Kalbe gelen çirkin vesveseler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kalbe gelen çirkin vesveseler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İman ve vesvese

İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: 

Her insana musallat olan en az bir şeytan vardır. Şeytanın vereceği vesveselerden korunmaya çalışmalı! Bir hadis-i şerif meali şöyledir:

(Kanın damarlarda dolaştığı gibi, şeytan da, insanın vücudunda dolaşır. Açlıkla [az yemekle, oruç tutmakla] onun yollarını daraltın!) [Buhari]


Şeytanın insanın kalbine vesvese verme yollarından biri de, Allahü teâlânın zatı hakkında düşündürmek, şüpheye düşürmektir. İnsanların en ahmağı, zekâsına en çok güvenendir. İnsanların en akıllısı da, suçu kendinde arayan ve bilmediklerini âlimlere soran kimsedir. İki hadis-i şerif meali:

(Şeytan, "seni kim yarattı" diye vesvese verir. O kişi "Allah yarattı" derse, "Onu kim yarattı" diye vesvese verir. Böyle vesvese gelince, "Ben Allah ve Resulüne iman ettim" desin!) [Buhari]


(Allah’ın yarattığı şeyleri tefekkür edin, ama zatını tefekkür etmeyin.) [Ebu-ş-şeyh]


Vesvese, dua ve zikir ile azalıp yok olur. Bunun için, bilhassa günaha meyledildiği zaman, hemen Allahü teâlâyı anmalı, istigfar, salevat ve dua okuyarak şeytanı uzaklaştırmaya çalışmalı! 


Bilhassa 40 yaşını geçince, tevbeyi hiç ihmal etmemeli. Hadis-i şerifte, (Şeytan, 40 yaşını geçtiği halde, tevbe etmeyen için, "Bu artık kolay iflah olmaz" der) buyuruldu. (İ. Gazali)


Tevbe edip şeytanı çaresiz hâle getirmeye çalışmalı. Bir hadis-i şerif meali: 

(İnsan, yolculukta devesini zayıflatabildiği gibi, mümin de şeytanını zayıflatabilir.) [İ.Ahmed]


Kötü şeyler düşünerek, kötü yerlere giderek, şeytana yardımcı olmamalı! Çünkü hadis-i şerifte, (Uçurum etrafında dolaşan oraya düşebilir) buyuruldu. (Buhari)


Haram işlemeye niyet edip, Allah’tan korktuğu için vazgeçen günaha girmez. Bir hadis-i şerif meali: 

(Kalbe gelen kötü şey söylenmedikçe ve buna uygun hareket edilmedikçe affolur.) [Beyheki]


Kibir, hased gibi şeyler böyle değildir. Çünkü bunlar zaten kalb ile olur. 


İbadetleri yapıp imanıma bir zarar gelir diye korkanın ve günahlarım çoktur, ibadetlerim beni kurtarmaz diye düşünenin imanı kuvvetli demektir. (Bezzaziyye)


İbadetleri yapıp, ilmihal bilgilerini öğrenmeye çalışan kimseye, Allah’ı, ahireti inkâr gibi düşünceler gelmesi, onun imansız olduğunu değil, imanlı olduğunu gösterir. Meyveli ağaç taşlandığı, hırsız mücevher olan eve girmeye çalıştığı gibi, şeytan da imanlı olanlara saldırır. Hadis-i şerifte, böyle vesveselerin imandan olduğu bildirildi, (Vesvese imanın tâ kendisidir) buyuruldu. (Ramuz)


İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: 

Kötü vesveselerin gelmesine sebep imanın kâmil olmasıdır. Çünkü hadis-i şerifte (Böyle vesveseler, imanın olgun olmasındandır) buyuruldu. (1/182)


Böyle vesveseler birçok kimsede olabilir. İmanım gitti diye şüpheye düşmemeli, böyle düşüncelere önem vermemeli. Vesvese, dua ve zikir ile de azalıp yok olur. Bunun için, vesvese gelince, hemen Allahü teâlâyı anmalı, istigfar, salevat ve dua okuyarak şeytanı uzaklaştırmaya çalışmalı! Şeytanın vesvesesinden kurtulmak için, her gün şu duayı da okumalıdır:

(Yâ Allah-ür-rakîb-ül-hafîz-ür-rahîm. Yâ Allah-ül-hayy-ül-halîm-ül’azîm-ür-raûf-ül-kerîm. Yâ Allah-ül-hayy-ül-kayyüm-ül-kâimü alâ külli nefsin bimâ kesebet, hul beynî ve beyne adüvvî!)

Yâdigâr mektûblar 72.mektûb

 Kuleli'den talebeleri Kemal Çoban'a yazılmıştır.

Ve aleyküm selâm kıymetli Kemal

O mübârek yazıların ile tezyin edilmiş olan kıymetli mektûbunuzu bugün Mehmed Gündoğan'ın mektûbu ile aldım, okudum. Din ve dünyâ selâmetinize maddî ve manevî büyük ni'metlere mazhariyyetinize çok memnûn oldum. Cenâb-ı Hakdan bu ni'metlerin artması için âcizâne duâ eyledim.

Aziz kardeşim, Cenâb-ı Hakka ne kadar şükr etsek ve yalvarsak, kavuşduğumuz ni'metlerin hakkını îfâ edemiyeceğiz. Bizi müslimân evlâdı olarak yaratmış, İslam terbiyesi ile büyütmüş, sonra çok sevdiği büyüklerin ismini, kitâblarını zevklerini bize duyurmuş, hidâyet, seâdet yolunu göstermiş, kendine râhatça ibâdet etmek serbestliğini, kolaylığını da ihsân eylemiş. Bu çok büyük olan ve bilhassa bu zemânda pek az kimselere nasîb olan muazzam ni'metlerin karşısında İblîs-i la'în ne kadar çatlasa yeri vardır.

Lise hayâtınız dahi hayâl oldu. Mâzi nasıl geçti, hâl nasıl geçiyor. İşte bu dünyâ istikballeri de böyle gelip geçecek, hayâl olacak. Hayâle kapılanlar, yalnız ona bağlananlar ne kadar zevallıdır. Evet, dünyâ çok kıymetlidir, fakat sonsuz seâdete vesîle, sebeb olduğu için kıymetlidir. Tarih okuduk, zemânımızı da görüyoruz. İnsanlar ne kadar âciz. Kudret-i ilâhî karşısında ne kadar zaîf, hiçdir. Hiç idik, hiç olacağız. Âcizin, zevallının, Kâdir ve Gâlib karşısında yapacağı her kabahat ve taşkınlık, elbette kendine zarar verir. Aczimizi düşünüp kâinâtın, herşeyin sâhibi Kâdir-i mutlak karşısında teslim olmakdan başka çâremiz yok. Bir insan ne kadar zengin, ne kadar hâkim olursa olsun, yiyeceği, içeceği, kullanacağı şeyler yine mahdud ve azdır ve kısa zemân içindir. Sonra büyük mâlî kudreti, hâkimliği yok olacak, kendisi toprak olup çiğnenecekdir. Cenâb-ı Hak bizlere ebedî hayat, sonsuz seâdet ni'metleri vermiş ve çok az kimselere vermiş. Bugün Amerikalılar, Avrupalılar da peygamberlere, meleklere, kıyâmet gününe, Cennet ve Cehennem'e inanıyor ve ibâdet ediyorlar. Fakat seâdetten mahrumdurlar. O halde biz ne kadar çok bahtiyârız.

Vesveseler, îmânsızlık zan olunan düşünceler ve kuruntular hep îmânın çok olduğuna alâmetdir. Bu kuruntulara hiç ehemmiyet verme. Îmânsız olanlara böyle vesvese gelmez. Hiç üzülme. Cenâb-ı Hak seni yakında kurtarır.

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm – A, E, İ, Ü –

 ● Âdâb-ı Nebeviyyede tehâvün edeni [Peygamberin âdâbında gevşeklik göstereni] ve süneni Mustafâviyyeyi [Peygamberin sünnetini] terk edeni ârif zan etme. “CÜNEYD”. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Âhıreti istiyene, Allahü teâlâ, keremi ile, din ve dünyâsına kâfîdir. 4/42.


● “Âhır zemânda bir kavm zuhûr eder ki, râfizî diye adlandırılır. İslâmı terk ederler. Onları öldürün ki, onlar müşrikdirler.” Hadîs-i şerîf. 4/64


● “Âhır zemânda, ümmetime, sultânlardan mihnetler isâbet eder. Fekat, o mihnetlerden şu kimseler kurtulur ki, ilm ve amelin arasını, üstünlük ve mükemmelliğin arasını birleşdirip, üsûl ve fürûdan tafsil üzere Hak teâlânın dînini bilip, islâmiyyetin emrinin îcâbı üzere, amel eyleye. Dîn-i hakkı tahsilde [ele geçirmekde] dili, eli ve kalbi ile mücâhede ede [uğraşa]. İşte o kimse, geçmiş olan se’âdetlere ulaşmış olmakla, kurtulanlardan olur. Ve dahî şu kimseler kurtulur ki, Hak teâlâya ârif olup, sükût eyleyip, eğer hayrişliyenkimseyi görürse, ona muhabbet eyleye. Ve eğer bâtılı işleyen kimseyi görürse ona buğz edip, onunla görüşmeye. İşte bu kimse de zemân ehlinin îmânının za’afı sebebiyle, açığa çıkaramayıp, içinde gizlemek sebebiyle kurtuluşa erer.” Hadîs-i şerîf. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● “Âhır-zemânda bir kavm zuhûr eder ki, Sultân meclislerinde hâzır olup, Allahü teâlânın hükmünün zıddına hükm ederler ve yasak etmezler. Allahü teâlânın la’neti onların üzerine olsun.” Hadîs-i şerîf. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Gökdeki melekler, yeryüzünde, Allah için bir araya gelen bir-iki kişinin bulunduğu yere imrenirler. 4/159


● Âfâk ve enfüsün ötesinde zıl yokdur. Asâlet nisbetine başlamak vâkı’ olur. 4/56


● Âfâk ve enfüsde zâhir olan eşyâ, Hak teâlânın varlığına ve kemâl-i kudretine delâlet [işâret] edici âyetlerdir. 6/83.


● Âfâk ve enfüsden geçmek, bir emr-i vicdânîdir ki, kimse ondan geçmedikçe, onun ma’nâsını tâm ma’nâsı ile idrâk edemez. “Tatmıyan bilmez.” 4/205


● Âfâk ve enfüsden temâmen geçip, şü’ûn ve i’tibârâtdan seyr ile zâtın mâhiyyetine resîde olalar [kavuşalar]. 5/131.


● Alın, se’âdet ve şekâvetin açığa çıkdığı yerdir. Kalb, ilmlerin ve sırların mahallidir. 6/238


● Âyine-i bâtınınızı mâh gibi mülâhaza ederim ki [bâtın (kalb) aynanızı ay gibi mülâhaza ederim ki], güneşe tekâbülünde, dolunay gibi [bedr-i kâmil] olmuşdur. 5/7


● İbrâhîm aleyhisselâmı salâtda tahsîs eylemek, [nemâzda teşehhüdde anmak], onun şânına ta’zîm içindir. Ondan sonra gelen her Peygamber, o büyük Peygambere uymakla emr olunmuşdur. 5/53


● İbrâhîm Havvâs, Allahü teâlânın zikrini işitirken, kendinden geçmiş olup, bir hafta sonra, rûhunu teslîm eyledi. 4/18


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” ile Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” esrâra müte’allik kelâmı konuşurken, Ömer “radıyallahü anh” geldikde, konuşma üslûbunu ve beyân edilen esrârı değişdirdiler. Osmân “radıyallahü anh” geldikde, aynen üslûbu değişdirdiler. Alî “radıyallahü anh” geldikde başka bir üsûl ile tâbir buyurdular. [Ya’nî yine değişdirdiler.] Bu hâl gösteriyor ki isti’dâtların başka başka olması mukarrer (âşikâr) ve fıtratın tegâyyürü (değişmesi) vâkı’ ve mu’teberdir. 5/59. [Hak Sözün Vesîkaları: 339, Kıyâmet ve Âhıret: 97.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” hakkında, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: (Allahü teâlânın benim kalbime akıtdığını, Ebû Bekrin kalbine akıtdım) buyurmuşlardır. 6/120.


● “Ümmetimin ümmetime en merhâmetlisi Ebû Bekrdir “radıyallahü anh”. 4/22 [Fâideli Bilgiler: 208, Hak Sözün Vesîkaları: 324.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” fenâda ferd-i kâmil idi. 5/61 [Hak Sözün Vesîkaları: 341, Kıyâmet ve Âhıret: 99.]


● Ebû Bekr “radıyallahü anh” hutbede buyurdu ki; Resûlullahdan işitdim ki, gerçekden şübhesiz ki, insanlar bir kötülüğü gördükde, onu tagyîr eylemeseler [ortadan kaldırmasalar], onun cezâsını Allahü teâlâ, onlara da ta’mîm eder [Bu cezâya onlar da dâhildir], buyurdu. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Ebû Bekr Tamistânî demişdir ki, tesavvuf ızdırabdır. Sükûn gelince, tesavvuf kalmaz. 4/227


● Ebû Alî Dekkak, Ebûl Kâsım Kuşeyrîye, rü’yâda dedi ki; “Dünyâya geleyim de... [dünyâlık için değil] nâsı (insanları) uyandırmak için, insanın başlangıç ve sonunu bilmesi lâzım geldiğini duyurmak için..]” 4/102


● “Cebrâîl aleyhisselâm bana geldi, dedi ki: Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! İstediğin gibi yaşa, muhakkak öleceksin. İstediğini sev, muhakkak ondan ayrılacaksın. İstediğini yap, muhakkak karşılığını göreceksin”. Hadîs-i şerîf. 6/174


● İttibâ’i sünnete say’ edip [Sünnete yapışmağa gayret edip], tâ’at vazîfesi ile zemânı değerlendirmeğe tam gayret edeler. 4/117


● Eser, birşeyin mâhiyyetine âid olan, eserlerden ibâretdir. Meselâ ateşin yakması gibi. 5/87


● Uzak düşmüş ahbâbı hayr düâ ile yâd edeler. 6/223


● Allahü teâlâdan gelen din ile bütün insanlar mes’ûldür.


Bu din, bütün insanlara gelmişdir, ba’zı şahslara değil. 4/39.


● Ahkâm-ı islâmiyye, ilâhî emrler ve yasaklardır. Hitâb-ı ezelîdir ki, Allahü teâlânın kelâm sıfatına te’alluk eder. 4/123.


● Ahkâm-ı islâmiyye ile tam bezenmek, ibâdetleri yapmakda ve yasaklardan kaçmakda kolaylık, nefsin fânî olmasına bağlıdır. Bu da sofiyyenin hizmetine bağlı ve onların muhabbetine âiddir. 5/158 [Kıyâmet ve Âhıret: 104.]


