NİSBET

“Bir gün (Hilmî Bey hocamızla “rahmetullahi teala aleyh”) beraberdik.

“Efendi hazretlerinin en büyük âlimler ve velîler zümresinden olduğunda hiç şübhe yoktur”dedikten sonra;

“Efendi hazretlerinin (kaddesallahu teala sirreh) İmâm-ı Gazâlî’den (rahmetullahi teala aleyh) nisbeti vardır” buyurdu.

Bu nisbeti sebebiyledir ki, Efendi hazretlerinin (kaddesallahu teala sirreh) yazılarını okuyanlar, eğer İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin (kaddesallahu teala sirruhumâ) eserlerini okumuşsa, ifade ve cümlelerden tefrîk edemezler (ayıramazlar).”


(Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf 163)

İSTİKÂMET

“Nakşî, Müceddîdî ve Hâlidî yollarının ve kollarının esâsı, Sünnet-i seniyyeye ittiba’ ve şeyh-i muktedâya muhabbet ve hep huzûr-ı meallah ile olmak üzere kurulduğundan, bu yolda hâkim unsûr istikâmet oldu. Kerâmet istikâmetten aşağıda kaldı.

Dîni istikâmet, dünyâsı istikâmet, dışı istikâmet, içi istikâmet üzere bulunmak çok zordur. Resûlullah’ın (sallallahu teala aleyhi ve sellem);

“Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı” hadîs-i şerîfi, o sûredeki 

“Emr olunduğun gibi, istikâmet üzere ol”

âyet-i kerîmesinin ağırlığı altında buyurulmuştur. Bunun için evliyâ, istikâmet kerâmetten bin kat üstündür, demiştir. Ya’nî gerçek dîn, hakîkî kulluk, ancak istikâmetle ele geçer. Bu da, büyüklerin nasîbi oldu.

Ve bu fakîr, (Hilmî Bey) hocamızı hep buna dikkat eder, istikâmetten ayrılmamağa çalışır, buldum ve gördüm. Bunun için hocamızı kerâmetle hiç değerlendirmedim.”


(Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf 154)

İSTİMDÂT

“Bu fakîr (Süleyman Kuku “rahmetullahi teala aleyh” Efendi), Mektûbât’ı el yazım ile yazıp, istinsâh ettiğim sıralarda, bazı yerleri veyâ kelimeleri anlayamazdım. Bazan rüyâda Abdülhakîm Efendi (kaddesallahu teala sirreh hazretleri) teşrîf edip, izah buyurur, bazan (Hilmî Bey) hocamı (rahmetullahi teala aleyh) rüyâda görür, bilmediklerimi suâl eder, cevablarını alırdım.”


(Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf 156)

İRŞÂD

 Hilmî Bey (rahmetullahi teala aleyh) hocamız buyurdular:

“Kardeşim, bu silsile-i aliyyenin her halkası çok büyüktür. Nakşîbendî, Müceddîdî ve Hâlidîlerde irşâd için, velâyet-i hassa-i Muhammediyye’ye erişmek şarttır. Asgarî had (sınır) budur. A’zâmîsi ise, daha yukarılara çıkar.”


(Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf 155)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Dünyânın her yerinden kitap istiyorlar. Âşık bunlar, âşık. Ne yalvarıyorlar bir bilseniz. *Bize, namâzı öğreten kitap gönderin*, diyorlar tâ Afrika’nın ortasında. Hele bir imâm yazmış: 


*Efendim, şu kadar talebemiz var burada. Fakat hiç kitâbımız yok. Bize Amme cüzü gönderin*, diyor. Âdetâ yalvarıyor. 


Hepsine gönderiyoruz, elhamdülillah. Çok memnûn oluyorlar, çook. Ne duâlar ediyorlar. *Zamânımızın bir tânesi* diyorlar. 


*Allah, sizden ve size yardım edenlerin hepsinden râzı olsun*, diyorlar. 


Bâzıları da; *Bu, bir kişinin yapacağı iş değil. Yardımcılarınıza Allah selâmet versin, Allah râzı olsun*, diyor. 


Böyle duâ ediyorlar hepsi. Her hangi bir mektûbu açın, önce *Duâ* ve *Selâm*’la başlıyor. 


Bizim *Kıymetsiz Yazılar* kitâbı, islâm harfleri ile yazılmış olan, Mektûbâtın hülâsasıdır, özetidir. Ben Ankara’da, Mamak’da iken, aylarla uğraşdım. *Türkçe Mektûbât*’ın hülâsasını çıkardım. 


Hem de *Elif-bâ* sırası ile. Efendi hazretlerine Ankara’dan geldiğimde kendilerine gösterdim. Mübârek; *Başından biraz oku!* buyurdu. Okudum. *Devam et!* dedi. Belki birkaç sâat sürdü. 


Mübârek, sonuna kadar dinledi, çok hoşuna gitdi. *Bu, bir kitap olmuş. Bu kitâbın ismini ne koydun?* dedi. Efendi hazretlerinin yanında söz söylemek kolay mı? Susdum tabii. 


*Bu kitâbın ismi, (Kıymetsiz Yazılar) olsun*, buyurdu. Öyle deyince, içimden; *Evvâh!* dedim. Kıymetsizmiş. Ben de çok kıymetli zannediyordum, diye düşündüm. 


O esnâda Efendi bana bakıp; *Ne düşünüyorsun? Bu yazılara bahâ biçilir mi, buna kıymet bulunur mu?* dedi. O zaman sevindim. 


Yine buyurdu ki: *Kıymetsiz demek, buna kıymet biçilemez demekdir. Yâni o kadar kıymetli ki, dünyâda hiçbir şey onun gibi kıymetli değil*, demekdir.

İmâm-ı Rabbânî'nin âşıkıyım

 - Efendi hazretlerine, Gavs-ı a'zam Abdülkâdir Geylânî mi, yoksa Gavs-ı Sâmedânî İmâm-ı Rabbânî mi (radıyallahü anhümâ) yüksektir, sordular. Bir-iki sâat Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü, gavsiyyet makamını yüce hâllerini ve kerâmetlerini anlattılar. Sıra İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gelince, : "Bu fakîr, İmâm-ı Rabbânî'nin âşıkıyım" buyurup, sözü kesmişlerdir.

(Gün batarken gördüğüm son ışık, sf: 151)

ALÂKA

 Şâh-ı Nakşibend hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) hacdan dönünce;

“Efendim, filân talebeniz sizinle alâkayı kesti” 

dediler. 

“Sorun bakalım, bizi rüyâda görüyor mu?”

buyurdular. Sordular.

“Arada bir görürüm”  dedi (o kimse). 

Hazret-i Hâce’ye (kaddesallahu teala sirreh) arz ettiler.

“Kim demiş bizimle alâkayı kesti? Bizden kesilen, bizi rüyâda da görmez”

buyurdu.

(Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf 151)

...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Enver âbi*, yanına her gelene güleryüz gösteriyor, tatlı tatlı konuşup, iyi davranıyor. Onların yanında gülüyor, müdârâ yapıyor. Biz de râhat ediyoruz. 


Dün, bir genç çocukla karşılaşdım eczânede. Bizim eczânede daha önce staj görmüşdü. *Efendim ben müslümânım*, dedi. 


Ben de ona; Ee peki, sen namaz kılıyor musun? dedim. *Yok efendim kılmıyorum*, dedi. 


Şunu yapıyor musun? dedim. *Yok yapmıyorum*, dedi. Bunu yapıyor musun? dedim, *Yok yapmıyorum*, dedi.


En sonunda çocuk; *Müslümânlık kalbde olur efendim. Sen ne yaparsan yap, asıl iş kalbdedir, sen kalbe bak!* dedi. 


Sen bunu nerde okudun? dedim. *Türkçe Kur’ânda okudum*, dedi. Şimdi türkçe Kur’ân satılıyormuş her yerde, bu türkçe Kur’ânda böyle yazıyormuş. 


Müslümânlık kalbde olur, senin kalbin temiz olsun da, ne olursan ol, ne yaparsan yap. Allah affeder, iş kalbdedir. Allah kalbe bakar. Böyle yazıyormuş o Türkçe Kur’ânda. 


Çok üzüldüm kardeşim. O çocuğa dedim ki:


*Sen deli misin yâhu. İslâm’ın şartları var, Allahü teâlânın emirleri var. Onun emirlerinden bir tânesinde şübhe eden, beğenmiyen kâfir olur. Kalbi ne olursa olsun*, dedim.


O Kur’ân tercümesi elimize geçseydi de baksaydık, kim bilir daha neler neler yazıyordur. Hiç öyle şey olur mu kardeşim? İslâmın şartları var. Allahü teâlânın emirleri var, yasakları var. 


İslâmiyyet, yalnız *Îmân* değil ki. Allahü teâlânın bütün emirlerinden bir tânesini beğenmiyen *Kâfir* olur. Allahü teâlâ bize, sevdiklerinin kitaplarını okumak nasîb etmiş elhamdülillah. 


Bu din, bugüne kadar nakledilerek gelmişdir. İnsanların en kötüsü, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri, kendi anladığına göre anlatandır. Onlar için, Efendimiz ne buyuruyor? 


*Kim, Kur’ân-ı kerîme, yâni Allahü teâlânın dînine, kendi aklına göre, kendi fikrine göre, kendi düşüncesine göre mânâ vermeye kalkarsa, kâfir olur*, buyuruyor.

Müstehcen konuşmak

Sual: Bazı kimseler, müstehcen konuşuyor. Ayıp şeyler söylüyor. İnsanların ayıplayacağı çirkin işler yapıyor. Müslüman olan kimse, böyle şeyler yapar mı?

CEVAP

Hadika’da buyuruluyor ki:

Fuhuş, çirkin söz demektir. Haddi aşan her şeye fahiş denir. Buradaki manası çirkin olan işleri açık kelimelerle anlatmak, müstehcen konuşmak demektir. Cima için ve abdest bozmak için kullanılan kelimeleri söylemek böyledir. Bu kelimeleri söylemek fuhuştur. Çünkü bunları söylemek, mürüvvete ve diyanete uygun değildir, hayayı, utanmayı giderir ve başkalarını gücendirir. Cimayı, abdest bozmayı ve necaseti anlatmak gerektiği zaman, açık olarak söylememeli, kinaye olarak söylemelidir! Kinaye, bir şeyi, açık manaları başka olan kelimelerle anlatmaktır. Edepli olan, salih olan, fuhuş söylemeye mecbur olunca, kinaye olarak söyler. Mesela, Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, cima için lems [dokunmak] kelimesini söylemiştir.


Dinimizde hayanın, utanmanın yeri çok mühimdir. Hayası olan, Allahü teâlâdan utandığı için günah işlemekten çekinir. İnsanlardan utanmayan Allah’tan da utanmaz. Açıktan günah işleyen kimse, hem insanlardan, hem de Allah’tan çekinmediğini gösterir. (Allah’ın bildiğini kuldan ne saklıyayım) demek doğru değildir. Gizli işlediği bir günahı başkalarına açıklamak doğru değildir, hayasızlıktır.


Hadis-i şerifde buyuruldu ki:

(Haya ve az konuşmak imandan, fahiş söz ve çok söz nifaktandır.) [Tirmizi]


Haya, imanın esasındandır

Allahü teâlâdan utanmak, imanın kuvvetli olduğuna, hayasızlık da imanın zayıf olduğuna alamettir. Hayasız kimsenin küfre düşmesi kolay olur. Hadis-i şerifte, (Hayanın azlığı küfürdür) buyuruldu. (Hakim)


Hayasız kimse, zamanla küfre kadar gidebilir. Haya, imanın esasındandır.

Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Haya, iffet, dile hakim olmak ve akıl imandandır. Cimrilik, fuhuş, çirkin sözlü olmak ise hayasızlıktan ve münafıklıktandır.) [Beyheki]


(Fahiş ve çirkin sözlerden şiddetle kaçının! ) [Nesai]


(Mümin, ayıplamaz, lanet etmez, fahiş söz söylemez) [Tirmizi]


(Cennet, fahiş ve çirkin söz konuşana haramdır.) [İbni Ebiddünya]


(Allahü teâlâ, fahiş ve çirkin söz söyleyeni sevmez.) [İbni Ebiddünya]


Görüldüğü gibi, hayanın iman ile, hayasızlığın da imansızlık ile alakası büyüktür. İnsanlardan utanan kimsenin, Allahü teâlâdan da utandığı anlaşılır. Çünkü hadis-i şerifte, (Allah’tan sakınan, insanlardan da sakınır) buyuruluyor. Hayasız olan mürüvvetsiz olur. İnsanları, böyle kimselerin zararından sakındırmak için onların gıybetini yapmak caizdir. Hadis-i şerifte, (Haya cilbabını [örtüsünü] üzerinden atanları gıybet etmek günah olmaz) buyuruldu. (Harâiti)


Sual: Porno film seyretmek veya fuhuş sözler söylemek günah mıdır?

CEVAP

Elbette günahtır. Bir hadis-i şerif:

(Çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyenden Allahü teâlâ nefret eder.) [Tirmizî]


Güzel ahlaklı olmalı. Çünkü bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:

(Kıyamette müminin terazisinde güzel ahlaktan daha ağır bir şey bulunmaz.) [Tirmizî]


Sual: Küfretmek, yani sövmek günah mıdır?

CEVAP

Sövmek günahtır. Sövmek, fuhuş, yani çirkin sözdür. İki hadis-i şerif meali şöyledir:


(Fuhuş söyleyene Cennet haramdır.) [İbni Ebiddünya, Ebu Nuaym]


(Fuhuş söz [sövmek] nifaktandır.) [Tirmizi]


Küfür, kâfir olmak demektir. Fuhuş sözler için, küfretmek yerine, sövmek tabirini kullanmalıdır.


Sual: (Domuz oğlu domuz, eşek oğlu eşek demek veya bir kimsenin geçmiş sülalesine sövmek, Hazret-i Âdem’e kadar gideceği için, küfür olur) diyorlar. Böyle sövmek küfür müdür?

CEVAP

Hazret-i Âdem’e kadar gitmez, yani böyle söylemek küfür olmaz; fakat böyle çirkin şekilde sövmek, asla caiz değildir.


Fuhuş söyleyen, Cennete giremez

Sual: Bazı kimseler, açık, net olmalı diyerek, insanın edep yerlerinden, çocukların yanlarında bile açık olarak bahsetmekte, konuşmaktadır. Böyle konuşmak, yazmak, dinimizce uygun mudur?

Cevap: Fuhuş söyleyen kimse tazir olunur, cezalandırılır. Çünkü, fuhuş söylemek tahrimen mekruhtur. Hadîkada deniyor ki:

“Fuhuş, çirkin söz demektir. Haddi aşan her şeye fâhiş denir. Burada, çirkin olan işleri başkalarına açık kelimelerle anlatmak demektir. Cima ve abdest bozmak için kullanılan kelimeleri söylemek böyledir. Bu kelimeleri söylemek fuhuştur ve tahrimen mekruhtur. Çünkü bunları söylemek, mürüvvete ve diyanete uygun değildir, hayayı, utanmayı giderir ve başkalarını gücendirir. Mürüvvet, insanlık, erkeklik demektir. Cimayı ve abdest bozmayı anlatmak lazım olduğu zaman, açık olarak söylememeli, kinaye olarak söylemelidir. Kinaye, bir şeyi, açık manaları başka olan kelimelerle anlatmaktır. Edepli, salih olan, fuhuş söylemeye mecbur olunca, kinaye olarak söyler. Mesela, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerimde, cima için dokunmak, lems kelimesini söylemiştir. İbni Ebiddünyâ ve Ebû Nu'aym hazretlerinin bildirdikleri hadîs-i şerifte;

(Fuhuş söyleyenlerin Cennete girmeleri haramdır) buyuruldu. Yani, bunun azabını çekmedikçe Cennete girmezler.”


