Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin gördüğü bir rüyâ

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri Nehrî'de gördüğü bir rüyâ üzerine tahsîline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyâyı şöyle anlatmaktadır:


Nehrî isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını âilemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsîl ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyâda Allah'ın Resûlünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risâlet makâmında oturmuşlardı. O'nun heybet ve celâli karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zât… Bu zât sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir suâl sordu: "Hayz zamânında bir kadının, câmiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir câminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resûlünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suâli tekrar sormaması için gâyet yavaşca ve alçak bir sesle; "Dînin sâhibi hazırdır, buradadır." diye cevap verdim. Maksadım, şerîat sâhibinin huzûrunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resûlullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesâfede bulunmalarına rağmen cevâbımı duydular. Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defâ emir buyurdular.


Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin câmiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arzedeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış." diyerek rüyâmı tâbir etti. Babama; "Kâinâtın efendisi huzûrunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden suâl açılmasının ve cevâbının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resûlullah'ın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevâbı verdi:


"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için böyle bir suâl, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işârettir.


Bu rüyâdan sonra, on sene müddetle, Cumâ gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık îcâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.


Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsîr gibi ilimlerin yanında kendisini mânevî yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, rüyâsında Allahü teâlânın Resûlünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; "Abdülhakîm'in terbiyesini sana ısmarladım." buyurmuştu.


Nihâyet Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin huzûruna kavuştu ve hocasından aldığı ilk emir, tövbe ve istihâre oldu. İstihârede şöyle bir rüyâ gördü:


Seyyid Tâhâ hazretleri, câmide, talebesi Seyyid Fehîm'e şu emri veriyordu: "Abdülhakîm'i al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamâmen yıka! Sonra ikimize de imâm olsun!.. Seyyid Fehîm hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkıyor, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccâdeye bırakıyordu.


Bu rüyâ onun talebeliğe kabûl edildiğine dâir gâyet açıktı. Tâbire muhtaç kısmı sâdece cevâzımât-ı hams tâbiri idi. Cevâzım cezm'in çoğulu olup kat'î, kesin demektir. Hams yâni beş adedi ise âlem-i emrin, latîfenin tasfiyesine işâret olduğu açıktı. Rüyânın başka tâbire muhtaç olmayan açıklığı ayrı bir ilâhî lütuf ve sonsuz bir ihsândı.

Büyükleri sevmek için

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir mü’min, bir mü’min için duâ ederse, melekler *(âmin)* der. Melekler âmin dediği ve günâh işlemedikleri için, o duâ kabûl olur. Günahkârın duâsı kabûl olmıyabilir ama mâsumunki kabûl olur. Melekler *(mâsum)* dur.


Ben gazeteden, kitaplardan, otuz senedir, *(on para)* almamışımdır elhamdülillah. O kadar kitap, hep hediye. Para bana gelmez. Enver âbi maaş alır, Mücâhid alır. Abdülhakîm alır. 


Ama ben, on para almam. Fakat onların ikrâmını kabul ederim. Onlar, aldıkları parayla meselâ *(ayran)* alırlar, bana da ikrâm ederler, ben de o ayranı içerim. 


*(İhlâs)* nasıl elde edilir? İhlâs ne zaman düzelir? İhlâsı elde etmenin tek bir yolu var, o da büyüklerin *(sohbeti)* dir. Peki, sohbet nedir?


Bu büyüklerle sohbet demek; severek kitaplarını okumak, sözlerine uygun yaşamak, onların yolunu öğrenmek ve onlarla berâber bulunmağa çalışmakdır. 


Sohbet demek, illâ bir şeyler dinlemek, bir şeyler öğrenmek demek değildir kardeşim. Sohbet, o büyüklerle *(berâber)* olmak demekdir. İsterse hiç konuşulmasın. 


Nitekim *(Şâh-ı Nakşibend)* hazretlerine, uzak yoldan bir tüccar gelmiş. İçeri girmiş, ama bakmış ki, hiç konuşma yok. Herkes başını önüne eğmiş, sessizce oturuyorlar. 


Tüccar içinden; *(Bu kadar uzak yoldan geldim, bir şeyler anlatsa da, istifâde etsem)* diye düşünmüş. O anda Şâh-ı Nakşibend hazretleri başını kaldırmış. O adama dönmüş ve;


*(Bizim sükûtumuzdan istifâde edemiyen, konuşmamızdan hiç istifâde edemez)* demiş. Meğer Şâh-ı Nakşibend hazretleri, ordakilere kalbinden *(feyz)* akıtıyormuş. 


Müslümânın sîmâsında *(feyz)* vardır. Bu sîmâya bakan, bu feyzden istifâde eder. Hiç konuşmasa da, kalbinden yayılan feyz, çevresine çok fâideli olur. Çocukların kalbi, daha günah pisliğine bulaşmadığı için çok *(temiz)* dir. 


Büyüklerin kalbinden *(feyz)* gelir efendim. Evliyânın kalbinden feyz alınır. Eğer kalbinize feyz geliyorsa, bütün dünyâyı, herkesi ve her şeyi *(resim)* gibi görürsünüz. 


Eğer o feyz yoksa, her şey *(diken)* gibi batar. Büyüklere âşık olan, Allaha âşık olan, Peygambere âşık olan bir insan ne görür? Sâdece *(güzel)* şeyler görür. 


Büyükleri sevmek için, o büyüklerin hayâtını çok okumak lâzım, *(Mektûbâtı)* çok okumak lâzım, arkadaşları çok sevmek lâzımdır. 


Çok şeyler öğrenmek o kadar mühim değildir. Şeytan da çok şey biliyordu. Yâni *(ilmi)* vardı, *(ameli)* de vardı, ama buna rağmen Cehenneme gitdi. Niçin? Çünkü *(ihlâsı)* yokdu.

ÇİFTE SULTANLAR

HAZRETİ HÜSEYİN­’İN KIZLARI

Pey­gam­be­ri­mi­zin sev­gi­li to­ru­nu Haz­ret-i Hü­se­yin, Ker­be­lâ’da şe­hit edi­lin­ce, hi­mâ­ye­siz ka­lan kız­la­rı Fâ­tı­ma 12, Sâ­ki­ne 11 ya­şın­da şa­kî­ler ta­ra­fın­dan Ana­do­lu’ya ka­çı­rı­lıp Bi­zans’a sa­tı­lır. O za­man­ki Tek­fur bu du­rum­dan is­ti­fâ­de et­mek is­ter ve on­la­rı râ­hi­be yap­mak için her tür­lü çâ­re­ye baş­vu­rur. 


Ön­ce çok iyi kar­şı­la­yıp, in­ci­ler, mer­can­lar, uşak­lar, ara­ba­lar, el­bi­se­ler... için­de bir mi­sâ­fir gi­bi ba­kar­lar. Kız­lar; “Bu ih­ti­şâ­mın bir be­de­li ol­ma­lı­dır.” di­ye dü­şü­nür­ler. Baş­ta ibâ­det­le­ri­ni ser­best­çe ya­par­lar.


So­nun­da Tek­fur ger­çek yü­zü­nü gös­te­rir. “Bi­zans­ta ya­şı­yor­su­nuz, bi­zim gi­bi ol­ma­lı­sı­nız!..” der. Ma­nas­tı­ra gön­der­mek is­ter fa­kat ka­bul et­mez­ler. Kız­la­rı süs­lü oda­la­rın­dan alıp iz­be deh­liz­le­re gön­de­rir. 


