Mektûbât-ı Ma'sûmiyye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mektûbât-ı Ma'sûmiyye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Mektûbât-ı Ma'sûmiyye 1.cild 19.mektûb

 Hâfız Abdürreşid'e yazmışlardır. Müceddid-i Elf-i Sânînin (radıyallahu teâlâ anh) mükâşefesinden bahseder:

Bismillahi ve selâmün alâ Resûlillahi. Resûlullahdan (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) gelen haberlerde:

" Bir kimse ölür ve üzerinde borç veya bir başka kul hakkı bulunursa, onun rûhunu gökün yukarısına çıkarmazlar. İlerlemekten alıkoyarlar. Ölünün tarafından bu hak ödenmedikçe, orada kalır. Hak ödenince durdurulmaktan kurtulur" diye geldi.

Hazreti Müceddid (radıyallahu teâlâ anh) bu hususta çok düşündüler. Nihâyet Allahu teâlânın fadlı ve ihsânı ile kendilerine gösterildi ki, bu hüküm, dünyada ruhu terakkî etmemiş kimseye mahsustur. Ama bu alâkaları ile beraber, ruhu dünyada terakkî etmiş ise, öldükten sonra da, Allahu teâlânın takdîri ile terakkî eder. Fakat bu dünyada tutuklanmış, bir kafeste kalmış ve hiç terakkî etmemiş kimse, vefâtından sonra da tutukludur ve bu alâkalardan, bağlardan kurtulamaz.

Vesselâm. 

Merd kimdir?

 Vaktin sultanı Şeyh Ebû Sâid Ebûl-Hayr hazretlerine, filân kimse su üzerinde yürüyor dediler. Buyurdu ki, kolaydır; kurbağa ve martı da su üzerinde hareket edip yol alıyor. Filân kes havada uçuyor dedi. Çaylak ve sinekte havada uçuyor dedi. Filân kes bir anda bir şehirden başka bir şehre gidiyor dedi. Şeytan da bir nefeste şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin pek önemi yoktur. Merd odur ki, insanlar arasında bulunur, alış veriş eder, evlenir, halka karışır da, rabbinden bir an gafil kalmaz buyurdu.

Hazreti Şeyhüş-Şuyûh [Sühreverdi hazretleri] Avârif-ül meârifde hârika ve kerâmetleri bildirdikten sonra buyurur ki: Bütün bu hârika ve kerâmetlerin mertebesi, zikreden kalb cevherinden ve zâtın zikrinin bulunmasından çok aşağıdadır...

[Mektûbât-ı Ma'sûmiyye,1.cild, 50.mektûbdan bir kısmı alıntılanmıştır.] 

Ma'rifet sâhiblerinin firâseti

 Şeyhül İslâm Hirevî (kuddise sirruh) buyurur: Ma'rifet sâhiblerinin firâseti odur ki, Allah için sâlih olan kimseleri sâlih olmayanlardan ayırırlar ve Allahu teâlânın zikri ile iştigal edecekleri ve hazreti Cem'e kavuşacakları bilirler. Riyâzet, açlık, halvet ehli ve velâyete varmamış bâtın sâhiblerinin firâseti, sûretin keşfidir ve bunların gaybi keşifleri ve haber vermeleri mahlûkatla alâkalıdır. Çünkü böyle kimseler Hak sübhânehü teâlâdan perdelenmişlerdir. Ma'rifet ehlinin iştigali, ma'rifet ve vâridat-i ilâhî ile olmakla, onların haber vermeleri de Hak teâlâdandır. İnsanların çoğu Allahu teâlâdan habersiz ve Ona yabancı olduklarından ve kalbleri de dünyaya meyilli olduğundan, maddî keşifler ve gaybdan haber vermeler onlara göre çok değerlidir. Bunlarla meşgul olanlar da bunları ehlullah zanneder ve Allaha yakın kullardan sayarlar ve hakîkat ehlinin keşiflerini önemsemezler ve Hakdan verdikleri haberlere inanmazlar ve derler ki, bunlar Hak ehli olsalardı, niçin halkın hâllerinden haber vermiyorlar.

Kulların hâllerini bilmiyen, ondan daha yüksek olanlara nasıl el atar ve nasıl ma'rifet sâhibi olur diyorlar ve bu fâsid kıyasla [bozuk benzetme ile] Ehlullahı [evliyâullahı] tekzîb ediyorlar. Bilmiyorlar ki, Hak teâlânın bu evliyâsına olan ihtimam ve gayreti, onları halkın hâlleri ile uğraşmağa bırakmıyor ve Allahdan gayrisi ile bulunmağa müsâde etmiyor. Onlar halkın ahvâline karışsalar, bu yüksek mertebeye lâyık olamazlar. O hâlde Hak ehli halka lâyık değildir. Nitekim halk ehli de Hakka lâyık değillerdir. Eğer Hak ehli maddî keşiflere az bir göz atsalar, diğerlerinden çok daha iyi bilirler. Ama safa ve riyâzet sâhiblerinin keşfinin Allah katında bir yeri ve değeri yoktur ve müslümanlar, yahudîler ve hıristiyanlar, hatta diğer tâifeler bunda ortaklardır ve evliyâullah ile bir hûsûsiyetleri yoktur.

Şeyhülislâmın sözü bitti...

Mektûbât-ı Ma'sûmiyye, 1.cild, 50.mektûbdan bir kısmı alıntılanmıştır. 

Mektûbât-ı Ma'sûmiyye 1.cild, 90.mektûb

 Hâce Dinâr'a. Ârifin ademiyyetindedir [yokluğundadır]:

Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahu teâlâya hamd, seçtiği kullarına selâm olsun. Mes'ûd kardaş Meyân Dinâr; bu yerle bir miskinden size duâlar olsun. Bu taraftakilerin hâlleri hamd edecek vaziyettedir. Uzak kalmış ahbabımızın iyi olmasını Hazreti Vehhâbın (Celle Sultanühü) kereminden dileriz. İnşaallah duâlarımız kabûl buyurulur.

Matlûbdan nasîbi istihlâk ve izmihlâlden başka olmayan zavallı mümkin [mahlûk,kul] onun kemâlini idrâkte ve anlamakta âciz ve kusurludur. Onun birlik vahdeti bârigâhında yok ve kaybolmaktan başka nasîbi olmayınca, Onun hüsnü cemâlini idrâkten boş ve hayrandır. Beyt:

Tutalım gamhânemizde yâr salınarak yürür,

Ona bakacak güç ve kudret kimde bulunur.

O zâttır ki, kibriyâ benim rıdâmdır hâlvethânesinde kendi kemâline kendi şâhiddir. Sen kendini senâ ettiğin gibi meclisinde kendi cemâline kendi nâzırdır [bakmaktadır]. O Odur ki, kendi zâtını zâtıyla övüyor, sıfatlarını, kemâlini senâ ediyor. Ârif de Odur, ma'ruf da O, şâhid de Odur, meşhûd de O. Zavallı âşık bu cilvegâhda yolunu adem [yokluk] sahrasına çekmiş, varlığı, ilmi, ma'rifeti ve gücünü sâhibine havâle etmiştir. Beyt:

Cismim hep yaş oldu gözümden aktı,

Aşkın da bana cisimsiz yaşamak kaldı.

Vesselâm.

Kendi yolunda olmayanın sohbetinden sakın

 Hâce Muhammed Ma'sûm'un (kuddise sirruh) Mektûbât'ının 2.Cild,110. Mektûbunun Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî hazretleri tarafından Farsça'dan Türkçe'ye tercümesidir:

[Mektûbun tamamı değil başından bir kısmı buraya alınmıştır.]

Ey Kardeşim! Kendi yolunda olmayanın sohbetinden sakın ve bid'at ehli ile oturup konuşmaktan kaçın! Yahyâ bin Muaz Râzî (kuddise sirruh) buyurur ki: Üç sınıf kimse ile sohbetten [ahbablıktan, arkadaşlıktan beraber olmaktan] sakın: "Gafil âlimler, dinde müdahene eden [gevşek] davranan ka'riler [Kur'an okuyucular] ve câhil mutasavvıflar".

Şeyhlik makamında oturup, ameli Resûlullah'ın (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) sünnetine uygun olmayan ve parlak şerîatin süsü ile ziynetlenmeyen kimseden, binlerce binlerce defa sakın ve uzak ol! Uzaklara kaç. Onun bulunduğu şehirden bile çık. Olmaya ki, zamanla kalbinde ona bir meyl hâsıl olur da helâkine sebeb olur. Zirâ o iktidaya [kendisine uyulmağa] lâyık değildir. O gizli hırsızdır. Şeytanın görülmeyen, anlaşılmayan tuzağıdır. Ondan çeşit çeşit hârikalar görsen de, zâhirde [görünüşte] onu dünya ile alâkasız bulsan da, onun sohbetinden aslandan kaçtığından daha çok kaç!

Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî (kuddise sirruh) buyurur: Resûlullah'ın (sallallahü teâlâ aleyhi ve selem) izi üzerine giden kimse hâric, bütün yollar kapalıdır. Ona açıktır. Ve yine buyurdu: Kur'ânı ezberleyip okumayan, hadîs-i şerîfleri yazmayan kimse tasavvufda iktidaya sâlih [lâyık] değildir. Zirâ bizim ilmimiz, Kitâb ve sünnet ile mukayyeddir. Yine buyurdu ki; Mukarreb, sâdık ve sâbıkun olan büyüklerin yolları Kitâb ve sünnet ile mukayyeddir ki, hakîkatta sofiyye [tasavvuf ehli] onlardır ve şerîat ve tarîkat ile amel eden ulemâ onlardır. Peygamberimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) vârisleri dahî onlardır ki, sözlerinde, ahlâklarında ve işlerinde, Ona ittiba ve iktida eylemişlerdir. Allahu teâlâ bereketlerini üzerimize akıtsın!  Ve yine mükerreren yazmışlardır: Âdâb-ı nebevîde tehâvün ve Sünnet-i Mustafavi'yi (alâ masdarihissalâtü ves-selâm) terk eden kimseyi sakın ârif sanma ve dünyâdan kopmuş ve kesilmiş gibi görünmesine, hârikul-âdelerine aldanma ve zühd ve tevekkülüne ve tevhîdle alakalı sözlerine kanma! Zirâ Yahudî, hristiyan,cûkiyye [yogiler] ve brehmenler gibi bâtıl fırkalar dahî, bu gibi işlerde, hak olan cemâat ile müştereklerdir" diye tenbîh eylemiştir. 

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı, 2.cild, 427-428]

Efendi hazretlerinin Mektûbât'tan tercemeleri

 Urve-i vüska Muhammed Ma'sûm'un Mektûbât'ının Birinci cild 34. mektubu Hâfız Abdülkerîm'e yazılmıştır. Dünyâ hayâtı ile berzah-ı sugra [kabir] hayatı arasındaki farkın beyânındadır:

Allahu teâlâya hamd, seçtiği kullarına selâm olsun. Dünya tarafına taalluk eden hayat, his ve hareketten ibârettir. Berzaha [kabir devresine] âid hayat ise sadece histen ibârettir, hareket yoktur. Hak sübhânehü Hakîm-i mutlaktır. Her yere uygun olanını vermiştir. Berzahda his lâzımdır,çâre yoktur. Zirâ orada lezzet ve elem olsa gerektir. Halbukî hareket hiç lâzım değildir. Lâkin dünyâ ve âhıret hayatları böyle değildir ki, bunlar da her ikisi de lâzımdır. Anla. Vesselâm.

[Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyatı,2.cild, sf: 423]

Allahü teâlâdan bir ân gâfil olmamalıdır

 Şeyh Ebû Sa’îd-i Ebül hayr buyurmuşdur ki, su üzerinde yürümek kolaydır. Kurbağa ve sığırcık da, suda yürürler. Çaylak ve sinek de havada uçarlar. Şeytân da, bir nefesde, doğudan batıya ulaşır. Bunun gibi şeylerin kıymeti yokdur.Murâd odur ki, insanlar arasında bulunup ve halk arasında haşr-neşr olup, Allahü teâlâdan bir ân gâfil olmamalıdır. (5/110 MEKTUBATI MASUMİYYE)

Mektûbât-ı Ma'sûmiyye 1.cild, 80.mektûb

 Bu mektûb,Mirzâ Muhammed Faruk'a gönderilmiş olup, kullukla irâdenin birlikte olamayacağını ve ayrıca İmâm-ı Rabbânî'nin "kuddise sirruh" mübârek mezarlarını medhetmekte,Serhend'in şerefini bildirmektedir:

Allahu teâlâ, sizi, arzularınıza kavuştursun. Belki bütün arzulardan kalbinizi boşaltsın ve kendi irâdesi ile bulundursun. Kulluk makâmı olan yokluk ve kendinden haberi olmamak, varlık ve kendinde olmanın işaret ve alâmeti istek ve arzuyla bulunmak gibi değildir. Varlık noktası ve benlik davası, muhibbin, ya'nî sevenin kalbinde Kafdağı gibi ve Sedd-i İskender gibidir. Ezelî bir ihsân olmayınca, bunları aşmak imkânsızdır.

Ma'nevî kuvvetle bir çekilme olmadan, yalnız sûrî ameller ile bu girdâbdan kurtulunmaz. Aşk ateşi kalbde, alev alev parlamayınca, sevgiliden başka bütün sevilenler bu ateş ile yanmayınca, bu kasırga ve fırtınadan kurtulmak muhâldir. Sâlik, kendi arzusuna bağlı olduğu müddetçe, irâde, istek sahibidir. İrâdeden, istekten ve bütün arzulardan geçer ve Allahu teâlânın irâdesi ile sıfatlanırsa, irâde, istek ve müridlik makâmından kurtulur. Üstâdlık makâmına lâyık olur. 

Bu zamanda evliyâlığın ilk kemâl mertebesi olan bu hâl ve bunun gibi evliyâlığın diğer olgunlukları, yüksek önderimiz, imamların imamı, doğru yolu göstericimiz İmâm-ı Rabbânî'nin (kuddise sirruh) feyizli mezarından, elde edilmektedir. O nûrlu bahçede hizmet edenler, hattâ etraftan, civârlardan sıdk ile gelen talebeler, o temiz yüksek yere ihtiyac yüzlerini iştiyakla sürünce, bu saâdet ve devletten istifâde ediyor, o feyze kavuşuyorlar. Muhabbet şarabından, o huzûrda bir yudum içince, yüzlerce coşma, kaynama ve dalgalanma ile kendilerinden geçiyor, matlûb ve maksuduna götürülüyorlar.

Bugün, Serhend şehri, feyiz ve nûrun fazlalığından, sırların zuhûrunun çokluğundan Hindistan'ın ve diğer memleketlerin gıbta edecekleri bir yerdir. Onu Hindistan'dan bilmemelidir. Çünkü o velâyetin kapısıdır. Hind toprağı, velâyet suyu ile birleşti ve muhabbet şarâbı onun tıynetindeki afyon ile bir araya geldi. Sekrin, sarhoşluğun, ya'nî aşk ve muhabbet sarhoşluğunun coşmasından, dalgalanmasından, taleb edenlerden ayn ve eser alınır, orada muhabbetle yanan, dönen ve dolaşanın başından ve sarığından haberi olmaz. Onların hâllerini şu beyit ne güzel anlatıyor:

Beyt:

Vakta ki sâkî şaraba afyon kattı,

Sarhoşlarda ne baş ne sarık kaldı.

Bununla beraber, cem'ül cem' şerbetinden doymuştur. Uyanıklık ve davet sütü ile taze ve yenidir. Bütün bu irşâd ve hidâyet o mübârek mezardan geliyor. Bu görünen ve elde edilenler, bu memleketin (bu toprağın) tıynetinin letâfetini gösteriyor. Gerçek talebelerin anladıkları gibi, onun feyizleri, vücûdunun sırları ve ihsânları olduğu açık ve şübhesizdir. Safâ yolunda gidenlerde bunu gayet iyi görmektedirler. Onun esrar denizinden elde edilen cevher, diğer yerlerde bulunmaz. O muhabbet meclisinden, arzû edenlerin şevk ile arayanların damağına değen bir yudum şerbet, âlemi de, kendini de unutturuyor.

Beyt:

Burada bitsin artık, aklı olanlar anlar,

İki kere seslendim, duymak isteyen duyar,


Vesselâm evvelen ve âhıran!

Mektûbât-ı Ma'sûmiyye 2.cild,137.ci mektûbun bir kısmı

 Bu mektûb Urvetü'l Vüska Muhammed Ma'sûm Fârûkî "kuddise sirruh) hazretleri tarafından Şeyh Cüneyd Mihtî'ye yazılmış olup, vâkı'asının ta'bîri, zarûrî nasîhatler ve on latîfeden bahsetmektedir. Mektûbun tamamı değil bir kısmı alınmıştır. 

... Soruyorsunuz: Şerîatta kula fâil-i muhtâr deniyor. Halbuki naslarda ve hadîslerde geldi ki: 

"Allahu teâlânın hidâyet verdiğini kimse delâlete götüremez. Allah kimi şaşırtırsa, artık onun için yol gösteren yoktur. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir" gibi âyetler ve;

"Îmân, Rahmanın iki parmağı arasındadır"

"Kaderin, hayır ve şerri Allahdandır"

"Kendisinden başka ilah olmayana yemin ederim ki, sizden biriniz Cennet amelleri işler, hatta kendisi ile Cennet arasında bir kol boyu [bir arşın, yarım metre] mesafe kalır ve alın yazısı öne geçer ve Cehennemlik amelleri işler ve Cehenneme girer. Bir kimsede cehennemlik amelleri işler ve kendisi ile cehennem arasında bir arşın mesafe kalır, kitab yazısı önüne geçer ve cennet amelleri işler ve cennete girer".

Deriz ki, sorudan hâsıl olan şudur ki, şerîat âlimleri kulda ihtiyâr vardır derler, ama bu âyetler ve hadîsler bunun aksini bildirmektedir ve ihtiyâr olmadığını haber vermektedir; burada bir çatışma olmuyor mu?

Cevab: Hiç çatışma yoktur. Açıklayalım, hiç şübhe yoktur ki, hidâyet ve delâlet Allahu teâlâya mahsûstur. Hayır, şer, îmân, küfür, tâat, isyan gibi ne varsa hepsi Allahu teâlânın takdîri ve irâdesi ile yaratılmaktadır. Âyet ve hadîsler de bunu göstermektedir.

Kulların yaptıklarını yaratan Hak teâlâdır, kullar değildir. Mu'tezile insanlar işlerinin yaratıcısıdır dediler ve delâlet, sapıklık derecesinde kaldılar. Çünkü Allahu Teâlâ:

"Sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı" [Saffat-96] buyuruyor. Yine hiç şübhesiz biliyoruz ki, kul, işin de mecbûr değildir. Cebriye mecburdur dedi ve doğru yoldan saptı. Çünkü bir şeye isteyerek dokunma ile, elin veya bir uzvun titremesi farklı şeylerdir. Teklîf ve dâimî azâb hükmü cebriyyeyi nakz ve nefyetmektedir. Bununla beraber Allahu teâlâ sevâb ve azâbı kullarının ameline bağlamış ve:

"Yaptıklarının cezâsı [karşılığı] dır" buyurmuştur. O hâlde anlaşılmış oldu ki, kulun yaptığı işte dahli vardır, her ne kadar yaratması Allahu teâlâ tarafından ise de, işte kulun bu dahline kesb [kazanma] deniyor. Kula irâde ve ihtiyâr verildi. Lâkin kendi irâdesine bırakmadılar. Teklîf, azâb ve sevabı bu irâdeyi kullanarak iş yapmasına bıraktılar. İşte kul irâdesini sarf ettikten sonra, o işin yaratılması Hak teâlâdan vuku'a geliyor. O hâlde âyet ve hadîsler yaratma itibâriyle olanı ifâde ediyor ve din âlimlerinin sözü kesb bakımından oluyor ki, bu da irâdeyi sarf etmektir.

Derseniz ki, Allahu teâlâ ezelde ilm-i kadîmi ile biliyordu ki, filân kul filân zamanda filân işi, tâat veya ma'siyyeti işleyecek. O hâlde o işin o kimseden meydana gelmesi elbette olacaktır ve kul bunda mecbûrdur. Çünkü meydana gelmese Allahu teâlânın ilmi cehle dönüşür, bu ise muhaldir.

Cevabında deriz ki, ilim vuku'a tâbidir. Nasıl yapılacaksa ilm-i ilâhî ezelde ona bağlandı. Ya'nî sonra olacakları Hak teâlânın ezelde bilmesinde bir mahzûr yoktur.

Derseniz, tâat ve masiyet hep ezelî takdîr ve irâde iledir, ihtiyâr nerededir? Deriz ki, ezelde takdîr ve irâde öyle işledi ki, filân kendi ihtiyârı ile şu işi yapacaktır. Bu ihtiyârın isbâtı olup nefyi [olmaması] değildir. Şu kadar vardır ki, bu ihtiyâr lâzımdır ki, elbette ondan vuku'a gelecek. Gelecek ki, takdîr-i ezeliye muhâlif vâkî olmasın.

Nitekim yazısı öne geçti hadîsinde buna işâret vardır. Bununla mektûbumuza son verelim. Gaybi en iyi bilen Allahu teâlâdır.

Mahdûmâ; kaza ve kader mes'elesi en ince mes'elelerdendir. Herkesin anlayışı bu konuyu kavrayamaz. Belki bu mes'elenin hakîkatini en iyi Allâmül-guyub hazretleri bilir. Kısaca şu kadar îmân etmek lâzımdır: Kaderin hayrı da, şerri de Allahdandır. İnsanlar yaptıklarının karşılığını görürler, iyilik yapmışlarsa iyilik, kötülük yapmışlarsa kötülük görürler. Bundan ileri gitmek bize lâzım gelmez. İlmini Allahu teâlâya bırakmalı ve Onun emir ve yasaklarına uygun yaşamalıdır. Böyle yapmazsa kul âsi olmuş olur ve çeşitli cezâlara müstehak olur. Açık olarak ve kendi vicdanımızla anlıyoruz ki, Hak teâlâ bize emir ve yasaklarını yerine getirecek kadar kudret ve kuvvet vermiştir ve Hakka karşı gelmeyi, âsi ve günahkâr olmayı serkeşlik bilmeliyiz.

