Fârisî beyt tercemesi:
Rahat bir gece ve hoş mehtâb bul bana!
O zeman söyliyeyim bak, herşeyi sana!
(Muhammed Ma'sûm Fârûkî "kuddise sirruh" hazretlerinin 1.cild, 230. mektûbunda geçen bir beyt)
Fârisî beyt tercemesi:
Rahat bir gece ve hoş mehtâb bul bana!
O zeman söyliyeyim bak, herşeyi sana!
(Muhammed Ma'sûm Fârûkî "kuddise sirruh" hazretlerinin 1.cild, 230. mektûbunda geçen bir beyt)
Hâfız Abdürreşid'e yazmışlardır. Müceddid-i Elf-i Sânînin (radıyallahu teâlâ anh) mükâşefesinden bahseder:
Bismillahi ve selâmün alâ Resûlillahi. Resûlullahdan (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) gelen haberlerde:
" Bir kimse ölür ve üzerinde borç veya bir başka kul hakkı bulunursa, onun rûhunu gökün yukarısına çıkarmazlar. İlerlemekten alıkoyarlar. Ölünün tarafından bu hak ödenmedikçe, orada kalır. Hak ödenince durdurulmaktan kurtulur" diye geldi.
Hazreti Müceddid (radıyallahu teâlâ anh) bu hususta çok düşündüler. Nihâyet Allahu teâlânın fadlı ve ihsânı ile kendilerine gösterildi ki, bu hüküm, dünyada ruhu terakkî etmemiş kimseye mahsustur. Ama bu alâkaları ile beraber, ruhu dünyada terakkî etmiş ise, öldükten sonra da, Allahu teâlânın takdîri ile terakkî eder. Fakat bu dünyada tutuklanmış, bir kafeste kalmış ve hiç terakkî etmemiş kimse, vefâtından sonra da tutukludur ve bu alâkalardan, bağlardan kurtulamaz.
Vesselâm.
Vaktin sultanı Şeyh Ebû Sâid Ebûl-Hayr hazretlerine, filân kimse su üzerinde yürüyor dediler. Buyurdu ki, kolaydır; kurbağa ve martı da su üzerinde hareket edip yol alıyor. Filân kes havada uçuyor dedi. Çaylak ve sinekte havada uçuyor dedi. Filân kes bir anda bir şehirden başka bir şehre gidiyor dedi. Şeytan da bir nefeste şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin pek önemi yoktur. Merd odur ki, insanlar arasında bulunur, alış veriş eder, evlenir, halka karışır da, rabbinden bir an gafil kalmaz buyurdu.
Hazreti Şeyhüş-Şuyûh [Sühreverdi hazretleri] Avârif-ül meârifde hârika ve kerâmetleri bildirdikten sonra buyurur ki: Bütün bu hârika ve kerâmetlerin mertebesi, zikreden kalb cevherinden ve zâtın zikrinin bulunmasından çok aşağıdadır...
[Mektûbât-ı Ma'sûmiyye,1.cild, 50.mektûbdan bir kısmı alıntılanmıştır.]
Şeyhül İslâm Hirevî (kuddise sirruh) buyurur: Ma'rifet sâhiblerinin firâseti odur ki, Allah için sâlih olan kimseleri sâlih olmayanlardan ayırırlar ve Allahu teâlânın zikri ile iştigal edecekleri ve hazreti Cem'e kavuşacakları bilirler. Riyâzet, açlık, halvet ehli ve velâyete varmamış bâtın sâhiblerinin firâseti, sûretin keşfidir ve bunların gaybi keşifleri ve haber vermeleri mahlûkatla alâkalıdır. Çünkü böyle kimseler Hak sübhânehü teâlâdan perdelenmişlerdir. Ma'rifet ehlinin iştigali, ma'rifet ve vâridat-i ilâhî ile olmakla, onların haber vermeleri de Hak teâlâdandır. İnsanların çoğu Allahu teâlâdan habersiz ve Ona yabancı olduklarından ve kalbleri de dünyaya meyilli olduğundan, maddî keşifler ve gaybdan haber vermeler onlara göre çok değerlidir. Bunlarla meşgul olanlar da bunları ehlullah zanneder ve Allaha yakın kullardan sayarlar ve hakîkat ehlinin keşiflerini önemsemezler ve Hakdan verdikleri haberlere inanmazlar ve derler ki, bunlar Hak ehli olsalardı, niçin halkın hâllerinden haber vermiyorlar.