Çok sı­kın­tı çe­ker­ler. Ku­ru bir ek­mek ve bir maş­ra­ba su. Ko­ri­dor­lar­dan kah­ka­ha ve çığ­lık ses­le­ri ge­lir. Tek­fur on­la­ra 40 gün müh­let bi­çer, ya ma­nas­tı­ra ya­hut...


Kra­li­çe ara­ya gi­rin­ce, sert­lik­le de­ğil yu­mu­şak­lık­la hâl­let­mek için ken­di kız­la­rı 14 ya­şın­da­ki Ka­te­ri­na’yı, on­la­ra ar­ka­daş ola­rak gön­de­rir­ler. Mak­sat­la­rı ken­di din ve ya­şa­yış­la­rı­nı sev­dir­mek. Fâ­tı­ma ve Sâ­ki­ne mi­sâ­fir­le­ri­ni dost­ça kar­şı­lar­lar. 


Pren­ses bu iki kı­zı çok se­ver ve on­lar­dan çok et­ki­le­nir. Ha­yat­la­rı, ya­şa­yış­la­rı, ah­lâk­la­rı ve din­le­ri ile il­gi­li so­ru­lar so­rup bü­yük bir hay­ran­lık­la din­ler. On­la­rın bir­çok ke­râ­me­ti­ne şâ­hit olup Müs­lü­man olur. Ar­tık on­lar­dan hiç ay­rıl­maz. “Ne söy­lü­yor­sa­nız, ne ya­pı­yor­sa­nız doğ­ru­dur.” de­di­ği için kız­lar ona Sı­dı­ka is­mi­ni ve­rir­ler. 


Zin­dan­dan ha­ber so­ran an­ne ve ba­ba­sı­na; “Çok iyi gi­di­yor, şa­şır­ma­ya ha­zır olun!” der. Ama sa­yı­lı gün ça­buk ge­çer ve 40. gün ve­dâ­laş­ma vak­ti ge­lir. Sı­dı­ka; “Ne mut­lu si­ze, şe­hit ola­rak sev­dik­le­ri­ni­ze ka­vu­şa­cak­sı­nız. Ben ise...” der. 


Fâ­tı­ma bir ka­ğı­da Sı­dı­ka’nın Müs­lü­man ol­du­ğu­nu ya­zar ve el­le­ri­ni açıp baş­lar du­â­ya. Di­ğer­le­ri âmin der. Bi­raz son­ra üçü bir­den ve­fât eder­ler. Hep­si, İs­tan­bul’da Fatih-Kocamustafa’da Sümbül Sinan Efendi Camisi bahçesinde gö­mü­lü­dür­ler.


Allahü teâlâ şefâatlerine kavuştursun.

Amin.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*(El ulemâ vereset-ül enbiyâ.)* Efendimiz aleyhisselâm böyle buyuruyor. Yâni âlimler Peygamberlerin vârisleridir. Ne büyük ni’met içindeyiz kardeşim. 

Bu gün çok yoruldum efendim. Lâkin insanın kalbinde *(Allah)* sevgisi varsa, *(Din)* sevgisi varsa, o kalbin zindeliği, vücûdun yorgunluğunu giderir efendim. 

Ben zindeyim elhamdülillah. Bana; *(Çok yoruluyorsun, üzülüyoruz)* diyorlar. 

Evet yoruluyorum, ama insanın kalbinde *(sevgi)* varsa, *(hizmet aşkı)* varsa, muhabbet varsa, vücûdunun yorgunluğu ona te’sîr etmiyor. Yeter ki kalb zinde olsun. Ben zindeyim elhamdülillah. 

Benim kurtulmam, sizin kurtulmanız, hepimizin kurtulması, bu kitapların dağılması, hep Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin, bana; *(Sen lâf dinlersin)* iltifâtıyla olmuşdur. Sen lâf dinlersin dedi bana. Elhamdülillah. Allahü teâlânın ihsânı efendim. 

Ya kovsaydı, *(Git, artık gelme)* deseydi. Çünkü ben, en çok ondan korkardım efendim. *(Bir daha gelme)* diyecek diye ödüm kopardı. Bu korkuyla yüzlerine bakamazdım. Hep önüme bakardım. 

Âlimler, Allah korkusundan, kendilerini âdeta arslanın ağzının içindeki *(yem)* gibi görürler. Arslan ağzını kapatdığı zaman ölecek, o kadar Allahdan korkarlar. 

Ben, Abdülhakim Efendi hazretlerinin, her zaman tam karşısına otururdum. Hattâ, Eyüp Sultân câmiinde, ilk tanıdığımda, en önde, burun buruna oturmuşduk. 

Allahü teâlâ; *(Her istiyene veririm, bâzan da istemiyenler arasından seçdiğime veririm)* buyuruyor. İnnâ Fetahnâ leke sûresinin son âyet-i kerîmesidir bu. 

Bu âyet-i kerîmede hem adâlet, hem de ihsân var. Her istiyene veririm buyurması, *(adâlet)* dir. İstediğime veririm buyurması da *(ihsân)* dır. 

İstiyene nasıl verir? Meselâ benim gibi. Ben istedim, Rabbim de verdi. Askerî okulda, birinci sınıfa başlamışdım. Ramezân-ı şerîfde oruç tutmak istiyenleri, doktor muâyene edip, tutabilecek ve tutamıyacak olanları ayırdı. 

Oruç tutmak istiyen (seksen) kişi vardı. Bunların içinden, güçlü kuvvetli olanlarından (otuz) kişiyi, *(tutabilir)* diye ayırdı. (Elli) kişiyi de, zaîf gördüğü için *(tutamaz)* diye ayırdı. 

Ben de ufak tefek ve zaîfdim. Beni de tutamıyacakların içine ayırdı. Hâlbuki ben tutmak istiyordum. Çünkü evimde, böyle terbiye almışdım. Önceden de tutuyordum. Bunun için üzülmüşdüm. 

Hemen doktora; *(Ben tutmak istiyorum)* dedim. O zaman doktor bana bir kızdı, bir bağırdı. (Sen oruç tutacak adam mısın? Tutarsan sınıfda kalırsın, hasta olursun, ölürsün!) dedi. 

Doktor, iriyarı bir yüzbaşıydı. Ramezân-ı şerîf geldi, oruç tutacak olan (otuz) kişiye *(yemek)* çıkıyordu. Ben de onlarla berâber kalkıyordum. Onların yemeklerinden yiyordum. 

Ben de orucumu tutdum. Hava çok sıcakdı. Doktor yüzbaşı oruç tutmuyordu. Askerler, onun öğle yemeğini, oruç tutan talebelerin arasından geçirirdi. Üstünü de *(açık)* geçirirdi. Nezâketen de olsa, üstünü örtdürmezdi. 

Daha sonra o doktor yüzbaşı görülmez oldu. Meğerse ölmüş. Bana; (Sen oruç tutarsan ölürsün) demişdi. Kendisi *(öldü)*. Ben, (seksen) senedir oruçlarımı tutuyorum.

Bunca sene, oruçdan dolayı (hasta) bile olmadım elhamdülillah. O doktor bana; (Sen oruç tutarsan sınıfda kalırsın) demişdi. Ben okulun *(birincisi)* oldum. 