Sual: Bir kimsenin insanlara, hanımına, kocasına, çocuklarına hitap ederken, "lan, adi, mal, şerefsiz, sapık..." gibi kelimeler kullanması, dinen uygun olur mu?

CEVAP

Eshab-ı kiramdan Ebû Sa'îd-i Hudrî hazretleri, Peygamber efendimizin güzel hâllerini anlatırken;

“Resulullah efendimiz heybetli yani saygı ve korku hasıl ederdi. Fakat, kaba değil, nazik idi. Herkese acır, kimseden bir şey beklemezdi. Saadet, huzur isteyen, Onun gibi olmalıdır” buyurmaktadır.

Resulullah efendimizin en büyük düşmanı olan ve mübarek vücuduna ve nazik ruhuna eziyet ve işkenceler yapan Ebu Cehil'e lanet ettikleri, sövdükleri görülmemiştir.

Kadınların kalbleri ince, nazik ve hislerine tabidirler. Hadis-i şerifte; (Bir erkek, zevcesini döverse, kıyamette ben onun davacısı olurum) buyuruldu.

Dünya işlerindeki kusuru için, dövmek şöyle dursun, acı, sert bile söylememelidir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri;

“Hiçbir bî edeb yani edepsiz, Allahü teâlânın rızasına kavuşamamıştır” buyurmaktadır.

Haram işleyeni görünce, gadaba gelmek, din gayretinden ileri gelir. Fakat, kızınca aklın ve İslamiyetin dışına taşmamak lazımdır. Ona, kâfir, münafık, deyyus ve diğer fuhuş, çirkin şeyler söylemek, haram olur. Söyleyenin ta'zir edilmesi, cezalandırılması lazım olur. Haram işleyeni görenin, buna cahil veya ahmak demesine izin verilmiş ise de, yumuşak, tatlı söyleyerek nasihat vermek, iyi olur. Hadis-i şerifte; (Allahü teâlâ, her zaman yumuşak söylemeyi sever) buyuruldu.

Seâdet-i Ebediyye'de Ta’zîr bahsinde buyuruluyor ki:

“Müslümana, ey kâfir, ey habis, ey sapık, ey facir diyen ta'zîr olunur. Ey münafık, Yahudi, Nasrani, kahpenin oğlu diyen ta'zîr olunur. Namussuzun oğlu, facirenin oğlu, kâfirin oğlu, fasıkın oğlu, hırsızların yuvası, zanilerin başı, haramzâde diyen ta'zîr olunur.

Ta'zîrin çoğunda, Allahü teâlânın hakkı ve kul hakkı birlikte vardır. Fakat kul hakkı daha çoktur. Ta'zîr, incitilen kimsenin affetmesi ile sakıt olur. Kul hakkını hâkim affedemez. Bir kimse, birine çeşitli kelimelerle veya birkaç kişiye bir kelime ile sövse, her biri için ayrı ayrı ta'zîr olunur. Çünkü kulların hakları birbirleri yerine geçmez.

Ta'zîr, haram işleyene ve sözü ile, hareketi ile, işareti ile, Müslümana haksız olarak eziyet verene yapılır.”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Biz, Peygamber aleyhisselâmın eshâbını çok severiz. Niçin? Çünkü, Peygamber aleyhisselâm onları seviyor. Onlar da Onu seviyorlar. 


Mâdem ki Peygamber Efendimizi seviyoruz, öyleyse Onu sevenleri ve Onun sevdiklerini de seveceğiz. 


İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlânın, bir kuluna vereceği en büyük ni’met, sevdiği bir *Dostu* nu ona tanıtmasıdır. Aynen Eshâb-ı kirâma Peygamber Efendimizi tanıtdığı gibi. 


Onun için, bu gün bu büyükleri tanıyanlar, Peygamberimizin zamânında dünyâya gelselerdi, hepsi *Eshâb-ı kirâm* olurlardı. Ve bu gün, o büyükleri inkâr edenler, o zaman dünyâya gelselerdi, *Ebû Cehil*’den beter olurlardı. 


Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? *Benden sonra Ebû Bekr’le Ömer’i seviniz, Ebû Bekr’le Ömer’in yolundan ayrılmayınız*, buyuruyor. 


Yine Peygamber aleyhisselâm; *Aleyküm bi sünnetî ve sünnet-i hulefâ-i râşidîn*, buyuruyor. Yâni benim yolumdan şaşmayınız ve benim dört halîfemin de yolundan şaşmayınız, buyuruyor. 


Efendimiz aleyhisselâm yine buyuruyor ki: *Bütün ümmetimin îmânları, Ebû Bekr’in îmânı ile tartılsa, Ebû Bekr’in îmânı daha fazla gelir, daha ağır basar*. 


Bütün ümmetin îmânına, hazret-i Alî de dâhil, hazret-i Ömer de dâhil radıyallahü anhümâ. Cümle Evliyâların, âlimlerin hepsinin îmânını topla, hazret-i Ebû Bekr’in îmânı, onlardan fazladır.


Kim söylüyor bunu? Peygamber Efendimiz söylüyor. Peygamber Efendimiz ayrıca ne buyuruyor? *Allahü teâlâ hak sözü, Ömer’in diline koymuşdur*. 


Ne demek bunun mânâsı? Yâni, hazret-i Ömer radıyallahü anh her ne söylerse Doğru’dur. Bir hadîs-i şerîfde de Efendimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: 


*Benden sonra peygamber gelmiyecek. Ben âhir zaman peygamberiyim. Eğer benden sonra peygamber gelmek mümkün olsaydı, Ömer peygamber olurdu*, buyuruyor.


Yâni Efendimiz aleyhisselâm, bu hadîs-i şerîfinde; *Hazret-i Ömer*’in radıyallahü anh o hâliyle *Peygamber* olacağını, yâni daha yükselmesine lüzûm olmıyacağını beyân buyuruyor.

ÖLÇÜ

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (kaddesallahu teala sirreh) haretleri buyurdular:

“Evliyâyı inkâr etmekten sakınmak vâcib olduğu gibi, onlara itikadda taşkınlık yapmaktan kaçınmak da vâcibdir.”

(Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf 144)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu zamanda, beş vakit namâzını doğru dürüst kılan kimse, *100 Şehîd* sevâbı alır. Onun için biz çok şanslıyız kardeşim, çok bahtiyârız. 


Arkadaşlardan birine sordum efendim. *Seâdeti Ebediyye kitâbını okudunuz mu?* dedim. Evet efendim okudum, dedi. *Kaç defâ okudunuz?* dedim. *Bir kere* dedi. Şaşırdım efendim. 


Bir kere okumakla ne olur ki? Çünkü bu, *İlim* kitâbıdır, bir defâda hiçbir şey anlaşılmaz. Onun için kendisine; *Bu kitâbı bir kere okuyan, hava alır*, dedim. 


*Böyle bir kitap, bir defâda anlaşılır mı kardeşim? Ben yirmi kere okudum, zevkini alamadım, hâlâ da okuyorum*, dedim. 


********


Bir gün, bir arkadaş geldi. Ona bir *Hadîs-i şerîf* öğretdim efendim. Birkaç defâ tekrar edince *Ezberledi*. Ona dedim ki: 


Ben size bir tâne *Hadîs-i şerîf* öğretdim. Siz de hergün *Bir tâne* öğrenseniz, otuz günde *Otuz* tâne eder. Bir senede *Üçyüz altmış*, on senede *Üç bin* eder, daha ne istiyorsunuz, dedim. 


Bilmiyorum ne yapdı? Her gün bir tâne öğreniyor mu acabâ? İnşallah öğreniyordur. 


********


Herkes *Ölüp* de kabrine konulduğunda, *Toprak* onu sıkacak kardeşim. Bu, herkese olacak, yâni herkes kabre girince, kabri onu *Sıkacak*, ama herkesi *Farklı* sıkacak. 


Meselâ mü’minleri, *Ana* şefkatiyle, yâni *Severek*, *Muhabbet* le sıkacak. Bir anne, yavrusunu severken nasıl sıkarsa, öyle sıkacak. Ama *Kâfirleri* böyle değil.


Onları *Azâb-ı ilâhî* olarak sıkacak, Allah korusun. *Azap* olarak sıkacak, *Acıtacak*, öyle ki kemikleri birbirine geçecek efendim. 


Yâni mü’minleri, *Sevgi* ile, *Muhabbet* le sıkacak, kâfirleri ise, *Nefret* ile ve *Gadab* ile sıkacak. Allah muhâfaza etsin.

Allahü teâlâ yok olmaz.

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Arabîyi iyi bilen, Kur’ân-ı kerimi ve arabî kitapları anlar efendim. Arabî lisânı, diğer lisânlardan daha efdâldir. Çünkü arabî lisânı, *Lisân-ı Cennet*’dir. Yâni Cennet lisânıdır. 


Cennetde *Arapça* konuşulacak, fransızca değil, İngilizce de değil. Kur’ân-ı kerîm arabîdir. *Lisân-ı Kur’ân*, lisân-ı Cennetdir. Diğer lisânlar, insanlar tarafından yapıldı. 


İngilizce’yi İngilizler yapdı, Fransızca’yı Fransızlar yapdı. Peki, Arapçayı kim yapdı? *Allahü teâlâ* yapdı. Nerden biliyoruz? Çünkü Arapça lisânı, insanlar yaratılmadan evvel vardı. 


İlk insan olan *Âdem* aleyhisselâm Cennete girdiğinde bir bakdı, her yerde *Lâ ilâhe illâllah* yazılı. Demek ki, insanlar yokken, bu harfler vardı. 


Şimdiki insanlar, şeytana değil, nefsine tâbi. Nefse uymak daha kötüdür. Çünkü mahlûkların en ahmağı *Nefs*’dir. 


Kur’ân-ı kerîmde; *Küllü şey’in hâlikün illâ vecheh*, buyuruluyor. Bunun mânâsı, *Küllü şey’in*, her şey, *Hâlikün*, helâk olacaktır, yok olacakdır. 


*İllâ vecheh*, ancak Allah yok olmaz. Allahdan başka her şey yok olacak. Allahü teâlâ yok olmaz. 


Bir zındık Bağdat’a gelmiş ve İmâm-ı Âzam hazretlerini bulup; *Siz, Allahü teâlâ hiç yok olmaz diyorsunuz. Hâlbuki her şey yok oluyor, Allah da yok olur*, demiş. 


İmâm-ı âzam sormuş o dinsize: *Sen sayı saymasını biliyor musun?* Elbet biliyorum, deyince, *Say bakalım*, buyurmuş. Zındık yirmiye, otuza, kırka kadar saymış.


Yorulmuş. İmâm-ı âzam; *Daha saysana!* buyurunca, yoruldum demiş. *Sonuna kadar say!* deyince de; bunun sonu yok ki, demiş. 


O böyle deyince, İmâm-ı âzam hazretleri; *İşte nasıl ki sayıların sonu yok. Allahü teâlânın da sonu yok*, buyurmuş. 


Hazret-i İmâm böyle deyince, zındık; *Çok doğru söylüyorsun, Allah birdir, O’nun sonu yokdur*, demiş ve müslümân olmuş.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu gün *Hak* gizlenmiş, *Bâtıl* ise hak şekline bürünmüş, hak gibi görünüyor. Mektûbât’da var bu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: 


*Peri yanaklarını saklamış, şeytan naz ediyor. Şaşırdım kaldım, hayretden aklım gidiyor. 


*Şeytan*, yâni bâtıl, peri şekline girmiş, melek şekline girmiş, herkese sevimli, nûrlu, güzel gözüküyor. *Melek*, yâni hak ise, saklanmış, gizlenmiş, görünmüyor. 


Şeytan, *Peri* şekline girmiş, her tarafda cilve yapıyor, süslü püslü dolaşıyor, kendini gösteriyor. Şaşırdım kaldım hayretden aklım gidiyor. Böyle diyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. 

  

Abdülhakîm Arvasi Efendi Hazretleri, bir gün cebinden kâğıt kalem çıkardı. Üzerine birşeyler yazdı, yazdı, yazdı, sonra bana uzatıp; *Al, bunları oku!* dedi. 


Bir de bakdım ki: na-sa-ra   yen-su-ru   nas-ran   nâ-sı-run   men-sû-run diye yazmış mübârek. Devâmı var, hem de sayfalarca. *Bunları ezberle!* buyurdu. Tabii başüstüne efendim, dedim. 


Bir ay içinde ezberledim. Bir gün bana; *Yazdıklarımı okudun mu?* buyurdular. Evet efendim, dedim. *Oku bakalım!* dediler. Ezberden okudum. Çok hoşuna gitdi mübâreğin. 


Gene bir kâğıt çıkardı, birşeyler daha yazıp; *Al, bunları da ezberle!* buyurdu. Birkaç kerrede, bu fiil çekimlerini bitirdik. Efendi, bana; *Bunlar, Kur’ân-ı kerîmin anahtarıdır*, dedi. 


Arabîyi iyi bilen, Kur’ân-ı kerîmi ve arabî kitapları anlar efendim. Arabî lisânı, diğer lisânlardan daha efdâldir. Çünkü arabî lisânı, *Lisân-ı Cennet*’dir. Yâni Cennet lisânıdır. 


Bu dînin aslı; Bu *İyi*, bu da *Kötü*, diyebilmekdir. Yâni hakkı bâtıl’dan ayırmakdır. Ama sırf bilmek insanı kurtarmaz. *İcraat* da lâzım. Çünkü *İyi*’yi bilen, ona tâbi olacak. 


*Kötü*’yü bilen de, kötülükden sakınacak ki, fâidesini görsün. Mektûbât’da İmâm-ı Rabbânî hazretleri kuddise sirruh buyuruyor ki: *İlim, edinmek içindir*. 


Yâni *İlâç*, içmek içindir. *Su*, içip kanmak içindir. Her şeyin sebebine yapışacağız. *Şifâ* istiyorsak, ilâcını içeceğiz kardeşim.

Hak ve Bâtıl

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

Bu gün *Hak* gizlenmiş, *Bâtıl* ise hak şekline bürünmüş, hak gibi görünüyor. Mektûbât’da var bu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: 

*Peri yanaklarını saklamış, şeytan naz ediyor. Şaşırdım kaldım, hayretden aklım gidiyor.

Kainat her an var olup yok oluyor

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her an, bizi varlıkda tutan kimdir? Allahü teâlâdır. Meselâ ben şu takkeyi elimle burada durduruyorum. Bu takke yere düşüyor mu? Düşmüyor, havada duruyor. Neden? 


Çünkü ben tutuyorum. Bunu havada durduran kimdir? Benim elim. Ben bunu bir an bıraksam, hemen yere düşer. 


İşte Allahü teâlâ da, bizi ve bütün bu kâinâtı, kendi kudretiyle, her an varlıkda durduruyor. 


Bir an bıraksa, bir an kudretini çekse, biz de Yok oluruz, bütün bu kâinât da hepsi Yok olur… 


Meselâ bir an için ceryan kesilse, elektrik gitse, lâmbalar söner. Allahü teâlâ da, bir an bizi bıraksa, kudretini çekse, hemen Yok oluruz. Bütün bu kâinat da Yok olur. 


İşte Allahü teâlâ, her an bizi ve bütün bu kâinâtı varlıkda durduruyor kardeşim. Âyet-el kürsîde var bu. *Allahü lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm*, buyuruluyor. 


Her namazdan sonra *âyet-el kürsî* okuyoruz ya. İşte orada geçiyor. *El hayyül* demek, Allahü teâlâ hayâtdadır, diridir, demekdir. 


