Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kim İslamiyet’in üstünde bir izzet ve şeref ararsa, Allahü teâlâ onu mutlaka rezil eder

 Kardeşlerim, kızınızı evlendirirken, oğlunuzu evlendirirken, sakın dünyayı araya sokmayın. Bu, çok kötü bir şeydir.Bir yuvanın, sırf bundan dolayı bozulduğunu biliyorum. Çok üzüldüm. Yok bilmem şu kadar altın lira, şu kadar burma bilezik şartı koştular. Halbuki karşı tarafın buna gücü yetmiyordu ve iş bozuldu tabii. Kardeşlerim, insanın şerefi, ilim ve edeb sahibi olmaktır. Meslek sahibi olmak değil ki. Ehl-i sünnet bir damat, büyük nimettir.Kim İslamiyet’in üstünde bir izzet ve şeref ararsa, Allahü teâlâ onu mutlaka rezil eder. Neden? Çünkü İslamiyet tepe noktasıdır, kemaldir, zirvedir. Daha yukarı çıkmak isteyen, aşağı yuvarlanır.

(Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)

Kâfire saygı gösterilmez

 Kâfire saygı gösterenin, hürmetle selam verenin imanı gider. Onlara saygı bildiren bir söz söylemek, mesela üstadım! demek, imanı giderir.

(Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)

Ehl-i sünnet âlimlerinin yolundan ayrılmayınız!

 Ehl-i sünnet âlimlerinin yolundan ayrılmayınız! Bid’at sahipleri ile sohbet etmeyiniz ve onlardan kaçınız!Hadis-i şerifte; (Bid’at sahipleri, Cehennemde azab çekenlerin köpekleri olacaklardır) buyuruldu.Her an Allahü teâlânın rızasını arayınız ve Onun sevgisine kavuşmaya çalışınız! Bu nimetin kokusu gelen yere koşunuz! Dünyaya gelmekten murad, bu nimete kavuşmaktır.

(Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)

Bu dünya fani

 Bu dünya fani. Mutlaka ölüm var. Büyüklerimiz; (Bir şey muhakkak ise, onu olmuş bilin) buyuruyorlar.Onun için geçici olana değil, kalıcı olana talip olmak lazım. Anne karnındaki çocuk, doğmak içindir. Anne karnında yaşamak için değil!Dünyaya gelen insan da ölmek içindir, devamlı yaşamak için değil. Anne karnındaki çocuğu, dokuz ay on gün olunca, orda durdurabiliyor muyuz? Hayır. Mutlaka doğacaktır. Dünyaya gelen insan da, eceli gelince, nefesi bitince, rızık tükenince mutlaka ölecektir. Çaresi yok.

(Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)

Din rastgele kimselerden öğrenilmez

 Dininizi rastgele kimselerden, rastgele kitaplardan öğrenmeyin.Allahü teâlâdan korkmayan din adamları, din hırsızıdır ki, bunlarla konuşmaktan ve kitaplarını okumaktan çok sakınmalıdır.Bu gibiler için Bekara suresinin onaltıncı âyet-i kerimesinde mealen; (Hidayeti vererek, dalaleti satın aldılar. Bu alış-verişlerinde birşey kazanmadılar. Doğru yolu bulamadılar) buyuruldu.

(Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)

Edeb ve hayâ

 Edeb ve hayâ, Müslümanın ziynetidir. Edebi olmayan, Allahü teâlânın sevgisine kavuşamaz.Edeb, büyüklerin emrine Peki demektir.Söz dinlemeyenin edebli olmasından bahsedilemez.

(Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)

Tükür kendine

 Bak aynaya, tükür kendine. (Nefsine)

(Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)

Cahil din adamlarından din öğrenilmez

 Cahil din adamlarından din öğrenmeye kalkışan kimse, mâzallah dinden çıkar da haberi bile olmaz.

(Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri)

Esmâ-i hüsnâ ve tâzim

 Esmâ-i hüsnâdan her birini söyledikten sonra celle celâlüh gibi tâzim, hürmet (saygı)ifâdesini de söylemelidir. Yoksa edebe riâyet edilmemiş olur. 

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri kuddise sirruh)

Büyü insanları hasta yapar

 Büyü insanları hasta yapar. Sevgi veya muhabbetsizliğe sebeb olur. Yâni cesede ve rûha tesir eder. Kadın ve çocuklara tesiri daha çoktur. Büyünün tesiri kesin değildir. İlâcın te'siri gibi olup, Allahü teâlâ isterse tesirini yaratır; istemezse, hiç tesir ettirmez. Büyücü istediğini elbette yapar, büyü muhakkak tesir eder diye inanmamalı, böyle düşünmemelidir. Böyle inanan kimsenin îmânı gider. Büyü, Allahü teâlâ takdir etmişse tesir edebilir, demelidir. 

