Seyyid Abdülhakim Arvasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Seyyid Abdülhakim Arvasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İşte bana bu!

 Allame,hazreti şeyh Seyyid Fehim Arvasi hazretleri, çocuk Abdülhakim’e ismini sorar fakat aldığı cevap umulmadıktır:

-Sana ne!!

Yıllar sonra Abdülhakim Arvasi hazretlerinin icazeti yazılırken mürşidi Seyyid Fehim Arvasi hazretleri şöyle der:

-Molla Abdülhakim. İşte bana bu!

Hakk sübhânehu ve teâlâ ile alış-veriş makamında değiliz

 Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) buyurdular:

“Mecâr-ı umûru (işlerin olmasını) Cenâb-ı Hakk’a tevzîf ediniz (ısmarlayınız, bırakınız). Hakk’dan gayri bir şeyi maksûd bilmeyiniz. Zirâ dünya ve âhiret bu sûretle ma’mur olur. İsterse dünya ve âhiret mamur olmasın. Zirâ ki, kuluz. Bu itibarla, ubûdiyyetin (kulluğun) gereği budur. Îfâya mecburuz. Hakk sübhânehu ve teâlâ ile alış-veriş makamında değiliz.”

(Son Halkalar I, sh 459-460)

HAKÎKAT

Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) buyurdular:

“Hakîkat, şerîattan ibârettir.”

(Son Halkalar I, sh 456)

Nakşibendî büyüklerinin yolu

 Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) Hazretleri buyurdular;

“Meşâyıh-ı Nakşibendiyyenin mesleki (Nakşibendî büyüklerinin yolu) tarîk-i Nübüvvetle vusûldür (Nübüvvet yolu ile kavuşucu/kavuşturucudur).”

(Son Halkalar I, sh 454)

ADÂLET / ZULM

 Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teâlâ sirreh) hazretleri buyurdular ki;

“Adl; kendi mülkünde tasarruf, zulm; gayrin mülk ve mal ve ihtisasına tecavüzdür.”

(Son Halkalar I, sh 444)

...

Efendi hazretlerinin bu izahından anlaşılıyor ki;

Mâlikü’l-mülk ve hâliku’l-mükevvinât olan Allahu teala için “adâlet” fiilinin gayrisi söylenemez, tasavvur dahi edilemez.

AKIL

Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) buyurdular:

“Akıl, bir kuvve-i derrâkedir (anlayış kuvvetidir). Hakkı bâtıldan fark ve temyîz  (ayırmak) için halk olunmuştur (yaratılmıştır). Hakkı bâtıla iltibâs (karıştırma) isti’dâdında bulunan ins ve cin ve melâikede halk olunmuştur. 

Zât-ı Bârî’de (Allahu teala için) ve Zât-ı Bârî’ye tealluk eden mesâilde (meselelerde, işlerde) hakkı batıl ile iltibas (karıştırma) istidâdı olmadığından, o nev’i mesâilde başlıbaşına medâr-ı ihticâc (delile esas) olmaz. 

Umûr-ı ibâdda (kulların işlerinde) iltibâs istidâdı olduğundan mesâil-i ubûdiyyette sahîh olur. 

Umûr-ı rubûbiyyette iltibâs istidâdı olmadığından, o mesâilde akıl mütemeşşi değildir (yürüyemez). 

Rubûbiyyet, vahdet-i mutlakadır (her iş ve halde tek ve benzersiz olmaktır). Orada temyîz ve temyîze mecal yoktur (güç yetmez). Öyle ise aklın cevlângâhı (dolaşacağı yer) değildir. 

Bir de, akıl âlet-i kıyâs (ölçü âleti) olup, ma’rifetullahda kıyâs merdûddur (redd olunmuşdur).”

(Son Halkalar I, sh 445)

AKL-I SELÎM

 Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) buyurdular ki;

“(Tam) akl-ı selîm hiç yanılmaz, hiç hata etmez. Mûcib-i nedâmet (pişmanlığı gerektirecek) hiçbir harekette bulunmaz. Düşündüğü şeylerde asla hata etmez. Hep doğru ve savab ve akibeti iyi işlerde bulunur. Doğru düşünür, doğru yolu bulur. 