Bir sonraki sene, oruç tutanların sayısı daha da azaldı. Sonra azala azala, son sınıfda iken bir tek *(ben)* kalmışdım. Ben, namâzımı da kılardım. Başka kılan yokdu, hademelerin odasına gider, kılardım. 

*(İlmihâl)* de de yazdım ya, bir kadir gecesi uyuyamadım. Duâ etdim, o gece, Allahü teâlâ bana *(Efendi)* hazretlerini gösterdi. Bir câminin kubbesinin etrâfında *(nûrânî)* bir şekilde göründü. 

Efendim Evliyâlar, dostlarla düşmanları ayırd etmezler. Fakat dostlara giderler, dostların hastasını ziyâret ederler, cenâzesine giderler. Düşmanların ziyafetlerine ise gitmezler, ama bir bahâne uydururlar. 

Meselâ (hastayım, şöyleyim böyleyim) deyip gitmezler. Şimdi Enver âbi de öyle yapıyor. Enver Âbi’yi dâvet ediyorlar. Enver Âbi ne diyor? *(Böbreğim hasta, ameliyat oldum, ben gelemem)* diyor, başkasını gönderiyor. 

Eskiden dedelerimiz, her gün birkaç sâat *(Mektûbât)* okurlarmış. Çünkü büyüklerin sohbeti kalbi temizler. Eğer büyüklerin sohbeti ele geçmezse, o vakit rûhlarından istifâde edilmeye çalışılır. Peki bunun için ne yapılır? 

Rûhlarından istifâde etmek için *(râbıta)* yapılır. Ama râbıta zordur, herkes yapamaz. Râbıta yapmayı da beceremiyorsa, o zâtın *(kitapları)* nı okur. 

Bu yolla o zâtın rûhundan istifâde eder. Yâni rûhâniyetinden *(feyz)* alır. Feyz, *(nûr)* demekdir. Böylece kalbi temizlenir, nurlanır ve parlar.

HUTBEDE HULEFÂ-İ RÂŞİDÎNIN İSİMLERİNİ OKUMAK EHL-İ SÜNNETİN ŞİÂRIDIR

 🔹HUTBEDE HULEFÂ-İ RÂŞİDÎNIN İSİMLERİNİ [Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve hazreti Ali radıyallahü anhüm ecma’în] OKUMAK EHL-İ SÜNNETİN ŞİÂRIDIR!.


🌹İmâm-ı Rabbâni hazretleri rahmetullahi aleyh buyuruyorlar ki;


▪️Yazıklar, bir değil, yüzlerce yazıklar olsun!


🔸Evet! Hulefâ-i Râşidînin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ismlerini okumak, hutbenin şartı değil ise de, Ehl-i sünnet vel-cemâ’atin şiârıdır. Ya’nî, alâmet-i fârikası, nişânıdır. Onu, bile bile, inâd ederek ancak kalbi bozuk kimse okumamak ister.


🔹Eğer te’assub ve inâd ile söylemedi ise de, hadîs-i şerîfe ne cevâb verecek ki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Bir kimse, hangi millete benzemeğe özenirse, o da onlardan olur!) buyuruyor.


🔸Bu kimse, (Töhmet getirecek, şübhe uyandıracak yerlerden ve şeylerden kaçınınız!) meâlindeki âyet-i kerîmesinin tehlükesinden kendini nasıl kurtaracak?


🔹Eğer, Şeyhayn hazretlerinin, ya’nî Ebû Bekr ile Ömerin “radıyallahü anhümâ” üstünlüklerine inanmıyorsa, Ehl-i sünnetden ayrılmış, şî’î olmuşdur.


🔸Eğer Osmân ile Alîyi “radıyallahü anhümâ” sevmek lâzım olduğuna inanmıyorsa, yine doğru yoldan sapmışdır. Doğru yoldan çıkmış olan bu hatîbin Kişmirli olduğunu sanırım.


🔹Bu pisliği, Kişmirin sapıklarından almış olmalıdır.


✍️ 2. Cild 15. Mektûb tercemesi [Eshâb-ı Kirâm]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Mü'min olmıyanlar *(dedikodu)* yaparlar, mü’min ve sâlihler ise *(duâ)* ederler. Aradaki farka bakın. Elhamdülillah, biz dedikodu etmeyiz, buna tenezzül eylemeyiz.


Harâma yanaşmayız, müslümânlara hayırduâ ederiz. Bütün insanların hidâyeti için duâ ederiz. 


Rabb-i teâlânın sıfatları çok. Bâzı kullarına *(Hâdî)* ismiyle tecellî etmiş, bâzı kullarına da *(Mudil)* ismiyle tecellî etmiş. Cenâb-ı Hakkın ef’âlinden suâl olunmaz. 


Şuna inanırız ki, cenâb-ı Hak *(Hakîm)* dir, yâni hikmet sâhibidir. Her fi’linde bir hikmet vardır. Nitekim Kur’ân-ı kerimde;


*(Ben mahlûklarımı abes olarak yaratmadım. Boş, fâidesiz, lüzûmsuz olarak yaratmadım)* buyuruyor. Kâinatta yarattığı her zerrenin, kullarına fâidesi vardır. 


İşte bâzı kullarına *(hâdî)* ismiyle tecellî etmiş, yâni onlara hidâyet nasîb etmiş, bunları kendi hizmetinde kullanıyor. 


Ötekilere de *(mudil)* sıfatıyla tecellî etmiş. Bunlar da dalâletdedirler. Bunun için yıkıcıdırlar, bölücüdürler. 


Elhamdülillah, Rabbimiz bize *(doğru yolu)* nasîb etmiş. Elhamdülilah, Rabbimiz bizi mes’ûd ve bahtiyâr kullarından eylemiş. 


Allahü teâlânın *(hâdî)* sıfatı ile doğru yola, yâni hidâyete kavuşan, diğer insanların da hidâyeti için uğraşır. Çünkü artık, o büyük bir ni’mete kavuşmuşdur.


Diğer insanların da hidâyete gelmesini ister. Dolayısıyla hâdî sıfatına kavuşan, hidâyete eren, mutlaka başkalarının da hidâyete gelmesi, yâni *(Ehl-i sünnet)* olması için uğraşır. 


Bu hizmeti yapmazsa ne olur? O ni’met elinden alınır. Çünkü âhirette herkese; *(Din için, islâmiyet için ne yapdın?)* diye soracaklar efendim. 


*(Şeref-ül mekân bil mekîn)* buyuruluyor. Yâni bir yerin mübârek olması demek, içindekilerin mübârek olması demekdir. Bir yerin içinde olanlar mübârekse, o yer de mübârekdir. 


Kâfirlerin, fâsıkların bulunduğu yer mübârek olamaz. Sâlihlerin, mücâhidlerin bulunduğu yer mübârekdir. Meselâ burası, *(mübârek)* bir yerdir. Niçin?


Çünkü burada müslümânlar *(ibâdet)* ediyorlar, *(cihâd)* ediyorlar, yâni *(emr-i mâruf)* yapıyorlar. Cihâd etmek, harbetmek değildir, harb etmeği hükümet yapar kardeşim.

