Hüseyin Hilmi Işık efendi sohbet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüseyin Hilmi Işık efendi sohbet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Muhyiddîn-i Arabî)* hazretlerine; Bu makâma ne ile, nasıl kavuşdun? demişler. Cevâbında; *(Evliyâyı çok sevmekle)* buyurmuş. 


Meselâ bir yerde, bir *(Evliyâ)* zâtın aleyhinde konuşuluyorsa, hemen o *(Velî)* yi müdâfaa edermiş. 


Efendimiz aleyhisselâm buyuruyorlar ki: *(Güzel ahlâkı tamâmlamak için geldim)*. Bir şeyin en iyisi veyâ en kötüsü söylenince, o şeyin *(Hepsi)* anlaşılır. 


*(İbâdet)* lerin en iyisi, *(Güzel ahlâk)* dır. Güzel ahlâk denilince, bütün *(İbâdet)* ler anlaşılır. Evâmiri yapmakla emrolunduk, *(Emr)* leri yapacağız. 


Âyet-i kerîmede; *(Yalnız şirki affetmem)* buyuruluyor. Çok çeşidli *(Küfr)* vardır. Ama *(Şirk)* denince, bütün küfrler anlaşılır. Bu, bir edebiyat kâidesidir. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bizi *(Huzûr)* una kendisi çağırırdı. O çağırmasaydı biz gidemezdik. Bize, her *(Şeyi)* o öğretdi. 


Tek maksadımız, islâmiyete *(Hizmet)* dir kardeşim. Bu iş, *(Sen-ben)* dâvâsı değildir. Asıl iş, *(Niyet)* de. Amellere verilecek karşılık, *(Niyete)* göredir. 


İki kişi aynı *(Ameli)* işler, niyete göre amellerin *(Cezâ)* sı değişir. Burada cezâ demek, *(Karşılık)* demekdir. 


Karşılığı, *(Niyete)* göre değişir. Bir safda iki *(Kişi)*, yan yana namaz kılar. Birinin niyeti *(Hâlis)* dir, ötekininse, hâlis niyetden haberi yok. 


Onun ibâdetiyle, öbürünün ibâdeti arasında *(Dağ)* lar kadar *(Fark)* vardır. Ama görünüşde, ikisi de aynı. 


Elhamdülillah, bütün *(Dünyâ)* ya, bütün *(Müslümân)* lara hizmet ediyoruz kardeşim, tek niyetimiz bu. 


Bu *(Niyet)* oldukdan sonra Allahü teâlâ *(Yardım)* eder. Allahü teâlâ, bizleri o *(Büyük)* lerin şefâatinden mahrum eylemesin kardeşim.

Sevincimden ağlıyorum

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kardeşim, *(Tam İlmihâl)* Seâdet-i Ebediyye’de, büyüklerin *(İsim)* leri de, *(Kitap)* ları da, her *(Şey)* leri belli. *(Kaynak)* ları belli. Bu kitâbı okuyan, *(Âlim)* olur. 


Hele hele içindekileri tatbîk eden, *(Evliyâ)* olur. Çok *(Lüzûmlu)* varken, az *(Lüzûmlu)* yu okumak, dünyâ ile meşgûl olmakdır. 


Bugün *(Fıkh)* okumak varken, *(İlmihâli)* öğrenmek varken, İslâm Ahlâkı kitâbımızdan *(Küfr)* bahslerini okumak varken, 


*(Gülistân)* okumak, *(Bostan)* okumak, başka bir kitap okumak, yine de *(Lüzûmsuz)* dur, yâni *(Fuzûliyât)* dır. Benim ömrüm *(Aramak)* la geçdi. 


Neyi aramakla? Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden öğrendiklerimin *(Vesîka)* sını aramakla. Biliyorum, ama benim, vesîkalarını göstermem gerekir. *(Abdülhakim Efendi hazretlerinden işitdim)* diyemem. 


Abdülhakim Efendi hazretlerinden öğrendiklerim elbette *(Doğru)* dur. Fakat başkalarına *(Anlatmak)* için vesîkalarını bir bir aradım, buldum. Onun için bizim *(İlmihâl)*, kalıcı bir eserdir kardeşim. 


Ben *(Erzincan)* da iken Kayseri’li bir *(Asker)* vardı, bana *(Hizmet)* ederdi. Bir gün geldi ve; 


Efendim, çamaşırhânede sizin yatak takımlarını falan yıkayan bir *(Hanım)* var, sizi görmek istiyor. Sizi çok merak ediyor, dedi. 


Ben de; *(Hay hay, buyursun)* dedim. Bir de bakdım ki, akşam üzeri Kayserili asker geldi; Efendim o hanım geldi dedi. *(Buyursun gelsin)* dedim. 


Kapıdan *(Dev)* gibi, *(İri yarı)*, uzun boylu bir hanım girdi. Beyaz iş gömleği vardı arkasında. *(Nasılsın anneciğim?)* dedim, yaşlıydı. Cevap olarak ne yapdı bilseniz. 


Başladı hüngür hüngür *(Ağlama)* ya. Dedim ki: Elhamdülillah de, sevin, ağlıyacak ne var? O da; *(Elhamdülillah)* dedi. *(Sevincimden ağlıyorum)* dedi. 


*(Sizin gibi, müslümân bir albay görmek nasîb oldu)* dedi. Benim babam Erzincan’da *(İmâm)* dı dedi. Başından geçenleri anlatdı. Allah rahmet eylesin o kadıncağıza.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çok şanslıyız kardeşim, çok bahtiyârız. Bu *(Îmân)*, bir mücevherdir. Cenâb-ı Hak, bu *(Mücevheri)* çöplüğe koymaz. 


Arkadaşlarımızın kalpleri müsâit olmasa, Allahü teâlâ o *(Mücevheri)*, o *(Pırlanta)* yı onların kalbine verir mi? Yalnız bunun için, Cenâb-ı Hakka ne kadar *(Şükr)* etsek azdır. 


*(Fıtrat)* çok mühim kardeşim, bâzılarının fıtratı, mutlak *(Küfr)* dür, Allah korusun. Hiç ıslâhı mümkün değil. Bâzılarının da fıtratı *(Küfr)* dür, ama aslı kaybolmamışdır.


Sâdece üstü *(Örtülmüş)* dür, o kadar. Yâni ümit var, her an için, o örtü kalkıp, *(Îmân)* edebilir. Ama birincisinde hiç *(Ümit)* yok, tamâmen kapalı. 


*(Îmân)* etme ihtimâli *(Hiç)* yok, mümkün değil. Onun üstü tam örtülmüş. Böyleleri, Peygamberi dahî görse, yine îmân etmez, ancak *(Küfr)* ü artar. İkincisi ise *(Örtü)* kalkar, *(Müslümân)* olur. 


İşte birincisine misâl, *(Ebû Cehil)*, ikincisine misâl de *(Hazret-i Ömer)*. Hazreti Ömer'in fıtratı müsâitdi, ama üzeri *(Küfr)* ile örtülmüşdü. Fıtratı *(Temiz)* idi.


