Kıymetsiz yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kıymetsiz yazılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Her bid’at dalâletdir

 ● “Bid’at dalâletdir. Her ne ki, benden sonra olursa merdûddur [red edilir].” Hadîs-i şerîf. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]

● Bid’at ehlinin aslı dokuzdur. Hâricîler, şî’a, mu’tezile, mürci’e, müşebbihe, cehmiyye, dırâriyye, neccâriyye, kilâbıyye olup, cümlesi, Eshâb ve tâbi’în ve fükahâ-i seb’anın vefâtından sonra, açığa çıkdılar. (Gunye). 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]

● Bid’at ehlinin en kötüsü Eshâb-ı Resûle [Eshâb-ı kirâma] buğz üzere olanlardır. 2/36 [Eshâb-ı Kirâm: 222.]

● Bid’at ehline hurmet göstermek, islâmın yıkılmasına yardım etmekdir. (Bu ise) amelin boşa gitmesine sebeb olur. 2/23 [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]

● Bid’atden ictinâb [kaçınmak] lâzımdır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]

● Bid’atin terki, sünnetin işlenmesinden dahâ iyidir. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]

● Bid’at, sünneti ortadan kaldırıyor ise, bid’at-ı seyyie, sünnetden sâkıt ise [ortadan kaldırmıyor ise] bid’at-i hasenedir. İkisi de dalâletdir. 1/186. [Mektûbât Tercemesi: 223.]

● Bid’at-i hasene dahî olsa, sünnetin kalkmasına sebeb olur. 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]

● Bid’at ehli sohbetinin fesâdı, kâfir sohbetinin fesâdından dahâ ziyâdedir. 1/54 [Mektûbât Tercemesi: 90.]

● Bid’at yayılıp, zulmeti, âlemi kuşatmışdır. 3/96.

Ah yazık ki, ömr temâm oldu

Ah yazık ki, ömr temâm oldu. Ve hiç amel vücûda gelmedi. Dünyânın vefâsız olduğu açıkdır. Fitne ve musîbetler peşpeşe gelmekdedir. Dostlar ve ciğerpâreler vefât edip, göçüp gitdi. Yine hiç uyanmak ve hâtırlamak ve tevbe ve sığınma yokdur. Gaflet artmakdadır. İsyân ile geçen günler artmakdadır. Bu nasıl îmândır. Ve ne şekl müslimânlıkdır. Ne kitâb ve sünneti kabûl ederler. Ve ne açık işâretlerin görülmesinden ibret alırlar. Fikr ve endişe lâzımdır ki, bir yerde berâber giden eski dostlar, câna yakın, hep berâber olanlar nice oldu ve nereye gitdiler. Cân dostu olan dostlardan hiçbir eser ortada yok. Ve hiç onlardan açık nişân(iz,belirti,alamet) meydanda yok. Yaz harmanı gibi, yokluk rüzgârı, onların nişânını dahî bırakmadı. Öyleyse bizim gibi geri kalanlara lâzımdır ki, şu birkaç günlük ömrü gaflet ile telef ve gözü açık uyku ile [tavşan uykusu ile] zâyi’ eylemiyelim. Bu fânî serâya gönül bağlamayıp ve bu insafsız kahbeye aldanmıyalım ve muhabbet bağlamış olmıyalım. Temâmen cenâb-ı Hakkın rızâsını kazanmak için, bütün gücü harcamalı, nefs ve şeytânın tuzağından, hevâ ve hevesin girdâbından kenâra (sâhile) çekilmeğe çok gayret edelim. Ve kabr ve kıyâmet her zemân gözümüzün önünde olup, kendimizi ölmüşlerden sayalım. Böyle düşünmemiz emr olundu. Var gibi bilinen hayât ve vücûddan soyulup, ölümden önce olan ölüm ile vasflanmak yoluna gidelim. Ve kendimizi gerçek bir ölü ve aslî bir yokluk gibi sayalım. Yokluk ki, kendini var gibi sayıp, vücûd ünvâniyle ortaya çıkmış olup, kendinin kıymet sâhibi olduğunu iddiâ ediyor. Halk arasında gülünç olması yerindedir. Dünyânın süsleri sebebi ile kendilerini değişdirmeyeler ki, dünyâ fânî ve helâk olucudur. Sâbit değildir. Şekerle kaplanmış bir zehr ve altın kaplanmış necâset gibidir. Bu zehr ile ebedî ölüme tutulmak ve dâimî hüsrâna yakalanmak açıkdır. Varlık ve ona tâbi’ olan şeyler hakîkî vücûd sâhibine yakışır ve ona lâyıkdır. Ve mümkinin üstünlüğü, üstünlük iddiâ etmemesindedir. Noksanlığı da hayrlardan uzaklaşmasıdır. 6/156 

Allahü teâlâya olan muhabbetin kadar, halk sana muhabbet eder. Senin Allahü teâlâdan korkun kadar, halk dahî senden korkar. Ve Allahü azze ve celle ile meşgûliyyetin her ne kadar olursa, nas dahî senin emrinde o kadar meşgûl olurlar. Temâmen Hak teâlâya müteveccih ol (dön) ve kimseye teveccüh eyleme. Nefsin seni meşgûl etmesin. Allahü teâlânın fadlından gayra i’timâd eyleme. 5/109.


● Allahümme innî es’elüke fi’lel hayrâti ve terkel münkerât ve hubbel mesâkîn ve en tegfire-lî ve terhamenî ve izâ eredte fitneten fî kavmî fe-teveffenî gayre meftûn ve es’elüke hubbeke ve hubbe men yühibbüke ve hubbe amelin yükarribünî ilâ hubbike. 

(Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” okurlardı.) 

[Yâ Rabbî! Hayr işleri yapmağı, kötü işleri terk etmeği senden isterim ve miskinlerin sevgisini isterim ve beni bağışlamanı ve merhamet etmeni isterim, kavmim arasında bir fitne irâde buyurduğun zemân, beni fitneye düşmeden vefât etdir! ve senin sevgini, senin sevdiklerinin sevgisini, beni senin muhabbetine yaklaşdıracak amelin sevgisini isterim.] 5/5

[KIYMETSİZ YAZILAR KİTABI-HÜSEYİN HİLMİ IŞIK HAZRETLERİ: SAYFA:231-233.]

KIYMETSİZ YAZILAR

“Sözlerin büyüğü, büyüklerin sözüdür."

“Mamak’ta (vazifeli) iken, İmâm-ı Rabbânî ve oğlu Muhammed Ma’sûm hazretlerinin (kaddesallahu teala esrarehuma) üçer cildden müteşekkil bulunan eşsiz Mektûbâtlarının, Müstakimzâde tarafından Osmanlıcaya yapılan tercemeleribi birkaç kere okuyarak, anlamağa çalıştım. Bu altı cild Mektûbât’tan en mühim bulduğum yerleri maddeler halinde yazıp, üç bin sekiz yüz kırk altı madde oldu. Sanki Mektûbâtın muhtasarı, özü oldu. İstanbul’a gelince, bu defteri, Seyyid Abdülhakim efendiye (kaddesallahu teala sirreh) okudum. Hepsini birkaç saatte dikkatle dinledi ve çok beğendi ve;

“Bu bir  kitap olmuş, ismini ‘Kıymetsiz Yazılar’ koy, 

buyurmuştur. İsminin ma’nâsında durakladığımı görünce;

“Anlamadın mı? Bu yazılara kıymet biçilebilir mi?”

demiştir. 

(Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf 57 ve 182)

MÜNTEHABÂT EZ MEKTÛBÂT-I MA’SÛMİYYE

 Üçüncü cild, 16.cı mektûbda diyor ki, (Kulun Rabbine en yakın olduğu hâli nemâzdadır. Hadîs-i şerîfde diyor ki, (Kulun Rabbine en yakın olduğu hâl, nemâzdaki hâldir.) ve (Nemâzda, kul ile Rabbi arasındaki perdeler kalkar.) İslâmiyyetin dışındaki bütün yollar, şeytânların yoludur).


17.ci mektûbda diyor ki, (Bu yolda mürşid olmadan ilerlemek çok zordur. Bu yolun esâsı, sohbet ve muhabbetdir. Sohbete kavuşuncaya kadar, sünnete uymalıdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Unutulmuş bir sünneti meydâna çıkarana, yüz şehîd sevâbı vardır.) (Lâ ilâhe illallah)ı bin ile beşbin arasında çok okuyunuz! Kalbi temizlemekde çok fâidelidir).


19.cu mektûbda diyor ki, (Eshâb-ı kirâmın hepsi, vilâyetin en yüksek derecesinde idiler).


24.cü mektûbda diyor ki, (Şehîdler yıkanmaz. İtminân-ı nefs, îmân-ı hakîkîdir. Zevâlden mahfûzdur).


29.cu mektûbda diyor ki, (Bu büyükleri seven, bunlarla berâber olur. (Cinni ve insanları, beni tanımaları için yaratdım) buyuruldu).


33.cü mektûbda diyor ki, (Rûhları görmek, kemâl değildir. Kemâl, mâsivâyı (mahlûkları) bilmemekdir).


34.cü mektûbda diyor ki, (Hükûmet adamlarının zulmleri, amellerimizin cezâsıdır).


36.cı mektûbda diyor ki, (Uzakdan muhabbet de feyz getirir. Zarûret olmadan, insanlarla görüşmek zararlıdır).


37.ci mektûbda diyor ki, (Feyzler, muhabbet mikdârı ile gelir).


42.ci mektûbda diyor ki, (Her yerden gelen feyzler, insanın mürşidinden gelir).


44.cü mektûbda diyor ki, (Evliyâ ölmez. Bir evden, başkasına nakl eder. Allahın rahmetine güvenmeli, kendi ameline değil).