ÖLÜM

"Kalb birini sevgili eder ve onu severse, muhakkak onu müşâhade etmek ve likâsına kavuşmak (görmek) ister.  Bunun aksi düşünülemez. Ona kavuşmanın, dünyadan göçmedikçe mümkün olmadığını öğrenince, ölümü sevmek lâzım olur. Bunun için muhibbe (sevene), sevdiğinin yanında bulunup, onu görmek büyük nimetine kavuşma arzusu için vatanından (bulunduğu yer olan dünyadan) sefer (yolculuk) etmek ağır gelmez. İşte ölüm, likânın (görüşmenin) anahtarıdır.


(Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhanevî)

"Kaddesallahu teala sirreh"

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Evliyâ-yı kirâmdan Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerine sormuşlar, demişler ki: (Yâ imâm! Allahü teâlâ İsteyin vereyim, buyuruyor ama istiyoruz, vermiyor.) 


Büyük Velî, onlara cevâben; *(İstemesini bilmiyorsunuz. Allahü teâlâ duâyı kabul eder, ama hangi ağızdan çıkan duâyı kabûl eder?)* buyurdu. 


Dînini yaymak hizmetinde kullanıyor bizleri Allahü teâlâ. Çok büyük ni’mete mazhar olmuşuz kardeşim. Elham-dülillah, çok şükür Allahımıza. 


Bu ni’met, bütün dünyâ ve âhiret ni’metlerinden daha üstündür. Çünkü peygamberlik vazîfesidir bu. Peygamberlerin *(vârisleri)* dir bu hizmeti yapanlar. 


Bir yere kıymet veren, o yerin sâhipleridir, orada bulunanlardır. Onun için, bu ni’meti bize ihsân eden Rabbimize hamdolsun kardeşim. Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah.


Bu büyük ni’metin karşısında dünyâ zevkleri, dünyâ malları ne kalır ki? Hiç. Onun için bu dünyânın hayrına ve şerrine, varlığına ve yokluğuna hiç üzülmemelidir, olsa da olur, olmasa da. 


Allahü teâlâya kavuşmak, dört kademede olur kardeşim. Bunlar, *(arkadaş)* da fânî olmak, *(hoca)* da fânî olmak, *(Peygamberimiz)* de fânî olmak ve *(Allahü teâlâ)* da fânî olmak. 


Bunların içinde en zor olanı, arkadaşda fânî olmakdır. Çünkü efendim, arkadaşda fânî olmanın binlerce engeli vardır. 


Nefs engeli, menfaat engeli, şeytan engeli vardır. Eğer bunlar aşılırsa, hocada fânî olmak kolay olur. Hele hele Peygamber Efendimizde fânî olmak, çok daha kolay olur. 


Bundan sonra, insan zâten *(Fenâ fillah)* olur, yâni Allah’da fânî olur. Peki efendim, fenâ ve bekâ ne demekdir? 


*(Fenâ fillah)* demek, ben Rabbimi canımdan, malımdan, ailemden, çoluğumdan, çocuğumdan, velhâsıl her şe-yimden daha çok severim, demekdir. 


*(Bekâ billah)*, Rabbim beni çok seviyor demekdir. Yâni sen, Allahü teâlâyı seveceksin, sonra da Allahü teâlâ seni çok sevecek. Ona fenâfillah ve bekâbillah derler. İşte *(tasavvuf)* budur. 


Âhirete aklı ermiyenlere, akıllı denmez. Eğer kelime-i şehâdet, kelime-i tevhîd getirmiyorsa, buna akıllı denmez efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bid’at fırkalarını, yetmişiki fırkada olanları sevmiyeceğiz kardeşim. Ama sevmemek demek, doğüşmek, kavga çı-karmak demek değildir. 


Döğüşmek şöyle dursun, münâkaşa etmek bile yok. Çünkü dostla münâkaşa, dostluğu azaltır, düşmanla münâkaşa, düşmanlığı artdırır. 


Allahü teâlâ hepimize seâdet-i dâreyn ihsân eylesin kardeşim. *(Vücûdumun her zerresi gelse de dile, şükrünün binde birini yapamam bile)* buyuruyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. 


Temel olmazsa, binâ ne kadar yüksek olsa da, hepsi birden yıkılır. Temel, *(Îmân)* dır, yâni ehl-i sünnet îtikâdıdır. Velhâsıl îmân çok mühimdir. Etrâf düşman doludur. 


Ehl-i sünnet îtikâdı, balta girmemiş ormanların en ücrâ köşesindeki *(âb-ı hayât)* gibidir. O sudan bir damla içenler, sonsuz Cennete gider. 


İşte bu büyüklerin sohbetleri, kitapları ve kendileri, âb-ı hayâtdır kardeşim. Onu içenler, o gıdâyla büyüyenler, sonsuz olarak, cenâb-ı Hakkın râzı olduğu yerde buluşacaklardır. 


Bütün sohbetlerin özeti, bütün vaazların özeti, bütün nasîhatlerin özeti, bir *(Allah adamı)* na kavuşmakdır. Dünyâda en zor iş, budur. Ona kim kavuşursa, o her şeye kavuşmuş olur. 


*(Akıllı)* kime denir? Akıllı demek, menfaatini koruyan, kollıyan insan demekdir. Kendini ateşde yanmakdan ko-ruyamıyan bir kimse, nasıl akıllı olabilir?


Bir kimse çok zekî olabilir, çok müthiş inşaatlar yapabilir, müthiş yatırımlar yapabilir. Ama eğer Allaha, Peygambere ve âhiret gününe îmân etmiyorsa, ona akıllı denmez. 


Allahü teâlâ bizi, akıllılar zümresinden yaratdı. Çünkü O seçmeseydi, O ayırmasaydı, biz tanıyamazdık. Bu hizmetleri yapanlar, Peygamberlik vazîfesine tâlip olmuşlardır. 


Bu çok kıymetli vezîfenin birçok düşmanları olur. Bir ni’met ne kadar kıymetli ise, onun düşmanı da o kadar çok ve kavî olur. 


En büyük düşman da, insanın kendisidir. O da, insanın *(Nefs)* idir. Nefs de insanın içindedir. Önüne birçok engeller çıkarır, mâni olmak ister.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Tövbe etmek, Allahü teâlâya söz vermekdir. Yâni; *(Ben yapdığıma pişmân oldum yâ Rabbî, bir daha yapmıyacağım)* demekdir. 


Allahü teâlâya kavuşmak istiyen ne yapsın? Allahü teâlâya götüren kapıdan geçsin. O kapı neresidir? O kapı, büyüklerin kapısıdır.


*(Evliyâ-yı kirâm)* ın kapısıdır, Evliyâ-yı kirâmın huzûrudur, sohbetidir. Bu evin kapısının ne kıymeti var? Burada kastedilen, sohbet kapısıdir. O sohbet kapısından gir. 


Yâni, sohbete gir, sohbetinde bulun o büyüklerin. İşte Allahü teâlâya kavuşduran yol, Allahü teâlâya kavuşduran kapı, bu kapıdır. Allahü teâlânın sevdiklerinin sohbetidir. 


*(Eshâb-ı kirâm)* efendilerimiz, o kemâlâta nasıl kavuşdular? Resûlullahın sohbeti ile. Evliyâ-yı kirâm da, Resûlullah Efendimizin vârisleridir. Onlar, *(Vereset-ül Enbiyâ)* dır. 


