Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İmân hâsıl olunca, zâten kâmildir

 Efendim; mektûb-i âlînizin başlarında “kâmil îmân” bahsi vardır. Îmân, hâsıl olunca, zâten kâmildir. Zîrâ îmân, ziyâdelik ve noksanlık kabul etmez. Îmân, mâhiyyet i'tibarıyla ne artar ve ne de eksilir. Artması ve kâmil olması, îmânın inkişafı ve parlaklığı, cilâlanması itibarıyladır. Îmân, Server-i Âlem'in "sallallahü aleyhi ve sellem" rasûllüğü ve nebîliği i'tibârıyla getirdiği akîdeleri akla, hikmete ve felsefeye havâle ve ihåle etmeksizin, bunlarla mukâyese etmeksizin îkân, i'tikâd ve tasdik etmekle hâsıl olur. Akla uygun olmak i'tibarıyla tasdik ve îkân ederse, aklı tasdîk etmiş olur. O zemân peygamberliğe tâm i tikâd hâsıl olmaz. Tâm i'tikâd hâsıl olmayınca, îmânın mâhiyyeti tecezzî, parçalara ayrılmak kâbûl etmediğinden dolayı îmân olmaz. Belki akl, Rasûl'ün tebliğine muvâfık olursa, kâmil akl ve selîm akl olur. Ya'nî, aklın kemâli istifade eder. İ'tikâdî mes'eleler hükmüne havâle olunup hikmet kabûl ederse, tasdik eder; kabûl etmezse veyâhûd tereddüdde bulunursa, o zemân hakîmine îmân etmiş olur; Rasûl'e tâm i'tikâd ile i'tikâd etmemiş olur ki, bu takdirde îmân olmaz. Zîrâ îmân, zâtında parçalanamaz, bölünemez, ziyâdelik ve noksanlık kabûl etmez.


Dînî meseleler felsefe ile müvâzene edilirse, ölçülürse yine bir filozof tasdîk edilmiş olur. Bu da, Rasûl'e tâm i'timâd edilmemesi demektir. Hasılı îmân, Rasûl-i Ekrem'in "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" Allâhü Teâlâ dan rasûllük ve nebîlik itibarıyla kulların hepsine getirdiği, tebliğ ettiği hükmlerin hepsine topyekûn i'timâd ve i'tikâd etmekle hâsıl olur. Bu hükmlerin ve akîdelerin birisinde dahî tereddüd ve birisinin dahî inkârı var ise, mü'min olmaz. Zîrâ hükmde Rasûlü tasdîk veyâhûd i'timâd etmemekle Rasûl'ü doğru söylememekle ithâm etmiş olur ki, bu da noksanlıktır. Noksânlık ise, nebîliğe ve rasûllüğe aykırıdır. Dînde müttefekun aleyh olan meselelerden birisinde tasdîk hâsıl olmadı ise, ki ekseriyyetle böyle oluyor; bu mes'elede "Allâhü Teâlâ'nın ve Allâhü Teâlâ'nın Rasûlü'nün "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" murâdı nasıl ise, öylece îmân, îkân ve i timâd ettim!" der ve şübhesini izâle edecek bir zâtı acele olarak arar. İlminde ve dînde vüsûk, sağlam ve tâm i'timâd sâhibi, zekî, yüksek anlayışlı, ârif, müttekî, vukûfiyyeti derîn, müşkilleri hall etmeye muktedir bir zât bulur; sorar. Aldığı cevaba kalbi mutma in olunca, artık öyle îmân ve îkân eder. Böyle bir zâtı aramak, farzdır. Tesadüfe bırakmaz. Çok acele, hemen arar. Bulamadıysa veya bulup da mutma'in edilemediyse, Allâhü Teâlâ'nın ve Rasûlü'nün irâde ettiği gibi inanır. Müşkilinin halli için Hakk Teâlâ'ya tezarru ile istirhâm eder. Bundan ötürü, her yerde böyle müşkil mes'eleleri hall etmeye muktedir bir kimsenin bulundurulması, farz-ı kifâyedir. Felsefecilerin i'tirazlarını, felsefe fenninin kâ'idelerine göre hall etmeye muktedir, hakîmlerin i'tirazlarını da hikmet kâ'idelerine göre hall etmeye kâdir, bâtıl dînlerin i'tirazlarını o bâtıl dînlerin bâtıllığını isbâta muktedir; Mu'tezile'nin ve Râfızîler'in i'tirazlarını, onların itirazları kâ'idelerini bilerek cevab vermeye kâdir, selâhıyyetli, dünyâ ta'rîhine vakıf, riyazî ilmlerde mâhir, İslâm ilmlerinin hepsinde derîn ilmi, vukûfiyyeti olan kamil bir kimse bulundurmak lazımdır. Böyle olmazsa dîn, i'tirâz sahiblerinin elinde oyuncak olur. Bunlar istedikleri gibi te'vil ve tefsîr ederler. Kimseyi dalâletden,sapıklıktan kurtaramazlar. 