45.ci mektûbda diyor ki, (Mektûblaşmak, uzakdan teveccühe sebeb olur).


47.ci mektûbda diyor ki, (Bu yolumuz, tarîkatların en kısasıdır ve elbette kavuşdurur. Yolumuzun aslı sohbetdir. Muhabbet yolu ile, uzakdan da feyz alınır. Kelime-i tevhîd ile zikri soruyorsunuz. Bunu bildiriyorum).


48.ci mektûbda diyor ki, (Hindistândaki feyz, başka yerlerde yokdur. Geceleri, ağlamakla ve istigfâr ile aydınlatınız).


55.ci mektûbda diyor ki, (Kâfirlerle görüşmek, (Tefsîr-i kebîr)de uzun yazılıdır. Kâfirle görüşmek, üç dürlü olur. Birincisi, onun küfrünü beğenir. Bunun için sever. Bu muhabbet yasakdır. Çünki, onun dîninden râzı olmuşdur. Küfrü beğenen kâfir olur. Böyle muhabbet, îmânı giderir. İkincisi, herkesle iyi geçinmek için, kâfire dost görünmekdedir. Bu muhabbet memnû’ değildir. Üçüncüsü, ikisi ortasıdır. Onlara meyl eder, yardım eder. Dîninin bâtıl olduğunu bilerek, akrabâlık, iş arkadaşlığı sebebi ile dostluk yapar. Bu muhabbet küfre sebeb olmaz ise de, câiz değildir. Çünki bu muhabbet, zemânla dînini beğenmeğe sebeb olur.)


86.cı mektûbda diyor ki, (Her şeyi unutup, hep zikr yapmak, başlangıcda zordur. Bu zikre (Yâd-ı gird) derler. Sonra, zikr, kalbin sıfatı olur. Bu hâle (Yâd-ı daşt) denir).


87.ci mektûbda diyor ki, (Herşey ezeldeki takdîr ile olmakdadır. Râzı ve teslîm olmak lâzımdır. Müslimân, (Akl-ı fe’âl)e inanmaz).


88.ci mektûbda diyor ki, (Nafaka-ı ıyâl vâcibdir. Bu niyyet ile nafaka kazanmak, zikr olur).


89.cu mektûbda diyor ki, (Mahlûkları unutuncaya kadar zikr yapınız.


Kendinizi unutuncaya kadar kelime-i tayyibeyi tekrâr ediniz).


139.cu mektûbda diyor ki, (İnsana (Âlem-i sagîr) denir ki,âlem-i halk ve âlem-i emrden hâsıl olmuşdur. Âlem-i sagîrde olan, âlem-i asgârda da vardır. Âlem-i asgâr, insanın kalbidir. Kalb, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla temizlenir).


141.ci mektûbda diyor ki, (Mümkinde bulunan her hayr ve kemâl vücûb mertebesinden gelmişdir).


142.ci mektûbda diyor ki, (Tâlibân-ı Hak, bu nezâr-ı fâizül envârda füyûz ve envâra kavuşur).


153.cü mektûbda diyor ki, (Bu yolda ilerlemek, sohbet ile olur).


156.cı mektûbda diyor ki, (Mü’minin kemâli, kâmil olmadığını anlamakdır).


203.cü mektûbda diyor ki, (Dünyâdaki müşâhedeler, serâb gibidir. Hepsi zıllerdir. Nemâz mü’minin mi’râcıdır).


206.cı mektûbda diyor ki, (Düâ, rızâya münâfî değildir).


217.ci mektûbda diyor ki, (Kabrde, rûh beden ile birleşerek, his hâsıl olur. Hâl, ilmden şereflidir ve kemâle erenlerde bulunur. Vilâyet, fenâ ve bekâdır).


218.ci mektûbda diyor ki, (Muhabbet esâsdır).


219.cu mektûbda diyor ki, (Şeytân her şekle girer. Yalnız, Peygamberimizin şekline giremez).


221.ci mektûbda diyor ki, (İnsan, âhıretde, dünyâda iken sevdiğinin yanında olacakdır).


MUHAMMED MA’SÛM-İ FÂRÛKÎ hazretlerinin üç cild fârisi (MEKTÛBÂT) kitâbından seçdiğimiz mektûbların özetleri, yukarıda yazıldı. Bunlardan biri üzerinde geniş bilgi edinmek istiyenin özet başındaki mektûb numarasını,(MÜNTEHABÂT EZ MEKTÛBÂT-I MA’SÛMİYYE) kitâbında bularak, bu sıra numaralı mektûbu okumalıdır. Bu kitâbı, (HAKÎKAT KİTÂBEVİ) basdırmışdır.


Velhamdü lillâhi Rabbil’âlemîn.

MÜNTEHABÂT EZ MEKTÛBÂT-I MA’SÛMİYYE

İkinci cild, 11.ci mektûbda diyor ki, (Hak teâlâ, insanları başıboş bırakmadı. Emrler ve yasaklar verdi. Nefsine uyarak, emrlere uymazsa gazab-ı ilâhiyyeye sebeb olur. Azâblara düçâr olur. Aklı olan, fânî lezzetlere dalarak, ebedî lezzetleri kaçırmaz. Evvelâ, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi îmân eder. Sonra farzlara ve harâmlara uyar. Farzların en mühimmi, nemâzdır ki, dînin direğidir ve mü’mini kâfirden ayırır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Her gün beş vakt nemâz kılana Cennet kapıları açılır, Allahü teâlâ ile arasındaki perdeler kalkar) ve (Beş vakt nemâza devâm eden, sırât köprüsünden şimşek çakar gibi geçecek ve sâbık denilen Evliyâ ile haşr olacakdır) buyuruldu. Zekâtı, emr olunan kimselere vermelidir ve Ramezân orucunu seve seve tutmalı ve şartları bulununca Kâ’beye giderek hac yapmalıdır. Hadîs-i şerîfde, (Hac ve umre fakîrliği ve günâhları yok eder) buyuruldu. İslâmın binâsının beş direğinden birincisi, kelime-i tevhîdi söylemek, ya’nî, LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESÛLULLAH demekdir. Îmânı düzeltdikden ve emrlere, yasaklara uydukdan sonra, (Tarîka-i sôfiyye)ye bağlanmak lâzımdır. Ma’rîfet-i ilâhiyyeye bununla kavuşulur ve nefsin şerrinden bununla korunulur. Ma’rifet-i ilâhiyye, (fenâ fillah) ile hâsıl olur. Ya’nî, kul, kendini yok bilmelidir).


12.ci mektûbda diyor ki, (Tevbe ediniz. Afv ve magfiret isteyiniz!).


26.cı mektûbda diyor ki, (Aslının adem ve şer olduğunu düşünmelidir. İnsanın kemâli, asldan emânetdir. Bunun için, kelime-i tevhîdi çok okumalıdır. Dünyâ yokluk âlemidir. Varlık âhıretdedir. Nefse tapınmağa son vermelidir).


29.cu mektûbda diyor ki, (İstihâre yapıp, kalbde hâsıl olana tâbi’ olunuz! Fenâ düşünceler sebebi ile hayrlı işleri terk etmeyiniz. İ’mel vestagfir!).


33.cü mektûbda diyor ki, (Dünyâ istirâhat yeri değildir. Tâ’at ve ibâdet için çalışmalıdır. Dünyâda sıkıntı çekmek, âhıretde râhat etmeğe sebeb olur. Vaktleri fikr ve zikr ile ma’mûr etmelidir. Kalbin huzûru için, çok kelime-i tevhîd söyleyiniz! Bin ile beş bin arası olmalıdır. Her nemâzdan sonra ve yatarken Âyet-el kürsî, istigfâr ve İhlâs ve Kul e’ûzüleri ve her sabâh ve akşam yüz kerre (Sübhânallah ve bi-hamdihi) ve on def’a Lâ havle okuyunuz! Her sabâh, (Allahümme mâ esbeha bî min ni’metin ev bi-ehadin min halkıke fe minke vahdeke lâ şerîke leke fe-lekel hamdü ve lekeşşükr) okumalı, akşamları mâ esbeha yerine mâ emsâ demelidir ve her gün, (Estagfirullah el’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüverrâhmânürrahîm el hayyül kayyûm ellezî lâ yemûtü ve etûbü ileyh Rabbigfir lî) okumalıdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bu istigfârı, hergün yirmibeş kerre okuyanın evine, şehrine hiç zarar gelmez) ve hâcetlere kavuşmak için, beşyüz kerre (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah) okumalıdır).


36.cı mektûbda diyor ki, (Resûlullahın yapdığı ibâdetleri yapmak için, kimseden izn almak lâzım değildir. Hâcetlere kavuşmak, tehlükelerden kurtulmak için izn almak iyi olur. Peygamberin ve Evliyânın rûhları, her yerde, cesed şeklinde görünür. Kabrleri hiç boş kalmaz. Kabrlerinde diridirler. Fekat bu, dünyâ hayâtı değildir. Hatm düâsına Peygamberi katmak şart değildir. Fekat fâidesi vardır. İmâm-ı Alî, kimseye la’net etmedi. La’net etmek ibâdet değildir. Şeytâna la’net edilmez. Şerrinden korunmak için, istigfâr olunur. Kimsenin îmân ile öldüğüne hükm olunmaz. Hüsn-i zan olunur. Kâ’benin aslı Evliyâyı ziyârete gider. Binâsı gitmez. Hiçbir velî Peygamberin derecesine yükselmez. Hızır aleyhisselâmın Peygamber olması haberi dahâ kuvvetlidir.


Peygamberlerin adedi kat’î ma’lûm değildir).


37.ci mektûbda diyor ki, (Akşam yemeği bulunmıyan fakîrin dilenmesi halâldir. Leş ve domuz eti yimek de böyledir. Zarûret olunca harâmlar, halâl olur).