Yâ Rabbi, sen bize katından rahmet ver ve işlerimizi düzgün ve güzel yapmayı bize nasîb eyle.

Kabir Cennet bahçelerinden bir bahçedir (70. mektûb)

  Şeyh Bedreddin Serhendî hazretlerinin oğlu Molla Muhammed Efdal'e. Kabir Cennet bahçelerinden bir bahçedir hadîs-i şerîfi hakkında ve Müceddidi Elfi Sanı hazretlerinin şereflendirdiği müjdenin beyânı hakkındadır:

Bismillahil-azim ve musalliyen alâ Resûlihil -kerîm ve âlihi ecmain.

Hadîs-i şerîfte geldi ki:

"Kabir Cennet bahçelerinden bir bahçedir."

Bahçe olan kabir, kabrin bulunduğu yerle Cennet arasındaki perdenin ve mesafenin kalkması ve bu iki yer arasında hiçbir perde ve engel kalmaması demektir. Sanki kabrin bulunduğu yerin cennetle fenâ ve bekâya kavuşmasıdır. Anlayın.

Resûl-i ekremin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem):

"Kabrim ile minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir" hadîs-i şerîfinin ma'nâsı da budur. Bilmek lâzımdır ki, böyle bahçe ehass-ı havas [seçilmişlerin seçilmişlerine] mahsûstur. Her mümine müyesser değildir. Demek isteriz ki, müminlerin kabri safa ve nûrâniyetli olur, o kabre Cennetten bir şua gelmesine istidad kazanır ve ayna gibi parlak olur.

Şurasını da açıklayalım ki, bizim Hazreti Îşânımız Müceddid-i elfi sânî, din ve dünyanın Serverine (aleyhi efdalüs-salavât ve ekmel-üt-tehıyyât) son derece tâbi'olmakla, müjdelendiler ki, O Hazretin kabrinin bulunduğu ravda [bahçe] ve o ravda-ı mukaddesin eski sahası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir. 

Buyurdular: Bana müjde verildi ki, o tebşîr edilen bahçenin [kabrin] toprağından bir kimsenin kabrine bir avuç toprak atarlarsa, büyük ümiddir. Yâ oraya defn olunan nasıldır.

Elhamdü lillahi rabbil-âlemin ves-salâtü ves-selâmü alâ resûlihi Muhammedin ve âlihi ecmaîn. 

(Mektûbât-ı Ma'sûmiyye, 1.cild, 70.mektûb, sf: 217-218)

Mütercim: (Süleyman Kuku rahmetullahi aleyh)

Mektûbât-ı Ma'sûmiyye 115. Mektûb

 Şeyh Abdüllatîf Leşkerhânî'ye. Mahbûb-i Hakîkî'nin (celle sultânuhu) tenzîhi hakkında:

Elhamdü lillah ve selâmün alâ resûlillah. Bu miskinin garîbâne duası, kapıların açılmasına vesîle olsun. Allahu Subhânehüye hamd olsun ki, bu taraftakilerin halleri salah ve iyilik üzeredir. Hiçbir şeyde gözümüz yoktur, ama birşeyi gözetliyoruz ve sûrî tutulmalarla birlikte, hakîkatta bir tutkunluk lâzımdır. Her ne kadar o nişânsızdan elde bir nişân yok ise de, burada bütün iş yanmak ve erimektir ve bu tarafta herşey derd ve intizardır. Derd gizli, yanma, çığlıksız ve devamlıdır. 

Mısra':

Mum gibi içerden yan, gömlek yanmasın.

Mektûbât-ı Ma'sûmiyye 114. Mektûb

 Mevlânâ Muhammed Sıddîk Peşâverî'ye. Ulvî himmet, muhabbet ve hüzünden bahseder:

Bismillâhirrahmânirrahîm. Azîz kardeşim Mevlânâ Muhammed Sıddîk'ın kıymetli mektûbu geldi. Bizi sevindirdi. Size olan inâyetler, gelen bereketler, yüksek himmetler ve tatlı çılgınlıklardan yazdıklarınız kalbimize lezzet ve kuvvet verdi. İnsanlık cevherinin kıymeti, himmeti mesabesindedir. Cevher ne kadar kıymetli ise, o kadar sevgili ve değerlidir.

Bunun için hadîs-i şerîfte:

"Allah himmeti yüksek olanları sever ve düşük himmetlileri sevmez" buyuruldu. Yüksek himmet, hub ve cünün özü ile birleşirse, hüzün ve aşk ile bir araya gelirse, nûr üstüne nûr, değer üstüne değer olur ve terakkî yolu tamamen açılmış olur.

"Allahu teâlâ bir kuluna iyilik dilerse, kalbine hüzün verir" ve yine "Allah her üzüntülü kalbi sever" ve yine " Ümmet içinde bir üzüntülü kimse ağlasa, Allahu teâlâ o millete onun ağlamasıyla merhamet eder" buyuruldu. Mısra':

İçinde senin gamın olan kalbe ne mutlu!

Aşk ve üzüntüdür insanı sâir mahlûklardan üstün kılan ve kurb ve ma'rifetle süsleyen. Kalbinde muhabbet, cünün ve üzüntü olmayan, hayvanlara dahildir. Eğer insanın fazîlet ve meziyetini aşk ve muhabbete bağlasalar, ne iyi ve ne güzel iş yapmış olurlardı.

Uzağı göremeyen, eksik ve kısa akla bel bağlamamalı, bu bağdan mümkün mertebe kurtulmağa çalışmalıdır. Bu bağlarla bir yere varmak zordur.

Leylâ'nın zülfüyle gönlünü bağla,

Sen de aklı bırak, Mecnun ol biraz,

Âşıkların işi başkadır dostum,

Akıllı sözlerden onlar tad almaz.

Kardeşim Molla Muhammed Şerîf Kâbilî'ye deyiniz ki, bu günlerde epeyi ıslah oldu, hâlini düzeltti, eski beğenilmeyen halleri değişti. Bunun için hatasını afv edebilirsiniz. Sohbeti rüşde sebep olur ve nefesinde te'sîr bulursanız, işinin başına geçirebilirsiniz.

Hâline bu fakîrden daha ziyâde vâkıf olmak isterseniz, yeteri kadar düşünüp ve istihâre edip, kalb yolu verdikten sonra onu halkanın başına geçirir ve telkîn için icâzet verirsiniz. İhlâstan sâhib olduğu her derece ve vâridât büyük ni'mettir. Olur da, ondan kendisinden daha iyileri yetişir. Siz câiz gördükten sonra, fakîrin de o işe uygun gördüğünü ona yazarsınız. Vesselâmü aleyküm.

Allahu Teâlâ Âdem'i kendi sûretinde yarattı

"Allahu Teâlâ, Âdem'i kendi sûretinde yarattı." Hadîs-i şerîfini soruyorsunuz: " Madem öyledir, niçin bîçun ve bîçigûne ve eşsiz ve örneksiz diyorlar? Hayret ediyorum."

Mahdûmâ; hayret edecek bir şey yoktur. Dinde kesin ve tevâturle bildirilmiş olanlara kat'î ve kesin olarak inanmak lâzımdır ve bu tür sözleri zâhirden [görünüşten] çevirmek lâzımdır veya Allah bilir demeli, icmâ'lı olan itikada şübhe karıştırmamalıdır. Allahu Teâlâ, Âdem aleyhisselâmı kendi kemâlâtı ile süsledi ve kendi sıfatları ile sıfatlandırıp mükemmel bir ayna yaptı. Böylece Âdem aleyhisselâmla Hak teâlâ arasında bir nevi ortaklık ve benzerlik hâsıl oldu, her ne kadar bu benzerlik isimde, bu ortaklık hakîkatta değil,sûrette olsa da. Meselâ mümkinin [mahlûkun] ilmi Vâcib teâlânın ilmi yanında ne kadardır ve kudreti Hak Teâlânın kudretine göre ne sayılır. Diğer sıfatlarda hep böyledir. İşte bu sûrî benzerlik ve ismî münâsebet sebebiyle mecâz ve benzetme olarak Allahu Teâlâ Âdem'i kendi sûretinde yarattı denilebilir. Kendi sûretinde, sözünde ince bir latîfe vardır ve sanki imâ ediliyor ki, bu ortaklık ve benzerlik, hakîkatta değil, sûret ve isimdedir. Zirâ mümkinde bulunan kemâller ve sıfatlar, Hak Teâlânın sıfat ve kemâlleri yanında, eserlerin farklılığı sebebiyle, sanki başka bir hakîkate sâhibler ve mahiyyetleri muhteliftir. Ortaklık sadece isim ve sûrettedir. Toprağın o temiz âlemle ne alâkası, benzerliği olur ki! 

Kaynak: (Mektûbât-ı Ma'sûmiyye
3.cild,16.mektûb)

Muhammed Ma'sûm Fârûkî "kuddise sirruh"

Zât-ı ilâhînin bu âlem ile ilisigi yokdur, 4.Cild 230.cu mektûb

DÖRDÜNCÜ CİLD, 230. cu MEKTÛB

Bu mektûbu, babasının üstâdı Muhammed Bâkî-billahın “kuddise sirruh” oğlu hâce Muhammed Ubeydüllahın mektûbuna cevâb olarak yazmış olup, vücûd-i ilâhînin, Zât ile aynı olup olmadığı ve fen taklîdcilerinin, tabî’atde var olan yok olmaz ve yok olan, var olmaz sözlerinin yanlış olduğu ve nemâzın kemâlâtı bildirilmekdedir:

Âlemlerin Rabbi, yaratanı ve yetişdireni olan Allahü teâlâya hamd ederim. Onun sevgili Peygamberi Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” için ve Ona yakın olanların hepsi için düâlar ederim. O büyük insanın kıymetli oğlunun, lutf ve inâyet buyurduğu mubârek mektûbu, bu câhili şereflendirdi. Ey merhamet sâhibi, alçak gönüllü, yüksek efendim! (Vahdet-i vücûd) mes’elesi, bize dedelerimizden mîrâs kalan bir ilmdir. Bunu tekrâr bu muhtâca yazmanız, ma’lûmu i’lâm ve belli olan şeyi izhâr etmekdir. Bundan evvel sizi râhatsız etmekden maksad, vahdet-i vücûd bilgisinden dahâ yüksek, başka ilm de bulunduğunu bildirmek idi. Bu iki ilm arasındaki fark, cevzin kabuğu ile içi arasındaki fark gibidir. Demek ki, maksadımız anlaşılmadı. Yazdıklarımız, ma’nâsız, boş lâf sanılmış. Hasbünallah ve ni’mel-vekîl!