Kulların hâllerini bilmiyen, ondan daha yüksek olanlara nasıl el atar ve nasıl ma'rifet sâhibi olur diyorlar ve bu fâsid kıyasla [bozuk benzetme ile] Ehlullahı [evliyâullahı] tekzîb ediyorlar. Bilmiyorlar ki, Hak teâlânın bu evliyâsına olan ihtimam ve gayreti, onları halkın hâlleri ile uğraşmağa bırakmıyor ve Allahdan gayrisi ile bulunmağa müsâde etmiyor. Onlar halkın ahvâline karışsalar, bu yüksek mertebeye lâyık olamazlar. O hâlde Hak ehli halka lâyık değildir. Nitekim halk ehli de Hakka lâyık değillerdir. Eğer Hak ehli maddî keşiflere az bir göz atsalar, diğerlerinden çok daha iyi bilirler. Ama safa ve riyâzet sâhiblerinin keşfinin Allah katında bir yeri ve değeri yoktur ve müslümanlar, yahudîler ve hıristiyanlar, hatta diğer tâifeler bunda ortaklardır ve evliyâullah ile bir hûsûsiyetleri yoktur.
Şeyhülislâmın sözü bitti...
Mektûbât-ı Ma'sûmiyye, 1.cild, 50.mektûbdan bir kısmı alıntılanmıştır.
Hâce Dinâr'a. Ârifin ademiyyetindedir [yokluğundadır]:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahu teâlâya hamd, seçtiği kullarına selâm olsun. Mes'ûd kardaş Meyân Dinâr; bu yerle bir miskinden size duâlar olsun. Bu taraftakilerin hâlleri hamd edecek vaziyettedir. Uzak kalmış ahbabımızın iyi olmasını Hazreti Vehhâbın (Celle Sultanühü) kereminden dileriz. İnşaallah duâlarımız kabûl buyurulur.
Matlûbdan nasîbi istihlâk ve izmihlâlden başka olmayan zavallı mümkin [mahlûk,kul] onun kemâlini idrâkte ve anlamakta âciz ve kusurludur. Onun birlik vahdeti bârigâhında yok ve kaybolmaktan başka nasîbi olmayınca, Onun hüsnü cemâlini idrâkten boş ve hayrandır. Beyt:
Tutalım gamhânemizde yâr salınarak yürür,
Ona bakacak güç ve kudret kimde bulunur.
O zâttır ki, kibriyâ benim rıdâmdır hâlvethânesinde kendi kemâline kendi şâhiddir. Sen kendini senâ ettiğin gibi meclisinde kendi cemâline kendi nâzırdır [bakmaktadır]. O Odur ki, kendi zâtını zâtıyla övüyor, sıfatlarını, kemâlini senâ ediyor. Ârif de Odur, ma'ruf da O, şâhid de Odur, meşhûd de O. Zavallı âşık bu cilvegâhda yolunu adem [yokluk] sahrasına çekmiş, varlığı, ilmi, ma'rifeti ve gücünü sâhibine havâle etmiştir. Beyt:
Cismim hep yaş oldu gözümden aktı,
Aşkın da bana cisimsiz yaşamak kaldı.
Vesselâm.
Hâce Muhammed Ma'sûm'un (kuddise sirruh) Mektûbât'ının 2.Cild,110. Mektûbunun Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî hazretleri tarafından Farsça'dan Türkçe'ye tercümesidir:
[Mektûbun tamamı değil başından bir kısmı buraya alınmıştır.]
Ey Kardeşim! Kendi yolunda olmayanın sohbetinden sakın ve bid'at ehli ile oturup konuşmaktan kaçın! Yahyâ bin Muaz Râzî (kuddise sirruh) buyurur ki: Üç sınıf kimse ile sohbetten [ahbablıktan, arkadaşlıktan beraber olmaktan] sakın: "Gafil âlimler, dinde müdahene eden [gevşek] davranan ka'riler [Kur'an okuyucular] ve câhil mutasavvıflar".
