ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Müteşâbih sözler hakk›nda çeşidli ve fâideli beş fasl:
B‹R‹NC‹ FASL:
Süâl: Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” başka bir kelime kullanma imkân› var iken, murâd olunmayan başka bir ma’nây› da akla getiren (vehm etdiren) kelimeler kullanmas› nedendir?
Bu kelimelerin teşbîhe [benzetmeğe] yol açacağ›n›, halk› yanl›ş
yola götürüp, Allahü teâlân›n zât› ve s›fatlar› hakk›nda onlar› bât›l i’tikâda sevk edeceğini bilmiyor mu idi? Hâşâ, nübüvvet makâm› bu bilgilerden gizli kalamaz. Veyâ Peygamber efendimiz biliyordu da, câhillerin bilmemelerine, sap›klar›n sap›tmalar›na önem vermedi mi?
Bu ihtimâl dahâ uzak ve dahâ çirkindir. Çünki Peygamberimiz her
şeyi aç›klay›c› olarak gönderilmişdir. Gizleyici, kapal› b›rak›c› olarak gönderilmemişdir. ‹şte bu tereddüdler, kapal› ve anlaş›lmas› zor olan şeyler kalblerde müşkiller meydâna getirir, hattâ halk› ba’z› kötü i’tikâdlara çeker. Meselâ bu kötü inançl› kimseler derler ki: Eğer Peygamber olsayd›,
Allahü teâlây› hakk› ile bilir, tan›rd›. Onu tan›d›ğ› takdîrde de Onun zât ve
s›fatlar› hakk›nda, muhâl olan şeylerle vasfland›rmazd›.
Bir diğer tâife de kelimenin zâhirine, görünen ma’nâs›na meyl etdiler. “Eğer hak ve doğru olmasayd›, Peygamber efendimiz böyle söylemez,
başka ma’nâya gelmeyen kelime kullan›rd› veyâ vehmi izâle edecek karîneler kullan›rd›.”
Şimdi bu büyük müşkilin çözüm yolu nedir?
Cevâb: Bu müşkiller basîret ehli taraf›ndan çözülmüşdür. Bu bir kaç
ma’nâya gelen müteşâbih kelimeleri Peygamber efendimiz bir def’ada bir
araya toplay›p zikr etmemişdir. Bunlar› toplayan Müşebbihe f›rkas›d›r. [Hâl›k› mahlûka benzeten, sap›k i’tikâdl› bir f›rkad›r.] Bir araya getirilen toplu hâldeki, vehme ve telbîse götüren lafzlar›n fehmler üzerindeki te’sîri,
farkl› zemânlarda söylenen âhâd, tek sahâbînin bildirdiği haberlerden dahâ te’sîrli olduğunu beyân etmişdik. Ancak, Resûlullah efendimiz bu
lafzlar› bütün ömründe ve ayr› ayr› zemânlarda söylemişdir. Kur’ân-›
kerîmde ve mütevâtir haberlerde olan müteşâbih lafzlar çok az say›dad›r. Hattâ onlara sahîh haberlerdeki müteşâbih lafzlar da eklense say› yine azd›r. Ancak i’timâda şâyân olmayan şâz ve za’îf haberlerin çoğalmas›yla müteşâbih kelimeler çoğalm›şd›r. Sonra mütevâtir hadîs-i şerîfler âdil
kimseler taraf›ndan nakl edilmiş ise, bunlardaki müteşâbih lafzlar bir kaç
kelimedir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu kelimeleri, teşbîh
uyand›rmağ› giderecek olan karîne ve işâretlerle kullanm›şd›r. Bunu,
meclis-i şerîflerinde hâz›r olup, müşâhede edenler idrâk etmişlerdir. Bu
lafzlar karînesiz nakl edilmiş olsayd›, vehm ortaya ç›kard›.
Vehm ve ihtimâllerin giderilmesinde en büyük karîne, dahâ önceden bilindiği gibi, zâhirî ma’nâlar› kabûlden, Allahü teâlây› takdîs ve tenzîh etmekdir. Her kim Allahü teâlây› tan›makda bu ma’rifete sâhib olursa, bu ma’rifet onun rûhunda en kuvvetli bir g›dâ olur. Bu ma’rifet sâyesinde, Allahü teâlân›n s›fatlar›na âid her duyduğunu Ona lây›k şeklde anlar. O ma’rifet ile hiç bir şübhe kalm›yacak şeklde vehmler giderilir.