*(Huy)* bakımından, *(Ahlâk)* bakımından müsâit idi. Nitekim Peygamberimiz aleyhisselâm ona *(Duâ)* etdi, duâsı kabûl oldu. Zâten fıtratı *(Temiz)* di ve îmân edip, *(Hazret-i Ömer)* oldu. 


Peygamber Efendimize yahûdîler, *(Zehirli et)* yedirdiler. Hazret-i Ömer'i câmiye giderken, Hazret-i Osmân'ı Kur'ân-ı kerîm okurken, Hazret-i Alî’yi namaz kıldırırken *(Şehîd)* etdiler. 


Hazret-i Hasan'a, *(Elmas)* parçaları içirdiler, midesi bağırsakları parçalandı ve *(Şehîd) oldu*. Hazret-i Hüseyin'in başını kestiler, *(Şehîd)* oldu. 


Bunların hiç biri *(İmdât!)* demedi, yardım istemedi. İsteselerdi, *(İmdât yâ resûlallah!)* deselerdi, Efendimiz aleyhisselâm elbette yetişir ve *(Yardım)* ederdi. 


Ama onlar istemediler. Niçin istemediler? İki sebepden. Birincisi, *(Şehit)* lik sevâbı almak istiyorlardı. Şehitlere vaad edilen *(Ni’met)* lere kavuşmak için *(Yardım)* istemediler. 


İkincisi de, *(Levh-il mahfûz)* da şehîd olacaklarını *(Görüyor)* ve *(Okuyor)* lardı, niçin istesinler?


*******


Bir gün âbilere dedim ki: Bu yahûdîler, bir *(Kelime)* için, koca bir *(Kitap)* yazarlar. Meselâ bir siyah köpeğe *(Arap)* demek için, bir *(Roman)* yazarlar, tiyatro yaparlar, filim çevirirler. 


Yâhut da, yine temiz gençleri aldatmak için, meselâ onlara Allah yerine *(Allah baba)* dedirtmek için, bir *(Kitap)* yazarlar. 


Böylece, bir *(Mürşid-i kâmil)* görmiyen, dînini tam öğrenmiyen gençlerin *(Îmân)* ını çalarlar kardeşim. Bilmiyorlar çünkü. Doğrusunu bilseler, aldanmazlar. 


Meselâ sarıklı sakallı, *(Hoca)* şekline girmiş bir *(Sanatçı)* nın, İslâm dînini alaya alan hareketine, bir kahkaha atsa, mâzallah *(Küfr’e)* girer, îmânını kaybeder. 


Çünkü dînimizce *(Kutsal)* olan şeylere saygısızlık, *(Küfr’e)* sebep olur. Onun için böylelerini seyretmek uygun değil kardeşim. 


Bu gün de bitdi. Bugün akşama kadar, kim bilir, kaç *(Bin)* nefesimizi mevcutdan harcadık. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanları yaratmadan evvel, iki *(Şeyi)* ezelde takdîr etdi, yazdı. 


Bir tânesi *(Rızkı)* mız, ikincisi *(Nefes)* lerimiz. Bunlar sayılı, belli. Ezelde takdîr edilmiş. Hattâ her rızkın üzerinde, kime âitse, onun *(İsmi)* yazılı efendim. 


Hiç kimse, kimsenin *(Rızkı)* nı yiyemez. Ve hiç kimse, rızkını bitirmeden *(Ölmez)*. Cenâb-ı Hakkın *(Takdîri)* böyle. Allahü teâlânın işlerinde karışıklık olmaz. İnsanların işi karışıkdır. 


*(Elâ bi zikrillahi tatmeinnül kulûb)* sadakallahül azîm. Yâni kalplerin ferahlaması, sıkıntının giderilmesi, ancak Cenâb-ı Hakkı hâtırlamakla mümkündür. 


Eğer hâtırlıyamıyorsan, hâtırlıyan *(Biri)* ile berâber ol, aynı şey. Yâhut da o zâtın *(Kitâb)* ını oku, hâtırlatır sana. *(Kabr)* ine git, *(Rûh)* una oku, hâtırlatır sana. 


*(Namaz)* kıl, Kur’ân-ı kerîm oku, hâtırlarsın. Çünkü *(Zikr)* kelimesi, hatırlamak demekdir kardeşim. Düşünün ki, Allahü teâlânın *(İlmi)* sonsuz, *(Kudreti)* de sonsuz.

Bir kızın yetişeceği yer evidir

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:

Bir *(Kız)* ın okuyacağı, yetişeceği yer, onun her şeysi, *(Evi)* dir kardeşim. Evinin dışı *(Ateş)* dir. Ne niyetle olursa olsun. İsterse Kur’ân-ı kerîm kursuna gitsin. 



Nitekim *(Enver)* bey söyledi. Kur’ân-ı kerîm kursuna giden *(Kızlar)* dan bahsetdi. Üç beş tânesi bir araya gelmişler, bilmem nereye gitmişler. Çok *(Fenâ)* kardeşim, çok *(Yanlış)* 



Çok üzüldüm. Hele de bu zamanda. Bir kızın yeri, kendi *(Evi)* dir, annesinin *(Yanı)* dır. Dışarısı *(Ateş)* dir kardeşim. Bütün bunlar, bizim *(Kitap)* larımızı okumamaktan oluyor.

Kalpten kalbe yol vardır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Minel kalbi ilel kalbi sebîlâ.)* Yâni kalpden kalbe *(Yol)* vardır. Asıl iş, o *(Yolu)* ele geçirmekdir. O yolu ele geçirdin mi, sen de *(Sevdiğin)* le berâbersin demekdir. 


*(El mer'ü mea men ehabbe)*. Hadîs-i şerîf bu. Sohbet demek, illâ bir *(Şey)* ler dinlemek, bir *(Şey)* ler öğrenmek demek değildir kardeşim. 


*(Sohbet)*, berâber olmak demekdir. İsterse hiç konuşulmasın. 


Nitekim, *(Şâh-ı Nakşibend)* hazretlerine uzak yoldan bir tüccar gelmiş. İçeri girmiş. Bakmış ki, mübârek *(Zât)* hiç konuşmuyor, *(Sükût)* ediyor. 


Herkes başını önüne eğmiş, sessizce oturuyorlar. İçinden; *(Bu kadar uzak yoldan geldim, bir şeyler anlatsa da, istifâde etsem)* diye düşünmüş. 


O anda, Şâh-ı Nakşibend hazretleri başını kaldırmış ve o tüccara; *(Bizim sükûtumuzdan istifâde edemiyen, konuşmamızdan hiç istifâde edemez)* buyurmuş. 


Meğer Şâh-ı Nakşibend hazretleri, o *(Sükût)* ânında, mübârek *(Kalb)* inden ordakilere *(Feyz)* akıtıyormuş.


