Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Enver âbi* bana anlattı efendim. Geçen gün, birkaç kişi Enver âbiye gelmişler. Konuşma esnâsında bir tânesi Enver âbiye; *Siz, paraları dışarıya transfer etmişsiniz, halk böyle söylüyor*, demiş. 


Enver âbi de ona; *Peki, sen nasıl düşünüyorsun?* diye sormuş. O da; *Ben de öyle düşünüyorum* deyince, Enver âbi hemen kalkmış.


Bir *Kur’ân-ı kerîm* getirip, masanın üzerine koymuş. Sonra açıp, *Elleri* ni Kur’ân-ı kerîmin üzerine koymuş ve öyle söyliyene dönerek demiş ki:


Şu anda abdestliyim, *Vallâhi, Billâhi, Tallâhi*, ne *Benim*, ne de *Mücâhid* in, ne yurt içinde, ne de yurt dışında, kendimize âit özel bir *Hesâb* ımız yoktur. 


Böyle deyince, adamın yüzü *Kül* gibi olmuş. Enver âbi ayrıca şöyle söylemiş: 


Hocamız, beni bu işin başına koyduğu zaman, iki de şart koşmuştu. Birincisi; *Paraya elini sürmeyeceksin!* 


İkincisi de; *Yanına üzüntülü gelen her kimse, senin yanından sevinçli ve gülerek çıkıp gidecek!* Ben de buna riâyet ediyorum, demiş. 


Bir de şunu söylemiş: Bir gün, Hocamız; *Benim, şu anda, dünyâlık olarak çamaşırlarımdan ve kitaplarımdan başka hiçbir şeyim yoktur*, demişti. 


Ben de kendilerine; *Benim dünyâlığım sizinkinden az efendim. Çünkü, benim kitaplarım da yok!* dedim.


O kişiler, bunları işitince çok *Mahcup* olmuşlar, *Özür* dilemişler ve başları *Önlerinde* çıkıp gitmişler efendim. 

● ● ● 

Efendi hazretlerinin *Artık* larını yerken, içerken kalbim temizlendi. *Mü’minin artığı şifadır!* ya, bu büyüklerin artığı, hem bedene şifâdır, hem de kalbe şifâ, yâni *Mânevî* şifâ. 


Ben Lisedeyken okul *Birincisi* ydim. Merâsimlerde okulun en önünde *Ben* giderdim. Öğretmenler hep *Benim* le muhâtap olurdu. 


O zamanlar otomobil azdı. Bir otomobil görsem, *Benim de olsa!* derdim. Bir apartman görsem, *Benim de olsun!* derdim. 


Efendi hazretlerini görünce, bu düşünceler *Kaybolup* gitdi, *Silindi* tamâmen, Efendi hazreterinin *Himmeti* ve *Bereketi* işte.

GAVS’IN KÖPEKLERİ

 “Gavs-ı Hizânî Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri bir hârika idi. Kapısının köpeğinde bile hârikalar zuhûr ederdi.
Şöyle ki;
Verebîn köylüleri arasında bir çatışma oldu. Gavs’ın köpeklerinden ikisi bu köye gidip, köyü dolaştılar ve ölen kişinin kapısına gelip oturdular. Verilen et ve ekmekten yemeyip, katil afv olununcaya kadar bu evin kapısından ayrılmadılar.”
(Son Halkalar, sf 91, Süleyman Kuku)
...
Ey kardeşim!
Bu büyüklerin teveccühü köpeklere bile te’sir ediyor. Köpekler dahi onların teveccühü ile hârika hallere kavuşuyorken,
onları seven, sevmeye gayret eden, isimlerine hürmet ve edeb ile mukabele edenlere te’sir etmezler mi sanıyorsun?
Sevdiğin kadar tâbi olursun, tâbi olduğun kadar da sevilirsin.
Ne mutlu tâbi olan ve sevilenlere!

Dünya işleri üzülmeye değmez

Silsile-i aliyye büyüklerinin 23. halkası olan İmâm-ı Rabbânî "kuddise sirruh" hazretleri buyurdular ki;

“Dünya işlerinin bozuk gitmesinden ve halinizi toparlayamadığınızdan hiç sıkılmayınız! Çünkü dünya işleri, üzülmeye değmez. Bu dünyada olan her şey geçecek, yok olacaktır. Allahü teâlânın razı olduğu şeylerin arkasından koşmak lazımdır. Güç olsa da, kolay olsa da, bunları yapmaya çalışmalıdır. Aranılacak, gönül verilecek, Allahü teâlâdan başka hiçbir şey yoktur. Geçici, yok olucu şeylere gönül vermek pek yazık olur. Bu yolun büyüklerine olan sevgiyi, dünya ve ahiret saadetinin sermayesi biliniz! Bu sevginizin artması için, Allahü teâlâya dua ediniz! Bu sevgi, insanın islamiyet’e uymasını kolaylaştırır. Kalbin her an Allahü teâlâ ile olması, bu sevgi ile elde edilir. Eğer dünyanın bütün sıkıntılarını kalbe doldursalar, bu sevgi bulunursa, hiç üzülmemelidir.”

MAHMÛD EKİNCİ

Van eşrafındandır. Seyyid Abdulhakim Efendi'nin sevdiklerindendir. Efendi’yi çok sevenlerdendir. Bağlum’da Efendi’nin çok yakınında medfundur.


Bir gün Efendi’ye çok müsâfir geldi. Şeker bitti. Zaten vesika ile satılırdı. Akşamdan sonra bir grup misafir daha çıka geldi. Efendi Hazretleri, çay kaynatın buyurdu. Rahmetli Mekkî efendi der ki, biraz durduk. Efendi babam, tekrar “çay koyun” buyurdu. Bu sefer, “şeker kalmadı” diye arz ettik. “Bizim Ağa (Mahmûd Ekinci) gelir, şeker getirir” buyurdu. Yarım saat geçmeden Mahmûd Ekinci çıka geldi. Elinde Erzurum kesme şekeri paketi vardı.


Mahmûd Ekinci anlattı: Efendi’ye her gelişimde ayrılırken Van peyniri veya bölge mahsulü şeylerden bir şeyler ısmarlardı. Son defa ayrılırken bir şey söylemediler. Efendim, bir emriniz var mı? Dedim. Estağfirullah, yok, dediler. Peynir gibi bir şey istemez misiniz? Dedim. Lüzum kalmadı, dediler. Az bir zaman sonra İzmir’e nefy edildiler.

BU YOLUN ESASI

Seyyid Tâhâ (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri buyurdular ki;

“Şâh-ı Nakşibend (kuddise sirruh) tarîkatının esasını Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvân) yolu üzere kurdu. Onlar Resûlullahın (sallallahu teala aleyhi ve sellem) muhabbeti ile yetindikleri gibi, bize de mürşîde muhabbet yetişir.”

İRŞÂD EHLİ

 Gavs-ı Hizânî Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri, bazı kitablarda bazı evliya için “kuddise sirruh” bazıları için “rahmetullahi aleyh” denmesinin hikmeti nedir, diye Seyyid Tâhâ hazretlerine (kaddesallahu teala sirreh) sual arzedince, Seyyid-i Büzürk buyurdular ki;

“Birincisi nefsinden tamamen kurtulanlar, ikincisi nefsinden kendinde bir şeyler kalanlar içindir. Nefsinden tamamen kurtulmak irşâdın şartı değildir. “Rahmetullahi aleyh” denilenlerden de bir çoğu irşâd makâmına oturmuşlar, büyüklerin yolunda olup, faideli olmuşlardır.”

Ben seni evimde soyacağım

“Herkes âlemi, yâni insanları dağda soyuyor, ben seni kapımın önünde, evimde soyacağım. Senden Seyyid Fehîm’i alacağım”buyurdu Seyyid Tâhâ hazretleri, Seyyid Sıbgatullah hazretlerine (kaddesallahu teala esrarehum).Öyle de oldu.

Arvas, ehl-i olmayana nasib olmaz

KORKU VE ÜMİD

Bahçesaray’a adım atana kadar hiç gitmedi o korku içimden;

“Arvas, ehl-i olmayana nasib olmaz!”