Buna dâir beş misâl verelim:
Birinci misâl: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Kâ’beye
(Beytullah), “Allah›n evi” ad›n› vermişdir. Çocuklar ve çocuk derecesinde
olanlar, Kâ’beyi Allahü teâlân›n meskeni ve kalacak yeri olarak bilirler. Allahü teâlây› gökde bilen ve Arş üzerinde karâr k›ld›ğ›na inanan avâm, Kâ’benin Allahü teâlân›n meskeni olmad›ğ›na hiç şübhe etmeden inan›rlar.
Eğer avâma Peygamber efendimizin, Kâ’benin Allahü teâlân›n
meskeni olduğuna vehm ve hayâl etdiren (Kâ’betullah) lafz›n› söylemesinin sebebi sorulursa, hepsi birden “bu vehm ancak çocuklar ve ahmaklar hakk›ndad›r”. Kulağ›na, “Allah Arş üzerinde karâr k›lmakdad›r” diye tekrâr tekrâr gelen (Beytullah) lafz›n› duyduğunda, beytden murâd›n, meskeni ve bar›nağ› olmad›ğ›nda hiç şübhesi olmaz. Hattâ aç›k olarak bilir ki,
beytin Allahü teâlâya izâfesi, beytin şereflendirilmesi veyâ Rabbine ve sâhibine beytin muzâf olmas›, vaz’ olunduğundan başka bir ma’nâya gelmekdedir. Avâm›n, Allahü teâlân›n Arş üzerinde olduğuna i’tikâd›, kat’î ilm
ifâde eden bir karîne değil midir? Bununla Kâ’benin Allah›n evi olduğu,
ama bar›nağ› olmad›ğ› irâde edilmekdedir. Kâ’benin Allah›n evi ve bar›-
nağ› olduğu, dahâ önceden hiç bir bilgiye ve inanca sâhib olmayanlar hakk›nda düşünülür.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu lafzlarla, takdîs ilmine vâk›f olan ve teşbîhi nefy eden, Allahü teâlây› cismden ve cismin a’râzlar›ndan tenzîh eden bir cemâ’ate ya’nî, Eshâb-› kirâma hitâb etmişlerdir. Bu
hitâbda hiç şübhe b›rakm›yacak şeklde, vehmi giderecek kat’î karîneler
vard›r. Bu kelimenin te’vîlinde ba’z›lar›n›n tereddüdde kalmalar› câiz ise
de, karîne ile murâd› ta’yîn etmek, Allahü teâlân›n celâline lây›k olacak
şeklde lafz›n ihtimâlleri cümlesindendir.
‹kinci misâl: Bir fakîhin kelâm›nda geçen (sûret) kelimesi, bir çocuğun veyâ âmînin, ya’nî avâmdan birinin yan›nda söylense, “Bu mes’elenin sûreti böyledir” veyâ “Bu hâdisenin sûreti böyledir” denilse, o çocuk
veyâ mes’elenin ma’nâs›n› bilmeyen âmî, mes’ele denilen şeyin bir sûret olduğunu ve sûretin de kendi bildiği ve çevresinde gördüğü gibi,
ağz›, burnu ve gözü olan bir şeyi hayâl eder.
Fekat, mes’elenin hakîkatini ve onun husûsî olarak tertîblenmiş
bilgilerden ibâret olduğunu bilen kimse, mes’elede cismlerin şeklleri gibi, gözü, burnu, ağz› olduğunu düşünebilir mi? Hây›r. Mes’elenin cism olmakdan ve cismin s›fatlar›ndan münezzeh olduğunu bilmesi ona kâfîdir.
Bunun gibi, ilâhdan da cismiyyeti nefy etmek ve cism olmakdan münezzeh bilmek, (Allah, Âdemi kendi sûretinde yaratd›) hadîs-i şerîfini işitenin kalbinde (sûret) kelimesinin ma’nâs›n› anlamas›nda bir karîne olur.
