Dönmek ne mümkin bir daha düne!

 

Dönmek ne mümkin bir daha düne!
Hayâl-i cânândan gayri ne kaldı?

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî efendi, Hüseyn Hilmi Işık efendi ve Mazhar Veziroğlu (Vapurda 1931)

Aldanmayacağız

 Abdülhakim Arvasî Efendi hazretleri (kaddesallahu teâlâ sirreh);

“Bizim sohbetlerimizde bir kere bulunan, zamane hocalarının yanlışını görecek ilme sahib olur” 

buyurdular.

Biz, Efendi hazretlerini görmedik. Ama sohbetlerindeki ehl-i sünnet usul ve kaidelerini öğrenmiş büyüklerimizi gördük, sohbetlerinde bulunduk.

Bu sebebledir ki, zamane hocalarının

ne kadar süslü ve yaldızlı cümleler kursalar da, 

ne kadar ehl-i sünnet görünse de;

 “ama...” ları altına sakladıkları ehl-i bid’at, mezhebsiz ve reformist kimliklerini görebiliyoruz, aldanmıyoruz. Aldanmayacağız da!

(Dursun Cihan)

Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabında geçen Süleyman Kuku efendinin şiiri

Tam ilmihal seadeti ebediyye kitabında geçen Süleyman Kuku efendinin şiiri...1980 yılı...25.baskı.Süleyman Kuku efendinin bu şiirine "Süleyman" ismini hocamız kendisi ilave etmek suretiyle Süleyman Kuku efendiye iltifat etmişlerdir. Süleyman Kuku efendi "Gün batarken gördüğüm son ışık" isimli kitabında bu durumu şöyle izah etmektedir. Eğer hocam bu şiirde kendi isminin yanına benim ismimi ilave etmeseydi ben kendim bunu yazamazdım.Süleyman Kuku efendinin ilmihalde başka şiirleri de mevcuttur. Hüseyin Hilmi Işık efendi (rahmetullahi alayh) kendisine ilmihali tashih etme vazifesi de vermiştir.

Mansur'u cahiller öldürdüler

Mansur'u cahiller öldürdüler...
KAYNAK: Berekât  [Zübde-tül Makâmat] Muhammed Hâşim Kişmî
Sahife no: 104

Mahlûkatın kalbdeki izleri kişinin Hak teâlâ ile arasında perdedir

Mahlûkatın kalbdeki izleri kişinin Hak teâlâ ile arasında perdedir.
Kaynak: Reşahat

Seyyidlere hürmet















Hace Ubeydullah Ahrar (kuddise sirruh) hazretlerinin seyyidlere gösterilmesi gereken hürmet hususunda ki beyanları...
Kaynak: Reşahat



Hakîkatin eni mi olur ?

Kaynak: Hatıralar

O nûrcu hocaya haddini bildirdiğiniz için size düâ ediyoruz kardeşim

Kaynak: Hatıralar, 508-509. sahife
Hocamızın Erzincan askeri lisesinden talebesi Gâlib Çevik beyin hatıralarından...

Resim bulunan yere büyüklerin rûhaniyyeti gelmez

Kaynak: Hatıralar, Fatih Güner beyin hatıralarından...

"Aldatan Işık" kitabı hadisesi

"Aldatan Işık" kitabı hadisesi. Merhum hocamızın damadı merhum Enver beyin anlatımıyla... Kaynak: Hatıralar, Sahife 21

Mektubat-ı Masumiyye 3.Cild 3.Mektub


Mektubat-ı Masumiyye 3.Cild 3.Mektub

Hace Abdussamed Kabilî’ye gönderilmiştir...
“Kendi haline, tavrına teessür etmektedir”
*Bismillahirrahmanirrahîm. *
Allahu teâlâya hamd, seçtiği kullarına selâm olsun. Binlerce yazıklar olsun ki, çok kıymetli ömür heva ve heves peşinde geçti. Mahrûmluk ve günâhlar uğruna harcandı. Kapılar ve duvarlar bu maksaddan uzağın kötü amellerine ağlamakta, her taş ve toprak lisân-ı hâl ile:
“Sen bunlar için yaratılmadın ve bu yaptıklarınla emr olunmadın” diyor.
Beyt:
         Her iki âlem sana ta’ziyet etmektedir,
         Sen günâhda ve onlar gözyaşı dökmektedir.

Allahı çok zikredin....
Allaha çok tövbe edin....
Birinci sur yaklaştı, arkasından ikinci sur gelecek.
Size ve diğer Allah yolunda olanlara selam olsun...

Hüseyin Hilmi Işık (rahmetullahi aleyh) buyurdular

Allahü teâlâ kerîmdir, ufak bir sebeple kerîmin keremi coşar. En büyük sebep, Ona yalvarmakdır. Müslimânlara eziyyet edilerek yapılan işten alınan paradan hayır görülmez, bu şekilde yapılan binâdan da hayır görülmez.
🌷Osmanlı zamanında, evde tâmirat yapılacağı zemân komşudan izin istenirdi.

💞-Dört halîfenin medhedildiği yere kimse zarar veremez.

💞-Silsile-i aliyyeyi okuyan, muhakkak feyz alır onlardan. Kalbten kalbe yol vardır. “Minel kalbi ilel kalbi sebila.” Peygamber efendimizin mübarek kalbinden seyyid Abdülhakîm efendi hazretlerinin mübarek kalbine kadar feyz yolu vardır. Bu feyzler, bu nurlar, bu yoldan bize kadar geliyor. Biz de onları seversek, sevdiğimiz kadar bize de gelir.

💞-Silsile-i aliyyeyi bir insan severek okursa, kalbinin kapıları açılır.

💞-Büyüklerden feyz alınca kalb temizlenir. Kalbin temizlenmesi de dünya sevgisinden kurtulmakla olur. Önce haramlardan, sonra mekruhlardan, sonra mübahlardan da temizlenir. Bu ise vilayetin başlangıcıdır. Allahü teâlâ böyle verdiklerini geri almaz. Böyle bir büyüğün bir kişiyi kabûl etmesi, Allahü teâlânın da kabûl etmesinin alâmetidir.

💞-Se’âdetlerin başı, bir büyük tanımaktır. Allahü teâlânın sevdiği kullarını sevince, onlardan feyz alınır, istifade edilir. Onlardan feyz alındığının alâmeti, dünyayı sevmemektir.
💙Gök her yerde mavidir. Siz nereye giderseniz gidin, sevgi, muhabbet dairesinden çıkmadıktan sonra hep aynı yerdeyiz. Dolayısıyla, aşkta, sevgide, güvende, inançta mesafe yoktur.
🧿Allahü teâlâ kullarına çok büyük ni’metler vermiştir. Göz vermiş, kulak vermiş, sıhhat vermiş; hattâ îmân vermiştir. Allahü teâlâ bu kadar ni’meti niçin vermiştir? Beni tanıyın diye, o kadar.
💧Harâm işleyip, ibâdet yapmayıp, kalbim temiz diyenler, Allah’ı tanıyoruz, seviyoruz diyenler, Allahü teâlâyı tanımıyorlar. Onlar, kendi nefslerinin meydana getirdiği ilahı tanıyorlar. Hele hele onların duâlarının kabûl olması, iki bakımdan çok kötüdür.
💧Birincisi, şeker hastasının baklava yemesi gibi zehirlenirler. 💧İkincisi, duâm kabûl oluyor diye de dinlerini öğrenmezler. Onun için, iki bakımdan felâkettir, istidractır.
💙Allahü teâlâyı tanımak demek, Ona itâat etmek demektir, Ona îmân etmek demektir. Allahü teâlânın harâmlarına, yasaklarına dikkat etmek demektir. Eğer insan tanıdığı, sevdiği bir insana itâat etmezse, buna tanımak denir mi? Buna sevgi denir mi? Dolayısıyla, tanımaktan kasıt ve maksat, onu sevmektir. Sevmekten maksat da itâat etmektir. İtaat etmekten maksat da, harâmlardan sakınmak, farzları yapmak demektir.

💞İnsanların en kıymetlisi, en fazîletlisi, ilim öğrenen ve öğrendiğini öğretendir Öğrendiğini söyleyecek.Yoksa kendisi bir şey ilâve etmeyecek. Bu din, bugüne kadar nakl edilerek gelmiştir.
🔥İnsanların en kötüsü de, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri kendi anladığına göre anlatandır. Onlar için, Cenâb-ı Peygamber “aleyhissalâtü vesselâm” buyuruyor ki: “Kim Kur’ân-ı kerîme, yâni Allahü teâlânın dînine kendi aklına, kendi fikrine göre, kendi düşüncesine göre mânâ vermeye kalkarsa, kâfir olur”.
💧Bir kişi o kadar zengin olsa ki, bütün dünyânın her şeyi onun olsa, malının hepsini sadaka olarak dağıtsa, aldığı sevap, unutulmuş bir sünneti meydana çıkarmanın sevabına yetişemez. Hele farz sevâbıyla hiç kıyaslanamaz. İşte bizim kitablarımızın yayılmasıyla farzlar yayılıyor kardeşim.
💞Allahü teâlâ bize verdiği ni’metler karşısında, bizden ne istiyor? Allahü teâlâ, yarattığı mahlûkların içerisinde yalnız insana ma’rifeti verdi. Yâni Allahü teâlâyı tanımak başka, görmek başkadır. Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” herkes görüyordu; ama tanımadılar. Tanımak zordur. Tanıyanlar, Eshâb-ı kirâm oldu. Allahü teâlâ tanınmak istiyor. Bir hadîs-i kudsîde, “Ben tanınmayı sevdim” buyuruyor. Tanımamız lâzım. İkincisi, Onun ihsân ettiği ni’metlere karşılık olarak teşekkür istiyor. Allahü teâlâya teşekkür, namazdır. Çünki zekât, malın varsa, hac şartlar varsa, oruç keza öyle. Ama namazda hiçbir engel yok. Teyemmüm ederek kılar, îmâ ile kılar, yatarak kılar, hastayken kılar, ya’nî hiçbir engel olmadığı için Allahü teâlâ teşekkürü namazla başlatmıştır. Namaz kılmayanın hiçbir teşekkürü Allahü teâlâ tarafından kabûl edilmez. Îmânın bayrağı, alâmeti namazdır.
💧Başarının en büyük engeli, insanın kendi nefsidir. Bir arkadaşımız sordu: “Avrupalılar, Amerikalılar küfür içindeler. Bunlara, nefsleri engel olmuyor mu ki çok başarılılar?” dedi. Siz, başarıdan neyi kastediyorsunuz? Allahüteâlânın, sivrisineğin kanadı kadar önem vermediği bu dünyâda yapılan işlere, başarı mı diyorsunuz? Başarı, öldükten sonra işe yarayandır. Bu görünenlerin hepsi hayâldir, rüyâdır. Öldükten sonra hiçbir işe yaramayacaktır.
🔥Şöhret âfettir. Eğer bir kimse, dünyâ menfaati elde etmek için şöhret olmuşsa, bu, onun için âfet ve felâkettir. Dünyâ menfaati olmadan Allah onu şöhret yapmışsa, Allah onu âfet ve felâketten korur.
Büyüklerin hayâtında veya mematında saygısızca davrananlar, edebe riâyet etmeyenler, Allahü teâlâya karşı harp îlan etmiş sayılırlar. Çünki Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Benim evliyâ kuluma karşı edebe riâyet etmeyenler, bana harp îlan etmiş gibi olur”. Bu, bir hadîs-i kudsî’dir. Binâenaleyh kurtulmaları mümkün değildir.
💞Bir Allah dostunun, bir evliyânın “ben seni sevdim” demesine kavuşabilmek için, eskiden tekkelerde otuz sene, kırk sene çile çekerlermiş. Uğraşırlarmış ki, hocasının şu sözüne kavuşmak için, ya’nî “ben seni sevdim” sözüne kavuşmak için. Eğer bir mürşid-i kâmil, “ben seni sevdim” derse, bu, Peygamber Efendimiz’in sevdiğinin alâmetidir. Çünki onlar vâristir. Peygamberimiz severse, Allahü teâlâ da sever.
🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹🌹

Ankebût ve Rûm sû­resi

Hadîs-i şerifte geldi ki:
«Ramazan-ı şerif ayının yirmi üçüncü gecesi Ankebût ve Rûm sû­resini okuyan cennetliktir... Çünki bu iki sûrenin Allahu teâlâ in­dinde husûsî yerleri vardır».
Şeyhül Meşâyih Rükneddin Feyzullah (kuddise sirruh) buyurdu ki: Şüphesiz Cennete girmek istersen Ramazanın yirmi üçüncü gece­si bu iki sûreyi oku.