(Zât-i ilâhî tecellî etdikden sonra, sıfatları tecellî etmeğe, görünmeğe başlar ki, bunların tecellîlerinin sonu yokdur) buyurmuşsunuz. Maksadı yüksek olan kimsenin, Tecellî-i zâtdan sonra, tecellîlerin arkasını bırakıp, tecellî eden Zâtı araması lâzımdır. Sıfatların tecellîlerine niçin tenezzül etsin? (Bu yolda nihâyete kadar yükseldikden ve geri dönüp temâmen indikden sonra, hiçbirşeye benzemiyen, hakîkî varlık, bu kâinâtın her zerresinde, her bakımdan münezzeh olarak, birşeye benzetilmiyerek görülür) demeğe cesâret etmek de, ne kadar ağır ve çirkindir. Her zerrede görülenin, mutlak-ı hakîkî olan zât-ı ilâhî olduğunu nerden anladınız? Fârisî mısra’ tercemesi:

Rü’yâda meğer fare deve sanıldı!

Kevser şerâbından elinize yalnız hava girmiş. Te’ayyünleri, hakîkî mutlak sanıp, bunları, başka şeylerden münezzeh bulmuşsunuz. Belki de hakîkî mutlakı, mukayyedlerin, ya’nî te’ayyünlerin içinde sanmışsınız. Bu hâl, Zât-ı ilâhiyyeyi yok bilmek olur. Nitekim bunu evvelki mektûbumda bildirmişdim. Böyle olsa bile, mutlak olan hakîkîye âşık kimse, mukayyedler Onun aynı olsa bile, mukayyedlere bağlanıp kalmaz. Mukayyedler, mutlakın aynı olsa da, herbiri ayrıdır, farklıdır. Bunları birbirlerine karışdırıp, birine tutulmağı, ötekine tutulmak bilmek, kısa görüşlülükdür. Evet orada ayrılık, farklılık yok ise de, fekat bu iki ibtilâ arasında çok fark vardır.

Hayvan istiyen biri, her ikisi de hayvan olduğu hâlde, at yerine koyunu istemez. Hâlbuki, hayvanlık ikisinde de aynıdır. Hayvanlık mertebesinde ayrılık yokdur. Büyük üstâd Behâeddîn-i Buhârînin “kuddise sirruh” sözüne ma’nâ verirken, gayrı olmak, hakkın başkası değil, matlûbun başkasıdır, demişsiniz. Bu, yukarıdakine uygun olmuyor. Her zerrede hakîkî mutlakın varlığı görülünce, matlûbun başkası nasıl olur ve nasıl nefy ve red olunur? Gayr kelimesine, kullanılana uymıyan, bir ma’nâ vermek de doğru değildir. Evet o büyük üstâd yalnız vahdet-i vücûdü tadanlardan olsaydı, sözüne ma’nâ aramanın yeri olurdu. Mubârek sözlerinde bulunan, Mutlak [ya’nî her bakımdan mahlûklara benzemiyen] kelimesi, (Lâ te’ayyün) ve (Gayb-i hüviyyet) mertebesidir. Çünki, hakîkî mutlak, her bakımdan tecerrüd ve tenezzüh ile, bu mertebeye uygundur. İşte bu yolun büyükleri, ilmin, ma’rifetin ve müşâhedenin yetişemiyeceği, böyle münezzeh mertebeyi istemeği men’ ediyor ve bunu taleb etmeği vakt öldürmek sayıyorlar. O hâlde bunun her zerrede görülmesini söylemek, ma’nâsız olur. Onda ayrılık olmayınca ve her görülen O olunca, Onun şevki ve talebi men’ olunur mu? Eğer murâd, vahdet mertebesi ise, bu mertebe, bir bakımdan mutlakdır. Her bakımdan mutlak olan, dahâ üstündeki mertebedir. O hâlde, vahdet mertebesine, hakîkî mutlak demek, uygun değildir. Matlûb, bundan sonradır ve sâlik, henüz yoldadır. Böylece, matlûbu bırakıp da, yolda kalmak, tam bir isteğe uymaz. er ne kadar bu te’ayyüne, müte’ayyinden başka demiyorlarsa da, te’ayyün, te’ayyündür. Himmeti, arzûsu yüksek olan, aldanıp burada kalmaz. Muhammed aleyhisselâmın yolunda yükselenler, bu yol, mahbûbluk, ma’şûkluk yolu olduğu için, burada kalmaz. Bu te’ayyünün, bütün eşyâ ile aynı olması ve gayrı olmaması sebebi ile, lâ te’ayyünün talebinden mahrûm kalmazlar. Fârisî beyt tercemesi:

Dostun firâkı, az sürse de, az değildir,
Gözde bir kılın bulunması çok ağır gelir!

Süâl: Bu te’ayyün, müte’ayyinin kendisidir. O hâlde birini bulup görmek, ötekini bulmak, görmek olmaz mı?

Cevâb: Bu te’ayyünü bulmak, Onu bulmuş olmak ise, niçin bunun üstünü aramakdan korkutuyor ve men’ ediyorlar. Demek ki, bu iki mertebeyi bulmak başka başkadır. O memnû’ oldu, bu ise men’ edilmedi.

Sü’âl: O mertebe bulunamaz ve kavuşulamaz olunca, niçin Ona âşık oluyorlar. Onu aramakla vakt gayb ediyorlar?

Cevâb: Bu süâli kabûl edersek, cevâbımız şöyle olur ki, aşk ve muhabbet, insanın elinde değildir ki, aklın gösterdiği sebeblerle men’ olunabilsin ve sâdık olan âşık, kavuşulamıyacağı belli olan sevgilisini aramakdan vazgeçirilebilsin. Fârisî beyt tercemesi:

Saçının kıvrımlarını pek çok seviyorum,
Ele geçmezsin bilirim, yine de istiyorum.

Zevallı âşıklar, sevgililerine kavuşmak için yanıp, kül olmak ister. Belki ismleri, nişânları unutulsun isterler. Ondan başkası ile râhat bulmazlar. Ondan ellerine birşey geçmezse de, azar işitseler de, red edilseler de, yine ma’şûku isterler. Şâ’ir bunu ne güzel anlatıyor.

Fârisî beyt tercemesi:

Elime geçmese eteğin bile,
Başkasına bakmam, şekerim yine!

Zevallı âşıklara, sevgilinin, kendisini aradıklarını bilmesi se’âdeti yetişir. Bu bîçârelerin, ayrılık derdini çekdiklerini gördüğünü bilmeleri kâfî gelir. (Sen onu görmedin ise de, O seni elbette görüyor). Çok olur ki aşkdan maksad, dert ve gam çekmekdir. Kavuşmak hiç hâtıra gelmez. Bu aramak derdine, nasıl, vakt öldürmek denebilir ki, bu dert ve elem, o zevallı âşıkın ömrünün sermâyesi olmuşdur. Fârisî beyt tercemesi:

Derd-i gamın olmadan geçen ömrüme yazık, yüzlerce!
Keşki gamına yakalanmış olsaydım, dahâ evvelce!

Bu ma’rifetin, tanımanın hâssaları, alâmetleri vardır, buyurmuşsunuz! Tevhîd, hakîkatde şühûdîdir, görmekledir. Vücûdî, ya’nî hakîkatde mevcûd değildir ki, bu alâmetlerin hâsıl olması lâzım gelsin. Tevhîd hâllerinin hepsi, sâlikin görüşüdür. Onun sıfatları değişmez. Allahü teâlânın sıfatları hâline dönmez. Hakîkatleri değişmez. Mümkinin, ya’nî mahlûkun sıfatları, Allahü teâlânın sıfatlarının aynı olabilseydi, Muhammed aleyhisselâmın hidâyeti, Allahü teâlânın hidâyeti olurdu. Hâlbuki Allahü teâlâ, (Ey Habîbim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sen, sevdiğini hidâyete, doğru yola getiremezsin. Fekat, Allahü teâlâ istediğine hidâyet ihsân eder) buyurdu. Bunun gibi, hadîs-i şerîfde, (Siz dünyâ işlerinizi dahâ iyi bilirsiniz!) buyuruldu. Bunlar ne demekdir? Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, ilm-i ilâhî için bu sözü söyliyebilir mi idi? Bunun gibi, (Sen gaybi bilmiş olsaydın!) ve (Bana ve size ne yapacağını bilmem) meâlindeki âyet-i kerîmeler, bunu hikâye buyuruyor. Bunların hepsi mahlûkla Hâlıkın sıfatlarını ayırmıyor mu? Burada, elverişli olan sâliklere, çok fâideler vardır. Çünki, seyr-ü sülûkden, ya’nî tesavvuf yolunda yürümekden ve riyâzet, mücâhede, sıkıntı çekmekden maksad, Allahü teâlâdan başka, herşeyin sevgisinden kurtulmakdır. Bu da Tevhîd-i şühûdî ile hâsıl oluyor. Bütün bu uğraşmalar, kulluğun, aczin, zevallılığın meydâna çıkması ve hiç olduğumuzun anlaşılması içindir. Yoksa, kullukdan kurtulmak için ve (hâşâ) Allah olmak için ve Onun zâtının kemâlâtına kavuşmak için değildir. Bunları istemek benlik ve kendini büyük bilmek olur. Büyük üstâd buyurdu ki: (Kulluk ile sâhiblik, âmirlik ve me’mûrluk bir arada olamaz).

(Vahdet mertebesinde hakîkî fânî olmak, bu yolun nihâyetidir) sözüne gelince; Vahdet-i vücûd erbâbı, hep enfüse âşık olduklarından, kemâl üzere fânî olacakları söylenebilir mi? Fânî olmak demek, Allahü teâlâdan başka, herşeyin sevgisinden kurtulmak demekdir. Hâlbuki bunlar, her ân, her zerreye âşıkdır. er ne kadar zerreleri Ondan başka bilmezler ise de, hakîkatde O değildirler. Onun gayrısından temâmen ayrılmak ve yok olmak için, bu girdâbdan kurtulmak, Onu âfâk ve enfüsün dışında aramak lâzımdır. Yâhud şöyle cevâb veririz ki, bu hâssalara ve alâmetlere mâlik olmak, bu Fenâda olmıyor. Bekâ makâmında hâsıl oluyor. Çünki, Fenâ ve yok olmak zemânında, mahlûkat bilinmiyor. Mahlûklar, madde ve sıfat hâlinde olmıyor. O hâlde, tevhîd mertebesinin nihâyetine yetişip hakîkî Fenâ hâsıl olur da, kendisinde bu alâmetlerden hiçbirisi bulunmıyabilir. Bu alâmetlerin hâsıl olması, nihâyet ve kemâl olursa, Fenâ bulmağa nihâyet demek nasıl doğru olur?