Allahü teâlây› cism olmakdan münezzeh bilen bir ârif, “mes’elenin
sûreti” sözündeki sûreti, cismânî sûret olarak düşünenlere teaccüb etdiği gibi, Allahü teâlâya cismânî sûret nisbet edenlere de teaccüb eder.
Üçüncü misâl: Bir kimse bir çocuğun yan›nda, “Bağdâd halîfenin
elindedir” dese, çocuk Bağdâd› halîfenin parmaklar› aras›nda, sanki
Bağdâd› taş› ile toprağ› ile avucunun içine alm›ş san›r. Bunun gibi, Bağdâd lafz›ndan murâd›n ne olduğunu bilmeyen bir câhil de böyle düşünür.
Ama Bağdâd›n büyük bir şehr olduğunu bilen kimsenin akl›na böyle bir
şey gelir mi? Bağdâd, halîfenin elindedir diyene i’tirâz edip, niçin böyle
dedin, böyle dediğini duyan, Bağdâd›n halîfenin parmaklar› aras›nda olduğuna inan›r. Böylece o kimseyi hakîkatin hilâf›na ve cehle sürüklemiş
olursun. Hattâ ona “Ey temiz kalbli zât! Senin böyle söylemen ancak, Bağdâd›n hakîkatini bilmeyeni cehle götürür” denir.
Bağdâd› bilen bir kimse, bu sözdeki (el) kelimesi ile, avuç ve parmaklar› ihtivâ eden ma’lûm uzv kasd edilmediğini, ayr›ca bir karîneye ihtiyâc olmadan başka bir ma’nâs› olduğunu anlar.
Haberlerde bildirilen, vehm veren müteşâbih lafzlarda vehmlerin giderilmesi için bir karîne yeterlidir. O da cism ve cism cinsinden olmayan
Allahü teâlây› tan›makd›r, ya’nî ma’rifetullahd›r. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Resûl olarak gönderildiği ilk y›llarda müteşâbih lafzlar› kullanmadan önce aç›klamalar›na ma’rifetullah ile başlam›şd›r.
Dördüncü misâl: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” han›mlar›
için, (Bana en çabuk kavuşan›n›z, eli en uzun olan›n›zd›r) buyurmuşdur. Bunun üzerine han›mlardan bir k›sm› ellerini birbiri üzerine koyup, ölçüşmeğe başlad›lar. Peygamber efendimiz eli uzun olmakdan maksad›-
n›n, uzv olan elin uzun olmas› değil, cömerdlikde ileri gitmek olduğunu
beyân edince hakîkat› anlad›lar. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
bu hadîs-i şerîfi bir karîne ile zikr etmişlerdir. (Tûl-ül yed), el uzunluğu ibâresi ile cömerdliği irâde etmişlerdir. Bu söz karînesiz nakl edilseydi, vehme, şübheye yol açard›. Peygamber efendimizin söylediği bir müteşâbih
lafz›n, ba’z› câhiller taraf›ndan anlaş›lmamas›, Peygamberimize i’tirâz şeklinde, bu sözü niçin söyledin demeğe, kimin hakk› vard›r. Ancak Peygamberimiz meclisde hâz›r olanlar›n anlay›şlar›na göre, sehâveti anlatmak için
karîneli olarak o lafz› söylemişdir.
Peygamber efendimizin kavl-i şerîflerini nakl eden, duyduğu sözü
karînesiz olarak olduğu gibi nakl eder. Veyâ o karîneyi nakli mümkin olmad›ğ› için, nakl etmez. Veyâ nakl eden, kendisinin duyduğunu anlad›-
ğ› gibi, herkesin de anlayacağ›n› zan ederek nakline ihtiyâc duymaz.
Çoğu zemân da kendi anlamas›n›n da karîne ile olduğunun fark›nda olmaz. Bunun için nakl eden, sâdece lafz› nakl eder. Bu gibi sebeblerle lafzlar karînesiz kal›nca anlaş›lmas› zor olur.
Takdîsin bilinmesi, tek baş›na karîne olarak vehmi gidermekde kâfî gelebilir. Ama çoğu zemân bununla, murâd›n ne olduğunu ta’yîn etmek mümkin değildir. ‹şte bu incelikleri dâimâ dikkate almak, uyan›k olmak lâz›md›r.