Alıntı Şuradan:
RİSÂLELER III / SEÂDET YOLU /

İmam ı Azam Ebu Hanife


İmam ı Azam Ebu Hanife...
İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin ismi Nu’man, babasının ismi Sâbit’tir. Ebû Hanîfe Ehl-i Sünnetin reisidir. Din-i İslâm’ın en büyük direğidir. Babaları İran şahlarından birine ulaşır. Dedesi Müslüman olmuştu. Hicrî seksen yılında Kûfe’de dünyaya geldi. Yüz elli yılında Bağdad’da şehîd edildi.
Tâbiîn’in ve esas Tebe-i Tabi’inin büyüklerindendir. Fıkhı hazreti Hammad’dan aldı.
Tasavvufda İmam Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin sohbet ve meclisinde kemâle geldi.
Ebû Hanîfe hazretleri fıkhın, ya’nî ahkâm ilminin kurucusudur. Emevîlerin Irak vâlisi Yezid bin Ömer tarafından Kûfe Kadısı yapıldı ise de, kabûl etmedi. Zindana atıp dövdüler.
Abbâsî halifesi Ebû Ca’fer Mansûr da kâdı yapmak istedi. Yine kabûl buyurmadı.
Derin ilmi, keskin zekâsı, aklı, zühdü, takvâsı, hilmi, salahı ve cömerdliği yüzlerce kitabda övgü ile yazıldı. Talebesi pek çok olup, büyük müctehidler, ilmi ile âmil âlimler yetişdirdi. Kendisine Alp Arslan’ın oğlu Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebû Saîd Muhammed bin Mansûr (494) tarafından kabri üzerine mükemmel bir türbe yaptırılmıştır.
Bugün yeryüzünde bulunan Ehl-i İslam’ın yarıdan çoğu ve Ehl-i Sünnet’in yüzde sekseni Hanefî mezhebindendir.
İmamların evveli, evlâsı, efdali ve en üstünü, Müslümanların büyük imamı, Tâbiîn’in yükseği, ümmetin ışığı, imamların müctehidlerin gözlerinin sürmesi ve medâr-ı iftiharıdır. Menakıbı hakkında söylenen sözler, yazılan yazılar anlatmakla bitmez. Onu ilmi ile, güzel ahlâkı ile, ibâdet ve amelleri ile, din gayreti ile, ictihaddaki derin istinbatı ile anlatmak imkânsızdır. Beyt:
"Ebû Hanîfe doğdu, karanlıkları boğdu."
Ebû Hanîfe (radıyallahu teâlâ anh) zamanının ve sonraki zamanların imamı, rehberi, dört büyük halîfe gibi hatırlatan ve sevdiren Peygamberi! Sözü Hakkın hitabı. Hitabı ise andırır Kitabı. Hakla hakikati, Kitabla Sünneti, Eshabla icma’ı esas alan mezhebinde ahkâm-ı İslâmiyye kitab haline gelmiş, sanki İslâm dini onun mezhebi ile derlenmiş, toparlanmış, en güzel hâlini almıştır. O talebeye hoca, müteallime muallim, müride mürşid, müçtehide imam idi. Ya’nî O, O idi ve bir daha eşi gelmedi.
Her büyük devlette bu nevi hareketlere rastlanır. Bunlar tesadüf değildir. Sağlam ana sağlam evlâd doğurur. Nitekim benzeri örnekleri siyâset, ilim ve san’atta Osmanlı Âli devletinde de vardır. Ya’nî zaman denilen ana, en iyisini doğurmak için kendini zorlar, hilkatindeki en iyileri ortaya koymak için çalışır. Bu bakımdan:

“Dehre -zamana- sövmeyin, onda ulûhiyyet kokusu vardır” buyuruldu.

Zaman ve mekân müsâid idi. Ya’nî Ebû Hanîfe hazretlerinin gelmesi için her şey hâzır idi. Asr-ı Seâdet ve Eshabın devri kalblere yerleşmiş, iki ayaklı canlı insan olmuş, Resûl-i ekremden (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) gelen İslâm yerine oturmuş, ondan başka hiçbir zaviyeden hayata bakmak kalmamış, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn asırları ile pekleştirilmiş, İslâm devlet, İslâmiyyet din ve idâre olmuş, bütün halk Müslüman ve Hakka, adâlete riâyet eder hâle gelmiş ve işte bu mevcûd ortamın bir sistem, ilâhî kanun hâlini alacak zaman ve mekân hazır olmuş idi. Bu ise İslâm devletinin en büyük ihtiyacı olup, tebliğ-i ahkâm ve kalbleri cezb ile birlikte yürüyen amelî devletin tesisi idi. Elhamdülillah.

Bunun için bütün bunları bir araya getirecek îman, ilim, ihlâs ve medeniyyeti iyi bilen bir ulu kişiye ihtiyaç vardı. Ve nihayet zamanı geldi. Zaman denilen ana bütün maharetini ortaya koyup, bütün zamanlarda hayırla yâd edilecek Ebû Hanife hazretlerini doğurdu. Cihan ikinci defa nura gark oldu. O gün güneş yine doğudan doğdu, ama daha parlak idi. O gece dolunayın üzerinde hiç leke yoktu. Denizdeki balıktan meyve ağaçlarına, hatta gecenin karanlıklarına kadar her şey bir başka neş’e ve sevinç içindeydi.
Babalar, analar, kendilerinden daha iyisini doğurmağa hasrettirler. İşte buradan bakarak deriz ki, zaman ve mekân ana ve babası, Ebû Hanîfe hazretlerini doğurunca rahatladı ve vazifesini yapmış olmanın şuur ve huzuruna kavuştu. Bu tür rahatlıklara Eş’arî’de, Gazali’de, Gavs-ı azamda, Şâh-ı Nakşibend’de ve İmamı Rabbânî hazretleri gibi büyüklerin dünyayı teşrîf etmelerinde de rastlanır ve onları doğuran zaman bunların arkasından nice yıllar dinlenir.
Zira zamanın ve mekânın, sâhibi ile alâkası vardır ve bu alâka sebebiyle, müstakil olarak düşünülmezler. Allahu teâlâ ile o kadar çok birlikte kullanılırlar ki, kullar yanlış yapmasınlar diye, Allahu teâlâ zamandan ve mekândan berîdir deyip, ulûhiyyetten ayrı tutarlar, nübüvvet kandilinden iktibas edilmiş bu cins mâlumattan size kısa bir nûmune olarak bunları anlattım.
Kıt’a:
Beklerse daha bin yıl, zaman denilen ana,
Böyle bir er doğurur, ışık saçar cihana.
O ne müdhiş gelişti, geçti ayı güneşi,
Bin küsur yıllar geçti, gelmedi başka eşi.

(Müdrike) ya’nî bir şeyi (anlamak) kuvveti üçdür

[Seyyid Abdülhakîm “kuddise sirruh” buyurdu ki: (Müdrike) ya’nî bir şeyi (anlamak) kuvveti üçdür: Üçünün de doğru anlıyabilmeleri için, bulundukları uzvların hasta olmamaları lâzımdır. Birincisi, görünen (his organlarındaki kuvvetler) olup, görme, işitme, koklama, gıdânın lezzetini alma ve sıcaklık, sertlik anlama. Bu kuvvetler, insanda bulunduğu gibi, hayvanlarda da vardır. Bu kuvvetler olmasaydı, insanlar, taş gibi, odun gibi olurdu.

İkincisi, (akl kuvvetleri) olup, hiss-i müşterek, hâfıza, vâhime, mütesarrıfa ve hazânet-ül-hayâl denilen görünmiyen beş organdaki kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, insanların dimâgında [beyninde] bulunur. Hayvanlarda yokdur. Bir şeyin varlığını, bu kuvvetler, güvenilen bir haberi işitmekle veyâ tecrîbe ile yâhud hesâb ile anlar. İyiyi fenâdan, fâideliyi zararlıdan ayırırlar. Fen bilgileri, hesâb, bu kuvvetlerle yapılır.

Üçüncüsü, (kalb kuvveti) olup, müslimânların havâssına, ya’nî yüksek olan seçilmiş kimselere mahsûsdur. Kalbdeki bu ma’nevî anlama kuvvetine (Basîret) denir. Bu kuvvet ile anlaşılan din bilgileri, akl ve his kuvvetleri ile anlaşılamaz. Akl kuvvetleri ile anlaşılan şeyleri, insan, hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa, anlatamaz. Bunun gibi, kalb kuvvetleri ile anlaşılan bilgileri [din bilgilerini ve meselâ ma’rifetullahı], bu seçilmişler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlıyamaz. Bunlardan dahâ yüksek seçilmişlerin seçilmişleri vardır. Bunlardan da dahâ üstün Nebîler, Nebîlerden dahâ üstün Resûller, bunlardan da üstün Ülül’azm dereceleri vardır. Bunların üstünde de Kelîmiyyet, Rûhiyyet, Hullet ve Mahbûbiyyet mertebeleri vardır ki, bu en üstün derece, Muhammed aleyhisselâma mahsûsdur. Kalb [gönül] denilen kuvvet, yürek dediğimiz et parçasında bulunur.]