Müslümânın sîmâsında *(Feyz)* vardır. Bu *(Sîmâ)* ya bakan, bu feyzden *(İstifâde)* eder. Hiç konuşmasa da, kalbinden yayılan feyz, çevresine çok *(Fâideli)* olur. 


Hele *(Çocuk)* ların kalbi, henüz pisliğe bulaşmadığı için çok *(Temiz)* dir. Hepimiz, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin *(Himâye)* sindeyiz, elhamdülillah. 


Onların *(Feyzi)* hepimizin kalbine akıyor inşallah. *(Muhabbeti)* çok olana, *(Feyz)* çok gelir. Onlardan feyz ala ala *(Dünyâ)* yı unutur. 


Bu dünyâyı *(Unutdu)* mu, o zaman Allahü teâlânın *(Feyz)* leri ve *(Muhabbet)* leri kalbe yerleşir. 


*(Kalb)* ine feyz gelen kimse, hiç kimsenin görmediği şeyleri *(Görür)* , hiç kimsenin işitmediği şeyleri *(İşitir)*, hiç kimsenin bilmediği ma’rifetleri *(Söyler)*.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hepimiz *(Hizmet)* ediyoruz. Bu, ne büyük *(Ni’met)* dir kardeşim. Eshâb-ı kirâmın *(Vazîfe)* si bu. Eshâb-ı kirâm niçin çok *(Yüksek)* dir?


Niçin çok *(Şeref)* lidir? Çünkü hepsi *(İslâm)* yolunda çalışdılar. İslâmı *(Yaymak)* için uğraşdılar. Canlarını *(Fedâ)* etdiler. 


Tâ *(Mekke)* den, *(Medîne)* den kalkdılar, İstanbula kadar geldiler. Meselâ, *(Eyüp Sultân)* hazretleri. Canlarını *(Fedâ)* etdiler. 


Niçin? Allahın dînini *(Yaymak)* için. Elhamdülillah, biz de Allahü teâlânın *(Dîni)* ni yaymak için uğraşıyoruz kardeşim. 


Allah da bize *(Yardım)* ediyor. Şimdi evde bir kaç *(Mektup)* okudum, amân ne yalvarıyorlar, ne çok *(Duâ)* ediyorlar. Niçin? *(Kitap)* gönderdiğimiz için 


Fakat, biz *(Hizmet)* ediyoruz diye *(Mağrûr)* olmıyalım, gururlanmıyalım. Rabbimiz bize *(Nasîb)* ediyor, *(Yardım)* ediyor. Allah yardım etmezse yapamayız ki. 


Bütün *(Dünyâ)* bizim kitapları *(Yaymak)* da yarışıyorlar. İşte bütün bunları *(Allah)* yapıyor kardeşim. Bir gün Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri ile oturuyorduk. 


Bir şey anlatmıyorlardı. İçimden; “Bâri ben konuşayım” dedim. Üniversitede talebeydim o vakit, *(Efendim, Cemel vak’asındaki hâdiseler çok üzücü)* dedim. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri birden ciddîleşdi. Ve bana dönüp; *(Sen de mi müctehid oldun? Daha neler söyliyeceksin?)* buyurdu.


Ve ardından; *(Bizler hâzır olsak, hesâba katılmayız, gâib olsak aranmayız)* diyerek, kendini de dâhil etdi. 


Merhametinden beni kovmadı efendim. *(Git, bir daha gelme!)* deseydi ben ne yapardım?

Kime evliya denir?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cennetin en yüksek derecesi, *(Şehîd)* lere mi verilir? Hayır, islâmiyeti *(Yayan)* lara verilir. Zâten şehîdler de islâmiyeti *(Yaymak)* için şehîd oluyorlar. 


İslâmiyeti yayanlara *(Cennet)* de en yüksek derece var. Peygamber aleyhisselâma sormuşlar; *(İnsanların en kıymetlisi kimdir?)* diye. 


İki kelime ile cevap vermiş Peygamber aleyhisselâm. Buyurmuş ki: *(Men teallemel ilme ve allemehû.)* Ne demek bu?


Yâni, ilim *(Öğrenen)* ve öğrendiğini başkalarına *(Öğreten)* dir, buyurmuş. Yalnız öğrenmekle olmuyor. Öğrendiğini de *(Öğretecek)*. Asıl lâzım olan bu. 


Elhamdülillah, biz öğretiyoruz. Birine bir *(Kitap)* vermek demek, *(Öğretmek)* demekdir işte. Peygamber Efendimizin *(Müjde)* si bu. 


Öğrenecek, öğretecek ve yayacak. Nasıl yayacak bu zamanda? *(Kitap)* vermekle. Ne *(Mutlu)* ilim öğrenene ve Allahın kullarına *(Yayana)*. 


Allahü teâlânın kullarına, hem de bütün dünyâya *(İslâmiyeti)* öğretmek için, Allahü teâlâ bizi *(Vâsıta)* kılmış. Hepimizi yâni. 


Kimimiz *(Paket)* yaparız, kimimiz *(Yazar)* ız, kimimiz postâneye *(Götürürüz)*, kimimiz de *(Taşırız)*. İslâmiyetin koruyucusu, *(Osmânlı)* lar ve *(Nakşî)* lerdir. 


İslâm düşmanları bunu bildikleri için, en çok bu *(İki)* sine saldırıyorlar. İslâmiyeti *(Yok)* etmeye uğraşıyorlar. İslâmiyet, Allahü teâlânın *(Emir)* leri ve *(Yasak)* larıdır. 


*(Evliyâ)* deyince, aklınıza ne geliyor? Bir anda çeşidli yerlere *(Gitme)* si, su üzerinde *(Yürüme)* si gibi şeyler mi? 


Hayır, bu gibi şeyler, *(Şeytân)* ın işleridir. Şeytân da yapıyor böyle şeyleri. *(Evliyâ)* demek; Allahın *(Dostu)*, Allahın sevdiği *(Kulu)* demekdir. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri buyurdu ki: Bu zamanda *(Îmânı)* olan, *(Harâm)* dan sakınan, ibâdetlerini ihlâsla *(Yapan)*, evliyâdır. Yâni Allahü teâlânın sevdiği kuldur

İslâmiyet iki kelimeyle özetlenebilir

 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:


(İslâmiyet), iki kelimeyle özetlenebilir. Bu iki kelime, (Evet) ve (Hayır) dır. Ama bunun için de (İlim) lâzım, yâni bilmek lâzım. Nerede [evet] di-yecek, nerede [hayır] diyecek? 


Bunu iyi bilmek lâzım. Bunu da, herkes bilemez ki. Bunu, ancak (Allah dostları) yâni (Evliyâ zâtlar) bilir. (Evet) denecek yerde [hayır] derse, yanar efendim. 


Meselâ Hazret-i Ömer radıyallahü anh, Peygamber Efendimize (Evet) yerine [Hayır] deseydi, (Ebû Cehil) den daha (Tehlike) li olurdu. 