Şeyhlik makamında oturup, ameli Resûlullah'ın (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) sünnetine uygun olmayan ve parlak şerîatin süsü ile ziynetlenmeyen kimseden, binlerce binlerce defa sakın ve uzak ol! Uzaklara kaç. Onun bulunduğu şehirden bile çık. Olmaya ki, zamanla kalbinde ona bir meyl hâsıl olur da helâkine sebeb olur. Zirâ o iktidaya [kendisine uyulmağa] lâyık değildir. O gizli hırsızdır. Şeytanın görülmeyen, anlaşılmayan tuzağıdır. Ondan çeşit çeşit hârikalar görsen de, zâhirde [görünüşte] onu dünya ile alâkasız bulsan da, onun sohbetinden aslandan kaçtığından daha çok kaç!
Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî (kuddise sirruh) buyurur: Resûlullah'ın (sallallahü teâlâ aleyhi ve selem) izi üzerine giden kimse hâric, bütün yollar kapalıdır. Ona açıktır. Ve yine buyurdu: Kur'ânı ezberleyip okumayan, hadîs-i şerîfleri yazmayan kimse tasavvufda iktidaya sâlih [lâyık] değildir. Zirâ bizim ilmimiz, Kitâb ve sünnet ile mukayyeddir. Yine buyurdu ki; Mukarreb, sâdık ve sâbıkun olan büyüklerin yolları Kitâb ve sünnet ile mukayyeddir ki, hakîkatta sofiyye [tasavvuf ehli] onlardır ve şerîat ve tarîkat ile amel eden ulemâ onlardır. Peygamberimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) vârisleri dahî onlardır ki, sözlerinde, ahlâklarında ve işlerinde, Ona ittiba ve iktida eylemişlerdir. Allahu teâlâ bereketlerini üzerimize akıtsın! Ve yine mükerreren yazmışlardır: Âdâb-ı nebevîde tehâvün ve Sünnet-i Mustafavi'yi (alâ masdarihissalâtü ves-selâm) terk eden kimseyi sakın ârif sanma ve dünyâdan kopmuş ve kesilmiş gibi görünmesine, hârikul-âdelerine aldanma ve zühd ve tevekkülüne ve tevhîdle alakalı sözlerine kanma! Zirâ Yahudî, hristiyan,cûkiyye [yogiler] ve brehmenler gibi bâtıl fırkalar dahî, bu gibi işlerde, hak olan cemâat ile müştereklerdir" diye tenbîh eylemiştir.
[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, 427-428]
Urve-i vüska Muhammed Ma'sûm'un Mektûbât'ının Birinci cild 34. mektubu Hâfız Abdülkerîm'e yazılmıştır. Dünyâ hayâtı ile berzah-ı sugra [kabir] hayatı arasındaki farkın beyânındadır:
Allahu teâlâya hamd, seçtiği kullarına selâm olsun. Dünya tarafına taalluk eden hayat, his ve hareketten ibârettir. Berzaha [kabir devresine] âid hayat ise sadece histen ibârettir, hareket yoktur. Hak sübhânehü Hakîm-i mutlaktır. Her yere uygun olanını vermiştir. Berzahda his lâzımdır,çâre yoktur. Zirâ orada lezzet ve elem olsa gerektir. Halbukî hareket hiç lâzım değildir. Lâkin dünyâ ve âhıret hayatları böyle değildir ki, bunlar da her ikisi de lâzımdır. Anla. Vesselâm.