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri “kuddise sirruh”)

Dört şey getirdim

Bu beyitin Şeyh Sa'di Şirâzi hazretlerine ait olduğu rivayeti olduğu gibi anonim olduğu rivayeti de vardır. Seyyid Fehim Arvasi kuddise sirruh hazretleri Nehri'ye mürşidi Seyyid Taha-i Hakkari kuddise sirruh hazretlerini ziyarete gittiği zaman mürşidi seyyid Taha hazretleri hediye olarak bize ne getirdiniz diye sorar. Seyyid Fehim kuddise sirruh ise cevaben bu beyiti söyler. 


Çâr çîz âverdeem şâhâ ki der genc-i tû nîst;

Nistî u hâcet u özr u günâh averdeem.


Mana itibariyle ise şöyledir:

Ey padişah! Dört şey getirdim senin hazinende olmayan:

 (Ki bunlar) yokluk, ihtiyaç, özür ve günah..." ( getirdim )

Aşağıdaki hat ise bunun Fârisi olarak yazılmış hâlidir. Seyyid Abdülhakîm Arvasi hazretlerinin bir müridi tarafından deftere not edilen sohbetlerinin bulunduğu risaleye fotokopi yoluyla konulan bu çerçevedeki yazı ise ( sorup öğrendiğimiz kadarıyla ) Seyyid Abdülhakîm Arvasi ( Üçışık ) kuddise sirruh hazretlerinin el yazısıdır.

Abdülhakim Arvâsî sayesinde

 *1985 yılının Kurban bayramında Hocamız, Cağaloğlu'ndaki gazete merkez binasına ziyarete gelmişlerdi. "Belki de bu birlikte oluşumuzun sonuncusu olabilir" dediler. Bunun üzerine Hasan doğar çok ağladı. Beraber resim çektirdik. O resim çekildiğinde, Enver abi Hocamız'a benim Ankara'ya gideceğimi arz etti. Hocamız bana, Efendi hazretleri'ni ziyaret etmemi emredip, selâmlarını ilettiler.

* Ankara'ya gittiğimde Efendi Hazretleri'ni ziyaret ettim. O gece Arif Güneş Abi'nin evinde, rüyamda, İstanbul'un tepelerinde milyonlarca kişi gördüm. Kendime "Maşallah, bu insanlar Hocamız sayesinde ne kadar şanslı" dedim. Arkamda duran, kendisini görmediğim bir kimseler, "Abdülhakim Arvâsî sayesinde" dediler. Sabah kalktığımda Arif Güneş'e rüyayı anlatıp, Abdülhakim Arvâsî diye birisi var mı diye sordum. " Dün ziyaret ettik ya" dedi. O zaman Efendi Hazretleri'nin, Abdülhakîm Arvâsî ile aynı kişi olduğunu anlamıştım. Enver Abi'ye rüyamı anlattım. "Hak bir rüya. Tüm nimetler bizden önceki büyüklerden bize geliyor" dedi. Sabah namazından bir müddet sonra tekrar yatmıştık. Yine öyle mübarek bir rüya görmek istiyordum. Abdestli ve sağ yanıma yatmıştım. Rüyamda Hocamız'ı gördüm. Çok güzel bir çardakta idim. Hocamız geldi ve dizlerinin dibine oturmamı söyledi. Ona pür dikkat bakarken, gözlüklerimi aldı ve bana onların yerine yenisini yapıp vereceğini ama, bunda tek bir cam olacağını söyledi. Tamamlandığında tekrar bir araya girip çay içeceğimize söz verdiler. 

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf: 13]

(Abdullah Yerebakan ağabeyin hatıralarından bir kesit)

Ne hata yaptım?

 Büyük âlim ve velî Muhammed Sıddîk Arvâsî, Seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerinin oğludur.

“Otuz iki” yaşında Ermeniler tarafından şehit edildi.

Abdülmecid Efendi der ki:

Benim yazım düzgündü.

Hocamız Abdülhakîm Efendi, Muhammed Sıddîk'ın hilâfetnâmesini bana yazdırdı.

Bunu yazdırdıktan sonra bizimle hiç ilgilenmedi.

Bir hafta böyle geçti..

Muhammed Sıddîk Efendi;

“Herhâlde benim bir kabâhatim oldu” diye üzülüyordu.

Başını kaldıramıyordu.

Mahcup bir hâli vardı.

“Ne hatâ yaptım?” diyordu.

Abdülhakîm Efendi, bana;

"Muhammed Sıddîk'a söyle, yarın atına binsin ve buralardan gitsin” buyurdu.

“Peki efendim” dedim.

Ve kendisine bunu söyledim.

O da atına bindi.

Aynı gün yola çıktı.

Ve ayrılıp gitti.

Çevkan Suyu’nun yanına vardı.

O sırada Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, ardından gidip onu geri çağırdı.

Koluna girdi.

İki âşık gibi beraber yürüyerek geri geldiler.

Herkes onlara bakıyordu.