38.ci mektûbda diyor ki, (Allah ile kul arasında en büyük perde, kulun nefsidir. Mürşid-i kâmile muhabbet, feyz gelmesine sebebdir).


51.ci mektûbda diyor ki, (Diri kimsenin kabrini hâzırlaması mekrûhdur. Peygamberimiz doyuncaya kadar yimezdi. Yemeğe besmele ile başlamak sünnetdir. Resûlullahın gözleri uyur, kalbi uyumazdı. Nefîs elbise de giyerdi. Resûlullah, Pazartesi günü öğleden sonra vefât etdi. Salıyı çarşambaya bağlıyan gece defn olundu).


59.cu mektûbda diyor ki, (Fenâ ve bekâ kelimelerini evvelâ Ebû Sa’îd-i Harrâz söylemişdir. Bir sâat düşünmek, bin sene ibâdetden hayrlıdır. Tarîkatlar, imâm-ı Ca’fer Sâdıka bağlıdır. İmâma, babalarından hazret-i Alînin nisbeti, analarından hazret-i Ebû Bekrin nisbeti gelmişdir).


61.ci mektûbda diyor ki, (Ulemânın ma’rifeti, nazar ve istidlâl iledir. Evliyânın ma’rifeti, keşf ve şühûd iledir. Fenâ derecesi yüksek olanın îmânı kâmil olur).


63.cü mektûbda diyor ki, (Sünnetler yerine kazâ kılmak lâzımdır. Kazâ nemâzı olmıyan, sünnet yerine kazâ kılarsa, sünneti kılmış olur. Sünnet olarak niyyet etmesi lâzım değildir. Sünnet sevâbına kavuşmak için, sünnet olarak da niyyet edilir).


71.ci mektûbda diyor ki, (Karanlık geceleri ağlamak ile ve istigfâr ile aydınlatınız. Dünyâ arzûlarından kurtulmak için, kelime-i tevhîdi çok okuyunuz!).


72.ci mektûbda diyor ki, (Keşflerden, tecellîlerden kurtulup, cehâlet ve hayrete varmalıdır. Bunun için kelime-i tevhîdi çok okumalıdır).


75.ci mektûbda diyor ki, (Vefât edenlere düâ ve Fâtiha okumalıdır).


77.ci mektûbda diyor ki, (Mevtâlara yetmiş bin kelime-i tevhîd okumak fâidelidir).


80.ci mektûbda diyor ki, (Belâlardan kurtulmak için, istigfâr okuyunuz. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Çok istigfâr okumak, insanı sıkıntıdan kurtarır. Nemâzlardan sonra yetmiş kerre okumalıdır.) İmâm-ı Rabbânî, 174.cü mektûbda diyor ki, (Kelime-i Temcîd, ya’nî Lâ havle okumak, insanı cinden ve sihrden korur.).)


83.cü mektûbda diyor ki, (Dînin sâhibine uymak ve üstâdı sevmek, insanı feyz almağa kavuşdurur. Bu ikisinden biri olmazsa, hâller ve kerâmetler bir şeye yaramaz. İstidrâc olurlar. Kazâ ve kader üzerinde konuşmamalıdır. İnsanın her işi Allahın takdîri ve irâdesi ile olmakdadır. Takdîr, halk ve îcâd demekdir. Mu’tezile ve Kaderiyye, câhil ve alçak olduklarından kazâ ve kaderi inkâr etdi. İnsan kendi kuvveti ve ihtiyârı ile, işlerini yaratıyor dedi. Bunlar, ateşe tapanlardan dahâ fenâdır. Önce insan birşey yapmak ister. Sonra Allahü teâlâ bunu halk eder. İnsanın irâdesine, istemesine (kesb) denir. Cebriyye mezhebinde olanlar, irâde ve ihtiyârı inkâr etdi. İnsanları mecbûr sandı. Bu sözleri küfrdür. Mürciyye bunlardandır. Mel’ûndurlar. İnsanda ihtiyâr olmasaydı, Allahü teâlâ zâlim demezdi. Allahü teâlâ kerîmdir. İnsana yapamıyacağı şeyi emr etmemişdir. Kaderiyye fırkası kazâ ve kaderi inkâr ediyor. Cebriyye fırkası irâde ve ihtiyârı inkâr ediyor. Her ikisi de ehl-i bid’atdir. İrâde başkadır, râzı olmak başkadır. Allahü teâlâ küfrü ve günâhları irâde ediyor, fekat râzı değildir. Ezeldeki takdîr, insanın kendi ihtiyârı ile yapacağını gösteriyor. Ezeldeki takdîr, ihtiyârı göstermeseydi, Hak teâlâ muhtar olmaz, mecbûr olurdu).


88.ci mektûbda diyor ki, (Karanlık geceleri zikr ve fikr ile ve ağlıyarak ve istigfâr ederek nûrlandırınız!).


89.cu mektûbda diyor ki, (Şevk ve taleb, müjdedir. Talebi mürşide bildirmelidir. Sohbet, feyz almağa sebebdir. Sohbet nasîb olmazsa, yalnız muhabbet de feyze kavuşdurur. Bid’at sâhibleri ile sohbet etmeyiniz! Hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibleri, Cehennemin köpekleridir) buyuruldu).


91.ci mektûbda diyor ki, (Nefsin zararı, şeytânın zararından çokdur.


Nefs, itminândan sonra hepsinden üstün olur. Tesavvufdan maksad, insanın aslının adem olduğunu anlamasıdır).


106.cı mektûbda diyor ki, (Sohbete kavuşuncaya kadar, (Lâ ilâhe illallah) okuyunuz. Bunun yarısı mâsivâyı nefy eder. Yarısı da ma’bûdu isbât eder ki, tesavvufdan maksad budur. İyi kötü herkes, hayrlı iş yapar. Sıddîklar, günâhdan sakınır. Güzel elbise, müntehîlere zarar vermez. Büyükler, zînetli elbise giymişlerdir).


108.ci mektûbda diyor ki, (Var olan yalnız Allahü teâlâdır. Âlem, hakîkatde yokdur. Bir görünüşdür. Vücûd hayrlara kaynakdır. Adem şerlerin menşe’idir. Noktanın dâire şeklinde görünmesi gibidir).


110.cu mektûbda diyor ki, (Şeytân, bid’at sâhiblerine ağlamak ve korku verir ve ibâdet yapdırır. Bunun için, bid’at sâhiblerinin ibâdetleri kabûl olmaz. Günâhlar, üç sâat yazılmaz. Tevbe edilirse hiç yazılmaz. Hadîs-i şerîfde diyor ki, (Elini göğsüne koy. Kalb, halâl ile sâkin olur. Harâm ile çarpıntı yapar.) Evliyâ, tatlı dili ve güzel ahlâkı ile ma’lûm olur. Dosta, düşmâna tatlı dil, güler yüz göstermelidir).


113.cü mektûbda diyor ki, (Yürek dediğimiz bu kalb, gönül dediğimiz kalbin yuvasıdır. Gönüle (Hakîkat-i câmi’a) da denir ki, âlem-i emrdendir. Zikr ederken, zâtı düşünmeli, hiçbir sıfatını düşünmemelidir. Rûh, göğsün sağ tarafına tealluk eder. Murâkaba, intizâr demekdir. Râbıta zikrden dahâ fâidelidir. Zikr nasıl yapılır?).


123.cü mektûbda diyor ki, (Dedikoduyu, ya’nî nemîmeyi dinlemek, nemîme yapmakdan dahâ fenâdır. Doğruluğunu araşdırmamalıdır).


124.cü mektûbda diyor ki, (İnsan, ibâdet yapmak için yaratıldı. Az bir ibâdet ile ebedî se’âdet ele geçer. Çok zikr yapmalıdır).


125.ci mektûbda diyor ki, (Sâlih niyyet ile yapılan her iş zikr olur).


137.ci mektûbda diyor ki, (İnsanda on latîfe vardır. Beşi âlem-i halkdan, beşi âlem-i emrden. Nefs, âlem-i halkdandır. Bunların reîsi, nefsdir. Tesavvuf, nefsi islâh içindir. Evvelâ levvâme, sonra mülheme, nihâyet mutme’inne olur).


140.cı mektûbda diyor ki, (Farzların kurbu, nâfilelerin kurbundan dahâ kâmildir. Fekat, bunun şartları vardır. Farzların kurb hâsıl etmeleri için, nâfileleri yapmak şartdır).

KIYMETSİZ YAZILAR İKİNCİ KISM (Ek)

(Kıymetsiz Yazılar) kitâbının bu kısmında da, Muhammed Ma’sûm Fârûkî Serhendînin fârisî üç cild Mektûbâtından seçdiğimiz mektûbların özetleri yazılıdır. Bu mektûblar, (Müntehabât ez Mektûbât-i Ma’sûmiyye) kitâbındadır. Bu mektûbların türkçe tercemelerinden çıkardığım özetler, aşağıdadır:


Birinci cild, 29.cu mektûbda diyor ki, (Nakşibendiyye meşâyıhı sünnete tâbi’, bid’atlardan ictinâb etmişlerdir. Zikr-i cehre bid’at de demişlerdir. Muhyiddîn-i Arabî simâ’ ve raksı men’ etmişdir. Emr-i ma’rûf yaparlardı. Kitâba ve sünnete ve akla uygun olan şeylere (Ma’rûf) denir. Bid’at sâhiblerini sevenlerin ibâdetleri kabûl olmaz. Bid’at sâhiblerini sevmiyenleri Allahü teâlâ afv eder. Muhabbetin alâmeti, sevilenin dostlarını sevmek, düşmânlarını sevmemekdir. Bu, insanın elinde olmıyan birşeydir. Üstâdını inciteni seven kimse, köpekden aşağıdır. Hâce-i ahrâr buyurdu ki, bütün hâlleri, kerâmetleri bana verseler, Ehl-i sünnet îmânını vermeseler, harâblık bilirim. Necât yolu, Peygamberlerin yoludur. Aklı olan bu yoldan ayrılmaz. Şeytânların yollarına uymaz. İslâmiyyete uyan se’âdete kavuşur. Bu mektûbda, cihâd hakkında çok hadîs-i şerîf var).