Beşinci misâl: Bir kimse bir çocuğun veyâ onun derecesinde olan
ve meclislerdeki örf ve âdetleri, âdâb› bilmeyen kimsenin yan›nda, “Filân
bir toplant›ya girdi ve filân›n fevk›nde [üstünde] oturdu” dese, câhil, görgüsü k›t olan kimse, o adam›, ötekinin baş› üzerinde veyâ baş›n›n üstündeki bir mekâna oturduğunu zan eder. Meclis âdâb›n› bilen, baş köşeye
yak›n yerlerin en yüksek mertebe olduğunu ve fevk kelimesinin mertebe
bak›m›ndan yükseklik olduğunu bildiği için, meclise giren kimsenin baş
köşede oturan›n baş› üstünde değil de yan›nda, ona yak›n oturduğunu hemen anlar. Çocuklar›n ve ona yak›n derecede olanlar›n, meclis âdâb›n›
bilenlere i’tirâzlar› bât›ld›r, asl› ve esâs› yokdur. Bunun misâlleri çokdur.
Bu misâllerden kesin olarak anlaş›lmakdad›r ki, bu aç›k lafzlar›n
ma’nâlar›, karîne olmay›nca başka ma’nâlara çevrilir. Bu karîneler sebkat eden ve karîneli ma’rifete rücû’ eder. Bunun gibi vehme götüren zâhirî ma’nâlar, bu karîneler sebebiyle vehme yol açan şeylerden kurtulur.
Karîneler çok ve çeşidlidir. Ba’z›lar› bilgi ve ma’rifetlerdir.
Bu karînelerden biri, insanlar›n puta tapmalar›n›n emr olunmad›klar›n› bilmeleridir. Herhangi bir cisme tapan puta tapm›ş olur. Bu cism ister küçük, ister büyük, ister çirkin, ister güzel, ister aşağ›, ister yüksek,
ister yeryüzünde, ister Arşda olsun ayn›d›r. Allahü teâlây› cismiyyetden
ve cismin îcâblar›ndan nefy etmek herkesin ma’lûmudur. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” bu tenzîhi mübâlağa ile bildirmişdir. Nitekim
Kur’ân-› kerîmde Şûrâ sûresi, onbirinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Onun
benzeri hiç bir şey yokdur), ‹hlâs sûresinde ve Bekara sûresi, yirmiikinci âyet-i celîlesinde meâlen, (Allahü teâlâya ortaklar koşmay›n›z) buyurulmakda ve dahâ say›s›z sözler ve nice kat’î karînelerle Allahü teâlân›n cism olmakdan münezzeh olduğunu, hiç bir şübheye mahâl kalmayacak şeklde bildirmişdir. Bu aç›klamalar›, et ve kemikden olan elin Allahü teâlâ hakk›nda muhâl olduğunu bilmelerine kâfî gelmişdir. Diğer zâhiri lafzlar da, eğer cisme ›tlak olunursa, ancak cismiyyete ve cismiyyetin s›fatlar›na delâlet etmesi böyledir.
Eğer müteşâbih kelimeler, cism olmayan bir şeye ›tlâk olunursa, kelimenin zâhiri ma’nâs› değil, Allahü teâlâ hakk›nda câiz olan başka bir
ma’nâ murâd edildiği zarûrî olarak bilinmelidir. Çoğu zemân bu ma’nâ
te’ayyün eder. Ba’zan de te’ayyün etmez. Ancak karîne ile anlaş›l›r. Bu
karîneler şübhe ve müşkilleri giderici şeylerdendir.
Süâl: Nass olan lafzlar, zâhirinde vehm olmayan, ma’nâs› aç›k
olan, çocuklar›n ve avâm›n da anl›yacağ› şeklde neden söylenmemişdir,
denilirse:
Cevâb: Çünki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” insanlarla arab lügat› ile konuşmuşdur. Arab lügatinde bu ma’nâlar› tek baş›na
ifâde eden kelime yokdur. Lügatde müteşâbihât›n nasslar› olup da, lügatin kurucusu Peygamberimiz, bu ma’nâlar› bilmediği hâlde, bu nasslar› nas›l vaz’ eder. Ancak onlar öyle ma’nâlard›r ki, nûr-› nübüvvet veyâ uzun
araşd›rmalar sonunda, akl nûru ile edinilen ma’nâlard›r. Bu da o işlerin hepsinde olmay›p, ba’z›lar›nda olur. Müteşâbih lafzlar›n yerine başka ibâreler konulmad›ğ›ndan, lügatda zarûret olarak istiâre yoluna gidilmişdir.