Muhammed Sıddîk'a hilâfetnâmesini verip, onunla halkın gözleri önünde çok fazla ilgilendi.

Çok iltifatlar etti.

Ve uğurlayıp gönderdi.

Ona, önce gösterdiği sert muâmeleye temasla;

"Her şeyi tamamdı, ancak kalbinde, (Seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerinin oğluyum) diye bir nokta vardı, onu da sildik” buyurdu.

Sen benim hem kızımsın hem de gelinimsin

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:

 Abdülhakim Efendi hazretleri, hem *Hanefî*, hem *Şâfiî* mezhebine göre nikâhımızı kıydı, düğünümüz de oldu. Velhâsıl beni Efendi hazretleri evlendirdi.


Düğün olduğunun ertesi gün, aldım ben bizim hanımı, birlikte Efendi hazretlerine gitdik. *Fâtih*’den *Eyübe*, Efendiyi ziyârete gitdik. Odada başka kimse yokdu. 


Efendim, bu sabah bunlar hâtırıma geldi de anlatıyorum size. Çok tatlı hâtıralar bunlar. Evde bugün bunları, o tatlı günleri hatırladım da *Ağladım* evde bu sabah. 


Velhâsıl ertesi gün Efendi hazretlerine gitdik. Odaya girdik, tenhâ idi, kimseler yokdu. Efendi hazretleri tek başına oturuyordu. Bizi de karşısına oturtdu, yan yana. 


Efendi hazretleri benimle başdan konuşmadı. Evvelâ bizim hanıma; *Hilmi’den memnûn musun?* buyurdu. Çok büyük bir imtihân geçirdim. 


Ya, *Râzı değilim, memnûn değilim!* derse, diye ödüm patladı orada. Acabâ ne cevap verecek diye merakla bekledim. Bizim hanım da; *Memnûnum*, dedi, o kadar. 


Başka birşey demedi. Ben de sevindim tabii. Bu sefer bizim hanıma ne dedi biliyor musunuz? *Sen benim kızım mısın, gelinim misin?* diye sordu. 


Tabii hanımanne sustu, şaşırdı çünkü. Ben de öyle dinliyorum. Bizim hanım cevap vermeyince, Efendi hazretleri kendisi cevap verdi. Ne dedi biliyor musunuz?


Bana, en büyük müjdeyi verdi orada. *Sen benim, hem kızımsın, hem de gelinimsin*, dedi. Ne demek gelinimsin? Bunun mânâsı; *Hilmi, benim oğlumdur*, demekdir. 


Bunun mânâsı budur. Ben bu *Müjde*’yi aldım elhamdülillâh. Ne büyük ni’met. Bu da, benim için ikinci *müjde* oldu. Efendi hazretleri, benim için *Oğlum* dedi. 


Efendi hazretleri beni şımartmamak için; *Hilmi benim oğlumdur*, demiyor da, bizim hanıma; *Sen benim, hem kızımsın, hem de gelinimsin*, diyor. Orada bu *Müjde*’yi aldım elhamdülillah.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin gördüğü bir rüyâ

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri Nehrî'de gördüğü bir rüyâ üzerine tahsîline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyâyı şöyle anlatmaktadır:


Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını âilemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsîl ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyâda Allah'ın Resûlünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risâlet makâmında oturmuşlardı. O'nun heybet ve celâli karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zât… Bu zât sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir suâl sordu: "Hayz zamânında bir kadının, câmiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir câminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resûlünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet yavaşca ve alçak bir sesle; "Dînin sâhibi hazırdır, buradadır." diye cevap verdim. Maksadım, şerîat sâhibinin huzûrunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resûlullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına rağmen cevâbımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defâ emir buyurdular.


Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin câmiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arzedeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış." diyerek rüyâmı tâbir etti. Babama; "Kâinâtın efendisi huzûrunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resûlullah'ın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevâbı verdi:


"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işârettir.


Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.


Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsîr gibi ilimlerin yanında kendisini mânevî yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, rüyâsında Allahü teâlânın Resûlünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurmuştu.


Nihâyet Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin huzûruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu. İstihârede şöyle bir rüyâ gördü:


Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi Seyyid Fehîm'e şu emri veriyordu: "Abdülhakîm'i al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamâmen yıka! Sonra ikimize de imâm olsun!.. Seyyid Fehîm hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccâdeye bırakıyordu.


Bu rüyâ onun talebeliğe kabûl edildiğine dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece cevâzımât-ı hams tâbiri idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'î, kesin demektir. Hams yâni beş adedi ise âlem-i emrin, latîfenin tasfiyesine işâret olduğu açıktı. Rüyânın başka tâbire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilâhî lütuf ve sonsuz bir ihsândı.