[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı,2.cild, sf: 423]
Şeyh Ebû Sa’îd-i Ebül hayr buyurmuşdur ki, su üzerinde yürümek kolaydır. Kurbağa ve sığırcık da, suda yürürler. Çaylak ve sinek de havada uçarlar. Şeytân da, bir nefesde, doğudan batıya ulaşır. Bunun gibi şeylerin kıymeti yokdur.Murâd odur ki, insanlar arasında bulunup ve halk arasında haşr-neşr olup, Allahü teâlâdan bir ân gâfil olmamalıdır. (5/110 MEKTUBATI MASUMİYYE)
Bu mektûb,Mirzâ Muhammed Faruk'a gönderilmiş olup, kullukla irâdenin birlikte olamayacağını ve ayrıca İmâm-ı Rabbânî'nin "kuddise sirruh" mübârek mezarlarını medhetmekte,Serhend'in şerefini bildirmektedir:
Allahu teâlâ, sizi, arzularınıza kavuştursun. Belki bütün arzulardan kalbinizi boşaltsın ve kendi irâdesi ile bulundursun. Kulluk makâmı olan yokluk ve kendinden haberi olmamak, varlık ve kendinde olmanın işaret ve alâmeti istek ve arzuyla bulunmak gibi değildir. Varlık noktası ve benlik davası, muhibbin, ya'nî sevenin kalbinde Kafdağı gibi ve Sedd-i İskender gibidir. Ezelî bir ihsân olmayınca, bunları aşmak imkânsızdır.
Ma'nevî kuvvetle bir çekilme olmadan, yalnız sûrî ameller ile bu girdâbdan kurtulunmaz. Aşk ateşi kalbde, alev alev parlamayınca, sevgiliden başka bütün sevilenler bu ateş ile yanmayınca, bu kasırga ve fırtınadan kurtulmak muhâldir. Sâlik, kendi arzusuna bağlı olduğu müddetçe, irâde, istek sahibidir. İrâdeden, istekten ve bütün arzulardan geçer ve Allahu teâlânın irâdesi ile sıfatlanırsa, irâde, istek ve müridlik makâmından kurtulur. Üstâdlık makâmına lâyık olur.
Bu zamanda evliyâlığın ilk kemâl mertebesi olan bu hâl ve bunun gibi evliyâlığın diğer olgunlukları, yüksek önderimiz, imamların imamı, doğru yolu göstericimiz İmâm-ı Rabbânî'nin (kuddise sirruh) feyizli mezarından, elde edilmektedir. O nûrlu bahçede hizmet edenler, hattâ etraftan, civârlardan sıdk ile gelen talebeler, o temiz yüksek yere ihtiyac yüzlerini iştiyakla sürünce, bu saâdet ve devletten istifâde ediyor, o feyze kavuşuyorlar. Muhabbet şarabından, o huzûrda bir yudum içince, yüzlerce coşma, kaynama ve dalgalanma ile kendilerinden geçiyor, matlûb ve maksuduna götürülüyorlar.
Bugün, Serhend şehri, feyiz ve nûrun fazlalığından, sırların zuhûrunun çokluğundan Hindistan'ın ve diğer memleketlerin gıbta edecekleri bir yerdir. Onu Hindistan'dan bilmemelidir. Çünkü o velâyetin kapısıdır. Hind toprağı, velâyet suyu ile birleşti ve muhabbet şarâbı onun tıynetindeki afyon ile bir araya geldi. Sekrin, sarhoşluğun, ya'nî aşk ve muhabbet sarhoşluğunun coşmasından, dalgalanmasından, taleb edenlerden ayn ve eser alınır, orada muhabbetle yanan, dönen ve dolaşanın başından ve sarığından haberi olmaz. Onların hâllerini şu beyit ne güzel anlatıyor:
Beyt:
Vakta ki sâkî şaraba afyon kattı,
Sarhoşlarda ne baş ne sarık kaldı.
Bununla beraber, cem'ül cem' şerbetinden doymuştur. Uyanıklık ve davet sütü ile taze ve yenidir. Bütün bu irşâd ve hidâyet o mübârek mezardan geliyor. Bu görünen ve elde edilenler, bu memleketin (bu toprağın) tıynetinin letâfetini gösteriyor. Gerçek talebelerin anladıkları gibi, onun feyizleri, vücûdunun sırları ve ihsânları olduğu açık ve şübhesizdir. Safâ yolunda gidenlerde bunu gayet iyi görmektedirler. Onun esrar denizinden elde edilen cevher, diğer yerlerde bulunmaz. O muhabbet meclisinden, arzû edenlerin şevk ile arayanların damağına değen bir yudum şerbet, âlemi de, kendini de unutturuyor.
Beyt:
Burada bitsin artık, aklı olanlar anlar,
İki kere seslendim, duymak isteyen duyar,
Vesselâm evvelen ve âhıran!