Her konuşan için o yola gidilmişdir. Nitekim biz “Bu mes’elenin sûreti
böyledir” demekden kendimizi alam›yoruz. Yine “Bu mes’elenin sûreti, diğerinin hilâf›nad›r” diyoruz. Bu sûret kelimesi de cismânî sûret lafz›ndan
müsteârd›r. Fekat lügatin kurucusu mes’elenin hey’etine ve tertîbi husûsunda bir nass kelime koymam›şd›r. Bunun sebebi, yâ mes’eleyi anlamam›şd›r veyâ anlam›şd›r ama zihnine getirememişdir. Veyâ getirmişdir ama
istiâreye güvendiği için, onun için husûsî ve ayr›ca bir nass kelime koymam›şd›r. Veyâ her ma’nâ için özel bir lafz koymakdan âciz olduğunu anlam›şd›r. Çünki ma’nâlar nihâyetsizdir. Lügate konulacak kelimeler ise belli
say›dad›r. Bunun için ma’nâlardan sonsuz say›da karş›l›ks›z kal›r. Bunun
için bu ma’nâlara vaz’ eden taraf›ndan müsteâr ismler bulunmas› lâz›m gelir. Kurucu da ba’z› ma’nâlara müsteâr ism bulmakla yetindi. Diğer lügatlerde arab lügatinden dahâ çok eksiklik vard›r. Bu ve benzeri eksiklikler,
herhangi bir dil ile konuşan için onu istiâre yapmağa mecbûr k›lar. Nitekim biz de zarûret olmasa da, karînelere dayanarak istiâreyi câiz k›l›yoruz.
Biz “Zeyd Amr›n fevk›nde oturdu” demekle, “Zeyd Amr›n hemen yan›nda
ve başköşeye yak›n oturdu” demek aras›nda fark görmüyoruz. Yâhud da
“Bağdâd halîfenin idâresi alt›ndad›r” demekle, “Bağdâd halîfenin elindedir” demek aras›nda bir fark görmüyoruz. Bu, akll›lar aras›ndaki konuşmalarda geçerlidir. Çocuklar ve câhiller ile konuşurken müteşâbih lafzlar›n korunmas› imkân dâhilinde değildir. Bundan sak›nmakla meşgûl olmak,
kelâmda rekâket, aklda za’îflik ve lafzda ağ›rl›k meydâna getirir.
Süâl: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Allah lafz› ile ne murâd olunduğunu niçin aç›klamam›ş ve bu maksad›n perdesini açmam›şd›r? Niçin Allahü teâlân›n var olduğunu, cism, cevher, araz olmad›ğ›n›, âlemin dâhilinde ve hâricinde olmad›ğ›n›, ona bitişik ve ayr› olmad›ğ›n›, bir
mekânda, herhangi bir cihetde olmad›ğ›n›, hattâ bütün cihetlerin Ondan
hâlî olduğunu söylememişdir. Bir kavme göre hak olan da bu ta’rîfdir. Kelâm âlimleri en fasîh olarak böyle aç›klam›şlard›r. Resûlullah›n “sallallahü
aleyhi ve sellem” ibârelerinde bir kusûru, hakk› ortaya ç›karmas›nda bir gevşekliği, bilgilerinde bir eksikliği muhakkak ki yokdu, denilirse:
Cevâb: Her kim bu sorular› doğru bulursa, ma’zûrdur. Eğer Resûl-i
ekrem onlara o şeklde bir ta’rîf ve s›fatlar›n› zikr etmiş olsayd›, insanlar onu
kabûl etmez, inkâra kalk›ş›rlard›. Böyle bir varl›ğ›n mevcûdiyyeti muhâldir
derler, ta’tîle, ya’nî Allahü teâlân›n s›fatlar›n› inkâr eden mütekellim ve
felsefecilerin mezhebine düşerlerdi. Allahü teâlây› tenzîhde mübâlağa etmekde bir hayr yokdur. Bilâkis pek az kimse müstesnâ, çoklar›n› s›fatlar›n inkâr›na götürür.