Cihâd

 Bismillahi'r-Rahmâni'r-Rahîm

Bizi İslâm Milleti'nden, müslimânlardan kılan Allâhü Teâlâ'ya hamd; Allâhü Teâlâ'nın alemlere rahmet olarak gönderdiği Rasûlü'ne, O'nun Âilesi'nin,Ehl-i Beyti'nin, Evladının, hanımlarının ve Eshâbı'nın hepsine salât ve selâm ederim.

Efendim;

Birkaç söz arz etmek isterim. Muvâfık görülürse, aynen veyâhud mes'elenin ruhuna dokunulmaksızın ba'zı kelimelerini ta'dîl ile gazetenizde derc edersiniz!

Gazetenizde intişâr etmekde olan "Esrârlı Hakîkatler" ünvanı altındaki tefrikanızda "Cihâd", "Cihâd-i Ekber ", "Sancak-ı Şerîf Çıkarılması ", "Şeyhülislâm'ın Beyânları" ve sâ'ir ba'zı ibâreler ve kelimeler gördüm. Gayet parlak; fakat içyüzü hakîkatden çok, pek çok uzak ve çürük olan bu ma'nâlar, o zemânlar fi'len vukû' bulduğundan ve şimdi de gazetenizde tefrika dolayısıyla hatırlattırıldığından; bu kelimeleri, İslâm Dîni'nin mahiyyetine ve hakîkatine aşina olmayan mü'min ferdlerin metîn i'tikâdlarını ve îmânlarını sarsmakla ve düşmanların kalblerinde yerleşmiş olan İslâm mehâbetini ve hürmetini de kal' ve kam' eder, kökünden kazır olarak buldum ve anladım.

Efendim; "cihâd" kelimesi, Arab Lugati'nde "Tam bir himmetle, gayretle çok çalışmak, cehd etmek" ma'nâsınadır. İslâm ıstılâhında da "Hâlisan ve muhlisan ancak ve ancak, sırf İslâm Dîni'nin ulviyyeti, yayılması, yardımı uğurunda tam bir azmle, himmetle, gayretle, cehdle çarpışmak, döğüşmek, muharebe etmek" demektir. "Cihâd'ın ve "gazâ"nın ma'nâsı birdir. Muharebe, bu niyyetle olursa, "cihâd" olur ve mutlak sûretde ve her halde galibiyyetle, zaferle nihayet bulur. Bu maksadla yapılan hiçbir muharebe mağlûbiyyet ile bitmez ve bitmemiştir. Zîrâ, Allâhü Teâlâ'nın nusreti, yardımı cihad edenlerle beraberdir. Bunun iki çeşit delîli vardır: Birincisi, naklî delîller ya'nî Âyet-i Kerîmeler ve Sahîh Hadîs-i Şerîfler'dir. Bunlar, İslâm'ın hakîkatine âşinâ ve kalbleri bu hakîkate âgâh olanlara gayet aşikardır ve apaçık meydandadır.İkinci delil ise, sûrî ya'nî maddi delil olup, yukarıda beyan ettiğim vech ile, cihâd var iken İslâm'ın her yerde gâlib ve hakim bulunup hiçbir zemânda, hiçbir mekanda ve hiçbir suretle mağlûb olmadığı, mağlûb edilemediğidir ki, icmâlî olarak arz ederim.

Allah yolunda cihad eden iki yüz kişi de olsa, bir devlete gâlib gelir. Kılıç ya'nî zemânın silahı kâfîdir. Erzaka ve sâ'ireye lüzum kalmaz. Evet, yeryüzünde on iki bin müslimân olsa, müslimânlar mağlûb olmaz. Fakat bu müslimânların bir imam idaresinde bulunması lazımdır. Müslimânlar, müteferrika, darmadağınık olmamalıdır. 

"Cihâd-i Ekber" ya'nî  "en büyük cihâd", her mü'minin bizzât kendisinin en büyük düşmanı olan nefsi ile mücâdelesinden, mücâhedesinden, muharebesinden; kendi nefsi ile uğraşmasından; ya'nî ahlâk-ı zemîmesinin ahlâk-ı hamîdeye tahvîline çalışmasından ibâretdir.

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın hicretlerinin başlangıcından Ebû Bekr-i Sıddîk'ın "radıyallahü anh" halifelikleri zemânına kadar olan se'âdet devrinde yapılan bütün gazalarda ve bütün seriyyelerde ya'nî gerek Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın emîr ve kumandan olarak bizzat bulundukları muharebelerde ve gerekse nasb ve ta'yîn buyurdukları herhangi bir kumandanları idaresinde yapılan muharebelerin hiçbirisinde, düşmanlarının her husûsda kendilerinden üstün bulunmalarına rağmen, İslâm mücâhidleri mağlûb edilememiş; on sene gibi cüz'î bir zemânda bir şehrden Arabistan Kıt'ası gibi geniş bir ülke İslâm'a dahil olunup kâfirler yerle bir edilmiş; Ebû Bekr-i Sıddîk'ın "radıyallahü anh" halifelikleri zemânında Arablar ile yapılan bütün muharebelerde İslam mücâhidleri muvaffak ve muzaffer olmuştur.