Bu nev’i akıl, ancak enbiyâ-i izâm aleyhisselâmda bulunur. Her teşebbüs buyurdukları işlerde muvaffak olmuşlardır. Mûcib-i nedâmet ve hasaret hiçbir şeyde bulunmamışlardır. Bu akıllara karîb (yakın), Eshâb-ı kirâm, Tâbi’în ve Tebe-i tâbi’în ve alâ merâtibihim (derecelerine göre) eimme-i dîn (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmîn) akıllarıdır. Bunların akılları ahkâm-ı ilâhîye karîb (yakın) akıllardır. Onun için bunların zamanında âlem-i İslâmiyyet tevessü’ ediyordu (genişliyordu). Ahvâl-i âleme vâkıf olanlar, bunu ziyâdesi ile tasdîk etmeğe mecbur olurlar.”

(Son Halkalar I, sh 446-447)

AKL-I SAKÎM (Kusurlu Akıl)

Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh), aklın izâhı meyanında devamla buyurdular:

“Ukûl-i sakîme (kusurlu akıllar); bunların (akl-ı selîmin) aksi ve nâkîz-i (tersi) olan şeylerdir. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde ekseriya yanlış düşünürler, yanlış yaparlar. Mûcib-i melâlet ve melâmet ve hasaret ve nedâmet (üzüntüye, ayıplanmağa, ziyana ve pişmanlığa sebeb olur). Telehhüf ve tessüfleri (üzüntü ve esefleri) artar.

Mü’minin dînî aklı ve dünyevî aklı  olduğu gibi, kâfirin dahi dînî ve dünyevî aklı vardır. Kâfirin dünyevî aklı dînî aklından kâmildir (üstün, fazladır). Bu dahi, dâimi ve müstemîr (devamlı) değildir.”

(Son Halkalar I, sh 447)

ÎMÂN

Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) Hazretleri, bir suale dair yazdıkları cevâbda  buyurdular ki;

“Îmân hasıl olunca, zâten kâmildir. Zirâ ziyâdelik ve noksanlık kabul etmez. Mâhiyet itibârı ile ne zâid ve ne de nâkıs olur. Zâid (ziyâdelik) ve kâmil olması, inkişâf ve incilâ (parlaklık) itibâriyledir.”

(Son Halkalar I, sh 449)

ÎMÂNIN MÂHİYETİ (Îmân nedir?)

Efendi Hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) buyurdular:

“Servet-i Âlem’in (sallallahu teala aleyhi ve sellem) risâlet ve nübüvvet itibariyle getirdiği akâidi, akla ve hikmete ve felsefeye havâle ve ihâle etmeksizin, îkan )yakîn) ve tasdîk etmekle hâsıl olur. Veyâhud Resûl ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur. Akla uygun olmak itibariyle tasdîk ve îlan ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Ol vakit risâlete itimâd-ı tâmm hasış olmaz. İtimâd-ı tâmm hasıl olmayınca, mâhiyet-i îmân tecezzî (bölünme) kabul etmediğinden dolayı îman olmaz. Belki (muhakkak ki) Resûlün tebliğine muvâfık olursa (uygun olursa), akl-ı kâmil ve akl-ı selîm olur. Ya’nî kemâl-i istifâde olur.”

(Son Halkalar I, sh 449)

...

AKLIN KULLANILMASI

“Mesâil-i i’tikâdiyye hikmete havâle olunup, hikmet kabul ederse tasdîk eder, kabul etmezse ve yahud tereddüdde bulunursa, ol vakit hakîme îman etmiş olur. Resûle tam îmân etmemiş olur ki, bu takdirde îmân; değil yalnız kâmil olmak, îmân olmaz. Zîra îmân parçalanmaz, bölünmez, ziyâdelik ve noksanlık (artma azalma) kabul etmez.

Dînî meseleler felsefe ile muvâzene (dartılırsa, ölçülürse) yine bir filozofu tasdîk etmiş olur. Resûle tam irimâd etmemiş demektir.