● Ahkâm-ı islâmiyyenin ortadan kaldırılması ilhad ve zındıklıkdır. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Bâtınî hâller ve ma’nâlar, misâller şeklinde açığa çıkar ki, idrâke yakîn ola. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ahvâl ve mevâcîde tâlib olan kimseler mâsivâya tutulmuşdur. 4/128 [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]


● İhtiyâc vaktinde, sebeblere yapışmayıp, bu yol ile zarar hâsıl olursa, âsî olurlar. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● İhtilât-ı halk [halk ile görüşme], eğer onların hukûkunu yapmak niyyeti ile olursa, zikr olur. 4/160


● Ehâss-ı havâs, zulmânî ve nûrânî perdelerden halâs ve şühûd ve müşâhededen kurtulmuşlardır. 6/113


● İhlâs-ı şerîf sûresinin tefsîri. 4/76


● İhlâs, fenâsız ve muhabbet-i zâtiyesiz tasavvur edilemez. 4/51 [Kıyâmet ve Âhıret: 163.]


● İhlâsın hakîkatine erişmiş olan, tarîkde [tesavvuf yolunda] lâzım olan uğraşmakdan kurtulmuşdur. Her ne işde olursa olsunlar, Allahü teâlâ içindir. Niyyet etsinler, gerekse etmesinler. Niyyetin lüzûmu ihtimâl olan şeydedir. Onların nefsleri, Allahü teâlâ için fedâ olmuşdur. Ben demeği şirk bilirler. Evvelce ne etdiler ise, kendi nefsleri için ederlerdi. Ve niyyete muhtâc değiller idi. Şimdi de, niyyete muhtâc değillerdir. Böyle bir ârife eziyyet edip, edebsizlik etmek, Hak sübhânehu ve teâlâya edebsizliğe varır.


Zîrâ ona nisbet olunanlar, külfetsiz Cenâb-ı Hak teâlâya nisbet olurlar. Her-gâh, o ârifin a’mâli bî ihtiyâc [ihtiyâcsızlık] değildir. Lâkin fil-hakîka Hak teâlânındır. Bu kıyâs üzere onun, Mevlâsı celle ve a’lâya ta’zîm ve itâ’at olunup, bu i’tibârla, Kelâm-ı Mecîdde vârid olmuşdur ki, meâlen: “Resûle itâ’at eden, Allahü teâlâya itâ’at etmiş olur.” Nisâ sûresi 80.ci âyeti. 4/160.


● Ahlâk-ı reddiye [kötü ahlâk], ademin [yokluğun] kötülüğünden ötürüdür. 6/67.


● Bî-edebin [edebsizin] hiçbiri, Allahü teâlâya vâsıl olamamışdır. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ezândan sonra, (Veb’ashü mekâmen Mahmûden illezî ve’ adtehü, inneke lâ tuhlifül mîâd) demek, rivâyet edilen mühim bir haberdir. Ecr ve sevâba kavuşmak içindir. Yoksa Allahü teâlânın va’di, elbette vuku’a gelecekdir. 5/53


● İrâde, rızâyı gerekdirmez. Zîrâ, küfr ve isyânlar, Hak celle ve a’lânın murâdıdır. Fekat, mardîsi [beğendiği] değildir. 5/83. [Hak Sözün Vesîkaları: 345.]


● İrâdeden hurûc edip [kendi irâdesini terk edip], Hak teâlânın irâdesine teslîm olalar. 5/115


● İrâdenin ortadan kalkması, vilâyetin şartıdır. Ma’nevî kuvvetlerin cezbesi olmadıkça, sâdece sûrî ameller ile, nasîb olmaz. 5/4


● İrâdenin sarf-ı abdden vâki’ olup, [Kul irâdesini sarf edip,] Allahü teâlâ (dilerse) halk eder. 5/83


● İrâde aslında [bizzât] kemâl sıfatdır. Onun çirkin olması, çirkinlik ile alâkasındandır. 5/52


● İrâde olmayıp, insanlar mecbûr olsaydı, dünyâda zâlimlerin kınanması [kötülenmesi], isyân edenlerin cezâlandırılması olmazdı. 5/83 [Hak Sözün Vesîkaları: 345.]


● Erzâk-ı ibâde [kulların rızklarına] Allahü teâlâ kefîldir.


Eğer az bir çalışmakla tahsîli mümkin olursa ne a’lâ, ne güzel. Ve illâ ardına düşmeyeler. 5/22


● Arz-ı ribâtda [muhârebede] edâ olunan nemâz, ikibin kerre bin (iki milyon) nemâza müâdildir (eşdeğerdir). “Hadîs-i şerîf”. 4/64


● Ervâh ve berzah-ı sugrâ [Rûhlar ve rûhun mahşere kadar kaldığı âlemler] bahsleri ziyâde nâzikdir. Bu bâbda zan ve tahmîn ile konuşmağa cür’et eylemeyeler. Nasslar ile sâbit olanlara kısaca îmân eylemek lâzımdır. Onun tafsîlini Allahü teâlânın ilmine havâle eyleyeler. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ervâh-ı mükemmel [olgun ve üstün kimselerin rûhları], Allahü teâlânın dilemesi ile, cesed şeklinde görünmüş, acâib şeyler yapmışlardır. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ervâhın [rûhların] müşâhedesi kemâl değildir. Kemâl, bâtının mâsivâyı bilmekden ve görmekden kurtulması [unutması]dır. 6/33


● Ez gubâr-ı nâka-i Leylâ ki Mecnûn sâlehâ çeşm ber reh daşt, girdi zin beyâbân ber nehâst. [Mecnûn Leylânın yolunu beklerken, yıllarca çöle bakdı. [Yol gözledi]. Çölden bir toz kalkmadı.] 5/47


● Esbâbın ref’inde [sebeblerin kaldırılmasında], hikmetin yok olması vardır ki, onun zımnında [arkasında] maslahatlar [fâideler] olabilir. 2/62 [Se’âdet-i Ebediyye: 746.]


● Esbâb [sebebler] vardır. Lâkin hakîkî müessir Allahü teâlâdır [Onun fi’lidir]. 4/110


● Esbâba mübâşeret [sebeblere yapışmak] tevekkülü bozmaz. Te’sîri Allahü teâlâdan bilip ve i’timâd Ona olup, sebebleri kat’î olarak ortaya koyalar. Sebeblerden kat’î olarak kurtuluşa çâre yokdur. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Esbâb [sebebler] üçdür: Vehmî, terk edilmesi lâzım olan sebebler. Kat’î olarak bilinenlerin yapılması vâcibdir.


Şübhe ve zanlı olanların yapılması zanlı ve şübhelidir. 4/182 [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Esbâba [sebeblere] yapışdıkdan sonra, sebebler dolayısiyle, Hak teâlâ eser halk ediyor. 5/52


● İstihâreler tekrâr tekrâr (yedi def’a) yapıla. İlticâ ve tezarru’ eyleyeler. Eğer, zahmetsiz kalbde arzû ve sînede açılma hâsıl olursa, o emre [işe] müteveccih olalar. 5/42 [Hak Sözün Vesîkaları: 339.]


● İstihârede, bir emrin [arzûnun] hâsıl olmamasından ve rü’yâ görmemekden ve kanâat hâsıl olmamasından, dağınık fikrde olmayınız. Zîrâ, vilâyet ve kurb, ona bağlı değildir. Ve herbirinin yokluğu kemâlde sebeb-i noksan olmaz. Yüksek himmet sâhibi olup, en yüksek maksada ulaşmağa teşebbüs ediniz. Hasenâtlar fazla bulunsun, gerekse bulunmasın. 5/73


● İstigfâr, belâların ve sıkıntıların [şiddetli] kaldırılması için, fâideli ve mücerrebdir. [Tecribe olunmuşdur.] 5/80 [Hak Sözün Vesîkaları: 344.]


● İstigfâra sabâh ve akşâm devâm lâzımdır. Bir kimse, yirmibeş kerre dese, beytinde [evinde], ehlinde [âilesinde], dârında [memleketinde ve şehrinde] ve bulunduğu beldede, istenmiyen birşey ile, karşılaşmaz. 5/80 [Hak Sözün Vesîkaları: 344.]


● İstikâmet, kerâmetin fevkıdir [üstüdür]. Cem’ıyyet ve istikâmet üzere olalar. 4/151


● El-istikâmetü fevkal kerâmeti. [İstikâmet, kerâmetin üstündedir.] “Hûd sûresi sakalıma ak düşürdü.” Hadîs-i şerîf. 6/213


● Esrârın [sırların] çoğu kayda ve kitâba gelmez. Sohbet ve konuşmağa bağlıdır. 4/123


● İslâm, îmân üzerine atf olunduğu [bağlandığı] mahallerde, îmân, kalbin tasdîki, islâm, görünürde teslîm olma ma’nâsınadır. 5/53


● İslâmın beş şartından birine halel gelirse, islâma halel gelir. [Biri yapılmazsa, o şart yapılmadığı için, islâmiyyet eksik olur.] 5/11 [İslâm Ahlâkı: 564.]


● İslâm garîb olmuşdur ve gitdikce de ziyâde garîb olur. Yeryüzünde Allah diyecek kimse kalmasa gerekdir. 4/178 [Eshâb-ı Kirâm: 272.]


● İslâm-ı hakîkî, nefs-i emmârenin inkıyâdına [teslîm olmasına] bağlıdır. Nefsin itminânından evvel kalbin tasdîki ile hâsıl olan islâma, islâm-ı mecâzî derler. 4/64


● İslâm-ı hakîkî, makâmât-ı sülûkun tayyından sonra [sülûk konaklarının geçilmesinden sonra] ve nefsin itminânından sonra hâsıl olur ki, bahs edilen bu kemâller ism-i zâhire teâlluk eder. 6/35


● İslâm-ı hakîkî, ârifin yolunun dönüşsüz olması ve tam olgunluğun asla katılmış olmasıdır. 6/63


● İslâm, uyanıklık yoludur ve netîcesi tenzîhdir. 4/79


● İslâm-ı tarîkat, cem’ül cem’ makâmı olup, küfr tarîkati müteâkip hâsıl olur ve halkı Hak sübhânehudan ayrı görüp, zikr ve nemâza rağbet eder. 6/207


● İsm, ismlendirilenin aynasıdır. Şühûd vaktinde ayna gizlidir. Ve zâhir olan, hemen aynada görünendir. İsmle vukû’ bulmayı, zât ve müsemmâ ile tahakkuk zan ederler. Ve bu benzetmek ve aynanın gizli olması sebebiyle, temâmen gizlenmiş sıfata, zâtdır, derler. Zât ile sıfat, birbirinden, ilmde ayrılmışdır derler. Lâkin hak olan budur ki, Allahü teâlânın sıfatları, hâricde ayrıca vardır. 5/102


● İsm ve ma’nâ ve diğer elfâzın [sözlerin] Hak teâlâ hakkında söylenmesi, ifâde edecek söz bulunamadığındandır. Hak sübhânehuyu, lafzın ve ma’nânın, âfâk ve enfüsün ve tecelliyât ve zuhûrâtın ve tevhîd ve ittihâdın ve müşâhedât ve mükâşefâtin ötesinde olmak üzere aramak gerekdir. 6/122


● İsm-i ilâhî celle sültânühu ile bekâ eyleyip, hakîkat-i sübûtiyye hakîkat-ı ademiyyenin cânişeni oldukda, ârifde müdir ve mütasarrıf hemen o ism olur. Ve o ismin evsâfı ile muttasıf ve mütehalli [zinetlenen] olur.


O ismin hayâtı ile hay ve ilmi ile âlim ve sem’i ile semî’ ve basarı ile basîr ve kelâmı ile mütekellim ve irâdeti ile mürîd ve kudreti ile kâdir olur. Zîrâ her ism-i ilâhî celle sültânühu esmâ ve sıfatı mütezammındır. Çünki her esmâ zıldir, başkadır. Ve o ismin cüz’iyâtından bir cüzdir. Ârif, zıl yolundan asla bağlanıp, ism-i sâbık renginde ism-i lâhıkın evsâfı ile muttasıf ve ol asldan bu asla mülhak olup, asl-ı sânîden asl-ı sâlise ve ilâ mâşâ Allah mütehakkık olur. 4/204


● Her ism-i ilâhî bütün ismleri ve sıfatları kendinde toplar. 5/52


● Esmâ-i ilâhîden [ilâhî ismlerden] her birinin aslı, şu’ûn ve zâtın yüceliğine ulaşır [nihâyet bulur]. 4/24


● Esmâ-i ilâhîden [ilâhî ismlerden] her birinin bütün ismleri ve sıfatları toplaması, onlar ile sıfatlanmış olması demek değildir. Belki ismin sıfatlar ile alâkalı olması ve sıfatlar ile şartlanmış olması, kendisinde hâtırlanmakdır. Meselâ, ilmin ismleri kendinde toplaması, hepsine alâkası olması i’tibâriyledir. Tekvînin câmi’iyyeti ilm, kudret, irâde ve gayri kemâl sıfatlarını içine alması i’tibâriyledir. Sanki ondan alınmışdır. Kudret ve irâdet, hayât ile şartlıdır. Ve ilm için lâzımdırlar. İlmin topladığı şeyler, bu sıfatdan alınmışdır. Ve kelâm onları şâmil olduğu i’tibâriyle içine alır. 5/52


● Muhammed Eşref, Muhammed Ma’sûmun mahdûmzâdesidir. 4/238


● Eşref sâat, cevf-i şebdir [gece yarısıdır.] 4/144.


● Eşyâ ezdâdıyla tebeyyün eder. [Eşyâ zıddıyla tanınır.] 4/17


● Eşyânın mebde-i te’ayyünü, esmâ-i ilâhînin zıllidir. İsm-i ilâhî mebde-i teayyünün aslı olup, ism-i küllîdir. Mebde-i te’ayyün o küllînin cüz’iyyâtındandır. İsm-i küllînin aslı da şân-ı zâtâ olup, zât-ı teâlâda mücerred i’tibârdır. 5/135


● Eşyâya hakîkî mâlik odur. Lâkin, zâhirde kendi kullarından her kimi mâlik eylediyse, hesâba çekilme onunla alâkalıdır. 5/53


● Eshâbın cümlesi, sohbetin şerefi sebebiyle, ölmeden önce ölmek ile müşerref oldular. 6/24


● Eshâb-ı kirâm vilâyetin en yüksek tabakasındadırlar. 6/19


● Eshâb arasındaki muhârebeler, düşmanlıkdan dolayı değildi. İctihâd yüzünden idi. İctihâdda hatâya da bir derece sevâb verilir. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Eshâb-ı kirâm sohbet bereketiyle kemâle ulaşdı. Ümmetin evliyâsından öne geçdiler. 4/88


● Eshâb-ı kirâmda hâller ve kerâmet fazla mikdarda zuhûr etmemişdir. Zîrâ dünyâ amel yapma yeridir. Âhıret mükâfât yeridir. Eğer amelin karşılığı olan meyvelerden bir kısm bu dünyâda ihsân olunursa, âhıret derecelerinin noksan olmasına sebeb olur. Bunun için, dünyâda amelin meyveleri verilen ba’zı kimseler görülmüşdür ki, ölümü ânında, bu işlerin olmamasını temennî ederler. 4/189


● Eshâb-ı kirâmdan iki şahsı Müseylemet-ül-kezzâb yakalayıp, birisine sorup, Muhammedin “sallallahü aleyhi ve sellem” Resûlullah olduğuna şehâdet eder misin dedikde, evet şehâdet ederim ki, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” Resûlullahdır, cevâbını vermişdir. Müseyleme yine süâl edip, benim dahî Resûlullah olduğuma şehâdet edermisin dedikde, evet dedi. Onu bırakıp, ikinci şahsı getirtip, Muhammedin Resûlullah olduğuna şehâdet eder misin dedikde, o kimse evet dedi. Müseyleme, benim dahî Resûlullah olduğuma şehâdet edermisin dedikde, o kimse, ben işitmemek illetine mübtelâyım dedi. Müseyleme süâlini üç kerre tekrâr edip, o kimse dahî çok sağır olduğunu söyleyip, onun risâletini ikrâr etmedi. Ona gadab edip, şehîd eyledi. Bu vak’a Resûlullaha erişdikde, buyurdular ki, maktûl olan şahs yakîn ve sıdk yolunu tutmuşdur. Şehîdlik rütbesine mâlik olmuşdur. Diğeri ruhsat yolunu ihtiyâr edip, kendisinden zulmü def’ eylemiş. 6/55 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● İslâh-ı cesed [bedenin islâhı], kalbin islâhına bağlıdır. Bedenin fesâdı dahî, kalbin fesâdına bağlıdır. 6/178


● Aslın zuhûru ne kadar çok ise, zılde dahî mahv ve telâş o kadar çok olur. 4/121


● Üsûllerden ve üsûllerin aslından mücerred, zâta [Allahü teâlâya] kavuşmak mümkin değildir. 4/1


● Üsûl-i dinde [i’tikâd edilecek şeylerde] hâtıra gelen şey ve vesveselerin menşe’i hannâsdır ki, sadrdadır [şeytândır ki, göğüsdedir]. 4/190


● Çocuklara dahî, âhıretde ma’rifet hâsıl olması ve bunlara akl ve şu’ûr i’tâ edilmesi mümkindir. Meselâ, o günde müşrikler tevhîd ehli olurlar [ya’nî inanırlar] ve derler ki, (Allahü teâlâ Rabbimizdir, biz müşriklerden olmadık.) 6/173


● İtmînânın [kalbin mutma’inne olmasının] alâmeti, nâzil olunmuş ahkâma tam uymakdır. 4/228. [Eshâb-ı Kirâm: 273.]