İmâm-i Ömer "Radıyallahü anh" , on seneyi geçen halifelikleri zemânında her nereye teveccüh ettiyse, Allâhü Teâlâ'nın satveti ve nusreti kendileriyle beraber olduğu halde bütün muharebelerde gâlib gelmiş, hiçbir yerde, hiçbir zemânda ve hiçbir suretle mağlub olmamış ve mağlûb edilememiştir. Yine halifelikleri zemânında tâ Kum Dağları'na kadar bütün Afrika Kıt'ası mübarek ellerine geçip Mısr ve Mısr Kıt'aları İslâm Ülkesi'ne dahil olup İslâm'ın satveti altına girmiş; Yemen, Asîr,Aden, Hadramût, Çelîpâr, Bahreyn,Meskat,Necd,Katîf, İslâm hükmüne dahil edilmiş; Arab Irâkı,Acem Irâkı, Kürdistan'ın temâmı,Acemistân, Efgânistân,Belûcistân Nihâvend, tâ Filîpîn Adaları'na kadar ülkeler İslâmiyyet'in satvetine ve şevketine boyun eğmiş; Güneş'in doğup da battığı yerler arası hep îmân nûruyla nûrlanmış, her taraf İslâm ile şereflenmiştir. O zemânlar dünyanın en büyük iki devletinden biri olan Mecûsî Kisrâ Devleti mahv ve perîşân ve Mecûsîler darmadağın edilmiş; hadde ve hesaba sığmayacak kadar çok ganimet İslâm'ın eline geçmiştir. Cüz'î bir zemân içerisinde İslam'ın hükmü Doğu'da, Batı'da, Kuzey'de,Güney'de velhasıl dünyanın her tarafında tahkîm ve te'sîs edilmiştir. Yine bu on senede Hind ve Sind ahâlîsinin Büyük bir kısmı imana gelip İslâm ile şereflenmiş; Doğu Hindistan, Batı Hindistan, Deşt-i Kıpçâk, Güneş'e tapan bütün Türkistan ve o zemânın en meşhur ve en mu'azzam şehrleri olan Hîve,Buhârâ, Semerkand, Taşkend,Gazneyn, Kandhâr ve Hârezm İslâm hududuna dahil edilmiş, buraların ahalisi İslâmiyyet ile şereflenmişlerdir. Kuzey'e doğru Kafkâs'a,Kırım'a ve Kazan'a kadar uzayan Rus memleketi de İslâmiyyet'in satveti ve saltanatı altına girmiştir.

Emevî melikleri zemânlarında yedi sene kadar devam eden İstanbul muhasarasında mücâhidlerin emîri Mesleme bin Abdülmelik, İstanbul imparatorunu sulha mecbûr edip, imparatorun ahd ve va'd ettiği vechile atının üzerinde Eğrikapı'daki sûrlardan şehre girip ve yine atından inmeden gittiği Ayasofya'dan taleb ettiklerini koparıp, alıp Şam'dan İstanbul'a kadar bütün memleketleri zabt ederek buralarda İslâm ahkâmını icrâ etmiştir. 

Endelüs'e geçen çok az sayıdaki İslâm mücahidleri kendilerinden çok, pek çok sayıdaki düşmanlarına gâlib gelmişler; çok kısa bir zemânda koca kıt'ayı zabt ve İslâm hükmünü te'sîs, tahkîm ile ilmler ve ma'rifetler neşr etmişlerdir.

Bağdâd Hükûmeti ve onlara tâbi' olan yirmi kadar İslâm Hükûmeti de İslâmiyyet'in esaslarını az bir zemân içerisinde âlemde yaymışlar, İslâm Mülkü'nü genişletmişler ve İslâm ahkâmını te'sîs ve tahkîm etmişlerdir.

Bunların hepsi, yukarıda icmâlen yazdığım hâlis ve muhlis niyyetlerle yapılan ve böyle olduğu için de Allâhü Teâlâ'nın nusretini ve zaferini va'd ettiği cihâd idi.

Sultan Salâhuddîn-i Eyyûbî de, senelerce devam eden Ehl-i Salîb ya'nî Haçlı Muhârebeleri'nde her sûretle mücehhez, mükemmel ve sayıca çok üstün Ehl-i Salîb'e Allâhü Teâlâ'nın nusretiyle karşı koyup galebe çalmıştır. Kralları başta olduğu halde bütün Avrupa, bütün himmetlerine ve gayretlerine rağmen münhezim olmuş, bozguna uğratılmış; en büyük gâyeleri olan Kudüs'ü İslâm'ın elinden alamamışlar, büyük hüsranlarla zelîl ve murâdlarına kavuşamadıkları halde dönüp gitmişlerdir. Haçlılar ile muhârebe eden İslâm mücâhidlerinin niyyetleri hâlis ve muhlis cihâd idi.