EŞYAYI TANIMAK

Bil ki, insanlar arasında meydana gelen görüş ayrılıklarının her biri, bir yönü ile doğrudur. Çünkü varlıkları bir yönü ile tanıyan, bütün yönleriyle tanıdığını sanır. Değişik görüş sahipleri; şehirlerine bir filin geldiğini duyup onun ne olduğunu öğrenmeye koşan körler gibidir. Bunlar file elleriyle dokunurken, birinin eli, onun omzuna; diğerininki kulağına; bir başkasının ayağına; ötekinin dişine rastgelir. Bunlar, kendileri gibi a'malarla buluşup bunlardan filin şekli sorulduğunda, elini filin omuzuna koyan dedi ki: "Fil çok yüksek, gayet çok etli ve kocaman bir hayvandır." Eli filin ayağına gelen dedi ki: "Fil sütûn gibidir." Eli dişine gelen dedi ki: "Fil direk gibidir." Eli kulağına gelen, "Fil bir kilim gibidir" dedi. Hepsinin sözü, bir yönden doğru, bir yönden yanlıştır. Çünkü bunlar, filin bir âzasını tanımakla, tamamını tanıdıklarını sandılar. Müneccim ve tabip de böyledir. Herbirinin gözü, Allahu teâlâ'nın hizmetinde çalışan hizmetçilerden birine takıldı, onun saltanat ve hâkimiyetinden şaşırıp "padişah varsa budur; benim Rabbim budur" dedi. Hidayet yolunda ilerleyenler, anlatılanların noksanını görüp, her neye baksalar onun ötesinde daha üstün bir şeyi görmekle aşağıdakinin ilâh olamayacağını idrak ederek "ben batıp sönenleri sevmem" demiştir.

Kaynak: Kimyâ-yı Seâdet
İmam Gazâlî

İLİM VAR İLİMDEN ÖTE

Bir kimsenin durumu bozulur; dünyadan yüz çevirir; gam,keder onu kaplar;dünya nimetlerini sevmez ve âkibetinden endişe ederse, hekim, buna "hastadır; hayal kurma hastalığına yakalanmıştır. İlâcı kaynatılmış kimyondur" der. Tabiatçı: "Bu hastalığın aslı, dimağa hâkim olmuş kuruluktur. Bu kuruluk kış havasından ileri gelir. Bahar gelip rutubet, havaya galip olmadan o kimse iyileşmeye doğru gitmez" der. Müneccim de der ki: Bu ona Utarid yıldızından gelen bir sevdadır. Sevda, Utarid ile Merih arasında bir sürtüşme olduğu zaman, hâsıl olur. Utarid, iki uğurlu yıldızın (Zühre, Müşteri) yanına gelmeden, yahut aralarında üçleşme olmadan bu hasta iyileşmeye yüz tutmaz." Hepsi doğru söylüyorlar. Ancak "bu onların ilimden erebildikleridir." (Necm Sûresi, âyet: 30-31). Allahu Teâlâ tarafından saadetine hüküm edilen kimse için, iki işgüzar nakib (çavuş) olan Utarid ve Merih'e ferman verilir ki, sür'atle kapı piyadelerinden olan havayı göndererek kuruluk kemendini atıp beyninin ortasına indirsin; dünya lezzetlerinden yüzünü çevirsin. Tâ ki, korku ve keder kamçısı,irâde ve istek dizginleriyle onu Allah'ın huzuruna davet etsinler. Bu anlatılan, ne tıp ilminde, ne tabiat ilminde, ne de astronomi iliminde vardır. Bu ilim, memleketin her tarafını kuşatan, Allahu teâlâ'nın bütün işçisinin,çavuşunun,hizmetçisinin durumu ona gizli ve örtülü olmayan, herbirinin ne tarafa ne maksadla gittiğini, insanları hangi tarafa çağırdığını, hangi taraftan menettiğini bilen Peygamberlere mahsus ilim deryasından çıkmaktadır.

O halde, herbiri ne konuştu ise ve ne söyledi ise hepsi doğru ve vâkıaya uygundur. Ancak bunlar memleketin padişahının ve kumandanının sırrından haberdar olmamışlardır. Allahu teâlâ, bu yol ile (yani, hastalık, sevda, mihnet, belâ ile) insanları kendi huzuruna çağırır ve kudsî hadiste buyurur ki: "Kullarıma verdiğim hastalık değildir, o lütûf kemendidir; dostlarımı onunla huzuruma davet ederim." "Belâ önce peygamberler, sonra veliler ve sonra da herkesin faziletine göredir." Onlara hakaret gözüyle bakmayın; çünkü; "Hasta oldum, hatırımı sormadın" kudsî hâdisi onların hakkında gelmiştir: "Evliyanın hatırını sormak benim hatırımı sormak gibidir" buyurulmuşur.

Kaynak: Kimyâ-yı Seâdet
İmam Gazâlî

Peygamber efendimizin kabr resmi çekilemez

16 Kasım 1979: Babamların evinde yemeğe teşrif etdiler. İçeriye girdiler. Dahâ yerlerine oturmadan, kapının iç tarafındaki üstde asılan kabr resmine bakdılar. “Efendim, bu resmde, Peygamber efendimizin kabr resmi diye yazıyor. Bu resim, Bursa da Osmânlı Sultânlarından birine âiddir.
Bu resim yanlış, onun için, kaldırın. Oradan resm çekme imkânı yokdur.
Kabrin dışında kapısız, penceresiz bir dıvar, onun dışınnda yine kapısız penceresiz bir duvar, dahâ, onun dışında settâre denilen örtü, onun dışında da bilinen demir parmaklıklar var. Kabr-i şerîf görülmüyor. Sâdece, tepede küçük bir hava deliği gibidir, boşluk var. Oradan 500 sene evvel bir kuş
düşmüş ölmüş. Onun çıkarılması için küçük bir kız çocuğunu belinden bağlamışlar, tepedeki delikden indirmişler. Orayı görmek yalnız o çocuğa  nasîb olmuş” buyurdular. Sonra Nûreddîn Zengi'nin rü’yâsında görerek, Peygamber efendimizin mubârek na’şlarını kaçırmak isteyen zındıkları nasıl yakalayıp öldürtdüğünü, o duvarları nasıl yapdığını ve altına kurşun dökdürdüğünü anlatdılar.

Not: Hocamızın talebesi olan ALÎ ZEKÎ AĞAOĞLU'nun hatıralarından olup, hocamız Hüseyn Hilmi Işık (rahmetullahi aleyh) efendinin Peygamber efendimizin kabr-i şerifinin fotoğrafının çekilemiyeceğine dair anlatımıdır.

Yezid ve Haccac'a dahî lanet lâyık değildir

Hâsıl-i kelâm, cinlerden kâfir olan İblisin hakkında da la'neti terk etmek, itab ve muahazeye sebeb değildir. Eslem ve evlâ olan,cemii mahlûkat hakkında la'neti terk etmektir, velev ki İblis olsun - ki kat'a [kesin] kâfirdir-.

Binâen aleyh, Yezid ve Haccac'a dahî lanet lâyık değildir. Çünkü Server-i âlem namaz kılanlar hakkında laneti nehy buyurmuşlardır. Bunların ise salah ve kıble ehlinden olduklarında şek [şübhe] yoktur.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh) 

Eshâb-ı Kirâma Asla Dil Uzatılmaz

Bismillahirrahmanirrahîm

İşbu mukaddime, asıl risâlenin hulâsası makamında olarak, kelâm kitablarından ahz ve telakkı olunmuştur [alınmıştır]. Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Eshabı hakkında biz Müslümanların üzerimize itikad vâcib olan mesâilden biri de, Eshab-ı kirâm hakkında iyilikten gayrı hiçbir söz söylememek ve itikad etmemektir. Zirâ server-i alem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buyururlar: " Eshabıma dil uzatmayın. Sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infâk etse [verse], Eshabımın bir, hattâ yarım müd sevâbına kavuşamaz".  Kezâ: "Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz" emsâli çok hadîslerin delâletiyle, onlar hakkında iyilikten başkasından keff-i lisân etmek [dilini men' etmek], onları ta'zîm ve herhangi birisinin isimleri geçtikçe "radıyallahü anh" demek lâzımdır. Hususan Muhacirîn ve Ensâr ve Bîat-i Rıdvân ehli, Bedir ehli, Uhud şehîdleri ve sâir gazvelerde bulunanlar-ki bunların cümlesi mükerremdirler- ümmet-i Muhammedin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) icma'ı bunların şanlarının ulvî oldukları üzerine in'ikad etmiştir [birleşmiştir].

Biz müslümanlara vazîfe olan budur ki, bunların üzerimizdeki iyiliklerinin şükrünü edâya sa'y etmek ve "radıyallahu anhüm" duasıyla onlara duada bulunmaktır. Çünkü bunlar dîn-i İslâmda ileri gidip yol göstermişlerdir. Resûlullaha ittiba'da şerîati ta'lîm ve neşr ve ta'mîmde [öğretme ve yayma ve herkese bildirmede] rehber olanlar, ahkâm-ı şeriyyeyi Hayr-ül beşerden (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) bize nakl edenler, İslâm dîninin esas kâidelerini ve erkânını, ilm-i yakîn ile teşyîd ve tahkîm edenler [kuvvetlendirenler] onlardır. Aktar ve etrâf-ı âleme [dünyanın her tarafına] ahkâm-ı diniyyeyi neşr eden onlardır. Şerîat dâiresini Allah'ın beldelerine ibadullah arasında tevsî' eden [yayan] onlardır.

Şu bize vâsıl olan ni'met-i uzmadan hangi ni'met daha büyüktür. Bizim üzerimize vâcib olan, ancak bunlara şükr etmektir. Kurûn-ı evvelde [ilk asırlarda] mevcûd olmayıp, sonradan evhâ ve yalan hikâyeler üzerine binâ edilen Eshâb-ı kirâm hakkındaki bazı adavet [düşmanlık] ve ta'n ve la'nlar [dil uzatma ve lanetler] hep Râfızilik ve Şiilikten sirâyet etmiştir. Bu hezeyanların emsâlinden ihtirâz bizim üzerimize vâcibdir. Sahabe-i kirâmın aralarındaki münazaâ ve muharebeleri sahîh, doğru ve makbûl ma'nâlara haml etmeli,yorumlamalıdır. Onların hatâ ve savablarına karışmak ve muhâkeme etmek dînen, aklen,örfen ve sem'an vazîfemiz değildir. Kât'î delillere muhâlif bir bid'attır, fısktır, fucûrdur. Binâen aleyh Muâviye ve emsâline (radıyallahü anh) ta'n ve la'n etmek câiz değildir. Çünkü Server-i âlem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)in medh buyurdukları Sahabe-i kirâm zümresine dâhildirler. Zirâ, yukarıda bildirildiği gibi: "Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz" buyurmuştur.

Hâsıl-i kelâm, cinlerden kâfir olan İblisin hakkında da la'neti terk etmek, itab ve muahazeye sebeb değildir. Eslem ve evlâ olan,cemii mahlûkat hakkında la'neti terk etmektir, velev ki İblis olsun - ki kat'a [kesin] kâfirdir-.