*Kayyûm* ise, bütün mahlûkları her an varlıkda durduruyor mânâsınadır. Hattâ Muhyiddîn-i Arabî hazretleri ne buyuruyormuş, Mektûbât’da var bu.


Her an, bütün bu kâinât, yerler, gökler, dağlar, güneşler, her an, *Var* olur, *Yok* olur buyuruyor. 


Allahü teâlâ her an yaratıcıdır ve yok edicidir. Her an yaratıyor, ve her an yok ediyor. *Yuhyî*, yaratıcı demek. *Yümît*, yok edici demek. Allahü teâlâ her an yok edicidir. 


Bizi, her an *Yok* ediyor, her an da *Var* ediyor. Ne gibi? Elektrik cereyânının frekansı gibi. Elektrik cereyanı, her an, her sâniye, 50 kere yanıp sönüyor. 


Her sâniyede, bu lâmba elli kere sönüp yanıyor. Yâni elektrik yön değişdiriyor, kesiliyor. İşte bunun gibi, Bu kâinât da her sâniyede, bir *Var* oluyor, bir *Yok* oluyor. Böyle diyor Muhyiddîn-i Arabî hazretleri.

Bunu okuyanın imânı gider

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Gençliğimde Efendi hazretlerinin huzûruna gitdiğimde, bana; *Gel, otur!* buyururdu. Hemen yanlarına otururdum. Sonra, *Elimi tut!* derdi. Ben de tutardım mübârek avucunu. 


Sonra, *Sık!* derdi, sıkardım. Ama biraz sonra yorulup, az gevşetirdim. O zaman hemen, *Sık!* derdi yine. Ben de sıkardım. Beş dakîka, on dakîka, onbeş dakika. Nihâyet yorulurdum efendim. 


Bakardım ki gözlerini kapatdı, uyukluyor. O uyuklarken, fırsat bu fırsat der ve elimi gevşetirdim. Ama ben gevşetince, Efendi hemen gözünü açar, *Sık!. Sık!.* derdi. 


Tekrar sıkardım, sıkardım, sıkardım, tâ ki kalkıp namâza gidinceye kadar. Bir sene hep böyle devâm etdi. O büyüklerin *Vücut*’ları, hattâ bütün *Hücre*’leri zikredermiş efendim. 


*Sultân-ı zikr* denir ona. Belki de, o *Zikr*’ler benim elime de geçsin, benim hücrelerime de te’sîr etsin diyedir herhâlde. Ama bizimki, *Taş* gibi. Nereye te’sîr edecek? 


Efendi hazretlerinin vasiyyetnâmesinde, *Benim, dünyalık hiçbir şeyim yokdur*, diyor mübârek. Şimdi ben de öyleyim efendim. Dünyâlık hiçbir şeyim yok. 


İşte bir çamaşırlarım, bir de kitaplarım var. Başka hiçbir şeyim yok. Hâlbuki eskiden neler kurardım neler. O şeyler kalbimden çıkıp gitdi. Efendi hazretleri onları sildi süpürdü, çok şükür. 


Efendim, Ankara’da iken, bana *Elmalılı Tefsîri*’ni hediye etdiler. Efendi hazretlerine sordum; *Bunu okuyabilir miyim?* dedim. Cevâben; *Bunu okuyanın îmânı gider*, buyurdular. 


Ben de o kitâbı hemen yakdım. Aradan bir sene geçti. Mamak’da bir gün, ticâret müdürü ile yüzbaşı konuşuyorlardı. Biri ötekine dedi ki: 


Önceden ölülere *Yasîn* okurdum, şimdi okumuyorum. Çünkü Yasîn sûresi biraz *Fen*’den, biraz *Coğrafya*’dan, biraz da *Târih*’den bahs ediyor. Bunun ölülere ne fâidesi olur? Böyle dedi. 


Köpek havlayınca cevap verilir mi? Verilmez. Ama ben orada dayanamadım efendim. Öyle konuşana; *Nereden biliyorsun öyle olduğunu?* dedim. *Tefsîr’den okudum*, dedi. 


*Kimin tefsîrini?* deyince de, *Elmalılı*’nın derken, içim sızladı. Bir sene önceki Efendi hazretlerinin o sözünü hâtırladım ve okuyanın îmânının nasıl gitdiğini bizzât gördüm, şâhit oldum.

Yâdigâr mektûblar 80.mektûb

Bu mektub, Sultan Abdülhamid Han'ın Napoli'de yaşayan zevcesi Behice İkbal hanıma yazılmışdır. Arabî harflerledir.

B[esmele].
2 Muharremü'l-Harâm 1388 Pazar [31.3.1968]
İsmetli, necâbetli kadınefendi hazretlerinin huzûr-ı âlîlerine

İsm-i âlînizi bu günahkâr ağzıma almak cesâretini gösteremediğim, mübârek isminizi anmaya lâyık olmadığım için, bu arîzamı yalnız yüksek sıfatlarınız ile tezyin ettim. Bu günahkâr, âciz, âdî bir kulun, şehinşâh-ı cihân, halîfe-i rûy-i zemîn, emîrü'l mü'minîn hazretlerinin refîka-ı aliyyelerine muhatab olması, teveccüh ve iltifât-ı seniyyenize mazhar olması, rü'yâda ve hülyâda bile nasîb olmayacak bir lûtf ve ihsân-ı ilâhîdir. Cenâb-ı Hakkın evliyâsına ve onun halîfelerine, İslâmın hâdim ve muhâfızı olan ricâl-i ümmete olan sonsuz muhabbet ve hizmetimin en büyük mükâfatı olarak yüksek teveccüh ve müstecab duâlarınıza mazhar olmakla şereflenmiş bulunuyorum. Rü'yâda bile kavuşamayacağım bu büyük nimeti ihsân buyuran Rabbime nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.

Babalarımız, dedelerimiz o yüce hâkânın sâyesinde ve himâyesinde müslimânlıklarını muhâfaza etdiler. Bizler de o veliyy-i kâmil, melik-i âdilin bereketiyle müslimân evlâdı olarak ve müslimân olarak yetişdik. Bugün bütün dünyâdaki bütün müslimân memleketlerindeki bütün müslimânlar imânlarını ve ibâdetlerini hep o ulu hâkâna borçluyuz. Onun mübârek vücûdu olmasaydı, babalarımızın îmânları yok olacakdı. Bizler de îmân ve İslâm şerefine kavuşamayacakdık. Siz muhaddere, pâkize [iffetli, temiz] vâlidemize ne kadar hizmet etsek, gece gündüz mübârek kapınızda beklesek, müstecab duâlarınıza kavuşmak için can fedâ etsek, o mübârek hânedânınıza karşı olan ni'met ve şükrân borcumuzun binde birini bile ödemiş olamayız.

(Men dakka bâbe'l-kerîmi infetaha), kerîm olanların kapısı çalınırsa, hemen açılır. Kerîmlerin kapısına gelen boş dönmez. Yeryüzündeki bütün müslimânlar, asâletinizin, necâbetinizin, ihsanlarınızın, ni'metlerinizin mazharlarıdır. Gücümüz, kuvvetimiz, kalemimiz size teşekkür ve minnet vazîfemizi îfâ etmekden âcizdir.

Enver Bey evlâdımız iltifatnâmenizi getirdi. Okumakla şereflendik. Mübârek Nisan yağmuru kara topraklara yağdığı gibi, sizin nurlu, mübârek yazılarınız da bu günahkâr, yüzü ve kalbi kara, aşağı kullarınıza Cenâb-ı Hakkın umulmaz bir ni'meti oldu. Bu kıymetli mektubunuzu gözyaşlarıyla okudum. Ölünceye kadar en muhterem, en mübârek bir yâdigâr olarak saklıyacağım. Resûlullah Efendimizin vekîli olan, cihân müslimânlarının hâmîsi yüce hâkânın, Cennet-mekânın, muhakkak bir velî olan zevc-i kerîminizin mübârek feslerini ve tabaklarını elime alınca, kalbim ve bütün vücûdum sanki nûra garkoldu. Odamın içi feyz ve bereket doldu. İnşâ[allah] bu mübârek emânetlerin ve hırka-ı seâdet mendilinin feyz ve bereketi ölünceye kadar bizleri küfr ve dalâlet zulmetinden koruyacakdır. Kıymetli Enver, nurlu emânetleri Muharrem'in birinci Cumartesi günü akşam nemâzından bir saat önce getirdi. Hâzır olan âşıklarınız ve köleleriniz arasında açınca, evvelâ ellerimizi kaldırarak cân-ü gönülden gözyaşlarımız ile Cennetmekâna duâ eyledik. Ve siz muhterem ve mübârek vâlidemizin sıhhat ve selâmetleri için, son nefesde selâmet ve îmân ile huzûr-ı ilâhîye mülâkatiniz için âcizâne duâ eyledik. Ve ölünceye kadar duâ edeceğiz.

[Evvelce Behice Hanım'a yardımcı olduğu için Napoli'den uzaklaştırılan] Finlandiya'daki konsolos İrfân Bey'e de âcizâne bir Seâdet-i Ebediyye kitâbı posta ile gönderdim. Kirli ve karanlık kalblerimiz, sizlere karşı sonsuz bir sevgi ve saygı ile doludur. Dillerimiz âcizâne duâ etmekdedir. Böylece kalblerimiz nurlanmakda, dillerimiz şereflenmekdedir. Huzûrunuzda olmayı, mübârek kapınızın topraklarını öpmekle şereflenmeyi istiyoruz. Ah elimize geçseniz, hizmetinizde bulunmak şerefine bizleri kavuşdursanız ne iyi olur!

Müstecab duâlarınızın ve çok kıymetli teveccühlerinizin devamını istirhâm eyler, muhterem ve mübârek Celâl Beyefendi'ye mahsus selâm ve arz-ı ta'zîmât eylerim efendim. Refikam Nefîse Sîret ve kerîmem câriyeniz Âişe Dilvin ve mahdûmum köleniz âcizâne selâm ederler. Sene-i cedîde-i İslâmiyyenizi tebrîk ederler, muhterem efendim.

Köleniz Hüseyn Hilmi bin Sa'îd 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hocam Seyyid *Abdülhakîm Arvasi Efendi* hazretleri bir gün buyurdular ki: 


Başkale şehrinde bir medresem vardı. Bu medresede 20-30 talebe okutuyordum. Talebenin yemesi, içmesi, elbiseleri, bütün masrafları hep bana âit idi. 


Bir gün medresede ders veriyordum ki, kapı açıldı. Gâyet temiz giyinmiş bir beyefendi içeri girdi, selâm verdi ve dersi dinledi. Ders sonunda yanıma geldi.


Ve *Efendim, kaç talebeniz var? Hangi kitapları okutuyorsunuz? Hangi kitaplara ihtiyâcınız var?* diye sordu. Ben de, lâzım olan birçok kitap ismi verdim. 


Cebinden defterini çıkardı, bütün ihtiyâçlarımı o deftere yazdı. Sonra da vedâ edip ayrıldı. Konuşması gâyet nâzik, elbisesi gâyet muntazam ve temiz olduğundan, bunun bir *İstanbul beyefendisi* olduğunu anladım. 


Aradan iki ay geçdi. Ben artık bunu unutmuşdum. Bir gün medreseye postacı geldi ve *Seni postâneden istiyorlar*, dedi. Hemen kalkıp gitdim. 


Postânedeki memurlar; *Bunlar sana geldi*, dediler ve bana iki büyük *sandık* gösterdiler. Bakdım, koca koca iki sandık. İki sandık da *Kitap* doluymuş. Kitapları, sandıkları aldım.


Hayvana yükletip medreseye getirtdim. Sandıklar açıldı. Bir de ne göreyim, sandığın içinde, iki ay evvel, İstanbul’dan gelen o beyefendiye isimlerini yazdırdığım *Kitaplar* bunlar. 


Üzerine de bir kâğıt konulmuş. Alıp okudum. Kâğıtda; *Halîfe-i müslimîn sultân Abdülhamîd Hân’ın hediyesidir*, yazılıydı. Çok sevindim. Efendi hazretleri, bize böyle anlattı efendim. 


Efendim, ben *albay* idim. Beşiktaş’da, Hamîdiye câmiini ziyârete gitdim. İhtiyâr bir imâm beni gezdirdi. Câmi-i şerîfde, Sultân Abdülhamîd Hâna hediye edilmiş *Kâbe* örtüsünü ve *Levha*’ları gezdirdi.  


Sonra da, *Hünkâr*’ın namaz kıldığı yeri gösterdi. Daha sonra bir odaya ve afedersiniz abdesthâneye girdik. Ab-desthâne taşının üstünde, iki tâne *Nalın* [takunya] vardı. 


İmâm bana; *Bu nalınları, Sultân Abdülhamîd Cennetmekân giyerdi*, dedi. Sultân Abdulhamîdin mübârek ismini işitince, gözlerim sulandı. 


Halîfe-i müslimînin mübârek ayaklarının temas etdiği o nalınlara eğildim. Yüzümü, yanaklarımı sürdüm, öpdüm. Gözlerimin *Yaşı* nalınlara damladı.

Tarîkâtte hilâfet rüyâda verilmez

 Yatsı vakti Ahmed Mekkî efendi ile hocamızı ziyârete gittik. Evden, kapıyı açıp, namazdadır, siz içeri buyurun, dediler. Girip oturduk. Biraz sonra hocamız geldi. Merhum Mekkî efendi, namazınızı bitirseydiniz, buyurdu. Sünneti kıldım, salât-i vitri sonra kılarım, sizi bir dakika bekletmek bana girân [ağır] gelir, cevâbını verdi. İsterseniz o gece konuşulanlardan bir hikâyeyi arz edeyim.

 Mekkî efendi anlattı:

Babam İstanbul'a geldikten bir müddet sonra, Erbil'li Es'ad efendiyi ziyârete gitti. Tanıdığı halde, gereken hürmeti göstermedi. Kendisi divanda oturduğu halde, babamı kapının yanında, yerde oturttu. Başının üstünde (yâ Seyyidem Tâhâ) yazılı bir levha asılı idi. Babam, bu Seyyidim Tâhâ dediğiniz, bizim bildiğimiz Seyyid Tâhâ hazretleri midir? diye sûâl edince, hayır, o Tâhâ-i Harîrî'dir, Seyyîd Tâhâ hazretlerinin halîfesidir, dedi. Babam, bendeniz, Seyyîd Tâhâ hazretlerinin bütün halîfelerini, menkıbeleri ile bilirim, içlerinde bu isimde bir zât yoktur, buyurunca, Es'âd efendi, o, Seyyid Tâhâ'dan rüyâda hilâfet almıştır, cevâbını verdi. Biraz sonra kalktılar ve Efendi babam: "O kadar câhil ki, hilâfetin rüyâda değil, ayıkken, uyanıkken, yazılıp verileceğini dahi bilmiyor. Kusuruna bakılmaz. Sultan Abdülhamîd Hân tahta geçince, bu, sarayın etrafında dolaşıp, hizmetçi kadınlara fal bakardı. Bunun için Sultan onu İstanbul'dan çıkardı ve Abdülhamîd Hân tahttan indirilince tekrâr İstanbul'a geldi, ama şeyh olarak. Eh, zaman değişti. Bize muâmelesine gelince, kaba bir Kürd hocaya yapılsa dahî, ayıb sayılacak harekette bulundu" buyurdu.