Daha sonraları, Osmanlı sultanları zemânında bütün Avrupa ile yapılan Kosova Meydan Muhârebesi ve Fatih Sultan Muhammed'in o zemânın en metîn, en muhkem, her taraftan denizle, kalın surlarla, birbirinin gerisinde kademeli su bendleriyle ihâta olunmuş dünyanın en müstahkem kal'ası İstanbul'u fethi de İlâhî nusret vasıtasıyla ve buna vedî'a olan cihâdla olmuştur. Bunun gibi, çocuklarının ve torunlarının az bir zemân içerisinde İslâm Mülkü'nü Viyana Sûrları'na kadar genişletip İslâmiyyet'in şevketini ve satvetini asrlarca icrâ etmeleri yine bu cihâda teferru' eden, bu cihâdla alâkalı İlâhî nusretledir. Çok yakın zemânda, Gâzî Edhem Paşa'nın emrindeki ve kumandasındaki İslâm mücâhidleri yine bu İlâhî yardımla birkaç gün gibi cüz'î bir zemânda Yûnân'ı Atina'ya kadar sürdüler. Bunların temâmı cihâda vedî'a olan nusretle icrâ edilmiştir ve bunun içindir ki, her bir muharebe tam bir zaferle ve galibiyetle neticelenmiştir.

Bu muharebelerin hepsinde düşmanlar harb âletleri, techîzât ve sayıca dâ'imâ üstün ve kat-be-kat çok idiler. Bununla beraber kâfirler, muharebelerin hepsinde yerle bir edilmişler ve müslimânlar dâ'imâ hâkim ve dâ'imâ gâlib olmuşlardır.

Asr-ı Se'âdet'den bu son zemânlara kadar İslam sultanlarından hiçbirisi tarafından "Cihâd-i Ekber" i'lân edilmemiş ve "Sancâk-ı Şerîf" çıkarılmamış; bu, belki hatırlarına bile gelmemiştir. Umûmî Muhârebe'de [Birinci Dünya Savaşı'nda] nasılsa işi elde eden rezil ve alçak ba'zı kimseler, kendi fâsid fikrlerini, emellerini ve habîs maksadlarını dîn perdesi altında icrâ etmekte fâ'ideli gördüler. Buna binâ'en çok büyük, ifade edilemeyecek kadar çok büyük iki suçu ya'nî "Cihâd-i Ekber" i'lânı ve "Sancâk-ı Şerîf"in çıkarılması gibi iki büyük suçu işlemekte bir be's görmeyerek bu muhterem ibâreleri ve kelimeleri heder ettiler.

Dînde "Sancâk-ı Şerîf" çıkarmak yoktur! Hiçbir zemân böyle yapılmadı. Bunu, Enver Paşa ihdâs etti. "Cihâd-i Mukaddes" kelimesindeki "mukaddes" ibâresi, Hristiyânlıktan alınmıştır. İslâmiyyet'de "Kudsî" deniyor.

Umûmî Harb'deki "Cihâd-i Ekber" i'lânı, şeytânın ilkâsıyla söylenmiştir. Bu, cihâd değildi. Onun için mağlûb oldular. Bunların gâyesi, Hilâfet-i İslâmiyye'yi ya'nî İslâm Hilâfeti'ni, İslâm Halîfeliği'ni yıkmak idi. Allâh, belâlarını versin! Türkistân'da olup kâfirlerin tâm gâlibiyyetiyle netîcelenen ve birçok müslimânın heder olan kanı da yine o rezîl, aşağılık kimselerin eserlerinden olarak dökülmüştür.

1313 Yûnân Harbi [1897 Teselya Harbi] cihâd idi. 1293 [1877] Harbi, cihâd değil idi. Sultân Azîz'in vekîlleri tertîb etmişlerdi.

Umûmî Harb'in [Birinci Dünya Savaşı'nın] büyük bir mağlûbiyyetle sona ermesi üzerine doğan iki fâhiş zarardan, iki büyük afetden birisi; İslâm'ın hakîkatine vâkıf olmayan mü'min ferdlerin bu netîce ile "Hani yâ cihâdın galebesi, hani yâ cihâdın semeresi?!" diye i'tikâdlarının za'fa uğratılması ve îmânlarının sarsılmasıdır. Harbin büyük bir mağlubiyyet ile sona ermesinin doğurduğu fahiş zarardan ve iki büyük âfetden ikincisi, muharebede gâlib gelen İslâm düşmanlarının öteden beri kalblerinin derinliklerine kadar nüfûz etmiş, işlemiş İslâm hürmetinin, mehâbetinin, korkusunun ve dehşetinin bu gâlibiyyetleriyle kalblerinden sökülmüş, atılmış olmasıdır. Bunlar, hep yerinde olmayan hareketlerin, heder edilen muhterem ibârelerin ve lafzların netîcesidir.

[Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh"]

Not: Bu mektûb, Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî hazretleri tarafından "Tasvîr-i Efkâr Gazetesi" nde neşr edilen "Esrârlı Hakîkatler" adlı tefrikaya cevâb olarak yazılmıştır. "Cihâd'ın hakîkatlerini; hâlis, muhlis, sırf Allahü Teâlâ'nın rızası için yapılan muharebelerde İslâm mücâhidlerinin hiçbir zemânda ve hiçbir mekânda mağlûb olmadıklarını anlatmaktadır.

Kaynak: [Silsile-i Aliyye"nin son Altun halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî "kuddise sirruh" hazretleri]

Müellifler: Fuâd Âsım Arvâs, Şaban Er

Kızma!

 Bu Hadîs-i Şerîf'in ravîsi, Ebû Hüreyre "radıyallahü anh" hazretleridir. 

Sahabe-i kirâmdan birisi, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'a arz etmiş: "Yâ Rasûlallah! Bana bir nasihat et!" Allahü Teâlâ'nın Rasûlü "sallallahü aleyhi ve sellem" hazretleri de [Kızma!] buyurmuşlar. Bir daha arz edince, yine [Kızma!] buyurmuşlar. Bir daha arz edince, yine [Kızma!] diye emr etmişler. 

Gadablanmak, ya'nî kızmak, bir ateştir. Kalb, donmuş kandan ibaretdir. Suyun altındaki ateşin şiddetlenmesiyle, üstünde kaynayan suyun galeyâna gelip taşması gibi, kalb de kızınca, taşar. Bütün vücûddaki damarlar, kalbe bağlıdır ve kalbdedir. Kalbdeki ateş, vücûdun bütün uzvlarına, sinirlerine, damarlarına yayılır. Kalb temâmen boş olursa, derhal ölür. Kalbin sektesi, budur. Kalbin hayatı, kan iledir. Kalb kızdığında, kalbden gönderilen kan, gözün içindeki damarlara kadar te'sîr eder ve göz kızarır. Ellerin hareketleri gayr-i ihtiyârî darbelenir ve bu darbelerde şiddetli olur. Dil, gayr-i ihtiyârî söyler. Ayakların kuvveti artar; uçar gibi yürür. Ba'zan olur ki, utanır veya korkar. Etrafındaki kanlar, içeriye gider. Kalbden taşınca da, ölüm vâkı' olur. Her çeşit günâh, kalbin kızmasındandır. Hadîs-i Şerîf'de üç def'a tekrar buyurulmasının sebebi, budur. Dinde, bu lâzımdır. Her fesâd şey'in, her şerrin menşe'i, gadabdır, kibrdir, haseddir ve ucbdur.

[Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh"] 

Kaynak: [Silsile-i Aliyye"nin son Altun halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî "kuddise sirruh" hazretleri]

Müellifler: Fuâd Âsım Arvâs, Şaban Er

Tütün mes'elesi

 Tütün hakkında hiçbir nehy, yasaklama mevcûd olmadığı halde, nasıl haram veya mekrûh olabilir?! Kahvenin ve tütünün kullanılmasında vâcib olmak, haram olmak, mekrûh olmak, müstehab olmak ve mübah olmak üzere beş vech vardır: Bir kimse, mazarratı ya'nî zararı mûcib olduğunu bilse, hiss etse, tecrübe etse, içmesi haram olur. Bir illeti ve hastalığı varsa ve bu hastalığın ancak tütün ve kahve ile şifa bulacağını bilse ve başka şifası yoksa ve onu almaya muktedir ise, içmesi farz olur. Bilse ki hastalığı başka bir şeyle de şifa bulacak, tütünle de şifa bulacak ve onu almaya da kudreti var; o zemân içmesi, sünnet olur. Eğer malı kendisinin, evladının ve ailesinin nafakasına kifayet etmezse, kullanması mekrûh olur. Bu takdîrde et yemesi de, şerbet içmesi de mekrûhdur. Eğer bu sebeblerden hiçbirisi mevcûd değilse,mübahdır. Bir kadın, babasının evinde tütün içmeyi alışkanlık haline getirmiş, tütüne me'lûf olmuş ise, kocasının evinde o kadının nafakasına ekmek ve su gibi dahil olur.

[Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh"]

Kaynak: [Silsile-i Aliyye"nin son Altun halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî "kuddise sirruh" hazretleri]

Müellifler: Fuâd Âsım Arvâs, Şaban Er

Cennetteki makamını görmek için

 Bir Ramazan-ı şerîfin ikinci yarısında Bâyezid câmi-i şerîfindeki va'z da "bir kimse aşağıda yazılı tesbîhleri, ya bir defada veya taksîm ederek okuduğu vakit, ya kendisinin bizzât, veya bir dostunun rüyâda Cennetteki makamını gördüğü kendisine söylenir: 

Sübhân-ed-dâim-il kâim, sübhânel-hayyil-kayyum. Sübhânel-melik-il kuddûs, sübhâne rabbil-melâiketi ver-ruh. Sübhânellahi ve bi-hamdihi. Sübhânel-aliyyil-a'lâ, sübhânehü ve teâlâ.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

[Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı,2.cild,sf: 283]

Allah'ın kahrından ve gazabından kendini muhafaza et !