Asl sözümüze dönelim! Mümkinâtın, mahlûkatın varlığı olsaydı, o zemân (Fenâ-i vücûdî) olurdu. Hâlbuki, onların vücûdleri, yalnız görünüşdedir. Emânet bırakılan şey, emânetcinin olmaz, sâhibinindir. Burada ilmin değişmesinden başka birşey yokdur. Fekat (Kulumu, beni zan etdiği gibi karşılarım) buyurduğu için, burada da, bu tevhîd-i şühûdî olgunlaşdıkca, sâlike dahâ başka mu’âmele ederler. Bu alâmetleri, dahâ çok hâsıl ederler. Başkaları bu mu’âmelelere inanmıyabilir. Çünki onlar, tevhîd yolunda henüz ilerlemekdedir. Hâlbuki bunlar, tevhîdin hakîkatlerine varmış ve inceliklerine öyle dalmışlar ki, özüne işlemişler, yüksek derecesine ermişlerdir. Sonra, Allahü teâlânın imdâdı ile bu makâmı geçerek, Peygamberler “aleyhimüsselâm” için ayrılmış olan ilmlere kavuşmuşlardır.

Ey merhametli kardeşim! Tevhîd-i vücûdî ma’rifetlerinden bildiklerinizi yazınız ki, bunlar kıymetli hâllerdir. Bunlara kim ne diyebilir? Evliyânın büyükleri, bundan çok şeyler söylemişdir. er ne kadar muhabbet serhoşluğu ve aşkın çokluğu ile söylemişler ise de, onların söylemeleri, kıymetini göstermekdedir.

Büyük pederim Abdül-Ehad “kuddise sirruh”, tevhîd-i vücûdde çok ileride idi. Bu yolda yüksek kitâblar yazmışdı. Bununla berâber, islâmiyyetin edeblerinden hiçbirini bırakmazdı. Hakîkati bilenlerin hepsi de böyle idi. Fekat, başka büyükleri beğenmemek, yalnız kendi bilgilerinin doğru olduğuna inanmak ve bunlardan başkasına kıymet vermemek, sizin gibi büyükler için, çok şaşılacak şeydir. Bunun gibi, Muhyiddîn-i Arabîyi “kuddise sirruh” Evliyânın sonu bilmek, kendi büyüklerimizin hepsinin Evliyâlığına inanmamak olur. Yüksek yaradılışlı olanların, böyle sözlere cesâret etmelerine doğrusu şaşılır. Bunlardan dahâ şaşırtıcı birşey de, İbni Sînâyı çok sevgi ile anlatıyorsunuz. Hâlbuki, onun bozuk inanışları, Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun değildir ve kâfirliğine ve dalâletine sebeb olmuşdur. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh”, eski Yunan felsefecilerinin sözlerini bildirdikden sonra, (Onlar ve onların yolunda bulunanlar ve meselâ Fârâbî ve İbni Sînâ, kâfir olmuşlardır) diyor. [O hâlde, bu kâfirlerin ve Avrupadaki inkılâb önderlerinin kitâblarında ve tercemelerinde bulunan, din hakkındaki, câhilce uydurma, zehrli yazılara inanmamalı, aldanmamalıdır. İbni Sînânın, felsefeci görüşü ile yazdığı nemâz kitâbını okumamalıdır. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Me’ârif-i ledünniyye) kitâbının sonunda, İbni Sînânın (Müstezâd) kitâbından parçalar yazarak, bunların küfr ve zındıklık olduğunu bildirmekdedir.] Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, büyüklerden birine rü’yâda, İbni Sînâ için, (Allahü teâlâ, onu ilmi ile dalâlete götürmüşdür) buyurmuşdur. Başka biri de, buna benzer rü’yâ görmüşdür. Böyle sözleri yabancılardan duysaydık, bu kadar şaşmazdık. Fekat, sizin gibi zâtlardan, bu gibi sözlerden az birşeyin, hurmetkârlarınızın kulaklarına çarpması, ne kadar şaşırtsa yeri vardır. Şaşkınlıkla bu yazılara cesâret olundu. Afv buyurmanızı ümmîd ederim. Efendim! Âriflerin reîsi olan, yüksek üstâdımız, dînin müeyyidi, vefât edecekleri zemân, buyurmuşdu ki, (İyi anladım ki, tevhîd dar bir yol imiş. Geniş cadde başka imiş). Mektûbunuzda, onlar [ya’nî Muhammed Bâkî “kuddise sirruh”] kesretde vahdeti görmek mertebesinde idi, buyuruyorsunuz. Şu hâlde, vefâtları sırasındaki bu sözlerini ne sebeble söylediklerini duymamış olacaksınız ki, buna başka ma’nâ vermeğe kalkışıyorsunuz. O hazret, yalnız bu sözü söylemedi ki, buna ma’nâ aranılsın. Zâten ma’nâsı meydândadır. Ma’nâsı meydânda olan bir söze başka ma’nâ verilmez. Sonra bu sözü de durup dururken söylemediler. Fârisî beyt tercemesi:

Râhat bir gece ve hoş mehtâb bul bana!
O zemân söyliyeyim bak, herşeyi sana!

O böyle söyleyince ve bu makâmda olunca, sizin ona [ya’nî babanıza] herkesden dahâ çok uymanız lâzımdır. Keşfe, hâle kapılsanız da, üstâdınızın yolundan ayrılmamalısınız! (Bu ma’rifetler, bilgiler, akla da, nakl olunan haberlere de uygundur) buyuruyorsunuz. Burada gösterdiğiniz haberlerin çoğu müteşâbihât kısmındandır. [Ya’nî ma’nâları, diğer meşhûr haberlere uymayıp, başka ma’nâ verilmesi lâzım olan haberlerdir.] Aklın kabûl etmesi de, aklın ereceği, anlıyacağı şeylerdedir. Akl kuşu, tevhîd mertebesine uçamıyor ve buradan haber alamıyor. Derin âlimlerden Celâleddîn-i Devânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, bu mes’ele, akl çerçevesinin dışındadır. Mevlânâ Abdürrahmân-ı Câmî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, aklın dışında olan şeyler, keşf ve müşâhede ile, [ya’nî kalb gözü ile] görülür, akl bunları anlıyamaz. His uzvları da, aklın anladığı şeyleri anlıyamıyor.

İşte keşf ve müşâhede yolu ile anlaşılmışdır ki: Varlığı lâzım olan hakîkî varlık, ne küllîdir, ne de cüz’îdir [ya’nî ne parçalanamıyan bir zerredir, ne de parçalanabilen bir toplulukdur]. Maddîciler diyor ki, (Yok olan, var olmaz ve var olan da, yok olmaz. Bunu isbât etmeğe lüzûm bile yokdur, bunu herkes bulabilir). Bu sözleri insanlar için doğrudur. İnsanlar, elbette, birşeyi yokdan var edemez. Hiç birşey yaratamaz.

Fekat, bu sözü Allahü teâlâ için söylemek yanlışdır. Herkes değil, kimse böyle söylemez ve isbâta gelmez, vehm ve hayâldir. Allahü teâlânın kudretine inanmamakdır. Allahü teâlânın yokdan var etmesi ve bütün âlemleri hiçden yaratması ve hepsini yok etmesi, Onun kudretine göre, şaşılacak bir şey değildir. Bunu söylemek, âlemin kadîm olduğunu, yokdan, sonradan yaratılmadığını söylemek demekdir ki, küfrdür. Çünki, kâinâtın, bütün zerreleri ile yokdan var edildiğini, bütün dinler sözbirliği ile bildirmişdir. (İnsan düşünmüyor mu ki, biz onu önceden yaratdık. Hâlbuki o, birşey değildi) meâlindeki âyet-i kerîmeye de uygun değildir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr eden büyüklerin başlarının tâcı, Kâdî Beydâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, tefsîrinde, (İnsan, adem idi, ya’nî yok idi) diye ma’nâ vermişdir. Bu sözleri, hem de Allahü teâlânın birşey yapmıyacağını bildirir. Çünki, yok olanı var etmiyor diyorlar. Var olanın, var edilmesi de olmaz. Onların dedikleri gibi, var olan, yok olmaz ise, varlıkların varlıkda kalabilmeleri için de, Yaratana ihtiyâcları olmıyacakdır. Hattâ, Allahü teâlâ, eşyâyı yok edemiyecekdir. Bunlar, cismlerin hâssaları, hareketleri için acabâ ne diyecek? Bunların her zemân yeniden meydâna geldiklerini ve yok olduklarını herkes görüyor. Vel-hâsıl, bu sözü söylemek, Allahü teâlâyı inkâr etmekdir. Allahü teâlâ, böyle şeylerden çok yüksekdir.

Allahü teâlânın sıfatları kendinin aynıdır demek de, Ehl-i sünnete uygun değildir. (Te’arrüf) kitâbının sâhibi [Şeyh Ebû Bekr Muhammed bin Ebî İshak Gülâbâdî “rahmetullahi teâlâ aleyh”], (Tesavvuf büyüklerinin hepsi, sıfatların, Onun kendi olmadığı gibi, ayrı da olmadığını söylemişlerdir) diyor. Bunu kabûl etsek bile, sıfatların mukâbili olan ademlerin [adem, yok olmak demekdir], ilm-i ilâhîdeki ayrılıkları bize yetişir. Vücûd [ya’nî var olmak] sıfatının, Zât-i ilâhîden ayrı olduğunu, evvelki mektûbumda uzun uzun bildirmişdim. Fekat, sırası gelmiş iken, burada da kısaca söyliyeyim. Muhterem kardeşim! Yaratılışı kusûrsuz olan ve yakînlığı arayan biri, sahîh vicdânına, ya’nî buluşlarına bakar ve iyi düşünürse, anlar ki, Allahü teâlâya, kendi varlığında, kendinden başkasına muhtâc olmasını ve kendisinde vücûd, varlık bulunmamasını, ayrıca vücûd sıfatına muhtâc olmasını lâyık görmez. Fekat, yine anlar ki, Allahü teâlânın kendi hakîkati ve mâhiyyeti, vücûdün, varlığın aynı değildir. Çünki, vücûdü, varlığı başkasına muhtâc olmadığı için, Allahü teâlânın hakîkati, o varlıkdan ibâretdir demek, ma’nâsızdır. Kendi varlığı ile hâricde mevcûd olan bir Zâta, başkalarına sıfat olan, başkaları ile bulunabilen bir kelimeyi ism vermeğe ne lüzûm vardır? İslâmiyyet de, bu ismi, zâten bildirmemişdir. Tesavvuf büyükleri, Allahü teâlânın zâtından, kendinden, bütün nisbetleri ve i’tibârları, düşünceleri ayırdıklarına göre, bunlardan birkaçı, niçin vücûdü de ayırmıyor? Allahü teâlânın Zâtından vücûdü ayırmak, Ona yokluk kondurmak olmaz. Zîrâ, yokluk da, bir nisbet, bir sıfatdır. Allahü teâlânın Zâtında hiçbir nisbet ve i’tibâr olmaz. Sonra bu büyükler, vücûd, Onun aynıdır demekle, vücûdu inkâr etmiyor. Allahü teâlâ kendisi vardır ve vücûd bir sözden başka birşey değildir, demiyorlar. Çünki, bu büyükler, Allahü teâlânın hakîkati, mutlak vücûddür biliyor. Vücûdü inkâr etmiş olurlar mı? Bir şeyin kendisi inkâr olunur mu? Doğrusu şöyledir ki, Allahü teâlânın hakîkati, kendisi, vücûdden başkadır. Kendi varlığında, vücûd sıfatına muhtâc değildir. Kendi kendine vardır. Onun vücûd sıfatına muhtâc olmadığını göstermek için, kendisi, vücûdün aynıdır demeğe lüzûm yokdur. Kendisi vücûd sıfatından dahâ yüksekdir desek ne olur?

Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, hakîkat âleminde ne varsa, hepsinin nümûnesini ve misâlini bu mecâz ve görünüş âleminde göstermişdir. Böylece insan, bu sûretlerden hakîkatlere yol bulur. Allahü teâlânın, vücûd ile var olmayıp, kendi kendine var olmasının da, bu dünyâdaki örneği, vücûd sıfatıdır. Varlık sıfatı, kendiliğinden vardır. Ayrı bir vücûdle mevcûd değildir.

Allahü teâlâ kendisi vardır, sözü de, ancak bir bildirmekdir. Yoksa, kendisi ile olabilen bir vücûd vardır, demek değildir.

Şeyh Emân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Allahü teâlânın hakîkati mevcûddür. Ondan başkası ademdir, yoklukdur. Adem ise, eşyânın başlangıcı olamaz. Çünki hakîkat değişmez. Ya’nî, varlığa sebeb olamaz. O hâlde, başlangıc da vücûddür. O da, tecezzî ile değil temessül iledir) diyor ki, birçok bakımdan, doğru değildir. Çünki, evvelâ deriz ki, Allahü teâlânın hakîkati vücûddür demek, Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun değildir. İkinci cevâb olarak deriz ki, Allahü teâlânın sıfatları, Ehl-i sünnete göre, Zâtından ayrıdır. Bunun için, Allahü teâlâdan başkası, ancak ademdir demek doğru olmaz. Bu hâlde, belki sıfatlar, eşyâya başlangıcdır. Üçüncü cevâb da, adem, vücûd olursa, hakîkat değişmiş olur. Fekat eğer adem mevcûd olursa, birşey lâzım gelmez. Âlimler, vücûd yokdur demişlerdir ki, bu sözde hakîkat değişmesi hiç yokdur. Dördüncü nokta da şudur ki, adem mevcûd olursa, hakîkat değişmesi olur. Fekat, adem mevcûd görünürse, hakîkat değişmesi olmaz. Beşincisi de, yukarıdaki sözünde geçen başlangıc kelimesinden maksad, heyûlâ ve esîr denilen şeydir. Çünki bunu ancak parçalanarak ve şekl alarak başlangıc yapdı. Allahü teâlâya, kâinâtın heyûlâsı ve aslı demek kadar alçaklık olmaz.

Îcâd edici, ya’nî yokdan var edici ma’nâsına başlangıc, Zât-i ilâhîdir. Fekat bu ma’nâda tecezzî ve temessül lâzım değildir. Yasîn sûresi, son âyetinin meâl-i şerîfi, (Biz istediğimiz şeye ol deriz, hemen var olur)dır. Altıncı nokta, Zât-ı ilâhînin mukâbili, zıddı ademdir demek, ma’nâsızdır. Zıddı adem olan vücûd başkadır ki, hâsıl olmak ma’nâsınadır. Yedinci nokta, vücûd, ademin zıddı değildir ki, izâfî adem [ya’nî her bakımdan değil de, ba’zı bakımlardan yok olan adem] kalmayınca, vücûd lâzım olsun. (İlm-i ilâhîde bulunan ademler de, eşyânın aslı olamazlar. Çünki, Allahü teâlânın ilmi, ilm-i huzûrîdir. Ya’nî ezelde bilmişdir. Orada değişiklik yokdur ki, ademler orada hâsıl olsun ve eşyânın aslı olsunlar. Bu ademler, ilme nereden geldi? Bir bakımdan mevcûd olmıyan şey, ilmde yer bulamaz) demişlerse de doğru değildir. Çünki, evvelâ, Allahü teâlânın ilmine, ister huzûrî desinler, ister başka ism versinler, Allahü teâlânın izâfî ademlere ilmi yokdur demek, bunları bilmez demekdir. Allahü teâlâya karşı böyle söylemek yakışmaz. Sonra, bir bakımdan mevcûd olmıyanın, ma’lûm olmıyacağını da kabûl etmeyiz. Çünki, birçok şeyleri düşünerek biliriz ki, hiçbiri yokdur. Üçüncü olarak, deriz ki, var olacak şeyler, yok iken, izâfî adem idi. Bunlara her bakımdan yok demek, doğru değildir. Sadreddîn-i Konevî “kuddise sirruh” buyuruyor ki, şey olmak, iki dürlüdür: Sâbit olan şey, mevcûd olan şey. Mevcûd olan şey, hâricde bulunan şeydir. Sâbit olan şey ise, ilmde bulunan, hâricde bulunmıyan şeydir ve bu şeyin bir yapıcısı yokdur. O hâlde, mutlak ma’dûm [ya’nî her bakımdan yok olan], şey değildir. Çünki sübûtü de, vücûdü de yokdur. Fekat izâfî ademler, sâbit olan şeydir. Bu şeylikden dolayı bunlara (Kün) [ya’nî (Ol!)] emri veriliyor ve hâricde var oluyorlar. Şeyh Konevî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, Allahü teâlânın, var olacak şeyleri ademde iken bilmesi, ma’dûmu bilmesi değildir. Çünki, böyle sonsuz ademler, Ümm-ül-kitâbdadır. Kalem-i a’lâ, bunların ba’zısını almış, Levh-i mahfûz da bu ba’zıları, tafsîl etmişdir. Celâleddîn-i Devânî “rahimehullahü teâlâ” diyor ki, adem de, hakîkî vücûdün zuhûrlarındandır. Nitekim, imâm-ı Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, ba’zı kitâblarında buyuruyor ki, (Kâinâtın aslı ademdir. Ademe merhamet edip, vücûde getirdiler. Adem aslında yok idi. Önce adem yaratıldı. Ademe kadîm dersek, onu, Allahü teâlâya kadîmlikde ortak etmiş oluruz. Demek ki, adem, kadîm değildir. Kâinâtın aslı olan adem kadîm olmayınca, kâinât da kadîm olmaz, hâdis olur. Ehl-i sünnetin (Ma’dûm, şey değildir) sözünün ma’nâsı işte budur). Dördüncü olarak deriz ki, bu söz, kendi kendini bozuyor. Çünki, izâfî ademler, ilmde bulunur. Eşyânın aslı olamazlar dedi. Sonra da, ilm, huzûrîdir diyerek, bu sözünü red etdi. Bir bakımdan sâbit olmıyan, ilmde bulunmaz diyerek de red etdi. Beşinci olarak deriz ki, Sôfiyye-i aliyye, a’yân-ı sâbiteye, izâfî ademlerdir demişdir. Bunları, mahlûkâtın hakîkatleri, aslları bilmişdir.

Bundan sonra yazıyorsunuz ki, ilm-i ilâhîde bulunan şeylerin aslı vardır. Bu asl da, ilm ve belki âlimdir. Fekat, ademlerin aslı nedir? Cevâbında deriz ki, ademlerin aslı ve menşei, ilm-i ilâhîde birbirlerinden ayrılmış olan kemâlât-i ilâhîdir. Bu cevâbımız kime uygun gelmez?

Yine yazıyorsunuz ki, hakîkî kulluk, Onu sevmek ve Ondan başka herşeyden vazgeçmekdir. Ya’nî dünyâ gibi, âhıreti de terk etmekdir. Evet böyledir. Fekat herkes böyle olduğunu söyler. Doğru ile yalancıları ayıran alâmet, islâmiyyete yapışmakdır. Bu sevginin çokluğuna alâmet, sünnete [ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeye] çok yapışmak ve bid’atden çok kaçmakdır. Bu alâmetler bulunmıyan lâfları beğenmezler. Herşeyden vazgeçdim demelerini, hepsine sarıldım anlarlar.

Muhterem efendim! Düşüncelerin, vesveselerin çokluğundan şikâyet ediyorsunuz. Mahlûkâta ilm oldukca, vesvese de olur. Onları unutunca, vesveseler de kalmaz. O hâlde, eşyâyı bilmek ve unutmak üzerinde durmak lâzımdır. Herşeyden, her mahlûkdan Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Çünki, her mahlûkun kendisi ve sıfatları Onun kudretinin eseridir. Bu eserlerin sâhibini bulan uyanık bir kimse, o gizli yolu ve o ma’nevî bağı görür, anlar. Eşyânın Allahü teâlâya delâlet etmesi, Onu göstermesi için, Onunla ittihâd etmesi, birleşmesi niçin lâzım olsun? Duman ateşi haber verir ise de, ateşle ne münâsebeti, ne ittihâdı var? Allahü teâlâyı çok seven, az bir alâka ve işâret ile hemen Ona döner. Hiçbirşey Onu unutmasına sebeb olmaz. Her gördüğü şeyi, kudretin eseri görüp, eser sâhibine döner. Bunun için, hiçbirşey, ârifi kendine çağırmaz, eser sâhibine çağırır. Ârifin kalb gözünü, kendinden, sâhibine aks etdirir, çevirir. Hâlbuki Allahü teâlâyı eşyâ ile ittihâd etmiş bilen zevallıları, herşey kendilerine çağırır. Kendilerine tutulmasına sebeb olup çeker. Kendilerini mahbûb, ma’şûk olarak gösterirler. Her çirkin şeytân, cilve ile, nâz ile kendini ma’şûk yapıp, sedd-i İskender gibi perde olur. Fârisî beyt tercemesi:

Güzeller yanaklarını saklamış, şeytân nâz ediyor,
Şaşırdım kaldım, hayretden, aklım gidiyor.

Mümkinin, mahlûkun varlığı ve kemâl sıfatları, o mukaddes mertebenin zılleri, aksleri ise, zılden asla yol vardır. Fekat zıl, asl değildir.