Elhamdulillah, ki bu kusurlu ve gafil kulun o büyüklere olan muhabbeti kabul buyruldu da Arvas’ın toprağına, büyüklerin eteğine yüz sürmek nasib oldu.

Bu ihsanın şükründen acizim.

AHIRDAKİ ŞEYHÜLİSLÂM

Vaktâ ki Seyyid Tâhâ (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri ile Irak’taki Şeyhülislâm arasında bir husûmet peydâ oldu ve bir müddet görüşülemedi.

Şeyhülislâm, Seyyid Tâhâ hazretlerine gelmek istedi “İzin versinler Nehrî’ye gelip el ve ayaklarına kapanayım” 

diye haber gönderdi. Seyyid Tâhâ hazretleri 

“Onlarla meşveret edin ve onlara muhalefet edin” hadîs-i şerifi mucebince 

“Zevcemle meşveret ettim. Şeyhülislâm efendinin gelmesini tensîb ettiği için muhalefet ettim” 

şeklinde cevab gönderdiler.

Şeyhülislâm efendi durur mu! Atlayıp Nehrî’ye gelir. Doğruca ahıra girer. Seyyid Tâhâ hazretleri ayakkabılarını giymeğe vakit bulamadan çorablı olarak, ardından gidip; 

“Aman Şeyhülislâm efendi! Buyrun!” 

diyerek istikbâl eylemek (karşılamak) istediler. 

Şeyhülislâm efendi, ahırda ineğin bağını kendi boynuna geçirdi.

Seyyid-i Büzürk: 

“Ne yapıyorsunuz Şeyhülislâm efendi? Dîvânhâneye buyurun”

dediler. 

Şeyhülislâm;

“Allah’a yemin ederim ki (seni afv ettim) sözü mübârek ağzınızdan çıkmadıkça bu ip boğazımdan çıkmaz!”

diye arz ve  iltica etti.

Ve Seyyid-i Büzürk (Seyyid Tâhâ) hazretleri (kaddesallahu teala sirreh);

“Seni afv ettim” 

buyurdular.

Kudüs'ün kurtuluşu

 Ahmed Cevdet Pâşa Kısas-ı Enbiyâ kitâbında diyor ki:


Haçlı ordusu 1099'de Kudüs'e girdi. Şehirdeki halkın hepsini, kılıçtan geçirdi. Mescid-i aksâya sığınmış olan, yetmiş binden ziyâde müslümânı öldürdü. Bunların içinde, imâmlar, âlimler, zâhidler, eli silâh tutmaz ihtiyârlar çoktu. 


Hıristiyan barbarları, (Sahratullah) denilen meşhûr kıymetli taş yanındaki hazînede bulunan sayısız altın ve gümüş kandilleri ve pahâ biçilmez târihî eşyâyı yağma ettiler. Sûriyenin birçok şehri haçlıların eline geçti ve bir (Kudüs krallığı) teşekkül etti. Bu krallık ile müslumânlar arasında uzun seneler, yüzlerce muhârebeler oldu.


Nihâyet, Sultân Selâhuddîn-i Eyyûbî çeşitli savaşlardan sonra, 1186 senesinde, Hattin zaferi ile Cuma günü Kudüs'e girdi. Bir sene içinde, birçok şehirleri haçlılardan temizledi. Yüzbinlerce müslimânı esâretten kurtardı. Kudüs patrîki ve piskoposlar, papazlar, mâtem elbisesi giyerek, Avrupa'yı dolaştılar. İntikâm almak için, propaganda yapdılar. 


Papa mağlûbiyyet haberini işitince, kederinden öldü. Bütün Avrupada, yeniden haçlı ordusu kuruldu. Alman İmparatoru Fredrik, Fransa kralı Filip, İngiltere kralı Rişard, göğüslerine haçlar takınarak, birer büyük ordu ile geldiler. Kudüsü alamadılar. Mısır sultânı Melik Eşref 1290 senesinde, haçlıların merkezi olan Akkâyı ve diğer şehirleri alarak, haçlı seferleri nihâyet buldu.


Kaynak: Herkese Lazım Olan İman Kitabı

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâmdan bâzıları, Resûlullah Efendimize sallallahü aleyhi ve sellem demişler ki: 


Yâ Resûlallah, *hazret-i Ebû Bekr*, evinde Kur’ân-ı kerîm okurken o kadar *Sessiz* okuyor ki, dinlemek istiyoruz, ama hiç duyamıyoruz. 


*Hazret-i Ömer* de, o kadar *Sesli* okuyor ki, sokakdan bile duyuluyor. Bunların hangisi efdâl dir? diye sormuşlar. 


Efendimiz aleyhisselâm, hazret-i Ebû Bekre; *Yâ Ebâ Bekr!* Sen evinde Kur’ân-ı kerîmi çok *Sessiz* okuyormuşsun. Niye böyle yapıyorsun? buyurmuş. 


Hazret-i Ebû Bekr radıyallahü anh cevap verip; *Yâ Resûlallah, kim için okuyorsam, O beni duyuyor*, diye arz etmiş. 


Sonra Resûlullah Efendimiz, hazret-i Ömer’e; *Yâ Ömer!* Sen Kur’ân-ı kerîmi çok *Sesli* okuyormuşsun. Niye böyle yapıyorsun? buyurmuşlar. 


Hazret-i Ömer de radıyallahü anh cevap olarak; *Yâ Resûlallah, gâfilleri uyandırmak için öyle yapıyorum*, buyurmuş. 


Efendimiz aleyhisselâm cemâate dönmüşler ve; *İkisi de efdâldir. İkisinin de niyeti hayrdır*, buyurmuşlar. 

● ● ● 

Geçen gün bir hadîs-i şerîf okudum, dört maddelik. 


Birincisi; *Dünyâya, dünyâda kalacağın kadar çalış!* Yâni dünyâ çok kısadır, onun için boşuna yorulmayın, zahmet çekmeyin, demekdir bu. 


İkincisi; *Âhirete, orada sonsuz kalacağınız kadar çalışın!* Şimdi insanlar, *Sonsuz* un ne demek olduğunu bildikleri hâlde *Hiç* düşünmüyorlar.


O kadar matematik, geometri okuyorlar. Ama *Sonsuz* un ne olduğunu hiç düşünmüyorlar. Milyonda bir *İhtimâl* bile olsa, insan bundan sakınmaz mı?


Üçüncüsü; *Allahü teâlâya, muhtâc olduğun kadar şükret!* Yâni her an şükretmek lâzım. Neden? Allahü teâlâya *Muhtâc* olmadığımız bir an *Yok* da ondan. 


Dördüncüsü de; *Ateşe, dayanabileceğin kadar günâh işle!* Yâni hiç günâh işleme.

Mahzen-ül-ulûm

 Âlimlerin asırlardan beri kütüphaneleri süsleyen pekçok eserlerinden, din ve fen ilimlerine dair bilgilerden bahseden ansiklopedik bir eserdir. Bu eseri Seyyid Abdülzâde Muhammed Tâhir ve Serkiz Urpilyan yazmıştır.

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: Mahzen-ül-ulûm

Dürr-ül me’ârif

 (Dürr-ül me’ârif) kitâbı, îmân, ilm, ahlâk ve tesavvuf bilgilerinden bahsetmekdedir. İsmin ma’nâsı (ma’rifetler-yüksek bilgiler incisi)dir. Yazarı Şâh Râuf Ahmed müceddidî olup, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin yetiştirdiği büyük evliyâdandır. Üstâdının altı aylık sohbetleri esnâsında dile aldığı konuları yazmışdır.

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: Dürr-ül me’ârif

Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn

 Dört halîfenin ve Eshâb-ı Kirâmın bütününün büyüklüklerini, kıymetlerini menkıbeler ile çok uzun ve çok güzel anlatan bu kitâb, türkçe olup, ilk defa 1325 senesinde basılmıştır. Kitabevimiz yeniden 1998'de basdırmıştır. Bu kitâbı Seyyid Eyyûb hazretleri yazmıştır. On iki bâb dan oluşmakdadır.