 {Her nerede olursan ol, Allah'ın kahrından ve gazabından kendini muhâfaza et! Bir günahın ardından hemen bir haseneyi, iyiliği ulaştır ki, o günâhı mahv edesin! İnsanlara da güzel hulkla, huyla mu'âmele et!}

Bu Hadîs-i Şerîf'in râvîsi, Ebû Zerr Cündüb bin Cünâdeti'l-Gıfârî "Radıyallahü anh" Hazretleri ve Ebû Abdirrahman Mu"âz bin Cebel "Radıyallahü anh" Hazretleri"dir.

"Vikâye" "muhâfaza" demektir. "Allahü Teâlâ'nın kahrından ve gazabından kendini muhâfaza ya'nî vikâye et!" demektir. "Kahr", yok etmek" demektir. Allah,yok eder; gazab eder, iyilik etmez; bunlardan korkun! Kahr ve gazab, ebedî ve muvakkat olmak üzere iki kısımdır. Ebedîsi, kâfirlere mahsûstur. Sonsuz, zemânsız demektir. Kâfir, Allahü Teâlâ'nın düşmanıdır. Allahü Teâlâ'nın azabından kurtulması, onun için bir iyiliktir. Düşmanına iyilik, kendisine düşmanlıktır.

Zât-i İlâhî Celle Celâlühû, kendi zâtının muhibbidir, kendi zâtını sevendir. Kendisi, kendisinin mahbûbudur. Allah hem kendi zatına muhibdir ve hem de kendi zatının mahbûbudur. Vâhidün 'ale'l-ıtlâkdır; "bir"dir. Kendisini sevmesi i'tibârıyla, muhibdir. Sevilmesi i'tibârıyla, mahbûbdur.

Mûsâ Aleyhisselâm muhibliğe, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm mahbûbluğa mazhar olmuştur. Mûsâ Aleyhisselâm hem muhibdir ve hem mahbûbdur. Muhibliği, mahbûbluğunun üstündedir. Muhammed Aleyhisselâm hem muhibdir, hem mahbûbdur. Fakat mahbûbluğu, muhibliğine gâlibdir.

Mûsâ Aleyhisselâm, muhibliği i'tibârıyla niyâzlıdır; niyâz makamındadır. Muhammed Aleyhisselâm, mahbûbluğu i'tibârıyla nâzlıdır; nâz makâmındadır. Bir muhib, mahbûbundan hiçbir şey'i esirgemez. Bir muhib, mahbûbunun düşmanına küçük bir iyilik dahî etse, o iyilik nisbetinde mahbûbunu sevmemiş olur. Binâ'en aleyh, Allahü Teâlâ'nın muhibliği ve mahbûbluğu, nihayetsizdir. Allah, kendini sever; düşmanını sevmez ve düşmanını sevse, kendisini sevmemiş olur. Kendisini sevmemiş olursa da muhib olmaz. Muhib olmazsa, mutlaka ezelî kadîmliğinden, İlâhî kâmil sıfatlarından birisi tenâkus etmiş, noksanlaşmış olur. Bir Hadîs-i Şerîf'de {Eğer dünyânın temâmı tartılmış olsa ya'nî kıymetlendirilmiş olsa ve Allah'ın indinde bir sivrisinek kadar i'tibârı olsa, muhakkak Allahü Celle Celâlühû, kâfire bir yudum su içirmezdi.}buyurulmuştur. İnsanlar nasıl ki ahırlardaki gübreler gibi kıymetsiz şeyleri atarlar ve onları düşmanı da alsa, gücenmezler, belki memnûn olurlar; Allah da, sevmediği şey'i düşmanlarına verir. Bir sivrisinek kanadı kadar i'tibârı olmayan şeyleri, düşmanına verir. Muvakkat azâb, günâhla alâkalıdır. Zerre kadar îmânı olan, cehennem azâbında ebedî kalmaz. Muhtıra, ihtâr müslimânlara dünyâda verilen hastalıklar, fakirlikler, zarûretler hep günahların neticesidir. Seyyi'e, fenâlık, kötülük; hasene, iyilik demektir. Hadîs-i Şerîf'de buyurulduğu üzere her bir kötülükten sonra hemen bir iyilik etmek lâzımdır. Nemâzların hasenesi, böyledir. Küçük günâhları müte'âkıb kılınan nemâzlar, o günâhları mahv eder.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh")

Kaynak: [Silsile-i Aliyye"nin son Altun halkası Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî "kuddise sirruh" hazretleri]

Müellifler: Fuâd Âsım Arvâs, Şaban Er