31.ci mektûbda diyor ki, (Evliyâ ile dünyâ menfe’ati için sohbet eden, bereketlerine kavuşamaz. Sohbet, insanı nefs ve şeytân şerrinden korur. Kurb ve ma’rifete kavuşdurur).


33.cü mektûbda diyor ki, (Sohbetden istifâde için, inanmak ve muhabbet ve teslîm olmak lâzımdır.)


50.ci mektûbda diyor ki, (Bu yolda, tevhîd-i şühûdî lâzımdır. Tevhîd-i vücûdî lâzım değildir. Meârif-i ilâhiyye, hârikadan ve keşflerden efdaldir. Meârif, zât ve sıfât-ı ilâhiyyeyi bilmekdir. Hârika, mahlûkları bilmek olup, açlık ve riyâzet ile hâsıl olur. Şeytândan da hâsıl olur. Sohbet şartdır. Râbıtaya bağlı kalmamalıdır. [Müezzinin sesi, ho-parlörün sesi değildir.]).


64.cü mektûbda diyor ki, (Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Âhır zemânda (Râfizî) denilen kimseler zuhûr eder.


İslâmiyyeti terk ederler. Müşrikdirler. Bunları öldürünüz! Selef-i sâlihîne düşmandırlar.) Hadîs-i kudsîde buyuruldu ki, (Nefsini düşman bil. Çünki o, benim düşmanımdır.) (Kalb tasdîk etdiği ve dil söylediği hâlde, nefs küfr üzeredir.) Onunla cihâda (Cihâd-ı ekber) denir. Az kimsenin nefsi îmân eder. Îmân-ı hakîkî hâsıl olur. Nefs itmi’nâna gelince ibâdetler hakîkî olur.)


67.ci mektûb, oğlu Muhammed Nakşibende yazılmışdır. (Kelâm-ı ilâhî, ezelden ebede kadar bir kelâm-ı basît ile mütekellimdir.)


70.ci mektûbda diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, (Mü’minin kabri, Cennet bağçelerinden bir bağçedir) buyuruldu. Bu hâl Evliyâya mahsûsdur. İmâm-ı Rabbânînin kabri, toprağı böyledir).


78.ci mektûbda diyor ki, (Mürşide muhabbet, feyz getirir. Râbıtasız zikr, feyz vermez. Muhabbet ile olan râbıta, zikrsiz vasl eder. Diriler ve ölüler feyz almakda müsâvîdir. Bu yolun riyâzeti, sünnete uymakdır. Bu da mürşid-i kâmile râbıta yapmakla ele geçer. Mürşide hizmet, edeb, Ona tâbi’ olmak lâzımdır).


80.ci mektûbda diyor ki, (Kabrden de feyz alınır).


91.ci mektûbda diyor ki, (Ma’nevî berâberlik, muhabbet ile olur).


92.ci mektûbda diyor ki, (Kulluk, nefse muhâlefetdir. Bu da, mihnet, meşakkat ile olur. Tâ’at, ibâdet yapmak, Allahın rahmetidir. Kulun kuvveti ile değildir).


102.ci mektûbda diyor ki, (İnsanın yaratılması, ma’rifet hâsıl etmesi içindir. Günâh işliyenin, mâtem tutması lâzımdır).


106.cı mektûbda diyor ki, (Allahü teâlânın celâl ve îlâmından hâsıl olan lezzet, cemâl ve in’âmından hâsıl olan lezzetden çok olmak muhabbet alâmetidir).


119.cu mektûbda diyor ki, (Mümkinâtın aslı ademdir. Kemâlât-i vücûdiyye, kendilerine aks etmişdir. Mümkinlerdeki kemâlât, bu akslerdendir.


Ârif kemâle gelince, kemâlâtın asldan olduğunu, kendisinin adem olduğunu anlıyarak, fenâyı hakîkî hâsıl olur. Vücûd, mebde-i her hayr ve kemâldir. Adem menşe-i her şer ve nakîsetdir. Râbıta, zikrden dahâ fâidelidir).


147.ci mektûbda diyor ki, (İnsanlara güler yüz, tatlı dil gösterenleri ve iyilik yapanları Allahü teâlâ sever. Hadîs-i şerîfde, (Müslimân, müslimânın kardeşidir. Müslimânı sevindireni, Allahü teâlâ, kıyâmet günü sıkıntıdan kurtarır) ve (Din kardeşine iyilik için gitmek, on sene i’tikâf yapmakdan hayrlıdır. Bir gün i’tikâf yapan ile Cehennem ateşi arasında üç hendek vardır. Her hendek, şark ile garb arası kadardır) ve (Teennî Allahdandır. Acele şeytândandır) ve (Günâhı çok olanı terk etmeyiniz!) ve (Dünyâda hüzn lâzımdır) buyuruldu. Resûlullah, hep hüznlü idi.


150.ci mektûbda diyor ki, (Bu yolun ilk basamağı, fenâ fillahdır).


177.ci mektûbda diyor ki, (Zikr, islâmiyyetin emrlerindendir. Devâm etmelidir. Ma’rifet, ma’rûfda fânî olmakdır. Fenâ, mâsivâyı unutmakdır).


178.ci mektûbda diyor ki, (İlm öğreniniz. Ahvâl ve mevâcîdi düşünmeyiniz!).


179.cu mektûbda diyor ki, (İstikâmet, kerâmetden dahâ üstündür. İstikâmet, islâmiyyete uymakdır).


182.ci mektûbda diyor ki, (Esbâba yapışmak, tevekküle münâfî değildir. Sebeb-i müteyakkine yapışmak, tevekküldür. Esbâb-ı mevhûme böyle değildir. Birincisini terk câiz değildir. İbâdetde tevekkül olmaz. Emrlere ve nehylere sarılamamak tevekküldür. Zarûrî işlerde tevekkül olmaz. Keşfler ve düâların kabûl olması, istidrâc sâhiblerinde de olur. Riyâzet ile hâsıl olurlar. Vilâyet kerâmete ve riyâzete bağlı değildir. Evliyâ hatâdan mahfûz değildir. Keşfler, hayâl değildir, ilhâmdır, kalbde hâsıl olur. Hayâlde olan keşfler makbûl değildir. Hızır aleyhisselâmın rûhu, cesed hâlinde görünmekdedir. Herşeyin âlem-i misâlde sûreti vardır. Evliyânın bu sûretleri görünmekdedir. Âlem-i misâl, âlem-i şehâdet gibi vardır.


Ma’nâlar ve hâller, âlem-i misâldeki şeklleri ile görülmekdedir).


228.ci mektûbda diyor ki, (İbâdet yapmalı ve kabrdeki için istigfâr edip, yalvarmalıdır).


230.cu mektûbda diyor ki, (Tevhîd, şühûdîdir, vücûdî değildir. İbni Sînânın sözleri, Hak ehline uygun değildir, çoğu küfrdür. Ma’dûm, mevcûd olmaz. Mevcûd da, ma’dûm olmaz sözü doğru değildir. Âlemin her zerresi hâdisdir. Nemâzda, insan ile Hâlık arasındaki perdeler kalkar. Bunun için nemâza Mi’râc-ı mü’min denilmişdir.)

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-Y

 – Y –

● Ye’s ve aczden [ümîdsizlik ve âcizlikden] gayri ol zirve-i ulyâda hâsıl [olan birşey] mefkud [dur, yokdur] ve sûz [yanma, ateş] ve güdâzdan [mahv olmakdan] gayri birşey mevcûd değildir. 6/78


● (Yâ eyyühellezîne âmenû-t-tekûllahe hakka tükâtihî), [Âli-İmrân 102. âyet-i kerîmesi.] kavli kerîminin mefhûmu, ey sûreten îmân edenler, mâsivâdan münkâtı’ [Allahü teâlâdan gayri şeylerden kesilin ki] ve Hak sübhânehûya teveccüh ve tehallî edip ve Ona müteveccih olduğunuz hâlde, alâık ve avâık ve tekayyüdâtdan [alâka, engeller ve dikkatlerden] Hakkı inkıtâ’ ve inhilâ ile [kesilme ile] bir haysiyyet ile münhali’ olun ki, zevâtınızdan ve size râci’ olan [münâsebeti olan] kemâlâtınızdan eser bâkî kalmıya. 4/52.


● Yâd-i daşt, zikr ve huzûrun kalbin sıfât-ı lâzimesi olmasına derler. 6/169.


● Yâd-i gird tarîkatde, yâd-i daşt hakîkatdedir. 4/165.


● Yâd-i gird, bütün zemânlarda devâm üzere, mukaddes zâta teveccüh etmeğe kendini zorlayarak olur. 6/169.


● Yavrum! Dünyâda ve âhiretde bütün se’âdetlere kavuşmak, ancak, dünyâ ve âhiretin en üstün insanına uymak ile olur. Cehennem ateşinden, ancak Ona uyanlar kurtulur. Cennet ni’metlerine kavuşmak, seçilmişlerin, sevilenlerin en üstünü olan, O Peygambere uyanlara mahsûsdur. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak, Ona uyanlar içindir. Ona uymıyanların tevbeleri, istigfârları, zühdleri ve tevekkülleri kıymetsizdir. Onun ismini söylemeden yapılan zikrler, fikrler, zevkler, makbûl olmaz. Düâlar kabûl olmaz. Peygamberler, Onun hayât çeşmesinden bir damla içmekle, o makâmlara yükselmişler. Evliyâ, Onun sonsuz deryâsından bir yudum içmekle kemâl bulmuşlardır. Melekler Ona uymakla şereflenmiş, gökler Onun emrlerini yapmakla vazîfelendirilmişdir. Herşey Onun için yaratılmış, bütün varlıkların reîsi olmuşdur. Allahü teâlânın varlığı, Onun ile belli olmuş, herşeyin yaratanı, Onun rızâsını istemişdir.