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn

Şevâhid-ün Nübüvve

 Şevâhid-ün Nübüvve (Peygamberlik Müjdeleri) kitâbı, derin âlim ve büyük velî Mevlânâ Abdürrahmân Câmî hazretlerinin, “ŞEVÂHİD-ÜN NÜBÜVVE Lİ-TAKVİYET-İ EHLİL-FÜTÜVVE” adlı kitâbının tercümesidir. Muhammed aleyhisselamın peygamberliğine delîl olan alâmetler ve mu’cizelerinin beyânı hakkındadır. Kitâbda, bir mukaddime, yedi bölüm, bir hâtime vardır:

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: Şevâhid-ün Nübüvve

Namâz Kitâbı

 Küçük bir ilmihal niteliğinde olan bu kitâbda her müslümanın bilmesi zaruri olan Ehl-i sünnet i'tikâdı, namaz, abdest, gusl, teyemmüm, oruç, hac ve zekât bilgileri anlatılmaktadır. Namâz kitâbının sonunda, namâzın içinde ve dışında okunacak duâlar arabî olarak yer almaktadır. Namâz ve Namâzla ilgili bilgileri detaylıca içeren dokuz kısımdan oluşmaktadır.

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: Namâz Kitâbı

Kıymetsiz Yazılar

 İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i Elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendi hazretlerinin üç cild (MEKTÛBÂT) kitâbından ve oğulları Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretlerinin de üç cild (MEKTÛBÂT) kitâbından, çıkarılan kıymetli cümleler, Elif-ba sırasına göre tanzîm edilmiş, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine okunmuşdur. Dikkat ile dinledikden sonra, bunun adı (Kıymetsiz Yazılar) olsun demişdir. Okuyanın hayreti üzere, anlamadın mı, (Bunun kıymetine karşılık olabilecek birşey bulunabilir mi?) buyurmuşdur. Son sayfasında şu cümleler yer almakdadır:

(Fırsat ganîmetdir. Ömrün temâmını fâidesiz işlerle telef ve sarf etmemek lâzımdır. Belki temâm ömrü, Hak celle ve a’lânın rızâsına muvâfık ve mutâbık şeylere sarf etmek lâzımdır....)

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: Kıymetsiz Yazılar

İngiliz Câsûsunun İ`tirâfları

 1700’lü yıllarda İstanbul’a gelen ve orada çeşidli islâmi ilimleri ve lîsanları öğrenen İngiliz casusu Hempher’in, İslâm dünyâsını ve müslimânları parçalamak için yaptığı casusluk faaliyetlerini ve vehhâbîliği nasıl kurduğunu anlattığı hatıratının tercümesini içeren bu kitâb 3 bölümden oluşmaktadır.

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: İngiliz Câsûsunun İ`tirâfları

Cevâb Veremedi

Îsâ aleyhisselâma gönderilen ve hak kitâb olan İncîlin tahrîf edilmesi ile ortaya çıkan dört kitâb [Matta İncîli, Markos İncîli, Luka İncîli, Yuhannâ İncîli] hakkında bilgi vermekde, aralarındaki ihtilâfları açıklamakdadır. Kur’ân-ı kerîm ile İncîl karşılaştırılmakda, İncîlin tahrîf edildiği, hükümlerinin yürürlükden kalkdığı, Kur’ân-ı kerîmin bütün semâvî kitâbların hükümlerini yürürlükden kaldırdığı îzâh edilmekdedir. Îsevîlikdeki teslîs (üç tanrı) inancının yanlış olduğu, Allahü teâlânın bir olduğu, ilim ve kudret sıfâtları ilmî olarak açıklanmakdadır. Îsâ aleyhisselâmın insan ve Peygamber olduğu, ona tapılmıyacağı îzâh edilmekdedir. Yehûdîlik, Tevrât ve Talmud hakkında da bilgi verilmekdedir.

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: Cevâb Veremedi

Kıyâmet ve Âhıret

 Kıyâmet ve Âhıret kitâbında insanın ölümü, rûhun bedenden ayrılması, kabr hayâtı, kabr süâlleri, kıyâmet günü insanların hesâba çekilmesi, Cennet ve Cehenneme nasıl gidileceği büyük islâm âlimi, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin kitâblarından terceme edilerek geniş olarak açıklanmakda ve vehhâbîliğe cevap vererek evliyâlığın ne olduğu, kıyâmet günü herkesin sevdiğinin yanında olacağı konuları açıklanmakdadır.

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: Kıyâmet ve Âhıret

Eshâb-ı Kirâm

 Eshâb-ı Kirâm kitâbının başında, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın Eshâbının üstünlüğünü, Eshâb-ı kirâm arasındaki hadîseler, Eshâb-ı kirâma dil uzatanların haksız ve câhil oldukları anlatılmakda, ayrıca; (İctihâd) ın ne olduğu açıklanmakdadır.

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: Eshâb-ı Kirâm

İslâm Ahlâkı

 İslâm dîninin güzel ahlâkına ulaşmak için kurtulmak gereken 40 kötü ahlak ve bunlardan kurtulma çarelerinin anlatıldığı bu kitâbda aynı zamanda (Mızraklı İlmihâl) diye bilinen Muhammed bin Kutbüddîn İznîki hazretlerinin kitâbı esas alınarak yazılan Îmân ve ibâdet bilgilerini içeren Cennet Yolu İlmihâli bulunmaktadır.

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: İslâm Ahlâkı

Herkese Lâzım Olan Îmân

 İslâm dîninin bilinmesi gereken îmân esaslarını ve îmânın altı şartını kaynak kitaplardan aktararak detaylı bir şekilde açıklayan bu kitâb, aynı zamanda diğer dînler hakkında bilgiler de verip İslâmiyyet ile karşılaşdırmakda ve Müslümân olan meşhur yabancıların görüşlerine ve hayat hikâyelerine de yer vermektedir.

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: Herkese Lâzım Olan Îmân

Hak Sözün Vesîkaları

 Hak sözün vesîkaları kitabı Şî’îlik, Ehl-i Beyt, Eshâb-ı kirâm ve Ehl-i Sünnet hakkında bilgiler vermekde, Ehl-i beyt ile Eshâb-ı kirâmın birbirlerini çok sevdiklerini açıklamakda ve şî’îlerin kitablarını ve iftirâlarını gâyet ilmî olarak cevâblamakdadır. Komünistlik ve din düşmanlığı hakkında bilgiler de veren kitâbda İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin (Eyyühel-Veled) tercemesi ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâl tercemesi de bulunmaktadır.

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: Hak Sözün Vesîkaları

Fâideli Bilgiler

 İslâm dîni ve Ehl-i Sünnet i’tikâdı hakkında öz bilgiler verilen kitâbda, islâmî ilimlerin ve fıkh âlimlerinin sınıflandırılması, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin hayâtı anlatılmaktadır. Üç kısımdan meydâna gelen Fâideli Bilgiler kitâbında dinde reform yapmak isteyenlere, İslâm dinini bozan zararlı cereyân ve fikirlere ve cebriyye, mu’tezîle, vehhâbîlik gibi sapık fırkalara cevâb verilmektedir.

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: Fâideli Bilgiler

Mektûbat Tercemesi

 971 [m.1563] de doğan ve 1034 [m.1624] de vefât eden, ikinci bin yılın müceddîdi, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendi hazretleri, Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i Şerîflerden sonra, en kıymetli üçüncü kitâb olan (MEKTÛBÂT) kitâbını yazmışdır. İnsanoğlunun rûhî hastalıklarının tedâvî yollarını göstermiş, islâm dînine nasıl inanılacağı, ibâdetlerin ehemmiyyeti, Evliyâlık, Resûlullahın güzel ahlâkı, islâmiyyet, tarîkat ve hakîkatin ayrı ayrı şeyler olmadıklarını îzâh etmişdir. Üç cild ve aslı fârisî olan mektûbât kitâbında (536) mektûb vardır.