Âlemlere rahmet olsun diye insanlar›n âh›ret se’âdetine erişmeleri
için, dîne da’vetci olarak gönderilen Peygamber, çoğunluğun helâkine sebeb olacak sözleri nas›l söyleyebilir? Hattâ Peygamberimiz insanlarla akllar›n›n alacağ› şeklde konuşmağ› emr buyurmuşdur. Bir hadîs-i şerîflerinde, (‹nsanlar ile anl›yam›yacaklar› tarzda konuşmak, ba’z›lar› için fitne olur) buyurmuşlard›r.
Süâl: Tenzîhde mübâlağa etmek ile ba’z› kimseler için ta’tîl korkusu varsa, vehme götüren müteşâbih lafzlar› kullanmak ile de ba’z› kimseler için teşbîh korkusu olmaz m›?
Cevâb: Bunlar›n aras›nda iki yönden fark vard›r:
a) Ta’tîl, çok kimseler hakk›ndad›r. Teşbîhe gidenlerin say›s› ise azd›r. Yap›lacak işlerde iki zarar›n en hafîfi, kaç›n›lacak işlerde iki zarar›n dahâ umûmî olan›n› dikkate almak evlâd›r.
b) Teşbîhin ilâc›, ta’tîlin ilâc›ndan dahâ kolayd›r. Zîrâ bu zevâhirle berâber, meâl-i şerîfi, (Onun gibi hiç bir şey yokdur) olan, Şûrâ sûresinin onbirinci âyet-i kerîmesini zikr etmek ve Allahü teâlâ bir cism değildir, cismlerin benzeri değildir demek yeterlidir. Ama yukar›da bildirildiği gibi, tenzîhde mübâlağa etmekden hâs›l olan, ya’nî Allahü teâlân›n s›fatlar›n› inkâr
eden ta’tîlcinin i’tikâd›na bu s›fatlar›n varl›ğ›n› yerleşdirmek cidden zordur.
Ancak binde biri kabûl eder. Hele arab milletinin ümmîleri aslâ kabûl etmez.
Süâl: Ülûhiyyetin asl›n› insanlar›n kalblerine yerleşdirmek için, vazîfeli olan Peygamberlerin ifâdelerini anlamakdan âciz olup, doğru i’tikâd›n hilâf›na vehme kap›lmalar›, meselâ Allahü teâlâ Arş üzerinde karâr k›lm›şd›r. O gökdedir ve mekân olarak kullar›n›n üzerindedir gibi inanmalar›, Peygamberler için bir özr olur mu?
Cevâb: Öyle düşünmekden ve sâd›k olan bir Peygamberin Allahü
teâlây›, s›fatlar›ndan başka bir s›fatla vasfland›rmakdan, böyle yanl›ş
i’tikâdlar› halka inand›rmakdan Allahü teâlâya s›ğ›n›r›z. Söylenenleri halk›n anlay›p anlamamas› kendilerindeki kusûrdand›r. Peygamberler, halk›n anl›yam›yacağ› bilgileri onlara söylemez, onlardan sakl› tutar. Bu bilgileri anl›yabilenlere anlat›r. Bununla halk›n acz ve kusûruna ilâc olur. Bilhâssa Allahü teâlân›n s›fatlar› hakk›nda kasdî olarak hakîkatin hilâf›na, halka anlatmakda zarûret yokdur. Evet, lafzlar›n müsteâr olarak kullan›lmas›nda zarûret vard›r. Belki anlay›ş› k›t olanlar yanl›ş anlayabilirler. Bu da
lügatdeki kusûr ve muhâverenin îcâblar›ndand›r. Fekat kasden hakîkatin hilâf›n› anlatarak halk› cehâlete sürüklemek, ister bir maslahat düşünülsün, ister düşünülmesin, muhâldir.
Süâl: Teşbîh ehli, müteşâbih lafzlar›n neye dayand›ğ›n› bilmiyor ve lafzlar›n zâhirine bakarak cehâlete sürüklendikleri biliniyordu. Her ne zemân Peygamberimiz mücmel, örtülü lafzlar getirdiğinde, o lafz ile cehâlete götürme
kasd olunsun veyâ olunmas›n, teşbîh ehli buna râz› olurlard›. Her ne kadar
cehâlete götürme hâs›l olsa da, ehl-i teşbîh onu bilir ve ona râz›d›r.
