söz duymazlar" [Meryem -62] buyurulması böyle sohbete işârettir. Kalbleri hakîkî mahbûbâ tutulmuş olanlar, her hâlde Hak sübhânehü ve teâlâ ile mükâleme [konuşma] ve münâcâttadır [ yakarma hâlindedir].

[Reşahât, sf: 405]

İnsanî ruhlar

 REŞHA-324: Buyurdular: İnsanî ruhlar, kudsî beşiklerde dâimâ müşâhedede idiler. Bu şehâdet âlemine getirip, nâsut kafesine sokup habs ettiklerinde, bedenlere taalluk sebebiyle, mesken [ev], melbes [giyecek] ve yemek ve bunlardan başka bedenin ihtiyâc duyduğu her şeyle meşgul oldular. Bu kadar çok meşgale ve sıkıntı bazılarını aslî vatanına dönmek isteğinden alıkoymadı ve hayvanî ihtiyaclar ve tabiî zevkler, onların öz vatanlarına kavuşma sevdasını kıramadı. Buradan anlaşıldı ki, insanın var edilmesinden maksûd, bu sıkıntılar değildir.

[Reşahât, sf: 405]

Ecir ikidir

 REŞHA-330: Buyurdular: Ecir de ikidir: Biri ecr-i memnûndur, diğeri ecr-i gayr-i memnûndur. Ecr-i memnûn, amel karşılığında olmayıp, mücerred, [sırf] mevhibedir. Gayr-i memnûn ise, amel karşılığındaki ecirdir.

[Reşahât, sf 406]

İlim ikidir

 REŞHA-329: Buyurdular: İlim ikidir: Biri verâset, diğeri ledünnî ilimdir. Verâset ilmi, ameli önde olan ilimdir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem): " Bildiği ile amel edene, Allahu teâlâ bilmediklerini verir" buyurmuşlardır. Ledünnî ilim, amelle alâkası olmayıp, Hak teâlânın mücerred ihsân ve inâyeti ile kendi katından kulunu husûsî bir ilim ile şereflendirmesidir. Nitekim Hak teâlâ: "Ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik" [Kehf-65] buyuruyor.

[Reşahât, sf: 406]

Seyir iki çeşittir

 REŞHA-328: Buyurdular: Seyir iki çeşittir: Biri boyuna, uzunlamasına seyir, diğeri dâirevîdir. Uzunlamasına olan uzak içinde uzaklık, dâirevî olan ise, yakınlık içinde yakınlıktır. Uzunlamasına seyr, maksadı kendi dâiresinin dışında aramağa derler. Dâirevî olan ise, kendi kalbinin etrafında dolaşıp, maksadı kendinde arayıp bulmağa derler.

[Reşahât, sf: 406]

Sîmurg'a [Anka'ya] kimler erişti

 REŞHA-332: Hâce hazretleri bir gün temsîl yoluyla buyurdular ki: Kuşlar Sîmurg'a [Anka'ya] ulaşmak için toplanmışlar. Yola girdiklerinde, her biri bir özür beyân edip geri kalmış. Ama hangisinde Anka'dan bir eser var idiyse, Anka'ya o erişmiş.

[Reşahât,sf: 407]

Kemâl eneyi [beni] ortadan kaldırmaktır

 REŞHA-333: Buyurdular: Halk düşünür ki, kemâl, enel-Hak demektir. Halbuki kemâl eneyi [beni] ortadan kaldırıp, asla ben dememektir.

[Reşahât, Sf: 407] 

Esas iş [nefsten] bağımsızlıktır

 REŞHA-334: Buyurdular: Esas iş [nefsten] bağımsızlıktır. Sonra buyurdular ki: Bana göre Pehlivân Mahmûd Pûryâr'ın şu dörtlüğünden yüksek bir şiir yoktur:

Aşk kumarhânesinde nice gidip gelen var,

Aşağılıklarla sohbetten oldular bîzâr,

Ne sayı, ne hâlini kimse bilmez bunların,

Dareyn nakd ve borcunu hiç etmediler pazar.

Sonra buyurdular ki: Eğer bir kimse LÂ İLÂHE İLLALLAH  ma'nâsının hakîkatını bilse, bu sözden Pehlivân Mahmûd'un hiç bir kayd [bağ] ile mukayyed olmayıp, tecell-i zâtî ile şereflenmiş olduğunu anlar.

[Reşahât, sf: 407]


Mi'râc iki çeşittir

 REŞHA-327: Buyurdular: Mi'râc iki çeşittir: Biri ma'nevî, diğeri sûrî [maddî] mi'ractır. Ma'nevî mi'râc da iki çeşittir: Biri, zemîme [aşağı, kötü] sıfatlardan hamîde [güzel] sıfatlara mi'râcdır [yükselmedir]. Diğeri, mâsivâdan Hak teâlâya intikaldir.

[Reşahât, sf: 406]


İnsanın yaratılmasından maksad

REŞHA-326: Buyurdular: insanın yaratılmasından maksad, taabbuddur [kulluktur]. Kulluğun da özü, her hâlde Hak teâlâ ile olmaktır, tazarru' ve hudu' [yalvarma ve boyun eğme] vasfıyla.

Reşahât, Sf : 406

Hak teâlâ hiçbir şekilde idrâk edilemez

 Reşha-323: Buyurdular: Büyük âlimlere göre, Hak teâlâ, hiçbir şekilde, idrâk edilemez, anlaşılamaz. O'nu idrâk yolu kapalıdır. Kâmil akıl, O'nun idrâkinden hiçbir şekilde, kendisine kanâat gelmeyen akıldır. İş böyle olunca, sükûn ve ârâm [rahatlık] akıldan beklenmez.

Beyt:

İş bu aşûfteliği mademki istiyor yâr,

Uyumakta bir kâr yok, az gayrette ümid var.


[Reşahât, Sf: 405]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Sebeb*’e teşebbüs etmek lâzım. *Esbâb*’a yapışmak lâzım. Allahü teâlâ, her *Şeyi* bir sebeple gönderir. Meselâ duâ ediyoruz, *Yâ Rabbî, Sen benim gözüme şifâ ver!* diyoruz. 


Allahü teâlâ *Şifâ*’yı nasıl verir? *Sebeb*’ini gönderir. Onun için sebebe yapışacağız, *Sebeb*’ini arıyacağız. Allahü teâlâ *Elbette* sebebini gönderir. 


Ama *Duâ* edene gönderir. Duâ etmiyen, istediği kadar arasın, *Sebeb*’ini bulamaz. Ama *Duâ** eden, sebebini bulur. Allahü teâlânın *Âdet*’i böyledir. 


Ne diyor Allahü teâlâ? *Cihad için, düşmanlarınızda bulunan silâhların hepsini, hattâ atınızın ipine varıncaya kadar hazırlayın!* buyuruyor.


Meselâ *Bosna*’daki müslümânlar, bu *Emr*’e uymamışlar, *Silâh* hazırlamamışlar. 


Onlar da, *Elli sene*’den beri çalışsalardı, *Düşman*’larında, *Sırp*’larda ne *Silâh* varsa, aynısını onlar da yapsalardı, o *Felâket*’ler başlarına gelmezdi. 


Allahü teâlâ, her *Şey*’i bir sebeple gönderir. Kur’ân-ı kerîm bunu emrediyor. *Düşmanda olanı siz de yapınız!* buyuruyor. 


Demek ki, *Sebeb*’e yapışacağız. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde; *Li külli şey’in sebebâ!* buyuruyor. Yâni, *Ben her şeyi, sebeple yaratıyorum*, buyuruyor. 


Sen sebebe yapışma, sonra da; *Yâ Rabbî sen bana ver!* de. Yâhut namaz kılma, sonra da; *Yâ Rabbî, sen benim günâhlarımı affet!* de. Olur mu öyle şey? 


*Sebeb*’e yapışmayı Cenâb-ı Hak bize *Emr*’ediyor. Sebebe yapışanları Allahü teâlâ sever. *Helekel müsevvifûn!* diyor Peygamber Efendimiz. 


*Sebebe yapışmıyan, yarın yaparım, öbür gün yaparım, Allah kerîmdir diyen, mahv olur!* buyuruyor Peygamberimiz. 


Sen *Ders*’lerine çalışma, sonra de *Sınıf*’ı geçeceğim diye bekle. Olur mu öyle şey? 


Allahü teâlâ; *Sebebe yapışın!* diyor. Allahü teâlâ herkesin *Mükâfât*’ını verir. Ama sebebe yapışanlara *İhsân* eder.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, zaman zaman; Biz, *Bî-kes* kaldık! derdi. Bunu *Çok* söylerdi. Zaman zaman buyururdu ki: 


*Herkesin var bir kesi. Ben bî-kesin yok kimsesi. Ben bî-kesin sen ol kesi. Ey kimsesizler kimsesi!* 


Şimdi o *Kes*’e ne diyorlar? *Dayı* diyorlar. Bunun *Dayısı* var! diyorlar. Yâni *Arka*’sı var, *Dayanağı* var. 


*Herkesin var bir kesi. Ben bî-kesin yok kimsesi*. Yâni ben kimsesizim. Benim kimsem yok, dayım yok, arkam yok. 


*Ben bî-kesin sen ol kesi, ey kimsesizler kimsesi!* Allahü teâlâya böyle yalvarırdı Mübârek, *Nûr* içinde yatsın. Biz, her *Şey’*i Efendi hazretlerinden işitdik kardeşim. 


Abdülhakim Efendi hazretlerini görmeseydik, hâlimiz *Harâb*’dı. Meselâ ben, *Küfr* içinde yuvarlanıyordum. Çünkü *Öyle* yetişdirdiler bizi. 


Ama Abdülhakim Efendi hazretleri *Elimiz*’den tutdu, *Ayağa* kaldırdı ve bizi *Küfr*’den kurtardı, halâs eyledi, elhamdülillah. 


Yoksa *Nefs*’imize uymuşduk. Nefsimizin *Esîr*’i idik. Efendi hazretlerini görmeden evvel, *Nefs*’imin elinde *Esîr*’dim ben. 


Bizi, *Nefs*’in esâretinden *Halâs* eyledi, kurtardı. Nefs, insanın *Düşman*’ıdır. İnsana evvelâ *Kibr*’i emreder. Yâni kendini beğendirir. *Nefs*’den gelir bu. 


Ben o zaman *Askerî Lise*’de idim, hem de sınıfın *Birinci’*siydim. Çok çalışkandım. Onun için kendimi çok *Beğenir*’dim.


Öyle ki, bir yerlerde *Konuş*’sam da, herkes beni dinleyip *Alkış*’lasa derdim. 


Sonra bir yerde bir *Apartman* görsem, içimdan; *Benim de böyle bir apartmanım olsa!* derdim.


Yine bir yerde *Otomobil* görsem, yine içimden; *Ah, benim de bir otomobilim olsa!* derdim. 


Ama Abdülhakim Efendi hazretlerinin *Sohbet*’inde, bunların hepsi *Eridi,* gitdi hiç kalmadı elhamdülillah. Aynen *Kar* gibi. Kar, dayanabilir mi temmuz *Güneş*’ine? 


Abdülhakim Efendi hazretlerinin bereketiyle, *Nefs*’in elinden, onun *Pençe*’sinden kurtardı beni Allahü teâlâ.

Aşûre gününün fazileti

Aşûre gününün fazîletleri hakkında hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:

       *_"Aşûre gününün fazîletine kavuşmaya bakınız. Çünkü o gün, Allahü teâlânın günler arasında seçtiği mübârek bir gündür. Bu gün oruç tutan kimseye, Allahü teâlâ, meleklerin, peygamberlerin, şehîdlerin ve sâlihlerin ibâdetleri kadar sevâp verir."_*

       _*"Aşûre çoluk çocuğunuza iyilik yapın! Bir kimse, Aşûre günü çoluk çocuğuna iyilik yapıp, sevindirse, Allahü teâlâ, ona senenin diğer günlerini iyi eder."*_

       *_"Aşûre günü zerre kadar sadaka veren kimseye, Allahü teâlâ Uhud Dağı kadar sevâb verir."*_

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İstiğfâr* duâsı çok mühimdir kardeşim. *İstiğfâr* okunan yere, orada oturan insanlara, *Rahmet-i ilâhî* nâzil olur. 


Allahü teâlâ, hepsinin murâdlarını *İhsân* eder, günâhlarını *Afv*’eder. Oturduğu yerler, *Kıyâmet* gününde ona *Şefâat* eder. 


Geçdiği *Sokak*’lar şefâat eder. Molla *Nâmık-i Câmî* hazretleri böyle diyor. Onun için *İstiğfâr* duâsını her gün okumalı kardeşim. 


Peygamber Efendimiz de; *Bu duâ, her derde devâdır. Düşmanların zararından korunmak için de, her gün yüz kere okumalı*, buyuruyor. 


Meselâ, beş vakitde kılınan namazlardan sonra, bir miktâr, *Estağfirullah el azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyel kayyûme ve etûbü ileyh*, diye okumak lâzım. Kısacık. 


*Seâdet-i Ebediyye*’de yazılı bu hadîs-i şerîf. Muhammed Ma’sûm hazretleri de; *Ben kime tavsiye etdimse, dertlerden kurtuldu*, diyor. Çok tecrübe etdim, buyuruyor. 

● ● ●

*Dünyâ*’nın bir ucundan bize *Mektup*’lar geliyor kardeşim. Diyorlar ki: *Kur’ân-ı kerîm*’de Allahü teâlâ buyuruyor ki:


*Kıyâmet*’e kadar, benim *Râzı* olduğum *Yol*’da olan, bu *Yol*’da çalışan müslümânlar olacak. Bunların *Düşman*’ları *Çok* olacak. 


Fakat o düşmanlar, onlara bir *Şey* yapamıyacak. *Kur’ân-ı kerîm*’de böyle buyurduğuna göre, sizin düşmanlarınız *Çok*’dur, diyorlar bize yazdıkları mektuplarda. 


Hakîkaten *Hıristiyan*’lar bize düşman, *Yehûdî*’ler düşman, *Mezheb*’sizler de düşman. Ama yine de bizim *Kitap*’lar bütün dünyaya yayılıyor. *Allah*’ın büyüklüğü bu. 


Bizim kitaplar, bizim değil ki, o *Büyük*’lerin kitaplarıdır. Bunları okuduğumuz zaman, kalplerimize *Rahmet-i ilâhî* nâzil olur, kalplerimiz *Nûr*’lanır. 


Efendi hazretlerini görmeseydik, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacakdı. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri *Veliyy-i kâmil*'dir ve *Seyyid*’dir ve Resûlullahın *Vârisi*’dir.


Efendimiz aleyhisselâmın mübârek kalbinden fışkıran *Nûr*’lar, Onun *Kalb*’ine geldi. Resûlullahın *Feyz*’leri ve *Nûr*’ları, onların kalbine, böyle *Ceyhun nehri* gibi akıyor. 


*Gürül gürül* akıyor. İşte onları *Sevip* de etrâfına üşüşenlere, toplananlara da, o *Feyz*’lerden, o *Nûr*’lardan muhakkak nasîb olur kardeşim

Müctehidin başka müctehidi taklid etmesi caiz değildir

 Esselamü aleyküm.