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: Mektûbat Tercemesi


Tam İlmihal Se`âdet-i Ebediyye

 (Tam İlmihâl-Se’âdet-i Ebediyye) kitâbı, üç kısımdan meydâna gelmişdir:


I. kısımda; İslâm dînine nasıl inanılacağı, ehl-i sünnet i’tikâdı, İslâm dinine iftirâ edenlere cevâblar, Kur'ân-ı kerîm ve tefsîrler, kur'ân-ı kerîmdeki ilmlerin sınıflandırılması, Nemâzın ehemmiyyeti, farzları, abdest, gusl, nemâz ile ilgili bütün husûslar, kaza nemâzları, Cum’a ve bayram nemâzları, Zekât, Ramezân Orucu, Sadaka-i Fıtr, Yemîn ve Yemîn Keffâreti, Adak, Kurban Kesmek, Hac, Mübârek Geceler, Hicrî ve Mîlâdî Senelerin birbirine çevrilmeleri, Selâmlaşmak, Muhammed aleyhisselâmın hayâtı, bütün husûslar, kaza nemâzları, Cum’a ve bayram nemâzları, Zekât, Ramezân Orucu, Sadaka-i Fıtr, Yemîn ve Yemîn Keffâreti, Adak, Kurban Kesmek, Hac, Mübârek ahlâkı, anne, baba ve dedelerinin mü’min oluşu, Sübhâne Rabbîke âyeti hakkında bilgiler... yer almakdadır.


II. kısımda; Îmân, Akl, Kaza-Kader, Tefsîr ve Hadîs kitâbları, Hadîs âlimleri, Allahü teâlânın ismleri, Mezheb, Fıkh, İmâm-ı A’zam hazretleri, Vehhâbîlere Ehl-i Sünnetin cevâbı, Evliyâ rûhlarından faydalanma, Bozuk dinler, hurûfîlik, Sosyalizm ve Sosyâl adâlet, İslâmiyyetde nikâh, Talâk, Süt kardeşlik, Nafaka, Komşu hakkı, Halâl ve Harâmlar, İsrâf ve Fâiz, Fen Bilgileri, Tevekkül, Müzik ve Tegannî, Cin hakkında bilgi, Bir Müslimân babanın kızına nasîhatları, Mu’cîze, kerâmet, firâset, istidrâc ... gibi konular yer almakdadır.


III. kısımda, İslâmiyyetde kesb ve ticâret, Bey’ ve Şirâ’, Alış-verişde muhayyerlik, Bâtıl, Fâsid ve Mekrûh Satışlar, Ticârette adâlet ve ihtikâr, dinini kayırmak, ihsân, Banka ve Fâiz, Şirketler, Cezâlar, Ölüm ve Ölüme Hâzırlık, Meyyite Hizmetler, Ferâiz, Meyyit için İskât ... gibi konular yer almakdadır.


Ayrıca konular arasında, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ve oğlu Muhammed Ma’sûm hazretlerinin (MEKTÛBÂT) kitâblarından çeşitli mektûblar vardır.


Son bölümde (1020) zâtın hâl tercemesi yer almakdadır. Fihrist bölümünde zâtlar, kitâblar, mevzû'lar fihristleri vardır.


Bine yakın eserden uzun bir zemânda hâzırlanan bu nâdîde eserde; insanı se’âdete kavuşduracak bütün husûslar yer almakdadır.

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: Tam İlmihal Se`âdet-i Ebediyye

El-münkızü mined-dalâl

Bu kitâb içinde, beş risâle vardır.

Birincisi (El-münkızü mined-dalâl) olup, büyük islâm âlimi İmâm-ı Gazâlî yazmışdır. Yunan felsefecilerine cevâb vermekde, İslâm bilgilerini övmekdedir.

İkincisi, (İlcâm-ul-avâm) kitâbı olup, yine İmâm-ı Gazâlî hazretleri yazmışdır. Mezhebsizlerin yanlış yolda olduklarını bildirmekde ve kendilerine cevâb vermekdedir. [İmâmları, Ebû Mansûr Mâtürîdi ve Ebûl-Hasen Eş’arî olan Ehl-i sünnet vel cemâ’at mezhebinden, selefîlik diye bir ehl-i sünnet mezhebi yokdur.]

Üçüncüsü, (Tuhfet-ül-erîb) olup, papaz iken müslimân olan, Abdüllâh-ı tercümân yazmışdır. Hıristiyanlık dînini incelemekde, hıristıyanların ellerinde bulunan İncîl denilen dört kitâbın yanlış yerlerini ortaya koymakdadır.

Dördüncüsü, (Rûh-ul-beyân) tefsîrinden seçme, hıristiyanlık hakkında kıymetli bir yazıdır.

Beşincisi, İbrâhim Fasîh Hayderînin (Tuhfet-ül-uşşâk) kitâbı olup, bir tesavvuf risâlesidir.

Kitabı okumak için lütfen linke tıklayın: El-münkızü mined-dalâl

HALÎFE MUSTAFA



Halife Mustafa (kaddesallahu teala sirreh) Seyyid Tâhâ  (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin halîfesi idi.

“Müminin ferasetinden sakının! Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.” 

hadîs-i şerifinin ma’nâsına kavuşmuş mü’min-i kâmil ve mürşid-i kâmil idi. Öyle ki evliyâlık nûru ile bir kimsenin yüzüne baksa, mesela hangi namazı kaçırdığını anlardı.

İlm ve ma’rifet ehli olup, çok kerim ve kuvvetli amel sahibi idi. Dînin yayılması için bütün varlığı ile çalışırdı. 

Âlimleri çok sevdiğinden, fazîletli büyük âlim Abdülhakîm Siyalkutî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin ismini evladına verdi.

İşte o evladı mürşid-i kâmil-i mükemmil Esseyyid Abdülhakim Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri idi.

Allahu teala şefaatlerini ihsan buyursun.

Amin.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


On sene evvel, *Beylerbeyi* nde oturuyordum. Birkaç sene oturduk. Orada Beylerbeyi serâyının *Bekçi* lerinden biri ile *Ahbap* olduk, yaşlı bir adamdı. Birgün dedi ki: 


Sultân Abdülhamîd Cennet mekân, Beylerbeyi serâyında iken, *Polis* ler Onu nöbetle bekliyorlardı. Polisin birinin, o gece *Çocuğu* dünyâya gelecekmiş. 


Tesâdüf, o gece de *Nöbetçi*. Birkaç çocuğu var, ailesi kalabalık. İttihatçılar zamânında herşey *Pahalı*. Polis, yarına ne olacağını bilemiyor. *Parası* da yok. Düşünüyor, taşınıyor. 


En son diyor ki: Böyle *Sıkıntı* içinde yaşamakdansa, yârın sabah, nöbeti *Teslîm* etdikden sonra, rıhtımdan kendimi denize atıp *Öleyim*, bu sıkıntılı hayâtdan kurtulayım. 


Adamcağız, böyle *Karar* veriyor. Tam nöbeti teslîm etmeye birkaç dakîka kala, yukarıdan *Pencere* açılıyor. Sultân Hamîd Cennet mekân hazretleri pencereden sarkıyor. 


Aşağıya bir kese *Altın* atıyor ve; Evlât! evlât! Al şu *Kese* yi, sana hediyem olsun. Çoluk çocuğuna sarfedersin. Sakın *İntihâr* etmeye kalkışma, intihâr çok büyük *Günâh* dır! diyor.


Ve içeri çekiliyor. *Polis*, ağlıya ağlıya bunu bana anlatdı ve Sultân Hamîdin, Allahın bir *Velîsi*, Allahın bir *Evliyâsı* olduğunu, *Yemîn* ederek ve ağlıyarak söyledi. 

● ● ● 

*Edeb*, haddini bilmekdir. Benim *Sınır* ım ne? İşyerinde, evde, cemiyetde, her yerde, herkesin bir *Sınırı* vardır kardeşim. O sınıra *Riâyet* edilirse, dünyâ *Cennet* olur. 


Dikkat edin, bütün *Üzüntü* ler, bütün *Kavga* lar, hep *Sınır* tecâvüzünden oluyor. Evin hanımı, kendi *Sınırı* nı bilirse, erkek de kendi *Sınırı* nı aşmazsa, o ev *Cennet* olur. 


Peki efendim, bu *Sınır* nedir? İşte bu, bir *İlim* dir, bir *Bilgi* dir. Yâni öğrenecek. İşte bizim *İlmihâl*, açsın okusun. Bunu öğrenmiyen, *Sınır* tanımaz ve olanlar olur.


*İlim* çok mühim, ama önce *Îmân*. Velhâsıl îmân da, ibâdetler de, *İlme* bağlı, yâni *Bilme* ye bağlı. Peki, ilim nedir? İlim, *Kitap* okumakdır. 