Yâhut da Ebû Cehil, (Hayır) diyeceğine, [Evet] deseydi, Hazret-i Ömer’den daha (Üstün) olurdu. Bu iş (Nasip) meselesidir kardeşim. 


(Eshâb-ı kirâm) efendilerimiz, Resûlullah Efen-dimizden (Mûcize) beklemediler. Hiç böyle şeyler düşünmediler ve konuşmadılar. Çünkü buna (İhtiyaç) ları yokdu. 


Onlar, Peygamber aleyhisselâmın mübârek (Sohbet) inde bulunmakla (Şeref) lendiler. Hiçbir şey, sohbet gibi (Kıymetli) olamaz. 


O (Sohbet) de bulunmakdan daha büyük (Kerâmet) yokdur. Bunu, Mektûbât bildiriyor. 

Evliyânın (Sohbet) inden istifâde etmenin de şartları var. 


Nedir onlar? Önce, o zâta karşı (Edeb) li olacak. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: (Hiçbir bî-edeb vâsıl-ı ilallah olamamışdır.) 


Sonra o büyüklerden (Kerâmet) beklemiyecek. Biz kazandıklarımızı, (Abdülhakim Arvasi Efendi) hazretlerine olan (Edeb) imiz sâyesinde kazandık. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri çok (Sevimli) idi. Ama çok da (Heybet) liydi. Heybetinden yüzüne bakamazdık. Bu (Büyük) lerin her [zerre] si, her [hücre] si Allahü teâlâyı (Zikr) eder. 


Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: (Hak gelirse, bâtıl gider). Hakkın gelmesi için de gay-ret lâzım, yorulmak lâzım, üzülmek lâzım, ağlamak lâzım. 


Osmânlılar, (Viyana) ya kadar gitmeselerdi, dövüşmeselerdi, oralara (Hak) gitmezdi. Dolayısıyla oradaki insanlar (İslâmiyet) le şereflenemezdi.

Ölürken Allah demek istiyorsan şimdiden Allah de

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ölürken, para demek istiyorsan, şimdiden *(Para)* de! Ama ölürken Allah demek istiyorsan, şimdiden *(Allah)* de. Allah, *(Mü’min)* leri seviyor ve *(Sevdiği)* ni de bildiriyor. 


O severken biz *(Nasıl)* sevmeyiz. O hâlde birbirimizi seveceğiz kardeşim. Bu *(Ni’met)* in devâmı, birbirimizi çok *(Sevme)* ye bağlı. Yoksa Allahın *(Gücü)* ne gider. 


Diyeceksiniz ki; (Ama efendim, o bana şöyle şöyle söyledi). Söylesin, o senin *(Din)* kardeşin. Sen onu, *(Allah)* için sev, *(Nefs)* in için değil. 


O, *(Mü’min)* çünkü. Yâni Rabbimin *(Evliyâ)* sı. Cenâb-ı Hak, onu seçmiş, sevmiş, ona *(Îmân)* nasîb etmiş. Böyle kimse *(Sevilmez)* mi? 


Hastalıkda *(Şifâ)* vardır. Ama hakîkî hastalık, *(Kalp)* hastalığıdır, beden hastalığı değil. Beden hastalığı o kadar *(Mühim)* değil. 


Asıl mühim olan, *(Kalp)* hastalığıdır, *(Gönül)* hastalığıdır. Çünkü kalbin hastalığı tedâvî olmazsa, karşılığı Cehennemdir, yâni *(Ateş)* dir. 


Yârın âhirette *(Ateş)* le temizlenecek. Kalbin tedâvîsi eğer dünyâda yapılmazsa, *(Âhirete)* kalırsa, onun telâfîsi ve tedâvîsi *(Ateş)* dir. 


Cehennem *(Ateşi)* dir. Onun için bedene gelen her hastalık, kalbe *(Şifâ)* verir. 

● ● ●

Birgün Fâtih câmiinden geliyordum. Eski bir arkadaşıma rastladım. Bana dedi ki: *(Hilmi, ben bir şey duydum, doğru mu acabâ?)* Ne duydun? dedim. O da dedi ki:


Ben kelime-i tevhîd söylüyorum. Fakat biri bana dedi ki: *(Bu zikrin, seni Allahın sevgisine kuvuşdurması için, bir büyükden izin alman lâzım.)* 


Böyle bir şey var mı? dedi. Ben de ona dedim ki: Doğru söylemiş. Bütün kitaplar diyor ki, insan *(Kelime-i tevhîdi)* söylerse, çok *(Sevap)* alır. 


Ama *(İzin)* li söylerse, hem çok *(Sevap)* alır, hem de Allahın *(Sevgi)* sine kavuşur. Böyle dedim.


Ayrıca, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin *(Zikr)* le ilgili bir *(Mektûbu)* var ya, işte o mektûbu okursanız, Abdülhakim Efendi hazretleri, size *(İzin)* vermiş olur, dedim.

Annesini razı etmeyen Cenâb-ı Hakkı razı edemez

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Eshâb-ı kirâm)* efendilerimiz, birbirlerini niçin çok *(Sever)* lerdi? Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Kad Semi’a sûresinin son *(Âyet)* inde, bunun cevâbını veriyor. 


Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak? *(Birbirinizi sevin!)* buyuruyor 


Bir mü’min, bir mü’mini *(İncitir)* se, Kâbe-i şerîfi yıkmış gibi *(Günah)* kazanır, hem de *(Yetmiş)* defâ. Amân amân! *(Kalp)* kırmakdan çok sakınalım kardeşim. 


Bir arkadaşınız, *(Duâ)* istedi benden. Ben ona duâ etsem, Allah *(Kabûl)* etmez ki efendim. Allahü teâlânın kabûl etmiyeceği *(Duâ)* yı ben niçin yapayım? 


*(Niçin)* kabûl etmez peki? Çünkü annesini üzüyormuş. Hanım anneniz söyledi. *(O arkadaş, annesini üzüyor, annesi ondan râzı değil)* dedi. 


*(Anne)* sini râzı etmiyen, *(Cenâb-ı Hakkı)* râzı edemez efendim. Allahü teâlânın *(Rızâ)* sını kazanmak isteyen, önce *(Anne)* ve *(Baba)* sının rızâsını alsın. 


Ona *(Duâ)* edersek, bizim duâmız da *(Hava)* da kalır. Ama *(Enver’e)* duâ ediyorum, ona duâ ederim, Allah da *(Kabûl)* eder. 


Niçin? Çünkü annesi ondan çok *(Râzı)*, biz de *(Râzı)* yız. Anne babasını râzı edenden, Allahü teâlâ da *(Râzı)* olur kardeşim. 


Anne babanın, evlâdı üzerinde *(Hakkı)* çok büyük kardeşim. Onun için onları üzmek *(Felâket)* dir. 


Bu gün *(Îmân’ı)* korumanın tek *(Yol’u)* var. O da, din kardeşine muhabbet beslemekdir. Onu *(Sevmek)* dir, onunla *(İyi)* geçinmekdir. 