(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

Aklın tefsîri

 "Akl"ın tefsîri: Akl, derk etmek, anlamak kuvvetidir. Hakkı bâtıldan fark ve temyîz etmek için yaratılmıştır. Hakkı bâtıla iltibas etmek, karıştırmak isti 'dâdında bulunan insânda, cinnde, meleklerde bu kuvvet yaratılmıştır. Allâhü Teâlânın zâtında ve zâtına aid bilgilerde hakkın bâtıl ile karıştırılması olamayacağından, o bilgilerde akl tek başına huccet, sened olamaz. Mahlûkâta âid bilgilerde, mahlûkâtın hakkı bâtıl ile karıştırmaları mümkin olduğundan, bu bilgilerde aklın işe karışması doğru olur. Rubûbiyyet, Rabblik mutlak vahdet olduğundan, mahlûk olan aklın bu makâmda işi yoktur; haddi değildir. Bir de akl, kıyâs âleti olup Allâhü Teâlâ'nın ma'rifetinde, Allâhü Teâlâya âid bilgilerde kıyâs, aklın ölçüsü merdûddur, câ'iz değildir. Kıyas, Allâhü Teâlâ'nın mahlûkâtı hakkında câ'iz ve cârîdir. Savâb, doğru kıyas etti ise, sevâb kazanır; hatâ etti ise, ma'zûr olur. Hakk Sübhanehû ve Teâlâ ile alakalı mes'elelerde kıyâs olsa, şâhid ile gâ'ib olana istidlál etmek lazım gelir ki, şâhidden gâ'ibe istidlâl, ittifakla fâsiddir. Yalnız, Allâhü Teâlâ'nın vücudunu, varlığını isbât etmekte aklın bir çeşît medhali vardır. Bu mes'elenin idrak edilmesi, gâyet gâmızdır; zordur. Evvelâ aklın müşekkik olmasının ve mütevâtî olmasının ne demek olduğunu anlayalım: "Mütevâtî", "bir cins içinde bulunan ferdlerin herbirinde müsâvî mikdârda mevcûd sıfať" demektir. İnsanlık ve hayvanlık sıfatları böyledir. "İnsanlık" sıfatı en yüce bir insan ile en aşağı bir insânda müsâvîdir, birdir. Meselâ bir peygamberde ve bir Freng kâfirinde insanlık, müsâvîdir. Birisi peygamber olmakla ve kâfir olan da kâfir olmak i'tibârıyla dahâ çok, dahâ kuvvetli, dahâ sâbit değildir. Bir peygamberin insanlığı ile bir kâfirin insanlığı arasında bir fark yoktur. Cem-şîd gibi büyük bir pâdişâh ile âlemin en ücrâ bir köyündeki bir çobânın insanlığı müsavidir. Ya'ni Cem-Şid'deki insanlık, çobândaki insanlıktan üstün değildir, insanlık i'tibarıyla her ikisi de eşittir.


"Müşekkik"in ta'rifi: "Bir cinsin ferdleri arasında müsavi mikdarda olmayan bir ma'na, bir sıfat"dır. İlm gibi.. İlm, âlimlerin ba'zısında çok, ba'zı ferdlerinde azdır. Yüksek fenn ilmleri sâhibi büyük bir âlimin ilmi ve idrâki, köylü bir âlimin ilminden ve idrâkinden elbette daha çoktur, daha parlaktır. Hâl böyle olunca ilmî meselelerin inkişafında hangi alimin ilmine tâm i'timâd olunur? Elbette en büyük, ilmi çok fennler sahibi alimin ilmine daha fazla i'timâd edilir. O âlimin üstünde bir âlim zuhür ederse, derhal onun ilmine i'timâd çok olur.