● İtmînândan evvel nefs, ahkâm-ı islâmiyyenin sûretine uymakdadır. 4/186


● Bir gün i’tikâf eden kimse ile Cehennem arasında üç hendek olur ki, herbiri hâfikayndan [magrib ile meşrık arası mesâfeden] dahâ çokdur. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● İ’tibârât-ı ilâhî, meselâ i’tibârât-ı mescûdiyet ve gayri gibidir. 6/105


● İ’tizâr edenin [özr dileyenin] özrünü kabûl etmelidir. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Allahü teâlâyı en iyi tanıyanlar, en çok hayrete düşenlerdir. 5/86


● A’mâl-i hasene arasında, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” nakl olunmuş ve onun ameli olup, hasâisinden olmıyanları, âhıretde sevâb almak niyyetiyle îfâ etmek, [yapmak] için, izne ihtiyâc yokdur. Peygamberin ameli ümmete izndir ve sünnetdir.


Hâcetlerin hâsıl olması, müşkilâtların halli için, ba’zı ameller ve zikrler ve düâlar ve rukyeler mürşidin iznine bağlıdır. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● A’mâl-i sâliha sevâbını mü’min ve mü’minâtın temâmının rûhlarına hediyye eylemek güzeldir. Her birine tam sevâbı ulaşır. Hakkında niyyet olunan meyyitin ecri dahî hiç noksan olmaz. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● A’mâl-i uhrevîde tevekkül, bî ma’nâdır [Âhıret amellerinde tevekkül olmaz]. 4/182. [Kıyâmet ve Âhıret: 376, İslâm Ahlâkı: 559.]


● A’mâlde [amellerde] her ne kadar kusûr hâtıra gelirse [ya’nî amellerini kusûrlu görürse], kıymeti çok olup, kabûl olunmaya lâyık olur. 6/225


● Amellerin ve tâ’atlerin ve zikrlerin kabûlü, ihlâsa bağlıdır. 5/133


● “Amellerin efdali, mü’minin kalbine sürûr (sevinç) vermekdir. [Mü’mini sevindirmekdir.]” Hadîs-i şerîf. 4/147. [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● Ummâlüküm a’mâlüküm. [Yapdığınız amellere göre idâre edilirsiniz.] 6/34 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● A’mâl-i sûriye [sûrî ameller], mücerred ma’nevî cezbe kuvveti olmadıkca, insanı varlığı sevmekden ve enâniyyetden kurtaramaz. 4/80 [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]


● Amel yap ve istigfâr et. Bu dünyâda amel istenmişdir ve zarûrîdir. Kabûle lâyık bilin, gerekse bilmeyin, ibâdet yapmak ve ondan istigfâr etmek gerekdir. Ve yalvararak onun kabûlünü istemek gerekdir. 6/68


● A’yân-ı sâbiteye sofiyye-i aliyye izâfî yokluklar derler ve mümkinâtın hakîkatleri olarak tasavvur ederler. 4/130.


● A’yân-ı sâbite mümkinâtın hakîkatıdır. (Muhyiddîn-i Arabî) 6/207.


● Agniyânın [zenginlerin] sohbetine rağbet etmeyeler. Ve fakîr ve nâ-murâd olmağı azîz bileler. 5/25


● Agniyâ [zenginler] ile sohbetden uzak olalar. Ve zarûretsiz onlar ile berâber olmayalar. 6/97


● Ah yazık ki, ömr temâm oldu. Ve hiç amel vücûda gelmedi. Dünyânın vefâsız olduğu açıkdır. Fitne ve musîbetler peşpeşe gelmekdedir. Dostlar ve ciğerpâreler vefât edip, göçüp gitdi. Yine hiç uyanmak ve hâtırlamak ve tevbe ve sığınma yokdur. Gaflet artmakdadır. İsyân ile geçen günler artmakdadır. Bu nasıl îmândır. Ve ne şekl müslimânlıkdır. Ne kitâb ve sünneti kabûl ederler. Ve ne açık işâretlerin görülmesinden ibret alırlar. Fikr ve endişe lâzımdır ki, bir yerde berâber giden eski dostlar, câna yakın, hep berâber olanlar nice oldu ve nereye gitdiler. Cân dostu olan dostlardan hiçbir eser ortada yok. Ve hiç onlardan açık nişân meydanda yok. Yaz harmanı gibi, yokluk rüzgârı, onların nişânını dahî bırakmadı. Öyleyse bizim gibi geri kalanlara lâzımdır ki, şu birkaç günlük ömrü gaflet ile telef ve gözü açık uyku ile [tavşan uykusu ile] zâyi’ eylemiyelim. Bu fânî serâya gönül bağlamayıp ve bu insafsız kahbeye aldanmıyalım ve muhabbet bağlamış olmıyalım. Temâmen cenâb-ı Hakkın rızâsını kazanmak için, bütün gücü harcamalı, nefs ve şeytânın tuzağından, hevâ ve hevesin girdâbından kenâra (sâhile) çekilmeğe çok gayret edelim. Ve kabr ve kıyâmet her zemân gözümüzün önünde olup, kendimizi ölmüşlerden sayalım. Böyle düşünmemiz emr olundu. Var gibi bilinen hayât ve vücûddan soyulup, ölümden önce olan ölüm ile vasflanmak yoluna gidelim. Ve kendimizi gerçek bir ölü ve aslî bir yokluk gibi sayalım. Yokluk ki, kendini var gibi sayıp, vücûd ünvâniyle ortaya çıkmış olup, kendinin kıymet sâhibi olduğunu iddiâ ediyor. Halk arasında gülünç olması yerindedir. Dünyânın süsleri sebebi ile kendilerini değişdirmeyeler ki, dünyâ fânî ve helâk olucudur. Sâbit değildir. Şekerle kaplanmış bir zehr ve altın kaplanmış necâset gibidir. Bu zehr ile ebedî ölüme tutulmak ve dâimî hüsrâna yakalanmak açıkdır. Varlık ve ona tâbi’ olan şeyler hakîkî vücûd sâhibine yakışır ve ona lâyıkdır. Ve mümkinin üstünlüğü, üstünlük iddiâ etmemesindedir. Noksanlığı da hayrlardan uzaklaşmasıdır. 6/156 [Hak Sözün Vesîkaları: 353.]


● Efdal-i tâ’at [tâ’atlerin efdali], dostlara, Evliyâya muhabbet ve düşmana düşmanlıkdır. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Ef’âl ve harekâtın [işlerin ve hareketlerin] cümlesinde teşebbüs edip, niyyet etmelidir. Ve sâlih niyyet zuhûr etmedikce, hiçbir amele [mümkin olduğu kadar] başlamamalıdır. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Ef’âl-i abd [Kulun bütün fi’lleri] hayr ve şerden, cümlesi, Hak teâlânın takdîr ve irâdesiyledir (dilemesiyledir). Takdîr yaratmakdan ibâretdir. 5/83. [Cevâb Veremedi: 346.]


● Eksirû ihvâneküm fiddîn. “Din kardeşlerinizi çoğaltınız.” 4/22 [Hak Sözün Vesîkaları: 324.]


● İnsanlarla haşr-neşr olmak, iflâs alâmetlerindendir. 5/6


● Elbise kestirmek için gün ta’yin eylemek sâbit olmamışdır. 5/51


● Elbise-i fâhire [güzel elbise], latîf içecekler, nefis yiyecekler, Allah için câiz, riyâ ve öğünmek için ma’siyyetdir. 5/106 [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Elhâmdülillahi alâ külli hal. Ve e’ûzü billâhi min hâl-i ehlinnâr. [Her hâl üzere Allahü teâlâya hamd olsun. Cehennem ehlinin hâlinden Allahü teâlâya sığınırım.] 6/151.


● “Hikmet on kısmdır. O on kısmın dokuzu uzletdedir. Biri de susmakdadır.” Hadîs-i şerîf. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Esselâmü alâ menittebe’al hüdâ. (Hidâyetde olanlara selâm olsun.) Ve Muhammed aleyhisselâma uymayı seçenlere. “aleyhi ve alâ âlihî minessalevâti efdalühâ, minetteslimâtü ekmelühâ.” 4/75.


● Ülfet eyle. (İnsanlarla görüş, konuş). Onlara gönlünü kapdırma. [İhtiyâcın kadar görüş.] 4/16


● Allahü teâlâ, mâsivâya köle olmakdan kurtarıp, temâmen cenâb-ı Kudsîsine bağlayıp ve ma’mûr eyleye. Yakınlık derecelerinde yükselmeler vere. 4/75


● Allahü teâlâ kendi mevcûdiyyetinde, kendi zât-ı mukaddesinden gayra muhtâc değildir. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Allahü teâlâya olan muhabbetin kadar, halk sana muhabbet eder. Senin Allahü teâlâdan korkun kadar, halk dahî senden korkar. Ve Allahü azze ve celle ile meşgûliyyetin her ne kadar olursa, nas dahî senin emrinde o kadar meşgûl olurlar. Temâmen Hak teâlâya müteveccih ol (dön) ve kimseye teveccüh eyleme. Nefsin seni meşgûl etmesin. Allahü teâlânın fadlından gayra i’timâd eyleme. 5/109.


● Allahümme innî es’elüke fi’lel hayrâti ve terkel münkerât ve hubbel mesâkîn ve en tegfire-lî ve terhamenî ve izâ eredte fitneten fî kavmî fe-teveffenî gayre meftûn ve es’elüke hubbeke ve hubbe men yühibbüke ve hubbe amelin yükarribünî ilâ hubbike. (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” okurlardı.) [Yâ Rabbî! Hayr işleri yapmağı, kötü işleri terk etmeği senden isterim ve miskinlerin sevgisini isterim ve beni bağışlamanı ve merhamet etmeni isterim, kavmim arasında bir fitne irâde buyurduğun zemân, beni fitneye düşmeden vefât etdir! ve senin sevgini, senin sevdiklerinin sevgisini, beni senin muhabbetine yaklaşdıracak amelin sevgisini isterim.] 5/5


● Âfâkî putlara kul olanlar, Zât-i ilâhî düşmanlarıdır. Enfüsî putlara kul olanlar sıfât-ı ilâhî düşmanlarıdır. 6/55 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Elvân ve envârın [renklerin ve nûrların] görünmesi fenâya muhâlif değildir. 4/154


● Elem ve üzüntü, ayrılık ve musîbet, mâdem ki Allahü teâlânın irâde ve takdîriyledir. Ona râzı olmak lâzımdır. 4/72. [İslâm Ahlâkı: 559.]


● İlhâm hatarât cümlesindendir. Yakîn hâsıl olması ve zann-ı gâlib vardır. Bâtının açılması vardır. Hatarâta menşe’ [başlangıc] ise nefsdir. 4/133


● İlhâm zannîdir. Hâsıl olması umulur. 6/87


● “Allahü teâlâ semâvâtın ve erdın nûrudur” âyet-i kerîmesinin ma’nâsı, sonradan yaratılmışlar, yokluklar olup, başdan başa zulmet ve şerlerdir. Ve onlarda olan hayr ve kemâl, hüsn ve cemâl vâcib-i teâlâ ve tekaddesdendir. Lâkin bu nûr zıller vâsıtası ile olup, “Allahü teâlânın mü’minin kalbindeki nûru, fener içindeki mum gibidir” âyet-i kerîmesi bunu irâde buyurur. 4/113


● İlhâm zannîdir. Kat’i değildir. Kat’ıyyet vahye bağlıdır. 5/116


● İmâm ile iftitâh tekbîri almağı, tecellîlerden ve zuhûrâtdan dahâ iyi bileler. 5/87


● İmâm-ı a’zam, ömrünün sonunda, iki sene ictihâdı terk edip, uzlete çekilmişdir. 5/61 [Hak Sözün Vesîkaları: 341, Kıyâmet ve Âhıret: 99.]


● İmâm-ı a’zam dört bin altın kıymetinde elbise giyerdi. Ve güzel elbise tavsiye ederdi. 5/106. [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● İmâm-ı a’zam, imâm-ı Ca’fer-i Sâdıkdan süâl edip, Yâ ibn-i Resûlillah! Allahü teâlâ, insanların istekli işlerini, onların arzûlarına bırakmış mıdır, dedikde, cevâbında, Allahü teâlâ, rubûbiyyetini, [yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü] kullara bırakmakdan münezzehdir buyurdu. Yine süâl edip, onlara cebr eder mi, dedikde, cevâbında; cebr yokdur. Yaratmağı kullara bırakmak da yokdur. İkisi arası olagelmekdedir, buyurdu. 5/83. [Hak Sözün Vesîkaları: 345, Cevâb Veremedi: 346.]


● İmâm-ı Ca’fer-i Sâdıkda ayrı ayrı iki nisbet vardı ve birbirinden ayrılmış idi. Nisbetin biri, yüce ceddi tarafından Alî “radıyallahü anh”a ulaşır. Diğeri annesinin ecdâdından Sıddîk-ı ekberden “radıyallahü anh” alınmışdır. 5/59. [Hak Sözün Vesîkaları: 339, Kıyâmet ve Âhıret: 97.]


● İmâm-ı Rabbânî kaddesallahü sirrehül’azîz, müceddid-i elf-i sânî idi. 5/2


● İmâm-ı Rabbânî vilâyet-i Muhammediyye ve vilâyeti Mûseviyyenin terbiyet yaftesı olmuşdur. [Her ikisi ile yetişdirilmişdir.] 4/180.