[Gün batarken gördüğüm son ışık, sf: 110-111]


Not: Burada dikkat edilmesi gereken asıl mevzu, tarikatte rüyada hilafet verilemeyeceği hususudur. Çünkü rüyada hilafet verileceği hususu meşru kabul edilirse, o zaman kötü niyetli kimselerin de yalan bir rüya uydurarak hilafet almasının önü açılmış olur. Bu durumda tarikatte sahte şeyhler çıkmasının yolunu açar. Onun için tarikatte hilafet uyanık iken ve şahitler huzurunda yazılı olarak verilir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu büyükler, gelen talebelerde kâbiliyet aramazlar. Zîra onlar, bir *Taş*’a teveccüh etseler veyâ dokunsalar, hattâ sâdece baksalar, o taş *Feyz* alır, feyz verir. Hattâ *bin sene* geçse bile, o feyz, o taşdan gitmez efendim. 


O büyüklerin tahmînî konuşmaları, *Allahü a’lem* demeleri, yâni *Allah bilir ki*, demeleri veyâ öyle zannediyorum ki, demeleri *Kat’iyyet* ifâde eder. 


Çünkü onlar, *Mutlak böyledir* demezler, bir açık kapı bırakırlar. 


Meselâ Efendi hazretleri; *Bu gün, dünyâda bir mürşid-i kâmil, şurada yok, şurada yok, şurada yok, belki Hindistân’da vardır*, buyurdular. 


İşte o *Belki* kelimesi, kat’iyyet ifâde eder. O gün Hindistân’da vardı efendim, İsmi de, *Ehlisünnet Hân*. Hattâ bu zât, bir kitap yazmış. Ben okudum o kitâbı. 


Bir yerinde yazmış ki: *Bizi seven, yolumuzu seven, bu büyükleri seven kimseye, kabir azâbı olmaz*. Öyle buyurmuş Mübârek. 

*******

Bir kadıncağız, kocasına devâmlı söylermiş, dermiş ki: *Ne olur, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine söyle, ben Ona bağlanmak istiyorum*. O da; Söylerim hanım! dermiş, ama gidince unuturmuş. 


Ertesi gün bir daha sormuş: *Söyledin mi efendi?* Aaa, Vallâhi unutdum hanım. *Niye unutdun?* Hanım, bu gün öyle bir sohbet vardı ki, Vallâhi aklıma bile gelmedi. Hanımı; *Bâri bugün söyle*, demiş. 


Adam da; Hayhay hanım söylerim, demiş, ama gene unutmuş. Derken hanım vefât etmiş efendim. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri namâzını kıldırmış ve *Allahü a’lem, bizi sevenler kabir azâbı çekmez*, buyurmuş. 


Ertesi gün, bu kadıncağızı rüyâda görüyorlar. Diyorlar ki: Allahü teâlâ sana ne muâmele etdi? 


Kadıncağız sevinç içinde; *O zâtı sevdiğim için kabir azâbı çekmiyorum*, demiş. Kabir azâbı yok. Niçin? O zâtı sevdiği için. Sevmek kâfi, ne büyük *müjde* kardeşim

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlânın dînine hizmet edenlere, meselâ bizim kitaplarımızı satanlara, hediye edenlere, dağıtanlara, yâni Allahü teâlânın dînini öğretenlere veyâ öğretilmesine sebep olanlara ne mutlu.


Çünkü Allahü teâlâ onlara, Cennette öyle *Köşk*’ler verecek ki, insanlar o köşkleri görünce şaşıracaklar, hattâ merak edecekler.


*Allah Allaaah! Bu köşkler, acabâ hangi *Peygamberin* köşkü? Hangi *Evliyânın* köşkü? diye birbirlerine soracaklar. Cenâb-ı Hak da bunu bildirecek ve: 


*Hayır hayır, onlar ne Evliyâlarındır, ne de Peygamberlerin. Onlar, âhir zamanda gelip de, benim dînimi, benim kullarıma öğretenlere âitdir*, diye buyuracak. 


*Tam İlmihâl*, bir hazîne kardeşim. İçinde herşey var. Bu bilgilerin hepsi, ehl-i sünnet âlimlerinin kelâmlarıdır. O büyüklerin sözleridir. Bu kitâbın içinde, bize âit tek bir *Satır*, hattâ tek bir *Kelime* yok. 


Peki, bu bilgileri nerden aldık? Bu *İlmihâl*, tanınmış büyük İslâm âlimlerinin, *Arabî* ve *Fârisî* olarak yazdığı *Bin*’den fazla kıymetli kitâplardan alınarak hazırlanmışdır. 


Yâni bu *Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye* kitâbı, binlerce *Çiçek*’den, tek tek toplanarak yapılan *Tatlı* ve *Şifâlı* bal gibidir kardeşim. 


Bu ilmihâli okuyan, *Âlim* olur. Hele içindekilerini yaparsa, *Evliyâ* olur efendim. Böyle bir hazîne varken, başka kitâba ihtiyâç var mı? 


Efendim her *Kitap*, o günün şartlarında, o günün insanlarına, o insanların suâllerine cevap olarak yazılmışdır. 


İşte o kıymetli kitaplardan, bugüne âit olanları, yâni bu zamânın insanlarına lâzım olanları seçilmiş ve *Tam İlmihâle* konmuşdur. Çok mühim bu. 


Benim ömrüm, bu kitâbın içinde geçdi. Onun için bu asrın mürşid-i kâmili, *Tam İlmihâl*’dir efendim. 


Bir insan, birini çok seviyorsa, ondan çok bahsedilmesini ister veyâ kendisi, hep ondan bahseder. Benim ömrüm, *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerini ve *Abdülhakîm Efendi* hazretlerini anlatmakla geçdi. 


Tekrar tekrar anlatıyorum. Hattâ siz bunları biliyorsunuzdur, daha önce duymuşsunuzdur. Ama ben yine de anlatırım. Benim işim bu. Peki, tekrar tekrar anlatmanın ne fâidesi var? 


Efendim, 1000 defâ da dinleseniz, 1001 inci defâsında yine bir şey istifâde edersiniz. Çünkü her seferinde, o *Büyükler*’in rûhâniyeti orada hazır olur. *Feyz* alırsınız, kalbiniz nûrlanır. Mühim olan da, beyin değil, *Kalb*’dir.

İlm-i ledünnî

 Bu ilmin yetmiş iki derecesi vardır. En aşağısı, bir ağaca bakınca yapraklarının, denize bakınca katrelerinin, kumsala bakınca kum danelerinin sayısını bilmek ve saîd ile şakî olanı ayırmaktır.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

Namaz kılmak Allahu teâlâya teveccüh etmek demektir

 "Namaz kılmak, Allahu teâlâya teveccüh etmek demektir. Dünyâda şer'i şerîfe muvâfık namaz kılanlara hakaik münkeşif olur. İlm-i ledünnî ihsân olunur. Bu ilmin yetmiş iki derecesi vardır. En aşağısı, bir ağaca bakınca yapraklarının, denize bakınca katrelerinin, kumsala bakınca kum danelerinin sayısını bilmek ve saîd ile şakî olanı ayırmaktır. [Bursa'daki Emîr Sultan ledünnî ilme sâhib olanlardandı, ama o hâli ile Molla Fenârî hazretlerinin eline su dökecek mertebede değil idi. Efendi'ye, Fahreddîn Râzî hazretlerinin İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe Efendimize (radıyallahü anh) bazı itirazları suâl edildiğinde, "Fahreddîn Râzî, Ebû Hanîfe hazretlerinin eline su dökecek mertebede değildi" buyurmuşlardır.] Bunlar kabirde namaz kılarlar. O namaz kıyâm ve rükû' değildir. Allahu teâlâya teveccüh etmektir."

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

[Gün batarken gördüğüm son ışık, sf: 62-63]

Yâdigâr mektûblar 79.mektûb

 Erzincan'da askerlik yaparken talebesi olup, köyündeki eski ilkokul binasının Kur'ân-ı kerîm kursuna tahsis edilip edilemeyeceğini soran İzmirli Kenan Can'a cevaben 9.10.1967'de yazılmıştır.

Ve aleyküm selâm kardeşim.

Mektubunuza ve alâkanıza teşekkür ederim. Cenâb-ı Hak cümlemizi hayırlı teşebbüslerimizde muvaffak buyursun.

Kur'an kursu binası için düşünceniz güzel. Ancak Mearif Vekâleti ile Diyânet İşleri Başkanlığı, bütçesi tamamen ayrı birer teşkilât. Bunlar aynı vekâletin idaresinde olsaydı, belki bir çare düşünülebilirdi. Hâlihâzır durumda eski ilkokul binasının kurs yapılmasına müsaade etmeleri imkânsız gibidir.

Size yardım edememekten üzülüyoruz.

Selâm eder, duâlarınızı bekleriz.

H. Hilmi Işık 

Yâdigâr mektûblar 78.mektûb

 Enver Ören Bey'e [Napoli'ye] yazılan mektûb

26 Ramezân-ı Mübarek 1387 Perşembe [28.12.1967]

Selâmün aleyküm kıymetli yavrum Enver Bey

Bugün Cum'a ve Kadr gecesine dâhil oluyoruz. Bu iki en kıymetli gecenin ve önümüzdeki ıyd-ı fıtrın hepimiz hakkında ve bilcümle ehl-i imân hakkında hayırlı olmasını Cenâb-ı Hak'dan duâ ederim. Orada kalma müddetinizin temdîd edilmesine [uzatılmasına] üzüldüğünüzü yazıyorsunuz. El-hayrü fî mâ vakaa. [Vâki olan] Her şeyde hayır vardır. Orada bulunmanızın uzun olmasını, daha istifâde etmenizi arzu ediyoruz. Vaktinden evvel çağırsalar da çok üzülürdük. Lehülhamd öyle olmamış. Hakkınızda inşâ[allah] hayırlı olur. Ömürler çabuk geçiyor. Bugünleriniz size bir daha bulunmaz tatlı bir hâtıra olarak kalacakdır. Cenâb-ı Hak hepimize sıhhat ve âfiyet versin. Ömür olunca, vakitlerin nasıl geçdiği anlaşılamaz bile.

Lehülhamd hepimiz çok iyi ve rahatız. Vâlideniz hanımın sıhhati iyidir.

Halîfe-i rûy-i zemîn, imâmü'l-müslimîn Cennetmekân merhûm ve mağfûr sultan Abdülhamîd hân-ı sânî rahmetullahi aleyh hazretlerinin zevce-i mutahharaları [Behice] kadın hanım efendiye âcizâne selâm ve hürmet ederim. Bu mübârek günlerde müstecâb duâlarına biz fakirleri de idhâl buyurmalarını istirhâm eylerim. Onlardan bahseden satırlarınızı büyük bir zevk ve lezzetle okuyoruz. Bu dünyâda rü'yet-i âlileri ile müşerref olmaklığımız için duâ ediyorum. Yahyâ Efendi Dergâhı'nın hâlen imâmı talebelerimizdendir. Merhûm mahdumlarının isimlerini ve târih-i vefatlarını bildirirseniz gidip kabrini ziyâret etmek ve vâlidelerinin selâmlarını âcizâne rûh-i pür-fütuhlarına arz etmek istiyorum.

[Behice İkbal'in ağası] Muhterem Celâl Beyefendi'ye selâmlarımı ve âciz duâlarımı sunarım. O fedâkâr ve sâdık birâderimin duâ buyurmalarını çok ricâ ederim.

Din ve dünyâ selâmetinize âcizâne duâ ederim. Dâhilden dâhîle [hanımlar da] selâm, duâ ve hürmet ediyorlar.

Mualliminiz Hüseyn Hilmi Işık 


Kıymetli oğlumuz Enver Bey,

Karşılaşmış olduğumuz mübârek şeker bayramınızı candan tebrîk eder daha birçok hayırlı bayramlara sağlık, neş'e ve sevdikleriniz ile yetişmenizi Cenâb-ı Hakdan temenni ederim.

Dünyevî ve uhrevî bütün iyiliklerinize duâ eder, sizden duâlarınızı bekleriz.

Sîret Işık


Not: Enver Bey'in Napoli günlerinin tafsilatı için bkz. Ekrem Buğra Ekinci: Sultan Abdülhamid'in Son Zevcesi Behice Sultan'la Altı Ay, İstanbul 2017.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâmın hepsi *Şehîd*’dir kardeşim. Neden? Allah yolunda cihâd etdikleri için. Dîn-i islâmı yaymak için Arabistânı terk etdiler. Allah yolunda cihâd için yürüdüler ve şehîd oldular. 


Bizim âbiler de hepsi *Şehîd* olacaklar, yatakda ölseler bile. Niçin? Allah yolunda yürüdükleri için. Şehitler, ölürken hiç acı çekmezler. Daha doğrusu, öldüklerinin farkına bile varmazlar.


*Nevm-ül âlimi ibâdetün*. Ne demek bu? Âlimin uykusu ibâdetdir. Âlim, çok kitap okuyan, çok şey bilen değil efendim. *Âlim*, hakkı bâtıldan ayırandır. Yâni bu *Doğru*, bu *Yanlış* diyebilendir. 


Biz Efendi hazretlerinden bunu öğrendik. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*. Bizim âbiler de bunu biliyorlar. O hâlde arkadaşlarımızın hepsi *Âlim*’dir kardeşim. Neden? 


Çünkü onlar da hakkı bâtıldan ayırıyorlar. Kim sevilir, kim sevilmez, bunu da iyi biliyorlar. O hâlde bütün arkadaşlarımız *Âlim*’dir, uykuları *İbâdet*’dir. 


Bu ni’mete nasıl şükredilir kardeşim? İşte bunun için bizim arkadaşlar, *Bid’at* ehli olmazlar. *Müşrik* hiç olmazlar. 


Çünkü onların îmânları ve îtikâdları çok sağlam. Onların kalblerinde bu doğru *Îmân*, bu doğru *Îtikad* olduğu müddetçe, onlar dalâlete düşmezler. 


Günâhkâr olabilirler, ama dalâlete düşmezler. Öyleyse birbirimizin kıymetini bilelim. Hepimiz çok *Şanslı*’yız, çok *Bahtiyar’ız kardeşim. 


Mektûbâtda yazıyor ki: *Allahü teâlânın sevgili kulu olmanın ölçüsü, O’nun dînini, O’nun kullarına yaymakdır. Onlara islâmiyeti anlatmakdır*. 


Hattâ Mehmed Ma’sûm hazretlerinin bir mektûbu var. Orada da; *Sizin Allah indinde bu kadar makbûl olmanızın sebebi, orada fıkh bilgilerini yaymakdan dolayıdır*, diyor. 


Yoksa gösterdiğiniz hârikulâde hâller, kerâmetler değildir. Öyle yazıyor mektûbunda. Böyle şeylerle bizim de hiç ilgimiz ve alâkamız yok efendim. 


Böyle şeyleri düşünmek bile istemeyiz. Çünkü ihtiyâcımız yok. Zâten *Mûcize* ve *Kerâmet*, şüphesi olanlar, ihtiyâcı olanlar içindir. Bizim şüphemiz yok ki, elhamdülillah.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu gün dünyâda üç büyük Kerâmet var efendim. En büyük *Üç* kerâmet. Bunların dışında başka kerâmet aramaya gerek yok. Biri, bu büyükleri *Tanımak*. 


Bu, *Kerâmet*’dir efendim, herkese nasîb olmaz. Nitekim Peygamberimizi tanıyanlar, *Eshâb-ı kirâm* oldular, görenler değil. *Ebû Cehil* de gördü, *Ebû Leheb* de gördü, ama inanmadılar. 


Hattâ her görüşte, kinleri ve nefretleri artdı. Birincisi, onları *Tanımak*. İkincisi, onları *Sevmek*. İnsan tanıyabilir, ama sevemez. Sevmek çok mühim. Hubbu fillah, *Îmân*’ın şartıdır. 


Ümmeti arasında *Peygamber* neyse, talebeleri arasında *Hoca* da odur. Resûlullaha uydukları için. Üçüncüsü de, o *Büyükler*’in yolunda gitmek, başka yolda değil. İşte bu ni’mete kavuşanlar, yarın âhiretde kurtulurlar efendim. 