Efendim; şimdi "akl" denen cevher, insanlık gibi mütevâti mi oldu veyâhûd ilm gibi müşekkik mi oldu? Elbette müşekkiktir. Bundan ötürü kendi nev'inin ferdleri arasında müsavî olmadı. Müsavi olmadığından, en yükseği ile en düşüğü arasında binlerce derece vardır. Şu halde "Aklın kabûl edebileceği cümlesi nasıl doğru olabilir? Hem, hangi akl? Ya'nî kimin aklı? En ziyade akılı olan kimsenin aklı mı, yoksa akllı denilen kimsenin aklı mı? Akl, kendi nev'i içinde "akl-ı selim" ve "akl-ı sakîm" olmak üzere iki kısmdır. Bunların her ikisi de akldır. Tâm selîm akl hiç hatâ etmez, hiç yanılmaz. Pişmanlığı icab ettirecek hiçbir hareketde bulunmaz. Düşündüğü şeylerde aslâ hatâ etmez. Hep doğru, isabetli ve akıbeti iyi işler yapar. Doğru düşünür, her doğru yolu bulur; hiçbir suretle pişmanlığı îcâb ettirici hareketde bulunmaz. İşlediği hep savabdır. isabetlidir. Bu çeşît akl, ancak peygamberlerde "aleyhimüssalâtü vesselâm" bulunur. Tâm selîm akl sahibi peygamberler, teşebbüs buyurdukları her işte muvaffak olmuşlardır. Pişmanlığı ve hüsrânı îcâb ettiren hiçbir şeyde bulunmamışlardır. Derece olarak bu akllara yakin akl Ashab-i Kirâm'ın, Tâbi'în'in, Teba-i Tâbi'în'in ve mertebelerine göre din imâmlarının "rıdvânullâhi teâlâ aleyhim ecme'în" akllarıdır. Bunların aklları, İlâhi hükmlere yakın akllardır. Onun için bunların zemânında İslâm âlemi genişliyordu ve müslimânların sayısı artıyordu. Âlemin hâllerine vakıf olanlar, bunu ziyâdesiyle tasdik etmeye mecbûr olurlar.


"Asl-ı sakîm'in tefsîri: Sakîm ya'ni kısa, devamı yanılan akllardır. Düşündükleri şeylerde, yaptıkları işlerde ekseriyyetle yanlış düşünürler ve yanlış yaparlar. Melâleti, melâmeti, hasâreti ve nedâmeti mücib olurlar. Te'essüfleri, telehhüfleri ya'nî eseflenmeleri ve üzülmeleri artar. Akl-ı selim ile akl-ı sakîm arasında muhtelif birçok mertebe vardır. Bunu da ifade etmek lazım gelir ki, mü'minin dînî aklı ve dünyevi aklı olduğu gibi, kâfirin dahî dînî aklı ve dünyevî aklı vardır. Kâfirin dünyevî aklı, dini aklından kamil olduğu gibi, mü'minin dînî aklı, dünyevi aklından kâmildir, üstündür. Bu dahi dâ'imi ve müstemirr değildir. En çok lazım olan, dînî akldır. Zira, din sabitdir, karar etmiştir ve dâ'imîdir. Dünya ise herhalde fanidir ve muvakkatdir. Elbette fani islerdeki akl, sabit ve devamlı olan islerdeki akla tercih edilemez. Bu tafsilata dikkat nazarıyla nazar ve te'emmül edilirse, aklın, islerde ve bilhassa din işlerinde esas delîl, huccet ve yegâne kıyas olamayacağı tebeyyün etmiş, apaçık ortaya çıkmış olur. Din ümûrunda, işlerinde akla istinad edilemez. Zirâ akl, bir karârda değildir. Akllar birbirinin zıddı ve aksi olduğu gibi, bir adamın aklı dahî gâh savâb, doğru, isabetli ve gâh hatâlı olur. Ekseriyyetle de hatâ olur. En akllı farz edilen zât, değil dîn işlerinde, ihtisas sahibi olduğu, mütahassısı bulunduğu dünyâ işlerinde bile çok hatalar eder. Büyük kısmı hatalı olan akllara nasıl i'timâd olunur?! Sâbit ve dâ'im olan dîn işleri nasıl olur da ona havâle olunur? İnsanların hilkatlerinin ve ahlâklarının başka başka olması gibi, aklları, tabî'atleri ve işleri dahî başka başkadır. Birisinin aklına, tabî'atine muvâfık ve mutâbık olan, diğerinin aklına, tabî'atine göre hîç de muvafık ve mutâbık olmayabilir. Bundan ötürü akl, dîn işlerinde tâm huccet olamaz. Ancak, akl ile beraber Şer'-i Şerîf kâmil, tâm huccet olur. Onun için "Dînini ve îmânını beşerî fikrlerin neticelerine ve aklın bakışlarının semerelerine bağlamaktan çok sakın, çok hazer et!" buyurmuşlardır. Akl, huccetdir; fakat "hucceť" olmasından murâd, "akl-ı selîm"dir; her akl değildir. Elhâsıl, selîm akllardan başka akllar müstekîm olmadıklarından, onların bir şey'i kabûl edip etmemelerinde bir be's, kâle alınır bir tarafları yoktur. Selîm akllar, peygamberlerin akllarıdır. Dîn hükmlerinin hepsi o akllar için delîllerin en açıkları, en parlaklarıdır. Bu akllar için delîle hâcet olmadığı gibi, beyyineye, huccete dahî hâcet yoktur.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh)