Aklı olan, se’âdete kavuşmak istiyen herkes, bedeni ile, rûhu ile, Ona uymağa çalışmalı, bu ni’mete mâni’ olan şeylere inanmamalı, aldanmamalıdır. Bir kimse, binlerle kerâmet gösterse, fâideli, başarılı olsa, fekat Onun yüksekliğini anlamayıp, Ona uymakdan mahrûm kalsa, bunu sevmek, buna uymak, sonsuz zararlara, felâketlere sebeb olur. Fâidesi, üstünlüğü görülmiyen, fekat her işinde Ona uyan kimseye tâbi’ olmak, insanı bütün se’âdetlere kavuşdurur. 4/10 [Müntehabât: 42.]


● Yerâhül-mü’minûne bi-gayr-i keyfin ve idrâkin ve darbin min misâl. [Mü’minler, Allahü teâlâyı Cennetde, nasıl olduğu bilinmiyen şeklde göreceklerdir.] 4/100.


● Yüftîke nefsüke dı’ yedeke alâ sadrıke fe innehü teskünü lil halâli ve yadribü lil harâmi. [Elini göğsüne koy! Halâl şeyde kalb sâkin olur. Harâm şeyde çarpıntı olur.] 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Yolda mevcûd, [insanların geçmesine mâni’ olan] taş, ağaç ve kemikleri kaldırmak sadakadır. “Hadîs-i şerîf” 4/147. [Herkese Lâzım olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]


● Yevm-i âhıret [âhıret günü] bin senedir. 4/11, 3/38. [Se’âdet-i Ebediyye: 68.]


● “Yûnüs bin Metâ’ aleyhisselam üzerine beni tafdîl eylemeyiniz” hadîs-i şerîfinin îzâhı. 6/24.

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-L-2

 – L –

● Lâ ilâhe illallah kelime-i tayyibesinin [mubârek kelimesinin] tekrârının kalbin [rûhun] nûrlanmasında büyük te’sîri vardır. Bu mubârek kelimenin tekrârı ile, onun esrâr denizinden siyrâb ve şâdâb [letâfetli ve suya kanmış] olan kimseye derîce-i matlûb küşâde [açılmış] ve rûy-i maksûd bedîdâr [açık] olmakla, âzâde olur [râhat olur.] 6/76.


● Lâ yectemi’u havfâni havf-üd-dünyâ ve havf-ül-âhireti “hadîs-i şerîfi”. [İki korku bir arada bulunmaz: Dünyâ korkusu ve âhıret korkusu.] 6/227.


● Lâ tahtına cemî’ meşhûdâtı ve mütecellîyâtı [bütün görünen ve tecellî edeni] idhâl edeler [dâhil edeler]. 5/72.


● Lâ tüşed-dür-rıhâlü-illâ-ilâ-selâseti mesâcidi el-mescidil-harâm ve mescidî hâzâ vel-mescid-il-aksâ. Hadîs-i şerîf. [Üç mescidden başka mescidlere ziyâret için gidilmez. Mescid-i Harâm ve benim mescidim [Mescid-i Nebevî] ve Mescid-i Aksâ.] 6/72.


● Lâ te’ayyün makâmı yokdur. Lâ te’ayyün-i mahzâ [Hâlis Lâ te’ayyün makâmına ayak basmak] vücûb ile [vâcib-ül vücûd ile] mütehakkık olmakdır ki, muhaldir [mümkin değildir]. 4/24.


● “Lâ teknetü min rahmetillah” âyet-i kerîmesi, âmme-i hakâyıka nisbetle ercâdır. 6/170.


● Lâ yü’minü ehâdüküm hattâ yükâlü innehu mecnûnün “hadîs-i şerîfdir.” [Bir kimseye deli denilmedikçe, îmânı temâm olmaz.] 6/173.


● Lâ yese’unî erdî ve lâ semâî ve lâkin yese’unî kalbü abdil mü’mini [Yere ve göke sığmam. Fekat, mü’min kulumun kalbine sığarım] hadîs-i kudsîsinden, hulûl ve ittihâd [birleşmek] ma’nâsı fehm olunmaya ki [anlaşılmaya ki], Hak teâlâ ondan münezzeh ve müberrâdır. Bir emr-i bî-keyfdir ki, erbâbına vâdıh ve hüveydâdır [açık, bellidir]. Men lem yezük, lem yedri [tadmıyan bilmez], andan her ne ki bizim tehayyülimizde vâki’ ola [hâtıra gele]. Hak sübhânehû ondan pak ve berterdir [yüksekdir]. 6/123.

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-H-3

 – H –

● Hidâyetin ma’nâsı, cenâb-ı Hakkın sadr-ı beşerden [insan göğsünden] her darlığı uzak edip, sînesine hiç sıkıntı getirmeyip, emrlere yapışmakda ve yasaklardan kaçınmakda, kolaylık temâm hâsıl edip ve kulun rızâsını Hak sübhânehu, kendi kazâ ve kaderine tâbi’ eylemekdir. 4/44.


● Hidâyet, matlûba kavuşduran yola, yol gösterendir [klavuzdur]. 6/109.


● Hediyye, Allahü teâlânın sevk eylediği [gönderdiği] rızkdır. “Hadîs-i şerîf”. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Her hayr ve kemâl, Hak sübhânehûdan fâizdir [gelmekdedir]. Vücûd-i teâlâ o feyzin meydâna gelmesine vâsıtadır. 4/85.


● Hasenât [iyilikler] Allahü teâlâdandır. Seyyiât [kötülükler] nefsdendir, âyetinde murâd, menşe’i seyyiâtdır [kötülüklerin menşe’idir]. 4/17.


● Herşey Allahdandır, âyet-i kerîmesi, her şeyin yaratıcısı [hâlıkı], Allahü teâlâdır demekdir. 4/119.


● Her beldenin bir başka hâssıyyeti, her zemînin fuyûz-ı muhtelifesi vardır. 4/25.


● Her şahsın Cenneti o şahsın mebde-i te’ayyünü olan ism-i ilâhînin zuhûrundan ibâretdir ki, eşcâr [ağaçlar] ve enhâr [ırmaklar] şeklinde ve güneş ve köşk sûretinde ve vildân ve gılmân kisvetinde [sûretinde] zuhûr buyurur. [Kisve, libâs, örtü demekdir.] 4/24.


● Her hangi bir makâmdan hakîkî matlûbun kokusu gelirse, o yere gidelim. Her çend, bu defîne, elimize geçmez ise de, bâri talebinden ve yokluk derdinden vazgeçmiş olmayalım ve dikbaşlıların dâiresinden dışarı olalım. 4/102.


● Her kim ki, ma’rifetden ona birşey hâsıl değilse, gerekdir ki, onun talebinden vazgeçmiş olmaya ve bu devletden meşâm-ı câne [koku alınacak] bir mahalden bir râyiha [koku] gelirse, oraya gide. 6/94.


● Her ne ki, o cenâb-ı kudse mensûb ola, hayr ve kemâldir [olgunlukdur] ve kemâle [olgunluğa] ayna gerekdir ki, onun hayrı onda zuhûr ede. Ve ayna ancak şey’in tekâbülünde olur. Hayr ve kemâlin karşılığı, şer ve noksanlıkdır ki, (bizıddihâ tetemeyyezüleşyâ) [Eşyânın ortaya çıkması zıddı iledir] demişlerdir. Ve zâhir budur ki, ayna her ne kadar, kendi aynalığında çok ise, yansıyanın meydâna gelmesi de, onda çok olur. Pes müşâhede-i şerriyyet-i ârif ziyâde oldukda, zuhûr-ı hayriyyet dahî, ziyâde olur. Zîrâ ki, her şer ve noksanlığın menşe’i mümkindir. Zîrâ mümkinin zâtı, ademdir [yoklukdur] ve hayr olması [hayriyyetin] zuhûruna [meydâna gelmesine] kendi şerrini müşâhade kâfîdir. Men tevâda’a lillahi refeahüllahü. [Allahü teâlâ için tevâzu’ edeni, Allahü teâlâ yükseltir.] 4/17.


● Her ne ki gafleti giderir ise, zikre dâhildir. Dünyâ işleri ve her ne iş ise, sâlih niyyet ile ola. Meselâ, bey’ ve şirâ [alışveriş] ve onun emsâli zikr olur. 5/125.


● Her ne kadar aynada hayr ve kemâl ziyâde zâhir olursa [çok olursa], aynada noksanlık ve kötülük şühûdu o kadar ziyâdedir [çokdur]. 6/118


● Her devlet ki, zuhûr eylemişdir. Enbiyâ için gelmişdir. Se’âdet o ümmet içindir ki, Enbiyâya uymuş olmakla o devletden [ni’metden] hissedâr olalar. 5/54.


● Her ne kârda [kazançda] olurlarsa, hikmeti [fâideli şeyi] terk etmiyeler. Bir nev’ üzere olalar ki, fitne çıkmasına sebeb olmıyalar. 6/173.


● Her ne hâl ki [her ne varsa] Hak sübhânehûdan zuhûr ede, ona râzı olalar. Bir men’ediş ki [yasaklayış ki] mahbûbun murâdı ola, vasldan hezâr-bar bihterdir [çok iyidir]. 6/175.