● İmâm-ı Rabbânînin seyri [ilerlemesi] bir noktaya vâsıl olmuşdur ki, asl noktaya akreb [çok yakın] noktadır. Onun üstünde seyr düşünülemez. 4/63


● İmâm-ı Rabbânînin hakîkat-i Muhammediyyeye vusûl bulduğu [kavuşduğu]. 4/180


● İmâm-ı Rabbânînin seyri, seyr-i murâdî [Murâdların seyri, çekilenlerin seyri] olduğu. 5/101


● İmâm-ı Rabbânînin sohbetinde hâsıl olan feyzler ve bereketler. 6/91


● İmâm-ı Rabbânînin, İmâm-ı a’zam ve imâm-ı Şâfi’î ile keşfen bir araya gelmeleri. 4/231.


● İmâm-ı Rabbânî, kutbiyyet ve ferdiyyetin kemâlâtını dahâ başlangıçda kendinde toplamış idi. 4/154


● İmâm-ı Rabbânînin nisbeti, nisbet-i Eshâb-ı kirâmdır. [Ya’nî Eshâb-ı kirâmın nisbetidir.] 6/206.


● İmâm-ı Rabbânî, tecellî-i zâtî ile şereflendi. 4/183


● İmâm-ı Rabbânî, sâbikûndan idiler. 5/34


● İmâm-ı Rabbânîye, (Seni ve kıyâmete kadar sana tevessül edenleri magfiret eyledim) diye ilhâm olundu. 4/225


● İmâm-ı Rabbânî, Ehl-i beyt-i nebevî kemâlâtına gark olmuşlardı. 4/193


● İmâm-ı Rabbânînin sînesinden [göğsünden] vesvese veren şeytânı ve onun avânesini ihrâc eylemişlerdir. 4/190


● İmâm-ı Rabbânînin, Cenâb-ı Hakkın, dâire-i gadab, dâire-i istignâ [ihtiyâcsızlık dâiresi], rahmet dâiresinde seyri. 4/45


● İmâm-ı Rabbânî, Kur’ân-ı kerîmdeki hurûf-ı mukatta’a ile mümtâz oldular. [Onun sırlarına erişdiler.] 6/157


● İmâm-ı Rabbânî, zemânın halîfesi ile yol berâberliği yapıp, Ecmir seferine gitmişlerdir. 4/238


● İmâm-ı Rabbânîye vefâtından altı gün evvel hummâ geldi. 4/193


● İmâm-ı Rabbânînin ölüm hastalığı sıtma idi. 4/183


● İmâm-ı Rabbânînin vefât târîhi 1034, Seferinin 28.ci salı günü idi. 4/86


● İmâm-ı Rabbânînin yaratılışı, Nebî aleyhisselâmın artık toprağındandır. 6/198


● İmâm-ı Rabbânînin mezârından, üstün kemâlâtlarının feyzi alınmakdadır. 4/80. [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]


● İmâm-ı Rabbânî Lahorda Hacı süvâyı sokağında Hâce Kâsımın eski hânesinde bir-iki ay ikâmet buyurdular. O hâne köhne olmakla, telâpür sokağında diğer hâneye intikâl buyurdular. 4/25


● İmâm-ı Gazâlî, Fârâbî ve İbni Sînâyı tekfir eylemişdir. [Küfre düşdüklerini söylemişdir.] 4/230 [Se’âdet-i Ebediyye: 959], 1/266 [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● İmâm müezzinden mutlaka efdaldir. Me’amâfih imâmda ezânın fazîleti yokdur. 6/24


● “Emr-i münkeri gördükde [İslâmiyyete uygun olmıyan bir iş gördükde] değişdirilmesine kâdir olmadığınız vaktde, sabr ediniz. Allahü teâlâ, onu tagyir eder [değişdirir].” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Emr-i ma’rûf ve nehyi münker bütün müslimânlara vâcib ve küffâr ile cihâd gibidir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● “Yâ emr-i ma’rûf ve nehyi münker edersiniz, veyâhud Allahü teâlâ sizin üzerinize gadab gönderir. O vakt, düânız kabûl olmaz.” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Emr-i ma’rûf olmıyan memleketde, emrlere itâ’at etdiği hâlde, ya’nî mutî’ olduğu hâlde üzülmiyenler helâka müstehakdır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● (Belkıs dedi ki: Pâdişâhlar hasmâne bir şehre dâhil olduklarında, ol şehri harâb ve ehâlisinin azîzlerini zelîl ve esîr eder ve filhakîka bu işi işler.)


Neml sûresi 34.cü âyet-i kerîmesi meâli. 4/66


● “Allahü teâlâ, (şübhesiz ki) ni’metlerin eserini kulu üzerinde görmeği sever.” Hadîs-i şerîf. 5/106. [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● “Allahü teâlâ, bid’at sâhibinin (işleyenin) orucunu, nemâzını, haccını, ömresini, cihâdını, farzlarını ve nâfile ibâdetlerini kabûl etmez. Bunlar, yağdan kıl çıkar gibi islâmdan çıkarlar.” Hadîs-i şerîf. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● “Şübhesiz ki, Allahü teâlâya kullarının en sevgilisi, Allahü teâlâyı kullarına sevdirendir.” Hadîs-i şerîf. 4/117.


● “Şübhesiz ki ben, dünyâyı îmâr etmek için değil........” hadîsi. 4/155.


● “Allahü teâlâ sâdık olan tüccârı sever.” Hadîs-i şerîf. 4/202. [İslâm Ahlâkı: 562.]


● “İnsanoğlunun cesedinde bir et parçası vardır ki, bu sâlih olursa, bütün beden sâlih olur. Bu bozulursa, bütün beden bozulur. Bu et parçası kalbdir.” Hadîs-i şerîf. 5/109.


● (Eğer Allahü teâlâ, sana bir zarar erişdirse, Onu senden keşf ve def’e yine Ondan gayri kimse kâdir olmaz. Eğer sana bir hayr murâd ederse, Onun fadlını red ve men’ eder yokdur. Onun fadlı kullarından dilediğine isâbet eder.) (Yûnüs 107-âyet-i kerîmesi meâli) 5/42. [Hak Sözün Vesîkaları: 339]


● “Kulumu, beni zan etdiği gibi karşılarım!” Hadîs-i şerîf. 6/225


● Enbiyâ kabrlerinde zindedir [diridir]. Lâkin dünyâ hayâtı gibi değildir. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Enbiyâ adedinin ta’yînini, ülemâ men’etmişlerdir. Sofiyyeden bu bâbda nakl edilen bir şey yokdur. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Enbiyâya indirilmiş olan herbir kitâb, Kur’ân-ı kerîmin eczâsından bir cüz’dür.


Onun ba’zı ibârelerinden o kitâblar almışlardır. [Kur’ân-ı kerîm, bütün kitâbları kendinde toplamışdır.] 4/183


● Enbiyâya mütâbe’at olmadıkca [uyulmadıkca] kemâle ulaşılmaz. Eğer birşeyler hâsıl olursa istidrâcdır ki, netîcesi âhıretde hüsrân ve pişmânlıkdır. 4/29 [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Enbiyâdan herbirinin kendi Rabbi ile muâmelesi ve sırrı başkadır ki, hiçbir kimsenin o muâmelede aslen şirketi yokdur. O nisbet ve yakınlığın keyfiyeti mechûldür. 4/222.


● Enbiyâ Evliyâdan efdaldir. Fekat ba’zı meziyyetler ve ma’rifetler Velîye mahsûs (üstünlük) olsa, fadl-ı küllîyî mûcib olmaz. Câiz ve belki vâkı’dir. Ve fadl-ı külli Enbiyâya mahsûsdur. Bunun gibi, Nebîler ile Resûller arası da böyledir. Meselâ Mûsâ aleyhisselâm ile Hızır kıssasında bu husûsu yazmışlardır. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Enbiyânın müttefik bildirdikleri ve ülemânın icmâ’ları olan kavlleri, bâtıl hayâllerle kaldırmak [kabûl etmemek] mümkin midir? 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Enbiyâdan bir Peygambere vahy olunup, zemânında mevcûd bir âbide gidip, senin zühd ve dünyâdan kesilmen, âhıretde nefsin râhat etmesi içindir. Allahü teâlâ için olan ameli yapdın mı dedikde, o amel nedir, diye süâl edince, (Velîlere dostluk, düşmânlara düşmanlık eylemekdir) dedi. Hadîs-i şerîf. 6/55 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● İntizâr ve tefakkud-i matlûbdan [matlûbu beklemek ve aramakdan] bir an uzak olmıyalar. 5/6


● İnzivâyı ihtiyâr eylemek evlâdır. [Yalnızlığı seçmek iyidir.] Lâkin riâyet-i hikmet ve adem-i inâre-i fitne [hikmeti gözetmek ve fitneyi uyandırmamak] lâzımdır. 5/151.


● İnsan toprak olup, toprakdan nebât hâsıl olur, nebâtdan hayvan yir ve hayvanı insan yir ve bundan nutfe hâsıl olup, yine insan peydâ olur. İşte ba’s budur [dirilmek budur] demek küfrdür. 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● İnsana i’tâ olunan [verilen] sûrî ve ma’nevî feyz, zâhirî ve bâtınî feyz [ni’metler], eğer bir an kesilse, varlık ve üstünlükler kalmaz. 4/172


● İnsanın olgunluğu, yokluğunu [adem olduğunu] anlayıp, kendinde emânet olan kemâlâtı, ehline havâle ederek, kendinden intifâ-i kemâlde, hayriyeti de, selb-i hayriyyetdedir. 4/27.


● İnsanın kıymeti, himmeti kadardır. 4/114


● İnsanın izzeti, îmân ve ma’rifet iledir. Mâl ve câh (mevkı’) ile değildir. 5/62 [Hak Sözün Vesîkaları: 342.]


● İnsanın zâtı ademdir. Hayr ve kemâl onun hakkında emânetdir. Ve güzellik ve cemâl in’ikâsîdir. Eğer bu hayr ve kemâli kendine nisbet edip, [kendinden bilip], aslı ile ortaklık da’vâsı ederse, hâindir. 4/27


● İnsan bir biçâredir ki, onun üstünlüğü ve güzelliği yoklukdur. Kendi Mevlâsına mahsûs olan varlıkdan nasıl haberdâr olur. Onun kemâl ve cemâline nasıl muttali’ olur? 4/162


● İnsan, on latîfeden mürekkebdir. Beşi âlem-i halkdan [madde âleminden], beşi âlem-i emrdendir [rûh âlemindendir]. Nefs, âlem-i halkdandır. 5/137.


● İnsan, mebde-i te’ayyünü olan ismin zıllıdir. Zılde bulunan, hayr ve kemâl aslının ziyâsıdır. 6/229.


● İnsanın olgunluğu, kemâl iddi’a etmemekde, hayrlılığı da, hayrlılığı kendinden bilmemekdir. Eğer hayr ve kemâli kendi nefsine nisbet ederse, emânete hıyânet ve asl ile da’vây-ı şirket eder. [Asl ile ortaklık da’vâsında bulunur.] Meğer ki yoklukdan sonra, [Yok iken var edilince] kendisine vücûd ihsân edilince, ikinci bir doğuş ile doğmuş ola ki, o vaktde onun hakkında, bu söz güzel olur. 5/16


● İnsana her ne ulaşırsa, cümlesi, takdîr ve ezelî irâde iledir. 6/87.


● “İnsanın hayrlısı, ittika edip [takvâ sâhibi olup,] sıla-i rahm eden ve emr-i ma’rûf ve nehy-i münker edendir.” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● İnsandan bu fânî âlemde istenen, bîçâre bir kul (köle) olup, kulluk vazîfelerini edâ ve temâmlamak ve ibâdetleri ve tâ’atleri yerine getirmekdir. 5/100.


● İnsanın arzû ile kârı nedir? (İnsan bir şeyi niçin arzû eder durur?) Çok vâki’ olur ki, temennî eylediği emr (iş), kendi hakkında mukadder değildir (takdir buyurulmamışdır.) 5/19


● İnsanı Hak sübhânehu ve teâlâ, beyhûde halk eylemedi ki, kendi hâline bırakılsın. Hattâ, her ne bilirse yapıp, he-vâ-i nefse ve hoşuna giden şeye uysun. Onu emrleri yapmak ve yasaklardan sakınmakla mükellef kıldı. Ve emrler ile muhâtab eyledi. İnsan için onun emrlerini yapmakdan başka çâre yokdur. Ve onun hilâfı üzere hevâ-i nefs ve tabî’ate tâbi’ ola. Eğer bu vechle amel etmezse, âsî ve inadcı kul olup, Allahü teâlânın gadabına uğrar ve çeşidli cezâlara müstehak olur. 5/11 [İslâm Ahlâkı: 564.]


● İnsan her ne kadar derd ve belâya mübtelâ ve mihnetlere düçâr olursa, berâberlikde ve yakınlıkda o kadar ziyâde kâmil olur. 5/111.


● İnsanın kadr ve kıymeti, muhabbet ile belli olur, açığa çıkar. Ve diğer varlıklardan ayrılması bu derd sebebi ile olduğu açıkdır. 6/111.


● İnsanın diğer mahlûkât üzerine üstünlüğü, derd talebi ve râhatına düşkün olmamak sebebiyledir. 6/38


● “İnsanın sevmesi ve buğz etmesi ve vermesi ve vermemesi, Allah için olursa, îmân-ı kâmil olmuşdur.” Hadîs-i şerîf. 6/55 [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● İn’âmda [ni’mete kavuşmakda] sevilenin ve sevenin murâdı, nefsin murâdına muvâfıkdır. Elemde sevilenin murâdı vardır. 6/121.


● Evcâ ve emrâza [acılara ve hastalıklara] sabr edeler.


Ve Hak sübhânehunun kereminden âfiyeti taleb edeler. Ve mahlûkatdan hiç kimseyi vâsıta görmiyeler. Hepsini (ve vâsıtaları) Hak sübhânehu ve teâlâdan bileler ve onun def’ini dahî ondan taleb edeler ki, onun takdîri olmadıkca kimse kimseye zarar eylemeğe kâdir değildir. Ve onun irâdeti olmadıkça, hiç kimse def’i zarar eylemeğe kâdir olamaz. İşte tarîk-i ubûdiyyet budur. [İşte kulluk budur.] 4/72 [İslâm Ahlâkı: 559.]


● Evkâtı [vaktleri], zikr ve fikr ile ma’mûr edeler. Ve en mühim işlere sarf edeler. Ve gizli ve açıkda takvâ ve havf üzere olalar. Ve ölümü ve kıyâmet gününü düşüneler ve bu tefekkürden uzak olmayalar. 4/98


● Evkâtı [vaktleri], zikr ve fikr ile ma’mûr edeler. Mevlây-ı hakîkî celle şânühûnun râzı olduğu şeyleri yapmakda cân-ı gönülden çok çalışmalı, karanlık geceleri ağlamak ve istigfâr ile aydınlık ve pür-nûr edeler. Âhıret azığını bu kısa zemânda [ömr içinde] hâzırlıyalar. 5/88


● Evlâd-ı îşânın (Onların evlâdının) hizmetini kendine se’âdet bileler. 5/39. [Hak Sözün Vesîkaları: 338.]


● Evliyâ zellelerden (küçük günâhlardan) korunmuş değildir. Lâkin tez uyanırlar. [Farkına varırlar]. İyilikler ile onun tedârikini görürler [telâfi ederler]. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Ev halkının dînen hakkı olan şeyler edâ oluna. Onlara dahî çokca karışmıyalar. [Devâmlı onlarla uğraşmıyalar]. 4/171.