Bizim *(İlmihâl’i)*, roman okur gibi okumayın kardeşim. Okuduğunuz yeri *(Bir)* daha okuyun, sonra *(Bir)* daha okuyun. 


Oradan, bir *(Hülâsa)* çıkarın, ondan bir *(Şey)* kapın. O paragrafda anlatılandan *(Murâd)* nedir? Onu iyice öğrendikden sonra *(Öbür)* paragrafa geçin.

En güzel şifa Kur’ân-ı kerîmdir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çok *(Hizmet)* ediyorsunuz kardeşim. Fakat biz, bu hizmetlerin *(Devâm)* ını istiyoruz. Peki, bu hizmetlerin devâmı nasıl olur? 


Bir *(Şart)* la olur. Birbirinizi kırmıyacaksınız ve üzmiyeceksiniz. Eğer birbirinizin *(Kıymet)* ini bilmezseniz, Allah alır bu *(Ni’met)* ini. 


Elhamdülillah, ben Rabbimizi, hep *(Cemâl)* sıfatıyla anıyorum, hâtırlıyorum. Rabbimizin *(Rahmet)* ini umuyorum. Affedeceğini *(Ümîd)* ediyorum. 


Hiç *(Celâl)* sıfatı aklıma gelmiyor efendim. Hep *(Afv)* edici, hep *(Merhamet)* edici olarak düşünüyorum. Kendisi de zâten; *(Kullarım beni, zannetdiği gibi bulur)* buyuruyor. 


Ben de hep affedeceğini zannediyorum, *(Rahmet)* ini umuyorum, öyle *(Ümîd)* ediyorum. İnşallah öyle olacak kardeşim. 

● ● ●

*(Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı ve lâ fissemâi ve hüvessemî’ül alîm.)* 

Sabahları okuyoruz bu *(Duâ)* yı. 


Her *(Sabah)* üç kere okuyan, akşama kadar her türlü *(Belâ)* dan *(Emîn)* olur kardeşim. İnanarak okumak lâzım. 


*(Bismillâhillezî)* bu, öyle bir *(Besmele)* dir ki: *(Lâ yedurru)* zarar vermez. 


*(Me’asmihî şey’ün fil ardı ve lâ fissemâ)* yerde ve gökde, hiçbir şey ona zarar vermez. 


Hazret-i Alî radıyallahü anh buyuruyor ki: *(En güzel şifâ, Kur’ân-ı kerîmdir.)* Yâni Allahü teâlâdan sonra en yüksek makâm, Kur’ân-ı kerîmdir. 


*(Namaz)*, çok kıymetli bir ibâdetdir. Niçin kıymetlidir? İçinde *(Kur’ân-ı kerîm)* okunduğu için. 


Abdülhakim arvasi Efendi hazretleri buyuruyor ki: *(Kur’ân-ı kerîmin her bir harfinde, yüz bin derde, yüz bin şifâ vardır.)* Kim buyuruyor? Abdülhakim Efendi hazretleri buyuruyor.

Bu hizmetlerin zerresini kendimizden bilsek helâk oluruz

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *(Hizmet)* lerin zerresini kendimizden bilsek, *(Helâk)* oluruz kardeşim. Bütün bu hizmetleri, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine *(Borçlu)* yuz. 


Hattâ, *(Îmân)* ımızı bile Ona *(Borçlu)* yuz kardeşim. 


Allahü teâlâ, insanların dışına değil, içine *(Bakar)*, yâni *(Niyet)* ine bakar. Bu işi *(Kim)* için yapıyor? *(Allah)* için mi, yoksa dünyâlık bir *(Menfaat)* için mi? 


Eğer *(Allah)* için yapıyorsa, yâni Rabbinin *(Rızâ)* sını kazanmak için, *(Âhiret)* menfaati için yapıyorsa, onun *(Mükâfât)* ını Allahü teâlâ kat kat verir. 


Yok, insanlar *(Beğensin)* diye yapıyorsa, *(On para)* etmez. Âhiretde eline bir şey geçmez. 

● ● ●

Herkesle *(İyi)* geçinin kardeşim, hiç kimseyi kendinize *(Düşman)* etmeyin. Bu, çok önemli. Kimse ile *(Münâkaşa)* etmeyin. 


Münâkaşa *(Yasak)*, faydası yok çünkü. *(Dost)* ile münâkaşa, dostluğu azaltır. *(Düşman)* ile olursa, düşmanlığı artdırır.


Öyleyse ne faydası var? Hiç. Bir *(İhtilâf)* varsa, *(Sen haklısın!)* deyin geçin. Bir şey kaybetmezsiniz, bilâkis kazanırsınız kardeşim. 

Birbirinizi çok *(Sevin)*. Birbirinizi *(Üzmeyin)*, kırmayın. Mü’min üzülürse, *(Arş-ı âlâ)* titrer kardeşim, o kadar tehlikeli. 


*(Mü’min)*, Allahın *(Dostu)* dur, onu incitirsen, *(Allah)* incinir. Çok fenâ. 


*(Seâdet-i Ebediyye)* kitâbını çok okuyun. Bu kitâbı okuyan, *(Âlim)* olur, içindekileri yaparsa *(Evliyâ)* olur. 


Ne güzel işte. Dînini *(Bilmiyen)* ve ona göre *(Yaşamıyan)*, dünyâ işlerinde muvaffak olamaz kardeşim. 


Muvaffak olmuş görünür, ama sonu *(Hüsrân)* dır. Ya *(Hanım)* ından, ya *(Kız)* ından, râhat edemez, *(Huzûr)* bulamaz.

Dünya sevgisi bütün günahların başıdır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Biz, çok *(Şanslı)* yız kardeşim, çok *(Bahtiyâr)* ız. Herşeyin doğrusunu Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden öğrendik. Bu öğrendiklerimizi de *(Kitap)* lara yazıp, bütün *(Dünyâ)* ya gönderiyoruz elhamdülillah. 


*(Âhir)* zamandayız kardeşim. Bu zamanda, sabahleyin evinden *(Mü’min)* olarak çıkan bir kimse, akşama *(Kâfir)* olarak evine dönüyor mâzallah. 


Akşam, *(Mü’min)* olarak yatacak, sabahleyin *(Kâfir)* olarak kalkacak yatağından. Ne *(Fenâ)* şey. Bunu, hadîs-i şerîf bildiriyor kardeşim. 


Onun için bu zamanda en zor şey, *(Îmân)* ını muhâfaza etmekdir, îmânını *(Korumak)* dır. Niçin *(Zor)* dur bu? Çünkü îmânın *(Düşmanı)* çok. 


Bakın, *(İbâdet)* in düşmanı demiyorum. İbâdeti kolay bir şekilde yaparsın. Ama *(Îmân)* gitdikden sonra herşey *(Biter)*, Allah korusun. 