● Her nîk [iyi] ve bed [fenâ] ile beşâşet üzere [güler yüzlülük üzere] ülfet edeler. Bâtın [kalb ve rûh] gerek münbasıt [geniş, açık], gerek mütekabbız [kabz hâlinde daralmış] olsun. 5/109.


● Her kemâl ve cemâl, o bâri-gâhın yoluyladır. Her makâmdaki bir kemâl meydânda ola, Onun eseri bulunup ve her ne tarafda ki, hüsn ve cemâl var ise, O hüsn ve cemâlin enmûzici [nümûne] müşâhede edip, yakînen bildim ki, mahbûb olmağa şâyân odur. Ve matlûb olmağa sezâvâr odur [münâsib, yaraşır odur]. 4/17.


● Her feyz ve nûr ki, gayb âleminden insana erişir [gelir], evvelâ sadra [göğse, kalbe] nâzil olur ki, mahall-i ilm ve dânişdir [bilgidir]. 6/225.


● Her makâmda ki seyr ve sülûk ve terakkî ve uruc vardır. Cümlesi te’ayyünât mertebesidir. Te’ayyünât mertebesinin üstünde, hiç, adım atacak yer yokdur. Her ne kadar urûc vaktinde [yükselmede] lâ-te’ayyün olarak zâhir olur [açığa çıkar]. Lâkin fil-hakîka bî-perde-i te’ayyün değildir. Lâ te’ayyün-i mahza [ancak] kadem nihâde [ayak basmış, gelmiş] olmak, vücûb ile mütehakkık [tahakkuk eden] olmakdır ki, muhâldir [mümkin değildir.] 4/24.


● Her-çi maksûd-ı tüst, ma’bûd-i tüst [Maksadın ne ise, tapdığın odur]. 4/142.


● Her-çi dîde şüd ve şünîde şüd ve dâniste şüd ân heme gayr-ı ûst hakîkat-i kelime-i lâ nef-yi ân bâyed-kerd [Görülen, işitilen ve bilinen herşey Ondan başkadır. Lâ kelimesinin hakîkatında bunların hepsini nef’ et!] (şâh-ı Nakşibend buyurmuşdur.) 5/122.


● Bu hestî-yi [varlık] mevhûm ki, hicâb-ı nîstî-yi [yokluk perdesi] hakîkîdir. Mürtefi’ [yok] ve nâ peydâ [görünmez] ola ve fenâ-yı hakîkî ve hestî-i [yokluk] tahkîkî, meydâna çıka. Ve bu yokluk tuzağı ile sayd [avlama]-ı hestî [varlık] edeler. 5/72.


● Hestî-i mevhûmdan halâs bulup, [Varlık mevhûmundan kurtulup], yokluk tuzağı ile mevsûf olmalı ki, varlık muhakkak cilvenümâ ola. 4/150.


● Hestîlik kaydından [var olmak kaydından] bir sâat dahî kurtulmak ganîmetdir. 6/74.


● Hestî [varlık] ve nistî [yokluk], ikisi dahî i’tibârâtdandır. Pes, o hazretden mün’azil olurlar. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Heme ûst [herşey Odur] veyâ heme ezûst [herşey Ondandır], bekâda söylenen sözlerdir. Fütûhât sâhibinin bu sözleri söyleme kudreti yokdur. 5/52.


● Heme ûst [herşey Odur] ta’bîrinden murâd, heme nistend mevcûd ûst teâlâ [hiç birşey yokdur, O vardır], ya’nî cümle âlem görünüşdür ve Hak teâlâ vardır, demekdir. Fekat, burada mecâz vardır. Hakîkî değildir. Aynadaki Zeydin sûretine Zeyd denilirse, hakîkatde, nefs-ül-emrde Zeyd değildir. Zeydin zuhûrudur. İşte, Muhyiddîn-i Arabî ve ona tâbi’ olanların, kitâb ve risâlelerinde îzâh etdikleri ve açıkladıkları bu ma’nâ ile herşey Odur dediler. Eğer bu ta’bîrden Hak teâlâ mümkinâtda [yaratdıklarında] münhasırdır ve mutlak var olan, yaratdıklarından gayride vücûdu yokdur anlaşılırsa, bu açık küfrdür. Ve zımnında Allahü teâlânın inkârı vardır. 6/16. [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Hem tâ’at [ibâdet] edeler ve hem o ibâdetden istigfâr [tevbe] edeler. Ve o ibâdeti Allahü teâlânın şânına lâyık görmiyeler. [Estagfirullah deyince, bu ma’nâyı düşüneler.] 4/92.


● Himmeti bülend edip [yüksek gayretli olup] ve zemânları ma’mûr edeler, değerlendireler. Bugün ba’zı şeylerden gizlenmiş ise de, ümmîddir ki, yarın açılmış olur. 4/12.


● Hind beldesi, sûretâ Hinddir. Lâkin ravdâ-i Cennetdir. Anın tahmîr-i tıyneti [toprağı] hâk-i Medînedendir. 6/239.


● Hindistânda el’ân [şu anda] müyesser olan hâlât [hâller] ekser zemânda müyesser değildir. Kesret-i füyuz ve vâridât sebebi ile başka yerlerin imrendiği yerdir. Ve sabâhat ve melâhatin imtizâcından [birleşmesindan] dolayı Medîne ve Mekke toprağına hüsn ve letâfetde şebâhet-i tammı vardır. 6/48.


● Hind zemîni [Hindistân memleketi] her ne kadar câyı zulumât ve kedûrât [zulmetler zemîni ve kedûretler yeri] ise de, lâkin, menba’ı çeşme-i hayât zulümâtdadır. [Hayât çeşmesinin menba’ı zulümâtdadır.] 6/142.


● Henş, bir canavardır ki, süt ile su karışdırılıp, verildikde, sütü içer, suyu bırakır. 5/118.


● Hengâm-ı kurb-ı kıyâmetdir [kıyâmet yaklaşdı] ve küfr, bid’at, günâh zulmetleri her tarafı kapladı. Herkes, bu zulmetlerin fırtınalarına yakalanıyor. Böyle bir zemânda, bir sünneti ortaya çıkaracak ve bid’atleri yok edecek bir kahraman arıyoruz. 4/22. [Fâideli Bilgiler: 208.]


● Hüve (o) kelimesi, güyâ gayb-ı hüviyyete [gizli hakîkate] işâret ve zât-i teâlâya şu’ûn ve i’tibârâtdan hattâ kayd-i ıtlâkdan dahî ıtlâkdır. Ve Allah lafza-i celâli kâbiliyyet-i ülâdan ve vahdet-i zâtiyyeden ibâretdir. Ve zât-ı teâlânın tecerrüde ve cemî’i evsâf-ı kemâl ile ittisâfa kâbiliyyetidir. 4/76.


● Hevâ [arzû, istek] ve nefsin istediği akla gelen kötü şeylerden ve anlaşılması güç gizli şirkden kaçınalar. Şeytânın aldatmasından emîn olmıyalar ve Allahü teâlânın mekrinden korkup, titreyeler. Ve büyük kimseye olan ma’nevî râbıtalarını sağlam edeler. Ve sağlam yol olan sünnet-i nebeviyyeyi terk eylemeyeler. Ve bâkî olan [zevâl bulmaz] Allahü teâlâya devâmlı ilticâ edip, yalvarıp ve sığınıp, ağlayıp, sızlama lüzûmunda olalar. Böylece, kurtuluş ümmîdi üzere olalar. 4/159.


● (Huş der dem) kendi nefesine vâkıf olmakdan ibâretdir ki, gaflet ile hurûc eylemeye [çıkış yapmaya]. 4/165.


● Hiçbir müslimân üzerine, kendini efdal bilmeye ve cümleyi kendinden efdal ad eyleye [kabûl eyleye]. 5/109.


● Hiçbir bî edeb [edebsiz], Allahü teâlâya kavuşamamışdır. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Hiç kimse, vâcib olan şeyleri terk etmekde ve yasak edilenleri yapmakda, hiçbir vechle ma’zûr değildir. 4/39.


● Hiç kimse, kendi ameli sebebi ile kurtulamaz. Meğer ki, Allahü teâlâ rahmeti ile hıfz eyleye [koruya]. 6/44.

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-N

 – N –

● Nârdan [ateşden, Cehennemden] kurtuluş, hayr sâhiblerinin seyyidine bağlılık, Cennete girmekde, arkasına takınılanların, peşinde gidilenlerin en fazîletlisine uymağa bağlıdır. 4/10. [İslâmAhlâkı: 544.]


● Nâs’ın [insanların] hayrlısı, Allahü teâlâ için [harâmlardan] sakınan, sıla-i rahm eden [akrabâyı ziyâret eden] ve emr-i ma’rûf ve nehy-i münker eden kimsedir. “Hadîs-i şerîf” 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Nâkıs şeyhden, kâmil gelmez [kusûrludan mükemmel gelmez] ve sâlikin [tesavvuf yolcusunun] kâ’biliyyeti yok olur. 4/145.


● Nübüvvet sona ermiş [bitmiş] ve vahy kesilmiş [nihâyet bulmuş] ve din kemâl bulmuş ve ni’met temâm olmuşdur. Hangi hüccet ve senet ile böyle bir dîn-i metini, bir kimse değişdirebilir?, [ya’nî kimse ortadan kaldıramaz], Peygamberlerin vahy ve ilâhî sözü ile tesbît edilen ve kat’î olarak berâberce söylemiş oldukları kelimelerini [hepsinde müşterek olan kelimeyi] kendi hayâl ve görüşü ile değişdire ve ortadan kaldıra.


[Değişdiremez ve ortadan kaldıramaz.]. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Necâtın [kurtuluşun] sünnete uymakda ve bid’atden sakınmakda olduğunu yakînen bileler. [Bunun için bid’at sâhibleri ile ve harâm işliyenler ile arkadaşlık yapmamalıdır.] 5/89. [Eshâb-ı kirâm: 275.]