Es'ad Efendi, bir tesbih mikdârı dahî zikr edemez!

 Abdülhakîm Arvasî hazretlerinin oğlu Seyyid Ahmed-i Mekkî-i Arvâsî "Kuddise Sirruh" Hazretleri anlatıyor: Peder-i âlîlerim ile İstanbul'a geldikten bir müddet sonra Erbil'li Es'ad Efendi'yi ziyarete gittik. Erbil'li Es'ad Efendi, tanıdığı hâlde îcâb eden hürmetin ve edebin asgarîsini dahî göstermedi. Kendisi dîvânda, yüksekte oturduğu hâlde babamı kapının yanında bir yerde oturttu. Es'ad Efendi'nin oturduğu dîvâna bitişik duvârda Yâ Seyyidem Tâhâ!" yazılı bir levha asılıydı. Babam, "Bu 'Seyyidem Tâhâ' dediğiniz bizim bildiğimiz Seyyid Taha Hazretleri midir?" diye su'âl edince, Erbil'li Es'ad Efendi, "O, Tâhâ-i Hariridir! Seyyid Tâhâ Hazretleri'nin halîfesidir." dedi. Babam, "Bendeniz, Seyyid Tâhâ Hazretleri'nin herbir halîfesini hâl tercümeleriyle, menkıbeleriyle bilirim; içlerinde bu ismde bir zât yoktur!" dediler. Es'ad Efendi, "O, Seyyid Tâha dan rüyâda halîfelik almıştır." dedi. Biraz sonra kalktık ve ayrıldık. Babam, "Erbil'li Es'ad Efendi o kadar câhildir ki, halîfeliğin rüyada değil, uyanık iken ve yazılı olarak verileceğini dahî bilmeyecek kadar câhildir! Bu cehâletinde, kusûruna bakılmaz. Zîrâ Sultan Abdülhamid Hân merhûm tahta geçince, bu zât, Serây'ın etrafında dolaşırdı ve Serây'daki hizmetkâr kadınlara fâl bakardı. Merhûm Pâdişâh, bunun için bunu İstanbul'dan uzaklaştırdı. Merhûm Padişah tahtdan indirilince de tekrâr İstanbul'a geldi. Ancak, bu def'a 'şeyh' olarak İstanbul'a geldi. Eh, zemân değişti; dünkü fâlcılar, bugün şeyh oldu. Bize mu'âmelesine gelince; evet, en kaba bir Kürd hocasına yapılsa bile ayb sayılacak hareketde bulundu. Es'ad Efendi, bir tesbih mikdârı dahî zikr edemez! Nerede kaldı ki şeyhlik etsin

Kur'ân-ı Kerîm, erkekler için dört kadın ile evlenmeye izn vermiştir

 Kur'ân-ı Kerîm, erkekler için dört kadın ile evlenmeye izn vermiştir. Bu müsaadeyi beğenmeyenin, îmânı gider. Müsa'id olan, dört kadın ile evlenir. Şartları müsâ'id olmayan, bir kadınla iktifâ eder.

Seyyid Abdülhakîm Arvasî kuddise sırruh

Bunu bilerekten "habis rûh"a muhabbet eden kâfirdir

 Cenâb-ı Hakk, mahlûkâtı yaratınca, bir "Mustafa" yarattı ki, "Habib-i Ekremi"dir. Bir de buna mukabil, "mustafen-minh" yarattı ki, "tortu" demekdir. Hîçbir ciheti iyi değildir. Mahlûkât, şâkûlî bir daire farz olunursa, "mustafa" zirvede en yüce noktadır. Mukâbil olan en sefîl, alçak nokta ise, "mustafen-minh"dir ki, "habîs rûh"dur; "kemâl" ismi, "mustafen-minh"likde ya'ni rada'etde ve habâsetde kemâle geldiği içindir. Bunu bilerekten "habis rûh"a muhabbet eden, kâfirdir. Bilmeyenler, ma'zûrdur. Bilmemek de imkânsızdır; meğer ki kör ola. Bunlara buğz ve düşmanlık, büyük ibadetdir.