Binâen aleyh, Yezid ve Haccac'a dahî lanet lâyık değildir. Çünkü Server-i âlem namaz kılanlar hakkında laneti nehy buyurmuşlardır. Bunların ise salah ve kıble ehlinden olduklarında şek [şübhe] yoktur. Eshâb-ı kirâmı seb edenlere [sövenlere] ta'zîr la'zımdır. Server-i âlem (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buyurmuşlar ki "Bir Peygambere söveni öldürün, Eshabıma söveni döğün". Eshâb-ı kirâmın hepsi: "Muahmmed Resûlullahdır, Eshabı da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler" [Fetih-29] âyet-i kerîmesindeki iltifât-ı ilâhî ile kadrü kıymetleri tebcîl edilmiş olup, istisnâsız her ferdin bu Mübeccel zümreye dâhil oldukları dahi sahîh deliller ile sâbittir. Peygamberin eshabı, vefâtı gününde yüzyirmi dört bin veyâ yüzondört bin oldukları sâbittir. Bunların ilim ve irfanları dahî derece-i kemâlde ve cümlesi akıllı ve ictihâd mertebesinde olup kemâliyle müctehid idiler.

Mubârek el yazılarından:

Bismillahirrahmanirrahîm

"Ya Allah bike tahassantü, yâ Allah bike tahassantü, yâ Allah bike tahassantü ve bi abdike ve Resûlike seyyidinâ Muhammedin sallallahü teâlâ aleyhi ve sellleme istecertü".

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)

KUR'ÂN-I AZÎMÜŞŞÂN'IN HAK TİLÂVETİ

Hak tilâvet, Arabî ve edebî ilim ve fenlerde, ya'nî belâgatın üç fennine kemâl-i vukuf ve riâyetle, tecvîde âid kâidelere dahî, kezâlik vâkıf ve murâ'i [riâyet eder] olduğu halde,tefâsir-i şerîfe ve kâffe-i ulûm-i Kur'âniyyeye kesb-i ittila' ve rusûh ettikten sonra, dilini fenâ sözlerden ve kalbini Allah'dan gayri şeylerden tahliye ve zâhirini şerîat-i mutahharanın süsüyle süslü ve huzûr-i kalb ile okumaktır.

Emirlerde haşyet [korku] ve nehîylerde intihâ [sakınmak], kısas ve emsâlde [hikâye ve misâllerde] itibâr [ibret], va'dde ferah ve surür, vâîdde [tehdidde] havf ve bükâ [korku ve ağlama], ya'nî evâmire müteallık olan âyet-i kerîmelerde emre imtisâl ile beraber,kemâliyle îfâ edemeyeceğinden fevt ve haşyet üzere bulunmak ve nehy olunan umûrda [işlerde], ânında menhî [yasak] olan fiilden intiza' [ayrılma] ile beraber bundan sonra ictinâba azimli, kısas ve emsâlde tam bir basîret ve ibret ile nazar edip, kıssadan hisse ne olduğunu fehm etmek ve lutf ve kerem va'd olunan yerlerde, havf ve bükâ [korku ve ağlama] ile murâat edilebilir [riâyet edilir].

Okuyucunun bâtınındaki ma'nâsı nisbetinde şer'-i şerîf ve akl-i müstakîm dâiresinde esrâr-ı hubbiye-i zâtiyye ve envâ-i mükâşefât-ı rûhiyye ile süslenir. Bütün vucûdu Mûsa aleyhisselâmın ağacı gibi, Kur'ân tilâveti ile güyâ [söyleyici] olur. Kur'ân-ı kerîmin harflerinden her bir harfi uçsuz bucaksız bir derya ve nihâyetsiz engin bir deniz olup, her bir zerresinde zâta âid bir sır münkeşîf olur.

Bu hal, ancak zevk ve tahakkuk ile hâsıl olur. Yoksa yok. Gece ve gündüz tilâvetinden doyulmaz.

Avam, yanî vilâyet derecesine irtika etmeyen [yükselmeyen] kârinin [okuyucunun] kırâatı elfazdır. Ulemâ denen havâssın ve vilâyetin ilk mertebelerinde bulunan evliyânın kırâati ma'nânın tedebbürü [tefekkürü]dür. Yüksek derecelere irtika eden Resûl-i ekmelin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) tam tâbileri  olan ahass-ı havassın kırâatı, feyz-i ilâhiyi intizâr [bekleme, gözetme] olup, kalblerine, fuyuzât ve tecelliyâta mazhar olmaları sebebiyle, istidatları nisbetinde feyezân eder. Yüksek ma'nâ ve murâdât-ı ilâhiyyesini kalbin üzerinden icrâ ederek [geçirerek] Kur'ân-ı azîmüşşânı istimâ eden [dinleyen] kimse bir ilm-i zarûri ile anlar ki, kelâmullahdır.

Zirâ o kelâmdaki azamet ve üzerindeki satvet, ancak azamet-i rubûbiyyet ve satvet-i ulûhiyettir. Akıllı kimse her istîma' ettiği [dinlediği] kelâmdan mütekellimini anlar. Sahabe-i kirâm Kur'ânın istimâından Hak celle şânühüyü bilirler ve sıfâtlarına ârif olurlardı ve rububiyyetin istihkakını anlarlardı. İstima'-ı Kur'ân onlara ilm-i kat'î ifâde ederdi. İstima'-ı Kur'ân ilm-i kat'î ifâdesinde muâyene ve müşâhede makamında kaim olur idi. Hattâ Hak subhânehu ve teâlâya celîs olurlardı. Celîs-i ilâhî kimseye mahfî [gizli] değildi. Hak subhânehu ve teâlânın kelâmı birkaç emr [şey] ile bilinir:

Birisi, bu kelâmın her bakımdan tavk-ı beşerden [insanın kavramasından] hâric olmasıdır. Zirâ kelâm mütekellimin ilim, kazâ ve hükmü nisbetindedir. Kur'ân-ı azîmüşşânın delâlet ettiği ilim, kazâ ve hükmün muhît olmasından haber verir. Bu kadar muhît bir ilim ve nâfiz [nüfûz eden] bir kazâ, ancak Cenâb-ı Hakka mahsûsdur. Hâdisin [yaratılmışın] böyle bir ilm-i muhît ve kazâ-yı nâfize mâlik olmadığı bedîhîdir. Hâdis ancak,gayri, elinde bulunduğu ilm-i hadîs ve hükm-i âcize muvâfık söz söyler.

Birisi dahi, Hak celle ve a'lânın kelâmında gayrin kelâmında,mevcûd olmayan bir nefes mevcûddur. Zirâ kelâm, zât-ı mütekellimin ahvâline tâbi'dir. Kadîm olan zâtın kelâmı efvah-i beşerden [insanların ağzından] dahî sudûr etse, satvet-i rubûbiyyeti ve izzet-i ulûhiyeti müsteshıbdir [bulundurur]. Bundandır ki, va'd ve vaîdle [müjde ve tehdîtle] mübeşşîr ve tahvîf ile [müjdeleyici ve korkutucu olmakla] memzûcdur [bir aradadır]. Kur'ân-ı azîmüşşân da izzet ve satvet-i ulûhiyyeti andırır. Bu kadar kâfi değil midir? Bunun mütekellimi bulunan Allah'dır celle celâlühü. Mülk Onun mülkü, beldeler Onun bilâdı,ibâd [kullar]  Onun ibâdı, arz [yer] Onun arzı, semâ Onun semâsı, mahlûkat Onun mahlûku. Bunların hiçbirisinde onun münazi' ve şerîki olmadığı halde onu mütekellimdir. Gayrın kelâmında bunların hiçbirisi yoktur. Allah subhânehu ve teâlâ 'azîz'dir. Onun kelâmı dahi azîzdir.

Birisi dahî budur ki, kadim olan kelâmdan, hâdis olan harfler izâle edilirse,kadîm ma'nâlar hâli üzre [olduğu gibi] bâkı kalır. Allah subhânehu ve teâlânın lütf ve keremiyle basîreti açılan bir insan, kadîm ma'nâlarına dikkat nazarı ile nazar ederse, nihâyetsiz olur. Ondan sonra zâil olan harflere nazar ederse, kadîm ma'nâları, kendisinde setr eden bir sûrete müşâbih olur. Bu sûreti izâle ettiği zamân mestûr [örtülü] olan meâni [ma'nâlar]-i kadîmesini nihâyetsiz görür. İşte Kur'ânın bâtını budur. Sûreti bulunan hurufa [harflere] nazar ederse, iki cildin arasında mahsûr gibidir.İşte Kur'ânın zâhiri de budur. Kırâat-ı Kur'ânı sâkit [sükût hâlinde] dinlerse, kadîm ma'nâlarını elfazın zıllında görür. Mahsûsât  [eşya, maddeler] hâse-i beşerden mahfî [insan duygularından gizli] olmadığı gibi, meâni-i kadîme de bâtının idrâkinden mahfî [saklı] kalmaz. Kelâm, mütekellimin sıfâtının aynasıdır. Akl-i selîm, tab'-i müstakîm, ilim ve uyanıklığa mâlik olan insan, boş zihin ve sâkit [sükûtla] istima'-ı Kur'ân eder [Kur'anı dinleyip], sonra Kur'ândan gayrisini bu sûretle dinlerse, elbette farkı idrâk eder.

Esası, sırf keşfe dayanan farkı dermeyân etmeğe [ortaya koymağa] luzûm görmedim. Zirâ bu fark aklın verâsındadır [ötesindedir].

Resûl-i ekremin Zât-ı Risâletinde sâkin râkid [durgun] bir nûr-i ilâhî var idi. Bu nûr hiçbir vakit gaib olmaz idi. Zira Allah subhânehü ve teâlâ onun zât-ı şerîfine envâr-ı zâtiyyesi [zâtının nûrlarıyla] imdâd [yardım] etmiş idi. Cirm-i şems [güneşin kursu] nûr-i mahsûse [hissedilen ışıklarla] nûrlandırdığı [aydınlattığı] ve güneşin ışığı güneşten ayrılmadığı gibi, nûr-i ilâhî zât-i şerîfinden infikâk etmezdi [ayrılmazdı]. Bu hal kendisinde tabiî bir hâl idi. Bazan bunun fevkınde bir nûr zât-ı Peygamberiyi ihâta eder idi. Bu ihâtâdan bir husûsî müşâhede hâsıl olurdu. Bu, müşâhede-i dâimesinin [her zaman görüldüğünün] fevkınde [üstünde] idi. Bu nûr ile muhata [kaplanmış] olduğu zaman, kelâm-ı Hakkı istima' eder [Hakkın kelâmını işitir], yahud vahy meleği nâzil olur,kelâmı ilka ederdi. İşte bu halde nâzil olan ve tekellüm ettiği [söylediği] kelâm Kur'ândır. Eğer bu halde Hakdan istima' etmedi ve melek nâzil olmadı ise, tekellûm buyurduğu kelâm, hadîs-i kudsîdir. Eğer aslı hâlinde tekellüm buyurdu ise, hadîs-i nebevîdir.