*Mısırlı mason Reşîd Rızâ, dinde reformcunun* ağzından şöyle söylüyor: *(Müctehid imâmların fazîletlerini ve ilmlerini inkâr etmem. Onların fazîletleri ve ilmleri her medh ve senânın üstündedir. Fekat, müctehidlerden önce, her müslimân delîlleri arıyordu. Sonra gelenler, delîli bırakıp, müctehid imâmları Peygamber kadar yükseltdiler.Hatta daha üstün tuttular)* diyor.


Cevap: Dinde reformcu, *bozuk mantığı ile, kendisini tezâdlara* düşürmekdedir. 


Bir ilm üzerinde mantık yürütebilmek için, *o ilmden anlamak şartdır.* O ilimden anlamıyorsa çevireceği fırıldaklarla ancak kendisini rezil eder. 



*Evet, müctehidlerden önce gelen müslimânlar,* ya’nî *Eshâb-ı kirâm*, delîlleri soruyordu. (Bu delillerden *kendileri hüküm çıkarıyordu.* Çünkü hepsi *müctehid* idiler.)


*Birbirlerini taklîd etmiyorlardı.* 


Çünki, *onların hepsi müctehid* idiler. 


Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” *medh ve senâ* eylediği, *birinci asrın* insanları idiler. 


Eshâb-ı kirâmın *hepsi*, Tâbi’înin *bir kısmı* müctehid idi. 


*Müctehidin* (ayeti kerime ve hadisi şeriften) *kendi anladığı ile amel etmesi lâzımdır.* 


*Başka müctehidi taklîd etmesi, câiz değildir.*


Dinde reformcu Reşid Rıza, *(Sonra gelenler müctehidleri Peygamber kadar yükseltdiler. Hattâ dahâ üstün tutdular)* sözünü söylüyor. Bir müslimân böyle bir söz söyleyemez. Çünki bu söz, *dört mezhebde bulunan milyarlarca müslimâna kâfir damgasını* basmaktır. 


Müslimâna *haksız olarak kâfir diyenin ve yazanın kendisi kâfir* olur. 


Faideli Bilgiler- Sayfa 114, 115, 116

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri *Nere*’ye gitse, ben de *Peşin*’den giderdim. Bâzan herkes *Bahçe*’de oyalanırken, ben Efendi hazretlerinin *Dizi*’nin dibinden ayrılmazdım. 


Ondan, hiç duymadığım *Şey*’leri duyardım. Onları defterime *Not* eder, ezberlerdim. Efendi hazretlerine olan muhabbetim de *Ben*’den değildi. 


Beni, kendisi *Cezb* ederdi. Yâni *Cezb* etmek de Efendi hazretlerindendi. Sanki *Elli Sene* sonrasını, yâni *Bu gün*’leri görmüş gibiydi Mübârek. 


*Yemek*’de, *Namaz*’da, *İstirâhat*’de, bir yere gitmekde, *Efendi*’den hiç ayrılmazdım. Her hareketine *Dikkat* ederdim ve hep Onu dinlerdim. 


Bir dakîkanın *Boş* geçmemesi için *Çırpınır*’dım. Her fırsatda *Yanına* giderdim. Başka câmilerdeki *Vaaz*’larına da giderdim. 


*Arabî* ve *Fârisî* okutmadan evvel, bâzı *Türkce* kitaplardan *Ders* verdi bana. Sonra *Arabî* ve *Fârisî* okutdu. Emsile, avâmil, simâî masdarları öğretdi. 


*Emâlî Kasîde*’sini, Mevlânâ Hâlid *Dîvânı*’nı, İsaguci denilen *Mantık* kitâbını ezberletdi. Bir *Şey* öğretmediği *Gün* olmamışdı. 


Abdülhakim Efendi hazretleri, İmâm-ı Begavî'nin *Kazâ-Kader* hakkındaki yazısının, *Arabî*’den *Türkçe*’ye tercümesini yapdırdı bana. 


O gece *Evde* yazdım, ertesi gün götürüp *Arz* etdim. Sonuna kadar okuyup; *Çok iyi, doğru tercüme etmişsin, hoşuma gitdi!* buyurdu. 


Bu tercüme, Bizim *Seâdet-i Ebediyye* kitâbının *412*.ci sayfasındadır. 

 

Sen bizi *Şeytan* şerrinden ve *Düşman* şerrinden ve *Nefs*’imizin şerrinden muhâfaza eyle yâ Rabbî. Evlerimize *İyilik*’ler ver, helâl ve hayrlı *Rızık*’lar ihsân eyle yâ Rabbî. 


Hastalarımıza *Şifâ*, dertli olanlarımıza *Devâ* ihsân eyle yâ Rabbî. Sen bizleri, *Yevm-i Cumâ*’nın ve *Leyle-i kadr*’in şefâatine ve bereketine nâil eyle yâ Rabbî. 


Bizleri, *Cennet*’inle *Cemâl*’inle müşerref eyle, *Günah*’larımızı ve *Kusur*’larımızı affeyle yâ Rabbî.

Mühim bir ikaz



O Minah kitabı ki Gavs-ı Hizânî ismi ile bilinen ve Seyyîd Tâhâ-i Hakkârî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin halifelerinden Seyyîd Sıbgatullah-i Arvâsî (Kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin sohbet ve veciz kelamlarının, halifelerinden Molla Hâlid-i Ölekî (Rahmetullahi teala aleyh) tarafından toplandığı kıymetli bir kitabdır.

Cabir bin Abdurrahman'ın "radıyallahü anh" bir rüyası

 🌹 Cabir bin Abdurrahman "radıyallahü anh" bir rüya görüyor ve sabahı zor edip doğru mescide Hazreti Ali'nin "radıyallahü anh" yanına koşuyor.


Namazdan sonra arz ediyor:

-Ya Emir-el müminin, bir rüya gördüm, çok korktum, lütfen bunu tabir ediniz... Büyük büyük inekler gördüm küçük inekleri sağıyor... Dereler gördüm kurumuş, damla su akmıyor ama kenarları yeşillik... Camiler gördüm mihraplarında, kürsülerinde koca koca putlar vardı...


Hazreti Ali kerremallahü vecheh, ağlamaya başlıyor ve buyuruyor ki:

-Bu rüyadakiler, bu ümmetin sonuna doğru başına gelecek felaketlere işaretlerdir!.. Birinci alamet, mevki sahibi olmuş, kendisine amirlik, yetki verilenler rüşvet almadan iş yapmayacaklar, rüşvetle geçinecekler, mevkilerini parayla değişecekler.


İkinci alamet ise, içleri boş oldukları hâlde kendilerini çok faziletli zanneden ve zannettirenler olacak, herkes onlara etiketinden mevkiinden dolayı hürmet edecekler. İşte bunlar kendilerine verilen yetkilere, etiketlere, nüfuzlara dayanarak etraflarındakileri ezen zalim amirlerdir...


Cami kürsülerindeki, mihraplardaki putlar ise en büyük felaket olup, din adına çıkıp konuşan, yazanlardır... Bunlar kendilerine inananların dinden çıkmasına, itikadlarının bozulmasına, mürted olmalarına sebep olacaklardır...


🌹 Allahü teala bizleri, öyle kimselerin şerrinden muhafaza buyursun!..

Allahü teâlâ İslâmiyyeti koruyacağına söz vermişdir

Dinde reformcu Mısırlı Reşid Rıza, kendi kendini övmekde, *(zındıkların kerâmeti kendinden menkûldur)* sözüne uygun olarak, kendi yazdığı *(el-Menâr)* mecmû’asını, *göklere çıkarmakdadır*. 


Hâlbuki, bu mecmû’asında, *masonları, dinde reformcuları, islâm âlimi olarak göstermekde,* bunlar *dîni yenileyecek* diyerek, *islâmiyyeti ilk şerefli mevkı’îne çıkarma vazîfesini onlara havâle* etmekdedir. 


*Sanki islâmiyyet bozulmuş, islâm kitâbları değişdirilmiş, doğru din kitâbı kalmamış da, onlar düzeltecek*. 


Onun *sinsi yazıları altında yatan yılanın kusduğu zehr* ise *Ehl-i sünneti yıkmak, Ehl-i sünnet kitâblarını yok etmek, Eshâb-ı kirâmın yolunu gösteren bu kitâblar* yerine, *masonların, islâmı içerden yıkmağa çalışan, kendisi gibi, dinde reformcuların kitâblarını koymak,* kısaca, *Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın yolunu, islâm dînini yok etmekdir.* 


*Dinde reformcuların, islâmı ıslâh edeceğiz diyenlerin maksadları, gâyeleri, işte budur.* 


Eshâb-ı kirâmın yolunu gösteren, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırmaları, onların *bu alçak gâyelerini apaçık göstermekdedir.*


Kendilerini müslimân şekline sokarak, islâm dînini içerden yıkmağa uğraşan böyle sinsi kâfirlere *(Zındık)* da denir. 


*Zındıklar câhilleri aldatabilir. Müslimânların çoğunu bozabilirler. Fekat, müslimânlığı bozamazlar.* 


*Allahü teâlâ, islâmiyyeti koruyacağına söz vermişdir.*


Faideli Bilgiler - Sayfa 114

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Elhamdülillah, sizin gibi *Mücâhid*’lerle müsâfeha edince, hep içimden, kalbimden; *Yâ Rabbî! Şu kardeşimin hürmetine, benim günâhlarımı affeyle!* diye duâ ediyorum kardeşim. 


*Ene celîsü men zekeranî!* buyuruyor Allahü teâlâ. Ne demek bu? Yâni *Ben*, her zaman ve her yerde, Beni *Zikr* edenlerin yanında bulunurum, demekdir.


Allahü teâlâ, her zaman ve her yerde *Hâzır* ve *Nâzır*’dır. Yâni merhameti, rahmeti *Hâzır* olur. Ama *Zikr* edenlere, *Rahmet*’le ve *Muhabbet*’le tecellî eder. 

● ● ●

Bir gün Cumâ namâzına *Eyüp câmii*’ne gitdim. Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri *Vaaz* verecek. Câmi *Tıklım tıklım* dolu, oturacak *Yer* yok. Oturacak yer bulamadım.


Abdülhakîm Efendi hazretleri, bir *Rahle*’nin yanında oturuyordu. Ben de gitdim, tam Mübâreğin *Karşısı*’nda, cemâatin *Önünde* diz çöküp oturdum.


*Yâsîn* kelimesinin mânâsını anlatıyordu. *Ey benim bahr-i yakînimin sebbâhı olan Habîbim. Benim rahmet deryâmın dalgıcı olan Habîbim!* diye başladı anlatmağa. 


*Yetmiş Sene* oldu. Bunu hâlâ unutmamışım. Ben rahlenin tam önünde oturuyorum. *Askerî* talebeyim. Biraz sonra, *Dersimiz burada kalsın!* dedi. 


Ben icimden; *Ne çabuk bitdi?* dedim. Meğer *Bir Sâat* sürmüş. Bana, sanki *Beş Dakîka* gibi geldi. 

Kapıdan çıkarken ayakkabılarımı bağlıyordum ki;


*Küçük efendi, ben seni sevdim. Bizim evimiz yukarıda, mezarlığın arasındadır. Arada bir gel, seninle sohbet ederiz*, diye bir ses işitdim. 


Meğer bunu diyen, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleriymiş. Beni ilk görüşde, *Seni sevdim!* dedi. Hâlbuki evliyânın *Sevgi*’sine kavuşmak için *Yirmi* sene, *Otuz* sene *Hizmet* etmek lâzımdır. 


Beni ise, daha ilk görüşde, *Küçük efendi, ben seni sevdim!* dedi. Neden? Çünkü *Kalb*’i okur onlar. Ben de, *Baş üstüne!* dedim. O günden beri Efendi hazretlerinden *Feyz* aldık kardeşim, çok şükür.

İslâmiyet kıyâmete kadar bozulmayacak

Dinde reformcu diyor ki:

*(İlm, tefekkür ve istidlâl sâhibi gerçek âlimlerin birer birer ortadan çekilmesiyle sonradan gelenler, sâdece onların söylediklerini harfi harfine nakl ediyorlardı. Zemânın geçmesiyle bunların fâidesi de kalmadı)*


Cevap: Dinde reformcu, sonra gelen din adamlarını kötülemekle *(Her yüz senede bir müceddid gelir. Bu dîni kuvvetlendirir)* hadîs-i şerîfini de inkâr etmiş oluyor. 


Evet, müslümânların bir kısmı bozuldu. *Yetmişiki bozuk fırka meydâna geldi.* 


Fekat, *müslümânların bir kısmının bozulması demek, islâmiyyetin bozulması demek değildir*. 


*Her asrda, her zemân, hiç bozulmıyan, Eshâb-ı kirâmın  yolundan ayrılmıyan, hakîkî, sâlih müslimânlar da vardı.* 


Hadîs-i şerîf, bunların her asırda mevcûd olacağını haber veriyor. Bunlara *(Ehl-i sünnet vel cemâ’at)* denir. 


*Ehl-i sünnet âlimleri dünyânın her yerinde, her asırda, insanları irşâd etdiler.* 


*Hiçbir süâli cevâbsız bırakmadılar*. 


Müslimânları, *bid’at sâhiblerinin ve dinde reformcuların yalanlarına aldanmakdan korudular.* 


*İslâmiyetin kıyâmete kadar bozulmayacağını, Allahü teâlâ haber vermiştir.* 


*Ehl-i sünnet âlimi demek, dört mezhebden birinin âlimi* demekdir.


Faideli Bilgiler - Sayfa 112, 114

Cömertlik ve cimrilik

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber Efendimiz; *Kıyâmetde Cehennemin en derin çukuruna, dîni yanlış anlatan ve kendileri ibâdet yapmıyan din adamları gidecek*, buyuruyor. 


Dünyâda en zor iş, Karar vermekdir. Yâni, Peki mi diyecek, Hayır mı? Eğer, Peki denmesi îcab eden yerde, Allah korusun Hayır derse, Küfr’e girer. 


Hayır denmesi îcab eden yerde Peki derse, îmânı Gider, Allah korusun. Onun için, bu dünyâda bundan daha Mühim ve daha Zor bir iş Yok’dur. 


*Âlim*, çok kitap okuyan, çok şey bilen kimse değil, *Hakk*’ı *Bâtıl*’dan ayıran kişidir. Yâni bu *Eğri*, bu *Doğru*, veyâhut da, bu *Sevilir*, bu *Sevilmez* diyebilendir. 


Dolayısıyla, çok *Kitap* okuyan, çok büyük *Âlim* olur diye bir kâide yokdur. Peki efendim, *Âlim* kime denir? Anlatayım:


Şimdi bu odanın her tarafı *Raf* olsa ve bu raflarda binlerce *Kitap* olsa, bir kimse de, bu kitapların hepsini *Okumuş* olsa. 


Eğer ki, bu *Doğru*, bu *Yanlış* veyâ şu *Sevilir* şu *Sevilmez* diyemiyorsa, bu kimse *Âlim* değildir. 


Çünkü *İlim*’den maksat, bu *Doğru*, bu *Eğri* diyebilmekdir. Veyâhut da bu *Yanlış*, bu *Doğru* diye ayırabilmekdir. 


Yâni *Hak* olanı *Bâtıl* olandan ayırmakdır. Bunu da, ancak *Ehl-i sünnet* âlimi yapabilir. Yoksa çok *İlim* sâhibi, çok *Amel* sâhibi değil. 