Seyyid Abdulhakîm Arvâsî kuddise sırruh

Rûhlara hediyye edilen sevâbların ulaşması için

 Rûhlara hediyye edilen sevâbların ulaşması için, du'âdan sonra (Ente'l-Müste'ânü ve aleyke'l-belâğu. Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi'l-'Aliyyi'l-'Azîm} okumak Allahü Teâlânın Rasûlü'nün "sallallâhü aleyhi ve sellem" emridir.


Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî "Kuddise Sirruh" Hazretleri

Ehl-i sünnet gemisi

 Biz,elhamdülillah, ehl-i sünnet gemisini batmaktan kurtardık; Hüseyin Hilmî Efendi de bunu dünyânın her yerinde dolaştıracaktır.

(Seyyid Abdülhakim-i Arvasi "kuddise Sirruh" hazretleri)

Seyyid Abdülhakîm mutlak olarak benim vazîfemi yürütecektir

 Seyyid Abdülhakîm mutlak olarak benim vazîfemi yürütecektir. Kendisi, Arvas'ta olsun, Başkale'de olsun, İstanbul'da olsun ona itâat ediniz.Onun rızâsı benim rızâmdır. Ona muhâlefet bana muhâlefettir.Benden sonra çok fitne çıkacak, kadınlardan hayâ perdesi kalkıp, çarşı pazarlarda dolaşacaklar. İslâm, Abdülhamîd Hanla kâimdir. "Cenâb-ı Hak sizi (Seyyid Abdülhakîm Efendiyi) muhâfaza edecektir.

(Seyyid Fehim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)

Topuk birleştirme sünneti

 Rukû'a giderken, ayakları yerden kesmeden, kaldırmadan sol topuğu sağ topuğun yanına getirerek topukları birleştirmek ve rukû'dan doğrulurken de yine ayakları yerden kesmeden sol topuğu sağ topuğun yanından dört parmak kadar sola getirmek, ya'nî topukları birbirinden ayırmak, sünnetdir.


(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî, Namaz risalesinden)

Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin kalplere huzur veren nasihatler

 Abdülhakîm Arvâsî (1860 - 1943)


Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, iman eksikliğidir.


Riya olmasın diye cemaatten kaçanlar ayrı bir riya içindedirler.


Haramlardan korkan zahiddir. Şüpheliden korkan ise velidir.


Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih ederim.


Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın.


En büyük edep, ilahi hududu muhafazadır, gözetmektir.


Allahü Teâlâ bir kuluna iman vermişse ona daha ne vermemiştir. İman vermemişse ona daha ne vermiştir!


Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut içinde otursalar ve sükuttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar.


Kur'an-ı Kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifa gelmez.


Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.


Allahü Teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.


Ahmaklık, hatada ısrar etmektir..


Kur'an-ı Kerim'den ve Resul aleyhisselamın hadis-i şeriflerinden sonra en kıymetli kitap, İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabıdır.


 Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkıh kitabı, İbni Abidin'in Dürrül-Muhtar haşiyesidir. Şafii’de Tuhfet-ül-Muhtac kitabıdır.


Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.


Allahü Teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru Onun dilediğidir.


Allahü Teâlâ bize rahmetiyle muamele etsin. Adaletiyle muamele ederse yanarız.


İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.


Allahü Teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü Teâlâ'nın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü Teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor.


Çeşitli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedenlerinizi rahat ve hoş tutunuz.


Temiz ve yeni elbise giyiniz.


 Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslam’ın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız.


Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler karışmıştır, dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak, çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır.


 Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup, iyi anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını çalarak millet ve memleketi felakete götürürler.


İslam dini, Allahü Teâlâ'nın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan, usul ve kaidelerdir. 


Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. 


İslam dini ;Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaradılışında kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez, 


İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz.