Muhammed aleyhisselâma tâbi olmadan seâdete kavuşmaya imkân yokdur. Ona tâbi olmıyan, dünyâda sefâlet çeker, sürünür. Âhiretde de Cehenneme gider ve yanar. 


Resûlullah Efendimize tâbi olmak için, en evvelâ *(Îmân)* etmek, âmentüye inanmak lâzım. Bizim kitaplarımızda bunlar yazılı. Okuyacağız, öğreneceğiz. 


Ondan sonra da öğrendiğimiz farzları, vâcibleri, sünnetleri yapacağız kardeşim. Harâmlardan sakınacağız, bunlar çok mühim. Bir kimse günâh işliyorsa, hiç kıymeti yok 


Eskiden, babamın evinde iken biz akşamları çay içmeyi bilmezdik. Sâdece kahvaltıda çay içerdik. Çay içmeyi dahî Abdülhakim Efendi hazretlerinden öğrendik. 


Efendi hazretlerinden duymadığımız hiçbir şeyi söylemiyoruz kardeşim. Efendi hazretleri tek şeker ile açık çay içerlerdi. Ziyâ bey üç şeker, Hâlid bey, koyu ve tek şeker. 


Allahü teâlâ mü’mini, namaz kılmak için yaratdı kardeşim. Namaz kılana, *(mü’min)* denir. Kılmıyan, şüphelidir. Dîn-i islâm, namâzın içinde mündemicdir. 


Namaz, çok şereflidir, çok kıymetlidir. Niçin? İçinde *(Kur’ân-ı kerîm)* olduğu için, Kur’ân-ı kerîm okunduğu için. 


Çünkü Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlâdan sonra, makâmı, mevkîi, derecesi en yüksek olandır. Peygamberlerden de yüksekdir. 


Bizim Peygamberimizden de yüksekdir. Allah kelâmıdır çünkü. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: *(Bu Kur’ânı, ben dağa indirseydim, dağ su gibi erir ve akardı.)*

İstiğfar etmek

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hüküm mevkîinde sıkıntı çok olur. Bir çürük üzüm tânesi, bir sepet sağlam üzümü çürütür. Fakat bir sepet sağlam üzüm, bir çürük üzümü düzeltemez. 


Öyleyse, bu çürük üzümü bünyeden atmak gerekir. Sizin atmanıza gerek yok, o kendisi gider. 


Osmânlıyı, Reşit Rızâ ve Mithat paşa gibi birkaç çürük adam çökertmiştir. 


Bizim kitaplarımız, Allahü teâlânın sevdiği kullarının yazılarıdır kardeşim. Ben bâzen, yeri gelince diyorum ki: *(Bizim kitaplarımız çok kıymetli, çoook. Her kitâbdan daha kıymetlidir.)*


Niçin kıymetlidir? Çünkü bizim kitaplarımızın içinde, bana âit bir yazı yok da onun için efendim. Hep o büyüklerin yazıları. Onun için kıymetli. 


Bize âit yazılar, *(Pırlanta)* nın yanında, *(Cam)* parçası gibidir. Bizim kitaplarımızda eğer bana âit de birkaç satır olsa, pırlantaların arasına cam parçalarını karışdırmış oluruz. 


O zaman hiç kıymeti kalmaz. Elhamdülillah, bize âit hiçbir yazı yok. Nasıl olsun ki efendim. Büyüklerin meydânında küçüklerin ne işi var.  


O büyüklerin kelâm meydânında, âciz kulların ne işi var. Maalesef şimdi herkes aklına geleni yazıyor. Sonra da *(İslâmiyet budur)* diyorlar. 


Hâlbuki yazdıklarının, islâmiyetle hiç alâkası yok. Kendi kafalarından çıkan şeyleri islâmiyet sanıyorlar. 


Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin 25. ci mektûbunda buyuruyor ki: *(İnsanların başına gelen her dert ve belâ, her musîbet, her sıkıntı, kötü amellerimizin karşılığıdır.)* 


Cezâ, karşılık demek. Yâni başımıza bir dert, bir musîbet geldiyse, muhakkak kötü bir amel yapmışızdır. Bir günâh işlemişizdir, onun karşılığıdır. 


Ne yapacağız peki? Hemen pişmân olup, tövbe edeceğiz, af dileyeceğiz, istiğfâr edeceğiz. İstiğfâr edince de o kötülük gider. Demek ki en birinci ilâç, istiğfârdır. 


*(Estağfirullah el azîm el kerîm ellezî lâ ilâhe illâ hû. El hayyel kayyûme ve etûbü ileyh.)* 


Bunu okudun mu, yapdığın kabâhat afv olur. Kabâhat afvolunca da, o başına gelecek olan derd-ü belâ artık gelmez, geri gider.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ahmet Mekkî efendi derdi ki: *(Âhir zamanda geleceği müjdelenen ve islâmiyeti bütün dünyâya yayacak olan cemâat, Hilmi beyin talebeleridir.)*


Böyle derdi ve ardından; *(Çünkü onlar, İslâmı doğru olarak bütün dünyâya yayıyorlar, ben şâhidim)* derdi.


Mekkî Efendi, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin oğludur. Üsküdar’da ve Kadıköy’de yıllarca müftülük yapmıştır. Büyük âlimdir kendisi.


Eğer bir şey başlamışsa, o bitdi demekdir. Onun için doğmak, ölmenin alâmetidir. Çünkü Allahü teâlâ bu hayâtı, anne karnında devâm etsin diye yaratmamışdır. 


Anne karnında bir müddet kalsın diye yaratmışdır. Ondan sonra dünyâya göndermişdir. Ama hep dünyâda kalsın diye yaratmamışdır, dünyâda bir müddet kalsın diye yaratmışdır. 


Ondan sonra âhirete gidince, *(İşte, senin vatan-ı aslîn burası)* diyecekdir ve ebedî olarak, sonsuz olarak bir hayât başlıyacakdır. Şu dünyâda, bizden bahtiyâr kimse yok kardeşim.


*(Cumâ günü öyle bir zaman vardır ki, o zamanda yapılan duâ red olmaz)* diyor Peygamber Efendimiz. Ulemâ da diyor ki: Bu zaman, ekseriyâ ikindi namâzı vaktidir. 


Buhâra’da, âlimler bir araya toplanmışlar, demişler ki: *(Bu saat mâlum olsa, bilinse, Allahü teâlâdan ne isterdiniz?)* 


Âlimlerden bâzısı demiş ki: *(Son nefesde îmân isterim.)* Bâzısı demiş ki: *(Benim çocuğum olmuyor, Allahdan bir evlât isterim)*. 


Kimi de demiş ki: *(Ben fakîrim, cenâb-ı Hakdan ev isterim, mülk isterim)* demiş. Sıra gelmiş Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de buyurmuş ki: 


*(Eğer o duânın kabûl olduğu saati bilsem, Rabbimden sohbet-i sâlihîn isterim.)* Yâni Allahın sevdiği kullarıyla berâber olmak isterim, buyurmuş. 


Bütün kemâlât, bütün fazîletler, *(Allah dostları)* nın sohbetindedir kardeşim. Onların sohbeti ele geçdi mi, herşey ele geçmiş demekdir. Allahın sevgili kullarının yanında bulunmak. 