Bu mektûb Urvetü'l Vüska Muhammed Ma'sûm Fârûkî "kuddise sirruh) hazretleri tarafından Şeyh Cüneyd Mihtî'ye yazılmış olup, vâkı'asının ta'bîri, zarûrî nasîhatler ve on latîfeden bahsetmektedir. Mektûbun tamamı değil bir kısmı alınmıştır.
... Soruyorsunuz: Şerîatta kula fâil-i muhtâr deniyor. Halbuki naslarda ve hadîslerde geldi ki:
"Allahu teâlânın hidâyet verdiğini kimse delâlete götüremez. Allah kimi şaşırtırsa, artık onun için yol gösteren yoktur. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir" gibi âyetler ve;
"Îmân, Rahmanın iki parmağı arasındadır"
"Kaderin, hayır ve şerri Allahdandır"
"Kendisinden başka ilah olmayana yemin ederim ki, sizden biriniz Cennet amelleri işler, hatta kendisi ile Cennet arasında bir kol boyu [bir arşın, yarım metre] mesafe kalır ve alın yazısı öne geçer ve Cehennemlik amelleri işler ve Cehenneme girer. Bir kimsede cehennemlik amelleri işler ve kendisi ile cehennem arasında bir arşın mesafe kalır, kitab yazısı önüne geçer ve cennet amelleri işler ve cennete girer".
Deriz ki, sorudan hâsıl olan şudur ki, şerîat âlimleri kulda ihtiyâr vardır derler, ama bu âyetler ve hadîsler bunun aksini bildirmektedir ve ihtiyâr olmadığını haber vermektedir; burada bir çatışma olmuyor mu?
Cevab: Hiç çatışma yoktur. Açıklayalım, hiç şübhe yoktur ki, hidâyet ve delâlet Allahu teâlâya mahsûstur. Hayır, şer, îmân, küfür, tâat, isyan gibi ne varsa hepsi Allahu teâlânın takdîri ve irâdesi ile yaratılmaktadır. Âyet ve hadîsler de bunu göstermektedir.
Kulların yaptıklarını yaratan Hak teâlâdır, kullar değildir. Mu'tezile insanlar işlerinin yaratıcısıdır dediler ve delâlet, sapıklık derecesinde kaldılar. Çünkü Allahu Teâlâ:
"Sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı" [Saffat-96] buyuruyor. Yine hiç şübhesiz biliyoruz ki, kul, işin de mecbûr değildir. Cebriye mecburdur dedi ve doğru yoldan saptı. Çünkü bir şeye isteyerek dokunma ile, elin veya bir uzvun titremesi farklı şeylerdir. Teklîf ve dâimî azâb hükmü cebriyyeyi nakz ve nefyetmektedir. Bununla beraber Allahu teâlâ sevâb ve azâbı kullarının ameline bağlamış ve:
"Yaptıklarının cezâsı [karşılığı] dır" buyurmuştur. O hâlde anlaşılmış oldu ki, kulun yaptığı işte dahli vardır, her ne kadar yaratması Allahu teâlâ tarafından ise de, işte kulun bu dahline kesb [kazanma] deniyor. Kula irâde ve ihtiyâr verildi. Lâkin kendi irâdesine bırakmadılar. Teklîf, azâb ve sevabı bu irâdeyi kullanarak iş yapmasına bıraktılar. İşte kul irâdesini sarf ettikten sonra, o işin yaratılması Hak teâlâdan vuku'a geliyor. O hâlde âyet ve hadîsler yaratma itibâriyle olanı ifâde ediyor ve din âlimlerinin sözü kesb bakımından oluyor ki, bu da irâdeyi sarf etmektir.
Derseniz ki, Allahu teâlâ ezelde ilm-i kadîmi ile biliyordu ki, filân kul filân zamanda filân işi, tâat veya ma'siyyeti işleyecek. O hâlde o işin o kimseden meydana gelmesi elbette olacaktır ve kul bunda mecbûrdur. Çünkü meydana gelmese Allahu teâlânın ilmi cehle dönüşür, bu ise muhaldir.