Bu iş, kendi kendine *Okumak*’la da olmaz. Peki, nasıl olur? Bu, ancak bir *Mürşid-i kâmil*’in anlatmasıyla, öğretmesiyle olur.


● ● ● 


*Cömert*’lik, güzel bir huydur kardeşim. *Ahmed Mekkî Efendi* de anlatırdı. Derdi ki: 


*Cömert*’lik, Cennetde olan bir *Ağaç*’dır. Bu ağacın kökü *Cennet*’de, dalları ise *Dünyâ*’dadır. Bu dallar, *Cömert*’leri kendilerine yapıştırır.


Ve *Cennet*’e çekerler. Onlar, istese de, istemese de o *Dallar*’a yapışırlar. Çünkü kendi *İrâde*’leriyle olmaz bu iş. *Mıknatıs*’ın metali çekdiği gibi çekilirler. 


*Cimri’lik* de öyle bir *Ağaç*’dır. Onun da kökü *Cehennem*’de, dalları *Dünyâ*’dadır. Bu dallar da, *Cimri*’leri kendine yapıştırır ve *Cehenneme* çeker.


Yine *Mıknatıs* gibi. *Mekkî âbi* böyle anlatırdı efendim.

İslâm âlimlerinin nefsleri mutmainne olmuşdur

Dinde reformcu; 

*(Âlimlerde birbirine karşı mücâdele, red ve cebhe alışın çoğu, nefsin arzûlarına kapılmaktan doğmuştur.)* Diyor.

~~~

*Cevap*: *İslâm âlimlerinin nefslerine uyduklarını söylemek* de, *dinde reformcuların bir yalanıdır.* 


*Fıkh âlimleri ve mezheb imâmları, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin dışında hiçbir şey söylememişlerdir.* 


*Bütün sözleri, Kitâbdan ve Sünnetden olduğu için bunların yolunda gidenlerin nefsleri emmârelikden kurtulmuş, mutmainne olmuşdur.* 


Onlara uyanlar böyle olunca, onların nefsleri mutmainne olmaz mı? 


*Dört mezhebin imâmlarının ve bütün müctehidlerin nefsleri mutmainne idi.* 


Herbiri *zâhir (kelam, fıkıh,tefsir gibi)* ilmlerinde yükselmiş, *bâtın(tasavvuf)* ilmlerinde kemâle gelmiş birer *Velî* idiler. 


Dinde reformcu Reşîd Rızâ'nın, *Ehl-i sünnet âlimleri için, nefslerine uydular demesi, bütün müslimânları ve islâmiyyeti kötülemek demekdir.* Bu sözün çirkinliğini iyi anlamalıdır.


Faideli Bilgiler - Sayfa 112, 113


(Açıklama: Zaten dört mezhep imamı tasavvuf ilminde büyük zatların talebeleri de olmuşlardır. *İmamı azam ve İmamı Malik hazretleri, İmamı Caferi Sadık* hazretlerinden; *imamı hanbel hazretleri Bişri Hafi, Marufi Kerhi, Zunnuni Mısri* hazretlerinden; *imamı Şafii hazretleri Şeybânî Rai* hazretlerinden feyz almışlardır.)

Dünya sevgisi tüm kötülüklerin başıdır

 💎Hadîd sûresinin yirminci âyetinde meâlen, (Dünyâ hayâtı, elbette la’b, ya’nî oyun ve lehv ya’nî eğlence ve zînet ya’nî süslenmek ve tefâhur ya’nî öğünmek ve malı, parayı, evlâdı çoğaltmakdır) buyuruldu. İslâmiyyetin (A’mâl-i sâliha) diyerek övdüğü şeyler yapılınca,dünyânın büyük parçası olan lehv ve la’b için zemân kalmaz. Bu ikisi azalır. Erkekler ipek elbise giymez ve zînet eşyâsının yapıldığı madde olan altını ve gümüşü kullanmazsa, dünyânın üçüncü parçası olan zînet de azalır. 

Allahü teâlâ, üstünlüğün ve kıymetin vera’ ve takvâ ile olduğunu, sa’y ile, mal ile olmadığını bildirmişdir diyen kimse, hiç öğünmez. Evlâdın ve malın, mülkün artması, Allahü teâlâyı zikr etmeği azaltacağını ve Onu unutduracağını bilen, bunları çoğaltmak için uğraşmaz, bunların çoğalmasını ayb sayar. 

Sözün kısası,zararlardan kurtulmak için, Haşr sûresinin 7. âyetinin, (Resûlullahın emrlerini yapınız ve yasaklarından kaçınınız!) meâli âlîsine uyarak yaşamalıdır. 


Beyt tercemesi:

Aranılan hazînenin nişânını verdim sana,

belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da!

(232.Mektûbdan)


💎Hak sübhânehü ve teâlâ, hiç sevmediği bu alçak dünyânın içyüzünü ve onun aşağı olan süslerinin ve yaldızlarının çirkinliğini, gönül gözünüze göstersin. Âhıretin güzelliğini, tatlılığını, Cennetlerinin ve nehrlerinin tâzeliğini ve hepsinden dahâ tatlı olan Allahü teâlânın cemâlini görmeği gönlünüze yerleşdirsin! 

Böylece, bu çabuk biten çirkinden iğrenesiniz. Allahü teâlânın râzı olduğu sonsuz âlemi özleyesiniz. Bu alçağın çirkinliği anlaşılmadıkca, ona düşkünlükden kurtulunamaz.

Ona bağlanmakdan kurtulunmadıkca, âhıretde felâketden kurtuluş ve se’âdete kavuşmak olamaz. (Dünyâyı sevmek günâhların başıdır) hadîs-i şerîfi şaşmaz bir formüldür.

Zararları gidermek, tersini yapmakla olduğundan, bu alçağın sevgisinden kurtulmak için, âhırete yarıyan işlere yapışmak, islâmiyyetin iyi olarak bildirdiği işleri yapmak lâzımdır.

(232. Mektûbdan)

Ehl-i sünnet âlimlerinin şiilere ve mezhepsizlere yapmış olduğu reddiyeler

~~

*Mezhepsiz Reşîd Rızâ,* kitabındaki sözde vâiz efendi ağzından, dinde reformcu olarak diyor ki:

*(Hem sapık, hem de sapdıran müfsid şî’îlerin fesâdlarına karşı, kelâm ve fıkh âlimlerinin susmalarına şaşıyor, bir ma’nâ veremiyorum. Kelâmcılar dâimâ mu’tezileye cebhe almış, onların i’tikâdını red etmiş ve şiddet ile mukâvemet etmişlerdi. Bunun için, mu’tezile mezhebi ve sâlikleri, târîhden silinip gitmişdir.)*

~~~

*Cevap:* Reşîd Rızânın, vâiz efendinin ağzından diyerek yazdığı, *kelâm ve fıkh âlimlerine yapdığı iftirâlara kimsenin inanmıyacağı meydândadır*. 


Ehl-i sünnet âlimlerinin yazmış olduğu *reddiyeler kütüphâneleri doldurmaktadır.* Fârisî yazılmış olanlar, arabî olanlardan az değildir. 


Reşîd Rızâ, *fârisî bilseydi* ve Abdül’Azîz-i Dehlevî  hazretlerinin *(Tuhfe-i isnâ aşeriyye)* kitâbını okumuş olsaydı, bu büyük âlimin, *mezhebsizleri(şiileri de) nasıl rezîl ve perîşan etdiğini görüp parmaklarını ısırmakdan kendini men’ edemezdi.*


İmâm-ı Rabbânînin *(Redd-i Revâfıd)* kitâbını okuyan ve Abdullah Süveydinin Süveydînin Nâdir Şâhın adamları ile münâzara ve galebesini bildiren *(Hucec-i Kat’ıyye)* kitâbını gören bir ilm adamı, *Ehl-i sünnet âlimlerinin onları(şiileri) nasıl mağlûb ettiklerini pek iyi anlar.* 

( *Reddi Revafıd* ve *Hucec-i Katiyye* kitapları *Hak Sözün Vesikaları* kitabının içinde basılmıştır.)


*Hakîkat Kitâbevinin* neşr etdiği *(Mektûbât Tercemesi)* kitâbında, 82. mektûbun sonunda, *mezhebsizlerin dalâletde olduklarını yazan âlimlerden 32'sinin ve kitâblarının ismleri bildirilmiştir.*


 Faideli Bilgiler - Sayfa 111,112

İnsanın kalbinde saklı hazineler

 _*Hz. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî der ki; _*

_”İnsanın kalbinde saklı öyle şeyler vardır ki verdikçe çoğalır. Bu hazinelerin başında ise *SEVGİ* 🌹🥰 gelir.”_ 

_*Bir dostun bir dosta verebileceği hediyelerden bazıları şunlardır ki;_*

Gönlü rahatlatacak bir _*TEBESSÜM! ... _*

Kalbe kuvvet verebilecek bir _*TATLI SÖZ! ... _*

Morali düzeltecek bir _*TAKDİR! ... _*

Neşesini yerine getirecek bir _*ŞAKA! ... _*

Kızgınlığını söndürecek bir _*HOŞGÖRÜ! ... _*

Hoşa gidecek bir güzel _*DAVRANIŞ! ... _*

ALLÂH’ın râhmetine vesile bir _*HAYR, DUÂ_*

Muharrem ayının ilk günü okunacak dua

_Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfinde buyurdular ki:_

*_"Bir kimse, Muharrem ayının ilk günü, bu düâyı 3 def’a okursa, Allahü teâlâ o kimseyi, gelecek Muharrem ayına kadar bütün belalardan emîn kılar". *_

*“Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdü lillahi Rabbil-âlemîn.* *Ves-salâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Allahümme Ente’l-Ebediyyü’l Kadîm. El-Hayyül-Kerîm. El-Hannânül-Mennân. Ve hâzihî senetün cedîdetün, es'elüke fîhel'ısmete mineş-şeytânir-racîm, vel-avne alâ hâzihin-nefsil-emmâreti bis-sûi vel-iştigâle bimâ yukarribünî ileyke, yâ zel-celâli vel-ikrâm,bi-rahmetike yâ erhamer-râhimîn. Ve sallallahü ve selleme alâ seyyidinâ ve nebiyyinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve Ehli beytihî ecmaîn.”*

Rızıkta sahibini arar

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, insanlar *Rızk*’ını arar, rızık da, *Sâhib*’ini arar. Hiç kimse, rızkını *Bitirme*’den ölmez. Hiç kimse, hiç kimsenin *Rızk*’ını yiyemez. 


Neden? İsmi yazılı değil çünkü. Herkes, kendi *İsmi* yazılı olan *Rızk*’ı yiyebilir, değilse kursağında kalır. Cenâb-ı Hakkın *Ni’met*’leri, bizi peşimizden *Tâkib* eder. 


Ama *Biz* onları görmeyiz, bilmeyiz. Cenâb-ı Hak onlara emretmişdir; *Sen falancanın rızkısın!* diye. O rızık, bizi *Tâkib* eder. 

 

Nitekim bir adam *Pilâv* yerken bir *Pirinç* tânesi, boğazına *Takılmış*. Kursağında kalmış, bir türlü çıkmıyor. Çıldıracak.


Doktorlar; *Yarmamız* lâzım, sen en iyisi bir *Hoca*’ya git, diyorlar. O da gidiyor bir *Hoca*’ya. Hoca diyor ki: Bu işi, ancak *Bağdat*’daki falan *Hoca* hâlleder, sen oraya git. 


Adam kalkıyor, *Bağdat*’a gidiyor. O hoca da vaziyeti görünce; Bu *Pirinç* tânesini çıkaracak olan *Hoca*, *Buhâra*’da, sen oraya *Git*, diyor. O da kalkıyor, *Buhâra*’ya geliyor.


*Tekke*’yi buluyor. Hoca efendi *Sohbet* yapıyormuş. İçerisi kalabalık, *İğne* atsan yere düşmez. Kapının *Eşiği*’nde yer bulup oturmuş. O anda bir *Hapşırık* geliyor adama. 


Hapşırınca, o *Pirinç* tânesi fırlayıp *Önüne* düşüyor. Orda bir *Kedi* yavrusu varmış, o *Tâne*’yi alıp kaçıyor. 


Adam da şaşırıyor. *Bu ne hâl yâ Rabbî!* diyor. Geliyor ilk *Hoca*’ya. Vaziyeti anlatıyor. Hoca diyor ki: 


Allahü teâlâ, bu *Pirinc*’in üzerine, o kedinin *İsmi*’ni yazmış, ben ne yapayım. Seni tâ *İstanbul*’dan getirtdi ki, o *Pirinç* tânesini bu *Kedi* yesin diye.


● ● ●  


Efendim, Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâma emir vermiş. *Kazma'yı, küreği al, dağa çık. Orada bir mezar var, onu kaz, bak ne var içinde?* demiş. 


İbrâhim aleyhisselâm bu *Emr*’i alınca hemen o tepeye çıkmış. Bakmış ki, orada büyük bir *Mezar* var. Onu *Kazmış*, içinden bir *Levha* çıkmış. Levhada şöyle yazıyormuş: 


Ben, *Âd Kavmi*’nin pâdişâhıydım. *Bin Sene* yaşadım, *Bin Ordu*’yu yendim, *Bin defâ* evlendim, *Bin Çocuğum* dünyâya geldi. *Servet*’imin sınırı yok. 


Artık bana kimse dokunamaz, derken, *Devâ*’sı olmıyan, *Şifâ*’sı bulunmayan bir *Hastalığa* yakalandım. Her tarafdan, ne kadar *Doktor* varsa getirtdim. 


Onlara; Ne isterseniz vereceğim, yeter ki beni bu hastalıkdan kurtarın, dedim. Bakdılar, etdiler, sonunda; *Biz bu işten âciz kaldık, bir şey yapamıyacağız*, dediler. 


Velhâsıl bu *Dünyâ* beni kandırdı, aldatdı, bâri *Sizi* aldatmasın. Dünyâ bana; *Senin servetin var, sana bir şey olmaz!* dedi. Ona inandım. 


Ama bakdım ki, meğer ben ne kadar *Âciz*’mişim. Bütün *Varlığım*, *Şöhret*’im, *Servet*’im, her *Şey*’im, bu hastalığa *İlâç* olmadı. Onun üzerine bunları yazdırdım. 

● ● ●  

*Büyük*’lerin rûhlarından *İstifâde* edebilmek için bâzı şartlar vardır. Birincisi *Tanımak* ve *Bilmek* dir. 


Ama bu tanımak, *Şeklen* değil, falan yerde bir *Zât* varmış da değil. Ya nasıl? O zâtın büyük bir *Velî* olduğunu, *Mürşid-i kâmil* olduğunu bilecek. 


İkinci şart, *İnanmak*’dır. Bu, geniş mânâlı bir inanmakdır. Şöyle ki, o kişiyi hâtırladığı anda, *Hemen* geleceğine, işiteceğine, yardım edeceğine inanacak. 


*Acaba?* derse, olmaz! Üçüncü şart *Sevmek*’dir, bağlantı kurmakdır. Bu da, başlı başına zâten *Tasavvuf* demekdir.

Ehl-i sünnet vel-cemâ’at ve Batınilik

Dinde reformcu,

*(Son zemânlarda kendilerine Ehl-i sünnet vel-cemâ’at adını verenlerin çoğu, gerek Bâtınîlerin ve gerekse diğerlerinin uydurduğu bid’atlerden yakayı kurtaramamışlardır. Sâdece isimleri değişikdir. Eğer Bâtınîlerin sözleriyle dördüncü ve dahâ sonraki asr mutasavvıflarının sözlerini karşılaşdırırsan, aralarında pek az fark bulursun)* diyor.