Elhâsıl, dâimi olarak muhat olduğu nûr ile bulunduğu  halde söz söylerse, o söz Kur'ândan anladığı murâd-ı ilâhîdir ve  HADÎS olur. Eğer bundan gayri başka husûsî bir nûr ile muhat olarak söz söylerse, Allaha niyâbetle söyler ki, bu da HADÎS-İ KUDSÎ'dir. Bu ikinci nûr ile muhât [kaplanmış] iken bîkeyf [keyfiyetsiz, nasıl olduğu bilinmeyen] olarak istima'-ı kelâm-ı ilâhî veya vahy meleği teblîğ ederse, KUR'ÂN' dır.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh) 

KOLONYA

Hüseyn Hilmi Işık hoca efendinin hocası Seyyid Abdülhakîm Arvasi hazretleriyle ilgili bir anısı;
"Bir gün Kaşgârî Câmii'nin bahçe kapısından içeri girdim.Abdülhakîm Efendi Hazretleri bahçede,çok yaşlı zevcesi Nene Hanım ile beraber oturuyordu.Yanlarına gitmeye çekindim.Beni yanlarına çağırdılar. O sırada zevcesi Nene hanım kolanya şişesi getirdi.Efendi hazretleri'ne döktü. Efendi hazretleri de başına sürdü.Daha sonra Efendi Hazretleri'ne "Efendim,kolonyada alkol var.Alkol necistir. Siz onu üstünüze sürdünüz?" dedim. Efendi Hazretleri tebessüm ederek, "Nereden biliyorsun onun içinde alkol olduğunu ? Yoksa onu sen mi yaptın?" buyurdu.

Not: Bir şeyin necis olduğu iyi bilinmedikçe buna necis denmez. Su ile topraktan biri temiz ise ,karışımları olan çamur temiz kabûl edilir. Fetvâ da böyledir. Fıkh alimlerinin bu sözlerinden,ihtiyâcı karşılamak için yapılan kolonya ,ilâc ,vernik ve boya gibi ispirtolu karışımların temiz kabul edilecekleri anlaşılmaktadır. Şafi'î ve Mâlikî mezhebinde de böyle olduğu Ma'füvât kitâbında yazılıdır. Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye, S.154; İslâm Ahlâkı, s.380. Bu hâdiseye üstad Necip Fâzıl'ın "O ve Ben" kitabında da temas edilmektedir. s.203.

Din ve Küfr

Kendiyle olmak küfür,kendinden geçmek dindir.

Seyyid Abdülkadir Geylani hazretleri ve sarhoş adam

Seyyid Abdülkadir Geylani hazretleri bir gün Bağdat'ın eski sokaklarında talebeleri ile birlikte yürürken yolun kenarında sızmış, üstü başı perişan bir sarhoş onu durdurur.

Ve ona;
Ey Abdülkadir,Allahu teala kadir midir, değil midir? diye sorar.
Hazreti şeyh'te gülümser ve evet kadirdir der.

Sarhoş ikinci kez, Ey Abdülkadir, Allahu teala kadir midir, değil midir? Diye sorar.
Hazreti şeyh yine gülümser ve evet kadirdir der.

Adam üçüncü kez sorar:
Ey Abdülkadir, Allahu teala kadir midir, değil midir?
Hazreti şeyh bu sefer ağlar ve secdeye kapanır ve üç sefer: kadirdir, kadirdir, kadirdir, der.

Sonra talebelerine o sarhoşu götürüp yıkamalarını ve o sarhoşa ikram etmelerini emreder.

Bu değişik diyaloğa şahit olan talebeler hiç bir şey anlamaz ve hazreti şeyh'e sarhoşun neyi sorduğunu ve onun verdiği cevapların manasını sorarlar.

Hazreti şeyh'te şöyle açıklar:
Birincide bana, Allahu teala beni affetmeye kadir midir,değil midir dedi, bende kadirdir dedim.

İkincide bana Allahu teala beni senin yerine koymaya kadir midir, değil midir, dedi. Bende evet kadirdir dedim.

Üçüncü de bana, Allahu teala seni benim yerime koymaya kadir midir, değil midir, dedi. Bende korkumdan ağladım ve kadirdir,kadirdir, kadirdir, dedim.
Ve secdeye kapanıp Allah'a hidayet nimetini benden almasın ve âfiyetini üzerime daim kılsın diye dua ettim, dedi.

Seâdet ve Şekavet

Seâdet, Hak subhânehu ve teâlânın müşâhedesinde, sâlikin, varlığından, ya'nî varlığına muhabbetten halas olmaktır. Şekavet sâlikin kendisiyle mübtelâ [kendine tutkun] olup, Hak teâlâdan gafil olmaktır.
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî  Kuddise sirruh)

Mezhebin lüzumu

Sual: Mezhep kelime olarak ne anlama gelmektedir ve mezhepler olması gerekli mi idi?
Cevap: Mezhep, kelime olarak, gitmek, takip etmek, gidilen yol anlamındadır. Mutlak müctehid denilen dinde söz sâhibi âlimlerin, Müslümanların yapmaları gereken hususlarla ilgili olarak dini delillerden yani Kur'ân-ı kerimden, hadîs-i şeriflerden ve icma'dan hüküm çıkarma usulleri ve çıkarıp bildirdikleri hükümlerin hepsine Mezhep denir.

Kur’ân-ı kerimde ve hadîs-i şeriflerde açıkça bildirilmemiş bir şeye inanmayı dinimiz emretmemiştir. Fen bilgilerinin çoğu böyledir. Bunlardan akla uygun olanlara inanılır. Açıkça emir veya yasak edilmemiş işler ise, böyle değildir. Böyle işleri yapıp yapmamakta, açıkça bildirilenlere benzetilmelerini, Allahü teâlâ, derin âlimlere emir etmektedir. Bu benzetmeyi yapabilecek derin âlimlere Müctehid denir. Bu benzetme işine, İctihad denir. Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin Mezhebi denir. Bir müctehidin çıkardığı ahkâmın hepsine Mezhep denir. Ehl-i sünnetin yüzlerce mezhebinden, bugün dört imamın mezhebi kitaplara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuştur.

Eshâb-ı kiramın mezhebi
Sual: İlk Müslümanlar olan eshâb-ı kiram zamanında mezhep diye bir şey var mıydı?
Cevap: Eshâb-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. İslâmiyet bilgilerinde, siyaset, idarecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde, tasavvuf marifetlerinde birer derya idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resûlullah efendimizin mübarek cemâlini görmekle ve kalblere işleyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Her birinin mezhebi vardı. Mezhepleri az veya çok farklı idi. Eshâb-ı kiram, Resûlullah efendimizden işittiklerine uyardı. Kendi talebelerinden birine uymaya, yani dört mezhepten birinde olmalarına lüzum yoktu. Onların her biri bütün bilgileri asıl kaynağından alıyordu. Birbirlerine sorarak da öğreniyorlardı. Hepsi, mezhep imamlarından daha çok âlim ve daha yüksek müctehid idiler. Mezhep sâhibi idiler.

Tâbi'înin ve Tebe'i tâbi'înin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin ve Eshâb-ı kiramın mezheplerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhepleri unutuldu. Bu dört mezhebin imanları, Eshâb-ı kiramın ortak olan imanıdır. Bunun için, dördüne de Ehl-i sünnet denir. İmanları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymayan işlerini de, zaruret olunca, birbirlerini taklit ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheplerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, Allahü teâlâ tarafından Müslümanlara rahmet olduğunu, Peygamber efendimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezhep arasındaki ufak tefek başkalıklar, Müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her Müslüman, vücut yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayatına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbadetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar. Allahü teâlâ dileseydi, Kur’ân-ı kerimde ve hadîs-i şeriflerde, her şey açıkça bildirilirdi. Böylece, mezhepler hâsıl olmazdı. Kıyamete kadar, dünyanın her yerinde, her Müslümanın tek bir nizam, tek bir emir altında yaşamaları lâzım olurdu. Müslümanların hâlleri, yaşamaları güç olurdu.

Mezhep imamına uymak
Sual: Bir mezhep imamına mı uymalı, yoksa Kur’ân-ı kerime mi uymalıdır?
Cevap: Mezhep imamı demek, Peygamber efendimizin Kur’ân-ı kerimden çıkardığı manaları, bilgileri, Eshâb-ı kiramdan işiterek toplayan, kitaba geçiren büyük âlim demektir. Resûlullah efendimizin, Kur’ân-ı kerimin hepsini Eshâbına tefsir ettiğini, Hadîka, dil afetlerini anlatırken yazmaktadır. Resûlullah efendimizin Kur’ân-ı kerime verdiği manaları, açıklamalarını anlamak isteyen, bir mezhep imamının kitaplarını okur, bunlara uyar. Bu kitapları okuyup, bunlara uyan kimse, o mezhepten olur. Bu ise, Resûlullah efendimize ve Kur’ân-ı kerime uymak demektir.

Mezhepsizlik, dalâlet yoludur
Sual: Bir müctehide, bir mezhebe tâbi olmadan, herhangi bir kimse doğru yolu bulamaz mı?
Cevap: Ehl-i sünnet itikadına uymayan inanışa, Mezhepsizlik denir. Mezhepsiz olan da, ya sapık veya kâfir olur. Mezhepsiz, eğer Kur’ân-ı kerimde ve hadîs-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan bir şeye inanmamış veya şüphe etmiş ise, küfür olur. Açık olarak bildirilmemiş şüpheli olan delilleri tevil ederek yanlış mana vermiş ise, bid'at olur.

Edille-i şer'ıyye yani İslamiyetin kaynağı dörttür. Bunlardan yalnız ikisini söylemek mezhepsizlik olur. Dört mezhepten birini taklit eden kimse, Kur’ân-ı kerime ve hadîs-i şeriflere uymuş olur. Dört mezhepten birini taklit etmeyen kimse, Ehl-i sünnet olamaz. Buna Mezhepsiz ve Zındık denir. Mezhepsiz kimse, ya yetmişiki bozuk fırkadan birindedir, yahut kâfir olmuştur. Böyle olduğu, Bahr’de, Hindiyye’de, Tahtâvînin Zebâyıh kısmında ve İbn-i Abidin’in Bâgîler kısmında yazılıdır. Şüpheli âyetleri ve hadisleri yanlış tevil ederek itikadı bozulan yetmişiki fırkaya Bid'at veya Dalâlet fırkaları yahut Mezhepsiz denir. Bunlar da Müslümandır. Fakat sapık yoldadırlar.

Dört mezhebin kolaylıklarını toplayan kimse, dört mezhepten hiçbirine uymamış, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur ve böylece mezhepsiz olur. Görülüyor ki, dört mezhepten hiçbirine uymayan kimse, mezhepsizdir. Dört mezhebi telfîk eden, yani dört mezhebi karıştıran, mezhepsizdir. Dört mezhepten yalnız birini taklit ediyor ise de, bir inanışı, Ehl-i sünnet itikadına uymuyor ise, bu kimse de mezhepsizdir. Bu üç kimse, Ehl-i sünnet değildir, bid'at sâhibidirler, dalâlet yolunu taklit etmektedirler.

İngilizlerin İslamiyeti yok etme savaşında, vatanına, milletine dinine hizmet etmek isteyen Müslümanları aldatmak için kullandıkları en tesirli silâhları, İslamiyeti asra uydurmak, modernleştirmek, İslamiyetin aslını ortaya çıkarmak propagandaları içinde, dinsizliği yerleştirmek idi. Büyük İslâm âlimi, Şeyh-ül-islâm Mustafa Sabri efendi bunu çok iyi anlayanlardandı. Onun için;

“Mezhepsizlik dinsizliğe kurulan bir köprüdür” buyurarak, İslâm düşmanlarının arzularını, gayelerinin ne olduğunu çok iyi anlatıyordu.