Her zaman söylüyorum, hattâ *Vasiyet* ime de yazdım. Arkadaşlar, her *Gün* hiç olmazsa bir iki sayfa *Kitap* okusunlar! diye. 

 

Biz, *Tam İlmihâli*, rafda dursun diye yazmadık kardeşim. Önce biz okuyacağız, öğreneceğiz. Çünkü büyükler; *Bilmeden müslümânlık olmaz!* buyuruyorlar.

MERDİVENDEKİ EDEB



Seyyid Taha (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri, kendisini Mevlana Halid-i Bağdadi'ye (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerine götüren velinimeti amcası Seyyid Abdullah-i Şemdînî hazretlerine bu büyük nimetin şükrü olarak, hep hürmet ve hizmet etti. Onu hep iyilikle andı ve ruhuna pek çok sevaplar hediye etti. 

Buyurdu ki: 

"Vefat ettiğimde benim kabrimi kabristanın en üst tarafına yapınız ki, sırf beni ziyarete gelenler, amcam Abdullah hazretlerinin kabrine uğramak mecburiyetinde kalsınlar. Onu da ziyaret ederek mübarek ruhuna sevaplar hediye etsinler." 

O kabristanın bir yolu vardır. Seyyid Abdullah'ın  (kaddesallahu teala sirreh) kabri giriştedir.

...

Fotoğrafta görülen türbe ve kabir Seyyid Abdullah-i Şemdînî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerine ait olub, yukarı çıkan merdivenler ile Seyyid Tâhâ-i Hakkârî ile kardeşi ve halîfesi Seyyid Muhammed Sâlih (kaddesallahu teala esraruha) hazretlerinin kabirlerine ulaşılır.

...

Allahu teala şefaatlerini ihsan buyursun.

Amin.

Sofu Baba

Van evliyâsından. İsmi Mustafa Efendidir. Sofu Baba adıyla meşhûr oldu. Van eşrâfından Abdullah Tüfekçibaşızâde'nin torunu olup babasının adı Abdurrahmân Efendidir. On dokuzuncu yüzyılın son yarısında Van'da yaşadı. Kabr-i şerîfi İpek Yolu üzerinde olup, ziyâret mahallidir. Kabri yanında kendi adıyla anılan Sofu Baba Câmii vardır.


Mustafa Efendi gençliğinde evliyânın büyüklerinden ve Peygamber efendimizin soyundan olan Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerini tanımakla şereflendi. Tanıması şöyle anlatılır:


Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretleri her sene Van'a gelir, Şâbâniye mahallesindeki câmide halka vâz eder, ilim ve edep öğretirdi. Vâzlarına devâm edenler arasında Mustafa Efendi de vardı. Seyyid Fehîm hazretleri sıcak bir yaz günü dersine gelen talebeleri imtihan etmek maksadıyla; "Birisi olsa da Erek Dağından bir tabak kar getirse. Bir karlı su içseydik." buyurdu. Mustafa Efendi sessizce bu işe tâlib oldu. Binbir zorlukla kısa zamanda dağa gidip kar getirdi. O zaman Seyyid Fehîm hazretleri ona ismini sordu ve duâ etti. O sırada Mustafa Efendi'de bâzı haller görüldü ve ağlamaya başladı. Gönlü her şeyden boşalıp muhabbetle doldu. Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerine candan âşık oldu. Sonra hocası Van'da kaldığı müddetçe yanından hiç ayrılmadı.


Sofu Mustafa Efendi anlatır: Bir zaman Başkale'den Suvar Ağa ile birlikte Van'a koyun götürüyorduk. Dağda müthiş bir tipiye yakalandık. Dağ başında tipi fırtınası bir nevî ölüm demektir. O zaman endişe ile hocam Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerini hatırlayıp gözlerimi kapadım. Bir müddet o halde kaldım. Sonra gözlerimi açtım. Fırtınayı dinmiş gördüm. Daha sonra selâmetle Van'a geldik. Ben burada Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerine uğradım. Abdülhakîm Efendi beni görünce; "Çok mu korktunuz?" dedi. Ben sükût edince; "Nasıl olsa kurtulurdunuz. Hocasını hatırlayanın ve bağlılığı olanın endişesi yersizdir." buyurdu.


Sofu Baba'nın o târihte ışıklandırma için Arvas'a getirdiği yağ küpünün ve yakılan yağ ile isten kararmış duvarlarının hâlâ Arvas'taki medresede durduğu bildirilmektedir. Seyyid Fehîm hazretlerinin torunu rahmetli Tâhâ  Arvas Efendiye, dergâhı ziyâret edenlerce; "Neden bu şekilde bırakıldığı?" sorulduğunda o, Sofu Baba'nın getirdiği küpü göstererek; "Eski mânevî havanın dağılmaması için o zamanki durum silinmesin diye badana yaptırmaya kıyamadık." demiştir.


Sofu Baba'nın sülâlesinden Fehîm isminde birçok zât vardır. Sofu Baba'nın oğlu Sıtkı Efendi onun oğlu Ağabey diye bilinen Abdurrahmân Efendi, onun oğlu Fehîm Efendi, Fehîm Efendinin oğlu ise mahkeme zâbit kâtipliği yapmış olan Necmeddîn Efendidir.


HİÇ DÖNÜP BAKILIR MI HIZIR'A


Seyyid Fehîm hazretlerinin Van'dan ayrılmasından sonra Mustafa Efendi onun hasret ateşiyle sararıp soldu. Kimseye bakmaz ve sokağa çıkmaz olmuştu. Bunun üzerine kendisine Sofu dediler. Sofu Mustafa Efendi bir kış günü annesine; "Anneciğim heybemi hazırla Arvas'a gideceğim." dedi. Annesi durumunu ve hocasına olan derin sevgisini bildiğinden; "Etme oğlum bu karda kışta evden dışarı çıkılmaz. Aç kurtlar seni yerler. Gitme. Bahar yaklaşıyor. Biraz bekle. O zaman gidersin." dedi. Lâkin onun kararlı olduğunu anlayınca, çâresiz heybesini hazırladı. Mustafa Efendi hediye olarak Arvas'ta büyük ihtiyaç olan bir küp kandil yağı da alarak yola koyuldu. Soğuk dondururken, kurtlar yiyecek ararken dağ dere demeyip gece gündüz yola devâm etti. Yol, yüz kilometre kadardı.


Sofu Mustafa Efendi yüksek bir dağ tepesindeyken karşısına biri çıktı ve; "Oğlum! Aç isen sıcak yemek vereyim. Nereye gidiyorsan ben götüreyim." dedi. Genç âşık onunla oturup konuşmadı. Yoluna devâm etti. O devamlı Seyyid Fehîm hazretlerini düşünüyor, onun aşkı damarlarındaki kanı ısıtıyor, kendini ona o kadar yakın hissediyor, karşısındaki hayâlini; "Çabuk gel, seni bekliyorum." der halde görüyordu. Geri dönmek aklının ucundan geçmiyordu. Nihâyet bir akşam vakti Arvas Câmiinde ezân okundu. Seyyid Fehîm hazretleri mihrâba geçmeyip biraz durdu. Halbuki böyle yapmazlar, ezan okununca mihrâba geçer, imâm olur, huzûr içinde namaza dururdu. Talebeleri ve cemâat; "Bunda bir hikmet vardır." düşüncesinde iken Seyyid hazretleri; "Bir yolcumuz geliyor. Kendisi farkında değil ama nerede ise donacak." buyurdu. Hakîkaten biraz sonra kapıdan içeri Sofu MustafaEfendi girdi. Buzdan kardan bir adam gibiydi. Seyyid Fehîm hazretlerinin emriyle papuçlarını ve paltosunu çıkardılar. Sobayı yaktılar. Genç âşık kendine gelince hocasının o mübârek ellerini muhabbet ve eşsiz aşkı ile öptü, öptü. Ağladı öptü. Karada ölümle savaşan, kendini suya atmak için çırpınan bir balığın suya kavuşması, deryâya dalması gibi rahatladı. Herkes bu hâle şaşa kaldı. O zaman Seyyid Fehîm hazretleri âşık gence; "Peki yolda karşına çıkıp, sana yardım etmek isteyeni tanıdın mı? O Hızır aleyhisselâmdı. Niçin yardımını istemedin?" buyurdu. Âşık genç; "Efendim! Tanıdım size selâmı var, ama o anda sizinle öyle bir huzurda idim, kendimi bütün varlığımla size öyle vermiştim ki, Hızır aleyhisselâmla konuşmakta bir fayda görmedim. Ben ona güvenerek değil, aşkınıza tutunarak geliyordum. Her adımda size biraz daha yaklaşıyor, karşımda sizi daha net görüyor, himmetinizi her zerremde hissediyordum. Beni bana bırakmıyordunuz." dedi. Sonra namaza durdular.