Cevap: *Dinde reformcu,* burada da, *din câhili* olduğunu ortaya koymaktadır. 


*(Ehl-i sünnet vel-cemâ’at)* ismi, onun dediği gibi, sonradan uydurulmuş değildir. Bu ismi *Resûlullah* “sallallahü aleyhi ve sellem” *söylemiş, müslimânları, bu ism altında birleşmeğe çağırmışdır*.


*(Sünnetime sarılınız)*,  *(Cemâatten ayrılmayınız)* hadîs-i şerîfleri bu çağrının vesîkalarıdır. 


[ *Sünnet,* islamiyettir. *Cemaat* ise, Muhammed aleyhisselâma inen dini bilen, gören, uygulayan, yaşayan cemaattir yani *eshabı kiramdır.* *Ehli sünnet vel cemaat itikadında olanlar* da, *eshabi kirama uyanlar,* yani *tabiin, tebei tabiin ve onları yolunda olan* müslümanlardır.]


Dinde reformcu, bu küstahça yalanı ile, *Ehl-i sünnet âlimlerine ve Evliyâya çatmakta*, onları *lekelemeğe* kalkışmaktadır. 


*Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâpları, bin sene evvel nasıl idi ise, bugün de öyledir*. 


Her *fende*, her *ilimde*, her sınıf insanda *câhil ve sapık* bulunabilir. *Böyle birkaç kişiyi ele alarak, Ehl-i sünnet kelimesine saldırmak, çok haksızlıkdır.*


Tesavvuf büyüklerini *Bâtınîlere* benzetmek ise, dinde reformcuların çok kullandıkları *aldatıcı taktiklerinden biridir*. 


*Bâtın(tasavvuf)* âlimlerini, *Bâtıniyye zındıkları* ile karışdırmak, *nûru zulmet* olarak, *hakkı bâtıl* olarak, *doğruyu iğri* olarak göstermek gibidir. 


Reşîd Rızânın bu kitâbı, ilmî bir eser olmaktan çok uzakdır. Okuyucuları aldatmak için hâzırlanmış bir hokkabazın, bir göz boyayıcının yazıları gibidir.


Faideli Bilgiler- Sayfa 111


[ *BATINİLİK*: İmâm-ı Muhammed Gazâlî hazretleri yetmişiki fırkadan ilk zuhur eden Şii fırkasının Dâî'leri ile mücadele etti. *Dâî'ler, Kur'ân-ı kerimin bir içyüzü, bâtını, bir de dış yüzü zâhiri olduğunu iddia ettiler.* Bunlara *Bâtınî fırkası* ismi verilmiştir. *İmâm-ı Gazâlî hazretleri bunların felsefelerini kolayca yıktı.* Bâtınîler bu mağlubiyetten sonra, İslâmiyetten daha çok ayrıldılar. *Manaları açık olmayan âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere yanlış manalar vererek Mülhid, dinsiz oldular.* Siyasi maksatları sebebi ile işi azıtarak, hak yoldaki Ehl-i sünnet Müslümanların başına bela oldular.]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Molla Câmî* hazretlerinin bir kitâbı var. *Şevâhid-ün Nübüvve*. Orada buyuruyor ki: Allahü teâlâ bir kulunu *Sever*’se, onu *Fıkh* ilmiyle meşgûl eder. 


Sonra da *Fıkh âlimi* olur. Demek ki, *Seâdet-i Ebediyye*’yi, bizim kitapları okumak, Allahü teâlânın *Sevdiği* kulu olmanın *Alâmet*’idir efendim.


*Allah* celle celâlüh, eğer bir kulunu *Sever*’se, pek çok kulunu, onun için *Fedâ* eder, hattâ *Yakar* efendim. Pek çok kulunu, o sevdiği kul için *Telef* eder. Nasıl mı? 


Meselâ o sevdiği kula *İftirâ* ederler, hakkında *Dedikodu* yaparlar, daha *Kötü* şeyler yaparlar. O sevdiği zât, *Sabr*’eder, ama öbürleri de *Helâk* olurlar. 


Çünkü bir *Mü'min*’in kalbini kırmak, incitmek, gücendirmek, *Kâbe*’yi yıkmakdan daha büyük *Günah*’dır. Onu yapanlar *Helâk* olur, ama bu, o mü’minin *Lehin*’e olur. 


Onun için, ne biz *Yanalım*, ne de bizim yüzümüzden bir başkası *Yansın*, tehlikeli çünkü. Peygamber Efendimiz aleyhisselâm; *Susan kurtuldu!* buyuruyor. Hadîs-i şerîfdir bu. 

● ● ●

Eyüplü *Hüseyin efendi* vardı. O bir gün; Size, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin bir *Kerâmet*’ini anlatayım dedi. Ve şöyle anlatdı: 


*Câhillik* işte, biliyorum ki, piyango *Kumar*’dır, kumar da *Harâm*’dır, câiz değildir. Ama kendi kendime, içimden dedim ki: 


Eğer bana piyangodan *Para* çıkarsa, kışın *Odun Kömür* parası yaparım. Yâni *Yanacak* şeye harcarım. O parayla *Yiyecek*, *Giyecek* cinsinden bir şey almam, dedim.


Ve kimse görmeden bir *Piyango bileti* alıp, gizlice *Cüzdan*’ımın içine sakladım. Kimseye de söylemedim. O gün Efendi hazretleri, *Bâyezid* câmiinde *Vaaz* veriyordu. 


Ben de gidip, *Efendi*’yi dinlemeye başladım. Ama ben oturur oturmaz, Efendi hazretleri *Mevzû*’yu değişdirdi ve; 


Ey cemâat! *Harâm*’dan alınan parayı *Yiyecek* için, *Giyecek* için kullanmak harâm olduğu gibi, o parayla *Odun* ve *Kömür* almak da harâmdır, dedi. 


Hem de bunu söylerken *Bana* döndü de söyledi. Bu, Efendi hazretlerinin bir *Kerâmet*’i işte.

Anlaşılmıyan şeyi inkâr etmek câhillik ve ahmaklık olur

Dinde reformcu,

*(Ne garîbdir ki, sizin şeyhlerinizin çoğu, dünyânın en meşhûr ve fâideli coğrafyasından yüz çeviriyor, görülemeyen âhıret için harîtalar çiziyorlar)* diyor.


Cevap: *İslâm âlimlerinin, aklın, fennin sınırları dışındaki ince bilgilerini, harîta çiziyorlar diyerek alay mevzûsu* yapmak, *zındıklıkdan ve islâm düşmanlığından başka ne olabilir?* 


İnsanın gözü, sıhhatte olduğu zamân, aydınlıkta görür. Karanlıkda göremez. İnsanın göğsünde *(Kalb)* denilen uzv içinde, *(Hakîkî kalb)* ve *(gönül)* denilen bir kuvvet vardır. 


Bu kuvvet sıhhatde iken ve *(kalb nûru)* varken birşeyler görür. 


Bunun görmesine *(Basîret)* ve gördüklerine *(Mükâşefe)* ve *(Şühûd)* denir. 


Hakîkî kalbinin sıhhatli, kuvvetli olması; zikr etmekle olur. 


Nemâz kılmak, Kur’ân-ı kerîm okumak da zikrdir. 


Kalblerin nûru, Resûlullahın mubârek kalbinden çıkar. Bu kalb nûruna *(Feyz)* denir. 


*Feyze kavuşmıyan kimse, mükâşefe sâhibi olamaz*. 


*Feyzler, Resûlullahın mubârek kalbinden yayılınca, muhabbet yolu ile Evliyânın kalblerine gelir.* 


*Hayâtdaki veyâ kabrdeki bir Velîyi seven müslimân, feyze kavuşur, mükâşefe sâhibi olur.* 


İnsanlara mahsûs olan *(Îmân)* inanmak ve *(muhabbet)* sevmek sıfatlarının mahalli de, gönül dediğimiz kuvvetdir.


*Abdülvehhâb-ı Şa’rânî ve bunun gibi, Allahü teâlânın çok sevdiği büyükler biz Cenneti, Cehennemi, Mevkıfı, Sırâtı, bu gözümüzle gördük demiyor. Hattâ, bu dünyâda görülemez diyorlar*. 


Bilinemez, anlaşılamaz, anlatılamaz bir hâlde kalblerimize keşf olundu. Rü’yâ gibi gösterildi diyorlar. Bu sırrı, sevdiklerine, mahremlerine haber veriyorlar. *(Men-lem yezuk lem-yedri)*, buyuruyorlar. Ya’nî *tatmıyan anlamaz* diyorlar. 


Anlaşılmıyan şeyi inkâr etmek câhillik ve ahmaklık olur. Anlamadığına, imkânsızdır, olamaz demek ise, bir taassubun, bir inâdın, yobazlığın ifâdesidir. *Bunun için, dinde reformcuya, fen yobazı diyoruz.* 