Bu fakîr, ârif kemâle geldikden sonra, bunun eşyâya olan ilmine hiçbir zemân ilm-i huzûrî demedim. İlm-i husûlî değildir dedim ise de, bu, ilm-i huzûrîdir demek değildir. Çünki, Allahü teâlânın eşyâya olan ilmi [ya’nî herşeyi bilmesi] huzûrî ve husûlî ilmlerden değildir. İlm-i ilâhînin, yalnız bir inkişâfıdır ki, bilinen şeyleri birbirinden ayırır. İlmde hiçbirinin sûreti hâsıl olmaz. Allahü teâlânın ilminde bulunan şeyler demek, ilm-i ilâhî ile birbirlerinden ayrılan şeyler demekdir. Bu şeyler, her nerede bulunursa bulunsunlar, Allahü teâlâya münkeşifdir [ilmine açıkdır]. Allahü teâlânın eşyâyı bilmesine ilm-i huzûrî veyâ ilm-i husûlî demek, tevhîd-i vücûd erbâbına uygun gelir. İşte bir ârif kemâle geldikden sonra, bunun ilmi de böyle olur. Herşey, nerde olursa olsun, ârifin ilmine münkeşif olur. Ârifin zihninde, sûretleri hâsıl olmaz. Bu ilm de, ne husûlîdir, ne de huzûrî. Herşeyi akllarına uydurmak istiyen, bu söze inanmaz ve kabûl etmez ise de, biz zâten onlara söylemiyoruz. Bunlar, zevk ile, tadarak bilinen şeylerdir. Vicdânî [ya’nî kalb ile bulunan] şeylerdir. Anlatarak inandırılacak, ilzâmî şeyler değildir. Bu ma’rifetin şaşılacak tarafı şudur ki, ilm, huzûrî değildir. Bilinen şeyin sûreti de hâsıl olmaz. Tatmadan bunlar anlaşılamaz.

Efendim! Nemâz, tecellîlerden, müşâhedelerden dahâ üstündür demenin sebebi şudur ki, muhakkak biliyoruz ki, Allahü teâlâ, bu tecellîden ve müşâhedelerden gayrıdır. Bunlara kapılıp kalmak, zıllere, hattâ benzerlere, misâllere bağlanıp kalmak olup, bunlar, matlûb değil, başka şeylerdir. Herşey, Allahü teâlânın aynıdır diyen, aşk serhoşudur. Matlûbun, maksadın kendinden haber veren, yalnız nemâzdır.

O nişânı olmıyanın, biricik nişânı nemâzdır. Nemâzda olan yakınlık, başka hiçbir yerde yokdur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Nemâzda, kul ile Allahü teâlâ arasındaki perdeler kalkar). Bunun için, nemâza, mi’râc buyurmuşdur. Onun için, nemâzı temâm kılmağa çok dikkat etmelidir. Nemâzın kemâline çalışmak, bu müşâhedeleri ve tecellîleri, Ona yaklaşdırmamakla olur. Bu büyük ihsânı, Allahü teâlâ dilediğine nasîb eder. Onun ihsânları büyükdür, boldur.

Nemâzın kemâl üzere kılınması, nübüvvet yolundan yükselen büyüklere nasîb olur. Vilâyet yolunda bulunanların çoğu, bu dereceye yetişemez. O büyüklerin yakınlığı başkadır. İlmleri ve esrârı kendilerine mahsûsdur. Onları ulaşdıran yol, bu yola benzemez. Öyle bir caddedir ki, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü velberekât” ve onların Eshâbı ve bu ümmetden seçilmiş çok yüksek olanlar, matlûba bu yoldan yetişmişlerdir. Âriflerin reîsi olan üstâdımız [ya’nî Muhammed Bâkîbillah “rahmetullahi aleyh”], (Ana cadde başkadır) sözleri ile belki bu yola işâret buyurmuşlardır. Vilâyet yolundan da, bir kimsenin bu yüksek zirveye ulaşması mümkindir. Belki de olmuşdur. Nemâzı yalnız yatıp kalkmak sanmamalıdır. Nemâzın gayb âleminde bir hakîkati vardır ki, bütün hakîkatlerin üstündedir. O hakîkate kavuşanları tanımıyanlar, nemâzın kemâlinden ne anlar? Nemâz, gönülleri çeken bir güzeldir. Onun güzelliği bu mecâz âleminde, sanki bu şekl içine sokulmuşdur. O sevgilinin cilveleri, nemâzın huşû’ ve edebleri şeklinde bu dünyâda görünmekdedir. Nemâzın bu şekl ve sûretini sevmiyen, bunun hakîkatinden ne anlıyabilir? O güzelin cilve ve edâlarına âşık olmıyan, huşû’ ve tumânînetin kıymetini nasıl bilir? Velhâsıl, nemâzın letâfeti, güzelliği o kadar yüksekdir ki, saçma sapan sözlerimizle bildirilemez. Kıymetleri o kadar üstündür ki, bu kırık kalemim, ona tercümânlık edemez. Fekat, bu büyük devlete sâhib olanların, nefîs nefeslerine sığınıyorum! Onlara hizmet etmeğe ve sevmeğe karşılık olan müjdelere güveniyorum. Fârisî beyt tercemesi:

O güzelin saçı, avucuma girse, misk saçılır elimden,
O ay yüzlü, kucağıma gelse, gün doğar her yerimden.

Yâ Rabbî! Sen, onların sandığı ve söylediği gibi değilsin! Seni bize haber veren, bildiren Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” selâmlar olsun, selâmetler olsun! Bu âlemleri yaratan, her ân varlıkda durduran, cesedlerin rızkını, rûhların gıdâsını, kalblerin nûrunu ihsân ederek, kullarının gelişmesini lutf eden Allahü teâlâya hamdler, şükrler olsun!

Herkese yayılan merhamet ve ikrâmlarınızdan şunu umar ve istirhâm ederim ki, bundan sonra, Allahü teâlânın bu âsî ve insanlıkdan uzak kulunu aramayınız. Onu, ümmîdsizlik köşesinde yalnız bırakınız da, günâhlarının mâtemini tutmakla ve münâsebetsizliğinin acılarını tatmakla inliyebilsin! Allahü teâlâ, Peygamberlerin gösterdiği yolda yürüyenlere selâmet versin! Âmîn.

KAYYÛM-İ RABBÂNÎ, MUHAMMED MA’SÛM FÂRÛKÎNİN BİRİNCİ (4. cü) CİLD, 14. cü MEKTÛBU

KAYYÛM-İ RABBÂNÎ, MUHAMMED MA’SÛM
FÂRÛKÎNİN BİRİNCİ (4. cü) CİLD, 14. cü MEKTÛBU

Allahü teâlânın emrlerine yapışmağı, nemâzın ehemmiyyetini bildirmekdedir:

Bu bir köşede unutulmuşu hâtırlıyarak, kardeşim mevlânâ Muhammed Hanîf Kâbilî ile gönderdiğiniz mektûb geldi. Okuyunca, çok sevindirdi. Ortağı, benzeri olmıyan cenâb-ı Hakka bağlılığınızı ve Onun muhabbetinin ateşi ile yandığınızı anlayınca, sevincimiz katkat artdı. Bu âhır zemân fitne ve zulmeti içinde, Allahü teâlâ, bir kulunun kalbine, kendi sevgisini yerleşdirir ve kendi hicrânı, ayrılığı ile onu yakarsa ne büyük ni’metdir! Bu ni’metin kıymetini bilip şükrünü yapmak lâzımdır. Durmayıp, bunun artmasına çalışarak, aşk-ı ilâhînin, en son derecesine yükselmesini beklemelidir. Hakîkî matlûbdan başka, hiçbir şeye gönül bağlamamalı, fâidesi olmıyan şeylerle uğraşmamalıdır. Muhabbet ateşi, nefs-i emmârenin azgınlığından meydâna gelen, benlik, izzet-i nefs perdesini yakarak, ezelî ve ebedî kemâlâtın nûrları, kalbi aydınlatmalıdır. Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Ni’metlerime şükr ederseniz, onları artdırırım) buyurulmakdadır.

Ey mes’ûd ve bahtiyâr kardeşim! Mâdem ki, Allahü teâlânın sevdiği kullarının yolunda yürümek arzûsundasın, bu yolun şartlarını ve edeblerini gözetmelisin! En önce, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden sakınmak lâzımdır. Çünki, Allahü teâlânın sevgisine ulaşdıran yolun esâsı, bu ikisidir. İşlerinizi, sözlerinizi ve ahlâkınızı, dînini bilen ve seven, dindâr âlimlerin sözlerine ve kitâblarına uydurmalısınız. Sâlih kullar gibi olmalısınız ve onları sevmelisiniz. Uykuda, yemekde ve söylemekde aşırı gitmeyip orta derecede olmalısınız. Seher vakti, [ya’nî gecelerin sonunda] kalkmağa gayret etmelisiniz. Bu vaktlerde istigfâr etmeği, ağlamağı, Allahü teâlâya yalvarmağı ganîmet bilmelisiniz. Sâlihlerle düşüp kalkmağı aramalısınız. (İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibidir) hadîs-i şerîfini unutmayınız! Şunu, iyi biliniz ki, âhıreti [se’âdet-i ebediyyeyi] istiyenlerin dünyâ lezzetlerine düşkün olmaması lâzımdır.

Mubâh olan lezzetleri bırakamazsanız, hiç olmazsa, harâmlardan ve şübhelilerden kaçınınız ki, âhıretde kurtulmak umulsun. Fekat, her dürlü altın ve gümüş eşyânın ve çayırda otlıyan hayvanların ve ticâret eşyâsının zekâtını ve toprakdan, tarladan, ağaçdan alınan mahsûllerin uşrunu da herhâlde vermek lâzımdır. Bunların verilecek mikdârları, fıkh kitâblarında bildirilmişdir.

Zekâtı ve fıtraları, islâmiyyetin emr etdiği kimselere seve seve vermelidir. Akrabâyı ziyâret etmeli, mektûbla gönüllerini almalıdır. Komşuların haklarını gözetmelidir. Fakîrlere ve borc istiyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı, islâmiyyetin izn vermediği yerlere harc etmemeli, izn verilen yere de, isrâf etmemelidir. [Ribâdan ya’nî fâizden, kumarlı ve kumarsız oyunlardan sakınmalıdır.] Parayı oyunlara, harâmlara, çalgılara, süslenmeğe, gösteriş yapmağa, öğünmeğe, mal toplamağa kullanmamalıdır. Bunlara dikkat edince, mal, zarardan kurtulur ve dünyâlıklar, âhıretlik hâlini alır. Belki de bunlara dünyâ denmez.

İyi biliniz ki, nemâz, dînin direğidir. Nemâz kılan bir insan, dînini doğrultmuş olur. Nemâz kılmayanın, dîni yıkılır. Nemâzları, müstehab zemânlarında ve şartlarına ve edeblerine uygun olarak kılmalıdır. Bunlar, fıkh kitâblarında bildirilmişdir. Nemâzları cemâ’at ile kılmalı ve birinci tekbîri imâm ile birlikde almağa çalışmalıdır ve birinci safda yer bulmalıdır. [Câmi’e geç gelip, birinci safa geçmek için, safları yarmak, cemâ’ate eziyyet vermek harâmdır.] Bunlardan biri yapılmazsa, mâtem tutmalıdır. Kâmil bir müslimân, nemâza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhırete girer. Çünki, dünyâda Allahü teâlâya yaklaşmak, çok az nasîb olur. Eğer nasîb olursa, o da zılle, gölgeye, sûrete yakınlıkdır. Âhıret ise, asla yakınlık yeridir. İşte nemâzda, âhırete girerek, burada nasîb olan devletden hisse alır. Bu dünyâda hasret ve firâk ateşi ile yanan susuzlar, ancak nemâz çeşmesinin hayât suyu ile serinleyip râhat bulur.