● Ehl-i hukûku [hak sâhiblerini] râzı etmekde, öyle bir tarz üzere hareket edeler ki, Allahü teâlânın gadabına sebeb olmıya. Allahü sübhânehunun hakkı, bütün haklardan öncedir. Onun hakkına kemâl üzere ve diğerlerinin hukûkuna dahî riâyet edeler. 4/201.


● Ehl-i islâm, ehl-i tarîkat, ehl-i hakîkat için, farzlar yapılmadan ve harâmlardan sakınmadan kurtuluşa çâre yokdur. 4/39


● Ehlullaha [Velîlere] hâsıl olan zikr-i kalbî, evvelâ hakîkat-i câmi’anın zikridir. [Ya’nî kalb latîfesinin zikridir.] Onun yakınlığı ile mudga [bütün kalb] dahî zikr edici olur. 5/70


● Ehlullahın [Evliyânın] ayrılığının mâtemi yer ve göke yayılır. [Yer ve gök ehli üzülür.] Beden ve kalbe yayılır. Elden çıkışındaki [vefâtından dolayı] (husûsî) feyz ve bereketinden mahrûmiyyet açıkdır. Diğerlerinin ayrılığının mâtemi [üzüntüsü], yeryüzünün bir cüz’inde [bir yerde] olur. 6/178.


● “Ehl-i me’âsîye [ma’sıyyet ehline] buğz eylemekle ve onlardan uzak olmakla Allahü teâlâya karîb [yakın] olun.” Hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Ehl-i gaflet ve ehl-i dünyâ ile mümkin olduğu kadar karışmıyalar. Ve sohbetleriyle kalbin kazancına zarar vermiyeler. 4/201


● (Ehlül bida’i kilâbü ehlin nârı.) [Bid’at ehli Cehennemdekilerin köpekleridir.] Hadîs-i şerîf. 5/110 [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Ehl-i bid’at ve mülhidler ile sohbet etmeyeler ki, onlar din hırsızıdırlar. 5/89 [Eshâb-ı Kirâm: 275.]


● Ehlullahın [Velîlerin] fazîlet sâhibi olması, Allahü teâlâyı tanımaları iledir. Ve Zât ve sıfat-ı teâlânın esrârını keşf iledir. Kerâmet ve mahlûkları keşf ile değildir. 4/50 [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Ey Mevlâyı taleb eden! Seni yüce derecelere ve hidâyete tâbi’ olmağa da’vet eder ve çağırırım. Cümlenin dönüp, ulaşacağı Hak teâlâdır. Ma’lûm ola ki, âhıret azâbına, (dîni) yalanlıyan ve yüz çevirenler atılır. Nefs ve şeytân ve hevâdan sakınmak lâzımdır. Sizi alevli ateşden (Cehennemden) sakındırırım ki, o ateşe şekâvet sâhibleri en çok lâyıkdır. Devâmlı vera’ ve takvâ üzere olup, miskînlere ve akrabâya yiyecek ver ve giydir ki, kıyâmet gününde, Cehennemden uzak olanlar Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” gibi iyice takvâya sarılıp, mallarının zekâtını verenlerdir.


Dünyâ zînetini temennî ederek ve beğenerek basîretini elden bırakma. Zulm sâhibi ve azgın olanlara meyl edip, vaktini hebâ eyleme (boşa harcama). Kabrleri ve onda olup fânî olup gidenleri ve Cennet ehlini ve Cehenneme atılan cin ve insanı hâtırından çıkarma! Karanlık ile örtülmüş geceyi, aydınlık ile nûrlanmış gündüzü tefekkür ederek, Hâlık teâlâya hamd ve senâ eylemelidir. Allahü teâlânın emrlerine sarılmalı ve yasaklarından sakınmalıdır. İnsana (erkek ve kadınlara) mal ve evlâdın fâidesiz ve çok az fâideli olduğu kıyâmet gününde, şefâ’at-i kübrâ taleb edilmelidir. Bu sözlerim korku ehline (Allahdan korkana) hâtırlatmak ve teblîgdir. Allahü teâlâdan uzak, hevâ ve hevesine düşkün olan, lüzûmlu şeylerden mahrûm kalmış gönlün sığınacağı ancak Hak teâlâdır. Hak teâlâ kullarını görmekdedir. Ve herkesin dönüşü onadır. Gizli ve açık herşeyi Allahü teâlâ bilir. Ey Allahü teâlâyı taleb eden kişi! Şu zâta gıbta olunur ki, aşağılıklardan üstünlüklere teveccüh ve yükselip, günâhlarına karanlık gecelerde ağlar. Ve dönüşünün, yüce hükmü arş-ı mecîdden yüksek olan Zât-ı kibriyâya olduğunu bilir. Ve herşeyden kudretinin te’sîrini alıp, zengin ve fânî kılan, güldüren ve ağlatan, öldüren ve diriltenin, hakîkatde Allahü teâlâ olduğunu yakînen bilir. İşte bu vasflar ile muttasıf olan, fenâ-i nefs ile fânî ve herşeye gücü yeten ile bâkî olur. Doğru yola meyl ve azgınlıkdan ârî ve kıyâmet azâbının hüznünden müberrâ olur. Ve insan işlerini hâtırladığı kıyâmet gününde, tam bir mükâfat ile taltif olunup, arasat meydânındaki insanlara Cehennemin gösterildiği anda (arz edildiği anda), yakınlıklara ve derecelere mazhar olur. Ey insanlar! Ehl-i takvânın mazhar oldukları bu ikrâmın rağbete şâyan olduğunu bilip, gücü ve kuvveti tam sarf ederek fenâdan soyunup, bekâ celb edici olunuz. Vesselâmü alâ menittebe’al hüda! (Hidâyete tâbi’ olanlara selâm olsun!) vel tezeme mütâbeat-el Mustafâ “aleyhi ve alâ alihissalevâtil ulâ ilâ yevmil cezâ’i.” 4/9


● Îşânın hizmetleri ile müşerref olanlar, her ne kadar pervâsız ve gerekli edeblerden uzak iseler de, azîzdirler. 4/88


● Îşân, âfâk ve enfüsden geçmişlerdir. Nice senelerce mâsivâyı hâtırlamak isteseler, hâtırlarına gelmez.


Ene (ben) kelimesinin kendilerine dönmesini şirk bilirler. Bu büyüklerin sohbetini istiyeler ve cân atalar. 6/22


● “Îmân-ı kâmil sâhibi o mü’mindir ki, güzel ahlâk sâhibi olup, ehline iyiliği çok ola!” hadîs-i şerîfini Tirmizî ve Hâkim rivâyet ediyor. 4/147 [Cevâb Veremedi: 342, Herkese Lâzım Olan Îmân: 141.]


● Îmân, kelime-i tevhîdin (Muhammedün Resûlullah) kelâmının birlikde tasdîkine bağlıdır. 6/16. [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Îmân-ı Enbiyâ [Peygamberlerin îmânı] ile avâmın îmânı, îmân olması bakımından müşterek ve müsâvîdir. Îmân-ı Enbiyânın üstünlüğü, îmânın sıfatına bağlıdır. Sâlih amellere yakın olan îmân, başka bir safâ sâhibidir. Meselâ, insanlar, insan olmakda müsâvî iseler de, sıfatları yönünden muhtelifdir. 6/24


● Îmân ve küfr, hayr ve şer, hidâyet ve dalâlet, tâ’at ve günâh, Hak teâlânın yaratması olup, bil-cümle onun takdîr ve irâdesiyledir. Kulların işlerinin Hâlıkı odur, kul değildir. Fekat, insan kendi fi’linde mecbûr değildir. Zîrâ, irâdî hareketler ile gayr-ı irâdî hareketler farklıdır. Ve Hak teâlâ sevâbı ve gadabı kulların ameline bağlı kılmışdır. İnsanı irâdesine bırakmış, azâbı ve sevâbı, irâdenin sarfına bağlı kılmışdır ki, buna kesb denir. Kesb, kuldan, Halk [yaratmak] Allahü teâlâdandır. 5/137.


● Îmân ve ilhâm ve vâridâtın mahalli ve envâr [nûrlar] ve esrârın [sırların] mahalli sadrdır [göğüsdür]. 5/97


● Îmânın sûreti, dışdaki ma’bûdların ki, putlar ve diğer kâfirlerin tapdığı şeylerin nefyine [yok edilmesine] bağlıdır. Hakîkat-ı îmân da, içdeki ma’bûdların yok edilmesine bağlıdır ki, nefsin hevâsı ve Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmakdan ibâretdir. 6/16 [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Îmân-ı bil-gayb [gayba îmân] avâmın nasîbi veyâ seçilmişlerin seçilmişlerinin nasîbidir ki, nübüvvet kemâlâtından nasîb almış ve isti’dâd mikdârınca nihâyetin nihâyetinden âgâh olmuşlardır.


Ortada olanlar (Evliyâ), şühûd lezzeti ile yetinmişler ve kavuşmak hayâli ile râhat eylemişlerdir. Îmân-ı avâm [avâmın îmânı] nûrânî ve zulmânî perdelerin gerisindedir. Havâs [seçilmişler] nûrânî perdelerden kurtulmamışlardır ve onda tutulmuşlardır ve onun şühûdunu istenen şühûd tasavvur eylemişlerdir. Ehassül-havâsın [seçilmişlerin seçilmişi olanların] gaybî îmânı ise, nûrânî ve zûlmânî perdelerin ötesindedir. 4/124


● Îmân-ı mecâzî, ya’nî sûret-i îmân, avâmın nasîbidir. Zevâlden [yok olmakdan] emîn değildir. Îmân-ı hakîkî ki, havâssın [seçilmişlerin] îmânıdır. Zevâlden mahfûzdur. [Yok olmakdan korunmuşdur.] 4/64

KIYMETSİZ YAZILAR (Birinci Kısm)-M

 – M –

● Mâ-türîdiyye mezhebimizde, Allahü teâlânın mevcûd ve bir olmasını, akl sâhibi olan herkesin bulması lâzımdır. Dağda, çölde yaşayan ve puta tapanlar için, nazarı [düşünmeyi] terk etdiklerinden dolayı küfr hükm edilir [Cehenneme gideceklerdir]. 1/259. [Mektûbât Tercemesi: 323.]


● Allahü teâlânın mâsivâsı ki, âlem diye ismlendirilmişdir. Gerek unsurlar [elemanlar] ve gerek gökler, akllar ve gerek nefsler ve gerek elemanların basitleri ve gerek bileşik cismlerin hepsi, Hak sübhânehunun yaratması ile var olmuşlardır. Ve yoklukdan varlığa gelmişlerdir. Allahü teâlânın kadîm olması, herşeyden önce var olması, ancak Hak teâlâ için sâbitdir. 3/57. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Mâsivânın mâhiyyeti hakkında meşâyıh-i kirâm üç nev’ söz söylemişlerdir. Birinci tâife; âlem, Hak sübhânehunun yaratması ile hâricde mevcûd ve onda kemâl sıfatlardan her ne var ise, Hak sübhânehunun yaratması iledir, derler.


Ve Hak sübhânehûyu âlemden ayrı olarak, tenzîh ederek, ancak mevleviyyet ve ubûdiyyet [rab olmak ve kul olmak] ve sâni’iyyet ve masnû’iyyet [yaratıcı ve yaratılan] olarak isbât ederler. Bu tâife, kendi sıfat ve olgunluklarını, ödünç alınmış elbise gibi bilirler. Bu tâife, kitâb ve sünnete muvâfık olarak, mümkinin mertebelerinin hepsini vâcibden ayrı kılıp, kendilerini yaratılmış kul bilirler. Kendilerini Hakkın zıllı bilmezler. İkinci tâife, âlemi Hak teâlânın zıllı bilirler. Ammâ, âlemin hâricde mevcûd olduğunu bilirler. Lâkin, zılliyyet yolu ile değildir. Asâlet yolu ile değildir. Bunların vücûdları, zıllin asl ile ayakda durması gibi Hak teâlânın varlığı ile varlıkdadır, derler. Bu tâife her ne kadar mümkinin derecelerini başlangıcdan ayrı görüp, yok bilirler. Ammâ, zılliyyet ve asâlet vâsıtasıyle bunların vücûdlarının artıklarından bir nesne kalmışdır. Üçüncü tâife, vahdet-i vücûda inanırlar. Ya’nî hâricde ancak bir mevcûd olup, o da Hak sübhânehudur, derler. Ve âlem için hâricde, ayrıca âlem yokdur, derler. Bu tâife de, her ne kadar, âlemi, Hak sübhânehûnun zıllıdir derlerse de, eşyânın zıllı mevcûdiyyeti, fekat his mertebesindedir. Hak sübhânehunun zâtını vücûb ve mümkin sıfatları ile vasflanmış bilirler. Ve iniş dereceleri isbât ederler. Ve herbir mertebede, hemen Allahü teâlânın zâtını, o mertebeye lâyık olan hükümlerle vasflandırırlar. Her ne kadar, bu tâife kavuşmuşlardır ve olgunlardır. Ammâ, sözleri halka ilhâd ve dalâleti gösterir [sevk eder]. Bu tâife, hârici, te’sîrlerin çeşidli olması karşısında, mecbûri olarak, eşyâ ilmen mevcûd derler. Ve görünen şeyler için, varlık ile yokluk arasında geçiddir derler. Vücûbun rengini vâcibde sâbit kılarlar [isbât ederler]. Bu üç tâifenin ilmlerinin ve ma’rifetlerinin farklı olmasına sebeb, farklı makâmların hâsıl olmasındaki farkdandır. Herbir makâmın başka ilmleri ve ma’rifetleri vardır. 1/160. [Mektûbât Tercemesi: 195.]


● Mâsivâya, akla gelen, vehme gelen ve görülen herşey dâhildir. 2/59. [Se’âdet-i Ebediyye: 764.]


● Mâsivâ, başdan başa noksanlık ve şerlikdir. 2/98. [Se’âdet-i Ebediyye: 930.]


● Mâsivâya bağlılığın en şiddetlisi, kendi nefsine bağlılıkdır ki, her hayrı kendi nefsi için işler. Eğer çocuğunu severse, kendi için sever. Aynı şeklde mal, makâm muhabbeti de böyledir. 2/42. [Se’âdet-i Ebediyye: 933.]


● Mâsivâya bağlılık, kendi nefsine bağlılıkdır. Her belâ ki vardır, kendine bağlılığı olmakdan gelir. Kendinden kurtulunca, mâsivâ bağlılığından kurtulmuş olur. 1/154. [Mektûbât Tercemesi: 190.]


● Mâsivânın maksad, gâye olmaması lâzımdır. Zîrâ Hak sübhânehûnun gayrisinin maksâd olmasına izn verilirse, çok kerre, hevâ ve nefsânî istek ve arzûların yardımı ile, mahlûkun maksad olmasını Hak sübhânehûnun rızâsı üzerine tercîh edip, ebedî felâkete ulaşır. Bunun için, Allahü teâlâdan gayrısının maksûd olmasını nef’ etmek, îmânın kemâli için zarûrîdir. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Mâsivâya bağlılıkdan kurtulmak için, Hak sübhânehûdan gayri şeyler, gönül üzerinde hâtırlanmıya. 2/77.