Faideli Bilgiler -Sayfa 108,109,110

Fen yobazı

Dinde reformcu 

*(Âhıreti görmedik ki, Şa’rânînin Mevkıf denilen yerin coğrafî durumuna âid sözlerini, Sırât, Mîzân, Cehennem ve Cennet için yapdığı harîtayı, oraya tatbik edelim. Biz bu gibi şeyler için, Kitâb, Sünnet, Akl ve Hikmet delîllerinden hiçbir delîle rastlamadık.)* diyor.

~~~

*Cevap:* Bu sözleri ile *Evliyâ-i kirâma ve bunların kerâmetlerine saldırmakda,* *müslimânların* bunlara olan *îmânlarını, i’timâdlarını yıkmaya çalışmakdadır.* Hâlbuki, bu davranışında da çok haksızdır. 


*Abdülvehhâb-ı Şa’rânî ve bunun gibi, Allahü teâlânın çok sevdiği büyükler biz Cenneti, Cehennemi, Mevkıfı, Sırâtı, bu gözümüzle gördük demiyor. Hattâ, bu dünyâda görülemez diyorlar*. 


Bilinemez, anlaşılamaz, anlatılamaz bir hâlde kalblerimize keşf olundu. Rü’yâ gibi gösterildi diyorlar. Bu sırrı, sevdiklerine, mahremlerine haber veriyorlar. *(Men-lem yezuk lem-yedri)*, buyuruyorlar. Ya’nî *tatmıyan anlamaz* diyorlar. 

💧💧💧

*KALPLERE KEŞF OLUNMASI* ne demek onu aşağıdan muhakak okuyalım.

💧💧💧

Bir âyet-i kerîmede meâlen, *(Çok zikr ediniz. Zikr etmekle kalb itminâna kavuşur)* buyuruldu. Hadîs-i şerîfde,*(Allah sevgisinin alâmeti, Onu çok zikr etmekdir)* buyuruldu. Hadîs âlimleri *(Resûlullah, her an zikr ederdi)* buyurdu. İşte bunun için bu ümmetin büyükleri çok zikr ederdi.


Böylece, islâmiyyetin bu emrini de yerine getirmeğe çalışırlardı. Çok zikr edince, mubârek kalbleri itmînâna kavuşurdu.*(Her derdin şifâsı vardır. Kalbin şifâsı, zikr-ullahdır)* ve *(Takvânın kaynağı, âriflerin kalbleridir)* hadîs-i şerîflerinin haber verdiği gibi, kalb hastalığından, günâhlardan kurtuldular. 


Allahü teâlânın sevgisine kavuşdular. İşte takvâ sâhibi olan, kalbleri temiz olan, Allahü teâlânın çok sevdiği bu büyük âlimler diyorlar ki, *(Çok zikr ederken, dünyâyı, herşeyi unutuyoruz. Kalbimiz ayna gibi oluyor. İnsan uykuda, herşeyi unutunca, rü’yâ gördüğü gibi kalblerimizde birşeyler görünüyor)*. 


Bu gösterilenlere *(Keşf),* *(Mükâşefe)*, *(Şühûd)* ismlerini veriyorlar. Böyle olduğunu, her asrda binlerle Velî haber veriyor. 


Çok zikr etmek ibâdetdir. Çok zikr edenleri Allahü teâlâ sever. Bunların kalbleri, takvâ kaynağı olur. Bunları Kitâb ve Sünnet haber veriyor. 


Bunlar *(Ümûr-i teşrî’iyye)*dir. *Bunlara inanmıyan, Kitâba ve sünnete inanmamış olur*. 


Kalbde keşf ve şühûd hâsıl olduğunu da, Allahü teâlânın sevdiği doğru müslimânlar haber veriyor. 


Hadîs-i şerîfde,*(Çok zikr edenin kalbinde nifâk kalmaz)* buyuruldu. Bunları haber verenler, *münâfık olmıyan, özü, sözü doğru kimselerdir.* 


*Keşf ve kerâmet, böyle kimselerin tevâtür hâlindeki haberleri ile bildirilmişdir.*


*Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretleri*, derin âlim, büyük velîdir. Şâfi’î mezhebinin temel direklerinden biridir. Ehl-i sünnetin gözbebeğidir.  Yüzlerle eseri *Keşfüzzünûn'da* yazılıdır. Kitâblarından herbiri, Onun, kemâlini gösteren birer âbidedir. Hanefî mezhebinde olan âlimler de, Onun derin ilminin, keşflerinin, şühûdlarının hayrânıdırlar. Onun yeryüzünün yıldızlarından biri olduğunu bildirmişlerdir. 


Ehl-i sünnetin böyle gözbebeklerine saldıranların, *zındık* oldukları meydândadır. 


Anlaşılmıyan şeyi inkâr etmek câhillik ve ahmaklık olur. Anlamadığına, imkânsızdır, olamaz demek ise, bir taassubun, bir inâdın, yobazlığın ifâdesidir. *Bunun için, dinde reformcuya, fen yobazı diyoruz.* 


Faideli Bilgiler -Sayfa 108,109

Niçin bana hakkıyle uymadın?

Bir gün devrin meşhûr âlim ve zâhidlerinden Dâvûd-i Tâî hazretleri rahmetullahi aleyh, Ca’fer-i Sâdık’ın radıyallahü anh yanına geldi. 

O’na dedi ki: 

- Ey Peygamberin “aleyhisselâm” torunu! Bana bir nasîhat ver. Çünkü kalbim karardı. 


O da buyurdu ki:

+ Ey Dâvûd! Sen, zamanımızın en zahidi, Allahtan en çok korkanısın. Benim nasihatime ne ihtiyâcın var?


- Ey Resûlullahın torunu. Sizin bütün yaratılmışlara üstünlüğünüz var. O büyük Peygamberin kanı damarlarınızda dolaşmaktadır. Onun için herkese nasîhat vermeniz, üzerinize vâcibtir, borçtur.


+ Ey Dâvûd! Ben kıyâmet günü gelince, ceddim olan Muhammed “aleyhisselâmın” elimden yakalayıp: “Niçin bana hakkıyle uymadın?” demesinden korkuyorum. Bu işler, nesep (soy) işi değil, ibâdet ve amel İşidir. 


Dâvûd-i Tâî hazretleri rahmetullahi aleyh bu sözleri duyunca ağlamaya başladı ve dedi ki: 

“Yâ Rabbi! Onun varlığı Peygamberlik soyundan meydana gelmiştir. Sözleri yaşayışı herkese senettir, delîldir. Dedesi Resûlullah aleyhisselâm, annesi Betûl Hazreti Fâtıma evlâdından olduğu halde, böyle düşünürse, Dâvûd da kim oluyor ki, yaptıklarının bir kıymeti olsun!

Cennetlik bir kimseye bakmak isteyen Talhâ bin Ubeydullah'a baksın!

Müşriklerden çok keskin nişancı, attığını vuran Mâlik bin Zübeyr adlı bir okçu vardı. Bu müşrik Peygamber efendimize nişan alıp bir ok attı. Resûlullaha doğru gelen bu oka, başka hiç bir şekilde karşı koyamıyacağını anlayan Hazret-i Talhâ, elini açarak oka karşı tuttu. Ok elini parçaladı.


Hazret-i Talhâ'nın atılan oka karşı elini tutması, candan çok ötelere yükselmiş aşkın, kemâle gelmiş bir îmânın, muhabbet ile dolu bir kalbin, anlatılamıyan bir sevginin fiili olarak ortaya çıkmasıdır.


Uhud savaşında müşriklerin saldırdığı ve Resûlullah efendimiz ve Talha bin Ubeydullah'ın yanında kimse kalmadığı anda, Hazret-i Ebû Bekir ve Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretleri, Resûl-i ekrem efendimizin yanına yetiştiler.


Yiğitlerin efendisi Hazret-i Talhâ da bu arada kan kaybından sıcak toprağa düşüp bayıldı. Her yeri kılıç, mızrak ve ok darbeleriyle delik deşikti. Altmış altı büyük yarası sayılamayacak kadar da küçük yarası vardı.


Yüzüne su serptiler

Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Ebû Bekir'e, hemen Hazret-i Talhâ'ya yardıma koşmasını emrettiler. Ebû Bekr-i Sıddîk, Hazret-i Talhâ'nın ayılması için mübârek yüzüne su serpti. Talhâ bin Ubeydullah hazretleri ayılır ayılmaz;

- Yâ Ebâ Bekir! Resûlullah nasıl?

- Resulullah iyidir. Beni O gönderdi.

- Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun. O sağ olduktan sona her musîbet hiçtir.


O sırada bir kaç sahâbi daha yetişti. Âlemlerin efendisi, Hazret-i Talhâ'nın yanına teşrîf ettiler. Yaralı mücâhid, sevincinden ağladı. Peygamber efendimiz, onun vücûdunu mesh ettikten sonra, ellerini açıp;

- Allahım! Ona şifâ ver, kuvvet ihsân eyle! diye duâ buyurdular.


Resûl-i ekrem efendimizin bir mu'cizesi olarak, Hazret-i Talhâ sapa sağlam ayağa kalktı ve tekrar düşmanla harbetmeye başladı. Sevgili Peygamberimiz onun için buyurdu ki;

- Uhud günü, yer yüzünde sağımda Cebrâil'den, solumda Talhâ bin Ubeydullah'dan başka bana yakın bir kimsenin bulunmadığını gördüm. Yeryüzünde gezen Cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talhâ bin Ubeydullah'a baksın!

Allahü teâlâ seni şu köpekle terbiye etti

 🔹Sâlihlerden biri bir mescide sabaha kadar ibâdet etmek için girmişti. Geceleyin bir ses duydu. Sanki mescidde biri vardı.


O zât, kemâl sâhibi birisinin geldiğini zannetti ve aklından; "Böyle yere büyük zâtlar ancak Allahü teâlâya ibâdet etmek üzere gelir. Bu zât beni görür, hâlime nazar kılar." diye düşündükten sonra, bütün geceyi seher vaktine kadar ibâdetle geçirdi. Duâda bulundu. Kendini nasıl göstermek istiyorsa öyle yaptı. 


Seher vakti etraf ağarınca geriye dönüp baktığında bir köpeğin yattığını gördü. Kalbi utanç ateşi ile yandı ve kendi kendine;


"Ey edepsiz herif! Allahü teâlâ seni şu köpekle terbiye etti. Bütün gece köpek görsün diye ve köpek için ibâdette bulundun. Ne olurdu bir gececik de Allahü teâlâ için uyanık kalsaydın. Ey nefsim! Senin bir gece bile Allahü teâlâ için riyâsızca ibâdet ettiğini görmedim. Sen, Allahü teâlâdan utanmaz mısın? Kendi kadrini mevkî ve dereceni şimdi gördün. Âlemde elinden bir iş gelmez. Gelse bile ancak köpeklere lâyık olur." dedi.


🌹Ferîdüddîn Attâr hazretleri rahmetullahi aleyh

Kâdî Beydâvî müfessirlerin baş tâcıdır

Dinde reformcu, *Kelbî tefsîri gibi tefsîrlerde uydurma hadîsler vardır sözünde haklı* ise de, *(Beydâvînin tefsîri de böyledir)* sözü, kesin olarak yanlışdır. 


Büyük âlim Abdülhakîm Efendi buyurdu ki, ( *Kâdî Beydâvî hazretleri ismine ve düâsına yakışacak kadar yüksekdir*. *Müfessirlerin baş tâcıdır. Tefsîr ilminde en büyük makâma yükselmişdir.* Her meslekde seneddir. Her fende mâhir, her üsûlde burhân, önceki ve sonraki âlimlere göre sağlam, kuvvetli ve yüksek tanınmışdır. *Böyle derin bir âlimin tefsîrinde uydurma hadîs var demek, büyük ve alçakca bir iftirâdır. Dinde derin bir uçurum açmakdır.* Böyle sözleri söyliyenin dili, inananın kalbi, dinliyenin kulakları tutuşsa yeridir. Acabâ, bu büyük ilm sâhibi, uydurma hadîsleri sahîhlerinden ayıramazmı idi? Evet diyenlere ne demelidir? *Yoksa uydurma hadîs yazacak kadar ve böyle yapanlar için Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdiği ağır cezâlara aldırış etmiyecek kadar, dîninin kuvveti ve Allahdan korkusu yokmu idi?* Yokdu demek, ne kadar şenâ’at, çirkinlik olur. Böyle söyliyen kimsenin dar havsalası, kalın kafası, bu hadîs-i şerîflerdeki ma’nâları çok gördüğü için, mevdû’ demekden başka çâre bulamaz.


Faideli Bilgiler -Sayfa 107,108

Delili müctehid bulur

Dinde reformcu,*(Üzerinde icmâ’ bulunmayan bir meselede, herkes kendisine kanâat veren delîle uymalıdır. Zâten bir müctehide tâbi olmak, onun delîline tâbi olmak demekdir)* diyor.


Cevap: Evet, *müctehidi taklîd etmek, onun delîline tâbi olmak*, ya’nî *Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere tâbi olmak* demektir. 


Fakat, *meselenin delîlini bulan odur*. 


Zâten *mezhebler, bu delîli bulmakta ayrılmışlardır*. 


*Bir meselenin delîlini bulmak için, ictihâd derecesinde âlim olmak, müctehid olmak lâzımdır.* 


*Böyle bir âlim*, elbet *başkasını taklîd etmez*. 


*Kendi ictihâdına göre amel eder.* 


Faideli Bilgiler -Sayfa 107

Hazret-i Mehdî gelecektir

Dinde reformcu, hazret-i Mehdî için *(Mehdî fikri)* diyor. Bunun ilerde geleceğine inanmadığını söyliyor. 


Cevap: Dinde reformcu, zındık buna inanmayabilir. Fakat *müslümânların inanmaları lâzımdır.* 


*Bütün islâm âlimleri, bunu sözbirliği ile bildiriyor.* 


*İmâm-ı Süyûtî ve Ahmed ibni Hacer-i Mekkî* gibi *büyük âlimler* “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” *hazret-i Mehdî için kitâp yazdılar.*


*Hazreti Mehdî* hakkında *iki yüzden fazla hadîs-i şerîf ve alâmet* bildirdiler. 


Faideli Bilgiler - Sayfa 107

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Efendi Hazretleri, bana daha ilk görüşde; *Küçük efendi, ben seni sevdim!* dedi. Onların *Sevgi*’si, bizim *Sevgi*’mize benzemez. 


Demek ki, kendi *Kalb*’inde bana bir *Yer* ayırmış Mübârek, elhamdülillah. İşte o *Yer* ve o *Sevgi* bereketiyle bütün bu *Hizmet*’ler nasîb oldu kardeşim. 


Şurada toplanmamız bile o *Sevgi* bereketiyle *Nasîb* oldu. Ama ben, *Sevgi* nedir? Bir büyüğün muhabbetine *Mazhar* olmak ne demekdir? Hiç bilmiyordum ki. 


Sonradan anladım. Onların *Kalp*’leri, Resûlullah Efendimizin mübârek *Kalb*’inden açılan bir *Pencere*’dir. O pencereden bakan, Resûlullah Efendimizi görür. 

● ● ●

*Hak*, doğru demek, *Bâtıl* da bozuk demek. Hakkı bâtıldan ayırmak ne *Ni’met*’dir kardeşim. Hele bu zamanda. Aslında, Hakkı bâtıldan ayırmak çok *Zor*’dur. 


Ama Abdülhakîm Efendi hazretleri bize bunu *Kolay*’laşdırdı. *Hak* nedir, *Bâtıl* nedir, bize öğretdi elhamdülillah. 


Elli *Sene* evvel, *Bâyezid* câmiinde *İkindi* namâzından sonra, Efendi *Vaaz* veriyor, bir başka *Vâiz* de kürsüye çıkmış konuşuyor. Ama ne konuşma! 


Heyecanla, *Bağıra Çağıra* birşeyler anlatıyor, öyle ki, *Sesi* kubbeyi çınlatıyor. Hem *Genç* hem de *Çene*’si kuvvetli biriydi. Câmi, *Mihrâb*’dan tâ *Kapı*’ya kadar hınca hınç dolu.  


Bütün cemâat *Kürsü*’nün etrâfında toplanmış, bu adamı dinliyor. Hâlbuki o adam *Bâtıl*’ı anlatıyor. kürsüde ikide bir *Ayağa* kalkıyor, elleriyle bâzı *İşâret*’ler yapıyor, yâni *Kendi*’ni satıyor. 


Ama anlatdığı şeyler hep *Yanlış*, hep *Bâtıl*. Millet de onun anlatdıklarını *Hak* zannedip dinliyorlar. Peygamber aleyhisselâmın bir *Duâ*’sı var. 


Nedir o? *Allahümme erinel hakka hakkan ve erinel bâtıla bâtılan*. Ne demek bu?


Yâni yâ Rabbî! Bana *Hakk*’ı hak olarak tanıt. *Bâtıl*’ı da, bâtıl olarak tanıt. İkisini birbirine karışdırmıyayım, diyor. 