Şimdi arayın da bulun onu. Nerde o, nerde, arayıp da bulalım. Yok öyle bir zât. Ancak onların kitapları var şimdi elde. İşte bizim Seâdet-i Ebediyye kitâbımız ve diğer kitaplarımız var.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Mahşer)* meydanı, Ortadoğu’da olacak, mahşerin merkezi orası. O zaman dünyâ dümdüz olacak ve Âdem aleyhisselâmdan kıyâmete kadar her insan, o meydanda toplanacak. 


Yer, beton olacak, tek bir ağaç olmıyacak. Güneş, bir mızrak boyu alçalacak. İnsanlar sıkış sıkış olacak. Zamânı ise, *(elli bin)* âhiret senesi olacak. 


Âhiretin bir günü, dünyânın *(bin)* senesi gibi olacak. Ama bu kadar uzun müddet, ehl-i sünnet bir müslümân için, iki rekât namaz kılacak kadar kısa olacak kardeşim. 


Hele *(mücâhid)* ler, yâni dünyâda iken İslâmın yayılması için çalışanlar, bu süreyi Cennetde geçirecekler. Onlar için hiç sıkıntı yok. 


Bu, zor değil ki, bunu Allahü teâlâ yaratıyor. Allahü teâlâ her şeye kâdirdir, Onun gücünün yetmediği bir şey yokdur kardeşim. 


En büyük günâh, kalb kırmakdır. Kâfire dahî güzellikle emr-i mâruf yapacağız. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin vasiyetnâmesinin en son iki kelimesi şu idi: *(Kimseyi incitmeyin!)* 


Dolayısıyla, müslüman olmak, çok güzel bir şeydir. Hakîkî mü’min olmak, kendisinin bir *(Hiç)* olduğuna inanmak ve bütün varlığıyla hizmet etmekdir. 


Kendinin *(hiç)* olduğunu anlıyan bir mü’min, *(kâmil)* bir mü’mindir. 


Ankara’da Bağlum’da bulunuyorduk. Zelzeleden sonra gitmişdik. Arkadaşlar bizi görmeye gelmişler. Kitap okuduk, sohbet etdik, büyüklerden bahsetdik. 


Büyüklerin *(ismi)* nerede anılırsa, ruhları orada hâzır olur efendim. Bakın gelir demiyorum, çünkü zâten oradadır, ismi söylenince irtibât başlar. 


Çünkü rûh zamansızdır, ruh’da zaman yok. Yeter ki o büyüklerin ismi anılsın, hattâ onları düşününce bile, o anda *(irtibât)* kurulur ve istifâde başlar. 


Ne gibi? Radyo dalgaları her yerde var. Radyonun düğmesini çevirdiğin anda irtibât kuruluyor ve yayın başlıyor, onun gibi.   


*(Îmân)* ın bir kişide varlığı veyâ yokluğu nasıl anlaşılır? Bunun birkaç yolu vardır. Bir insanda îmânın asıl varlığı veyâ yokluğu, hubb-u fillah ve buğd-u fillaha bağlıdır. 


Eğer bir insan, Allahın düşmanlarıyla *(dost)* olur, onlarla samîmî görüşür, Allahın dostlarına ise soğuk olur, onlardan uzak olursa, bu adam ne işe yarar ki?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendimiz aleyhisselâm, elinde ekseriyâ *(asâ)* taşırmış. Bir gün o sopayla, yere düz bir *(çizgi)* çizmiş. O çizginin iki yanına da, balık kılçığı gibi, eğik çizgiler ayırmış ve; 


(Ey Eshâbım, bu doğru çizgi, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği *(yol)* dur. Şu eğik çizgiler de *(sapık)* yollardır) buyurmuş.


Eshâbı kirâm; (Yâ Resûlallah! Bu doğru yol hangisidir?) diye sormuşlar. Efendimiz de aleyhisselâm cevâben; *(Mâ ene aleyhi ve eshâbî)* buyurmuş. 


Yâni, (Benim ve eshâbımın bulunduğu yolda bulunanlardır. Bunlar, Allahın sevgisine kavuşurlar. Yetmişiki sapık yolda olanlar ise, Cenennemlikdir) buyurmuşlar. 


Eshâb-ı kirâmın birçok kıymetli *(hâl)* leri var. Allahü teâlâ, onların bu kıymetli hâllerinden bir tânesini Kur’ân-ı kerîmde bildiriyor. 


O da şu: *(Onlar, devâmlı olarak birbirlerini çok severlerdi)*. Rabbimiz böyle buyuruyor. Eshâb-ı kirâm efendilerimiz, birbirlerini çok severlerdi.


Allahü teâlânın da hoşuna giden en mühim sıfatları bu idi ki, o büyükleri, Kur’ân-ı kerîminde, bu *(sıfat)* ları ile zikrediyor cenâb-ı Hak. 


Veysel Karânî hazretleri, muhabbet îtibâriyle, Eshâb-ı kirâmdan sonra, Peygamber aleyhisselâma en çok *(âşık)* olan, bir mübârek zât idi. 


Ama Efendimizin sohbetine kavuşamadığı için, Eshâb-ı kirâm gibi olamadı. Çünkü bu yolun aslı, *(sohbet)* ve *(muhabbet)* dir. Meselâ bir talebe, hocasına *(râbıta)* etse, istifâde eder.


Ama yine de onu *(görmüş)* gibi olmaz. Çünkü zihninde tecessüm eden, yâni hayâline gelen o *(zât)* ile, asıl *(kendisi)* arasında, mutlaka fark vardır. Aynısı olamaz. 


Bu kadar kitâbdan, kendim hiç *(para)* almıyorum, ihlâs şirketinden *(maaş)* da almıyorum. Efendi hazretlerinden böyle gördük. Her şeyi Ondan öğrendik.


Kardeşim, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini çok özledim. Kavuşacağım ânı nasıl beklediğimi bilemezsiniz. Tabii kavuşduğum zaman, Efendi hazretleri bana;


*(Hilmi, dünyâdan bize ne getirdin?)* diye soracak. Ben vefât etdiğim zaman, yâni Efendi hazretlerine gitdiğim zaman, kendilerine; 


(Efendim, size büyük bir hediye getirdim) diyeceğim. Efendi hazretleri, *(O hediye nedir?)* buyuracak. Ben de kendilerine;


(Efendim, arkamda çok iyi bir cemâat, çok iyi talebelerimi bırakdım. Onlar, *(Ehl-i sünnet)* îtikâdı üzereler ve insanlara, bu *(îtikâdı)* anlatıyorlar, bunu yayıyorlar) diyeceğim.

Rızık darlığının sebepleri

İman


Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kişi, o kadar *(zengin)* olsa ki, bütün dünyânın herşeyi onun olsa ve malının hepsini fukarâya *(sadaka)* olarak dağıtsa.


Aldığı sevap, unutulmuş bir *(sünneti)* ortaya çıkarma sevâbına yetişemez. Hele *(farz)* sevâbı ile hiç kıyaslanamaz. 


İşte bizim kitaplarımızın satılmasıyla ve dağılmasıyla *(farz)* lar yayılıyor kardeşim. Bütün dünyâ, ehl-i sünnet kaynıyor. Ehl-i sünnet âlimi çok, fakat *(kitap)* yok. 


Dâima *(iyi)* insanlarla arkadaşlık edelim. Niçin? Çünkü onlardan her zaman *(iyi)* şeyler işitilir. 