Efendi hazretleri bir gün buyurdular ki: 


*Kabirdekiler, dünyâdakilerden haber alırlar, dünyâda olanlardan haberdâr olurlar. Ben de haber alırım. Sevdiklerim yanlış bir iş yaparsa, haberim olur, üzülürüm*. 


Efendi böyle buyurdu. Demek ki âhirete gidenler, dünyâda olan yakınlarının hâllerini bilirler. 


Kardeşim ben yeni evlendiğim zaman, bir gün Efendi hazretlerine gitmişdim. Bana buyurdular ki: 


*Hanımı üzersen, kayınpederini üzersen, kayınvâlideni üzersen, bil ki kabirde kemiklerim sızlar. Kemiklerim sızlar ne demek? Yâni haberim olur, üzülürüm*. 


*Kabirdekiler, dünyâdan haber alırlar, dünyâda olanlardan haberdâr olurlar. Ben de haber alırım ve üzülürüm*, buyurdu. 


Az önce ne dedik? Kerâmetlerin en büyüğü *Üç* tânedir. Bu büyükleri *Tanımak*, onları *Sevmek* ve onlara *İtâat* etmek. 


Öyleyse, bizim arkadaşlarımız, birbirlerini gıybet ederlerse, birbirlerini çekemezlerse, birbirlerini üzerlerse, aralarına tefrika düşerse, ben de o zaman *Âhiret*’de olursam. 


Bütün bunlardan haberim olur ve *Üzülürüm*. Ama hizmet ederlerse, kitaplarımızı yayarlarsa, yine haberim olur ve çok *Sevinirim*.

Seyyîd Muhammed Efendi'nin İstikâmet risâlesinden bir bölüm

Hazret-i Şeyh’in (kaddesallahu teâlâ sirreh) mahdûm-ı kerîmi ve halîfe-i şerîflerinden [Allâme] sıfatlı Seyyîd Muhammed Emîn Efendi'nin (kuddise sirruh)  Nakşibendî yoluna dair yazdıkları [İstikâmet] risâlesinde buyuruyorlar ki;

“... O halde hevâ ve nefsin hazzına dâir olan ibâdetler böyle olursa, ibâdetlerin dışı ve belki şerîate muhâlif olup, sadece nefsin hevâ ve hevesine mübteni olup, diğer tarîkatlerde yapılmakta olan def çalmak, raks etmek, gazel okumak, ve tegannî etmek gibi işlerden ne fazîlet beklenebilir ve iyilik düşünülebilir? Âh, âh! Binlerle âh! Ve yazıklar olsun ki, şu bir nefis cevher olan Nakşibendî âlî tarîkatinin bir takım hâsılatsız ve sermâyesiz olan mensubları, Bu çirkin hareketleri ortaya koyup devam etmektedir. Şöyle ki, bazıları başlarına bir nikab (örtü) örtüp, yüzlerine perde [peçe] çekiyor. Bunun aslı ve ma'nâsı, şer'an ve aklen riyâ ve sümadan (gösteriş ve yapmacıklıktan) başka bir şey değildir. Bazıları da, Şeyh yolda yürürken, karşısında defler çalıp, yahud yüksek sesle gazel ve ilâhîler okuyup, bir taraftan şerîatin hilâfına, bir taraftan da gerçekten tarîkate aykırı iş yapıyorlar. Hattâ meşguliyet, susma, kendinde olmama ve nefsi sıkıştırma zamanları olan teveccüh ve hatimler esnâsında, şu gazellerin okunmasıyla, orada bulunanları zikir, fikir ve meşguliyetten alıp, nefislerinin istek ve hevâsını kuvvetlendirirler.

Sâir tarîklerde böyle meşrû' olmayan şeyleri işlemede, kendi şeyhlerini öne sürüp, biz onlara uyuyoruz, onları taklîd etmek bize gerektir, gibi sözler söyleyip bir ma'zeret ileri sürmek oluyorsa da, bu işlerin meşrû' olmamasıyla beraber Nakşibendî meşâyıh-ı kirâmı da bu gibi şeyleri şiddetle men' ve nehy ettikleri halde, böyle zâtların mensubu olanlarda şu fiillerin işlenmesinde asla özür ve behâne etmede tutunacakları hiçbir delil ve dal yoktur.

(Son Halkalar I,  sf.157-158)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Âhiretde herkes, kitaplarımızı dağıtan bu âbilere, bu arkadaşlara gıpta edecek. *Keşke, biz de bu ekibe dâhil olsaydık*, diyecekler. Neden? Çünkü bu kardeşlerimize *Cennet*’de çok büyük dereceler ihsân edilecek. 


Hocasından, bir dînî mesele öğrenmek için yola çıkan talebenin ayaklarının altına, melekler gelir, kanatlarını döşerler. Niçin? Şereflenmek için. 


Karadaki bütün *Hayvanlar*, yalnız kelebek türü bir milyondan fazla, havadaki bütün *Kuşlar* ve denizdeki bütün *Balıklar*, onun için duâ ve istiğfâr ederler. Bu, öğrenmek için gidene.


Ya öğretmeye giderse. Ya birine bir *Kitap* vermek için giderse, düşünün artık. Öğretmek için gitmek, emr-i mârufdur. *Emr-i mâruf* sevâbı yanında *Cihâd* sevâbı, deryâ’da damla bile değildir. 


Bu zamanda en iyi emr-i mâruf şekli, kitap vermekdir kardeşim. Birini sevindirmek mi istiyorsun? Ona, bir *Namaz Kitâbı* ver, o kadar. 


Bunu yapmak, hem *Cihad*’dır, hem de en güzel *Emr-i mâruf*’dur Bunu yapana, Allahü teâlâ, yüz şehîd sevâbı veriyor kardeşim. 


Bir genç, köyünden çıkıp mübârek bir zâta geliyor ve hizmet istiyor. Hoca Efendi; *Sana verecek bir iş yok*, dese de, o genç; Efendim, beni parçalasanız da gitmem buradan, ben size hizmete geldim, diyor. 


Allah Allaah! Hoca Efendi ne yapsın; *Al o zaman baltayı, git dağa, çalı çırpı topla, denk yap getir, birikdir, kışın yakar ısınırız*, diyor. 


Genç; *Emrin olur hocam*, diyor ve gidiyor dağa. Her sabah, hava buz gibi, yağmur, çamur dinlemiyor, soğukda karda kışta gidiyor, çalı çırpı topluyor, *Denk* yapıp getiriyor, biriktiriyor. 


Bir müddet sonra, kendi kendine; *Ben buraya hizmete geldim, ama şu denklerden başka bir faydam olmadı*, diye düşünerek, hocaya da sormadan köyüne geri dönüyor. Gitdiği gece bir *rüyâ* görüyor. 


Mahşerde hesâbı görülüyor. Günahları çok olduğu için melekler Cehenneme götürüyorlar. Tam ateşe atacaklar, o esnâda gökden bir sürü *Denk*’ler, patır patır yere düşüyor. Cehennemle o genç arasında *Perde* oluyor. 


Bir de bakıyor ki, kendi yapdığı, biriktirdiği  denkler. O anda uyanıyor. Tabii anlıyor hatâ ettiğini. *Eyvaah! Ben ne yapdım!* diyor. O gün dergâha geri dönüyor ve daha büyük bir aşkla, şevkle, denk yapmaya devam ediyor.

Allahü teâlâ refîkdir

 💠Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, 

(Allahü teâlâ refîkdir. Yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri ve başka hiçbir şeye vermediğini, yumuşak davranana ihsân eder). 

Bu hadîs, İmâm-ı Müslimin “rahmetullahi aleyh” (Sahîh)inde vardır. 1/98

(Mektûbat-ı Rabbânî)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir arkadaşın evine gitmişdim. Otururken kütüphâneye bakdım. Bir sürü kitaplar vardı. Bizim kitaplarımız var, *Berekât* yayınevinin de var, *Bedir* yayınevinin kitapları da var. 


Bir sürü yayınevlerinin kitaplarını sıralamış. Üzüldüm tabii. Hâlbuki bizim kitaplarımız, bir kütüphâneye yeter efendim. Hattâ yalnız *Tam İlmihâl* yeter. 


Çünkü onun içinde herşey var. Onu okuyan, içindekileri öğrenen, *Âlim* olur. Hele öğrendiği şeyleri yaparsa, *Evliyâ* olur. Sonra bu kitaplar bizim değil ki, ehl-i sünnet âlimlerinin.


Bizim kitaplar, bu yolu bilen, bu yolu tanıyan, seçilmiş büyük *Âlim* ve *Velîler*’in kitaplarından seçilmiş, alınmışdır. Başka kitâba lüzum yok ki.


Kardeşim, bu dünyâda ibâdetlerden maksad, kalbden *Küfr*’ü çıkarıp, dünyâ sevgisini çıkarıp, mal hırsını çıkarıp, onun yerine *Âhiret* sevgisini yerleşdirmekdir.


*Allah* sevgisini, *Evliyâ* sevgisini yerleşdirmekdir. Bunun da bir tek ilâcı var. Bunun ilâcı, ne namazdır, ne oruçdur, ne zekâtdır. Peki nedir? Bunun ilâcı ibâdet de değildir. 


Onun bir tek ilâcı var, o da, ancak bu *Allah adamları*’nı tanımak, sevmek ve itâat etmekdir. Üçü de çok mühim. O büyükleri seven, onların kalblerinden *Feyz* alır, kalbi temizlenir. 


Ancak, sâdece tanımak ve sevmek yetmez, *İtâat* da şart. Çünkü seven, sevdiğine itâat eder. Etmiyorsa, *sevmiyor* demekdir. 


*Silsile-i aliyye*’de bulunanlardan bir tânesi, hangisi olursa olsun, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Hâlid hazretleri, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri gibi. 


Bunlardan birine *Âşık* olmalıdır. Onları sevmek için de, hayât hikâyelerini okumak lâzım. Onların hayât hikâyelerini okuyunca, onların *Sevgisi* insanın kalbine yerleşir. 


Onların sevgisi kalbe yerleşince de, *Dünyâ* sevgisi kalpden çıkar. Dünyâ sevgisi çıkdı mı, *Allah* sevgisi yâni muhabbetullah o kalbe yerleşir. 


Velhâsıl, dünyâ muhabbetinin kalbden çıkması için, bir *Mürşid-i kâmili* sevmek lâzım. Silsile-i aliyye büyüklerine muhabbet lâzım. Silsile-i aliyyeyi okuyan, muhakkak *Feyz* alır onlardan.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İmâm-ı Gazâlî* hazretleri çok büyük bir zâtdır. Çok büyük âlimdir. Kitaplarının sahîfelerini ömrüne bölmüşler, bir gününe *On sekiz* sahîfe düşmüş. 


Ama meselâ *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı, o asırdaki, yâni *Bin sene* önceki insanlara hitâben yazılmışdır. O insanların ihtiyâçlarına göre yazılmışdır. 


Bu günkü *Sapıklık*’lara karşı, bugünkü *Küfr*’e, bu günkü *Bid’at*’lere karşı değil kardeşim. Evet, *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı kıymetlidir, çok kıymetlidir, ama bu zamana göre değildir. 


Onu okumak, bizim kitâplarımızın okunmasına *Mâni* teşkîl etdiği için doğru değildir. Bizim kitapları okumadan onu okumak doğru değil kardeşim. Zamânı harcıyor çünkü. 


Niçin böyle söylüyorum? Çünkü biz, bu kitaptan ve bunun gibi daha *Bin küsür* kıymetli kitaplardan, bu zamânın ihtiyâcı olan kısımları alıp, bizim kitaplara koyduk zâten. 


Yâni bizim kitaplar okununca, o kitaplar da okunmuş olur.


Kardeşim görüyorsunuz, benim ömrüm *Kitap* okumakla geçdi. Çok kitap okudum, hâlâ da okuyorum. Ama ben, yeni birşey öğrenmek için okumuyorum ki. 


Efendi hazretlerinden herşeyi öğrendim zâten. Ben, Efendi’den duyduklarımın, öğrendiklerimin, mûteber kitaplardan, *Mehazı*’nı, *Kaynağı*’nı, *Vesîkası*’nı, *Senedi*’ni aramak için, bulmak için okuyorum. 


Benim ömrüm, aramakla geçdi. Çok kitap okumakla geçti ve böylece bir netîceye vardım efendim. Bir şey öğrendim. O da şu: Rastgele çok kitap okuyan, sapıtır, yoldan çıkar. 


Ancak bir *Mürşid-i kâmil* görmüşse, ondan, hakkı bâtıldan ayırmayı, yâni bu iyi, bu kötü. Bu doğru, bu yanlış. Bu sevilir, bu sevilmez.


Bunları öğrenmişse, onun kitap okuması zarar vermez. Çünkü bir mürşidi var, *Mürşid-i kâmil* yanılmaz efendim. Dünyâ işlerinde de yanılmaz, âhiret işlerinde de yanılmaz.


*Âlim* kime denir? Âlim, islâmiyeti yayan kimsedir kardeşim. Biz âlim değiliz, ama Allahü teâlâ, islâmiyeti yaymayı bize nasîb ediyor elhamdülillah. 


Mürşidi olmayan kimsenin hâli, açık denizdeki bir *Tahta parçası* gibidir. Tahta parçası kâh dalar, kâh çıkar. Son nefesin ne zaman geleceği ise belli değildir, meçhûldür. 


Ama mürşidi olanın hâli, deniz ortasındaki bir *Ada* gibidir. Veyâ deniz artasındaki bir *Kaya parçası* gibidir. Onun îmânı *Kaya* gibidir. Biz elhamdülillah mürşid-i kâmil gördük. Siz de gördünüz kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her gün, her an, dünyânın her yerinde namaz kılınıyor ve o namaz kılanlar, bize *Selâm* ve *Duâ* ediyorlar. Şu anda biz burada otururken, uyurken, bize duâ ediyorlar. 


Aynı şekilde, biz de namâza duruyoruz, bütün eshâb-ı kirâma, bütün meleklere, bütün evliyâlara ve dünyâdaki bütün müslümânlara *Duâ* ediyoruz. 


Velhâsıl biz her an, binlerce milyonlarca müslümandan duâ alıyoruz. Yine her namazda biz de milyonlarca müslümana duâ ediyoruz. 


O büyüklerin kalb gözü açıkdır efendim. Onlar, *Kabir’de* olanları görüyorlar, *Mahşer’de* olanyarı görüyorlar, *Sırat* köprüsünü, *Mîzânı*, yâni terâziyi görüyorlar.


Hattâ *Cenneti* görüyorlar. *Cehennemi* görüyorlar. Çünkü âhiretde zaman yok. Zaman, bu dünyâda var, orada yok. 


Meselâ Peygamberimiz aleyhisselâm, *Mîrâc’da* hazret-i Osmânın, koşarak Cennete girdiğini gördü. Hâlbuki hazret-i Osmân henüz ölmedi, dünyâda yaşıyor. 


Orada zaman olmadığı için, hazret-i Osmânın *Rûh’unu* Cennete girerken gördü. Çünkü bu dünyâ bir *Hayâl*. Ne demek hayâl? Yâni aynadaki görüntü. Aslı olmasa, görüntü olur mu? Olmaz.


Dünyâ, asıl değil ki. Asıl olan, *Âhiret’dir*. Hazret-i Osmânın gerçek hayâtı, âhiretde. Burada zaman olduğu için ölümü bekliyor. Niçin? Öldükden sonra o gerçek hayâtda Cennete gitsin diye. 