Büyüklük ve ma’bûdluk sahrâsında şaşırmış kalmış olanlar, nemâz gelininin çadır etekleri altında vuslatın [matlûba kavuşmanın] kokusunu duyarak hayrân olurlar. Allahü teâlânın Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Bir mü’min nemâz kılmağa başlayınca, Cennet kapıları onun için açılır. Rabbi ile onun arasında bulunan perdeler kalkar. Cennetde olan hûru’în onu karşılar. Bu hâl, nemâz bitinceye kadar devâm eder).

Bu yolun büyüklerinden birini buluncaya kadar, Kur’ân-ı kerîm okuyarak, ibâdetleri yaparak ve kıymetli kitâblarda ve hadîs-i şerîflerde bildirilen düâları, tesbîhleri okuyarak vaktlerinizi ma’mûr ediniz! Bu düâ ve tesbîhlerden ve ibâdetlerden bir kısmını, bu fakîr toplamışdım. Mevlânâ Muhammed Hanîf almışdı. Zemânınızın çoğunu, (Lâ ilâhe illallah) kelimesini söylemekle geçiriniz. Nefsi ve kalbi temizlemekde çok te’sîrlidir. Hergün, belli mikdâr okursanız iyi olur. Abdestli ve abdestsiz söylenebilir. Bu yolun büyüklerini sevmeği se’âdetin sermâyesi biliniz. Bu yolda ilerleten en kuvvetli vâsıtanın, bu muhabbet olduğunu biliniz!

Fârisî nazm tercemesi:

Aradığın hazînenin nişânını verdim sana!
Belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da!

Allahü teâlâ size ve doğru yolda gidenlere selâmet ve râhatlıklar versin!

[(Dürr-i yektâ şerhi)nde diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde emr olunan (Salât) kelimesi, hergün beş vaktde, herkesin bildiği şeklde kılınan nemâzdır. Bu salâtin, husûsî hareketleri yapmak ve husûsî şeyleri okumak olduğu, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” tarafından bildirilmiş, kendisi de böyle kılmış olduğunu, Eshâb-ı kirâm, Tâbi’îne, onlar da, Tebe’i tâbi’îne bildirmişler, her asrda bulunan âlimlerin haberleri, tevâtür ile bizlere kadar gelmişdir. [Tevâtür, bir haberin ağızdan ağıza yayılması demekdir. Bu tevâtür haberleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları ile, bütün dünyâya yayılmışdır.] Tarîkat şeyhi olduğunu söyleyen ba’zı mülhid ve zındıklar, câhil müslimânlara, (Sana nemâzı bağışladım. Artık kılma) yâhud (Allahın ve Peygamberin emr etdiği nemâz, herkesin yapdığı, yatıp kalkmak ve belli şeyleri okumak değildir. Allahın ismini zikr etmek ve Onun büyüklüğünü düşünmek demekdir) derse, nemâzı inkâr ve müslimânları ifsâd etmiş olur. Mahkeme karârı ile katli lâzım olur. Tutuldukdan sonra yapdığı tevbesi kabûl olmaz. Nemâzı inkâr eden, ya’nî vazîfe olduğuna inanmıyan kâfir olur. İnanıp da, tenbellik ile terk eden (fâsık) olur. Ya’nî büyük günâh işlemiş olur. Kılmağa başlayıncaya kadar habs olunur. Kılmağa başlayınca, kılmadıklarını da kazâ etmesi ve ayrıca tevbe etmesi lâzım olur.) Dürr-i yektânın yazısı temâm oldu. Nemâzın nasıl kılınacağını, kazâ nemâzlarını, bütün din bilgilerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenmeli, sinsi düşmanların ve zındıkların yaldızlı yazılarına ve tatlı sözlerine aldanmamalıdır.

İslâmiyyetde şeyh-ül-islâm, ya’nî diyânet işleri reîsleri ve islâm müftîleri vardı. Müftî adını taşıyan devlet me’mûrlarının da bulunduğu zemânlar oldu. İslâm müftîsi ile müftî denilen me’mûrları birbirine karışdırmamalıdır. İslâm müftîleri, Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeyi bildiren âlimler idi. Müftî denilen devlet me’mûrları ise, zâten ahkâm-ı islâmiyyeyi bilmezlerdi. Allahü teâlânın yasak etdiği birşeyi, kanûn emr etseydi, bu şeyi yapmak câiz değildir demezlerdi. Allahü teâlânın emr etdiği birşeyi, bir zâlim terk etseydi, bu şeyi yapmak lâzım olduğunu söyleyemezlerdi. Susarlar veyâ tersini söylerlerdi. Böylece, kendileri dinden çıkar, müslimânları da günâha veyâ küfre sürüklerlerdi. Cengiz askerinin, islâm memleketlerine yayılıp, câmi’lerin yıkıldığı, müslimânların öldürüldüğü zemânlarda ve Fâtımîler ve Resûlîler zemânlarında, hattâ Abbâsîler zemânında, böyle müftî denilen devlet me’mûrları, harâmlara câizdir dediler. Hattâ, Kur’ân-ı kerîme mahlûkdur dediler. Müftî adı verilen bu me’mûrların böyle uydurma fetvâlar vererek dînin yıkıldığı zemânlarda, fıkh, ilmihâl kitâblarına uyanlar, doğru yolda kaldı. Dinlerini kurtarabildi.

Fetvâ demek, herhangi birşeyin ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olup olmadığını bildirmek demekdir. Yalnız, (uygundur) veyâ (câiz değildir) demek, fetvâ olmaz. Bu cevâbın, hangi fıkh kitâbının, hangi yazısından alındığını da bildirmek lâzımdır. Fıkh kitâblarına uymıyan fetvâlar yanlışdır. Bunlara bağlanmak câiz değildir. İslâm bilgilerini öğrenmeden, bilmeden, âyet-i kerîme veyâ hadîs-i şerîf okuyup da, bunlara kendi kafasına, kendi görüşüne göre ma’nâ verenlere islâm âlimi denmez. Bunlar Beyrutdaki papaslar gibi, arabca bilen bir tercüman olabilir. Ne kadar yaldızlı, parlak söyleseler ve yazsalar da, hiç kıymeti yokdur. (Ehl-i sünnet âlimleri)nin anladıklarına ve bunların yazdığı fıkh kitâblarına uymıyan sözleri ve yazıları Allahü teâlâ beğenmez.

İbni Âbidîn, dördüncü cild, üçyüzbirinci sahîfede, kâdî, ya’nî hâkimleri anlatırken buyuruyor ki, (Fâsıkın müftî olması uygun değildir. Bunun verdiği fetvâlara güvenilmez. Çünki fetvâ vermek, din işlerindendir. Din işlerinde fâsıkın sözü kabûl edilmez. Diğer üç mezhebde de böyledir. Böyle müftîlere birşey sormak câiz değildir. Müftînin müslimân olması ve akllı olması da, sözbirliği ile şartdır. Âdile, sâliha olan kadının ve dilsizin fetvâsı kabûl olunur. Müftî ve hâkim, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin sözüne uygun olarak fetvâ verir. Aradığını onun sözlerinde açıkca bulamazsa, imâm-ı Ebû Yûsüfün sözünü alır. Onun sözlerinde bulamazsa, imâm-ı Muhammed Şeybânînin sözünü alır. Ondan sonra imâm-ı Züferin, dahâ sonra Hasen bin Ziyâdın sözünü alır. Müctehid-i fil-mezheb âlimlerinden eshâb-ı tercîh olan müftîler, ictihâdlar arasında delîlleri kuvvetli olanları seçerler. Müctehid olmıyanlar, bunların tercîh etmiş oldukları söze uyar. Böyle yapmıyan müftîlerin ve hâkimlerin sözü kabûl edilmez. Demek ki, tercîh ehlinin seçmemiş olduğu şeylerde, İmâm-ı a’zamın sözünü almak lâzımdır. Müftînin müctehid-i fil-mezheb olması lâzımdır. Böyle olmıyana müftî denilemez, nâkıl, fetvâyı iletici denir. Nâkıller fetvâları, meşhûr fıkh kitâblarından alır. Bu kitâblar, meşhûr olan mütevâtir haberler gibi kıymetlidirler). (Mecelle)nin önsözündeki mazbata [kararnâme]nin sonunda diyor ki, (Nasıl yapılacağı Nass ile açıkça bildirilmemiş olup, ictihâd ile anlaşılan bir iş için, çeşidli ictihâdlar bulunduğu zemân, imâm-ı müslimîn hazretleri, bu ictihâdlardan hangisi ile amel olunmasını emr ederse, o işi bu emre göre yapmak vâcib olur.)

(Redd-i vehhâbî) kitâbında diyor ki, Nisâ sûresinde, (Bir işde anlaşamazsanız, bu işin hükmünü Allahdan ve Resûlullahdan anlayınız!) meâlindeki ellisekizinci âyet-i kerîme, (Bir işde anlaşamazsanız, bu işin nasıl yapılacağını, âlim olanlarınız Allahın kitâbından ve Resûlullahın sünnetinden anlasınlar. Âlim olmıyanlarınız ise, âlimlerin anladıklarına uyarak yapsınlar) demekdir. Görülüyor ki, bu âyet-i kerîme, mezheb imâmlarını taklîd etmeği emr etmekdedir. İbni Hümâm, (Feth-ul-kadîr) kitâbında diyor ki, (Müftînin müctehid olması lâzımdır. İctihâd derecesine yükselmiş âlim olmıyan din adamı müftî olamaz. Müctehid olmıyan din adamı müftî yapılırsa, bunun müctehidlerin bildirdiklerini okuyup, öğrenip, bunları söylemesi lâzımdır). (Kifâye) kitâbında, orucu anlatırken diyor ki, (Müctehid olmıyan din adamı, bir hadîs işitince, bu hadîsden kendi anladığına uyarak amel edemez. Müctehidlerin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden anlıyarak, öğrenerek verdikleri fetvâ ile amel etmesi lâzımdır. Böyle yapmazsa, vâcibi terk etmiş olur). (Takrîr) kitâbında da böyle yazılıdır. (Mekâtîb-i şerîfe) kitâbının seksensekizinci mektûbunda buyuruyor ki, (Hadîs-i şerîfde, (Her yüz senede bir müceddid zâhir olur. Ümmetimin işlerini yeniler) buyuruldu. Meselâ, sultânlar içinde Ömer bin Abdül’Azîz, din bilgilerinde imâm-ı Şâfi’î, tesavvufda Ma’rûf-i Kerhî, esrâr bilgilerinde imâm-ı Muhammed Gazâlî, feyz vermekde ve hârikalar, kerâmetler göstermekde, Abdülkâdir Geylânî, hadîs ilminde Celâlüddîn-i Süyûtî, tarîkat, hakîkat ve akâid bilgilerinin inceliklerini açıklamakda ve kalblere akıtmakda imâm-ı Ahmed Rabbânî müceddid-i elf-i sânî, müceddid idiler. Hepsi, islâmiyyetin yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet etdiler.)]