Cevâb: Ehl-i teşbîhin cehlinin Peygamber efendimizin lafzlar› sebebi ile hâs›l olduğunu kabûl etmeyiz. Bu cehâlet, takdîs ve tenzîh ma’rifetini kazanmakdaki ve tenzîhi, nazar, ya’nî lafz›n zâhirine kap›lmak üzerine takdîm etmemekdeki kusûrlar›ndan meydâna gelmekdedir. Eğer
bu ma’rifeti önceden kesb edip, lafz›n zâhirine nazar üzerine takdîm etmiş olsalard›, muhakkak ki hatâya ve câhilliğe düşmezlerdi. Nitekim
takdîs ilmi olan kimse, “mes’elenin sûreti” sözünü duyduğu zemân,
ma’nâs›n› anlamakda zorluk çekmez. Teşbîh ehli üzerine vâcib olan, bu
takdîs ilmini tahsîl etmeleridir. Sonra bu konuda bir şübheleri olursa
âlimlere mürâce’ât etmeleridir. Dahâ sonra kendisini te’vîl yapmakdan al›-
koymalar›d›r. Âlimler, takdîsi onlara bildirdiklerinde, kendilerini takdîs ile
yükümlü k›larlar. Bu takdîsi yapmad›klar› zemân, câhil kalm›ş olurlar.
Dînin kurucusu Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, insanlar›n
tabî’atlerindeki tenbelliği, kusûru, fuzûlî işlere, üzerlerine lâz›m olmayan
şeylere dalmak husûslar›n› biliyordu. Buna ve cehâletden kurtulmak için
ilm tahsîline çal›şmamalar›na râz› değildi. Fekat Allahü teâlân›n taksîmindeki kazâ ve kadere râz› idi. Nitekim Allahü teâlâ Hûd sûresi, yüzondokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rabbin “and olsun ki, Cehennemi insanlar ve cinlerle toptan dolduracağ›m” şeklindeki sözü yerini buldu) ve Hûd sûresi, yüzonsekizinci âyet-i celîlesinde meâlen, (Rabbin dileseydi bütün insanlar› bir tek millet yapm›şd›) ve Yûnüs sûresi,
doksandokuzuncu ve yüzüncü âyet-i celîlelerinde meâlen, (Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi elbette îmân ederlerdi. O hâlde
sen inanmalar› için insanlar› zorluyor musun? Allah›n izni olmadan hiç
kimse inanamaz) ve Hûd sûresi, yüzonsekizinci ve yüzondokuzuncu
âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Fekat onlar ihtilâfa düşmeğe devâm
ederler. Ancak Rabbin rahmetine kavuşanlar müstesnâd›r. Zâten
Rabbin onlar› bunun için [rahmet etmek için] yaratd›) buyurmakdad›r.
‹şte insanlar›n yarat›lmas›nda kahr-i ilâhî budur. Allahü teâlân›n değişmeyen âdetini değişdirmeğe Peygamberlerin de kudreti yokdur.
‹K‹NC‹ FASL:
Süâl: Müteşâbih lafzlardan süâl sormamak ve sorulanlara cevâb vermemek hakk›ndaki tavsiyenizin fâidesi nedir? Bu ihtilâflar birçok şehrde,
beldelerde yay›lm›şd›r. Müteass›b f›rkalar ortaya ç›km›şd›r. Bu mes’elelerden size bir şey sorulursa nas›l cevâb verirsiniz?
Cevâb: Bu konuda süâl soranlara imâm-› Mâlikin “rad›yallahü anh”
istivâ hakk›nda, “Allah›n Arş üzerinde istivâs› ma’lûmdur. Nas›l olduğu
mechûldür. Ona inanmam›z lâz›md›r” dediğini söyleriz. Avâm›n soracağ› süâllere, fitne yolunu kapamak için, ayn› şeklde cevâb veririz.
Süâl: Eğer, (istivâ), (fevk), (el) ve (parmak)dan sorulursa, nas›l cevâb verilir?