Âhirette zaman yok. *Ezel* ve *Ebed*, orada bir *An*’dır. Mebde ve müntehâ, yâni baş ve son, milyarlarla sene, orada bir *An*’dır. Biz zamanlı yaratıldık. Zamanlı doğduk, büyüdük. 


Zamansızlık ne demek, aklımız ermez. Aklımız ermiyor bizim bu işe. İşte *Kalb gözü* açık olanlar, kıyâmeti de görüyor, Cenneti de görüyor, Cehennemde yananları da görüyor. 


Şimdiki islâm düşmanları geberiyorlar ya, geberip Cehenneme gidiyorlar ya, onların Cehennemde yandıklarını, *Kalb gözü *açık olanlar görür efendim. 


Nasıl görür? Kalblerinden âhirete bir *Pencere* açılır, o pencereden *Âhireti* görürler.

Peygamberin gayrisine Mustafa ismi verilmesi pek de muvâfık değildir

Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) alemi [özel ismi] MUHAMMED, künyesi Ebûl-Kasım, lakabı MUSTAFA'dır.

Peygamberin gayrisine Mustafa ismi verilmesi pek de muvâfık değildir. Kelâm-ı evliyâda ve büyük mürşidler içerisinde Mustafa ismi verilmiş bir kimse görülmüyor. Hele künyesi olan Ebûl-Kasım ile isimlendirmek hiçbir zaman edeb dâiresi içinde bulunamaz.

Mustafa kelimesi, ma'nâ itibariyle -ki seçilmiş, arınmış demektir. Zât-ı ilâhî içinde kullanılamaz. 

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, sf,109] 


Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Suç işliyen, günahkâr olan, sonsuz olarak Cehennemde yanmaz efendim. Suçlu insanları, nasıl ki annesi affederse, babası affederse, Allahü teâlâ da suçlu kullarını affedebilir.


Belki Cehenneme bile sokmaz. Ancak Allahü teâlâyı *İnkâr* eden, Resûlullah Efendimize inanmıyan, yâni *Kâfir* olan, Allahın düşmanıdır  ve Cehennemlikdir. 


Onlar sonsuz olarak Cehennemde yanacaklar. *İnkâr* etmek başka, *Suçlu* olmak başkadır. Cehennem ateşi, suçlular için değildir, *Düşman*’lar içindir. 


*Ateş*, Allahü teâlâya karşı işlenen suçların karşılığı değildir. İlmihâl’de geçiyor ya. Cehennemde kimler sonsuz yanacak? Namaz kılmıyanlar mı? Oruç tutmıyanlar mı? Günâh işliyenler mi? 


Hayır, Cehennemde kâfirler sonsuz yanacak. Cehennem, *Küfr* için yaratıldı kardeşim, *Kâfirler* için yaratıldı. Cehennem, suçluların yeri değil, düşmanların yeridir. 


*Kâfir*, Allahü teâlânın düşmanıdır. *Cehennem* de, Allahü teâlâya düşman olanların yeridir. Allah düşmanlarının cezâsı, Cehennem ateşinde *Sonsuz* olarak yanmakdır. 


Namazda, Ettehiyyâtü’yü okurken, *Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü*, diyoruz ya. Sana selâm olsun yâ Resûlallah, diyoruz. Evliyâların *Rûh’u*, isimlerinin söylendiği yerde hazır olur. 


Ya Peygamber aleyhisselâmın *Rûh’u?* O anda, orada hâzır olur. Hemen, derhâl, ânında. Ve; *Bana kim selâm verdi?* diye bakar, selâm vereni görür ve hâfızasına alır. 


O müslümân vefât ederken, ânında karşısına gelir, ona gözükür. O mü’min de Onu görür ve zerre kadar ölüm acısı çekmez. Öldüğünün farkına bile varmaz. 


Neden? Çünkü Resûlullahın mübârek cemâlini gördü. Onun zevkinden hiç bir şey duymaz efendim, aynen *Narkoz* almış gibi. 


Sonra, *Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhissâlihîn* deyince de, bütün Peygamberlere, bütün eshâb-ı kirâma, bütün evliyâlara, bütün meleklere ve bütün müslümânlara selâm veriyoruz, duâ ediyoruz. 


Onlar, bu selâmı alınca; *Bize bu selâmı kim verdi?* diye bakıyorlar, bizi tanıyorlar ve hâfızalarına kaydediyorlar. Niçin? Âhiretde şefâat etmek için. Çünkü o büyükler, iyiliğin altında kalmazlar efendim.

Mü’minlerin âdeti olan şeylerle örtünmelidir

 Kâdî Senâullah-ı Pâni-pütî, Şâh Veliyyullah-ı Dehlevînin (Tefhîmat) kitâbı sonundaki yedinci vasıyyetini açıklarken, (Gömlekle ve peştemal sararak ve na’lın giyerek ve benzeri şeylerle sokağa çıkmak, eskiden islâm âdeti idi. Şimdi, bu âdetin bulunmadığı yerlerde, bunlarla sokağa çıkmak, gösteriş olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, gösterişi, şöhret yapmağı yasak etmişdir. Mü’minlerin âdeti olan şeylerle örtünmelidir. Ayrılık yapmamalıdır) buyuruyor. Geniş manto ile örtünmek âdet olan yerlerde, kadının çarşafla sokağa çıkması da böyledir. Ayrıca, islâm örtüsü ile alay edilmesine sebeb olarak, günâh da olur.

MUHABBET

“(Hocama) Sevgim arttıkça, Onlardan istifâdem artıyor, istifâde ettikçe muhabbetim ziyadeleşiyordu. Muhabbet arttıkça Onlara yaklaşıyor, kendimi Onların oğlu, veya bir parçası, hattâ zaman zaman nerede ise kendileri buluyordum.”

(Süleyman Kuku rahmetullahi teâlâ aleyh)

[Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf. 36]

Aşk kılıcı

“Bir kimsenin bir kılıçla ikiye bölündüğünü çok gördüm. Ama, şu aşk kılıcına bak ki, bir vurdu mu iki kişiyi bir ediyor.”

(Mazhar-ı Cân-ı Cânan “kuddise sirruh")

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim *Sedat*, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin elini çok öpmüşdür. Efendi hazretlerinin elini öpenlerin elinde, *Bin* sene gitmiyen bir *Feyz* vardır. 


Hattâ o büyükler, ellerini bir *Taş’a* böyle koysalar, bin sene, o taşdan *Feyz* gitmez. Meselâ ben, *Ay’a* bakarım. Ama niye bakarım? 


Resûlullah Efendimiz aleyhisselâm bakdı diye bakarım. Ay, o mübârek *Nazar’a* kavuşdu, o *Feyz’i* aldı, bin sene geçse de, ondan o feyz gitmez. 


İşte *Ay*’a, bu niyetle bakan da *Feyz* alır. Bin sene geçse de feyz alır. Çünkü, Ona zerre kadar benzerlik, bütün dünyâ ni’metlerinden, bütün âhiret zevklerinden daha büyükdür. 


Efendi hazretleri, şaka için lâf söylemezdi. Bir gün Efendi hazretlerine sordular. *Efendim, tekkeler kapandı, artık evliyâ yetişmez mi?* dediler. 


Efendi hazretleri, böyle soranlara; Bu gün, Ehl-i sünnet îtikâdında olan, haramlardan sakınan, farzları yapan bir mü’min, bu asrın *Evliyâsı*’dır. Allahın *Dostu*’dur ve kıyâmete kadar da böyledir, buyurdular.


Efendi hazretleri, bir gün bana buyurdular ki: *Hilmi, ben çok hastalandığım zaman, Mektûbâtı göğsüme koyuyorum, öyle yatıyorum ve şifâ buluyorum*. 


Bir gün de; *İmâm-ı Rabbânî hazretleri gibi bir zât, ne gelmişdir, ne de bundan sonra gelir. Ben Onun âşıkıyım*, buyurdular. 


Dünyâdaki derd-ü belâlar hep *Ni’met*’dir kardeşim. Öyle yazıyor Mektûbât’da. Kıyâmetde, karşılığında sevap verilecek. Ama derd-ü belâya sevap verilmez, derd-ü belâya *Sabredince* sevap verilir.


Sabredene verilir. *Yâ Rabbî! Senden geldi bu bana, şükürler olsun*, diyene, kıyâmetde mükâfât var. 

Derd-ü belâ ne kadar çok olursa, kıyâmetdeki sevap da o kadar çok oluyor. 


Onun için, dünyâda derd-ü belâ gelmiyenler, o derd-ü belâ gelenlere imrenecekler. *Keşke dünyâda iken bana da derd-ü belâ gelseydi de, ben de bu dereceye kavuşsaydım*, diyecekler. 


Peygamber Efendimiz haber veriyor bunları efendim, *Hadîs-i şerîf* bunlar. Kim bilir bunları? Bizim Seâdet-i Ebediyye’miz ve sekiz tâne kitâbımız, Allahü teâlânın sevdiği kullarının yazılarıdır.

Yâdigâr mektûblar 12. mektûb

Erzincan’dan zevcelerine yazdıkları mektûb:

Sîret hanım sultan

Atölyenin kıymet takdir kâğıdını burada bulamadım. Zâten buraya getirmediğimi biliyordum. Fakat bir kerre aradım. O kâğıt, yazdığımız istidâ müsveddesi ile birlikte çocukların yattığı odada; yazıhâne üstündeki sümen içinde veya pencere tarafında sağdaki üst veya ikinci çekmecededir. Eğer burada yoksa Enver Bey ile Altay Bey’e gönderdiğimi zannediyorum. Senin gardrobunda yok mu?

Vergi yedi yüz lira idi. Bin dört yüz lira da cezâsı vardı. Cezâsını afvetmişler mi acaba? Cezâsını afvettiler ise, 12.000 liranın vergisi dört yüz yirmi lira ediyor zannediyorum. Eğer bu kadar ise itirâza lüzûm yok. Bunu veririz. Bunu Hikmet Bey’den anlayarak ona göre hareket edilsin.

Hilmi

Yâdigâr mektûblar 3.mektûb

Selâmün aleyküm aziz Enver

Kıymetli mektûbunuzu alalı çok zemân oldu. Cevâbı te’hir etdiğimden özür dilerim. Muhtelif yerlerden mektûb geliyor. Hemen her gün cevâb yazmakla meşgul oluyorum. Nazım geçen zâtların cevâbını sonraya bırakıyorum. Diğer tarafdan size mektûb yazmağa yüzüm de yok. Sizi orada fazla yoruyoruz. Derslerinize mâni olduk diye müteessir oluyorum. Cenâb-ı Hak yardımcınız olsun. Din ve dünyâ ni’metlerini size artdırsın.

Oradan ayrılırken Seâdet-i Ebediyye’nin üçüncü kısmını matbaaya vermişdim. Ve birinci formanın birinci tashihini yurtdaki arkadaşlarla yapmışdık. Müteâkib tashihleri yapınız diye Şâdi [Güngör], Hüseyn Atila [Şener], Hüseyn Boğ ve Salâhaddin’e [Aydın] istirhâm etmişdim. İki forma basılınca hemen posta ile bana gönderiniz; hem görür, okur; hem de kitâb sonundaki hatâ cedvelini ve fihristini hazırlarım demişdim. Bugüne kadar hiç forma göndermediler. Ve bir mektûblarını da almadığım için, hem kitâbm basılması inkıta’a mı uğradı diye üzülüyorum, hem de o kardeşlerimize bir musibet mi ârız oldu diye üzülüyorum, merak ediyorum.

Kitâb basılır ise, basılan formalardan hemen birer aded lütfen gönderirsiniz. Ve müteâkib basılacaklardan da basıldıkça ikişer forma gönderirsiniz. Zâten ikişer ikişer basdırmaktadır. Kitâbın tashihleri onlara eziyet veriyorsa, derslerine mâni’ oluyorsa, bildirsinler de tedbîr alalım. Kitâb basılmıyor ise, sebebini yazsınlar da onun da çâresini arayalım. Onlardan şimdiye kadar hiç haber almamak beni fazla üzdü. İnşâ[allah] endişe edecek bir hâl yokdur. Dinsiz veya geçimsiz arkadaşlar ile münâkaşa etmesinler. Fitne, fesâd uyandırmamak için çok sabırlı ve mülâyim olsunlar.

Bâyezid Câmi-i Şerifinin avlusunda tramvay caddesine çıkan kapıdan çıkarken sağ tarafta bir tesbihci var. Oğlunu Kuleli’ye yazdırmışdım. Onda on lira kitâb param var. O para ile Seâdet-i Ebediyye alıp satsın, kendisine ricâ ediyorum. Arada sırada kontrol ediniz bakalım satıyor mu? Sizi yine yoracağım için afvınızı dilerim.

[Abdülhakîm Efendi’nin ehibbâsmdan] Sâlim [Saruhan] Bey’e ve Mehmet [İnce] Bey’e selâm ederim, din ve dünyâ seâdetinize âcizane duâ eder, duâlarınızı istirhâm eylerim. Arkadaşların cümlesine selâm ederim efendim.

Hilmi

Yâdigâr mektûblar 2.mektûb

Bu onbir mektûb, Erzincan’a giderken bazı işlerini tedvir ve tesviye için vekil bıraktıkları sevgili talebeleri ve bilahare dâmâdları Enver Ören Bey’e Arabi harflerle yazılmıştır (1959-1960).

Pazartesi

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Enver Bey

Mektûbunuzu okudum. Harfler, kelimeler, cümleler ve ma’nâlar hepsi hoşuma gitti. Cenâb-ı Hak size her husûsda terakki nasîb eylesin. Vâlide hanımın âfiyetle avdet etdiğine, iyi olduğunuza memnûn oldum. Cenâb-ı Hak iyiliklerinizi artdırsın.

Altay Bey’den mektûb aldım. Onun vergileri azaltdığına memnûn oldum. Fakat mahsûs sert yazdım. Öyle îcâb ediyor. Vergileri siz yatırsanız iyi olur. Henüz bir atölyeninki gelmiş. Diğer ikisi de gelir. Bayram Usta ile beraber mağazaya gidip kâtibden para istersiniz. Kâtibden alıp yatırırsınız. Ayrıca Eminönü mâliye şubesine de ikiyüz lira yatırılacak. Defterde sahîfesini kolay bulmaları için Altay Bey’den geçen seneki makbûzu istersiniz. Makbûzu gösterince sahîfesini kolay bulurlar. Ankara’dan Süleymân [Kuku] ve İstanbul’dan Salâhaddin [Aydın] buraya geldiler. Akif [Güler] Efendi’nin evinde misâfir kalıyorlar. Geldiklerine râzı değilim. Fakat bir şey diyemiyorum.

Salâhaddin’in söylediğine nazaran Hüseyn Şener memleketine gitmiş. Fakat bu hafta gelecekmiş. Eğer geldi ise ona, gelmedi ise [Tam İlmihâl’i basan kitâbevinin sâhibi] Bozkurt Aziz Bey’e lütfen söyleyiniz. Buraya gelen üçüncü kısım cildsiz kitâblarda bir forma noksan çıkıyormuş. Kitâbcı söyledi. Meselâ iki aded yirmiyedinci forma var. Yirmi sekizinci forma yok. Aziz Bey de kitâbları kontrol etsin. Böyle hatâlı cildler yüzde yirmi kadar imiş. Cildci hepsini bitirmedi ise hemen söylesinler dikkat etsin. Ve cildciye cezâ lâzım.