Tek mezhepte birleşmek
Sual: Bütün mezhepleri kaldırıp, tek bir mezhepte birleşmek mümkün değil midir?
Cevap: Allahü teâlâ, Müslümanların imanda birleşmelerini, Eshâb-ı kiram gibi inanmalarını emrediyor. Eshâb-ı kiramın imanlarını öğrenip, kitaplarına yazanlara, Ehl-i sünnet denir. Bütün Müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi iman etmeleri lâzımdır. Sonradan çıkan selefiyye ve mezhepsizlik inanışlarının bozuk olduğunu bilmek lâzımdır.

İnanışları birbirine uymayan ve Eshâb-ı kiramın inanışlarına hiç benzemeyen kimselerin birleşmeleri, kardeş olmaları düşünülemez. Müslümanları aldatmak için, kendi felâket yollarına sürüklemek için, kardeşlik maskesi altında bölücülük yapıyorlar.

Bütün Müslümanların tek ve doğru olan Ehl-i sünnet inanışında birleşerek Allahü teâlânın emrine uymaları, bu ortak inanışın hâsıl edeceği rahmet-i ilâhiyyeye, kardeşliğe, sevişmeye kavuşmaları lâzımdır.

Eshâb-ı kiramın hepsi öldükten sonra, yeni Müslüman olanlardan bir kısmının imanları bozuldu. Eshâb-ı kiramın doğru imanından ayrıldılar. Dalâlet fırkaları meydana geldi. Bu bozuk fırkalara, Bid'at fırkaları veya Mezhepsiz denir. Bunlar, manaları açıkça anlaşılamayan nassları tevil ederek yanıldıkları için kâfir değildirler. Fakat, İslamiyete zararları, kâfirlerin zararlarından çok oldu. Birbirleri ile ve Ehl-i sünnet ile çekiştiler, harp ettiler. Çok Müslüman kanı döküldü. Müslümanların yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladılar.

Mezhepsiz bid'at fırkalarını, Ehl-i sünnetin dört doğru mezhebi ile karıştırmamalıdır. Dört mezhep, birbirlerinin doğru yolda olduklarını söyler ve birbirlerini severler. Mezhepsiz fırkalar ise, Müslümanları parçalamaktadırlar. Bugün, dört mezhepten başka Ehl-i sünnet yoktur. Bu dört mezhebin birleştirilemeyeceğini, bir mezhep hâline getirilemeyeceğini, İslam âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, mezheplerin birleştirilmesini değil, ayrı olmalarını istiyor. Böylece, İslam dinini kolaylaştırıyor. Âl-i İmrân sûresinde, yüzüncü âyetinde mealen;

(Ey iman edenler! Allahın dinine sarılınız. Birbirinizden ayrılmayınız!) buyurulmuştur. Tefsir sahipleri, meselâ Ebüssü'ûd efendi, burada;

“Ehl-i kitabın yaptıkları gibi, parçalanıp doğru imandan ayrılmayın! Cahiliye zamanında birbirleriniz ile dövüştüğünüz gibi bölünmeyiniz!” dediler.

Doğru imanda birleşmemiz, fırkalara bölünmememiz emir olundu. Doğru yolun, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği iman olduğunu, Peygamber efendimiz haber verdi.

O hâlde, bütün Müslümanların, ehl-i sünnet olmaları, ehl-i sünnet mezhebinde birleşerek, kardeş olmaları, sevişmeleri lâzımdır. Müslümanların bu birliğinden ayrılan, bu âyet-i kerimeye uymamış olur. Bu yolda birleşir, kardeşler olduğumuzu bilip sevişirsek, dünyanın en büyük, en kuvvetli milleti olur, dünyada rahata, huzura, ahirette de sonsuz saadete kavuşuruz.

Ehl-i sünnetin amelde dört mezhebe ayrılmalarını dinimiz emretmekte, bu ayrılığın rahmet ve merhamet neticesi olduğunu bildirmektedir. Amelde mezheplerin bir adet olmayıp, dört olmasının, lüzumlu, faydalı olduğu, akıl ile de kolay anlaşılmaktadır. İnsanların yaratılışları birbirlerine benzemediği gibi, sıcak çölde yaşayanlara, bir mezhebe uymak kolay olurken, kutuplara yakın yerlerde yaşayanlara, başka mezhebe uymak kolay geliyor. Dağda yaşayanlara, bir mezhep kolay iken, denizcilere, bu mezhep güç oluyor. Bir hastaya bir mezhep kolay iken, başka hastalık için, başka mezhep kolay oluyor. Tarlada çalışanlarla, fabrikada, askerlikte çalışanlar için de, bu farklılık görülmektedir. Herkes, kendine daha kolay gelen mezhebi seçip, taklit ediyor veya bu mezhebe tamamen intikal ediyor.

Sual: Mezhep nedir, hak bir mezhebe tâbi olmayan ne olur?
CEVAP
Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Eshab-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. Din bilgilerinde, siyaset, idarecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvuf marifetlerinde birer derya idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resulullahın kalblere işleyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Her birinin mezhebi vardı. Mezhepleri az veya çok farklı idi.

Tâbiinin ve Tebe-i tâbiinin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin mezheplerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhepleri unutuldu. Bu dört mezhebin imanları Eshab-ı kiramın ortak olan imanıdır. Bunun için dördüne de Ehl-i sünnet denir. İmanları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymayan işlerinde, zaruret olunca, birbirlerini taklit ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheplerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, müslümanlara Allahü teâlânın rahmeti olduğunu, Peygamber efendimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezhep arasındaki ufak tefek başkalıklar, müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her müslüman, vücut yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayatına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbadetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar.

Allahü teâlâ dileseydi, Kur’an-ı kerimde her şeyi açıkça bildirirdi. Böylece, mezhepler hasıl olmazdı. Kıyamete kadar, dünyanın her yerinde, her iklim ve şartta, her müslüman için tek bir nizam olurdu. Müslümanların halleri, yaşamaları güç olurdu.

Resulullahın yolu
Peygamber efendimizin yolu, Kur’an-ı kerim ile hadis-i şerifler ile ve müctehidlerin ictihadları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesika ile bir de, İcma-ı ümmet vardır ki, Eshab-ı kiramın ve Tâbiinin sözbirliği olduğu, Redd-ül-Muhtar’da yazılıdır. Bir hüküm üzerinde, dört mezhebin ictihadları arasında icma hasıl olursa, bu icmaya da inanmak gerekir, inanmayan küfre girer. (Mektubat 2/36)

İslam âlimleri yanlış bir şey üzerinde ittifakta bulunmazlar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ümmetim dalalet üzerinde birleşmez.) [İ.Ahmed]

Bu dört vesikaya Edille-i şeriyye denir. Bunların dışında kalan her şey bid’attir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri Cennete girecektir. Bunlar, benim ve Eshabımın yolunda olanlardır.) [İbni Mace]

Bu ayrılık, usulde, imanda olan ayrılıktır. Eshab-ı kiramdan sonra, yeni müslüman olanlardan bir kısmının imanları bozuldu. Eshab-ı kiramın doğru imanından ayrıldılar. Dalalet fırkaları meydana geldi. Bu bozuk fırkalara, bid’at fırkaları denir. Bunlar, bazı nassları tevil ederek yanıldıkları için kâfir değildir. Fakat, İslamiyet’e zararları, kâfirlerin zararlarından çok oldu. Birbirleri ile ve Ehl-i sünnet ile çekiştiler. Harp ettiler. Çok müslüman kanı döküldü. Müslümanların yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladılar.
Bid’at fırkalarını, Ehl-i sünnetin dört doğru mezhebi ile karıştırmamalıdır.

Mezhep ve rahmet
Allahü teâlâ ve Resulü, müminlere merhamet ettikleri için, bazı işlerin nasıl yapılacağı, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açık bildirilmedi. Açıkça bildirilse idi, öylece yapmak farz ve sünnet olurdu. Farzı yapmayanlar günaha girer, kıymet vermeyenler de kâfir olurdu. Müminlerin hali güç olurdu. Böyle işleri, açık bildirilmiş bulunanlara benzeterek işlemek gerekir. Din âlimleri arasında, işlerin nasıl yapılabileceğini, böyle benzeterek anlayabilenlere, Müctehid denir.

Dört mezhebin hali, bir şehir halkının haline benzer ki, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kanunda bulunmazsa, o şehrin eşrafı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kanunun uygun bir maddesine benzetip yaparlar. Bazen uyuşamayıp, bazısı devletin maksadı, beldeleri tamir ve insanların rahatlığıdır der. O işi, rey ve fikirleri ile, kanunun bir maddesine benzetir. Bunlar, Hanefi mezhebine benzer.

Bazıları da, devlet merkezinden gelen memurların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır, derler. Bunlar da, Maliki mezhebine benzer.

Bazısı ise ifadeye, yazının gidişine bakıp, o işi yapma yolunu bulur. Bu da, Şafii mezhebine benzer.

Bir kısmı ise, kanunun başka maddelerini de toplayıp, birbiri ile karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da, Hanbeli mezhebine benzer.

Dört doğru yol
İşte şehrin ileri gelenlerinden herbiri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kanuna uygun olduğunu söyler. Kanunun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlıştır. Fakat, kanundan ayrılmaları, kanunu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kanuna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Belki, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan daha çok beğenilip, mükafat alır. Dört mezhebin hâli de buna benzer. Her mezhep imamı, doğru yolu bulmak için uğraştığından, yanılanlar affolur. Hatta sevap kazanır. Onlara bu yetkiyi Allahü teâlâ ve Resulü vermiştir.

Dört mezhepten başkasına uymak caiz değildir. Bu, Eshab-ı kiramın ve Tâbiinin mezheplerini küçümsemek değildir. Çünkü, Eshab-ı kiramın ve başkalarının mezheplerini tam olarak bilmiyoruz. O mezhepleri de bilseydik, onlara uymamız da caiz olurdu. Çünkü, hepsinin mezhepleri doğru idi. Dört mezhep, tam bilindiği ve kitapları her yere yayılmış olduğu için, her müslümanın yalnız bunlardan birine uyması gerekir.

İmam-ı Rabbani hazretleri, Bir mezhebe tâbi olmayan mülhid olur buyuruyor. (Mebde ve Mead)

Yusuf Nebhani hazretleri, Şimdi her müslümanın, dört mezhepten birine uyması gerekir buyurduğu gibi, imam-ı Şarani, S.Ahmed Tahtavi hazretleri gibi birçok âlim de, aynı şeyi bildirmişlerdir.
Kur’an-ı kerimdeki; (Allah’ın ipine sarılın!) emri, (Fıkıh âlimlerinin, mezhep imamlarının bildirdiğine uyun!) demektir. [Tahtavi (Dürr-ül-muhtar) haşiyesi, zebayih kısmı]

Mezhep değiştirmek
Dört mezhebin imamları ve onları taklit eden âlimler, her müslümanın dört mezhepten dilediğini taklitte serbest olduğunu ve bir mezhepten başka mezhebe geçmenin caiz olduğunu ve harac, sıkıntı olduğu zamanlarda, başka mezhebin taklit edileceğini bildirdiler. Allahü teâlâ, müminlerin dört mezhebe ayrılmalarını ve bunun, kulları için faydalı olacağını ezelde takdir ve irade buyurdu. Amelde mezheplere ayrılmaktan razı olduğunu bildirdi. Razı olmasaydı Resulü, bu ayrılığın rahmet olduğunu bildirmezdi. İtikadda ayrılmayı yasak ettiği gibi, amelde ayrılmayı da yasak ederdi. (Mizan)

Resulullah efendimiz, Kur’an-ı kerimde icmalen bildirilenleri, yani kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur’an-ı kerim kapalı kalırdı. Resulullahın vârisleri olan mezhep imamlarımız, hadis-i şeriflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünneti nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resulullaha tâbi olarak, mücmel olanı açıklamışlardır.