O *Böyle* söylerse, biz *Ne* yapacağız? Biz de, *İhlâs Vakfı*’nın kitaplarını okuyup, *Hak* nedir, *Bâtıl* nedir, öğreneceğiz kardeşim. Bu da, ne büyük bir *Ni’met*.

Mukallidlerin bir müctehidi taklîd etmeleri farzdır

Allahü teâlâ, *Muhammed aleyhisselâma indirdiği Kur’ân-ı kerîmde*, insanlara lâzım olan herşeyi bildirdi.  


Onunla gönderdiği *islâm dînini kıyâmete kadar değiştirilmekden koruyacağını* da bildirdi. 


Muhammed aleyhisselâm da, bu *ümmetin kıyâmete kadar bozulmayacağını müjdeledi*. Bütün insanların bu yola sarılmalarını emr eyledi. 


Allahü teâlâ,*(Nisâ)* sûresinin 114. âyetinde meâlen, *(Mü’minlerin yolundan ayrılanı Cehenneme atarız)* buyurdu. Bunun için, *islâm âlimlerinin(müctehid alimlerin) İCMA'ı*, din bilgileri için *delîl, huccet ya’nî sened* oldu. 


*Bu icmâ’dan ayrılmak yasak oldu.*


Bu yolu, bu icmâ’ı bilmeyen câhillerin *bilenlerden sorup öğrenmeleri* lâzımdır. 


Bunu,*(Nahl)* sûresinin 43. âyeti emr etmekdedir. *(Bilmediklerinizi bilenlerden sorunuz! Cehlin ilâcı, sorup öğrenmekdir)* hadîs-i şerîfi, bu âyet-i kerîmeyi tefsîr etmekdedir. 


İslâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, bir kimsenin *(MÜCTEHİD)* olabilmesi için arabî lügatını ezberlemiş olması, lügat farklarını, kelimelerin, hakîkî ve mecâz ma’nâlarını bilmesi, fıkh âlimi olması, dört mezhebin ihtilâflarını, delîllerini bilmesi, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş olması, kırâet şekllerini bilmesi, Kur’ân-ı kerîmin bütün âyetlerinin tefsîrlerini bilmesi, muhkem ve müteşâbih, nâsih ve mensûh ve kasas âyetleri tanıması, hadîs-i şerîflerin sahîhlerini, müfterîlerini, muttasıl, münkatı’, mürsel, müsned, meşhûr ve mevkûf olanlarını ayırd etmesi, ayrıca vera’ sâhibi, nefsi tezkiye bulmuş, sâdık, emîn olması lâzımdır. 


*Bütün bu üstünlükler bulunan bir zât taklîd olunabilir. Fetvâ verebilir. Bu şartlardan biri bulunmazsa, müctehid olamaz.*


*Dinde söz sâhibi olamaz.*


*Onu taklîd etmek câiz olmaz. Bunun da, bir müctehidi taklîd etmesi lâzım olur.*


Bundan anlaşılıyor ki, müslimânlar, yâ *Müctehiddir.* Yâhud *Mukalliddir.* Bunun bir üçüncüsü yokdur. 


*Müctehid olmıyanların hepsi, mukalliddir.* 


*Mukallidlerin, bir müctehidi taklîd etmeleri farzdır. Böyle olduğu, sözbirliği ile bildirilmişdir.*


Faideli Bilgiler - Sayfa 103, 104

Hazreti Vahşi radıyallahü anh

Tegâbün sûresi onaltıncı âyetinde meâlen, (Gücünüz yetdiği kadar, Allahdan korkunuz!) buyuruldu.


Furkan sûresi yetmişinci âyetinde meâlen, (Îmân edip tevbe eden ve sâlih ameller işliyenlerin günâhlarını sevâblara çeviririm. Allahü teâlâ günâhları afv edici, acıyıcıdır) buyuruldu.


Hazreti Vahşî radıyallahü anh, bu âyeti işitince, afv için şartlar bildiriyor. Bu şartları yapamazsam korkarım. Bunun dahâ kolayı yok mudur dedi.


Buna karşılık, (Allahü teâlâ, dilediği kullarının şirkden başka herşeyini afv eder) meâlindeki âyet geldi. Vahşî radıyallahü anh, bunu işitince, Allahü teâlâ, beni afv etmek dilemezse, ne yaparım dedi.


Bunun üzerine, (Ey kendilerine zulm eden kullarım! Allahın rahmetinden ümmîdinizi kesmeyiniz! Allahü teâlâ, bütün suçları afv eder. O, gafûr, rahîmdir) meâlindeki âyet-i kerîme geldi. Vahşî, bu müjde bana yeter dedi. Îmân etdi.


Bu âyet-i kerîme, kıyâmete kadar gelecek olan herkes için müjdedir.


Kıyamet ve Âhiret syf. 311

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Yeryüzünde bizim *Kitap*’lar gibisi yok kardeşim. Bu kitaplar, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin *Hediye*’si bize. Onların *İhsân*’ları, *Lutf*’ları bu kitaplar. 


Çünkü *Efendi*’yi görmeseydik, bir *Şey*’den haberimiz olmıyacakdı. Ne biliyorsak, hepsini *Ondan* öğrendik. Velhâsıl bu *Kitap*'lar, ehl-i sünnet âlimlerinin *Yazı*’larıdır. 


Bir gün *Bâyezid* câmiinde, *Abdülhakîm Efendi* hazretleri cemâate buyurdu ki: 


Bu gün, *İslâmiyet*’den bir tek *Kıvılcım* kaldı. Yâni söndü, söndü, söndü, bir kıvılcım kaldı. Bir *Gün* gelecek, bu *Kıvılcım* tekrar tutuşacak. İslâmiyyetin *Nûr*’u bütün dünyâya yayılacak. 


Böyle buyurdu Efendi. Öyle *Zan* ediyorum ki, *Efendi*’nin buyurduğu o *Nûr*, işte bizim *Kitaplar*’dır kardeşim. Elhamdülillah, kitaplarımız bütün dünyâya gidiyor. 


Allahın *Lutf*’ü. Bizim kitapları okuyanlara ne *Mutlu* kardeşim. Niçin? Çünkü onlar, bu *Kitap*’larda adı geçen mübârek *Zevât*’dan *Feyz* alacaklar. 


70 sene evvel *Eyüp* câmiine gitdim. Efendi hazretleri *Vaaz* veriyordu. Tam karşısına diz çöküp oturdum. Anlatdıklarını o kadar *Zevk*’le dinledim ki, *Hazîne* bulmuş gibiydim. 


Herkes *Câmi*’den çıkmağa başladı. Ben de kalkıp *Kapı*’ya gitdim. Ayağımda askerî *Postal*’lar var, onların *İpleri*’ni geçirmekle, bağlamakla meşgûl idim. Biri omuzuma eğildi ve; 


*Küçük Efendi*, ben seni *Sevdim*. Bizim evimiz, yukarda, mezarlık içinde. Arada bir *Gel* de seninle konuşalım, *Sohbet* edelim, dedi. 


Bir de *Bakdım* ki, az önce vaaz veren hoca, *Abdülhakîm Efendi*. Bana; *Seni Sevdim* diyor. Ben hem şaşırdım, hem de sevindim. Bir Hoca efendi beni *Sevmiş*.


Hâlbuki böyle *Büyük* zâtların *Sevgi*’sini, teveccühünü kazanabilmek için Ona senelerce *Hizmet* etmek lâzımmış. Ama ben, *Bedava*’dan kavuştum kardeşim.

"Ya Ebâ Bekr! Yarın sana Cennet ehlinden bir kişi gelecek

 🌹"Ya Ebâ Bekr! Yarın sana Cennet ehlinden bir kişi gelecek!. "

Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri birgün Ebû Bekr bin Mücâhid Mükre hazretlerinin bulunduğu mescide girince, İbn-i Mücâhid hemen ayağa kalktı. Daha sonra İbn-i Mücâhid hazretlerinin arkadaşları kendisine; 

“Sen niçin Vezir Ali bin Îsâ için ayağa kalkmadın da, Şiblî için ayağa kalktın?” diye sordular. İbn-i Mücâhid cevaben şöyle dedi: 

“Ben Resûlullahın aleyhisselâm ta’zîm ettiği bir zât için ayağa kalkmıyayım mı? Ben Peygamber efendimizi aleyhisselâm rü’yâmda gördüm. 

Bana: 

“Ya Ebâ Bekr! Yarın sana Cennet ehlinden bir kişi gelecek. O geldiğinde, ona ikramda bulun!"  buyurdu. İki gece sonra yine Peygamber efendimizi tekrar rü’yâda gördüm. 

Bana: 

“Ya Eba Bekr! Allahü teâlâ, Cennet ehlinden olan kimseye ikram ettiğin gibi sana da ikram etti” buyurdu. 

Ben, 

“Yâ Resûlallah! Şiblî bu dereceyi nasıl elde etti?” diye sordum. 

Peygamber efendimiz aleyhisselâm, 

“O, beş vakit namazını kılıp her namazın arkasından beni hatırlıyor ve meâlen, “And olsun size, içinizden bir Peygamber geldi, ki, zahmet çekmeniz onu incitir ve üzer. Size çok düşkündür. Mü’minlere çok merhametlidir. Onlara hayır diler” (Tevbe-128) âyet-i kerîmesini okuyor. Bunu seksen seneden beri yapıyor” buyurdu. Ben bunu yapanı ta’zîm etmeyeyim mi?”

📚 Evliyâlar ansiklopedisi

MÜLHİD ve ZINDIK

*Müslimân görünüp* de, *Ehl-i sünnetten ayrılanlardan kâfir olanlar*, iki kısmdır: 

*MÜLHİD:*

1-Birincisi *âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere* ma’nâ verirken, *kendi akıllarına, görüşlerine o kadar bağlı* kalmışlar ki, *yanılmaları, kendilerini küfre sürüklemiştir.* Kendilerini *doğru yolda sanmakta,* hâlis müslümân olduklarına *inanmakdadırlar. *Îmânlarının gitdiğini anlıyamamışlardır.* Bunlara *(Mülhid)* denir. 

*ZINDIK:*

2-İkincileri, *islâmiyete* zâten inanmazlar. *İslâm düşmanıdırlar*. Müslimânları aldatıp, *dîni içerden yıkmak için müslimân görünürler.* Yalanlarını, iftirâlarını *dîne karışdırmak için âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere ve fen bilgilerine, yalan yanlış, bozuk ma’nâlar* verirler. Bu sinsi kâfirlere *(Zındık)* denir. 

Mısırdaki *mason din adamları(Abduh, Efgani, Reşid Rızaya tabi olan ve çoğu ezher mensubu kişi)* ve yeni türeyen *(sosyalist müslimânlar)* böyledir.  Bu zındıklara *(Fen yobazı)* ve *(Dinde reformcu)* da denir. 

Faideli Bilgiler - Sayfa 96

[Din düşmanları; zındıkları, yani dinde reformcuları kullanarak mülhidlerin sayısını artırıyorlar ve İslamiyeti içerden yıkmaya çalışıyorlar. Çünkü mülhid, halis müslümân olduğunu zannediyor. *Tövbe de edemiyor*. Sapıtmış din anlayışı sebebiyle, İslamiyeti içerden yıktığının farkında değil. Nitekim; Afgani, Abduh, Reşid Rıza gibi masonlar yüzünden birçok Müslüman farkında olmadan ehli sünnetten ayrıldı.]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, ben hep *Mektûbât*’dan veyâ *Abdülhakîm Efendi* hazretlerinden bahsederim. Hattâ birşeyi tekrar tekrar anlatırım. Maksadım, onların *İsmi* anılsın, oraya *Rahmet* yağsın, *Feyz* gelsin diye. 


Çünkü o büyüklerin *Rûh*’ları, isimlerinin anıldığı yerde hemen *Hâzır* olurlar. *Ruh*’da *Zaman* yok, rûh zamansızdır, yeter ki *İsmi* anılsın, hattâ *Hâtırlan*’sın, o anda, o yerde *Hâzır* olurlar. 


İnsan ölürken, her şeyi *Unutur* efendim. Çünkü vücuddan *Can* çıkarken, önce *Beyin*’den çıkmaya başlar, sonra *Aşağı*’ya doğru iner. Canın çekildiği her kademede, orası *Ölür*. 


Meselâ can, *Boğaz*’a geldiğinde, buradan yukarısı *Ölmüş* oluyor. Sonra yavaş yavaş *Aşağı*’ya doğru iniyor. Boğaza kadar gelince, beyindeki *Bilgi*’lerin hepsi siliniyor, *Beyin* ölüyor çünkü. 


Bırakın *Ölüm*’ü, insan yaşlandığı zaman bile, kendi *Evi*’ni unutabiliyor, arkadaşının *İsmi*’ni unutuyor. Hattâ kendi *Oğlu*’nun, kendi *Kızı*’nın ismini bile unutabiliyor efendim. 


Unutkanlık, biz *Kul’lar* için. Hele ölürken, o *Telâş*’la, insan her şeyi *Unutur*. Ama kalp, ölmedi henüz. Çünkü *Kalp*, en son ölür. Can, en son *Kalp*’den çıkar. 


Dolayısıyla bir kalpde *Aşk* ve *Sevgi* varsa, hele *Îmân* varsa, Allah *Sevgi*’si, Resûlullah *Sevgi*’si varsa, bu *Büyük*’lere muhabbet varsa, sevdiği bu *Kimse*’leri karşısında *Görür* efendim. 


Hele Resûlullah *Efendimiz*’i mutlaka görür ve ölüm *Acısı*’nı hiç duymaz. Aslında *Acı* var, ama o duymaz. Niçin duymaz? 


Çünkü Allahü teâlâ, ona, *Efendimiz* aleyhisselâmı gösterir. Onun o akıl almaz *Güzel*’liğini görünce, kendinden Geçer. Aynen *Narkoz* verilmiş kimse gibi olur. 


Nasıl ki, beş vakit *Namaz*’da *Ettehiyyâtü*’yü okurken *Esselâmü aleyke!* diye Peygamber aleyhisselâma selâm veriyoruz ya, işte o *Selâm*’ı, Efendimiz aleyhisselâm işitiyor.


*Bana selâm veren Kim?* diye bakıyor ve o kimsenin yüzünü *Hâfıza*’sına kaydediyor. Vaktâki o mü’min *Vefât* edeceği zaman, hemen geliyor ve nûr *Cemâl*’ini ona gösteriyor. Bu, ne büyük *Müjde* kardeşim!

Eshâb-ı kirâmın yolu Muhammed aleyhisselâmın yoludur

*Dinde reformcuların*, din adamı görünüp, müslimânları aldatmak, böylece *dört mezhebi içerden yıkmak gayretinde* oldukları anlaşılıyor. 


*Dört mezhebi yıkmak, Ehl-i sünneti yıkmakdır*. 


*Çünki, Ehl-i sünnet, amelde dört mezhebe ayrılmışdır. Bu dört mezhebden başka Ehl-i sünnet yokdur.* 


*Ehl-i sünneti yıkmak da, islâmiyyeti yıkmak, Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan getirdiği hak dîni, islâm dînini yıkmakdır.* 


*Çünki, (Ehl-i sünnet) demek, Eshâb-ı kirâmın yolunda giden hakîkî müslimânlar demekdir.* 


*Eshâb-ı kirâmın yolu, Muhammed aleyhisselâmın yoludur.* 


Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,*(Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz)* hadîs-i şerîfinde, *Eshâb-ı kirâma uymamızı* emr buyuruyor.

 

Uymak, tâbi’ olmak, iki dürlü olur: 

Biri, *i’tikâdda, ya’nî îmânda ya’nî inanmakda* uymaktır. 


İkincisi, *yapılacak işlerde* uymakdır. 


Eshâb-ı kirâma uymak, *inanılacak şeylerde uymak demekdir. Onlar gibi îmân etmek* demekdir. 


*Eshâb-ı kirâm gibi îmân eden müslimânlara (Ehl-i sünnet) denir.*


*Amelde, ya’nî yapılacak ve sakınılacak işlerin herbirinde Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hepsine uymak lâzım değildir. Buna imkân da yokdur.*


Her işi Eshâb-ı kirâmın nasıl yapdıkları bilinemiyor. Çok işler de, Eshâb-ı kirâm zamânında yokdu. Sonradan meydâna çıkdılar. 


Ehl-i sünnetin reîsi, *imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir* “rahmetullahi aleyh”. 


*Dört mezheb de, İmâm-ı a’zamın Eshâb-ı kirâmdan öğrenip söylediği gibi inanmakdadır*. 


İmâm-ı a’zam, *Eshâb-ı kirâmdan birkaçını gördü.* Çok şeyleri *bunlardan* işitip öğrendi. Çok şeyleri de, *hocaları* vâsıtası ile öğrendi. 


*İmâm-ı Şâfi’înin ve imâm-ı Mâlikin*, inanılacak ba’zı şeyleri değişik söylemeleri, *İmâm-ı a’zamdan ayrılmak* değildir. 


*İmâm-ı a’zamdan işitdiklerini öyle anlamışlar. Anladıkları gibi bildirmişlerdir*. 


*Sözlerinin aslı birdir. Anlatmaları farklıdır. Dördüne de inanırız. Dördünü de severiz*. 


Faideli Bilgiler - Sayfa 95,96