● Necât-i uhrevî [âhıretde kurtulmak] ulemânın fetvâsına bağlıdır. Sâlih, sağlam olan ulemânın hilâfına olan keşfler i’tibârdan sâkıtdır. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Necâtı [kurtuluşu], Hak teâlânın sonsuz rahmetinden ümmîd edeler. Ve tâ’ati, onun rahmetinin eseri olarak kabûl edeler. 4/92.


● Nisbet-i bâtın [bâtının bağlılığı] ne kadar yüksek olursa, o kadar cehâlete yakîn olup, zâhiri bî halavet eder. [Zâhir tad alamaz.]. Zîrâ bâtından çok uzak olur. 4/138.


● Nisbet-i bâtın [bâtının nisbeti] ne kadar derk-i zâhire gelmeyip, ondan [bedenden, zâhirin anlamasından] uzak olursa, o kadar çok parlak [nurlu] olur. 4/138.


● Nisbete adem-i ilmden [ilmin yokluğundan] dolayı nisbet-i bâtını [bâtının nisbeti] mutlakâ nefy eylemek mümkin değildir. Zîrâ ekseriyâ vâki’dir ki, bâtın için bu neş’eye [dünyâya] münâsib bir nisbet hâsıl olur. Ve zâhirin aslâ ona ıttılâ’ı, haberi olmaz [zâhir aslâ onu bilmez] ve nefy eder. 4/61.


● Kadınlar ile sohbet [konuşmak], dünyâya bağlanmağa meyle sebebdir. Ve Hak sübhânehudan gâfil eder. [Bunun için, kadınların bulunduğu yerlerde çalışmamalıdır.] 4/171.


● Nasîhat zâhiren acıdır. Se’âdet mend [bahtiyâr] o kimsedir ki, onu şeker gibi tenâvül edip, ma’nevî tad almakdan hissedâr ola. 4/112.


● Nazar ber kadem, hiyn-i mürûrda [yürürken] nazarı kadem üzere rast olmakdır [ayaklarına bakmakdır] ki... 4/165.


● Ni’metler ve hasenât fadl-ı ilâhîdir. Hayrlı işler, vücûd ni’metine bile mükâfat olamaz. 4/119.


● Nefsin makâmı dimâgdadır. 6/67.


● İnsanın nefsi ve vesvese veren şeytân, kendisine düşmandırlar. Maksadları, terbiye eden ve ma’bûd olan [tapınılan] ve hakîkî ma’bûd olandan insanı uzaklaşdırıp, [ona itâ’at etdirmeyip], onun mâ-sivâsına bağlarlar. [Mahlûklara bağlarlar.] Ve gizli ve açık şirke delîl olurlar. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Nefs-i emmâre ademdendir. Kötülükleri ademden kesb etmişdir. [Almışdır.] Üstâdı iblîsdir. Lâkin kötülük yapmakda, isyânda, iblîsi geçmişdir. 5/91.


● Nefsin kendisi kötülük ve isyândır. Kendini hayr ve kâmil bilerek, cehâletin merkezi [tedâvî edilmiyen şekli] olmuşdur. 6/229.


● Nefse muhâlefet etmek [vera’ üzere] hareket, cihâd-ı ekberdir. [Büyük cihâddır.] 4/64.


● Nefse, hayrlı amelleri ityân [yapmak], kötülüklerden kaçmakdan kolaydır. Emrlere uymakda nefsin rızâsının yokluğu, kendisinin bir kayde bağlı olmak istemediğindendir. Emrleri yapmak, yolu ile değildir. Nefse çok zor gelen, ona muhâlif olan, men edilenlerden kaçmasıdır ki, bunun ecri mudâ’afdır. 5/112.


● Nefsin itmînânından evvel meydâna gelen islâmın erkânı, nemâz, zekât ve oruc ve hac ve cihâd ve diğer güzel ameller, amellerin sûretidir. Zîrâ, nefs-i emmâre henüz isyândadır. 4/64.


● Nefs-i mutmainne, kat’î nas ile Cennet ile müjdelenmişdir. Lâkin, mutmainne olmanın, muayyen [belli] şahsda meydâna geldiğini bilmek kat’î değildir. 5/116.


● Nefs mutmainne olunca, dimâgdan göğüs tahtına istikrâr peydâ eder [yerleşir]. 6/79.


● Nefs-i emmârenin tahrîb ve mu’âdâtı [karşılıklı düşmanlığı] cihâd-ı ekberdir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Nefsin, itmînândan sonra, terakkiyâtında [yükselmesinde], zikr, tevbe ve huzûrun zevâli [unutulması, gitmesi] lâzımdır. 4/145.


● Nefs, on latîfeden birisi ve diğerlerinin reîsidir. Bizzât, semâvî ahkâmı inkâr edip, kendini üstün görmek ve kibrli olmak onda vedî’adır [emânetdir]. Ve emmâre-i bissû vel-fahşâdır. [Kötülüğü emr edendir.] Sofiyye-i aliyyenin sülûk yolları, onun ıslâhı ve islâmı ve tathîr ve itmînânı içindir. Nefs-i emmâre, rezîl sıfatlarından kurtulup, islâmı kabûl eyledikde, evvelâ levvâme olur, sonra mülheme ve sonra tedricen fenâ-yı etemm ve bekâ-yı ekmel tavassut ederek, mutmainne olup, cehl-i mürekkebden kurtulup, ve ilâhî ma’rifete yakınlığa kavuşur. Bunların cümlesi, sıfât-i nefsdir. 5/137.


● En-nefsü kettıflı. [Nefs, çocuk gibidir.] 5/47.


● Nefs-i merdûdın [inkâr eden nefsin], tereddüd etdiği zemân, kalbine gelen husûs ile amel et. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Nefse sükûnet [rahâtlık] getiren ve kalbi mutmain kılan şey, iyi ve hayrlıdır. Bunun aksi, müftîler fetvâ verseler de, iyi değildir. “Hadîs-i şerîf.” 5/131.


● Yakınların nafakası vâcibdir. Onu kazanmak şartdır. Ve halâl olmak lâzımdır. Geri kalan zemânı zikre ve fikre harcamalıdır. 6/88.


● Nef-yi isbât [Lâ ilâhe illallah, ya’nî, Allahü teâlâdan başka ilâh yokdur. İbâdet olunacak sâdece o vardır]ın, cüz’i evveli ile [birinci kısm ile] isti’dâtlı bir sâlik [tesavvuf yolcusu], hakîkî matlûbun mâsivâsını nefy edip [yok edip], ikinci cüz’i [kısmı] ile hakîkî ma’bûdün varlığını isbât eder ki, sülûkun hülâsasıdır. 4/145.


● Nefîs elbise ile imtiyâz [zâhir olmak] ve sevb-i hasîsden [hasîs elbiseden] sakınmak lâzımdır. 5/106.


● Nemâzda hudû’ [Allah korkusu], nazarı [bakmağı] secde edilen yere bakmağa mahsûs kılmak ve ta’yîn eylemekdir. 5/119.


● Nemâzdan sonra, hâcetlere kavuşmak için Fâtiha okumak bid’atdir. 4/197 [İslâm Ahlâkı: 562.]


● Nemâz bu sûrete maksûr değildir. [Ya’nî bu dış görünüşünde değildir]. Gayb âleminde bir hakîkati vardır ki, diğer hakîkatlerin üstüdür. Tâ o hakîkate yükselmedikçe [kavuşmadıkca], onun kemâli nasıl anlaşılır. O hakîkat, bu sûret ile kâimdir. Nemâz, bir gönül alan sevgilidir ki, güyâ onun dış görünüşü, bu mecâz âleminde, bu erkân-ı mahsûsa ile [nemâzın erkânı ile] meydâna çıkmış ve güzel edâları, bu kıyâm, ku’ûd ve âdâb ve huşû’ ile açığa çıkmışdır. O sûret ile alâkası olmıyan, o sûreti yapmıyan kimse, bu erkânın hakîkatini nasıl fehm eder. 4/181.


● Nemâzın hakîkati, bütün hakîkatlerden üstün ve müşâhedelerden ve tecellîlerden yüksekdir. 5/87.


● Nemâzda erkân ve âdâb ile meşgûl olalar. Zikr için evkât-ı kesîre vardır. 5/119.


● Nemâz maksaddır. Diğer ibâdetler nemâzın vesîleleridir [yardımcılarıdır]. 4/224.


● Nemâzdan sonra secde câiz değildir. 4/142.


● Nemâzları müstehab vaktlerinde ve cemâ’at ile edâ edeler [kılalar]. Belki, ilk tekbîri imâm ile almağı terk etmiyeler. 4/14.


● Nemâzları cemâ’at ile edâ eden kimse, sıratı şimşek gibi geçer. “Hadîs-i şerîf.” 5/67. [Hak Sözün Vesîkaları: 343.]


● Nemâzda meşgûl eden, renk, nakş ve resm ve [yazı] ve benzerleri mekrûhdur. 5/106. [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Nemâz hakkında, (izâ kâme-l-abdü fis salâti fütihat lehü ebvâbül-cinâni ve küşifet-il hucübü beynehü ve beyne Rabbihî vestakbelet-il hû-rül în....) ilâ âhıril Hadîs-i şerîf.[Bir kul nemâza kalkdığında, Cennet kapıları ona açılır. Rabbi ile arasındaki perdeler kalkar. Hûr-iîn onu karşılar.] 4/14.


● Nemâzın hakîkati, bütün hakîkatlerin üstündedir. 6/224.


● Nemâzı, tûl-i kunût ile ve âdâbı ve şartları ile edâ edeler. 5/146.


● Nemâzın makbûlü, tûl-i kunût ile olanıdır. “Hadîs-i şerîfi”. 5/79.