Cevabında deriz ki, ilim vuku'a tâbidir. Nasıl yapılacaksa ilm-i ilâhî ezelde ona bağlandı. Ya'nî sonra olacakları Hak teâlânın ezelde bilmesinde bir mahzûr yoktur.
Derseniz, tâat ve masiyet hep ezelî takdîr ve irâde iledir, ihtiyâr nerededir? Deriz ki, ezelde takdîr ve irâde öyle işledi ki, filân kendi ihtiyârı ile şu işi yapacaktır. Bu ihtiyârın isbâtı olup nefyi [olmaması] değildir. Şu kadar vardır ki, bu ihtiyâr lâzımdır ki, elbette ondan vuku'a gelecek. Gelecek ki, takdîr-i ezeliye muhâlif vâkî olmasın.
Nitekim yazısı öne geçti hadîsinde buna işâret vardır. Bununla mektûbumuza son verelim. Gaybi en iyi bilen Allahu teâlâdır.
Mahdûmâ; kaza ve kader mes'elesi en ince mes'elelerdendir. Herkesin anlayışı bu konuyu kavrayamaz. Belki bu mes'elenin hakîkatini en iyi Allâmül-guyub hazretleri bilir. Kısaca şu kadar îmân etmek lâzımdır: Kaderin hayrı da, şerri de Allahdandır. İnsanlar yaptıklarının karşılığını görürler, iyilik yapmışlarsa iyilik, kötülük yapmışlarsa kötülük görürler. Bundan ileri gitmek bize lâzım gelmez. İlmini Allahu teâlâya bırakmalı ve Onun emir ve yasaklarına uygun yaşamalıdır. Böyle yapmazsa kul âsi olmuş olur ve çeşitli cezâlara müstehak olur. Açık olarak ve kendi vicdanımızla anlıyoruz ki, Hak teâlâ bize emir ve yasaklarını yerine getirecek kadar kudret ve kuvvet vermiştir ve Hakka karşı gelmeyi, âsi ve günahkâr olmayı serkeşlik bilmeliyiz.
Yâ Rabbi, sen bize katından rahmet ver ve işlerimizi düzgün ve güzel yapmayı bize nasîb eyle.
Şeyh Bedreddin Serhendî hazretlerinin oğlu Molla Muhammed Efdal'e. Kabir Cennet bahçelerinden bir bahçedir hadîs-i şerîfi hakkında ve Müceddidi Elfi Sanı hazretlerinin şereflendirdiği müjdenin beyânı hakkındadır:
Bismillahil-azim ve musalliyen alâ Resûlihil -kerîm ve âlihi ecmain.
Hadîs-i şerîfte geldi ki:
"Kabir Cennet bahçelerinden bir bahçedir."
Bahçe olan kabir, kabrin bulunduğu yerle Cennet arasındaki perdenin ve mesafenin kalkması ve bu iki yer arasında hiçbir perde ve engel kalmaması demektir. Sanki kabrin bulunduğu yerin cennetle fenâ ve bekâya kavuşmasıdır. Anlayın.
Resûl-i ekremin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem):
"Kabrim ile minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir" hadîs-i şerîfinin ma'nâsı da budur. Bilmek lâzımdır ki, böyle bahçe ehass-ı havas [seçilmişlerin seçilmişlerine] mahsûstur. Her mümine müyesser değildir. Demek isteriz ki, müminlerin kabri safa ve nûrâniyetli olur, o kabre Cennetten bir şua gelmesine istidad kazanır ve ayna gibi parlak olur.
Şurasını da açıklayalım ki, bizim Hazreti Îşânımız Müceddid-i elfi sânî, din ve dünyanın Serverine (aleyhi efdalüs-salavât ve ekmel-üt-tehıyyât) son derece tâbi'olmakla, müjdelendiler ki, O Hazretin kabrinin bulunduğu ravda [bahçe] ve o ravda-ı mukaddesin eski sahası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir.
Buyurdular: Bana müjde verildi ki, o tebşîr edilen bahçenin [kabrin] toprağından bir kimsenin kabrine bir avuç toprak atarlarsa, büyük ümiddir. Yâ oraya defn olunan nasıldır.
Elhamdü lillahi rabbil-âlemin ves-salâtü ves-selâmü alâ resûlihi Muhammedin ve âlihi ecmaîn.