At insanı anlayamaz

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bâzen bir dînî meseleye *Aklım* takılıyor. Kitaplara bakıyorum, bulamazsam, *Hafta*’sı geçmiyor ki, bu mesele ile ilgili bir *Kitap* geliyor. Ömrüm boyunca ne istediysem, hep böyle oldu. 


Bir ara nakşibendî *Büyük*’lerinden birinin *Tefsîr*’ini aradım, haftası geçmedi, *Tefsîr-i Mazharî* diye 10 cild *Kitap* geldi. Senâullahi Pâni Pütî hazretleri yazmış, bu *Eser*’ine de hocasının *İsmi*’ni vermiş. 

● ● ●  

Zaman o zaman ki, şimdi *Îmân*’la ölen çok azaldı. Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdular ki: Otuz senedir, insanlara yalnız *Îmân*’ı anlatdım, anlıyan *Üç*’ü *Beş*’i geçmedi. 


*Îmân*’ı olan, Allahü teâlâdan *Korkan* bir kimse, nasıl ayaklarını *Uzatıp* da yatabilir? Âhiretde, ne kadar çok ibâdet yapdığın değil, *Kul Hak*’ları daha mühimdir.


*Korkmak* lâzım. Evet, *İbâdet* çok güzel şey, ama *Kul Hakkı*’nı ödemeden Cennete girilmez. Ayrıca *Gıybet*, zinâdan daha büyük *Günâh*’dır. 

● ● ●  

Meselâ *At*, insana en yakın *Hayvan*’dır. *At*’a, bir *Aritmetik* denkleminden bahsetseniz, bir *İnşaat* projesinden bahsetseniz ve *bin Sene* anlatsanız, At bunları kat’iyyen anlıyamaz. Niçin? Çünkü *Aklı* yok


İşte, *At* ile *İnsan* arasındaki fark, bu kadardır. İnsan, bunları, *Akl*’ı olduğu için anlıyabiliyor. Bunun gibi, *İnsan*’lar ile *Evliyâ*’lar arasındaki fark da böyledir. Normal insan, *Evliyâ*’yı anlıyamaz.


Bu kadar kıymetli olan *Evliyâ*’lar da, *Eshâb-ı kirâm* ile mukâyese edilirse böyledir. Eshâb-ı kirâm da, *Peygamber*’leri anlıyamazlar. 


Peygamberler de, *Ülül-azm* Peygamberleri anlıyamazlar. Onlar da, derece bakımından, *Peygamber Efendimizi* anlıyamazlar. Neden?


Çünkü her Peygamber ve her müslümân Allahü teâlâya *Âşık*’dır. Allahü teâlâ ise, Peygamber Efendimize *Âşık*’dır. Çünkü Ona, *Sevgilim* diyor, *Habîbim* buyuruyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün, Ankara’da çok *Sevdiğim* bir arkadaşıma rastladım. Bakdım, çok *Üzgün*. Sebebini sordum. 


Dedi ki: Ben bitdim, *Yirmi* yaşındaki *Kızım*, ölmek üzere. Hastâneden çıkardılar, üç-beş gün ya *Yaşar*, ya *Yaşamaz* dediler. Biz de eve getirdik. Böyle anlatdı. 


Ben de ona; *Peki, siz eve gidin, ben de geliyorum*, dedim. Abdestimi alıp gitdim ve *Bana bir tabak getirin!* dedim. Getirdiler. Tabağın içine *Şifâ* âyetlerıni yazdım. 


Biraz da *Su* koydum ve sürâhiye dökdüm. *Kızınız hep bu sudan içsin, azaldıkça su ilâve edin!* dedim ve çıkdım. Birkaç gün sonra yine rastladım o arkadaşa. Bakdım ki *Neş*’eli, gülüyor. 


*Kız nasıl oldu?* dedim. Hilmicim, vallahi kızım *İyi*’leşdi, hastalığı *Geçdi*, iştahı da yerine geldi. Allah senden râzı olsun, dedi. Ben de *Sevin’dim* tabii. 

● ● ●

*Rastgele* kitap okumayın kardeşim. Bizim *Kitap*’lar size yeter. Bunları okuyan, *Âlim* olur. İçindekilerini yapan da, *Evliyâ* olur. Hem *Okuyun*, hem de *Dağıtın* kardeşim. Niçin böyle söylüyorum? 


Eğer dağıtmazsak *Mes*’ul oluruz. Ecdâdımız,*Kan*’la, *Can*’la, *Mal*’la, islâmiyetin bize kadar gelmesi için büyük *Fedâkâr*’lık gösterdiler. Eğer onlar bu fedâkârlığı göstermeselerdi, biz *Belki* müslümân olamazdık. 


Eğer biz çalışmazsak, islâmiyeti yaymazsak, bizden sonraki *Nesil*, bizden *Dâvâ*’cı olur efendim. Size kadar gelen bu *Emânet*’i, niçin bize ulaştırmadınız? diye bizden dâvâcı olurlar. 


Biz bu kitapları *Yayalım*, isterlerse *Çöp*’e atsınlar, *Raf*’a kaldırsınlar. Bunlar okumayabilir, ama *Elli sene* sonra gelir, biri *Okur*. Bizim vazîfemiz *Dağıtmak*. Çünkü bunlar mıknatısdır. İçinde *Cevher* olanları kendine çeker.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O *Büyük*’lerin *Sevgi*’sini kazanmak ne büyük *Müjde*’dir kardeşim. İşte ben, böyle büyük bir *Zât*’la, yâni Efendi hazretleriyle *Eyüp* Câmiinde karşılaşdım. Hattâ daha evveliyâtı var. 


Bir gün *Bâyezid* Câmiine girdiğimde, tesâdüfen gördüm *Kendi*’sini. Biraz dinledim. Çok hoşuma gitdi. Ama üniversitedeki *Ders*’e yetişecekdim, fazla duramadım. 


Çıkarken bu *Zât*’ın kim olduğunu sorup soruşdurdum. *Cumâ* günleri Eyüp Sultân câmiinde *Vaaz* etdiğini öğrendim. Ondan sonra olanlar oldu. Bir daha ayrılmadım huzûrundan.


İnsan, o *Büyük*’lerin sözünü *Kim*’den işitirse, onu *Sever*. Efendi hazretlerini biz *Niçin* seviyoruz? Meselâ ben, o *Mübârek*’den hep büyükleri duydum. Onların *Sohbet*’lerini dinledim. 


Hiç bilmediğim *Şey*’leri Ondan öğrendim. Hiçbir şeyden haberim yokdu benim. Herşeyi o mübârek *Zât*’dan öğrendim, Allah *Nûr* içinde yatırsın. Onların sâyesinde *Adam* olduk. 


Yoksa hasâba dâhil değildik kardeşim. Mektûbât kitâbında; *Onlar hayâtda iken de, vefâtlarından sonra da, kerâmetleri devâm eder*, diye yazıyor. 


Onları *Seven*, onların kalbinden *Feyz* alır. Feyz, *Nûr* demekdir. Onlar *Hayât*’da iken, *Yanın*’da iken, kalplerinden nasıl *Feyz* alınırsa, vefâtlarından sonra da öyle *Feyz* alınır. 


Hattâ başka memleketde dahî olsa, *Onlar*’ı seven, *Sevgisi* kadar Onun kalbinden *Feyz* alır. İşte bu, *Müjde*’dir bize. Hem de *Büyük* bir müjde. 


Onun için *Onlar*, hepimizin dâima yanındadır. Allahın *Dost*’larıdır onlar. Peygamber Efendimizin *Vekîl*’leridir onlar. Onları *Seven*, âhiretde de onların yanında olur. 


Çünkü bu büyükler; *Dünyâda kim kimi severse, âhiretde onunla berâber olacak*, buyuruyor. Birbirine *Sevgi* ile bağlananları, kimse koparamaz. 


Ama *Menfaat* için bağlananlar, koparılır. Hele insanı *Aşk* sardı mı, onu ancak *Âşık*’lar anlar. Allahı çok seven O’ndan çok korkar. *Sevgi* ile *Korku* berâberdir. 


Allah sevgisinin alâmeti, harâmlardan sakınmakdır. Allahü teâlâ; *Beni seveni, gidilemiyen yerlere bir anda götürürüm, görülemiyen şeyleri gördürürüm*, buyuruyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini tanıdığımda, *Onsekiz* yaşında bir *Genç*’dim. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin *Vasiyyetnâme* kitâbı var. 


Oğluna nasîhatlerini oraya yazmış. O kitapdan birazını bizim *İlmihâl*’e yazdık. Çok kıymetli *Nasîhat*’ler. 


Herkesin, *İlmihâl*’den bu nasîhatleri okuması *İyi* olur, hattâ *Lâzım* efendim. Evinde çoluk-çocuğuna da okutup öğretmesi lâzım olan *Bilgi*’ler. 


Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, *Silsile-i aliyye*’dendir. Silsile-i aliyye’yi şiir şeklinde okurken; 


*Abdülhâlık Goncdüvânî mârifetler semâsında, dünyâyı aydınlattı hem Ârif-i Rîvegerî* diyoruz ya hani. 


Böyle, *Şiir* şeklinde olursa akılda dahâ kolay kalır. Sırasıyla ezberlemek *Zor* olabilir. 

● ● ●

*Çocuk* iken ve *Genç* iken öğrenilenler, *Taş*’a yazılan yazı gibidir kardeşim, silinmez. *Mezar* taşlarındaki *Yazılar* bile, asırlar geçdiği hâlde silinmiyor, kaybolmuyor. 


*Yaşlı*’lar öyle değil, onların öğrendikleri, *Buz*’a yazılan yazı gibidir. Buz eriyince yazı kaybolduğu gibi, *Yaşlı*’nın öğrendiği de unutulur. 


Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri *Yirmi iki* yaşında *Mürşid-i kâmil* olmuş. 


*Hızır* aleyhisselâmdan ders almış. Nerede almış? *Havuz*’da, su içinde *Hızır* aleyhisselâm ona ders vermiş efendim.

VEHHÂBÎLİK

On sekizinci yüzyıl ortalarında Arabistan yarımadasında ortaya çıkan, on dokuzuncu yüzyılda geniş bir bölgeyi etkisi altına alan dînî ve siyâsî bir akım. Kurucusu Şeyh-i Necdî diye de anılan Muhammed bin Abdülvehhâb’dır. Benî Temîm kabîlesine mensûb olan ve 1699 (H. 1111) senesinde Necd gölündeki Hureymile kasabasına bağlı Uyeyne köyünde doğan Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kurduğu bu akıma Vehhâbîlik; ona tâbi olanlara da Vehhâbî adı verilmektedir. Muhammed bin Abdülvehhâb, önceleri seyahat ve ticâret için Basra, Bağdâd, İran, Hind taraflarına gitti. Şam’da tahsîl yaptı. Bu sırada Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymayan görüşler ileri süren İbn-i Teymiyye’nin kitaplarını okudu ve fikirlerinin te’sirinde kaldı. 1730’da Necd’e dönerek köylüler için küçük din kitapları yazdı. Bu kitaplara mutezile ile diğer bid’at fırkalarından aldığı kendi düşüncelerini de karıştırdı. Fikirlerini önce kendi bölgesinde yaymaya çalıştı. 1744 senesinde Riyâd yakınlarındaki Der’iye kasabasına yerleşti. Der’iye ahâlisi ile şeyhleri olan Muhammed bin Suûd buna tâbi oldular. Der’iye şeyhi Muhammed bin Suûd’la işbirliği yaparak çevreden güçlü bir destek sağladı. Kendi düşünce ve görüşleri doğrultusunda hareket etmeyen müslümanları, tevhîd yolundan ayrılmış birer müşrik kabûi edip, bunların kanlarının ve mallarının helâl olduğunu bildirdi. Kendisine kâdı, Muhammed bin Suûd’a hâkim ismini vererek gelecekte çocuklarının bu makama geçmelerini te’min eden bir kânun hazırlattı. Muhammed bin Abdülvehhâb, Peygamberimizi sallallahü aleyhi ve sellem ve başka peygamberleri ve evliyâyı vesile ederek Allahü teâlâdan bir şey istemeye ve bunların kabirlerini ziyaret etmeye şirk (Allahü teâlâya ortak koşmak) dedi. Böylece binlerce İslâm âlimine muhalefet etti.


Necd halkı, Vehhâbîlik akımını sür’atle benimsedi. 1745-1765 seneleri arasında geçen yirmi yılda, Necd bölgesinin tamâmına, Asır ve Yemen’in iç bölgelerine hâkim olan Vehhâbîler, fikirlerini kabul etmeyip karşı çıkanlara harb ilân ettiler. Mekke ve Medine’deki Ehl-i sünnet âlimlerini ikna etmek için adamlar gönderdiler. Ehl-i sünnet âlimleri onların fikirlerine karşı çıktılar. Mekke emîri olan Şerîf Mes’ûd bin Sa’îd, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın ve adamlarının müslümanları yavaş yavaş Ehl-i sünnet itikadından uzaklaştırdıklarını anlayarak, Mekke âlimlerinin verdiği fetva ile bunların habs edilmelerini emretti. Aralarında Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kardeşi Süleymân bin Abdülvehhâb’ın da yer aldığı Hicaz’daki Ehl-i sünnet âlimleri, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kitablarını inceleyerek, uygun olmayan fikirlerine cevaplar hazırladılar. Yazılarını çürüten kuvvetli vesikalarla kitaplar yazarak müslümanları uyandırmaya çalıştılar. Bu kitaplar Vehhâbîleri uyandırmadığı gibi, Ehl-i sünnet olan müslümanlara karşı düşmanlıklarını arttırdı. Niyeti, Hicaz ve Irak bölgelerini ele geçirip ayrı bir devlet kurmak olan Muhammed bin Abdülvehhâb, 1765 yılında ölen Muhammed bin Suûd’un yerine geçen oğlu Abdülazîz bin Muhammed’le işbirliği yaparak, zekât ve öşür toplamak bahanesiyle dolaştığı köy ve kasabalarda, kendilerine karşı gelen sünnî ulemâyı öldürmeye başladı. Etrafında pek çok tarafdârının toplandığını gören Abdülazîz bin Muhammed, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın da uygun görmesiyle hilâfetini îlân etti. Sonra da kabîle reislerini toplayıp kendilerine; “Ben istediğimi elde edecek kadar askere sahibim. Maksûdum, hilâfet merkezimiz olan Der’iye’den çıkıp, uğradığım yerleri de kendime tâbi kılarak, doğru dini tâlim ede ede Bağdâd’a kadar giderek orasını ele geçirmektir. Bir taraftan da Ehl-i sünnet ulemâsı geçinen müşrikleri ortadan kaldıracağım. Çünkü, bulundukları memleketlerde bize tâbi olanların rahat yüzü görmelerine imkân yoktur” dedi. Etrafında toplanan kabîle reisleri, ona tâbi olacaklarına dâir söz verdiler ve elini öpmek suretiyle bîât ettiler. Abdülazîz bin Muhammed bunun üzerine; “Şu hâlde mezhebimizi her tarafta yaymaya ve halkı müslüman adı altındaki müşriklere karşı savaşa sevk etmeye başlayın” emrini verdi.


Hâdise duyulunca, Der’iye bölgesindeki sünnî âlimler Bağdâd’a giderek durumu Bağdâd vâlisi Süleymân Paşa’ya anlattılar. Süleymân Paşa mes’eleyi iyice anlamadan harekete geçmek istemediği için, Abdülazîz’e bir mektûb göndererek maksadının ne olduğunu sordu. Abdülazîz ise, yazdığı mektûbda, Süleymân Paşa’y oyalayıcı ve kaçamak cevaplar yazdı. Diğer taraftan da İslâm dünyâsına hâkim olmak için evvelâ Mekke ve Medine’yi ele geçirmek gerektiğini düşünüp, bir hayli asker toplayarak Mekke şerifine başvurdu ve hac müsâdesi istedi. Mekke şerîfi, maksadını bildiği için isteğini reddetti ve bir mikdâr asker toplayarak Der’iye üzerine yürüdü. Abdülazîz bin Muhammed ona karşı çıkmaya cesaret edemeyerek dağlara çekildi. Bu sırada Muhammed bin Abdülvehhâb öldü.