Seâdet-i Ebediyye kitâbının ikinci kısmı ikinci tab’ı müsveddelerini tamamladım. Hepsi otuz altı forma olacak. Ercan matbaası bir formayı seksen liraya dizmişdi. Bu fiyata râzıyım. Çünki Ercan Bey demişti ki; başka kitâbları ucuz yapıyoruz. Sizin kitâb ağır, yabancı kelimeleri aynen harfi harfine dizmek [için] vakit gayb ediyoruz. Dediği haklıdır. Aziz Bey’e benden selâm ediniz. Ricâ ediyorum. Eğer başka matbaa bulmadı ise yine aynı fiyata Ercan matbaasına otuz altı forma, aynı kâğıda basmağa başlasınlar. Müsveddeler Hüseyn’dedir. Hüseyn [Şener] yok ise, Şâdi’den [Güngör] alırsınız. Aziz Bey ne cevap verirse lütfen bana bildiriniz.

Matbaa ile geçen sefer olduğu gibi mukâvele yazılırken hepsi iki ayda tamam olacak diye yazdırılsın. Çünki iki aydan sonra tashih yapacak kimse kalmayacak dersiniz. Ricâ minnet ile bastırabilirsen çok iyi olur. Cenâb-ı Hakkın lütfü ile inşâ[allah] basılır . Sizi eziyete sokduğum için üzülüyorum. Derslerinize çalışınız. Cenâb-ı Hak din ve dünyâ seâdetine kavuşdursun. Amin.

Hepinize selâm ve duâ ederim efendim.

Yâdigâr mektûblar 1.mektûb

 Bu mektûb İstanbul’daki kayınpederleri Yusuf Ziyâ Akışık Bey’e Ankara’dan Arabi harflerle yazılmıştır.

6 Zilhicce 1365 Perşembe [31.10.1946]

Aleyküm selâm sevgili beybabacığım

Bugün Perşembe olub kimyâhânede şu mektûbu yazıyorum. Birkaç gündür hep evde idim. Yarın da evde olacağım. Şehzâdeye [mahdumları Abdülhakîm Bey’e] bakacağım. [Zevcem] Sîret sultan, komşu kadın ile çarşıya çıkacaklar. Lehülhamd her üçümüz de iyiyiz. Şehzâdenin öksürüğü kalmadı. İlâca yine devâm ediyoruz. Sultan da iyidir. Evin temizliğini temâmladı. İşleri yoluna koydu. Şimdi rahat rahat günlük işlerle meşgul oluyor. Bendeniz de kâh evde, kâh kimyâhânede enfâs-ı ma’dûdeyi ikmâl etmekde [sayılı nefesleri tamamlamaya] devâm üzre olub, hâlimize şükrler ve sizlere duâlar ederiz. Yeni hatm-i şeriflere başladık. Her gece müyesser olduğu kadar okuyoruz.

Bu sene mübârek Kurban bayramını ilk olarak sizlerden ayrı geçireceğiz. Her sene sizin ve mübârek hanımannemin [kayınvâlidemin] muhterem ellerinizi öperek muâyede [bayramlaşma] nasîb oluyordu. Bu sene uzakdan selâmlarımızı ve tebriklerimizi takdim ediyoruz. Sîret sultan da çok müteessirdir. Lâkin Cenâb- ı Hak cümlemize ömürler ve sıhhat ve âfiyet ihsân etsin de, sayılı günler çabuk geçer. Konya, Erzurum gibi İstanbul’dan çok uzak yerlerde olmak, mektûb ve havâdis dahi günlerce sürmek düşünülürse hâlimize şükr ederek, beterlerini düşünmek Cenâb-ı Hakkın lütfü ve hikmetlerini rızâ ile karşılamak, üzülmemek lâzım geliyor. Din ve sıhhat yolunda oldukça hiçbir şeye üzülmemek lâzımdır, diyorum. Fakat hepimiz insanlık ve za’f-ı beşerî sâikasıyla [İnsanî zayıflık sebebiyle] hakikatini bildiğimiz halde bu ufak ve muvakkat hasretlere üzülmemek elden gelmiyor. Rabbimiz kerîm olduğundan bizim bu teessürlerimizi kendisine itirâz kabûl etmeyib acz-i beşerîmize haml ederek [İnsanî âcizliğimize yükleyerek] afv buyursun.

İnşâ[allah] iki bayramları elemsiz, kedersiz olarak bir arada geçirmek nasîb olur. Sîret ile beraber bu mübârek bayram-ı şerifi tebrik ederek siz sevgili pederimin ve muhterem hanımannemin hakkında mübârek olmasını âcizâne duâlar eder ve bu mübârek günlerde bizlere bilhassa hayırlı duâlar etmenizi istirham ederiz. Şehzâde, yeni türkü ve çağrımlarla bizi eğlendirmekdedir. Sizlerde, bizim bu âciz yazılarımızı okuyarak, sıhhat ve selâmet haberlerimizi görerek neş’eli ve sürûrlu günler geçiriniz. Her üçümüz tekrar tekrar mübârek ellerinizden öperek hayırlı duâlarınızı istirhâm ederiz, çok sevgili beybabacığımız.

Oğlunuz Hüseyn Hilmi Işık

Âmine-i Remliyye hazretleri

 Âmine-i Remliyye hazretleri meşhur hanım evliyâlardandır. Sekizinci asrın sonlarında, Kudüs civârında Remle şehrinde yaşamıştır. 815 (H.200) yılında vefât etti. Zamânın büyük velîlerinden olan Bişr-i Hafî hazretleri, devamlı ondan duâ isterdi... Günlerden bir gün Bişr-i Hafî hazretleri hastalandı. Yaşlı ve ihtiyar olduğu rivâyet edilen, o büyük hanım evliyâ, Remle'den kalkıp, Bişr-i Hafî'nin ziyâretine geldi. Bu sırada Hanbelî mezhebinin kurucusu İmâm Ahmed bin Hanbel de Bişr-i Hafî'nin ziyâretine gelmişti. Yanında bulunan ihtiyar ve yaşlı hanımın kim olduğunu sorduğu zaman; Âmine-i Remliyye diye cevap verdi. İmâm Ahmed bin Hanbel hemen kendisinin duâsına ihtiyâcı olduğunu belirtti ve duâ istedi. Bunun üzerine; Âmine-i Remliyye'nin şu şekilde duâ ettiği rivâyet edilmektedir:

“Ey Allah'ım! Bişr-i Hafî ve Ahmed bin Hanbel, Cehennem azâbından kurtulmak istiyorlarsa, onları kurtar ve bağışla. Ey merhameti ve bağışı bol Allah'ım! Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin..."

Buyurdu ki: Nefsin İslâmiyetin dışına taşmasını önlemek için, onunla iki cihâd vardır: Birincisi, ona uymamak, onun arzularını yapmamaktır. Buna, (Riyâzet) çekmek denir. Riyâzet, verâ ve takvâ ile olur. (Takvâ), haramlardan sakınmaktır. (Verâ) haramlardan ve mubâhları ihtiyaçtan fazla kullanmaktan da sakınmaktır. Cihâdın ikincisi, onun istemediği şeyleri yapmaktır. Buna (Mücâhede) denir. Bütün ibâdetler mücâhededir. Bu iki cihâd, nefsi terbiye eder. İnsanı olgunlaştırır. Ruhları kuvvetlendirir. Sıddîkların, şehitlerin ve sâlihlerin yoluna kavuşturur. Allahü teâlâ kullarının tâatlarına, ibâdetlerine muhtaç değildir. Kullarının günah işlemesi Ona hiç zarâr vermez. Kullarının nefslerini terbiye etmek, nefisle cihâd etmek için bunları emretmiştir.

İnsanlarda nefis olmasaydı, insanlık kalmaz, meleklik hâsıl olurdu. Hâlbuki, beden birçok şeylere muhtaçtır. Yemek, içmek, uyumak, istirâhat etmek lâzımdır. Süvâriye hayvan lâzım olduğu gibi, insana da beden lâzımdır. Hayvâna bakmak lâzım olduğu gibi, bedene hizmet etmek de lâzımdır. İbâdetler beden ile yapılmaktadır. Birisinin geceleri uyumayıp, hep namaz kıldığı söylendiğinde, (İbâdetlerin kıymetlisi, az olsa da devamlı yapılanlardır) buyuruldu. İbâdetin devamlı yapılmasında, kulluğa alışmak vardır.

Amr bin Dînâr el-Cumahî hazretleri

 Amr bin Dînâr el-Cumahî hazretleri evliyânın meşhurlarından olup Tâbiîndendir. 666 (H.46) senesi İran beldelerinden birinde doğdu. Arap kabîlelerinden Cumah'ın himâyesine girdi. Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin büyüklerinden ders aldı. Abdullah bin Abbâs, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Zübeyr, Abdullah bin Amr bin Âs “radıyallahü anhüm” gibi Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden hadîs ilmini öğrendi. Onlardan hadîs-i şerîf rivâyet etti. Mekke-i mükerreme müftisi oldu. 743 (H.126) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti.

Amr bin Dînâr anlatır: Medîne'de birisinin kız kardeşi vefât etti. O kimse şöyle anlattı: "Kız kardeşimi defnettiler. Kabri başından ayrıldık. Benim değerli bir yüzüğüm vardı. Kayboldu. Onun kabrine düştü zannıyla kabrine gittim. Kabrin lahdi üzerindeki tahtayı kaldırdım. Alevler yüzüme vurdu. Baktım, mezarın içi ateşle dolu. Tahtayı yerine koydum. Mezarın üstünü sıkıca kapatıp ağlayarak eve döndüm. Annemden, kız kardeşimin huyunun nasıl olduğunu sordum. Bana;

-İki kötü huyu vardı. Biri namazına gevşekti. İkincisi koğuculuk yapardı, cevâbını verdi... Bundan da anlaşılmış oldu ki, bu iki kötü huy, kabir azâbına sebeptir."

Kelime-i tevhîdin fazîletine dâir şu hadîs-i şerîfi bildirmiştir: Resûlullah efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdular ki: "Bir kimse inanarak (La ilâhe illallah) derse, muhakkak Cennet'e girer."

Eshâb-ı kirâmı çok sever, onların büyüklüğünü İslâmiyete yaptıkları hizmetleri devamlı talebelerine anlatırdı. Şu hadîs-i şerîfi sık sık tekrarlardı: "Eshâbıma sövmeyiniz. Kim Eshâbıma söverse, Allahü teâlânın lâneti onun üzerine olsun."

Oruçla ilgili olarak da şu hadîs-i şerîfi rivâyet ettiler: "Hilâli görünce oruca başlayınız. Hilâli görünce bayram yapınız. Eğer hava bulutlu olur da hilâli göremezseniz, otuza tamamlayınız."

Naklettiği diğer hadis-i şeriflerden bazıları da şunlardır:

“Müslümanın, Müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevap vermek, hastasını yoklamak, cenâzesinde bulunmak, davetine gitmek ve aksırıp elhamdülillah diyene, yerhamükellah demek.”

"Cennet, anaların ayakları altındadır.”

“Üç dua vardır ki, muhakkak kabul olunur. Bunlar; mazlumun duası, misafirin duası, babanın evladına duasıdır.”

"Teyze; iyilik, ikram, ziyaret ve ihsanda anne mertebesindedir.”

“Bir kötülük işlediğinde peşinden hemen bir iyilik yap ki, o kötülüğü silsin.”

“Kişiyi arkadaşından tanıyın!..”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Tasavvufdaki *Nübüvvet* yolunun aslı, insanlara fâideli olmak, onlara bir şeyler öğretmekdir. *Vilâyet* yolunun aslı ise, kendisini kurtarmakdır. 


Onun için büyükler, bu hususda; *Vilâyet yolunun, Nübüvvet yolu yanındaki büyüklüğü, okyânusa nazaran bir damla bile değildir*, buyuruyorlar. 


Bir mü’minin sîmâsına, yüzüne, sevgiyle bakanlar, âhirette *Arş’ın* altında gölgelenecek. Onlara hiç *Azâb* yok kardeşim. 


Allahü teâlâ bu *Göz*’leri yaratmış. Ama insan kendini görmüyor. Hep başkasını görüyor. Bir de dönüp kendine baksa, kendini görse, o zaman kurtulacak. 


İyi de, kendini nasıl görsün? *Ayna*'ya baksın. Peki ayna nedir? Ayna, *Mürşid-i kâmil* olan zâtlardır. Kendileri yoksa, o büyüklerin *Kitapları*’dır. 


O büyükler, *Ayna* gibidir. *Kitapları* da öyledir. Onlara bakarsan, yâhut kitaplarını okursan, kendini görürsün ve ne kadar *Bozuk* olduğunu anlarsın. 


Şâh-ı Nakşibend hazretlerine soruyorlar. *Efendim, insanı Allahın rızâsına ulaşdıran yüz derece olsa, siz hangisine tâlip olurdunuz?* diyorlar. 


Şâh-ı Nakşibend hazretleri de cevâben; *Sevgiye ve muhabbete tâlip olurdum*, buyuruyor. Ve ilâve ediyor.


Bir de; *Genç yaşta, günahlarına tövbe eden bir delikanlının ayağındaki kıl olmayı isterdim*, buyuruyor. 


Öyleyse bizim genç arkadaşlarımız çok kıymetli kardeşim. Çünkü hem *Tövbe* ediyorlar, hem *Namaz* kılıyorlar, hem de islâmiyete *Hizmet* ediyorlar. 


*Kitaplar*’ımız da çok kıymetli. Bizim kitaplarımızın bulunduğu yerde, büyüklerin rûhâniyeti *Hâzır* olur. Çünkü bu kitaplar, o büyüklerin sözleridir, kelâmlarıdır. 


O rûhâniyetlerin bulunduğu yerde olanlar, *Feyz* alırlar, yâni istifâde ederler. *Feyz* ne demek? Feyz, *Nûr* demekdir, *Allah sevgisi* demekdir. 


Nasıl ki, *röntgen* ışınları, mikropları öldürürse, onların rûhâniyetleri de kalbdeki günâhları, karartı ve pasları siler, temizler. 


Onun için *Işık* kitâbevine, *Hakîkat* kitâbevine gelen, mutlaka bereketlenir ve *Feyz* alır kardeşim.

Allahlık ve Peygamberlik dâvâsında bulunma !

Ahmet Yesevi hazretleri bir gün bir talebesine;  Evladım, sakın ola, gittiğin yerde Allahlık ve Peygamberlik dâvâsında bulunmayasın, diye tembih etti. Talebe şaşırdı: - Tövbe hocam, hiç öyle şey olur mu? - Olabilir evladım. - Nasıl olur efendim? - Her istediğinin olmasını istemek, "Allahlık" iddiasında bulunmak, her sözünün dinlenmesini istemek de "Peygamberlik" dâvâ etmektir oğlum. Çünkü biz kuluz. Yalnız Allahü teâlânın istediği olur ve yalnız Peygamberin "aleyhissalâtü vesselâm" sözüne mutlak itaat edilir.

İrşad ve tekmil öyle babadan evlada kalan maddi veraset değildir

Kardeşim, mürşid ve şeyh olan babanın yerine oturmak manevi varisliği icab ettirir. Bu da manevi veladete (doğuma) bağlıdır.Yani babasının sahip olduğu kemalata kavuşmakladır. 

Maddi doğum (evlad) maddi varis olur ki babasının mal ve metaını alır.İrşad ve tekmil öyle babadan evlada kalan maddi veraset değildir.O halde sadece şeyhin oğlu olmak manevi veraset için yetmez ve çok tehlikelidir. Pirlikle müridlikle iş bitmez.

(Muhammed Masum Faruki Hazretleri)

Yâdigâr mektûblar 75.mektûb

 Ve aleyküm selâm kıymetli Fahri Bey [Tacar]

Sebeb-i fahr [iftihar vesilesi] olan yazınız vâsıl oldu. Cenâb-ı Hak herkese lâyık olduğunu sevk eder. İzhâr etdiğiniz kusûr ve tevâzu' sermâyesi, kesb-ü kâra namzed olduğunuzun [kazanç ve kâr elde edeceğinizin] müjdecisidir. Cenâb-ı Hak hepimizi naks ve kubhumuzu [eksiklik ve çirkinliğimizi] görebilmekle şereflendirsin. Nefsimize tabi' olmakdan ve zevâhire [görünüşe] aldanmakdan muhâfaza buyursun.