Müslümanların öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulum-i İslamiyye (Müslümanlık Bilgileri) denir. İslam dininin emrettiği bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmıştır. Biri, "ulum-i nakliyye", yani din bilgileri; diğeri "ulum-i akliyye" yani fen bilgileridir, buyurmuştur. 


Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.


İslam ilimleri.ikiye ayrılır: "Ulum-i aliyye" yani yüksek din bilgileri ve "ulum-i ibtidaiyye" yani alet ilimleri. İslam ilimlerinin ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder.


 Riyazi fizik öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir.


 Astronomi, aritmetik ve geometri, dine yardımcı bilgilerdir. 


Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen uymayan) birkaç yanlış teori ve hipotezden başka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir. 


İlahi fizik (metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği meselelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır.


İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a karşı şirk ve müşrikliktir. 


İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir.


 Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ıstırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk'ı tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak'dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.


Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır.


Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.


Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her zamanda her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. 


Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu olamayacak bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın Onu tenkit edecek iktidarı yoktur.


Hak Teâlâ'nın hakimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden Allah’ın merhameti neler yaratacaktır.

neler.


 Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakk'a imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü Teâlâ'nın merhamet ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de; hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır.


Bɑhçıvɑn, bir gül için bin dikene su verir.

Dua almaya bakın

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri "kuddise sirruh". Bir gün, sorarlar bu mübarek zata: - 

Efendim, muvaffak olmak için ne yapalım? Cevap verir: - Günahtan kaçın! Çok dua alın! Ve ilave eder: - Bir kulu sevindirmek, yüz senelik teheccüd sevabı kazandırır. 

Sonra şunu anlatır: 

Vaktiyle bir ateşperest, oğlunu evlendirmek ister. Düğün günü gelir. Çok koyun ve inek kesilir. Ocaklar yanar, yemekler pişer. Et kokuları mahalleye yayılır. 

Ancak evin bitişiğinde, Müslüman, dul bir kadın yaşamaktadır. Hem de dört yetimiyle. Hepsi de günlerdir açtır. 

Kadıncağız gider, düğün evinin kapısını çalar. Açılınca, ateş ister. Halbuki ateş için gitmemiştir. “Belki yemek verirler” diye ümitlenmiştir.

 Fakat adam ateşperesttir. Müslümanları sevmez. Kadının niyetini anlasa da, bir şey vermez. Kadın, az sonra bir daha gider. Ateş ister. Yine eli boş döner. Üçüncüde yine öyle. Ama ne olur bilinmez bu defa kadına acır. Hallerini anlamaya çalışır. 

İner dehlize, kulak verir. Yetimciğin sesini işitir: - Anneciğim, ne olur, bir daha gidiver. Belki bu sefer bir şey verirler. Kadın ağlamaklıdır. - Üç defa gittim yavrum! Artık utanıyorum. 

Adam duyar bunu. Kalbi sızlar. Bir mükellef sofra hazırlatıp, gönderir evlerine. Dehlize iner yine. 

Konuşmaları dinler. Yetimlerin en küçüğü dua eder: Ya Rabbi! O nasıl bize ikram ettiyse, sen de ona ikram et. İmanla şereflendir! Ardından; Amin! sesleri yükselir. İşte o anda, ateşperestin kalbi değişir. Söyler “kelime-i şehadeti." İmanla şereflenir.

Zalim kimseleri methetme!

 Zalim kişileri adil diye methedenin, din düşmanının ölüsüne dirisine dua edenin imanı gider.


Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri

Velilerin Kabirlerini Ziyaret Hususunda

Ziyaretçi feyz almaya ve mevta feyz vermeye ehil olup feyz için gereken şartlara da riayet edilirse muhakkak bir eser ortaya çıkar. 


Ziyaret edilen mevta mercuin ve irşada mezun evliyadan ise ortaya çıkan eser durgun, yavaş ve kalıcı olur. Müstehlikin ve irşada mezun olmayan evliyadan ise hasıl olan feyz ve eser keskin ve hızlı olur, çabuk kaybolur.


Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri (Rabıta-i Şerife eserinden sadeleştirilerek iktibas)

İşte Îmân Budur

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri; *Otuz sene, bu insanlara islâmiyeti anlatdım, îmânı anlatdım, anlıyan çok az, üç beş kişi ancak çıkar*, buyurdu. Tabii buna şaşırmamak mümkün değil. 


Çünkü efendim, böyle bir mübârek zât, bu kadar mümtaz bir insan, mümtâz bir cemâate *Îmânı* anlatıyor. Anlıyan *Üçü beşi* geçmiyor. 