Bilinen 4 imam zamanında, başka mezhep imamları da vardı. Bunların da mezhepleri vardı. Fakat, bunların mezheplerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı. (Hadika)

Ehl-i sünnetin dört mezhebinin imanları, inandıkları şeyler, birbirlerinin aynıdır. Aralarında hiç fark yoktur. Ayrılıkları yalnız ameldedir. Bu da, müslümanlara bir kolaylıktır. Her müslüman, dilediği mezhebi seçerek, bunu taklit eder. Her işini, seçtiği mezhebe göre yapar. Müslümanların, dört mezhebe ayrılmaları, Allahü teâlânın rahmetidir. Bir müslüman, kendi mezhebine göre ibadet yaparken, bir zahmet, bir meşakkat hasıl olursa, başka bir mezhebi taklit ederek, bu işi kolayca yapar.

Ölçümüz ne olmalı?
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine uymayan, her mana yanlıştır. Çünkü her sapık, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uyduğunu sanır ve iddia eder. Kısa görüşü ile, bu kaynaklardan yanlış manalar çıkarır, doğru yoldan kayar. Felakete gider. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde mealen, (Kur'an-ı kerimde bildirilen misaller, çoklarını küfre sürükler, çoklarını da hidayete, doğru yola ulaştırır) buyurdu. (Bekara 26)

Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları mana doğrudur. Çünkü, bu manaları, Selef-i salihinin eserlerini inceleyerek elde etmişlerdir. Doğru bilgileri bizlere ulaştıran bunlardır. Kurtuluş yolunu, yanlış yollardan ayıran onlardır. Onların hidayet ışıkları olmasaydı, bizler doğru yolu bulamazdık. Doğruyu bozuk olanlardan ayırmasalardı, dalalete yuvarlanırdık. İslamiyet’i bozulmaktan koruyan onların çalışmasıdır. Onlara uyan kurtulur. Onlara uymayan sapıtır, herkesi de sapıtmaya çalışır.) [1/286]

Mezheplere olan ihtiyaç
Bazıları, Hadislere değil, Kur'ana uymak gerekir diyor. Halbuki hadisler, Kur’andan ayrı değildir. Kuran-ı kerimin açıklamasıdır. Allahü teâlâ buyurdu ki:
(Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]

(Peygamberin emrine uyun, yasak ettiklerinden sakının!) [Haşr 7]

(İndirdiğimi insanlara açıkla!) [Nahl 44]

Âlimler de, âyetleri açıklayıp Kur'an-ı kerimden hüküm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, (Sadece sana vahiy olunanları tebliğ et) derdi. Ayrıca açıklamasını emretmezdi. Resulullah, Kur'an-ı kerimde, kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur'an-ı kerim kapalı kalırdı. Hadis-i şerifler olmasaydı, namazların kaç rekat olduğu, nasıl kılınacağı, rüku ve secdede okunacak tesbihler, cenaze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekat nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinmezdi. Yani hiçbir âlim, bunları Kur'an-ı kerimden bulup çıkaramazdı. Bunları Peygamber efendimiz açıklamıştır. Mezhep imamları, hadis-i şerifleri açıklamasaydı, sünnet kapalı kalırdı. Sünneti, müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhepler meydana çıkmıştır.

Mezhep nedir? Bir müctehidin edille-i şeriyyeden elde ettiği bilgilere, o müctehidin mezhebi denir. Sahabelerin tamamı müctehid idi. Hepsinin de mezhebi vardı. Mezheplerden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Dört mezhep arasında amelle ilgili farklı ictihadlar, işlerimizi kolaylaştırmaktadır. Her Müslüman, durumuna göre, kendisine kolay gelen mezhebi seçer.

Allahü teâlâ dileseydi, Kur'an-ı kerimde her şeyi açıkça bildirirdi. Böylece, mezhepler ortaya çıkmazdı. Her yerde, tek bir nizam olur, Müslümanların halleri, yaşamaları güçleşirdi.

Bugün dört mezhepten birine uymak gerekir. Çünkü, Eshab-ı kiramın ve diğer müctehidlerin mezhepleri tam olarak bilinmiyor. Dört mezhep, tam bilindiği ve kitapları her yere yayılmış olduğu için, dört mezhepten birine uymak şarttır. Mezhepler rahmettir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Âlimlerin farklı ictihadları, [mezheplere ayrılmaları] rahmettir.) [Beyheki]

(Âlimlere tabi olun!) [Deylemi]

(Ulema, enbiyanın vârisidir.) [Tirmizi]

Bir Müslüman, kendi mezhebine göre ibadet yaparken, bir meşakkat hasıl olursa, başka bir mezhebe uyarak, bu işi kolayca yapar. Mesela Şafiiler, hacda kadına dokununca abdestleri bozulur. Bunun için Hanefi’yi taklit ederek haclarını yapıyorlar. Bu apaçık bir rahmettir.

Çocuğun mezhebi
Sual: Eşlerden biri Hanefî, diğeri Şâfiî olursa, çocuğunun mezhebi ne olur?
CEVAP
Çocuk anne babaya tâbi değildir. Çocuk dört hak mezhepten hangisini iyi biliyorsa veya hangisini doğru öğrenebileceği kaynak kitap varsa, o mezhebi seçer.

Bir mezhebe uymak şarttır
Sual: (Herkesin, bir mezhebin tamamına uyma mecburiyeti yoktur. Her mezhepten, uygun gördüğü hükümleri alabilir) deniyor. O zaman bu kimsenin mezhebi ne olur?
CEVAP
Böyle söylemek ve böyle yapmak mezhepsizliktir. Din kitaplarımızda deniyor ki:
Herkesin kendi mezhebine tâbi olması vacibdir. [Burada vacib, farz demektir.] Zaruretsiz başka mezhebe göre iş yapması caiz değildir. Bir kimsenin kendi mezhebinden ayrılmasının caiz olmadığı, söz birliğiyle bildirildi. (Bahr-ür-raık)

Büyük âlim İbni Emir Hac, Tahrir şerhinde, (Bir müctehidin sözüyle amel edilir, ancak ihtiyaç olunca başka bir müctehid taklit edilebilir) diyor. (Redd-ül-muhtar)

Bir işi ve buna bağlı olan işleri bir mezhebe göre yaparken, bu mezhebi bırakmak ittifakla yasaktır. (Tahrir-ül-üsul, Muhtasar-ül-üsul, Dürr-ül-muhtar)

Müctehid olmayan bir âlimin, dört mezhepten birine tâbi olması vacibdir. Tâbi olmazsa, doğru yoldan sapar. Başkalarını da saptırır. (Mizan-ı kübra) [Vacib burada da farz demektir.]

Müctehid olmayanın, mezhep değiştirmesi caiz değildir. Bir mezhebe uyması lazımdır. (Redd-ül-muhtar)

Bir kimsenin mezhebini bırakmasının caiz olmadığı ittifakla bildirildi. (Tahrir)

Dört mezhepten birinde olan kimse, Allahü teâlânın emrine uymuş olur. (Cevhere şerhi)

Her Müslümanın ibadet ederken ve haramdan sakınırken, kendi mezhebinin hükümlerine uyması lazımdır. (S. Ebediyye)

Mezhebine aykırı iş yapmayı, hiçbir âlim caiz görmedi. (Kimya-i saadet)

İslam’ın binası, bu dört direk üzerine kuruldu. Dilediği mezhebi seçtikten sonra, bunu bırakıp, başka mezhebe geçmek, ilk mezhebe suizan olur. Âlimler, bunu söz birliğiyle bildirdiler. (Sıfr-üs-seadet şerhi)

Ehl-i sünnet âlimleri, avamın belli bir mezhebin belli bir imamına uyması lazım olduğunu bildirdiler. Keşf kitabı, bunu uzun anlatır. Her mezhepte mubah olanları, kolay olanları araştırıp, bunları yapmaya, mezhepleri telfik denir. Böyle yapan, fâsık olur. Tahavi şerhi bunu geniş şekilde anlatır. (Muhtasar-ı Vikaye şerhi)

Ehl-i sünnet olmak için, dört mezhepten birini taklit etmek lazımdır. Bu dört mezhepten birine uymayan kimse, Ehl-i sünnet değildir. (F. Bilgiler, Tahtavi)

Allah’ın ipine sarılmak
Sual: (Allah’ın ipine sarılan kurtulur. Allah’ın ipi de Kur’an olduğuna göre, hadislere, fıkıh bilgisine ve mezheplere ihtiyaç yoktur. Mezhepler bid’attır) diyenler oluyor. Mezhepsiz mi olmak gerekiyor?
CEVAP
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın, parçalanıp ayrılmayın.) [Al-i İmran 103]

Abdülgani Nablüsi hazretleri buyuruyor ki:
Bu âyet-i kerime, itikadda parçalanmamayı bildiriyor. (İtikadda, inanılacak bilgilerde parçalanmayın, nefsinize ve bozuk düşüncenize uyarak, doğru imandan ayrılmayın) demektir. İtikadda ayrılmak, parçalanmak elbette caiz değildir. Hadis-i şerifte, (Cemaatle birlikte olun! Allah’ın rızası, rahmeti, yardımı cemaatte, birliktedir. Cemaatten ayrılan Cehenneme düşer) buyuruldu. Eshab-ı kiram, günlük işleri açıklayan bilgilerde, birbirlerinden ayrılmışlardı; fakat itikad bilgilerinde hiç ayrılıkları yoktu. (Ümmetimin ayrılığı rahmettir) mealindeki hadis-i şerif, farklı ictihadın ve farklı fıkhi mezheplerin caiz olduğunu göstermektedir. (Hadika)

Seyyid Ahmed Tahtavi hazretleri de buyuruyor ki:
Kur'an-ı kerimde bildirilen Allah’ın ipi’nden maksat, cemaattir. Cemaat da, fıkıh ve ilim sahipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan sapıtır. Sivad-ı a’zam, fıkıh âlimlerinin yoludur. Fıkıh âlimlerinin yolu da, Resulullahın ve Hulefa-i raşidin’in yoludur. Bu yoldan ayrılanlar, Cehenneme gider. Fırka-i naciyye, bugün dört mezhepte toplanmıştır. Bu dört mezhep, Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli’dir. Bu zamanda, bu dört hak mezhepten birine uymayan, bid’at sahibi olup Cehenneme gider. (Dürr-ül muhtar haşiyesi)

Muhammedî mezhebi
Sual: Felsefeci bir yazar, (Allah bir, peygamber bir iken, dört mezhebin meydana çıkması bölücülüktür, Muhammedî yola aykırıdır. Hak olan tek mezhep Muhammedîliktir. Ben Muhammedî mezhebindenim) diyor. Böyle bir mezhep mi var?
CEVAP
Böyle söylemek, ben süper mezhepsizim demektir. Hiçbir İslam âlimi Muhammedîlik diye bir mezhep bildirmemiştir. Peygamber efendimiz, bu ümmetin 73 fırkaya ayrılacağını 72’sinin sapık olacağını, Cehenneme gideceğini, yalnız bir fırkanın kurtulacağını, bu fırkanın ise Sünnet’e uyan ve Eshab-ı kiramın yolunda giden kimselerin fırkası olduğunu bildirmiştir.