Abdülazîz bin Muhammed, 1795 senesinde Mekke’ye üç vehhâbî gönderdi. Mekke’de yapılan toplantıda, Ehl-i sünnet âlimleri âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerle cevâb verince, üç vehhâbî bir şey söyleyemeyerek hakkı kabûl etmekten başka çıkar yol bulamadılar. Ehl-i sünnetin haklı olduğunu, kendilerinin yanlış yolda olduklarını yazarak üçü de imzaladılar. Ehl-i sünnet âlimleri vehhâbîleri cevap veremeyecek hâlde bırakınca; Mekke’deki vehhâbî din adamları, Der’iye’ye Abdülazîz’in yanına gelerek cevab veremediklerini, böyle inanmanın İslâm düşmanlığı olduğu yazılarak her tarafa gönderildiğini anlattılar. Bu durumu öğrenen Abdülazîz bin Muhammed, 1800 senesinde hazırladığı kuvvetlerle Mekke üzerine yürüdü.


Mekke emîri Şerîf Gâlib Efendi bunlara karşı koydu. Her iki taraftan çok kan döküldü. Şerîf Gâlib Efendi, vehhâbîleri Mekke’ye sokmadı. Fakat Mekke etrafındaki Arab kabîleleri vehhâbî oldular. Mekke şerîfi, Tâif kalesini tamir ettirip Mekke dağlarına burçlar yaptırdı.


Abdülazîz bin Muhammed, oğlu Suûd’u büyük bir orduyla Irak’a gönderdi. 1802 senesi Muharrem törenleri sırasında Kerbelâ’ya giren bu ordu, pek çok şiîyi kılıçtan geçirdi. Hazret-i Hüseyin’in türbesindeki altın ve gümüş eşyayı iki yüz deveye yükleyip Der’iye’ye getirdiler.


Bu sırada Abdülazîz bin Muhammed de Tâif’i muhasara için faaliyete geçti. Civardaki kabîlelerle temas kurup onlara kendi inancını kabul ettirdi. Bu sırada Der’iye Câmii’nde bir şiî tarafından hançerlenerek öldürüldü. Yerine oğlu Suûd geçti. Suüd hemen o sene iki bayram arasında Tâif üzerine asker göndererek şehri muhasara ettirdi. Şerîf Gâlib Efendi tarafından müslümanlara işkence yapmamaları hususunda sözleşme yenilemek üzere, Suûd bin Abdülazîz’e gönderilen Osman el-Müdâyıkî ve Muhsin el-Hâdimî de Mekke şerifine isyân edip, Suûd bin Abdülazîz’le birlik oldular. Suûd, Der’iye’den hazırladığı kuvvetleri bunların emrine verdi ve Tâif üzerine gönderdi. Osman el-Müdâyıkî ve Muhsin el-Hâdimî Tâif yakınındaki Abîle denilen yere geldikleri sırada, Şerîf Gâlib Efendi’ye mektup yazıp, Suûd ve kendilerinin daha önceki sözleşmeyi tanımadıklarını ve Suûd’un Mekke’yi almaya hazırlandığını bildirdiler. Şerif Gâlib Efendi cevap yazarak tatlı sözlerle nasihat ettiyse de Osman el-Müdâyıkî bu mektubu yırttı. Emir’in gönderdiği müslümanlara saldırıp, onları bozguna uğrattı. Şerîf Gâlib Efendi, Tâif kalesine çekilip savunma tedbirleri aldı. Osman el-Müdâyıkî Taife yakın Melîs denilen yerde karargâhını kurdu. Bîşe emîri Salim bin Şekbân’ı da yardıma çağırdı. Şerîf Gâlib Efendi Tâiflilerle birlikte Melîs’deki vehhâbîler üzerine saldırdı. Salim bin Şekbân’ın bin beş yüz askerini kılıçtan geçirdi. Salim ve yanındaki kalanlar kaçtı. Fakat tekrar toparlanarak Melîs denilen yeri bastılar ve ahâlinin mallarını yağma ettiler. Şerîf Gâlib Efendi, yardım almak için Cidde’ye gitti. Tâifliler korkup, çoğu çoluk-çocuğunu alıp gizlice kaçtılar. Kalede kalan Tâifliler ard arda gelen vehhâbîleri bozup kaçırdılar ise de, düşmana yardımcı da gelmiş olduğundan kaleye teslim bayrağı çektiler. Cana ve ırza kıymamak şartı ile teslim olacaklarını bildirdiler.


Şubat 1803’de Tâifi ele geçiren vehhâbîler, şehir halkını öldürerek mallarını yağmaladılar. Şehir ve etrafındaki mezarları ve türbeleri yıktılar. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem amcasının oğılu Abdullah bin Abbâs’ın muhteşem türbesini yerle bir ettiler. Bir çok dînî kitapları yaktılar.


Sonra Mekke üzerine yürüdüler. Fakat hac mevsimi olduğu için şehre girmeye cesaret edemediler. 1803 senesi Muharrem ayında Mekke’ye giren vehhâbîler, inançlarını yaydılar. Kabir ziyaret edenleri, Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem türbesine gidip yalvaranları öldüreceklerini bildirdiler. Daha sonra da Şerîf Gâlib Efendi’yi yakalamak üzere Cidde’ye gittiler. Şerîf Gâlib Efendi’nin hücumları karşısında bozularak Mekke’ye geri döndüler. Halkın isteği üzerine Şerîf Gâlib Efendi’nin kardeşi Şerîf Abdülmu’în Efendi’yi Mekke’de emir bırakıp Der’iye’ye gittiler. Daha sonra Cidde’den topladığı kuvvetlerle Mekke’ye gelen Şerîf Gâlib Efendi, emirliği tekrar aldı.


1805 senesinde Mekke’yi yeniden ele geçiren vehhâbîler, Medîne’yi de ele geçirerek kuzeye yöneldiler. Hâkimiyet sahalarını Haleb’e kadar genişlettiler.


Osmanlı Devleti’nin iç mes’elelerle uğraştığı bir zamanda zuhur eden vehhâbîlik yayılmaya başladığı zaman, İran şahı Nâdir Şâh’ın şark hudutlarını tehdîdi yanında, Rusya ve Avusturya hücumları da devam ediyordu. Suriye’de Cezzâr Ahmed Paşa, Mısır’da Memlûklülerin isyânları, Fransızların Mısır’a girmeleri, Tepedelenli Ali Paşa, Pazvandoğlu, Belgrad dayısı isyânları, Sırp ayaklanması ve Nizâm-ı cedîd hareketleri de vuku bulmuştu. İşte bu sebeplerle Devlet vehhâbîlerle uğraşmaya imkân bulamadı. Vehhâbîlik hareketinin yayılması ve devletin bütünlüğünü tehdîd eder duruma gelmesi üzerine Osmanlı hükümeti, hareketi bastırmak üzere Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı vazîfelendirdi. Mehmed Ali Paşa, oğlu Ahmed Tosun Paşa kumandasındaki, bir Mısır ordusunu 1 Mart 1811’de gemilerle Yenbu limanına doğru yola çıkardı. Bu ordu, 2 Aralık 1812’de Medine’ye girdi. 23 Ocak 1813’de Mekke, bir kaç gün sonra da Tâif alındı. Mehmed Ali Paşa Kabe’nin anahtarlarını, diğer mukaddes emânetlerle birlikte oğlu Kâmil İsmâil Paşa ile İstanbul’a yolladı. Sultan İkinci Mahmûd Han başarıları sebebiyle Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı ve oğlu Ahmed Tosun Paşa’yı mükâfatlandırdı.


Suûd bin Abdülazîz 27 Nisan 1814’de Der’iye’de ölünce, yerine oğlu Abdullah geçti. Bu sırada Ahmed Tosun Paşa da vefât ettiğinden, Hicaz birlikleri kumandanlığına kardeşi İbrâhim Paşa tâyin edildi. İbrâhim paşa, Der’iye’yi beş ay kuşattıktan sonra, Eylül 1818’de ele geçirdi. Yakalanan Abdullah bin Suûd Medine’ye getirildi. Dört oğlu, hocası, iki kâtibi ve dîvancısı ile birlikte elleri bağlı olarak İskenderiye üzerinden İstanbul’a yollandılar. Muhakeme edildikten sonra, Topkapı Sarayı kapısı önünde îdâm edildiler. Böylece Osmanlı Devleti için vehhâbîlik mes’elesi hâlledilmiş gibi olduysa da, 1824’de o soydan Terkî bin Abdullah ortaya çıkarak vehhâbîlere baş oldu. 1833’de Suûd’un oğlu Meşâri, Terkî’yi öldürüp yerine geçti. Terkî’nin oğlu Faysal da Meşşârî’yi katledip 1838’de vehhâbîlerin başına geçti. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın yeniden gönderdiği askerlere karşı koymak istediyse de mirliva (tuğgeneral) Hurşid Paşa’nın eline geçerek, Mısır’a gönderildi ve habs edildi.


Suûd’un Mısır’da bulunan oğlu Hâlid Bey, Der’iye emîri yapılarak Riyâd’a gönderildi. Mısır’da Osmanlı terbiyesi ile yetişmiş, Ehl-i sünnet itikadında, nâzik bir zât olan Hâlid Bey, bir buçuk sene emirlikte kaldı. Abdullah ibni Sezyan adında biri, Osmanlı Devleti’ne sâdık görünerek bir çok köyü ele geçirdikten sonra ansızın Der’iye’ye saldırıp Necd emîri oldu. Hâlid, Mekke’ye kaçtı. Mısır’da hapiste bulunan Faysal, Cebel-i Semr emîri İbnürreşîd’in yardımı ile kaçarak Necd’e gidip İbn-i Sezyan’ı öldürdü. Osmanlı Devleti’ne sâdık kalacağına yemîn edince 1843’de Der’iye emîri yapıldı. 1865 senesinde ölünceye kadar vadinde durdu ve Osmanlı Devleti’ne bağlı kaldı. Faysal ölünce büyük oğlu Abdullah Necd emîri yapıldı. Kardeşi Suûd Bahreyn adasından topladığı kimselerle 1871’de isyân etti. Fakat Abdullah Osmanlı Devlet’nin bir emîri olduğu için altıncı ordu kumandanlarından ferik (tümgeneral) Nafiz Paşa, Suûd’un üzerine gönderildi. Suûd ve ona bağlı olan kimseler, 1874’de tamamen te’sirsiz hâle getirildi. Necd ülkesi rahat ve huzura kavuştu. Yemen ve Asîr taraflarındaki vehhâbîler de itaat altına alındı. 1888’den sonra Muhammed İbnürreşîd, Necd’i ele geçirerek Abdullah’ı esir aldı. 1897’de Muhâmmed İbnürreşîd’in vefâtından sonra yerine biraderi oğlu Abdülazîz er-Reşîd geçti. Vehhâbîliğin yeniden zuhûru için çalışan Abdülazîz İbnürreşîd, 1901’de Kuveyt’den Riyâd’a gelen Abdülazîz bin Abdurrahmân bin Faysal tarafdârlarınca öldürüldü. 1915 senesinde Osmanlılar işe karışarak Abdülazîz İbn-üs-Suûd, Riyâd kaymakamı tâyin edildi. Sonra Reşîdlilerle Suudiler arasında Kasîm’de yapılan harpte Abdülazîz bin Abdurrahmân mağlûb oldu ve Riyâd’a çekildi. 17 Haziran 1918’de Abdülazîz bin Abdurrahmân bir beyanname neşr ederek, Mekke’deki Şerîf Hüseyin ve onunla birlikte olanlara karşı cihâd ediyorum diyerek Mekke ve Taife hücum etti ise de başarı sağlayamadı. 1924’de İngilizler Mekke emîri Şerîf Hüseyin Paşa’yı yakalayıp Kıbrıs’a götürünce, Abdülazîz bin Abdurrahmân, 1924’de Mekke’yi ve Tâif’i rahatça ele geçirdi. 1926’da Hicaz ve Necd kralı ünvânını aldı. 1927’de İngiltere ile imzaladığı Cidde anlaşmasıyla bağımsızlığını îlân etti. 1932’de devletin adını Arab Suudî Krallığı olarak değiştirdi.


Dînî ve siyâsî bir görüş olarak vehhâbîliğin temel esasları şöyle özetlenebilir:


Ehli sünnet ile aralarındaki temel farkın tevhid anlayışı konusunda olduğunu savunan vehhâbîler, bu hususu belirtmek için kendilerini muvahhidûn (muvahhidler) olarak adlandırırlar. Onlara göre tevhîd inancı; kalble, dille ve amelle gösterilmelidir. Bunlardan biri eksik olursa, o kişi müslüman değildir. Yâni amel ve ibâdet, îmânın parçasıdır. Bir farzı yapmıyan, meselâ farz olduğuna inandığı hâlde bir namazı kılmayan dinden çıkar. Bunu öldürmeli, mallarını vehhâbilere taksim etmelidir. Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde zikr edilen sıfatları ile, el, yüz, ayak, kürsî v.b. ifâdeleri vücûdî şekiller içinde anlarlar. Yâni teşbih ve tecsîme, (insana benzetip cisimlendirme) giderler. Çünkü onlara göre âyet-i kerîmeler te’vil edilmeksizin zahir mânâlarıyla alınmalıdır. Allahü teâlâdan başkasından şefaat (yardım) dilemek şirktir. Peygamberlerin aleyhimüsselâm ve evliyânın ruhlarından şefaat isteyen, bunların mezarlarını ziyarette bulunup, bunları vesile ederek duâ eden, İslâmiyet’ten çıkar. Buna tövbe etmeyenin öldürülmesi caizdir. Tarikata girmek, bir mürşidi sevmek, tasavvufa yönelmek bid’attır, yâni sapıklıktır.


Kur’ân-ı kerîm ve sünnet-i seniyye dışındaki her şeyi bid’at olarak vasıflandıran ve Kur’ân-ı kerîm ile hadîs-i şeriflerden sonra delillerin iki kaynağı olan icmâ ve kıyâsı reddeden, fıkhı mezheplerin imâmlarının mutlak otoritesini kabul etmeyen, Eshâb-ı kiramın bile dinde selâhiyetli olmadığını ileri sürerek mezheb veya mezheb imâmına bağlanmayı, dîni anlamamak ve küfre sapmak gibi değerlendiren vehhâbîler, en büyük bid’at olarak mezar ve türbe yapılmasını, buraların ziyaret edilmesini kabul ederler. Mezarlar üzerine türbe yapmak, türbelerde namaz kılmak, orada hizmet ve ibâdet edenlere kandil yakmak ve ölülerin ruhuna sadaka adamak uygun değildir derler. Bu yüzden Arabistan’daki mezar ve türbeleri yıkmışlardır. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem hırka ve sakal-ı şerîfinin ziyaret edilmesini şirk sayarak yasaklamışlardır. Namazın mutlaka toplu ve mescidde kılınması gerektiği inancındadırlar. Zikri ve nafile namazı yasaklamışlar, vakıf kurumunu da bâtıl saymışlardır.


“Emr-i bil-mârûf ve nehy-i anil münker, imâmın veya emîrin vazifesidir” diyen vehhâbîler, amelde Hanbelî mezhebine bağlı olduklarını ileri sürer, îtikâdî konularda selefî olduklarını söylerler. Daha çok İbn-i Teymiyye’nin fikir ve görüşlerinin te’sirinde kalan vehhâbîliğe karşı çeşitli reddiyeler yazılmıştır. Muhammed bin Abdülvehhâb’ın babası, oğlunun arkasından gidilmemesini tavsiye etmiştir. Kardeşi Süleymân bin Abdülvehhâb Es-Savâik-ı ilâhiye fî reddi ale’l-Vehhâbiyye, Mekke müftisi Ahmed Zeynî Dahlân da Hulâsât-ül-kelâm adlı eserinde Vehhâbîlerin yanlış yolda olduklarını vesikalarla isbât etmişlerdir. Ed-Dürer-üs-Seniyye, Fitnet-ül-Vehhâbiyye adlı ve daha pek çok kitaplar yazılmıştır. Vehhâbîlik hakkında bir çok Türkçe kitaplar da neşr edilmiştir.


1) Târih-i Vahhâbıyân (Eyyûb Sabri Paşa, İstanbul-1296)


2) Redd-ül-muhtâr; cild-3, sh. 308


3) Hulâsât-ül-Kelâm (A. Zeyni Dahlân); sh. 299 v.d.


4) El-fütûhât-il-İslâmiyye: cild-2, sh. 228


5) Es-Savâik-ul-İlâhiyye (Süleymân bin Abdülvehhâb, İstanbul-1988)


6) Kıyamet ve Âhiret; sh. 335


7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 419


8 ) Târih-i Cevdet; cild-7, sh. 201


9) Rehber Ansiklopedisi; cild-17, sh. 366


10) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-5, sh. 2869


11) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 441


12) Mekke-i Mükerreme Emirleri; sh. 115


13) Vehhâbiliğin İç Yüzü (Trc. A. Fârûk Meyan, İstanbul-1976)


14) Berâet-ül-Eş’âriyyin (Ebû Hâmid bin Merzûk, Beyrut-1975)