MUHABBET KANDİLİ

Seyyid Fehîm Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin Van’da bulunduğu zamanlarda Mustafa isminde bir genç var idi. Seyyid Fehim hazretlerinin aşığı idi.

Seyyid Fehîm hazretlerinin Van'dan ayrılmasından sonra Mustafa Efendi onun hasret ateşiyle sararıp soldu. Bir kış günü annesinin hazırladığı heybesini sırtlayarak Arvas yollarına düştü... Hediye olarak da o günlerde Van'da büyük ihtiyaç duyulan bir küp kandil yağı aldı. Hocası buna çok sevinecekti...

Soğuk dondururken, etrafta aç kurtlar dolaşırken dağ dere demeyip gece gündüz yoluna devâm etti. Bitkin bir hâldeyken dağın tepesinde karşısına nur yüzlü bir zat çıktı ve;

-Oğlum! Aç isen sıcak yemek vereyim. Nereye gidiyorsan ben götüreyim, dedi. Genç âşık onunla oturup konuşmadı. Yoluna devâm etti...

Akşam olmuş, Arvas Câmiinde ezân okunmuştu. Seyyid Fehîm hazretleri mihrâba geçmeyip biraz durdu. Talebeleri ve cemâat; "Bunda bir hikmet vardır" düşüncesindeyken Seyyid hazretleri;

-Bir yolcumuz geliyor. Nerede ise donacak, buyurdu. Hakîkaten biraz sonra kapıdan içeri Sofu Mustafa Efendi girdi. Görüntüsü bir kardan adamı andırıyordu. Hemen sobanın ateşini çoğalttılar... Genç âşık kendine gelince hocasının o mübârek ellerini muhabbet ve eşsiz aşkı ile defalarca öptü, ağladı; ağladı öptü...

Seyyid Fehîm hazretleri bu âşık talebesine;

-Yolda karşına çıkıp, sana yardım etmek isteyen hazreti Hızır'dı. Niçin yardımını istemedin? diye sordu. Genç Mustafa;

-Efendim! Onu tanıdım ancak, o anda sizinle öyle bir huzura ermiştim ki, Hızır aleyhisselâmla konuşmakta bir fayda görmedim. Ben ona güvenerek değil, aşkınıza tutunarak geliyordum. Her adımda size biraz daha yaklaşıyor ve himmetinizi her zerremde hissediyordum. Zaten siz de beni bana bırakmıyordunuz ki, dedi... Sohbetten sonra hemen namaza durdular...

Sofu Baba'nın o târihte Van'dan getirdiği küp hâlâ Arvas'taki medresede bulunmakta ve görenlere "Bu küp içindeki yağıyla ancak aşk ateşiyle taşınabilir" dedirtmektedir...

İş bu Mustafa Efendi nam gence Sofu Baba da denir.

Not: 

Fotoğrafta, duvardaki muhafaza içinde görülen küp o kandil küpüdür.

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin bir kerameti

 Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin sevenlerinden Halid Turan Bey, gençliğinde ziyarete gitmişti bu zatı.

Bir süre sohbet ettiler.

Büyük velî, kitaplıktan Arapça bir kitap çekti ve rastgele bir sayfa açıp;“Oku şu sayfayı!” dedi.

O da çat pat okumaya çalıştı. Mübârek zât, yanlışlarını düzeltip tekrar okuttu aynı yeri.

Sonra bir daha, bir daha… Tâ ki yanlışsız okuyuncaya kadar.

Bu iş tamam olunca;“Şimdi de tercüme et” dedi.

O başladı tercümeye. Yanlışları olunca büyük veli düzeltiyordu.

Tekrar tekrar okuttu...

Tâ ki hiç yanlışı kalmayıncaya kadar. Öyle ki; ezberlemişti o sayfayı.

İyi de niye böyle yapmıştı?

“Bir hikmeti vardır" dedi içinden...

Aradan nice yıllar geçti. Hocası göçtü dünyadan. Bir gün “kütüphane müdürlüğü” için imtihan açıldı. Bu da gidip girdi imtihana.

Çünkü iş arıyordu.

Hocalar bir Arabi kitaptan rastgele bir yer açıp “Şu sayfayı oku” dediler.

O, bu sayfayı gördü.

Donup kaldı birden...

Zira yıllar önce Efendi’nin tekrar tekrar okutup ezberlettiği sayfaydı bu.

Bir çırpıda okudu tabii.

Hocalar takdir edip “Okuman çok güzel, şimdi de tercüme et” dediler.

Takır takır yaptı tercümeyi de.

Birincilikle kazandı imtihanı.

Evine gelince hüngür hüngür ağladı!

Ve “Fâtihalar” gönderdi mübarek ruhuna.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Yakışıklı bir *Yahûdî* genci, Peygamber Efendimizin *Sohbeti* ne ara sıra gelir, dinlermiş. Peygamberimiz de ona; *Ey filân, îmân et de, bu güzel yüzün yanmasın!* dermiş. 


Bir gün de sohbette, îmân edenlere, Cennetde verilecek *Hûri* lerden bahsetmişler. O yahûdî genç; *Ben îmân edersem, onlardan bir tânesine kefîl olur musunuz?* diyor. 


Peygamberimiz de; *Sen müslümân ol, yetmiş tânesine kefilim!* buyuruyorlar. O da îmân ediyor ve birkaç gün sonra da *Vefât* ediyor efendim. 


Efendimiz, o *Genci* bizzât yıkıyor, kefenliyor ve mübârek elleriyle *Kabre* koyuyorlar. Kabirde normalden fazla kalıp da çıktıklarında, *Yorgun* ve *Bitkin* görülüyor.


Üstelik, mübârek gömleğinin de *Yırtılmış* olduğu farkediliyor. Sahâbîler *Merak* edip, sebebini sorduklarında, şöyle anlatıyorlar: 


O genci kabre koyunca, Cennetden *Yetmiş* tâne *Hûri* geldi, o genci paylaşamadılar, aralarında çekişdiler. Her biri, *O benim!*, *O benim!* diyordu. 


Çok *İzdiham* oldu. Bu arada gömleğimi de *Yırttılar*. Ellerinden *Zor* kurtuldum, buyuruyorlar. 

● ● ● 

Hergün, dünyadan gelen *Mektup* lardan otuz-kırk tâne okuyorum kardeşim. Anlıyorum ki, her yerde *Ehl-i sünnet* medreseleri var. Oralara bizim *Kitaplar* dan gönderiyoruz. 


Kitaplarımızı alıp da okuyanlar, bize cevap yazıp; *Siz hakîkî ehl-i sünneti, Resûlullahın yolunu yayıyorsunuz!* diyorlar. Çoğu yeri, vehhâbîler istîlâ etmiş. 


Bizim kitapları okuyanlar; Biz bunlara *Cevap* veremiyorduk. Ama sizin *Kitap* larınız gelince, şimdi cevap veriyoruz. Onlar, tutunamıyor, *Kaçıyor* diyorlar. 


Eeee, ne demiş büyükler: *Hak gelince, bâtıl gider*. Hak geldi, tabii tutunamayıp kaçacaklar. 

● ● ● 

Dünyâya *Gönül* bağlamamalı kardeşim. *Yolcu*, yolu tâmir etmekle uğraşmaz. 


Meselâ *Hacca* giden bir kişi, orada; *Şu evi, şu apartmanı alayım*, diye düşünmez. Çünkü bir müddet sonra *Geri* dönecek. Dünyâ hayâtı da böyle işte. 