*(Îmân)* ın düşmanı çok, en başta kendi *(Nefs)* imiz, o da içimizde. *(Hubbüd dünyâ re’sü külli hatîetin)*. Ne demek bu? 


*(Hubbüd dünyâ)*, dünyâ sevgisi. *(Re’sü)*, başıdır. *(Külli hatîetin)*, bütün günahların. *(Kül)* kelimesi, tek başına kullanılırsa, her *(Cins)* mânâsına gelir. 


Burada tek başına kullanılmışdır. Bunun mânâsı, her cins *(Günâh)* dan demek. Yâni *(Zinâ)* dan, Adam *(Öldürmek)* den, velhâsıl her cins *(Günâh)* dan daha büyük *(Suç)* dur. 


Nedir o? *(Dünyâ sevgisi)*. Hadîs-i şerîfde Efendimiz aleyhisselâm;  *(Ed dünyâ cîfetün tâlibühâ kilâbün)* buyuruyor. 


Ne demek bu? Yâni dünyâ, *(Çöplük)* dür, bildiğimiz çöplük. Tâlipleri ise *(Köpek)* lerdir. Eşeler dururlar. 


Sonra bir hadîs-i şerîfde de Peygamber aleyhisselâm; *(Dünyâ mel’ûndur, dünyâda Allah için olmıyan her şey de mel’ûndur)*, buyuruyor. Bu da hadîs-i şerîf efendim.

Evliyâ olmanın alâmeti Allahü teâlânın Emir ve yasaklarına uymakdır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *(Nefs)*, insanın içindedir ve bu hizmetlere *(Mâni)* olmak ister kardeşim. *(Li külli şey’in mâni’ûn, lil ilmü mevâni’ûn)*. Ne demek bu? 

 

Yâni her şeyin bir *(Mâni)* si vardır, ama *(İlm)* in mânileri *(Çok)* dur. İlimden maksat, islâmiyeti öğrenmekdir veyâ öğretmekdir. Yâni *(Emr-i mâruf)* dur. 


İşte *(Kitap)* dağıtmak, en iyi *(Emr-i mâruf)* yapma şeklidir. Bunu da *(Sizler)* yapıyorsunuz. Bu da bizi çok sevindiriyor kardeşim. 


Bir mü’minin, bütün *(Duâ)* larının kabûl olması, onun *(Evliyâ)* olduğunu göstermez. Peki, evliyâ olmanın alâmeti nedir? Evliyâ olmanın *(Alâmeti)*, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına *(Uymak)* dır. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine gelmişler; (Efendim, ümmet-i Muhammede duâ edin!) demişler. Ne buyurmuş Efendi? *(Bana ümmet-i Muhammedi gösterin, duâ edeyim!)* buyurmuş Mübârek. 


*(Kalp)*, yâni *(Gönül)*, bu kâinâtda Allahü teâlâya en *(Yakın)* olan şeydir. Kimin kalbi? Her insanın. Herkesin kalbi, Allahü teâlâya en *(Yakın)* dır. 


Ona, Mektûbâtda *(Cârullah)* deniyor. Yâni Allahın komşusu. Mektûbâtda geçiyor bu. Öyleyse *(Mü’min)* olsun, *(Kâfir)* olsun, hiç kimsenin kalbini kırmıyacağız kardeşim. 


Bu büyükler, kendilerini, hocalarının yanında, *(Arslan)* ın ağzındaki *(Yem)* gibi, hattâ karnındaki yem olarak görürler, öyle çok korkarlar. 


Niçin korkarlar? *(Üzerim)* diye, *(İncitirim)* diye. Çünkü hocalarının *(Büyük)* lüğünü biliyorlar, onu iyi *(Tanıyor)* lar. Kur’ân-ı kerîmde geçiyor zâten. 


*(İçinizde, Allahü teâlâdan en çok korkanlar, Onu en çok tanıyanlardır)* buyuruluyor. Kimdir bunlar? Büyük âlimler ve yüksek evliyâlardır.

Bu hayat hayaldir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, çok sevdiği, müstesnâ *(Velî)* kullarının kalbini açar. O da, açılan kalpden *(Kabir)* de olanları görür, *(Mahşer)* de olanları görür. 


*(Sırat)*  köprüsünü görür, Cenneti görür, Cehennemde *(Yanan)* ları görür. Ama söylemeye *(İzin)* yokdur efendim. İstisnâ olarak bâzıları söylerler. 


Bu dînin aslı; Bu *(İyi)*, bu da *(Kötü)* diyebilmekdir. Yâni *(Hak)* olanı *(Bâtıl)* dan ayırmakdır. Ama sırf bilmek insanı kurtarmaz. İcraat lâzım. Çünkü *(İyi)* yi bilen, onu yapacak. 


*(Kötü)* yü bilen de, o *(Kötülük)* den sakınacak ki, fâidesini görsün. Mektûbâtda İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: *(İlim, edinmek içindir)*.


Yâni, *(İlâç)*, içmek içindir. *(Su)*, içip de kanmak içindir. Her şeyin sebebine yapışacağız. *(Şifâ)* istiyorsak, *(İlâcı)* nı içeceğiz kardeşim. Büyüklerden *(Feyz)* alan, kurtulur. 


Eshâb-ı kirâm, bir gün Peygamber aleyhisselâmın *(Huzûr)* una geldiler ve (Yâ Resûlallah, bir insanın feyz alıp almadığı nasıl belli olur?) diye sordular. 


Efendimiz aleyhisselâm; Feyz alanın kalbi nûrlanır)buyurdu. Bu defâ; (Peki yâ Resûlallah, kalbin nûrlandığını nerden bileceğiz?) dediler. 


Efendimiz aleyhisselâm; *(Eğer kalp nûrlanırsa, âhirete muhabbeti artar, dünyâya karşı da soğukluğu çoğalır)* buyurdu.


Velhâsıl bu dünyâdaki herşey *(Hayâl)* dir kardeşim. Bütün hayâller birleşirse, gene hayâl olur. Nitekim bu Büyükler; *(Dünyâ hayâl ise, içindekilerin hepsi de hayâl demekdir)* buyuruyorlar. 


*(Hayât)*, ne demekdir? Hayât demek, *(Hayâl)* demekdir, hayâl. İşte bu günümüz de geçti, yâni *(Hayâl)* oldu. Hayâller bir araya gelince ne olur? Hayâl olur. 


Velhâsıl, bütün *(Dünyâ)*, bütün bu âlem *(Hayâl)* den ibâret, her geçen gün de böyle *(Hayâl)* oluyor kardeşim.

Ben haklıyım diyen ahiretde zararlı çıkar

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kıyâmete yakın insanlar bozulduğu zaman, bir sünneti *(İhyâ)* eden, dirilten, ortaya çıkaran kimse, *(Yüz)* şehîd sevâbı kazanır. Ne güzel. Ya bir *(Vâcib)*i veyâ bir *(Farz)*ı ihyâ ederse? 