● Mü’mine haksız yere [olmadığı hâlde] küfr isnâd eden kendisi kâfir olur [kendine döner]. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Mü’minlerin dünyâda elem çekmesi, âhıret ni’metlerinin kıymetini bilmek içindir. Ve büyükler için, sevgilinin istediği belâları, kıymetlidir. Ve dünyâda mü’minler mihnet çekerse, dost düşmandan mütemeyyiz [ayrılmış] olur. Ve belâlar günâhlara keffâretdir. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Günâhkâr mü’min îmândan çıkmaz. 3/17. [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Mü’mine eziyyet vermek harâmdır. 3/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 914.]


● Dünyâ malından zararın giderilmesine ilâc, zekâtın ondan çıkarılmasıdır [Zekât vermekdir]. 1/165. [Mektûbât Tercemesi: 205.]


● Mâlikîde abdest a’zâsını ovmak farzdır. Elbet ovmalıdır. 1/286 [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Bir şeyin hepsi ele geçmezse, hepsini terk etmemelidir. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Mâverâ-ün-nehr âlimleri, bedenin islâhı ve bâtının [kalbin, rûhun] kurtuluşuna çok hizmet etdiler. 3/99.


● Mubâhın işlenmesi, vâcib işlerin yapılmasına mâni’ olursa, mubâh olmakdan çıkar. 1/73. [Mektûbât Tercemesi: 111.]


● Mubâhları zarûret mikdârı kullanmalı, o da kulluk vazîfelerini yerine getirmek için olmalıdır. 1/76. [Mektûbât Tercemesi: 121.]


● Mubâhların işlenmesinde geniş [müsâmahalı] davranmak, şübheli işlere götürür. Şübheli işler de harâma yakındır. 3/27. [Se’âdet-i Ebediyye: 428.]


● Mubâhlar dâiresi genişdir. 2/81. [Se’âdet-i Ebediyye: 96.]


● Mubâhları kullanmakda zarûret mikdârı ile iktifâ edilince [zarûret mikdârı azaltınca], keşf ve kerâmet dahî çok olur. 3/86. [Se’âdet-i Ebediyye: 748.]


● Mebde ve Me’âd risâlesinde, hakîkat-i Muhammedî makâmından yükselerek, hakîkat-i Kâ’beye ulaşıp ve onunla birleşip, hakîkat-i Ahmediyye nâmını alır, cümlesindeki hakîkat-i Kâ’beden murâd, hakîkat-i Kâ’be zıllerinden bir zıldir. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Mebde-i te’ayyün. 3/114.


● Mebde-i te’ayyünler, bu dünyâdaki varlıkların hakîkatleridir. Âhıretdeki varlıkların mebde-i te’ayyünleri başka işlerdendir. 3/114.


● Her bid’at sâhibi ve sapık, kendi inandıklarının kitâba ve sünnete uygun olduğunu zan eder. Ve kendi yanlış idrâk ölçüsü ile, kitâb ve sünnetden yanlış ma’nâlar çıkarır. “O, bir çoğunu hidâyete kavuşdurur. Bir çoğunu da dalâlete sevk eder.” Âyet-i kerîme meâli. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Mübtedînin [yolun başlangıcında olanın] almış olduğu zikr, farzların ve sünnet-i müekkedelerin dışında yapılır. [Bunların dışında bu zikr yapılır.] 2/57.


● Mübtedî [yolun başlangıcında olan], hâlleri de yok etmelidir. 1/287.


● Mübtedî, erbâb-ı kulûbden [kalbler erbâbından] olmıyan kimsedir. 1/285. [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Mübtedî [başlangıcda olan] ve yolda olanlarda kendini zorlama ve çalışma vardır. Sona varan, kendini zorlamaz. Gaflet içinde iken huzûrdadır. [Beden gafletde, rûh huzûrdadır]. 1/221. [Mektûbât Tercemesi: 269.]


● Mübtedîye, simâ’ ve vecd, her ne kadar şartlarına uygun olsa da zararlıdır. 1/285. [Mektûbât Tercemesi: 415.]


● Mübtedî ve müntehî [başlangıcda ve sonda olan] cezbenin dış görünüşünde aynıdır. Ve görünüşde aşk ve muhabbetde müsâvîdirler. 2/80.


● Mübtedînin [başlangıcda olanın] cezbi, kalbe çeker. Müntehînin [sona varanın] cezbi rûha çeker. Kalbin cezbinde ve teveccühünde, nefsin ve rûhun teveccühleri de vardır. Ya’nî rûhun teveccühü, kalbin teveccühünde yerleşdirilmişdir. Fekat, mübtedîye hâsıl olan bu rûhun teveccühünde, rûh yok olmamışdır. Müntehîdeki teveccüh ise, rûhun fenâsından ve Hakkın varlığı ile bekâsından sonradır. 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Mübtedî [başlangıcda olan] ve yolda olanların hâtıraları zararlıdır [öldürücü zehrdir]. Sona varanların latîfelerinin bedenle alâkası ne kadar çok kesilirse, beden o kadar karanlığa yaklaşıp, bedende vesveseler ve hâtıralar çok olur. Bu hâtıralar latîfelerden değildir. 1/182. [Mektûbât Tercemesi: 221.]


● Kemâle ermiş olan mübtedînin rûhuna, nihâyetden aks yolu ile bir nûr vermişlerdir. Mübtedînin zâhiri bâtınına bağlı ve zâhiri ile bâtını arasında sıkı bir bağlılık olduğu için, rûhundaki nûr, zâhirine sirâyet eder. Ve kavuşma zevki onun zâhirinde hâsıl olur [ortaya çıkar]. 2/43.


● Mübtedî önünde perdeler vardır. Müntehîde perdeler kalkmışdır. 1/99. [Mektûbât Tercemesi: 148.]


● Müteşâbihâtın te’vîlinin açıklanması mürselîne [kendisine kitâb gönderilen Peygamberlere] mahsûsdur. 2/54.


● Kur’ân-ı kerîmin müteşâbihâtında emniyyetli yol budur ki, ona îmân edip ve ma’nâsını Hak sübhânehûya bırakalım. Allahü teâlânın öyle sırlarıdır ki, kulları içinde, seçilmişlerin seçilmişlerine açıklamış, rumûz ve işâret ile, diğerlerinden [uygun olmıyanlardan] örtmüş [gizlemiş]dir. Her kime ki, bu mu’ammânın sırrı açıldı ise, açıklanmasına cesâret eylememişdir. 1/310. [Mektûbât Tercemesi: 495.]


● Mutasavvıf câhiller [ham sofular], sapıklar, kendilerini ahkâm-ı islâmiyyenin mükellefiyyâtından kurtulmuş sanırlar. Ahkâm-ı islâmiyye başkaları için [câhiller için]dir derler. 1/273. [Mektûbât Tercemesi: 398.]


● Mütenâfî, ya’nî zıd olan iki şeyin bir arada bulunmaması, aynı zemânda bir arada bulunamazlar demekdir. 1/222. [Mektûbât Tercemesi: 274.]


● Mücâhid buyurdu ki, sabâh ve akşam tevbe etmiyen kimse, zâlimlerdendir. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Müctehidi taklîd eden mukallidler, hatâsında dahî sevâba nâil olurlar. Keşf ehlinin hatâsı afv olunur ise de, bunlara uyanlar afv olunmaz. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Büyük müctehidler, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” yakın zemânda oldukları ve ilmleri ve takvâları ve vera’ları çok olduğu için, hadîs-i şerîfleri biz câhillerden [uzak düşmüşlerden] dahâ iyi bilirler, anlarlar. Ve onların sahîh oluşunu ve gayri sahîh oluşunu, nesh edilip-edilmediğini bizden dahâ iyi bilirler. 1/312. [Mektûbât Tercemesi: 498.]


● Müctehidin, ictihâd edilecek konularda, diğer müctehidleri ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ictihâd ve re’yini taklîd etmesi yasakdır. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Müctehidlerin hatâsına dahî sevâb vardır.


Onların hatâsını taklîd dahî kurtuluş vesîlesidir. 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Müceddid-i elf-i sânî bu ümmetin sonuna mensûbdur. (Bu ümmetin en iyileri öncekileri ve sonrakileridir, hadîsdir). Ve örtülü kalmış bulunan, nübüvvet kemâlâtına kavuşmuşlardır. 2/3.


● Müceddid-i elf-i sânî, Abdülkâdir-i Geylânînin vekîlidir. 3/124.


● Müceddid odur ki, zemânında aktâb ve evtâd ve bütün ümmete feyzler, onun vâsıtası ile vâsıl olur. 2/4.


● Meczûb. 3/100.


● “Mecmû’a-i Hânî”, tavsiyeye şâyan fârisî bir fıkh kitâbıdır. 1/193. [Mektûbât Tercemesi: 229.]


● Muhabbet, sevgiliye itâ’at etmeği îcâb eder. Muhabbet en yüksek seviyeye çıkınca, itâ’at da tâm hâsıl olur. 2/78.


● Muhabbet, hüzn ve derdin menşe’idir. Muhabbet bağı ortaya çıkınca, sevgili de seven gibi çâresiz bağlanır. 3/88.


● Muhabbet dostluğun üstündedir. 3/94.


● Muhabbet-i zâtiyyeye alâmet, sevgilinin ni’met ve dert ve belâlarının müsâvî olmasıdır. 2/75. [Se’âdet-i Ebediyye: 427.]


● Muhabbetin kemâli, ikiliğin kalkmasıdır. Ve seven ile sevilenin ittihâdıdır. [Muhib, ma’şûka kavuşur]. 3/88.


● Muhabbete müdâhene [ikiyüzlülük] sığmaz. 1/165. [Mektûbât Tercemesi: 205.]


● Sevgiliden gelen elemler de sevgilidir. 3/59. [Se’âdet-i Ebediyye: 425.]


● Sevgilinin elemleri, imâm-ı Rabbânî indinde, ni’metlerden dahâ çok lezzet verir. Zîrâ, dert ve elemlerden lezzet, kendi nefsinin ve murâdının isteğinden uzakdır. 2/33. [Se’âdet-i Ebediyye: 716.]


● Mahbûbları [sevgilileri] bir mahalle kavuşdururlar ki, dostlar o makâmdan geri kalmışlardır.


Meğer ki, sevgililere tâbi’ olurlarsa, onlar da o makâmlara kavuşurlar. 3/88.


● Mahbûbiyyet yolunda, cezbe sülûkden önce olur. 1/9.


● Muhık ile mübtılin [hak yolda olan ile bâtıl yolda olanın] arasındaki fark, Peygambere tâbi’ olmakdır. 2/95.


● Muhkemât [Açık bildirilmiş olan ahkâm] Kitâbullahın anası ise de, netîcesi müteşâbihâtdır ki, o da maksadlardır. 2/18.


● Muhammed Bâkîbillâhın mezârı Delhîdedir. 1/291. [Mektûbât Tercemesi: 458.]


● Muhammed Pârisâ, “Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanınız,” ma’nâsını açıklarken buyurdu ki, sâlik nefsine hâkim olur [kontrolüne alır]. Hak sözü kabûl edip, kendi ayblarını görüp, başkalarının kemâl hâlini görür ve terk edilmiş sünnetlerin ihyâsına çalışmak ile bid’atleri men’ ederse, Hak teâlânın Melik [her şeye hâkim], semi’ [işitmek], basîr [görmek], muhyî [diriltmek], mümit [öldürmek] sıfatları ile sıfatlanmış olur. Câhiller hayâl ederler ki, Velî, ölmüş cesedi canlandırır ve gayb olmuş eşyânın keşfi ve bunların emsâli şeyleri bilirler. Bunlar bozuk düşüncelerdir. 1/107. [Mektûbât Tercemesi: 157.]


● Muhammed Pârisâ “Füsûl-i sitte” de buyurdular ki, Îsâ aleyhisselâm semâdan inince, Hanefî mezhebi üzere amel edecekdir. 2/55. [Kıyâmet ve Âhıret: 182.]


● Muhammed Pârisâ buyurdu ki, çok kimse, ölmüş cesedin canlandırılmasına i’tibâr eder. Ehlullah [Allah adamları], ölü kalbleri diriltir. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Muhammed Sâdık. 1/260, 1/306, 2/22.


● Muhammed Sa’îdin menkıbe ve fazîletleri beyânındadır. 1/235. [Mektûbât Tercemesi: 294.]


● Muhammed Ma’sûm, yirmibeş yaşında kayyûmiyyet ile rütbelendirilmişdir. [Kayyûmiyyet makâmına getirilmişdir]. 3/104.


● Şeyh Muhammed Sâdık, imâm-ı Rabbânînin mahdûmlarıdır. 1/306. [Mektûbât Tercemesi: 490.]


● Şeyh Muhammed Sâdıkın fazîleti. 1/290, 2/22.


● Muhammed Abdüllah, imâm-ı Rabbânînin oğludur. 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● Muhammed Zâhid, Mevlânâ Derviş Muhammedin pîri ve annesinin kardeşidir [dayısıdır]. 1/180. [Mektûbât Tercemesi: 219.]


● Mihnet ve sıkıntıya katlanmak, muhabbetin îcâblarındandır. [Muhabbet sâhiblerine lâzımdır]. 1/140. [Mektûbât Tercemesi: 181.]


● Muhyiddîn-i Arabî, son gelen ehl-i tesavvufun uydukları imâmdır. 3/89.


● Muhyiddîn-i Arabî, her gece, işlerini ve hâtırına gelen niyyetlerini hesâb ederek, sevâblarına şükr, günâhlarına tevbe ederdi. 1/309. [Mektûbât Tercemesi: 494.]


● Muhyiddîn-i Arabîyi red edenler, tehlükededir. Onu hatâları ile kabûl edenler dahî tehlükededir. Şeyhi kabûl edeler ve hatâlarını [yanlış sözlerini] kabûl etmiyeler. 3/79.


● Muhyiddîn-i Arabî buyuruyor ki, kerâmeti çok olanlar, son nefeslerinde, bu kerâmetlerin açığa çıkmasından pişmân olurlar. 2/92. [Se’âdet-i Ebediyye: 749.]


● Muhyiddîn-i Arabî indinde varlıkların mâhiyyeti, Hak teâlânın ilmindeki, ayrı-ayrı tafsîlâtlı kemâlâtdır [olgunluklardır]. 3/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 947.]


● Muhyiddîn-i Arabînin, büyük dedeleri ki, ölümünden kırkbin seneden çok geçmişdir. Dedelerinin latîfelerinden görülen, âlem-i misâlde bir latîfe idi ki, Şeyh zemânında âlem-i şehâdetde mevcûd olmuşdu. Ve beytullahı [Kâ’beyi] evvelce âlem-i misâlde ziyâret etmişdi. 2/58. [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Muhyiddîn-i Arabîye göre şeytân, Medîne-i münevverede medfûn olan o Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” kendi, hakîkî şekline giremez.


Başka sûretlerde de Resûlullah olarak görünemez diyenleri kabûl etmiyor. [Hakîkî sûretini uykuda teşhis zordur]. 1/273. [Mektûbât Tercemesi: 398.]