Kötü, fâsık, fâcir veyâ kâfirlerle ve bid’at ehliyle arkadaşlık edilirse, onlardan da her zaman *(kötü)* şeyler işitilir. 


Kötü arkadaş, *(Şeytan)* dan daha beterdir, *(Yılan)* dan daha zararlıdır. Bir kimse, zehirli yılanla berâber bulunursa ne olur? Yılan sokar, o insanın canını alır. 


Ama *(kötü)* arkadaşla berâber olursa, o kötü arkadaş, onun dînini ve îmânını alır, onu ebedî felâkete, Cehenneme sürükler. 


Velhâsıl zehirli *(Yılan)*, insanı ölüme sürükler, *(kötü)* arkadaş ise, insanı ebedî Cehenneme sürükler. 


Allahü teâlâ, hepimize, din ve dünyâ seâdeti versin. Bu günlerimizi aratmasın. Dünyâda *(Cennet)* hayâtı yaşıyoruz kardeşim.


O kadar râhatız. Allah, Enver âbiden râzı olsun. O'nun sâyesinde *(râhat)* ediyoruz. 


Allahı çok *(seven)*, O’ndan çok *(korkar)*. Sevgi ile korku berâberdir. Allah sevgisinin alâmeti, harâmlardan sakınmakdır. 


Allahü teâlâ; *(Beni seveni, gidilemiyen yerlere bir anda götürürüm, görülemiyen şeyleri ona gördürürüm)* buyuruyor. 


Onlar, kalplerin içini, röntgen *(Şuâ)* ları gibi görürler. Bu büyükler, kalblerin içini görürler. 


Allah sevgisine kavuşabilmek için, bu *(büyük)* leri sevmek ve onların sevgisini kazanmak lâzım. 


Biz, Abdülhakim Efendi hazretlerinin sevgisini, terbiye ve edebimizle kazandık. Bu büyükler, herkesi, kendi *(sıfatı)* ile görürler. İnsanlar, kabirlerinden kendi sıfatlarıyla kalkarlar. 


Nasıl mı? Meselâ can yakanlar, *(Kurt)* şeklinde mezardan kalkarlar. Yalancılar *(Tilki)* şeklinde, kibirliler de *(Karınca)* şeklinde haşr olunurlar.

ÖLÜM

"Kalb birini sevgili eder ve onu severse, muhakkak onu müşâhade etmek ve likâsına kavuşmak (görmek) ister.  Bunun aksi düşünülemez. Ona kavuşmanın, dünyadan göçmedikçe mümkün olmadığını öğrenince, ölümü sevmek lâzım olur. Bunun için muhibbe (sevene), sevdiğinin yanında bulunup, onu görmek büyük nimetine kavuşma arzusu için vatanından (bulunduğu yer olan dünyadan) sefer (yolculuk) etmek ağır gelmez. İşte ölüm, likânın (görüşmenin) anahtarıdır.

(Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhanevî)
"Kaddesallahu teala sirreh"

Çözülemeyen mevzu nasıl çözüldü?

 Seyyid Fehim hazretleri, hizmetlerinde bulunan Hacı Ömer Efendiyle birlikte Câmi-ül-Ezher Medresesine gittiler. Bir odaya girdiler. Bu odada oturan bir âlimin etrâfında çok sayıda kitaplar ve önünde bir kağıt olduğu halde oturduğunu gördüler. Âlim, kitaplara bakıyor fakat önündeki kağıda bir şey yazamıyordu. Seyyid Fehim hazretleri kağıtta olan yazıyı bir defada okuyup ezberledi. Çünkü bir defa okuduğu yazıyı ezberlemek onun hususiyetlerindendi. Âlim kimse başını kaldırıp; "Sizin okumanız var mıdır?" diye sordu. Seyyid Fehim hazretleri ilimle bir miktar meşgul olduğunu bildirdi. Âlim; "Siz bu kağıttaki yazının manasını bilir misiniz?" dedi. "Evet" cevabını alınca, hayret etti ve; "Hayret! Câmiü'l-Ezher Medresesi (Üniversitesi) bütün şubeleri (fakülteleri) ile bir haftadan beri bu meselenin halli için tatil edildi. Reisü'l-ulema başta olmak üzere bütün âlimler gece-gündüz çalışmaktadır. Bu yazının mana ve mefhumunu anlamaktan aciz kaldı" dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Basit bir meseledir" buyurunca, âlim daha çok hayret etti.


Seyyid Fehim hazretleri anlaşılamayan meseleyi izah etmeye başladı. Hayretler vâdisinde dolaşan âlim, saygıyla kalkıp elini öptükten sonra, hemen kağıt kalem alıp Fehim-i Arvasi hazretlerinin izahını yazdı. Adresini alarak tekrar ellerini öptü ve ayrıldı. Seyyid Fehim hazretleri de Hacı Ömer Efendiyle birlikte kiraladıkları eve döndü.


Bir müddet sonra Câmiu'l-Ezher Medresesi Reisü'l-ulemâsının (rektörü) gönderdiği dört âlim çıkageldi. Reisü'l-ulemâ tarafından Câmiu'l-Ezhere davet edildiğini ifade ettiler. Seyyid Fehim hazretleri daveti kabul buyurup, gitti. Büyük bir salonda Reisü'l-ulemâ başta olmak üzere beş yüze yakın âlim büyük bir saygı ile kendisini karşıladılar. Seyyid Fehim hazretleriyle Reisü'l-ulemâ yan yana oturdular. Sohbet başladı. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerine; "Efendi hazretleri! Tam istenen şekilde açıkladığınız mesele, Câmiü'l-Ezherce müşkil ve manası anlaşılamayan bir mesele hâline gelmişti. Cenab-ı Hakk'ın yardımıyla bu müşkilâttan bizleri kurtardınız. Câmiü'l-Ezher size sonsuz şükrân borçludur" dedi.


Birçok müşkil meselelerin halledildiği sualli cevaplı sohbet, saatlerce devam etti. Bu sırada Seyyid Fehim hazretleri, yanındaki Hacı Ömer Efendiden tütün çubuğunu doldurmasını ve yakmasını istedi. Hacı Ömer Efendinin hazırladığı çubuktan birkaç nefes çekip yerine koydu. Reisü'l-ulemâ, Seyyid Fehim hazretlerinden müsaade isteyip; "Birkaç nefes de ben çekebilir miyim?" dedi. Seyyid Fehim hazretleri müsaade ettikten sonra birkaç nefes de Reisü'l-ulemâ çekti. Fakat bu sırada salondaki âlimler arasında fısıltılar başladı. İki âlim gelerek Reisü'l-ulemâ'ya; "Efendim tütün içmenin kesin haram olduğuna dair dört fetva vermiştiniz. Şimdi içiyorsunuz, hikmeti nedir?" diye sordular. Reisü'l-ulemâ cevaben; "Yemin ederim ki bizim ilmimiz bu zatın ilmi yanında denizde bir damla gibidir. Verâ ve takvamız da bu zatın verâ ve takvâsı yanında yok gibidir. Bu zata uyarak bugünden sonra tütün içeceğim. Demek ki yanılmışım. Haram değilmiş. Haram ve günah olsaydı, bu zat ağzına koyar mıydı? Siz serbestsiniz. Benden haram olduğunu duyan herkese haram olmadığını duyurunuz" dedi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bugün, *(ehl-i sünnet)* îtikâdında kalanların hepsi, Eshâb-ı kirâmın soyundandır kardeşim. Eshâb-ı kirâm, dünyânın her yerine yayıldılar. 