Tavsîf etdiğiniz âilenin kerîmesi size lâyık bir kız olduğu anlaşılıyor. Maksad sizin mes'ûd olmanızdır. Hicâz'dan avdetlerinde size müsbet cevâb vermelerine ve din ve dünyâ seâdetinize âcizâne duâ ederim aziz kardeşim. Duâlarınıza muhtâcım. Duâ-i zahri'l-gayb icâbete makrundur. [Din kardeşine gıyabında yapılan duâ kabul edilir].

Hilmi [1965] 

Yâdigâr mektûblar 76.mektûb

 Kıymetli kardeşim Fahri Bey [Tacar]

Evvelâ selâm eder, din ve dünyâ seâdetinize duâ ederim. Zile Alacamescid Câmii imâmı Hâfız Osman Efendi'nin kartını gönderiyorum. Taleb ettiği Şevâhidü'n Nübüvve kitâbı bizde yokdur. Benim eserim değildir. Maamâfih çok kıymetli bir kitâbdır. Bâbıâlî'de Bedir yayınlarında satılmaktadır. Ondan te'min etmesini kendisine söyleyiniz!

Hoca efendi Arabî biliyorsa kendisine yeni çıkan (İslâm Âlimleri) ile ([Hak Sözün] Vesîkalar[ı] adlı kitâblarımızı gönderelim. Bizim kitâblarımızdan okumadığı varsa kendisine te'min edilsin. Size, hoca efendiye duâlar ve selâmlar eder, duâlarınızı beklerim efendim. [1969]

Yâdigâr mektûblar 74.mektûb

 Mamak Kimyahânesi'nde âmirleri olan kimyager Dr. Nuri Refet Korur'a Arabî harflerle yazılmıştır.

Muhterem ve çok kıymetli ağabeyim

Bugün Salı. Sabah eczahâneye geldiğim zaman iki defa teşrif ettiğinizi söylediklerinde, bulunamadığım için o kadar müteessir oldum ki, tarif edemem. Dün Fatih'de evin dam oluklarını tamir ettirdim. Ustanın başında idim. Sizi eczahânemde karşılayamadığım, hizmet edemediğim için çok üzüldüm. Muhasib ve tezgâhtarım İbrahim Bey'e evvelce teşrifinizi söylemişdim. Bu kadar acele avdet edeceğinizi tahmin etmemişdim.

Eczahânem sizindir. Sizin emrinizdedir. Her emrinizi beklerim. Teşrif etmeniz, emin olduğum teveccüh ve muhabbetlerinizi tekrar göstermiş olduğundan iftihar duydum. Af buyurmanızı istirham eder; âciz, sevgi ve saygılarımı sunarım efendim. 17/-7/1962

Size hayran olan kardeşiniz Hilmi

H. Hilmi Işık, Merkez Eczanesi, Yeşilköy, Tel: 738813 

Dostlara nasihat

 Dostlarımıza olan nasihatimiz şudur: İtikadı ehli sünnet vel cemaat alimlerinin kitaplarında bildirdiğine uygun olarak düzeltmelidir. Bundan sonra farz, vacip, sünnet, mendub, helal, haram, mekruh olan fıkıh hükümlerini öğrenmeli, her işi bunlara uygun yapmalıdır.

(İmam-ı Rabbani "kuddise sirruh")

Hangisi kârlı?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki

Bir kız, *Ben okuyayım, bir meslek sâhibi olayım, ayaklarımın üstünde durayım*, derse, rızkını buradan alır. Ama bu günkü şartlarda ömrü günahla geçer. Çekeceği sıkıntılar da cabası olur. 

Ama o kız; *Hayır, ben Rabbimin emretdiği gibi yaşıyacağım, erkeklerin arasında çalışmıyacağım*, derse, Rabbimiz ona ehl-i sünnet bir genç ile evlenmeyi nasîb eder. 

Allahü teâlâ, onun rızkını erkeğine verir, o da onun ayağına getirir. Ne oldu şimdi? 

Biri, ömrü boyunca *Haram* işledi, ömrü sıkıntılarla geçdi. Öbürüyse, hiç sıkıntı çekmedi, günâha da girmedi. *Rızkı* da ayağına geldi. Hangisi kârlı?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir mü’min, *Nuh* aleyhisselâmın ömrü kadar yaşasa, yâni 950 sene hep ibâdet etse, elbette ki çok *Sevap* kazanır. 


Fakat bir mü’mine, dînimizden bir *Sünneti* öğretse, bir *Vâcibi* öğretse, bundan daha çok sevap kazanır. İllâ kendisi öğretmesi şart değil, öğretilmesine sebep olmak da yeter. 


Çünkü âhiretde insanlara, tarafını soracaklar. Az verdin çok verdin, az yapdın çok yapdın demiyecekler. *Hangi tarafdaydın?* diyecekler. 


*Hallâc-ı Mansûr*, eğer Abdülhâlık-ı Goncdüvânî hazretlerinin talebelerinden birine rastlasaydı, başına o sıkıntılar gelmezdi efendim. 


Bakın, *Kendisine* demiyorum. O zâtın bir *Talebesine* rastlasaydı, bu sıkıntıları çekmezdi. İşte bizim arkadaş-larımızın herbiri de öyledir efendim. 


Çünkü onlar da hakkı bâtıldan ayırabiliyorlar. Bu zamanda, bizim arkadaşlardan biriyle berâber olan, o âbiyi seven, muhabbetle görüşen, konuşan kimse de, *Îmân’ını* kurtarır. 


Bu zamanda *Küfr*, sel gibi akıyor kardeşim. Müslümân ise, o sele kapılmış bir *Saman çöpü* gibi. Nasıl kurtulacak? Bir yere sığınması lâzım. 


Bir kaya kovuğuna, bir ağaç oyuğuna girerse, yâhut bir kütüğe yapışırsa, kurtulabilir. İşte bu kaya kovuğu, bu ağaç oyuğu, bu kütük, bizim *Âbiler*’dir. Yâhut bizim *Kitaplar*’dır. 


Yâni o saman çöpü, bizim âbilerden birine rastlarsa veyâ bizim kitaplardan birini okursa, kurtulur efendim. Yoksa mümkün değil, *Sel* alır götürür. 


Bir kız, *Ben okuyayım, bir meslek sâhibi olayım, ayaklarımın üstünde durayım*, derse, rızkını buradan alır. Ama bu günkü şartlarda ömrü günahla geçer. Çekeceği sıkıntılar da cabası olur. 


Ama o kız; *Hayır, ben Rabbimin emretdiği gibi yaşıyacağım, erkeklerin arasında çalışmıyacağım*, derse, Rabbimiz ona ehl-i sünnet bir genç ile evlenmeyi nasîb eder. 


Allahü teâlâ, onun rızkını erkeğine verir, o da onun ayağına getirir. Ne oldu şimdi? 


Biri, ömrü boyunca *Haram* işledi, ömrü sıkıntılarla geçdi. Öbürüyse, hiç sıkıntı çekmedi, günâha da girmedi. *Rızkı* da ayağına geldi. Hangisi kârlı?

Hakîkî kemâl yalnız Allahü teâlânındır

 Denilir ki, kul hakiki kemâlin yalnız Allahü Teâlâ da olduğunu, kendisinde veya başkasında gördüğü her kemâlin Allahü Teâlâ sayesinde olduğunu bilince ne Allahü Teâlâdan başkasını sevebilir ne de Allahü Teâlâya dayanmayan bir sevgiye gönlünde yer verebilir.


( İmâm-ı Gazali "rahmetullahi aleyh")

Arvâsizâde Ahmed Mekki Üçışık Efendi "rahmetullahi aleyh"

Bugün (6 Eylül) Arvâsizâde Ahmed Mekki Üçışık rahmetullahi aleyh'in, ahırete irtihâl edişinin 55'inci sene-i devriyesidir.


Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Üçışık kuddise sirruh'un mahdum-u mükerremi Arvâsîzâde Seyyid Ahmed Neyyir-i Mekki Üçışık Efendi âlim, fâdıl, edib, kâmil bir zât-ı muhterem idi. Annesi, babasının mürşîdi olan Hazret-i Şeyh Seyyîd Fehîm Efendi kuddise sirruh’un torunu Aişe Hanım'dır. Babasından, amcasından ve başka âlimlerden okudu ve bütün aklî ve naklî ilimlerde yüksek babasından icâzet aldı. Uzun yıllar İstanbul’da, Kadıköy ve Üsküdar müftülüklerinde bulundu ve bu vazifede iken hicrî 1387 ve Milâdi 6 Eylül 1967 tarihinde vefât ile Edirnekapı kabristanına defnedildi. 


Çevre yolu istimlâkleri dolayısıyla Ankara’ya, Bağlum’a babasının yanına, vefatından kırk ay sonra nakledildi. Kabir açıldığında kefeninde ve bedeninde hiç bir değişme ve bozulma olmadığı görüldü. Bu da onun mertebesinin yüksekliğine işarettir. Aleyhirrahme vel-Gufran. Uzun yıllar İstanbul camilerinde Beydâvi tefsirini vaaz olarak verdi ve babasından sonra bu tefsiri bitirmek kendisine nasip oldu. Kendisinden çok sayıda kimse istifâde etti. İlimle ameli ve ihlâsı, pek kuvvetli idi. Kerâmetinin çoğu firâset halinde izhâr olurdu.


Ahmed Mekki Efendi'nin muhterem peder-i âlileri Manzûru Nazârı Pirânı Kiram Seyyid Abdülhakim Arvasi Efendi Hazretleri, Silsile-i Aliyye-i Nakşibendiyye'nin kendi kolunda 33'üncü ve son ferdidir.


Seyyid Ahmed Mekki Efendi İstanbul’da Nuruosmaniye Medresesi’ni bitirip Darülfünun’un (Üniversite) hukuk fakültesine girmiş, dördüncü sınıfa geçtiklerinde babaları Istanbul’a teşrif edip, okulu bırakmalarını emretmişdir. 1949 yılında Üsküdar’a Müfti Yardımcısı (Müsevvid) olmuş, altı ay sonra da müfti efendinin vefatı ile boşalan müftiliğe seçilmiştir. O tarihte müftiler seçimle oluyordu. 1953 yılında da Kadıköy Müftiliği’ne tayin edilmiş ve 1960 ihtilalinden sonra ihtilal idaresinin tasarrufu ile mütehassıs müftiliğe getirilerek ömür boyu müftilikte kalma hakkı verilmiş ve bu vazifede iken vefat etmiştir.


Seyyid Ahmed Mekki Efendi, vefat tarihi olan 6 Eylül 1967’den 16 Ocak 1971’e kadar Edirnekapı Kabristanı’nda evlâdları, Seyyid Mehmed Süheyl (Behik) Efendi, Seyyid Behaeddin (Baha) Efendiler ve torunu Seyyid Ahmed Alaeddin Efendi ile birlikte Müfti-üs Sakaleyn İbni Kemal Hazretleri ile, halaları ve ayni zamanda kayın valideleri Seyyide olan Muteber Hanım’a da yakın bir yerde medfundular. 16 Ocak 1971 tarihinde Ankara'ya babasının yanına nakloldular. Kabirleri açıldığında daha yeni vefat etmiş gibi taptaze, hiç bozulmamışlardı. Tabutları da sanki yeni yapılmış idi.

Yâdigâr mektûblar 73.mektûb

 1962 senesinde Bursa'dan yazan Şükrü Ferik'e cevaben yazılmıştır.

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim

Göndermiş olduğunuz kıymetli mektubunuzu aldım. Çok memnun oldum. Cenâb-ı Hak seâdet-i dâreyn nasîb eylesin. Âmin.

Bu kitap [Seâdet-i Ebediyye], büyük İslâm âlimlerinin sözlerini bizlere aksettiren bir aynadır. Bu aynaya bakan kendi ruhunun mayasını görür. Elhamdülillah siz iyi görmüşsünüz.

Suallerinize mektubla cevab vermeğe imkân bulamıyorum. Teknik ziraat müdürlüğünde Sâim Şensöz kardeşim var. Ona gidin. Selâmımı söyleyin. O size gerekli cevabları verir.

Günahkâr kardeşiniz Hilmi Işık 

Yâdigâr mektûblar 72.mektûb

 Kuleli'den talebeleri Kemal Çoban'a yazılmıştır.

Ve aleyküm selâm kıymetli Kemal

O mübârek yazıların ile tezyin edilmiş olan kıymetli mektûbunuzu bugün Mehmed Gündoğan'ın mektûbu ile aldım, okudum. Din ve dünyâ selâmetinize maddî ve manevî büyük ni'metlere mazhariyyetinize çok memnûn oldum. Cenâb-ı Hakdan bu ni'metlerin artması için âcizâne duâ eyledim.

Aziz kardeşim, Cenâb-ı Hakka ne kadar şükr etsek ve yalvarsak, kavuşduğumuz ni'metlerin hakkını îfâ edemiyeceğiz. Bizi müslimân evlâdı olarak yaratmış, İslam terbiyesi ile büyütmüş, sonra çok sevdiği büyüklerin ismini, kitâblarını zevklerini bize duyurmuş, hidâyet, seâdet yolunu göstermiş, kendine râhatça ibâdet ekmek serbestliğini, kolaylığını da ihsân eylemiş. Bu çok büyük olan ve bilhassa bu zemânda pek az kimselere nasîb olan muazzam ni'metlerin karşısında İblîs-i la'în ne kadar çatlasa yeri vardır.

Lise hayâtınız dahi hayâl oldu. Mâzi nasıl geçti, hâl nasıl geçiyor. İşte bu dünyâ istikballeri de böyle gelip geçecek, hayâl olacak. Hayâle kapılanlar, yalnız ona bağlananlar ne kadar zevallıdır. Evet, dünyâ çok kıymetlidir, fakat sonsuz seâdete vesîle, sebeb olduğu için kıymetlidir. Tarih okuduk, zemânımızı da görüyoruz. İnsanlar ne kadar âciz. Kudret-i ilâhî karşısında ne kadar zaîf, hiçdir. Hiç idik, hiç olacağız. Âcizin, zevallının, Kâdir ve Gâlib karşısında yapacağı her kabahat ve taşkınlık, elbette kendine zarar verir. Aczimizi düşünüp kâinâtın, herşeyin sâhibi Kâdir-i mutlak karşısında teslim olmakdan başka çâremiz yok. Bir insan ne kadar zengin, ne kadar hâkim olursa olsun, yiyeceği, içeceği, kullanacağı şeyler yine mahdud ve azdır ve kısa zemân içindir. Sonra büyük mâlî kudreti, hâkimliği yok olacak, kendisi toprak olup çiğnenecekdir. Cenâb-ı Hak bizlere ebedî hayat, sonsuz seâdet ni'metleri vermiş ve çok az kimselere vermiş. Bugün Amerikalılar, Avrupalılar da peygamberlere, meleklere, kıyâmet gününe, Cennet ve Cehennem'e inanıyor ve ibâdet ediyorlar. Fakat seâdetten mahrumdurlar. O halde biz ne kadar çok bahtiyârız.

Vesveseler, îmânsızlık zan olunan düşünceler ve kuruntular hep îmânın çok olduğuna alâmetdir. Bu kuruntulara hiç ehemmiyet verme. Îmânsız olanlara böyle vesvese gelmez. Hiç üzülme. Cenâb-ı Hak seni yakında kurtarır.