(Mektûbât-ı Ma'sûmiyye, 1.cild, 70.mektûb, sf: 217-218)
Mütercim: (Süleyman Kuku rahmetullahi aleyh)
Şeyh Abdüllatîf Leşkerhânî'ye. Mahbûb-i Hakîkî'nin (celle sultânuhu) tenzîhi hakkında:
Elhamdü lillah ve selâmün alâ resûlillah. Bu miskinin garîbâne duası, kapıların açılmasına vesîle olsun. Allahu Subhânehüye hamd olsun ki, bu taraftakilerin halleri salah ve iyilik üzeredir. Hiçbir şeyde gözümüz yoktur, ama birşeyi gözetliyoruz ve sûrî tutulmalarla birlikte, hakîkatta bir tutkunluk lâzımdır. Her ne kadar o nişânsızdan elde bir nişân yok ise de, burada bütün iş yanmak ve erimektir ve bu tarafta herşey derd ve intizardır. Derd gizli, yanma, çığlıksız ve devamlıdır.
Mısra':
Mum gibi içerden yan, gömlek yanmasın.
Mevlânâ Muhammed Sıddîk Peşâverî'ye. Ulvî himmet, muhabbet ve hüzünden bahseder:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Azîz kardeşim Mevlânâ Muhammed Sıddîk'ın kıymetli mektûbu geldi. Bizi sevindirdi. Size olan inâyetler, gelen bereketler, yüksek himmetler ve tatlı çılgınlıklardan yazdıklarınız kalbimize lezzet ve kuvvet verdi. İnsanlık cevherinin kıymeti, himmeti mesabesindedir. Cevher ne kadar kıymetli ise, o kadar sevgili ve değerlidir.
Bunun için hadîs-i şerîfte:
"Allah himmeti yüksek olanları sever ve düşük himmetlileri sevmez" buyuruldu. Yüksek himmet, hub ve cünün özü ile birleşirse, hüzün ve aşk ile bir araya gelirse, nûr üstüne nûr, değer üstüne değer olur ve terakkî yolu tamamen açılmış olur.
"Allahu teâlâ bir kuluna iyilik dilerse, kalbine hüzün verir" ve yine "Allah her üzüntülü kalbi sever" ve yine " Ümmet içinde bir üzüntülü kimse ağlasa, Allahu teâlâ o millete onun ağlamasıyla merhamet eder" buyuruldu. Mısra':
İçinde senin gamın olan kalbe ne mutlu!
Aşk ve üzüntüdür insanı sâir mahlûklardan üstün kılan ve kurb ve ma'rifetle süsleyen. Kalbinde muhabbet, cünün ve üzüntü olmayan, hayvanlara dahildir. Eğer insanın fazîlet ve meziyetini aşk ve muhabbete bağlasalar, ne iyi ve ne güzel iş yapmış olurlardı.
Uzağı göremeyen, eksik ve kısa akla bel bağlamamalı, bu bağdan mümkün mertebe kurtulmağa çalışmalıdır. Bu bağlarla bir yere varmak zordur.
Leylâ'nın zülfüyle gönlünü bağla,
Sen de aklı bırak, Mecnun ol biraz,
Âşıkların işi başkadır dostum,
Akıllı sözlerden onlar tad almaz.
Kardeşim Molla Muhammed Şerîf Kâbilî'ye deyiniz ki, bu günlerde epeyi ıslah oldu, hâlini düzeltti, eski beğenilmeyen halleri değişti. Bunun için hatasını afv edebilirsiniz. Sohbeti rüşde sebep olur ve nefesinde te'sîr bulursanız, işinin başına geçirebilirsiniz.
Hâline bu fakîrden daha ziyâde vâkıf olmak isterseniz, yeteri kadar düşünüp ve istihâre edip, kalb yolu verdikten sonra onu halkanın başına geçirir ve telkîn için icâzet verirsiniz. İhlâstan sâhib olduğu her derece ve vâridât büyük ni'mettir. Olur da, ondan kendisinden daha iyileri yetişir. Siz câiz gördükten sonra, fakîrin de o işe uygun gördüğünü ona yazarsınız. Vesselâmü aleyküm.