İnsan vücûdu çok büyük bir varlık. Darwin bile; *Gözün yapısını düşündükçe tepem atacak gibi oluyor*, diyor. İnsanın vücûdu bile böyle olursa, ya *Ruh’u* nasıldır? 


Rûh, bir anda şarkdan garba gider. İnsan 60-70 senelik dünyâ için yaratılmış olamaz. İnsan, *Ebedî âlem* için yaratıldı. *Rûh*, cism değildir ve meleklerden *Üstün* dür.

Siz onları görseydiniz

 Hasan-ı Basri hazretleri, ilim ve faziletlerinden istifade ettiği 

Eshab-ı kiram ile kendi içinde bulunduğu nesli kıyas ederek:

"Siz onları görseydiniz mecnun, deli zannederdiniz. Onlar sizin iyilerinizi görseler; "Bunlar iyilik ve hayırdan nasipsiz kimselerdir", kötülerinizi görseler; "Bunlar da Müslüman mı?" derlerdi" buyurdu.

Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti

 Nefs-i emmâreden kurtulmanın alâmeti, insanlarin övmesi ile ayıplamasını, eșit görmektir. 

İnsanlarin rağbetine sevinip, aramamalarına, etrâfınızda dolaşmamalarına üzülmek, basitlik, büyük akılsızlık ve anlayışsızlıktır❗️

Hazret-i Mevlana Halid-i Bağdadi “kuddise siruh”

Ermeni mezaliminin şahidi olan Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri yaşadıklarını şöyle anlatıyor

 “1913 yılının Kasım ayının sonları, Aralık ayının başlarında Rus askeri İran’ın Selmas yönünden gelerek Hakkari sancağını istila ederken vatandaşımız olan Ermeniler silahlandılar.


Müslümanların menkul mallarının tamamını yağma ettikleri esnada bizim hanelerimizi de tamamen yağmaladılar.Kışın başlangıcında aile fertleri perişan olarak çevredeki köy ve dağlara firar ettiler.Evlerimizi, çarşımızı, medresemizi, camilerimizi tamamen yaktılar. O andan itibaren Muhacir olduk. Öte yandan eskiden beri İslam ehline kinleriyle ve düşmanlıklarıyla tanınan kan dökücü, Nasturiler silahlı bir şekilde bütün yolları tutmuşlardı. 

İçimizdeki Ermeniler ise evvelden beri tam silahlı ve teyakkuz halinde fırsat beklediklerinden bunlar da bu vaziyetten istifade ile İslam ahalisine saldırdılar ve alemin yaratılışından beri görülmeyen ve işitilmeyen bir vahşetle ve saldırılarla insanları öldürmeye,malları ve mülkleri yağmalamaya koyuldular.

Ermeni hunharları ellerine geçirdikleri genç kadın ve kızların çoğunu esir,büyük kısmını da şehid ederek bunlara ait eşyayı gasb etmişlerdir. 

Zaho ve Akra kazalarının ahalisinin yüzde yetmişi dağ başlarında açlıktan telef ve vahşi hayvanlara, yırtıcı kuşlara alef oldular. Bizimle beraber yirmi dokuz köyün ihtiyarları, kadınları ve çocukları ıssız çöllerden,ovalardan dağlardan ve derelerden bin türlü meşakkat ve zahmet çekerek aç bî ilaç halde Revandize girdik. Kadınların bir kısmı da çocuklarını, kucaklarına birer parça ekmek koyarak dağların ve kayaların arasında bıraktılar.

 Bunların çoğu öldü.Defn edilmeyerek meydanda kalanlar da çoktu. 1914 senesinde Erbil’e hasta olarak girdik.On erkek kardeşimi, dört amcamın en değerli erkek ve kız evladını da Allahu Teala’nın mağfiretine vedia olarak Erbil etrafında defnettik.

 Başkale’den hicretimizde 150 nüfus iken ancak 66 nüfusla Adana’ya gelebildik. Binlerce derin alimin, allamenin hayretlerinden ve taaccüblerinden parmaklarını ağızlarına götürdüğü Arvas köyündeki çeşitli ilimlere ve fenlere aid üç bin cild el yazması baha biçilemeyecek eser,maalesef Ermeniler tarafından yakılarak yok edilmiştir.

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin seyr-i sülukunu tamamladığı mekân

 Seyyid Abdülhakim Arvasi "kuddise sirruh" hazretlerinin  seyr-i sülukunu tamamladığı mekan... (Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin Arvas mescidinin arka tarafında bulunan 70 gün süreyle 2 defa çile çektiği çilehanesi)

Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî ve mahdumu Şeyh Muhammed Diyaüddîn-i Nurşînî (kaddesallahu teala esrâruha) hazretlerinin kabirleri

 



 Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin halifesi Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî ve mahdumu Şey Muhammed Diyaüddîn-i Nurşînî (kaddesallahu teala esrâruha) hazretlerinin kabirleri...

Şeyh Fethullah-i Verekansî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin kabr-i şerifi

 
 

 Şeyh Fethullah-i Verekansî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin kabr-i şerifi

Eshâb-ı kirâmdan ve Eyub Sultan hazretlerinin (radıyallahu teala anh) kardeşi olan Feyzullah el Ensârî hazretlerinin (radıyallahu teala anh) kabr-i şerifi

 

 Eshâb-ı kirâmdan ve Eyub Sultan hazretlerinin (radıyallahu teala anh) kardeşi olan Feyzullah el Ensârî hazretlerinin (radıyallahu teala anh) kabr-i şerifi

Gavs-i Hizânî Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin kabr-i şerifi

 

 
 

Gavs-i Hizânî Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin kabr-i şerifi

Seyyid Fehîm Arvâsî "Kuddise sirruh" hazretlerinin kabr-i şerifi

 

Seyyid Fehîm Arvâsî "Kuddise sirruh" hazretlerinin kabr-i şerifi

Seyyid Abdülhakim Efendi (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin mescid-i şerifleri

 



Seyyid Abdülhakim Efendi (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin 1914 senesindeki hicretine kadar vazife yaptıkları, talebe yetiştirdikleri mescid-i şerifleri

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretleri, bir gün bana bir *Kitap* verdi ve *Bunu oku, öğren ve bir nüsha da kendine yaz!* dedi. Ben de yazdım. *Elli* sayfa kadar bir *Defter* oldu. 


Şimdi içeride duruyor. *Murâd-ı Münzevî* hazretlerinin yazdığı, tasavvufu anlatan bir *Kitap* dı bu. 


O zamanlar tasavvuf *Yasak* olduğu için, anlatmakdan korkardı Mübârek. İsteseydi, bana iki üç günde o *Kitap* dakileri öğretirdi. 


*Evliyâ* demek, Allahü teâlânın *Sevgili* kulu demekdir. Büyükler öyle buyuruyor. Allahü teâlâ, *Tövbe* lerimizi kabûl etsin kardeşim. 


Allahü teâlâ, *Günâh* işleyip de, boynunu büküp *Tövbe* edenleri severmiş. Ama hiç günâh işlemeyip de, *Var mı benim gibi?* diyenleri sevmezmiş. 


*Kusur* suz insan olmaz. Onun için kusûrunu bilmek, bunun için üzülmek, *Tövbe* etmek olur. Hayâ, *Îmân* dandır. *Hayâ* ne demek? 


Utanmak, sıkılmak demek. Şimdikilerde hiç kalmamış. *Îmân* giderse, *Hayâ* da gider. Îmânı olan *Cennete* gidecek, *Fuhş* yapanlar ise *Cehenneme*.


Yaa, ömürlerimiz *Su* gibi akıyor kardeşim. *Hayât* ımız *Hayâl* oluyor. Bu hayâle gönül bağlıyanlara yazıklar olsun. Büyükler; *Âb-ı hayât, zulümâtda bulunur* buyuruyor. 


Yâni, *Hayât* suyu, *Şifâlı* su, karanlık, vahşî hayvanların yaşadığı ormanlarda bulunur. Onun için, o *Hayât* suyu nu, oradan gidip de almak tehlikelidir. Neden? 


Çünkü ortalıkda vahşî hayvanlar var. İşte islâmiyet de *Âb-ı hayât* dır, yâni *Hayât* suyu dur. İslâm düşmanları, mezhebsizler, gençlerin îmânını *Bozmak* için var güçleriyle uğraşıyorlar. 