Hâlbuki bizim *Îmân ve İslâm* kitâbını birisi okusa, bir saatde biter, yarım saatde biter. Ne hikmeti var acabâ? Cevâbı şöyledir ki: 


Bir kimse *Kul hakkı* na inanmış olsa, kul hakkı, yalnız *Para* değil ki. Bir *Sert* bakış, bir *Yan* bakış, bir kalp *Kırmak*, bir mü’mini *İncitmek*, bunların hepsi *Kul hakkı* na girer. 


*Gıybet* ve *Sû-i zan* da kul hakkıdır. Ve kul hakkını Allahü teâlâ affetmiyor. İllâ ki, *Özür* dileyip, *Helâllık* alacaksın. İşte bunu bilen bir kimse, ayağını uzatıp da yatabilir mi? 


İşte *Abdülhakim Efendi* hazretlerinin bahsetdiği *Îmân*, bu îmân efendim. *Kul hakkı* nın ehemmiyetini bilen bir insan, öyle rahat rahat yatıp uyuyamaz. İşte *Îmân* budur. 

********

Ben, bizim hastânede yatarken, *Enver âbi* geldi bir gün, Efendim, dedi. Şu karyolanın üzerine, *Gökden* kim bilir ne kadar çok *Sevap* yağıyor, târifi mümkün değil, dedi. 


Ben de ona; *Nereden biliyorsun?* dedim. Efendim, bu kadar insanlar kitaplarımızı okuyor, *İstifâde* ediyorlar. Yalnız burada değil ki, bütün dünyâya gidiyor.


Her ülkeye kitaplarımız dağılıyor. Bu kadar insan, bu kitaplardan dînini öğrenip doğru *Îmân* ediyorlar, *Namaz* kılıyorlar. Bu sevapların bir misli de size geliyor, dedi. 


Ben de ona; *Evet, doğru* dedim. *Doğru diyorsun, kitapları ben yazdım. Ama arkadaşlar dağıtdılar. Siz dağıtıyorsunuz*, dedim. 


*Bana ne sevap geliyorsa, size de, arkadaşlara da aynısı yazılıyor, hepimiz kazanıyoruz*, dedim. 


Aslında bütün bu sevaplar, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerine *Âitdir*. Çünkü biz, herşeyi Ondan öğrendik kardeşim.

Hakdan gayrisi ayrılık ve perişanlık yoludur

 Hakdan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perîşanlık yoludur.Hak teâlâdan başka, herneye tâbi’ olur, herneye tapınır, Onun yerine, herneyi sever ve hakîkî hâkim tanırsanız, biliniz ki, onlar da sizinle berâber yanacakdır.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri “kuddise sirruh”)

Sünnetleri kazaya niyet ederek kılmak

 Tenbellikle nemâz kılmıyanlar, senelerce kazâ borcu olanlar, nemâza başladıkları zemân, sünnetleri kılarken, o vaktin ilk kazâya kalmış kazâ nemâzı için niyyet ederek kılmalıdır. Bunların, sünnetleri kazâ nemâzı için niyyet ederek kılması, dört mezhebde de lâzımdır...sabâh nemâzından başka dört vakt nemâzın sünnetlerini ve Cum’a nemâzlarının ilk, son ve vakt sünnetlerini kılarken, kılınmamış farz nemâzını ve yatsının son sünnetini kılarken vitr nemâzını kazâ etmeğe niyyet ederek kılmalıdır. Böyle olduğunu isbât eden delîller, Hanefî âlimlerinin kitâblarında pek çokdur...Böylece her gün bir günlük kazâ ödenir. Terâvîh nemâzlarını kılarken de, kazâ niyyet ederek, kazâ kılmalıdır. Kaç senelik kazâ nemâzı varsa, buna, o kadar sene devâm etmelidir. Kazâlar bitince, yine sünnetleri kılmağa başlamalıdır...