Dînde müttefikun aleyh (üzerinde birlik ve icma) olan mes’elelerden birisinde tasdîk hâsıl olmadı ise, ki ekseriyâ böyle oluyor, bu mes’elede murâd-ı ilâhî ve murâd-ı Resûlullah’ı (sallallahu teala aleyhi ve sellem) nasıl ise, öylece îmân ve îkân ve i’timâd ettim der ve şüphesini izâle edecek bir zâtı fevren (acele olarak) arar. İlminde ve dînde vusûk (sağlam) ve tamm itimâd sahibi, zekî, fatîn (anlayışlı), ârif, müttakî, vâkıf (vukufu çok) müşkülâtı halle muktedir bir zatı bulur, sorar. Aldığı cevaba itminân hasıl olunca, artık öylece îmân ve îkân eder. Böyle bir zâtı aramak farzdır. Bulamadı ise, veyâhud bulup da tatmîn edilmedi ise, Allahu tealanın ve Resûlünün irade ettiği gibi inanır. 

Buna binâendir ki, her yerde böyle müşkülü halle muktedir (çözebilen) bir kimsenin bulundurulması farz-ı kifâyedir.

Böyle olmaz ise dîn, mu’terizlerin (itiraz sahiblerinin) elinde oyuncak olur. Diledikleri vecihle (şekilde) te’vîl ve tefsîr ederler. Kimseyi dalâletten kurtaramazlar.”

(Son Halkalar I, sh 449-450)

KAZÂ VE KADER

 Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) Hazretleri buyurdular:

“Hallâk-i hakîkî (Allahu teala), halk ettiği ve edeceği şeyleri bilir. 

Kâinâtın vücûdu (varlığı) a’yânda (zâhirde) yok iken, Hakk tealanın ilminde var idi. Ya’ni kâinatın iki nev’i vücûdu vardır. Biri vücûd-i ilmî, diğeri vücûd-i aynîdir.

İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teala aleyh) şöyle izah ediyor:

Bir mühendis, yapacağı bir binanın sûretini, ileride yapmak istediği bir şekilde zihninde tersîm ede (çizer). Sonra zihnindeki bu resmi bir sâhifeye çizer ve bunu mimar ve ameleye ibrâz eder. Onlar da bu sahifede tersîm edilen ve mühendisin zihnindeki sûreti andıran harita (plan) gibi yaparlar, vücûde ve bürûze getirirler. İşte mühendisin zihninde irtisâm eden, binânın ilmdeki vücûdudur (varlığıdır). Buna, hayâlî vücûd, ilmî vücûd derler. Binânın hâricte yapılan ve kereste, taş ve topraktan ibâret olan vücûdu, hâricî vücıd, aynî vücuddur. Sûrî vücûddur. Mühendisin vücûd-i ilmîsinde bulunan bu binâya taalluk eden ilmi, mühendisin binâya olan (takdir ettiği) kaderidir. 

Kader; ezel-i azâlde (ezellerin ezelinde), ileride vâki’ olacak vâkı’âlara (işlere, olaylara) olacağı gibi ilm-i ilâhînin (Allahu tealanın ilminin teâllukundan (Allahu tealanın ilmiyle bilmesinden, ilminin bağlanmasından) ibârettir.

Hâlık-ı kâinat celle celâlühü halk buyurduğu şeyleri (onların öyle yapacaklarını) bilmiş de halk etmiş, işte bu ilim kaderdir.

Mâdem ki (Allahu teala) hâlıktır, mahlûkata elbette âlimdir. İşte bu ilim kaderden ibârettir.

Ehl-i sünnet vel-cemâat, kadere îmân etmiş ve kadere îmânı erkân-ı îmândan (îmânın esaslarından) add eylemiştir. Yani kadere îmân etmez ise, mü’min değildir, dediler. Kaderin hayrı ve şerri, tatlısı ve acısı Allahu tealadandır. Zira kader, bildiği şeyleri îcâd ve ihdâs (yapmak ve yaratmak) demektir.

(Son Halkalar I, sh 451)

Kâ’be­nin sû­re­ti­ ve ha­kî­ka­ti­

 Ha­kî­kat er­bâ­bın­dan ol­mı­yan ne­mâz kı­la­na Kâ’be­nin sû­re­ti­ne te­vec­cüh et­me­si ge­rek­dir. Onun sû­re­ti­ne te­vec­cüh ve te­leb­büs ey­le­mek ona ga­nî­met­dir.