● Muhyiddîn-i Arabîye göre, dört halîfenin hilâfetleri sırası, ömrleri müddetine göredir. Bu kelâm hilâfetlerinde eşid olmalarına delâlet eylemez. Emr-i hilâfet başka, efdal olmak bahsi başkadır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Muhyiddîn-i Arabî indinde küfr ve günâhları, Allahü teâlânın “Mudıl” ismi beğenmekdedir. Bu söz hak ehline muhâlifdir [ya’nî yanlışdır]. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Muhyiddîn-i Arabîye göre, islâm ve küfr [kâfir] cümlenin meâli rahmetdir [gideceği yer rahmetdir] deyip ve Hakkın va’dinin hilâfi câizdir, der. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Muhyiddîn-i Arabî hiçbir şey’i aslında kötü ve çirkin bilmez. Hattâ küfr ve dalâlet, îmâna göre kötü sayılır, der. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Muhyiddîn-i Arabî, Hak sübhânehûyu mecbûr zân ediyor. [Sözlerinden öyle anlaşılıyor]. Çok âlimlere muhâlifdir. Fekat, hatâları; keşfî ve ictihâdî olduğundan ma’zûrdur. Ba’zı tâife, şeyhi kötüleyip, dil uzatır. İlmlerini hatâlı görür. Ba’zı tâife de onun bütün ilmlerini doğru bilirler. Bunlar ifrât ve tefrîtdir [fazla ve azdır]. 1/286. [Mektûbât Tercemesi: 420.]


● Muhyiddîn-i Arabî indinde, Nebînin vilâyeti, kendi nübüvvetinden efdaldir. 1/95. [Mektûbât Tercemesi: 141.]


● Muhyiddîn-i Arabî indinde, âhıretdeki rü’yet, tecellî-i sûrîden ibâretdir. Bu telakkî [görüş] rü’yeti inkârdır. 3/90. [Se’âdet-i Ebediyye: 927.]


● Muhyiddîn-i Arabî ve ona tâbi’ olanlar, Hak teâlâya zâtî ihâta ve yakınlık ve zâtî berâberlik isbât ediyorlar. 3/80.


● Muhyiddîn-i Arabî, vahdet-i vücûda inanıp, mümkinin varlığı, aynı Allahü teâlânın varlığıdır, demişdir. 3/74.


● Muhyiddîn-i Arabî ve tâbi’leri, sıfata ayn-i zatdır, dediler. 1/310. [Mektûbât Tercemesi: 495.]


● Muhyiddîn-i Arabî, Fütûhât-i Mekkiyye’sinde, “Cem’i Muhammedî [Muhammed aleyhisselâmın kemâlâtı], Cem’i ilâhîden genişdir. Zîrâ, ilâhî hakîkatlar ve mahlûkların hakîkatları bir aradadır, diyor. Bilmez ki, orada ancak, ülûhiyyet mertebesinin zıllerinden, görüntülerinden bir zıl vardır. O mukaddes mertebeye göre, Cem’i Muhammedînin hiç mikdârı yokdur. [Onun yanında hiç kalır.] 2/71.


● Muhyiddîn-i Arabî, hâtemünnübüvve [son Peygamber], ba’zı ilm ve ma’rifetleri, Evliyânın sonuncusundan alır, demişdir. Ve kendini vilâyet-i Muhammedînin sonu bilir. Bu sözün te’vîli, Pâdişâhın hazînedârlarından birşey alması gibidir. 3/77. [Se’âdet-i Ebediyye: 941.]


● Muhlislerin kusûrları afv olunur. 1/239. [Mektûbât Tercemesi: 290.]


● Mezheb taklîdi lâzımdır. 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Mir’ât-i kâinâtda [kâinât aynasında], görülen cemâl değil, cemâlin zılleridir. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Murâdiyyet [istenilmiş olmak] cezbenin önce olmasıdır. 3/118.


● Murâdiyyet eshâbını [Murâdlar yolunun yolcularını], şeyhin aracılığı olmadan cezb edip, işini bitirirler. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Murâdlar yoluna, ictibâ yolu derler. 3/118.


● Murâkabe-i zât, Nakşibendiyye yolunda kıymeti yokdur. 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]


● “El-mer’ü me’a men ehabbe” [Kişi sevdiği ile berâber olur] hadîs-i şerîfi, hicrân ateşi ile yananlara tesellî vermekdedir. 2/99. [Se’âdet-i Ebediyye: 515.]


● Maraz-ı zâhirî [bedenî hastalık], iş görmeği gücleşdirdiği gibi, kalb hastalığı da, ibâdet yapmağı gücleşdirir. 1/289. [Mektûbât Tercemesi: 442.]


● Maraz-ı kalbîye [kalb hastalığına] tutulmuş olanın hiçbir ibâdet ve tâ’atı makbûl değildir. Belki zararlıdır. 1/105. [Mektûbât Tercemesi: 156.]


● Maraz-ı kalbî [kalb hastalığı], Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına, kalbin tâm inanmamasından ibâretdir. 1/191. [Mektûbât Tercemesi: 227.]


● Müstehab, Hak teâlâyı dost eder ve rızâ-yı ilâhîye vesîledir. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Mesh-i serde [başın mesh edilmesinde], kulak ve ensenin mesh edilmesinde ihtiyâtlı hareket etmek lâzımdır. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Müskirâtdan [ve uyuşturucudan] kaçınmak lâzımdır. Ve hepsini dahî hamr [şerâb] gibi harâm ve müstenker kabûl ve i’tikâd edeler. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Meşâyıhin rûhlarından istifâde etmeğe ve onların yardımına mağrur olmıyalar [aldanmıyalar] ki, o görünenler, kendi şeyhinin latîfeleridir ki, o sûretlerde görünmüşdür. Değişik şeylere bağlanmak, hüsrâna mûcibdir. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Meşâyıhin ekserîsi rûh ve sırdan haber verdi. Az kimse, hafîden haber vermişdir. 1/294. [Mektûbât Tercemesi: 468.]


● Müşrik o kimsedir ki, Hak teâlânın gayrinin ibâdetine tutulmuşdur. [Mahlûkâta ibâdet eden müşrikdir]. Eğerçi vücûb-i vücûdda ortağı yok, derse de. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Müşrikler necs-i ayn değildir. [Müşriklerin bedenleri necs değildir]. Onların necâsetleri, i’tikâdlarının pisliğidir. 3/22. [Se’âdet-i Ebediyye: 70.]


● Mudga (yürek). 3/65.


● Mudga sol cânibde [sol tarafda] bulunmakdadır ki, âlem-i halkdandır. 2/21.


● Mat’ûmât-i lezîze [lezîz yiyecekler] ve melbûsât-ı nefîse [nefîs giyecekler] kullanırken, nefsin arzûlarını düşünmemek gerekir. 1/70. [Mektûbât Tercemesi: 108.]


● Matlûb tarafından bildirilmeden, her ne ki kendi tarafından söylerse, kendinden söylemiş olur. Bu sûretle her ne ki matlûbu medh etse, kendini medh etmiş olur. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Mezâhir-i cemîleye [güzel görünenlere] istiyerek ve tekrâr bakmak câiz değildir. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Mezâhîr-i cemîleden [güzel görünenlerden] olan haz ve lezzet ve babanın oğlu ile ve kardeşin kardeş ile ülfeti hılletdendir [dostlukdandır]. Muhabbet başkadır. 3/88.


● Me’âsînin [günâhların] ve ahkâm-ı ilâhiyyeye bağlanmamanın [günâhların] zulmeti, insanın îmân nûrunu selâmete erdirmez [îmân nûrunu söndürür]. 1/96. [Mektûbât Tercemesi: 143.]


● “El-mualecetü bil iddâd.” “Ya’nî zıddı ile ilâc eylemek lâzımdır.” 2/53. [Se’âdet-i Ebediyye: 429.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh”ın vâlidesi Hind “radıyallahü anhâ”nın fazîleti. 3/41. [Se’âdet-i Ebediyye: 778.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh” ve onun ile berâber olan Eshâb-ı kirâm hatâda idiler. Fekat, hatâ ictihâdî idi. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh”ın atının burnuna giren toz, Ömer ibni Abdül’azîzden efdaldir. 1/66. [Mektûbât Tercemesi: 138.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh” hakkında Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hayrlı düâ etmişdir. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh”ın hatâsı, Veysel Karnî ve Ömer Mervânînin sevâbından hayrlıdır. 1/120. [Mektûbât Tercemesi: 208.]


● Mu’âviye “radıyallahü anh”ın hilâfeti, Alî “radıyallahü anh” zemânında hakîkî değil idi. Ondan sonra, âdil imâm oldu. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Ma’bûd, maksûd [gâye, kavuşulmak istenen] ma’nâsınadır ki, ona kavuşmak için her dürlü zillet ve aşağılanmak îcâb etdirir. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Mu’cize-i Kur’âniyye [Kur’ân-ı kerîmin mu’cizesi], diğer mu’cizelerden kuvvetli ve devâmlıdır. 1/107. [Mektûbât Tercemesi: 157.]


● Mu’cizeye tâlib olan, kâfirler ve inkâr ehlidir. Hiçbir mü’min mu’cize taleb etmemişdir. 1/292. [Mektûbât Tercemesi: 462.]


● Mi’râcda, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” imkân dâiresinden çıkarak, ezelî ve ebedî bir ânda gördü. 1/283. [Mektûbât Tercemesi: 413.]


● Ma’rifetin ma’nâsı. 3/91.


● Ma’rifet, ilmin ötesi olup, buna, (idrâk-i basît) de derler. 1/38. [Mektûbât Tercemesi: 65.]


● Ma’rifet-i eşyâ [eşyâyı bilmek] yalnız kalbe has değildir. Kalb fânî olunca, zâhir yine bilmekdedir (âlimdir) 3/94.


● Ma’rifetin sûreti ve bunun îmânda mu’teber olduğu. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Ma’rifet-i Hüdâ [Allahü teâlâyı tanımak] şu kimseye harâm olsun ki, kendini frenk kâfirinden üstün bile. 1/261. [Mektûbât Tercemesi: 343.]


● Ma’rifet-i Hüdâ [Allahü teâlâyı bilmek] celle sultânühu, şu kimseye harâmdır ki, onun bâtınında [kalbinde, rûhunda], bir zerre dünyâ muhabbeti ola. 2/38. [Se’âdet-i Ebediyye: 745.]


● Ma’rifet-i Hüdâ [Allahü teâlâyı tanımak]dan âciz olduğunu idrâk etmek, yükselme mertebelerinin sonudur. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Ma’rifet-i Hüdânın [Allahü teâlâyı tanımanın] vâcib olması, zât ve sıfatı tanıma konusunda islâmiyyetde bildirilenlere âiddir. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Ma’rifet-i sôfiyye [sôfiyyenin tanıması] mu’teber ve hakîkî îmâna kavuşmağa sebebdir. 3/123. [Se’âdet-i Ebediyye: 919.]


● Mu’avvizeteyn tekrârı, elemin def’i için ganîmetdir. 2/32. [Se’âdet-i Ebediyye: 427.]


● Ma’kûlâtda [akla dâir şeylerde, düşüncelerde], vehmden gelecek ihtilâfdan emîn olunmaz. Rü’yetde [görmekde] ise, kalbin itmînânı mevcûddur. 3/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 756.]


● Mukarrebler, Allahü teâlâdan gayri bir şey istemezler. Cenneti, Onun râzı olduğu yer olduğu için isterler. 1/35. [Mektûbât Tercemesi: 62.]


● Mukallidler, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfden kendi anladıklarına uymayıp, müctehidlerin anladıklarına uyalar. [Bunun için, tefsîr kitâblarını okumamalı, dört mezhebden birine uymalıdır. Müctehidlere uymak lâzımdır.] 1/312. [Mektûbât Tercemesi: 498.]


● Mükâşefe [keşf etmek], sıfat mertebesinde hâsıl olan hâle derler. 3/120.


● Mektûbâtın mütâle’asını lâzım bileler ki, fâidelidir. 1/237. [Mektûbât Tercemesi: 296.]


● Bir mekrûh ki, mubâh mukâbili ola, tahrîmî mekrûhdur. Yatsıyı gece yarısına te’hir etmek gibi. 1/29. [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● Mekrûhdan kaçınmak ve bir edebe riâyet; zikr, fikr ve murâkabeden efdaldir; dahâ fâidelidir. 1/29. [Mektûbât Tercemesi: 47.]


● Melekler, aslı görenler, asla teveccüh etmiş olanlar [asla bağlanmış olanlar]dır. Onlar hakkında zıllıyyet şübhesi yokdur. 2/12.


● Melekler, Hak teâlânın kullarıdır. Hatâ ve yanılmakdan korunmuşlardır. Yemek ve içmekden uzak, kadın ve koca [erkek-dişi] olmakdan uzakdırlar. Ba’zıları risâlet ile seçilmişlerdir. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Melekler, imkân dâiresindedirler. Mahlûkdurlar. [Nasıl oldukları bilinirler.] 1/287. [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Meleklerin ba’zısı, ateş ile kardan yaratılmışlardır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Meleklerin hakîkatleri, İsrâfil aleyhisselâmın hakîkatından meydâna gelmişdir. 3/122.


● Melâike-i illiyyîn ki [yüksek melekler ki], Allahü teâlâya yakın olanlardır. Onların dahî te’ayyünâtının başlangıcı, te’ayyün-i vücûdîdir. 3/114.


● Melâhat, güzellik için güyâ bir merkezdir. Sabâhat, o merkezin dâiresidir. 3/94.


● Melâhat, sabâhatın üstüdür. Melâhate kavuşmak, sabâhat derecelerini kat etdikden sonra ortaya çıkar. 3/94.


● Memlehaya [tuz içine] düşen insan, tuz olup, alış-verişi câiz olur. 3/53.


● Mümkinin [yaratılanın] vâcib-i teâlâdan nasîbi, ayrılıkdan harâb ve bîtab düşmek, anlıyamamak ve hayretdir. 3/80.


● Mümkinâtın yaratılmasına sebeb, sevgidir. 3/88.


● Mümkinât [yaratılanlar] her şer ve fesâdın kaynağıdır. 2/98 [Se’âdet-i Ebediyye: 930.]


● Mümkinâtı üç kısma taksîm eylemişlerdir. Âlem-i ervâh, âlem-i misâl, âlem-i ecsâd [madde âlemi]dır. Âlem-i misâle berzah [geçid] derler ki, âlem-i ervâhla, âlem-i ecsâd arasındadır. Âlem-i ervâh ve ecsâdın ma’nâları ve hakîkatları, âlem-i misâlde, latîfelerin sûretleri ile ortaya çıkar. Âlem-i misâl, hadd-i zâtında sûretleri ve şeklleri ihtivâ etmez. Sûret ve şekl ona, diğer âlemden aks etmişdir. Âlem-i ervâh, âlem-i misâlin üstüdür. Rûh, âlem-i misâle gitmez. Âlem-i misâl, görmek içindir. Olmak için değildir. Var olma yeri âlem-i ervâh ve ecsâddır. [Rûh âlemi ve madde âlemidir]. 3/31 [Se’âdet-i Ebediyye: 87.]


● Mümkinin yaratılmış olmasının alâmeti, ihtiyâc sâhibi olmasıdır. 3/64.


● Mümkin, kendi parçaları ile mümkindir. Ve kendi sûreti ve hakîkati ile mümkindir. Te’ayyün-i vücûbî mümkinde niçin olur. Mümkinin hakîkati gerekdir ki, mümkin ola. Mümkin, Vâcib teâlânın mahlûkudur. Ve ol dahî mümkinin Hâlıkıdır. 3/122.