Hele doğru *(Îmân)* etmesine sebep olursa, ne kadar *(Ecir)* kazanır, Allahü teâlâ bilir. İşte sizler, kitap dağıtan arkadaşlar, bu *(Sevâb)*a kavuşuyorsunuz kardeşim.


İnsanlar içinde, en çok seveceğimiz *(Kişi)* kimdir? Peygamber Efendimizdir aleyhisselâm. Peki, Onu nasıl seveceğiz? Sevmek için, tanımak lâzım. Onun için *(Hayât)* ını okuyacağız. 


Güzel *(Ahlâk)* ını, cömertliğini, mûcizelerini, savaşlarını tekrar tekrar okuyacağız. Böyle yaparsak, inşallah *(Sevgi)* si kalbimizi kaplar kardeşim. 


Bu dünyâda, ben *(Haklı)* yım, diyen, âhiretde zararlı çıkar. Ben *(Haksız)* ım, diyen kazanır ve gideceği yer, *(Cennet)* dir. Onun için, Ben haklıyım diyerek âhirete gitmeyin. 


Haksız olabilirsiniz. Size göre haklısınızdır, ama Allah indinde *(Haksız)* olabilirsiniz? İnsanlar, kendilerini *(Haklı)* gördüğü müddetçe, kendini beğendiği müddetçe, *(Feyz)* kapıları kapanır. 


Evet feyz gelir, *(Kâfir)*e de gelir. İçine girer. *(Mürted)* in de içine girer. Çünkü ışığın, enerjinin girmediği yer yok ki. 


Ne olur peki? Orada değişime uğrar. O gelen *(Feyz)*, içerde *(Zehir)* hâline dönüşür. O fâideli şey, zehir hâline gelir. 


*(Küfr)* ü artar, dinsizliği artar, îmânsızlığı çoğalır. Ne gibi? Şeker hastasının baklava yemesi gibi. Her dilim, onu biraz daha *(Ölüm)*e sürükler.

Allahü teâlâ, Ehl-i sünnet îtikâdında olmıyana kendi sevgisini vermez

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü azîmüşşân hepimize *(Din)* ve *(Dünyâ)* iyilikleri versin kardeşim. Din ve dünyâ selâmeti versin. Bundan daha kıymetli *(Duâ)* ne olabilir? Hem dünyâda *(Râhat)* edeceksin, hem de âhiretde. 


İşte, *(Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil âhireti haseneten)* bu demekdir. Yâ Rabbî, bize, hem dünyâda, hem de âhiretde *(rahatlık)* ver, *(sıkıntı)* verme. 


*(Ve kınâ azâbennâr)*. Bizi, Cehennem ateşinde yanmakdan koru. 

 

Bilâl-i Habeşîye radıyallahü anh sormuşlar ki: *(Efendimiz aleyhisselâm en çok hangi duâyı severdi?)* Cevâben bu *(Duâ)* yı buyurmuş Mübârek. 


Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil âhireti haseneten ve kınâ azâbennâr. Hepsi var bunun içinde. *(Dünyâ)* râhatlığı da var, *(Âhiret)* râhatlığı da. 


Mü’minin âhireti, dünyâsından daha iyidir. Bir gün Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri buyurdu ki: *(Lâf olsun diye dinlemeyin, bunu Mazher-i Cân-ı Cânân böyle buyuruyor)*. 


Ne diyor? (Mü’minin âhireti, dünyâsından iyidir) buyuruyor.


Hadîs-i şerîf var, meâlen; *(Bu dünyâ mel’ûndur. Bu dünyâda Allah rızâsı için olmıyan her iş de mel’ûndur)* buyuruluyor. 


Eğer *(Enver)* in kalbinde bir zerrecik *(Menfaat)* düşüncesi olsa, hiçbir âbi onu sevmez, hattâ sevemez. Çünkü menfaat *(Nefsânî)* dir, *(Şeytânî)* dir.


Ve mü’min kullar, *(Nefs)* ine ve *(Şeytân)* a uyan kimseyi sevemezler. Çünkü hubb-u fillâh ve buğd-u fillâh, bu dînin *(Aslı)* dır kardeşim.


Çok bahtiyârız kardeşim. Eğer o *Büyük* leri görmeseydik, ne olurduk? Hiç! Allahü teâlâ, *Ehl-i sünnet* îtikâdında olmıyana, hele *Kâfir* ve *Müşrik* olana, kendi *Sevgi* sini vermez. 


Nasıl ki musluğa gidersiniz, *Su içmek* için, yâhut karpuzu kesersiniz, *Karpuz yemek* için. İşte bunun gibi Allahü teâlâ da kendi sevgisini, Peygamber aleyhisselâmın *Vâsıtası* ile verir. 


Veyâ o büyük Peygambere *Tâbi* olan, ehl-i sünnet vel cemâat *Îtikâd* ında olan büyük zâtların *Kalbinden* verir. Aynen muslukdan *Su içer* gibi. 


Siz *Havuz* dan belki alamazsınız, ama *Musluk* dan içersiniz. O hâlde, o havuzun musluğuna kavuşan kimseden daha *Şanslı*, daha *Bahtiyâr* kim vardır? 


İşte Allahü teâlâ, bize böyle bir *Musluğu* nasîb etdi. Bunun için dünyânın en *Bahtiyâr* insanlarıyız kardeşim. Tasavvufu *Yediyüz* kişi târif etmiş, bir büyük *Zât* da diyor ki: 


Ben, bu yediyüz târifin özetini çıkardım. O da şu: *Vaktin kıymetini bilmek, tasavvufun kendisidir*, diyor o mübârek zât. 


Tasavvufun bir târifi de, *Kimseyi incitmemekdir*, kardeşim. Nitekim, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin vasiyetnâmesinin son cümlesi, *Kimseyi incitmeyin*. Öyle buyuruyor Mübârek. 


En korkduğumuz şey, *Îmânsız* olmak kardeşim. Çünkü insan bilemez îmânsız olup olmadığını. *Îmânım Var* der, ama îmân *Gitmiş*, haberi yok.

Bu büyükleri tanımak ve sevmek kerâmetdir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendimiz aleyhisselâm; *Men hademe hudime*, buyuruyor. Peygamber aleyhisselâm bir şey buyurdu mu, kıyâmete kadar *Geçerlidir* o. Âyet-i kerîme de öyle değil mi? 


Kıyâmete kadar geçerlidir. İşte, bir din kardeşine *Hizmet* eden, bir bardak *Su* veren, mutlaka karşılığını görür efendim. Nasıl görür? Allahü teâlâ ona, birini *Hizmet* etdirir. 


Yapdığı boşa gitmez, daha *Dünyâda* görür. Allahü teâlâ bize, Onun kullarına *Hizmet* etmeyi nasîb etdi elhamdülillah. Böyle mühim bir *Vazîfe* verdi, ne büyük *Şeref* kardeşim! 


Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin, bedduâsı var talebelerine. *Kim, birinden bir şey isteyip de alırsa, ona şefâat etmiyeceğim*, buyurmuş. 