Eshâb-ı kirâm efendilerimiz, öyle *(şerefli)* kimselerdir ki, Allahü teâlâ onları, Resûlüne *(arkadaş)* olarak yaratdı. Her biri, çeşitli yerlerden gelip toplandılar. 


Meselâ Selmân-ı Fârisî hazdetleri, *(Îran)* dan; Bilâl-i Habeşî, *(Afrika)* dan gelip, sahâbî oldular. Bu şerefi kazandılar.


Hâlbuki Efendimiz aleyhisselâmın en yakın akrabâları, amcaları, *(îmân)* etmedi. Eshâb-ı kirâma, bu şeref bile yeter. 


Peygamber Efendimizin *(kabir)* resmi diye bir resim satılıyor. Bu resim, aslında Bursada, Osmânlı Sultânlarından birine âitdir. Peygamber Efendimizin *(kabr-i şerîfi)* ile hiç alâkası yok. 


Çünkü oranın resmini çekme imkânı yokdur. Sebebine gelince, kabr-i şerîfin dışında, kapısız, penceresiz bir *(duvar)* var. 


Onun dışında, gene kapısız ve penceresiz bir *(duvar)* daha var. Onun da dışında *(settâre)* denilen bir örtü, onun dışında da bilinen demir parmaklıklar var. 


Yâni kabr-i şerîf görülmüyor. Sâdece, tepede küçük bir *(hava)* deliği gibi bir boşluk var. Oradan 500 sene evvel, bir *(kuş)* düşmüş ve ölmüş. 


Onun çıkarılması ve oranın temizlenmesi için, beş yaşlarında küçük bir *(kız)* çocuğunu, belinden bağlamışlar, tepedeki o delikden aşağıya indirmişler. Orayı görmek, yalnız o çocuğa nasîb olmuş. 


Bu yolun sünneti, *(çile)* çekmekdir efendim. Başda Efendimiz aleyhisselâm, hayâtı boyunca hep çile çekdi. Bize ve kitaplarımıza çok *(sıkıntı)* verdiler. Sıkıntı verenler de çok sıkıntı çekeceklerdir. 


Hem sünnete uygun olması, hem de hizmetlerimizin *(kabûl)* olacağının ve bu hizmetlerin devâm edeceğinin alâmeti bakımından, bu sıkıntılar, bizim için bir *(ni’met)* dir kardeşim. 


Allah, hepsine hidâyet versin. Tabii bizim yüzümüzden kimsenin sıkıntı çekmesini istemeyiz. Biz işimize bakarız. İşimiz nedir? İslâma hizmet. O hizmet nedir? Kitaplarımızın dağılması, gazetemizin yayılması. 


Birine bir kitap vermek veyâ kitap verilmesine sebep olmak o kadar *(sevâb)* dır ki, bunu yapana, gökdeki kuşlar, karadaki hayvanlar, denizdeki balıklar; *(Yâ Rabbî, bu kulunu affet)* diye duâ ederler. 


Bizim dînimizin iki esâsı vardır. Biri *(öğrenmek)*, diğeri *(öğretmek)*. Dînimizin en büyük düşmanı cehâletdir. Onun için nerede ilim varsa, *(din)* oradadır. Nerede din varsa, *(ilim)* oradadır. 


İlimsiz din olmaz. Onun için ilim öğrenmek çok büyük *(ibâdet)* dir, çok büyük *(sevâb)* dır kardeşim. Hizmetlere katılan arkadaşlarımızın alnından *(öpmek)* lâzım. 


Allahü teâlânın dîni yayılıyorsa, dînin yayılmasına hizmet ediliyorsa, bu hizmet devam etdiği müddetçe, o yere umûmî belâ, umûmî felâket gelmez efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Enver âbi, çok sevdiği bir âbiye demiş ki: (Başarılı olmak istiyorsan, kendini *(yok)* bil. Kendinde bir *(varlık)* vehmetme, yoksa başarılı olamazsın.) 


Böyle demiş efendim. Kendisi anlatdı bana. Çok hoşuma gitdi, çok *(güzel)* söylemiş. Hakîkaten öyledir. Allahü teâlâ buyuruyor ki: 


*(Kulum benden ne isterse, ona, o kapıları açarım, o yolu, ona kolaylaştırırım.)* Yâni, kalbimizdeki istikâmet çok mühim kardeşim. 


Kitap okumak, dînini öğrenmek için şartdır. Efendimiz aleyhisselâm bir hadîs-i şerîfde buyuruyor ki: *(İlmin rütbesi, derecesi, bütün rütbelerin en yücesidir)*. 


Bir hadîs-i şerîfde de Efendimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: *(Bir âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir)*. Yâni bir âlim vefât ederse, bütün âlem, bütün insanlar ölmüş gibi olur. 


*(Sadaka)* için verilen para, Allah yolunda *(gazâ)* için verilen paranın kıymeti yanında *(hiç)* kalır. Gazâ için harcanan para da, *(emr-i mâruf)* için harcanan para yanında *(hiç)* kalır. 


Tarîkate intisâb etmek müstehab dır, *(vâcib)* olan, kalbin temizlenmesidir. Ahlâk bilgilerini, bizim İslâm Ahlâkı kitâbından okumak ise *(farz)* dır. 


Bu bilgileri öğrenip, onları yapmaya çalışmakla da kalb temizlenir. Kalbin temizlenmesi, yalnız tarîkat ile olsaydı, o da vâcib olurdu. Hâlbuki kalbin temizlenmesi için çok *(yol)* vardır. 


Onun için tarîkat, *(müstehab)* dır. Kalbin temizlenmesi *(vâcib)*, bizim İslâm Ahlâkı kitâbını okumak, öğrenmek de *(farz)* dır. 


Müstehabı yapmakla da vâcib yapılır, ama zordur. Hâlbuki, *(farzı)* yapınca, *(vâcib)* kendiliğinden yapılmış olur. 


İnsanın iki zîneti vardır efendim. Biri *(edeb)*, diğeri de *(tevâzû)* dur. Bu din, tamâmen edebdir. Başı da, ortası da, sonu da edebdir. Edeb, haddini bilmekdir. 


Haddini aşdığın anda, yâni, adımını *(iki)* adım ileri atdığında, bir başkasının ayağına basarsın. Herkes, atacağı adımı öyle hesaplasın ki, bir başkasının ayağına basmasın. 


Her kemâlât, her iyilik, her üstünlük, *(tevâzû)* dan meydana gelmişdir. Allahü teâlâ âhiretde, bu hizmetlerimizden dolayı, bana bir *(ni’met)* verirse, yâni Cennetini nasîb ederse, hemen girmem, derim ki: 


(Yâ Rabbî! Ben bu hizmetleri *(yalnız)* başıma yapmadım, bana yardım eden kardeşlerim vardı, arkadaşlarım vardı, onları da isterim) derim.


Mahşer meydanına dönerim. Bu hizmetlere iştirak eden âbilerin hepsini alır, hattâ onları başımın üzerinde taşır, hep birlikte Cennete gireriz kardeşim.