Kâ’be­nin sû­re­ti­ne taş ve top­rak­dır, de­miş­ler­dir. Bu böy­le de­ğil­dir. Zî­râ, eğer taş ve top­rak ve ça­tı ve dı­var­la­rı or­ta­da ol­ma­sa da­hî Kâ’be, Kâ’be­dir. Mah­lû­ka­ta sec­de­gâh ol­ma­sı ile­dir. Bel­ki Kâ’be­nin sû­re­ti, bir ma’nâ­dır ki akl­lar onu an­la­mak­da âciz­dir­ler. Akl­lar onun sû­re­ti­ni an­la­mak­da âciz ol­duk­la­rı­na gö­re, onun öte­sin­de olan Kâ’be­nin ha­kî­ka­ti­ne na­sıl ka­vu­şur­lar. Kâ’be­ye te­vec­cüh bu­dur ki, Kâ’be­ye doğ­ru ne­mâz edâ ede­ler. Ve bu te­vec­cü­hü an­la­mak ve Kâ’be­yi te­hay­yül ma’lûm de­ğil­dir. He­mân bu te­vec­cüh ci­he­tiy­le da­hî, Kâ’be­nin be­re­kâ­tın­dan feyz­le­nir­ler ve ha­kî­ka­tin­den na­sîb­le­nir­ler. Zu­hûr eden hâl­ler asîl olup, ne­mâ­zın gay­ri­sin­de­ki hâl­ler üze­ri­ne me­ziy­ye­ti var­dır.

(Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin Nemâz Risâlesi'nden iktibas edilmiştir.)

AKIL

 Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teâlâ sirreh) hazretleri, Rûh Risâlesi nâm çok kıymetli eserinde buyurdular:


Akl, çok şeyleri idrâkten âcizdir. Kur’ân-ı azîmü’ş-şânda vârid olmuştur;

“Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezdiniz” [Bakara, 216]

Bu da aklın za’fından, aczinden ileri gelir.

Vallahu a’lem bi’s-savâb ve ileyhi merce’u ve’l-me’âb

(Her şeyin doğrusunu en iyi bilen Allah’dır ve dönüş O’nadır.) 

(Son Halkalar I, sf 414-415)

MÜRŞÎD

 Efendi hazretleri (kaddesallahu teâlâ sirreh), Keşkül nam kıymetli defterde buyurdular ki;

“Mürşîdden murad, şeyh-i kâmil-i fânîfillahtır. Nâkıs şeyhlerden tarîkat almak tâlib-i sâlike muzırdır (zarar vericidir) ve mehâlike (felâkete) sürükler.”

(Son Halkalar I, sf 425)

ŞERÎ’AT

 Efendi Hazretleri (kaddesallahu teâlâ sirreh) buyurdular;

“Şerî’at, üç cüz’den ibârettir: bilmek, işlemek ve her ikisinde ihlâs ile muttasıf olmaktır. Dünyâ ve âhiret şerî’atte saklıdır. Kalanların hepsi şerî’atin gayrisidir, nefsin arzularındandır. Nefs, Cenâb-ı Hakl’ın düşmanıdır.  Allahu teâlânın rızası, nefsin beğenmedikleridir ve bu da şerî’atten inârettir.

Şer’in maklûbu (yersin okunuşu) Arş’dır. Zâhirde şer’den yüz çevirmek, Arş’fan yüz çevirmektir. 

Şer’in zâhiri fetvâdır, bâtını (iç yüzü) takvâdır.”

(Son Halkalar I, sf 440)

MUHABBETULLAH

”Allah’tan başkasından alâkasını kesmeyen bir insan, Hakk celle ve alânın muhabbetine kavuşamaz. Zîrâ, Cenâb-ı Hakk şerîk (ortak) istemez. İnfisâl (ayrılma) hâsıl olmayınca, ittisâl (kavuşma) hâsıl olmaz.”


Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî

“Kaddesallahu teâlâ sirreh”

Borcunu vaktinde vermemek (uzatmak) zulümdür

Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kaddesallahu teâlâ sirreh) Hazretleri buyurdular:

“Deynin (borcun) eceli, yâni vakti hulûl ettikten sonra (borcun ödeme vakti geldiğinde) medyûn (borçlu) muktedir olduğu halde (imkânı varken) deyni vermemesi bir zulümdür. Hadîs-i şerîfde;

“Borcunu vaktinde vermemek (uzatmak) zulümdür”

vârid olmuştur. Edâsına muktedir olan kimsenin deynin ecelinin hulûlünde (borcunu ödeme zamanında) vermemesi, uzatmadır, tehirdir. Bu ise zulümdür ve habs de zulmün cezasıdır.

Deyn, yani borç vermek bir emr-i ilâhîdir.

“İyilik ve takvâ üzere yardımlaşın”

(Mâide, 2)

 Allahu teâlâ, muhtaçlara borç, karz-ı hasenle (bir menfaat karşılığı olmadan verilen borç) muâmelede bulunmayı emr ediyor. Muhtaçlara vermemek, emr-i ilâhiye adem-i imtisâldir (yok saymaktır). Fâize, ribâya mecbûr etmek ve bin-netice (sonuç olarak) zarar vermek demektir.

Karz-ı hasenle verilmezse, fâizle muâmeleye mecbûr olur, yani ribâya teşvîk ve tergîb olur.”

(Son Halkalar I, sf 383)

...

Kur'ânla Tefe'ül

 İşbu Kur'ân-ı azîm ve Furkan-ı kerîm ile tefe'ül edip,murâd-ı mutâbık,Kur'ân-ı azîmden bir âyet-i kerîme zuhûr edip âyet-i kerîmenin iktizası üzere amel oluna. 

Ve her bir ayet 32 harf olmak üzere hasıl olur. Ve her bir sahife 160 harften mürekkebdir. 160 ayet zuhur eder. Bir garîb sırr-ı azîmdir. Bu takdirce 23 sahifede 3680 ayeti kerime zuhur eder.

Bunun ile amel olunmak murad olundukta, kaidesi oldur ki, evvelâ üç ihlâs-ı şerîf ve bir Fâtiha-ı şerîfe kırâat olunup misl-i sevâbını Resûl-i ekrem hazretlerinin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rûh-i tayyibelerine hibe ettikten sonra, gözlerini kapayıp ve muradını zikrederek, murad olan sahifenin harflerinin birine şehadet parmağıyla basıp ol harfe nişân koyup geri kalan harflerden sayıp beş harften birini kağıda alıp, sahife tamam oldukta, yine o sahifenin evveline avdet edip yazılan harflerin üstüne yine beşte birini yazıp, tâ nişân olunan harf ile tamam eyleye. Nişan olunan harfe gelince, 32 harf olur. Bir âyet-i kerime zuhur eder. Ya'nî nişan olunan harfin akabinden başlanıp, sahifenin sonuna kadar cem' olanı ikinci satır itibâr edip, sahifenin evvelinden nişan olunan harfe gelince, yazılan satır evvel itibâr eyleye. Gaflet olunmaya.

1 Mayıs-1347,

Cum'a namazından evvel

Seyyid Abdülhakim Arvasi (kuddise sirruh)

***

Son halkalar 1.cild, sahife 629-630

GÖZYAŞI

Menemen hadisesi yaşanmış, Efendi hazretleri de oraya götürülmüştü. Bu durum eshâbını ne kadar üzmüş ise, dönüşleri de o kadar sevindirmiş idi.

Bundan sonrası Hilmî Bey hocamızın (rahmetullahi teâlâ aleyh) hatırasıdır.

“O gece rüyada Efendi Hazretlerinin ağzıma şeker koyduklarını gördüm. Ertesi gün Bâyezid Câmi-i şerîfinde her zamanki yerime oturdum. Başımı önüme eğdim, gözlerim yarı yumulmuş vazîyette hasretle bekliyordum. Kalbim yerinden çıkacak gibi idi. Âniden bir aksırma sesi duydum. Efendinin sesiydi. Zira sık sık aksırırdı. Geldi, kulağıma eğilip;

“Hilmî, ben geldim”

buyurdu. Birden sevincimden ağlamağa başladım ve rüyâda ağzıma şeker koymalarını sevindirici bir haber olarak ta’bir eyledim.”

(Son Halkalar I, sf 309)

...