● Mümkin, kendine yönelmiş ve Allahü teâlâdan yüz çevirmiş iken, yine kendi aslına muhabbeti ve meyl-i tabî’îsi vardır. Kendini bilsin ve gerek bilmesin. Belki kendine olan muhabbeti, hemen fil-hakîka kendi aslı ile alâkalıdır. Çünki, muhabbete teâlluk eden güzellik ve kemâl, asldan gelmekdedir. Kendinde adem (yokluk) ve çirkinlikden gayri yokdur ki, muhabbet olsun. [Ya’nî muhabbet yokdur.] 3/80.


● Mümkinin güzellik ve iyiliği, Allahü teâlânın yüksek mertebesinden zıl yolu ile gelmişdir. Mümkinin zâtı [kendisi], onun sâdece şer olan adem-i zâtîsi [yokluğu] vâsıtası ile çirkinlik ve noksanlıkdır. Mümkinin güzellik ve iyiliği her ne kadar vücûddan gelmişdir. Ammâ, yokluk aynasında görülmekle, ayna hükmünü almış ve kötülükden hisse almışdır. Ve noksanlık kazanmışdır. Mümkin, aslı [zâtı] çirkin olduğu için, bu güzellikden aldığı lezzet kadar, hâlis güzellikden lezzet alamaz. Çöpçüye kötü kokudan hâsıl olan lezzet, iyi kokudan hâsıl olmaz. 3/98 [Se’âdet-i Ebediyye: 755.]


● Mümkin-i fakîr [muhtâç olan mümkin], Vâcib-i teâlâya ayna olması mümkin değildir. Belki Vâcib-i teâlâ, mümkine aynadır. 3/122.


● Mümkinâtın hepsi, gerek asl ve değişen sıfatlar olsun ve gerekse âlemler ve akllar, var olmakda ve varlıkda kalmakda Hak sübhânehuya muhtâcdır. 3/57. [Se’âdet-i Ebediyye: 116.]


● Mümkinler [yaratılanlar] zât sâhibi değildir ki, sıfat o zât ile varlıkda ola. Bütün varlıkları [yaratılanları] varlıkda durduran Allahü teâlânın zâtıdır. 2/45. [Se’âdet-i Ebediyye: 966.]


● Mümkinâtın [yaratılmışların] yaratılmasından maksad, onlara, ni’met vermek ve ihsânda bulunmakdır. Yoksa, onların vâsıtası ile, ismlerin ve sıfatların kemâlâtı hâsıl olmaz. İsmler ve sıfatlar kendi kendine kâmildir. Hiçbir zuhûr ve mazhara [görüntüye ve birşeyde bunları göstermeğe] ihtiyâcları yokdur. Bütün kemâlât Hak teâlâda vardır. Kuvveden fi’le çıkacak değildir ki, onun meydâna gelmesi bir emre bağlı ola. Görmek ve görünmek kendinden kendine olur. Bilen ve bilinen ve söyliyen ve işiten kendidir. Bütün kemâlât, o makâmda nasıldır denilemez, anlaşılamaz. Ünvânı ile ayırd olunurlar. O makâmda, hem icmâl, hem tafsîl vardır. 3/114.


● Mümkinlerin hakîkatleri İmâm-ı Rabbânî indinde, Allahü teâlânın “celle sültânüha” ilminde mufassalan [teferruatlı ve geniş olarak] bilinen yokluklar olup, ilm hânesinde açıklanan, Allahü teâlânın ism ve sıfatları bu yoklukların ba’zısında yansımışdır. 3/50.


● Mümkinât [yaratılanlar], ismlerin ve sıfatların zıllerinin görünüşleridir [aynasıdır]. 1/287 [Mektûbât Tercemesi: 426.]


● Mümkinlerin zıller olması, yolculuk esnâsındaki sâlikler içindir. Kavuşanlar için, zılli ilâhî yokdur. 3/122.


● Mümkinler, Allahü teâlânın ism ve sıfatlarının aynasıdır [yansıtmakdadır]. Allahü teâlânın zâtını göstermezler. 3/89.


● Mümkinler, sıfatın zıllıdir. Şu’ûnların zıllı değildir. 3/26.


● Mümkinler, ismlerin ve sıfatların kemâlâtının, vehm ve his mertebesinde görünmesidir. 2/44. [Se’âdet-i Ebediyye: 943.]


● Mümkinler, Allahü teâlânın ilmindeki hakîkatlerine uygun olarak, dışarıda görülmekdedirler. 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Mümkinler, ya’nî mahlûklar, beş latîfenin âlem-i emrdeki asllarının sonuna kadardır. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Bir kimse bir günâh işler, sonra pişmân olursa, bu pişmânlığı, günâhına keffâret olur. Ya’nî afvına sebeb olur. Hadîs-i şerîf. 2/66. [Se’âdet-i Ebediyye: 97.]


● Men arefe nefsehu, fekad arefe rabbehû hadîs-i şerîfinin ma’nâsı [Kendini tanıyan, Rabbini tanır]. Bir kimse kendi hakîkatini, şerirlik [kötülük]ler ve zıdlık ile berâber bilip, her hayr ve kemâli, Allahü teâlâdan gelmiş [Ona âid] bilince, çâresiz, Allahü teâlâyı hayr ve kemâli ile bilmiş olur. 3/66.


● Men dakka bâbel kerîmi infeteha [Kerîmlerin kapısı çalınınca açılır]. 1/232. [Mektûbât Tercemesi: 284.]


● Men yüti’irrasûle fekad etâ’allahe. [Kim Resûline itâ’at ederse, Allahü teâlâya itâ’at eder.] Nisâ Sûresi 80. âyet-i kerîmesinin îzâhı 1/152. [Mektûbât Tercemesi: 188.]


● Men arafellahe kelle lisânühü. [Allahü teâlâyı tanıyanın dili söylemez olur.] 2/58 [Se’âdet-i Ebediyye: 79.]


● Kur’ân-ı kerîmi kendi görüşüne göre tefsîr eden kâfir olur. [Tefsîr ilminden haberi olmıyanlar ve islâm düşmanları, tefsîr kitâbları yazıp, yaldızlı cildlerle satıyorlar. Bunlara aldanmamalı, dört mezhebden birinin ilmi-hâl kitâblarını okumalıdır.] 1/234. [Mektûbât Tercemesi: 286.]


● Saçını, sakalını müslimân olarak ağartan afv olunur. “Hadîs-i şerîf.” 1/88. [Mektûbât Tercemesi: 137.]


● Men senne sünneten haseneten felehu ecrühâ ve ecrü men amilebihâ. [Bir kimse, islâmda sünnet-i hasene meydâna çıkarırsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların sevâbına kavuşur.] “Hadîs-i şerîf” 2/57.


● Zengine zenginliği için alçaklık gösterenin dîninin üçde ikisi gider. “Hadîs-i şerîf.” 1/138. [Mektûbât Tercemesi: 180.]


● Eshâb-ı kirâma dil uzatanlara, onları söğenlere Allahın, meleklerin ve insanların la’neti olsun. “Hadîs-i şerîf” 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● (Ve minennâsi men-yeşterî lehvel hadîsi) âyet-i kerîmesi, tegannînin yasaklığı hakkında nâzil olmuşdur. 1/266. [Mektûbât Tercemesi: 350.]


● Münâfık günâhına kanâ’at edendir. Îmânın sûreti onu azâbdan kurtarmaz. 2/69. [Se’âdet-i Ebediyye: 289.]


● Münâfık, inkârını kalbi ile yaparak, nemâzın sûretini yerine getirir. 2/54.


● Müntehînin mahlûkların sonuna kadar urûcu [yükselmesi], ahkâm-ı islâmiyyenin sûretine yapışmak ile olur. Ondan sonra vücûb mertebelerinde seyr [ilerleme] ahkâm-ı islâmiyyenin sûretine ve hakîkatine birlikde uymakla olup, bu iş [mu’âmele] ilm şânına kadar varır ki [yükselir ki], burası, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mebde’i te’ayyünüdür. Bundan sonra ilerlenirse, ahkâm-ı islâmiyyenin içi de dışı da yolda kalır. Ârif, şân-ı hayâtda yükselir. Bu şân matlûbun mukaddemesidir. [İstenilenin başlangıcıdır]. [Maksadın kapısı gibidir.] Bu mertebede ârif, kendini ahkâm-ı islâmiyyeden dışarıda bulur. Allahü teâlâ koruduğu için, ahkâm-ı islâmiyyenin inceliklerinden bir inceliği kaçırmaz. Bu büyük ni’mete kavuşmakla şereflenenler, çok az, hem de pek çok azdır. 1/172. [Mektûbât Tercemesi: 213.]


● Müntehînin rücû’da [geri inişde] zâhiri ve bâtını mahlûklara döner. Fekat mahlûklara bağlanmaz. Halka dönmekle, kalkmış olan perdeler geri gelmez. Yükselirken zâhiri halkla, bâtını hak iledir. 1/95. [Mektûbât Tercemesi: 141.]


● Müntehînin bâtınında [kalbinde, rûhunda], hem vüsûl, hem de zevk-i vüsûl vardır. 2/43.


● Ni’met verene şükr, ni’mete kavuşan üzerine aklen ve dînen vâcibdir. Şükrün derecesi gelen ni’mete göre olur. Allahü teâlânın ni’metlerine şükr, evvelâ: Ehl-i sünnet i’tikâdına göre i’tikâdı düzeltmek, ikinci olarak: Ahkâm-ı islâmiyyeyi ehl-i sünnet âlimlerinin ilmihâl kitâblarından öğrenip, bunlara uymak, üçüncü olarak: Ehl-i sünnet olan sofiyyenin yolunda kalbi ve nefsi temizlemekdir. Bu son kısm şart değildir, fâidesi büyükdür. İslâmın aslı, ilk iki şarta bağlı ve islâmın kemâli üçüncü şarta bağlıdır. 1/71. [Mektûbât Tercemesi: 109.]


● Münker ve Nekîrin kabrde mü’minlere ve kâfirlere süâli hakdır. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Nübüvveti inkâr edenler, îmân ile şereflenememişlerdir. Ve Enbiyâdan başka bir kimse, bu kelimeyi [tevhîdi] söylememişdir. Nübüvveti inkâr edenler, eğer, Allahü teâlâ vardır, derler ammâ, yâ islâmı taklîd ederler veyâ vücûb-ı vücûdda vâhid bilirler. [Var olan vâcibi bir bilirler.] İbâdete hakkı olmakda vahdâniyyeti inkâr ederler. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Nikâhlı kadından dört adedi ve câriyeden her ne kadar taleb ederse, mubâh kılınmışdır. 1/191. [Mektûbât Tercemesi: 227.]


● Ölüm mü’mini sevgiliye kavuşduran bir köprüdür. 2/12.


● Mûsâ aleyhisselâm, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında olsaydı, Ona uymakdan gayri başka şey yapmazdı. 1/249. [Mektûbât Tercemesi: 307.]


● Mûsâ bin İmrân, yâ Rabbî, ziyâde azîz kimdir, dedikde, gücü yeter iken, düşmanını afv edendir, buyuruldu. 1/98. [Mektûbât Tercemesi: 146.]


● Mûsâ aleyhisselâm, Îsâ aleyhisselâmdan dahâ şanlıdır. 1/260. [Mektûbât Tercemesi: 326.]


● Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâyı görmek istedikde, (Sen beni göremezsin) cevâbını alınca, bu isteğinden vazgeçdi. 1/272. [Mektûbât Tercemesi: 387.]


● Şarkı söylemek, ilâhî, kasîde ve tegannî ile mevlid ve Kur’ân-ı kerîm okumak ve dinlemek, bizim tarîkatımızda yasakdır. 1/266 sonunda, 3/73. [Kur’ân-ı kerîmi ve mevlidi tegannî etmeden okumak lâzımdır. Çok sevâb olur.]


● Mehdî hakkında, şeyh ibni Hacer bir risâle yazmışdır. Alâmeti ikiyüze bâlig olur [ulaşır]. 2/67. [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Mehdî aleyhirrahme nübüvvet yolu ile vâsıl olmuş, kavuşmuşdur. 3/124.


● Mehdînin “aleyhirrahme” hakîkati, sıfat-ül-ilmdir [ilm sıfatıdır]. 1/251. [Mektûbât Tercemesi: 308.]


● Mehdî aleyhirrahme gelecek. Ve başı üzerinde bir bulut bulunacakdır. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]


● Mehdînin babasının ismi Abdüllahdır ve Eshâb-ı Kehf arkadaşı olacakdır. “Hadîs-i şerîf.” 2/68. [Se’âdet-i Ebediyye: 398.]


● Mehdînin gelişi, yüzyıl başında olacakdır. Dahâ evvel doğuda, kuyruklu yıldız görülecekdir. 2/68, 1/209. [Se’âdet-i Ebediyye: 398, Mektûbât Tercemesi: 247.]


● Meyyit boğulmak üzere olan kimse gibidir. Babasından, anasından ve kardeşinden ve arkadaşından, kendisine gelecek olan bir düâya muhtâcdır, beklemekdedir. 1/278. [Mektûbât Tercemesi: 409.]


● Mîzân Hakdır. Ve bu mîzân dünyâ mîzânına muhâlif olup, kefesi yükselir ise ağırdır. 3/17 [Se’âdet-i Ebediyye: 102.]


● Meyl-i tabî’î [içgüdü] ve taleb [istek] farklıdır. 3/3. [Se’âdet-i Ebediyye: 906.]


● Ma’rifetullahın meydâna gelmesi [hâsıl olması], mâsivânın temâmına muhabbetden kalbin kesilmesine, âzâd olmasına [kurtulmasına] bağlıdır. Bir kalbde, iki zıd şeyin sevgisi bir arada olmaz. 3/37.


● Bir farzın terkine veyâ bir harâm ve yasağın yapılmasına sebeb olan nâfile ibâdet, mâlâya’nîye dâhildir. 1/123

Kalbe gelen çirkin vesveseler

Ve aleyküm selâm muhterem kardeşim [Enver Yazıcı]
[Ankara]

Çirkin vesveselerin istilâsından ,vaktiyle Abdülhakîm Efendi hazretlerine de şikâyet edildiğini müşâhede etmiştim.Şikâyet eden Dr. Gâlib bey hâlâ hayattadır.Cevâbında böyle vesveseler imânın kuvvetine ve kemâline alâmettir. Şeytan ve nefs iki kuvvetli düşmandır.Kötü vesveseler bu iki düşmanın silahlarıdır.Hiç üzülmeyiniz.Ehemmiyet vermeyiniz,buyurmuşlardı.Geçenlerde bir Arabca kitapta da böyle okumuştum.Bundan kurtulmak için Seâdet-i Ebediyye ve Mektûbat tercemesini ve istiğfar çok okuyunuz.

Mezkûr zât Almanya'ya gitmeyip eski işlerini yeni bir dükkânda idâme ettirmeleri muvâfık olur. Orada Kurban bey kardeşimizle meşveret ediniz.Onunla bulacağınız dükkân hayırlı olur.Kurban bey kardeşimizin adresi aşağıdadır.

Kavukçuoğlu pasajı,No=4,Polatlı.

Size,kayınbiraderinize ve abisine ve Kurban  Bey'e selâmlar ve duâlar ederim aziz kardeşim.

Hilmi. [Ocak-Şubat 1973]

Kaynak: Yâdigâr mektûblar