Çünkü ben, talebelerimi, *Veren* kişilerden seçdim, *Alan* kimselerden değil. *Kim isteyip de alırsa, ona şefâat etmiyeceğim*, buyuruyor. 


Herhangi bir işe, *Bismillâhirrahmânirrâhîm* diyerek başlıyan kimse, mutlaka *Muvaffak* olur, *Kârlı* çıkar. İyi ama, Besmele çekip de muvaffak olamıyanlar var, zarar edenler var.


Hattâ ölenler var. Şimdi biri kalkıp: *Ben Besmele çekdim, ama başıma neler neler geldi*, derse, böyle söylemek câhillikdir efendim. İslâmiyeti bilmemekdendir. 


Bizim *Kitapları* okuyan, böyle söylemez. Çünkü o başına gelenler, onu, daha *Beter* şerlerden kurtardı, haberi yok. Çünkü onun başına bu *Sıkıntılar* gelmeseydi, âhiretde bunun *On* mislini, *Bin* mislini çekecekdi. 


Biz Rabbimizden, şu olsun, bu olsun, bana şunu ver, bunu ver, diye talepde bulunmuyoruz. *Yâ Rabbî, benim hakkımda hayrlısı neyse, öyle olsun*, diyoruz. 


Eğer dileğimiz olmazsa, üzülmüyoruz, *Bizim için hayrlısı buymuş*, diyoruz. Bu Büyükleri tanımak ve sevmek *Kerâmetdir* kardeşim. Onların yolunda yürümek ayrı bir kerâmet.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendimiz aleyhisselâm; *Ümmetim fesâda uğradığı zaman sünnetimi ihyâ edene, yüz şehîd sevâbı verilir*, buyurdu. Hadîs-i şerîf bu. 


İşte bizim kitapları *Okuyan* da, *Dağıtan* da, yüz *Şehîd sevâbı* alır kardeşim. Üstelik, kazâya kalan namazları varsa, bunları vaktinde kılamamanın *Cezâsından* da kurtulur. 


Arefe günü, Arafat meydanında *Duran* ve haccı *Kabûl* olan kimsenin de bu günâhı affolur. Bu *Büyükleri* tanımasaydık, onları görmeseydik, hâlimiz *Nice* olurdu kardeşim? 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bâzen lâmbayı söndürürdü ve bize dönüp; *Benden sonra, işte böyle olursunuz!* buyururdu. 


İnsan, kendi başına kitap okuyabilir. Buna, *Kitap okumak* derler. İyidir, fâidelidir. Ama biri okur, diğerleri dinlerse, buna *Sohbet* denir. 


Sohbetde bütün *Kemâlât* mündemicdir. Her türlü *Feyz* ve *Bereket*, sohbetdedir, birlik ve berâberlikdedir. 


Allahü teâlânın ihsân etdiği bu doğru *Îmân* çok kıymetlidir efendim, çok *Mübârek* dir. Ama *Düşmanı* da çokdur.


Bir şey ne kadar *Kıymetli* ise, *Düşmanı* da o kadar çok olur. Peki, onu nasıl koruyacağız? *Kıymetini* bilmekle ve *Şükr* etmekle. 


Onun şükrü de, birbirimizi sevmekle olur. Birbirimizi çok *Seveceğiz*. Çünkü *Îmân* ni’metinin korunması, birbirimizi *Sevmeye* bağlı. 


Diğer yollarda, *Üstâdın* yanına gitmek, görüşmek, el sıkmak, el öpmek gibi *Merâsim* ler vardır. Fakat bizim büyüklerimizin yolunda böyle şeyler *Yokdur* efendim. 


Sâdece o zâtın *Büyük* olduğuna inanmak, onu *Sevmek* ve bir de sohbetinde bulunmak yeterlidir. *Yakın* olmak, *Uzak* olmak, kadın erkek, küçük büyük, hiç farketmez. En iyi tarafı da budur:

Eshâb-ı kirâmı anlamak ve anlatmak mümkün değildir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, *Bir* veyâ *İki Dakîka* Peygamber aleyhisselâmın huzûrunda bulunsalardı, o huzûrdan çıkdıklarında *Hikmet* konuşurlardı. Ne demek hikmet? 


Yâni hangi *İlim* dalında konuşsa, onun anlatdıklarını, o *İlmin* mütehassısları ve profesörleri anlıyamazlardı. Akılları ermezdi. *Hikmet*, kalpden kalbe akan bir *İlim* dir. 


Yoksa, *Ağız* dan çıkan, *Beyin* den çıkan şeyleri anlatmak değildir. O ilim, bir paket hâlindedir. Bir *Kalp* den bir *Kalbe* akar. Ve o paketin içinde bütün *İlimler* vardır. 

Hattâ *Müctehid* olurlardı efendim. O bir iki dakîka içinde, *İctihâd* makâmına yükselirlerdi. Çünkü o, *Ledün ilmi* dir, kalpden kalbe *İntikal* eder, yâni akar.


O bakımdan Eshâb-ı kirâmı anlamak ve anlatmak  mümkün değildir. Bu, şuna benzer. Bir *At*, bir *İnsanı* ne kadar anlıyabilir? Aynen bunun gibi. 


Yine *Mektûbâtı* okumıyan, *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerini tanımıyan, *Eshâb-ı kirâmın* büyüklüğünü anlıyamaz kardeşim. *Eshâb-ı kirâmı* en iyi anlatan, İmâm-ı Rabbânî hazretleri olmuşdur. 


En iyi *Târif*, onun târifidir. Onun için *Mektûbâtı* çok okumalıyız kardeşim. *Eshâb-ı kirâmı* tanımıyan, Peygamber Efendimizi tanıyamaz. Çünkü Onun talebeleridir. 


Çok insanlar, burada *Felâkete* gidiyor. Eshâb-ı kirâmdan herhangi biri, en büyük *Günâhı* işlese bile, Eshâb-ı kirâm olmakdan *Çıkmaz*, yâni o dereceden *Aşağı* düşmez. 

● ● ●

Ebû Ubeyde bin Cerrâh radıyallahü anh, bir *Gazâ* dan geliyordu. Bol *Ganîmet* ile, çok *Para* ile dönüyordu. Eshâb-ı kirâm bunu işitip, karşılamaya çıkdılar. 


Efendimiz aleyhisselâm onları böyle görünce; *Hayrdır, Ebû Ubeydeyi mi bekliyorsunuz?* diye sordular. Eshâb; Evet yâ Resûlallah, dediler. 


O zaman Efendimiz aleyhisselâm buyurdular ki: Siz bundan sonra *Fakîr* olmazsınız. Ben sizin, fakîr olacağınızdan korkmuyorum. 


Bilâkis elinize çok *Para* ve çok *İmkân* geçip de, bundan önceki ümmetlerde olduğu gibi, birbirinizi *Kıskanır* hâle geleceğinizden korkuyorum, buyurdular.