Ehl-i sünnet âlimleri de, bu bir fırkanın Ehl-i sünnet ve cemaat fırkası olduğunda icma meydana geldiğini bildirmişlerdir. Amelde ise, dört mezhebin hak olduğunda yine icma hâsıl olmuştur. İcma’ı inkâr edenlerin de kâfir olacağını bildirmişlerdir. (Redd-ül muhtar)

Ehl-i sünnet âlimleri, dört mezhebin hak olduğunda ve dört mezhepten başkasıyla amel etmenin caiz olmadığını ittifakla bildirmişler ve bunda icma hâsıl olmuştur. (El-Mesail-ül-müntehabatü fir-risaleti vel vesileti)

Mezhebe uymak farz mı?
Sual: Selefiyiz diyenlerden bazıları, (İbni Teymiyye’nin bildirdiği yola uymak farzdır) diyorlar. İbni Teymiyye’nin yanlışlarına değil, doğru sözlerine uymak farz değil mi?
CEVAP
Peygamberler hariç, hiç kimsenin yoluna, mezhebine uymaya farz denmez. Çünkü Faideli Bilgiler kitabında, (Peygamber olmayan herhangi bir kimsenin mezhebine uymanın farz olduğunu söyleyen kâfir olur) deniyor. Çünkü âlim ne kadar büyük olursa olsun, ictihadında hata olabilir. Bu bakımdan, (Şu âlime uymak farzdır) denmez.

Müctehid âlimlerin hataları affedilmiş, üstelik hatalarına da sevab vardır. Bu bakımdan, müctehid olmayan bir kimse, dört hak mezhepten en iyi bildiği hangisiyse, ona uyar. (Muhakkak şuna uymak farzdır) denmez, ama bugün için dört mezhepten birine uymak lazımdır. Çünkü din kitaplarında deniyor ki:
Müctehid olmayan bir âlimin, dört mezhepten birini taklit etmesi vacibdir. (Mizan-ı kübra)

İbni Abidin hazretleri buyuruyor ki: Bir âyet-i kerimede mealen, (Bilenlerden sorun!) buyuruldu. Bunun için, müctehide sormak, bir mezhebe uymak vacib oldu. (F. Bilgiler)

Bu iki yerdeki vacib, farz demektir.

Ameldeki dört mezhebin durumu
Sual: Amelde, ibadetleri yerine getirmekte dört hak mezhebin, ictihadlarının farklı olmasının mesela Şafiide cemaatin Fatiha okumasının, Hanefide okumamasının sebebi, hikmeti nedir?
Cevap: Ehl-i sünnet alimleri, amelde hak olan dört mezhebin halini, şöyle bir misal ile anlatmışlardır:
“Amelde hak olan dört mezhebin hali, bir şehir ahalisinin haline benzer ki, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kanunda bulunmazsa, o şehrin eşrafı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kanunun uygun bir maddesine benzeterek yaparlar. Bazen uyuşamayıp, bazısı devletin maksadı, beldeleri tamir ve insanların rahatlığıdır der. O işi, rey ve fikirleri ile, kanunun bir maddesine benzetir. Bunlar, Hanefi mezhebine benzer. Bazıları da, devlet merkezinden gelen memurların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır derler. Bunlar da, Maliki mezhebine benzer. Bazıları ise kanunun ifadesine, yazının gidişine bakarak, o işi yapma yolunu bulur. Bunlar da, Şafii mezhebi gibidir. Bir kısmı ise, kanunun başka maddelerini de toplayıp, birbiri ile karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da, Hanbeli mezhebine benzer. İşte şehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kanuna uygun olduğunu söyler. Kanunun istediği ise, bu dört yoldan biridir. Fakat, kanundan ayrılmaları, kanunu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kanuna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Belki, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan daha çok beğenilip, mükafat alır. Dört mezhebin hali de böyledir. Allahü teâlânın istediği yol, elbette birdir. Dört mezhebin ayrıldığı bir işte, birinin doğru olması lazımdır. Fakat, her mezhep imamı, doğru yolu bulmak için uğraştığından, yanılanlar da affolur. Hatta sevap kazanır. Çünkü, Peygamber efendimiz;
(Ümmetime, yanıldığı ve unuttuğu için ceza yoktur) buyurdu. Bu ayrılıkları bazı işlerde olup, ibadetlerin çoğunda, yani Kur'ân-ı kerimin ve hadîs-i şeriflerin açık olarak bildirdikleri ahkamda, hükümlerde ve inanılacak şeylerde, iman konusunda aralarında tam birlik bulunduğundan, birbirini kötülemezler.”

ASLIMIZDAN UZAKLAŞMAYALIM

"Balkan ülkelerinin birinde,yaşlı bir teyze ölüm döşeğinde..

Akrabaları tek tek helallik almaya geliyor,odaya biri giriyor diğeri çıkıyor..

Köye yeni bir gelin gelmiş,duyunca bu teyzenin vaktinin ahirinde olduğunu ziyaret etmek istemiş..

Usulca girmiş odaya oturmuş bir kenara.

Yaşlı teyze başını kaldırmış ve içeri son giren ve köyün yabancısı olan bu geline seslenmiş:

-Osman mı senin deden?

Gelinceğiz şaşırmış ve bir o kadarda hayretle sormuş:

-Evet,Türk'üm Osmanlı'dan geldim..Peki,bunu sen nasıl anladın?

Yaşlı teyzemiz derin bir iç çekerek:

-Yavrum,sizin kapıyı açmanız,kapatmanız,yürümeniz ve oturmanız dahi bir nizam ve edep üzeredir.. Sen hasta var diye öyle narin açtın ki kapıyı ben ilk anda bunu anladım.."

Muallimem, ki kendiside Balkan göçmenidir bu misali verdikten sonra Talim'ul Müteallim dersimiz sona ermişti..

Arkadaşlarımdan ayrılıp düşünmeye başladım.

Nasıl olur? Altı üstü bir kapı açmak değil mi ? Buna dahi dikkat eden bir insan nasıl yetiştirilir?

Şimdi kızlar istedikleri olmayınca kapıları çarparken,nerede ve nasıl bir hata yapıldı da iki nesil arasında uçurumlar oluştu diye sorgulamaya başladım.. Öyle ya,hep suç gençlerde değil ki.

Ne olur? Ne yaşanır? Ne yenilip içilir de;

Böyle hassas bir nesil ifsad olur?

Elbette ki, evvela aile bağlarını koparmakla.. Çünkü eğitimi ana-babasından almayı kabul etmeyen bir çocuğa istediğiniz herşeyi kolayca empoze edebilirsiniz..

Peki bir çocuk ana-babasından nasıl kopar? Bu mümkün mü? Eğer o çocuk ebeveyninden "utanmaya(!) başlarsa" pekala mümkün..

Çocuklar;

Kitaplarında gördükleri resimlerde,okudukları hikayelerde ne ailelerini nede kendilerini bulamadılar.

Bir resimde kapalı köylü kadını, diğerinde modern masada yemek yiyen ve hiç görmediği kıyafetleri giyinmiş elit insanlar..

Çocuk baktı,baktı,baktı..

Kitaplarda gördüğü köylü insan tamda kendi annesine benziyordu.. Sonra utanmaya başladı annesinin okula gelmesinden,onu basmasıyla ve oyalı yazmasıyla ortamlarına sokmaktan..

Eve davet ettiği arkadaşlarını dedesiyle nenesiyle konuşturmadı..

Bu şive bozukluğu alay konusu olurdu.

Çünkü televizyonlarda hep fakir aileler,kapıcılar,cahiller şiveli bir Türkçe konuşuyordu.

Hem kahretsin ki isminide dedesi koymuştu "Emine" nedir!

Okul fişlerinde "Mine" diyorduk ne güzel!

Jülide,Işık,Jale.. bu isimler dururken Emine'yi nereden bulmuşlar ki!

Bak, yine akşam ezanı okunuyor bizimkiler hala çıkamadı köy kafasından,akşam ezanıyla mı belirlenir insanın eve dönüş saati?

Olacak iş değil!

Gecenin daha yeni başladığını "akşam ezanıyla şeytanlar çözülür" diyen aileme nasıl izah edeyim!

Zaten çizgi filmlerde kaplumbağalar dahi pizza yiyor,biz hala tarhana kaşıklıyoruz! Biraz modernleşin artık! Nidalarıyla, en son sofrasından da burun çeviren bir genç varolmuştur artık..

Bu zihniyete erişen gençler ebeveynlerinden nasihat almayı, onlar tarafından eğitilmeyi kabul eder mi sanıyorsunuz?

Artık onların tek eğitmenleri youtube videolarında abuk sabuk saatlerce konuşan şahıslar, göz kırpmadan izlenilen film sahneleri, hayran oldukları artistlerin hayatı olmuştur.

Bakın bilinç altına oynanan küçük bir oyun,izlenen tek bir kare;

Önce sinsice ailenize savaş açtı..Babaların mesleğinden,anaların giyinişinden utandırdı.Tabi buna paralel olarak sözlerinizi değersiz kıldı ve bir ailenin mihenk taşı olan "sofranızı" yok etti.. Artık boş tabaklar bilgisayar masasında birikiyor,koltuk kenarlarından bardak toplanıyor.

Aileler akşam bir araya gelip,aynı kaba el uzatamıyorlarsa çok şeyi yitirmişler demektir..

Çünkü İslam medeniyetlerinde ailenin,ailede de sofranın önemi büyüktür.

Bizler; mideden çok gönlü ve ruhu doyurmak için, ekmeği bölüp pay ettiğimiz gibi muhabbetimizi de bölüştürmek için kurmalıydık sofralarımızı.

Baba nasihat etmeli,en cok sofrada anlatmalı ve o anın bereketiyle rahmet yağdırmalıydık üzerimize..

Vel hasıl bu nimetlerden mahrum büyüyen "plastik" bir nesil geldi.

Annesi bırakın hasta ziyaretinde kapı açma adabını,eve gelene dahi kapıyı açmayı,misafire hoşgeldin demeyi öğretemedi.

Çünkü geçmişi unutturulan,atalarından utandırılıp bağları koparılan bir nesil ne iflah oldu nede ıslah..

Artık hicret zamanı gelmedi mi ?

Haydi,özümüze dönelim!

Bizede sorar belki bir ihtiyar cılız sesiyle:

-Osman oğlu değil misin sen?

Yağmur İbiç