Bunlara aldanmamak için hangi *Kitâbı* okuyacaksın? İşte bizim *Seâdet-i Ebediyye* ve sekizli kitaplarımız, hep *Doğru* kitaplardan, *Fıkh* kitaplarından alınmışdır. 


Bizim kitaplarımız, Allahü teâlânın *Sevdiği* kullarının yazılarıdır. *Ehl-i sünnet* âlimlerinin yazıları. Ben soranlara; *Bizim kitaplarımız çoook Kıymet li*, diyorum, çoook. 


Onlar da der ki: *Kendi kitâbını amma da beğeniyor*. Ben biliyorum öyle düşüneceklerini de cevap veriyorum. 


Diyorum ki: Çünkü bizim *Kitap* larımızın içinde, bana âit tek bir *Satır* yazı yok da, onun için *Kıymetli* dir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben, yeri gelince diyorum ki: Bizim *Kitap* larımız çok *Kıymet* lidir, her kitapdan daha kıymetlidir. Peki neden? Çünkü bizim kitaplarımızın içinde, bana âit, tek bir satır *Yazı* yok.


Onun için kıymetlidir. Bizim kitaplarımızın hepsi, *Büyük* lerin yazılarıdır. *Ehl-i sünnet* âlimlerinin yazılarıdır. *Pırlanta* dır onlar. Onları okuyup da anlıyana ne *Mutlu* kardeşim. 


Ona müjdeler olsun, müjdeler olsun! Bir kimse; *Eûzü billâhi mineş şeytânir racîm* veyâhud da; *Allahümme innî eûzü bike min hemezâtiş şeyâtîn* derse, şeytân kaçar gider. 


İnsanı aldatamaz, *Günâh* işletemez. Bunu her gün, sabah akşam okuyun kardeşim. Bunun mânâsı; Yâ Rabbî, beni *Şeytân* ların şerrinden *Muhâfaza* eyle! demekdir. 


En *Kötü* şeytân kimdir? *İnsan* şeytânı. Yâni kötü insanlar, kötü arkadaşlar, zararlı yayınlar. Beni, onların *Şerrin* den muhâfaza et yâ Rabbî! diye bu duâları okuyacağız kardeşim.


Cenâb-ı Hakkın *Ni’met* leri, bizi peşimizden *Tâkib* eder. Ama biz onları görmeyiz, bilmeyiz. Cenâb-ı Hak onlara emretmişdir; 


*Sen falancanın rızkısın!* diye. O rızık, bizi tâkib eder. Kimse kimsenin *Rızkı* nı yemez. Hiç kimse, *Kendi* rızkını bitirmedikçe ölmez. 


*El mer’ü mea men ehabbe*. hadîs-i şerîf bu. Yâni, insan dünyâda *Kimi* severse, âhiretde Onun yanında olacak. Ne büyük *Müjde*. Biz büyüklerimizi seviyoruz kardeşim.


Helâl *Lokma*, helâl *Rızık*, hem kalbe, hem de bedene şifâ verir kardeşim. Diyelim ki, iki komşu var, biri *Fakîr*, diğeri *Zengin*. 


Fakîr olan komşu, zengin olan komşusuna, *Hasta* olduğu için, âdetdir Anadolu’da, *Çorba* yapıp götürüyor. Zengin de, bu çorbayı *Tevâzû* ile alıyor ve *Besmele* ile içiyor. 


Ne oluyor? *Şifâ* buluyor efendim. Neden? Hadîs-i şerîf var çünkü: *Tehâdû tehabbû*. Nedir bunun mânâsı? Peygamberimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: 


*Hediye* leşin ki, birbirinize olan *Sevgi* niz artsın. En muhtaç olduğumuz şey, *Sevgi* dir. Sevgi o kadar mühimdir ki, bu kâinâtın yaratılmasına, *Sevgi* sebep olmuşdur. 


Allahü teâlâ, hazret-i Peygambere *Habîbim* dedi. Efendi hazretlerinin *40 Hadîs* kitâbı var. O hadîs-i şerîflerden birinin îzâhı şöyle:


Efendi hazretleri, bu hadîs-i şerîf hakkında buyuruyor ki: Bütün peygamberler *Allahü teâlâ* ya âşıktır. Allahü teâlâ da *Peygamberimize* âşıkdır.

Çabuk çıkın evlerden!

 Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri “rahmetullahi aleyh” bir gün Taşkent’e gitmek üzere yola çıktı.


Mevsim ilkbahardı.

Yolda akşam olunca, bir talebesinin evinde misafir oldu o gece.

Biraz sohbet ettiler.


Yatma vakti gelince;

- Evladım, sen de yanımda yat, buyurdu ev sahibine.


Talebe;

- Baş üstüne efendim, dedi.


Ve aynı odada yattılar ikisi de.

Talebe tam uykuya dalmıştı ki, bir ses duyup uyandı.


Hocasının sesiydi bu.


Uyuyor musun evlat?


Kendisine;

- Evlat, uyuyor musun, yoksa, uyanık mısın? diye sormuştu.


Cevap verdi:

- Uyumuyorum efendim.

- Pekâlâ, hemen kalk, eşyalarını topla ve hemen dışarı çık, buyurdu.


Ve ekledi:

- Bütün mahalle halkını da uyandır. Herkes kıymetli eşyasını alıp çıksın evinden.


Kendi de acele çıktı.


Sonra meydanda toplanan köy halkına,

- Beni takip edin! diyerek hızlı adımlarla yöneldi yakındaki tepeye.

İnsanlar da peşinden.


Az sonra tepenin üstüne toplanmışlardı bütün köy halkı.


Buraya niçin geldik?


Herkes yanındakine;

- Neler oluyor?

- Buraya niçin geldik?

- Bir şey mi var? diye soruyordu.


Ancak kimse bilmiyordu bundaki hikmeti.

Onlar böyle konuşuyordu ki, yukardan bir sel kopup, büyük şarıltıyla köye indi.


Önüne ne geldiyse, alıp götürüyordu.

Ağaçlar, evler, hayvanlar.


Korkunç sel, kısa zamanda köyü harab etmiş, ama insanlar kurtulmuştu.


Bu harikuladeyi hepsi gördü.

Ve o gün, talebesi oldular bu büyük Veli’nin.

Mü'min haddini bilmelidir

 Her cins iyiliğe, her hayırlı işe, hep “kibir”engeldir kardeşim. Kibr, kibriyâdan gelir. Kibriyâ büyüklük demek. Allahü teâlânın sıfatıdır bu. Allahü teâlâ, diğer sıfatlarından, kullarına da bir nebze ihsân etdi. Ama iki sıfat var ki, onları kullarıyla bölüşmedi. Her sıfatından bir nebze verdi, ama iki sıfatı hâriç. Onlardan biri, halketmek, yâni yaratmak. İkincisi de kibriyâ sıfatı. Cenâb-ı Hak, “Bu ikisi bana mahsusdur”buyuruyor.

Yâni büyüklük, üstünlük, ancak Allahü teâlâya mahsusdur. Bu iki sıfatda kendisine ortak olmak istiyeni yakacağını bildirmişdir. Kul, haddini bilecek kardeşim, biz kuluz, âciziz, zaifiz, her an, her şeyimizde Allah’a muhtâcız. Otuz trilyon kadar kılcal damarılarımızdan bir tânesi, saniyenin onda birinde tıkansa, o anda felç oluruz. Vücûdumuzda 160 bin kilometre uzunluğunda, yâni dünyâyı dört defâ dolaşan kılcal damarlar var.

Hayâtımız, o damarların muntazam çalışmasına bağlı. Otuz trilyon miktarındaki hücrelerimize kan götürüyorlar, yâni oksijen taşıyorlar. Her tarafımız kılcal damarlarla örülü. Çünki hücrelere kan gitmezse, o yer kangren olur, yâhut da ölürüz. Öyleyse neyimizle kibredeceğiz efendim? Bu kadar âciziz işte. Onun için mü’minin birinci vasfı, haddini bilmekdir. “Ben kimim?” diyebilmekdir.“Ben nerden geldim, nereye gidiyorum?”diyebilmekdir.

(Hüseyin Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)