Cevâb: Bu konuda hak, doğru olan Allahü teâlân›n ve Resûlünün
“sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduklar›d›r. Allahü teâlâ Tâhâ sûresi beşinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rahmân Arş üzerine istivâ etdi) buyurmuş ve doğru söylemişdir. Kat’î olarak bilinmelidir ki, istivâ, cisme mahsûs olan oturma ve karâr k›lma değildir. ‹stivâ kelimesi ile Allahü teâlân›n murâd›n›n ne olduğunu bilmeyiz ve bilmekle de mükellef değiliz.
Allahü teâlâ, En’âm sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen,
(O kullar›n›n fevk›nde yegâne kudret ve tasarruf sâhibidir) buyurmuşdur. Bu da doğrudur. Burada mekân olarak fevk›yyet, üstde olmak muhâldir. Çünki, O mekândan önce vard›, şimdi de dahâ önce olduğu gibi
vard›r. Fevk ile ne murâd etdiğini biz bilmeyiz. Ey süâl soran, bu ma’nây› bilmek senin de bizim de üzerimize lâz›m değildir.
Allahü teâlân›n (el)i ve (parmak)lar› vard›r dememiz de mutlakâ câiz değildir. Ancak Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduklar› şeklde söylememiz lâz›md›r. Dahâ önce geçdiği gibi, ziyâde,
noksan, cem’, tefrîk, te’vîl ve tafsîl yapmadan söyleriz.
Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Âdem aleyhisselâm›n
hamurunu eli ile yoğurdu) ve (Mü’minin kalbi, Rahmân›n parmaklar›ndan ikisi aras›ndad›r) buyurmalar› hakd›r, doğrudur. Bunlara inan›-
r›z. Ziyâde ve noksan etmeyiz. Rivâyet edildiği gibi nakl ederiz. Et ve sinirden meydâna gelmiş bir a’zây› kat’î olarak red ederiz.
Süâl: Kur’ân-› kerîm kadîm midir, mahlûk mudur? denilirse:
Cevâb: Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kur’ân, Allahü teâlân›n kelâm›d›r. Mahlûk değildir) hadîs-i şerîfine göre, Kur’ân-› kerîmin mahlûk olmad›ğ›n› söyleriz.
Süâl: Kur’ân-› kerîmin harfleri kadîm midir, değil midir?
Cevâb: Eshâb-› kirâm “aleyhimürr›dvân” bu mes’eleyi hiç ele almad›lar. Bu konuya dalmak bid’atdir. Bu konu hakk›nda süâl sormay›n›z. Haşeviyye f›rkas›n›n gâlib olduğu, Kur’ân-› kerîmin harfleri kadîmdir diyene
kâfir dedikleri bir beldede, onlar›n aras›na düşen ve cevâb vermek için s›-
k›şd›r›lan bir kimse, “Eğer harfden maksad›n Kur’ân-› kerîmin kendisi ise,
Kur’ân-› kerîm kadîmdir. Eğer maksad›n Kur’ân-› kerîmden başkas› ve Allahü teâlân›n s›fatlar› ise, Allahü teâlâdan ve s›fatlar›ndan başka her şey
mukdesdir, ya’nî sonradan yarat›lm›şd›r” der ve başka bir şey eklemez.
Çünki avâma bu mes’elenin hakîkatini anlatmak çok zordur.
Süâl: Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kur’ân-› kerîmden bir harf okuyana ... sevâb vard›r) buyurmas› ile, harflerin Kur’ân-› kerîmden olduğunu ve Kur’ân-› kerîmin mahlûk olmad›ğ›n› beyân buyurmuşlard›r. Bundan harflerin kadîm olmas› lâz›m gelmez mi?
Cevâb: Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kur’ân-› kerîm
mahlûk değildir) buyurmas›na bir şey eklemeyiz. Bu bir mes’eledir.
Harflerin Kur’ânda olmas› ayr› bir mes’eledir. Harflerin kadîm olmas› da
üçüncü bir mes’eledir. Bunun üzerine başka bir şey ilâve etmeyiz. Öyledir de diyemeyiz. Resûlullah›n “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurduklar›na bir şey eklemeğe hakk›m›z yokdur.
Eser: İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm
Müellif: İmâm-ı Gazâlî
Terceme: Hüseyn Hilmi Işık