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri “kuddise sirruh”)

Cinnin varlığına inanmıyan müslimânlıkdan çıkar

 Cinnin varlığına inanmıyan müslimânlıkdan çıkar, hiçbir ibâdeti kabûl olmaz.Cin hakkında bilgi, her Peygamberin kitâbında vardı.Şeytânlar, diri insanın içine de girer. İnsanın his ve hareket sinirlerine te’sîr ederek, hareket ve ses hâsıl ederler. İnsanın, bu kendi söz ve hareketinden haberi olmaz. ..Eskiden kâhinler, cinnîlerden ba’zı şeyler işiterek falcılık yapardı. Bunun için, puta tapanlar, cinnin varlığına inanır ve cinden korkardı. Cinnin var olduğunu, müslimânlar, putperestlerden işiterek öğrenmedi. Kur’ân-ı kerîmden ve Muhammed aleyhisselâmdan öğrendi. Müslimânlar, puta tapanlar gibi, cinden korkmaz. Muhâfaza melekleri, insanları cinden koruduğu gibi, âyet-i kerîme ve düâ okuyup, Allahü teâlâya sığınanlara da birşey yapamazlar...imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve imâm-ı Şâfi’înin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” vefâtlarında ağladıkları, cinnin insan kalbine vesvese getirdiği ve dahâ pekçok meşhûr vak’a ve işler kıymetli kitâblarda yazılıdır. Bunların hepsi, cinnin varlığını göstermekdedir. [Keçi, yılan, kedi şekline girdikleri çok görülmüşdür. Mikrop şekline de girip, insanın damarlarında dolaşırlar.]

(Seyyid Abdülhakîm Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri )

Cinnîler

 Cinnîler yir, içer.(Aynî târîhi)nde diyor ki, (Cinnîlerin sayısı, insanların on katından fazladır. Şeytânların sayısı, bu ikisinin on katlarından fazladır. Meleklerin sayısı da, bu üçünün sayılarının, on katından dahâ çokdur) (Kurtubî tezkiresi)nde buyuruyor ki, (Cinnin ölümü, yerde gâib olmakdır. İhtiyârları, gençleşmeyince ölmez. Ölecekleri zemân, çocukluk hâline döner ve yerde gâib olurlar..)İnsan, cinni ve şeytânları, uyanık iken ve rü’yâda görebilir. Çünki, onlar her şekle girebilir. Çok güzel sûretlere girerler. İhtilâma sebeb olurlar. Peygamberlerden “aleyhimüsselâm” ve Evliyâdan çoğu şeytânı görmüş ve konuşmuşdur. Her ne şeklde olursa olsun, cinni gören kimse, hep ona bakarsa cin şeklini değişdiremez. Gözden kaçamaz. Ona sorup cevâb alınabilir. Bir ân başka tarafa bakılırsa, hemen kendi şekline girip gayb olur. İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh”, (Cinni kendi şeklinde gördüğünü iddi’â eden kimsenin şâhidliği kabûl olmaz!) buyurdu. Çünki, hayâli kuvvetli olanlar, bulunmıyan şeyleri görüyorum sanır. Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” (Fütûhât) kitâbının ellibirinci bâbında buyuruyor ki: (Hiçbir insan, cinden Allahü teâlâya âid bir bilgi edinmemişdir. Çünki, cinnin din bilgileri pek azdır. Onlardan dünyâ bilgileri edineceğini sanan kimse de, aldanmakdadır. Çünki, fâidesiz şeyle vakt geçirmeğe sebeb olurlar. Onlarla tanışanlar, kibrli olur. Hâlbuki, Allahü teâlâ, kibrli olanı sevmez).

(Seyyid Abdülhakîm Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri )

İslâm nikâhını yaptıracak olan dâmât ve gelin

 İslâm nikâhını yaptıracak olan dâmât ve gelin, otuz üç farzı bilmeli ve bunlara inanmalıdırlar. Eğer bilmiyorlarsa nikâh kıyacak kimse, Besmele, hamd ve salevât (Peygamber efendimize duâ) okuduktan sonra, bu otuz üç farzdan; îmânın ve İslâmın şartlarını münâsib bir yolla dâmât ve geline öğretmelidir. 

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri “kuddise sirruh” )

Anne karnındaki çocuk doğmak içindir

 Bu dünya fani. Mutlaka ölüm var. Büyüklerimiz; (Bir şey muhakkak ise, onu olmuş bilin)

buyuruyorlar.Onun için geçici olana değil, kalıcı olana talip olmak lazım. Anne karnındaki çocuk, doğmak içindir. Anne karnında yaşamak için değil!Dünyaya gelen insan da ölmek içindir, devamlı yaşamak için değil. Anne karnındaki çocuğu, dokuz ay on gün olunca, orda durdurabiliyor muyuz? Hayır. Mutlaka doğacaktır. Dünyaya gelen insan da, eceli gelince, nefesi bitince, rızık tükenince mutlaka ölecektir. Çaresi yok.

(Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)