● Nemâzda meydâna gelen keyfiyyetin [hâl’in] gayr üzere bir kaç mertebe üstünlüğü vardır. Ve bu huzûr, asâleti muhbirdir [asâletin haber vericisidir]. 5/58.


● Evde kılınan nemâza bir sevâb, câmi’de kılınırsa yirmibeş sevâb, Cum’a mescidinde beşyüz sevâb, mescid-i Aksâda beşbin, mescid-i Se’âdetde ellibin, mescid-i Harâmda yüzbin sevâb vardır. 5/67. [Hak Sözün Vesîkaları: 343.]


● Farz nemâzda lezzet, müntehîden başkasına müyesser değildir [nasîb olmaz]. 4/225.


● Farz nemâzda hâsıl olan keyfiyyetin, diğer vaktlerdekilere üstünlüğü vardır. 5/146.


● Nemâzda, kul ile Allahü teâlâ arasındaki perdeler kalkar. “Hadîs-i şerîf.” 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Nemâzda perdelerin kalkması, müntehîlere mahsûsdur. 6/127.


● Nemâz, mü’minin mi’râcıdır. “Hadîs-i şerîf.” 6/203.


● Nemîmeye ruhsat vermek [söz taşıyana izn vermek], nemîmeden eşeddir [söz taşımakdan kötüdür]. 5/123.


● Nemîme istimâ’ edeni [nemîmeyi dinleyeni] tasdîk etmemelidir, dinlememelidir. Zîrâ nemmâm [söz taşıyıcı] müslimânlar indinde [yanında] kötü kişidir. İkinci olarak: Söz taşıyanı [nemmâmı] söz taşımakdan men’ etmelidir. Zîrâ kötünün men’i vâcibdir. Üçüncü olarak: Tanımadığı şahsa söz taşıyıcılık sebebi ile sû’i zan etmemelidir. Zîrâ müslimânlara sû’i zan harâmdır. Dördüncü olarak: Nemmâmın [söz taşıyıcının] verdiği haberi tecessüs etmemelidir [araşdırmamalıdır]. Zîrâ tecessüs harâmdır. Beşinci olarak: Nemmâmın haber verdiğini, nemmâm gibi, başka kimseye söylememelidir. 5/123.


● Nâfilelerin, secde, rükû ve kavmesinde, hadîs-i şerîflerde geçen düâları okurlar ise güzeldir. Fakîr de bu düâları bir risâlede topladım. Eğer ondan ezber ederler ise, münâsibdir. 5/154.


● Nûh aleyhisselâm dokuzyüzelli sene da’vet etdi. Kavmi eziyyet etdi. 4/24.


● Nûh aleyhisselâmın mebde-i te’ayyünü ilm sıfatıdır. 6/118.


● Nûr evvelâ sadra dâhil olur. 6/225.


● Nûr sadra dâhil olmanın alâmeti [kalbe nûr gelmesinin işâreti], dâr-ı gurûrdan ictinâb [geçici olan dünyâ arzûlarından kaçınmak], dâr-ı karara [kalıcı olan âhırete] meyldir. “Hadîs-i şerîf.” 4/227.


● “Nûrüs semâvâti....” âyet-i kerîmesinin tefsîri. 4/113.


● Nûr-ı kalb, asfer [sarı], nûr-ı rûh, ahmer [kırmızı], nûr-ı sır, beyâz, nûr-ı hafî, esved [gizli siyâh], nûr-ı ahfâ, ahdar [yemyeşil]dir. 5/52.


● Nûrdur ki, sebeb-i izhâr ve zuhûrdur. 6/216.


● Nûr-ı sırf-ı şühûdü âsâr-ı bekâdandır. 6/63.


● “Nevm-ül-ulemâ-i ibâdetün” [Âlimin uykusu ibâdetdir] hadîs-i şerîfi ile medh olunan âlimler, mal ve mevki’ düşünmiyen, dünyâya rağbet etmiyen âhıret âlimleridir. 6/232.


● Nevmde [uykuda], eklde [yemekde], söylemekde, i’tidâl üzere olmağa riâyet gerekdir. 4/14.


● Nevmin mevt ile [uykunun ölüm ile] münâsebeti olduğundan, ba’zı devletmendlere [devletlilere] hıyn-i nevmde [uyku anında] bir hâlet rûnümâ olur ki [bir hâl meydâna gelir ki], ölüme benziyen bir hâl ve hâlet-i yekazaya tefevvuk sâhibi olur. 4/109.


● Niyyet-i sâlihaya makrûn olan [Sâlih niyyete yakın olan] mubâh dahî, müstehabba dâhil olur. 6/132.


● (Vebtegû ileyhil-vesîlete...) [Mâide sûresinde, Ona kavuşmak için vesîle arayınız!] buyurulmuşdur. Bu râh-i gaybül-gaybda, mürşid-i kâmilin yardımı olmadıkça, yol almak ve sülûk eylemek çok zordur. Mecâzî sultânın [dünyâ sultânlarının] huzûruna vesîlesiz kavuşmak mümkin değil iken, hakîkî sultânın dergâhına [kavuşmak için], vesîle zarûrî lâzımdır. 6/17.


● Vâridât, beşârât [müjde] ve yüksek işâretler ve ma’rifetlerin, esrârın zuhûru, kâmil olmağı gösterir. Lâkin, kemâl sâhibi olmanın şartı değildirler. 4/122.


● Vâkı’ât [rü’yâlar] sahîh olduğu takdîrde, kuvvetin müjdesi ve isti’dâtdır. Husûle delâleti [işâreti] yokdur. 4/24.


● Vâkı’âları [rü’yâları] müjdeci bileler. Uyanık iken ne meydâna gelirse, ona i’tibâr edeler. 4/205.


● Vâlide, peder, dede ve hocaya, islâm dînine uygun olan, rücû’ ve tevâzu’ hakîkaten Hak teâlâyadır. 4/79.


● Bir vâlînin himâyesinde ibâdet edenlerin amelleri gibi, o vâlîye de Hak teâlâ ihsân eder. 6/64.


● Ve ’mür ehleke bis-salâti vastabir aleyhâ lâ nes’ elüke rizkan nahnü nerzükûke-vel-âkıbetü lit-takvâ. [Ya Muhammed “sallallahü aleyhi vesellem”! Ehl-i beytine ve ümmetine, nemâzı emr et! Geçim darlığına sabr edin! Senin ve onların rızkını vermek için çalışmanı istemiyoruz! Muhakkak sana ve onlara rızkı biz veririz. Sen kalbinle âhıret işine ihtimâm eyle. Güzel son, müttekîler içindir. (Tâhâ sûresi 132. Âyet-i kerîmesi meâli)] 6/127.


● Her vârid ki [hâsıl olan, meydâna gelen ki] zâhir ola [meydâna çıka], şükrünü yapıp, onda temkin [temekkün] husûlinden sonra, ondan yükselmek talebinde olalar. 4/104.


● Vitrden sonra secde yapmanın haberlerde ve eserlerde aslı yokdur. Hind memleketinde amel olunur. Ehl-i arabda onunla amel yokdur. Ve hakkında fıkh-ı muhtârdan dahî rivâyet yokdur.


Şâfi’îye, tahrîmine kâiller, Hanefîye, onu bilmezler. “Sünen-i hüda”. 4/142.


● Vücûb mertebesi, esmâ [ismler], sıfat, şu’ûn ve i’tibârâtı [i’tibârları] toplamıdır. Ve fenâ ve bekâ bu mertebededir. Zât mertebesinde, i’tibârlardan bir i’tibârı mülâhazasız, fenâ ve bekâ mütasavver değildir. 6/8.


● Vücûd için, Hak sübhânehûnun hakîkatidir demek, Ehl-i sünnet i’tikâdına uygun değildir. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Vücûdün, zât-i teâlâya bağlılığı, bir şeyin meydâna geldiği yerden çıkmasına nisbeti gibidir. 4/85.


● Vücûd, kevn [olma] ve husûl [açığa çıkma] ma’nâsınadır. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Vücûd, şey’in mertebelerden bir mertebede ve âlemlerden bir âlemde, ya’nî hâricde zuhûrudur. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Vücûd ve onun tevâbi’i, sıfât-ı hâssa-i ma’bûddur. Mümkinde vücûd-ı zıllî sâbitdir ve müste’ârdır. 6/126.


● Vücûd-i mümkin [mümkinlerin vücûdu], Hak teâlânın vücûdunun zıllıdir. Ve mümkinlerin sıfatı, vâcib-i teâlânın kemâlâtının zılleridir. 4/63.


● Vücûd-i mâsivâ [mahlûkların vücûdü, varlığı] mecâzî vücûddur. Mecâzî vücûd zihnlerde, hakîkî vücûd olduğu için, Sâlik [tesavvuf yolcusu] onun hakîkî ünvânını nefy eder ki, mecâz, hakîkatin varlığı ile bilinmiye, olmıya ve Hak celle ve âlânın hakîkî vücûdü ile ortak olmaya. 4/152.


● Vücûd-i beşerînin nefyine bir sa’at sa’y eylemek [gayret etmek, uğraşmak], ibâdet ehlinin nice yıl ibâdetlerinden dahâ iyidir. 4/58.


● Vücûd-i âbid der-meyân olan ibâdet [ibâdet edenin (âbidin) vücûdünü düşünerek yapılan ibâdet], Allahü teâlâya lâyık değildir. O makâmda hâlis din isterler ki, ortağa râzı değildir. [Allahü teâlâ, kendine şerîk, ortak yapılmasına râzı olmaz.] 4/31.


● Vücûd için üç mertebe vardır: Biri, vehm mertebesidir. Enbiyâ ve melekler ve kümmel-i Evliyâ bu mertebeden hâricdir. İkincisi, nefs-ül-emr mertebesidir ki, sıfat ve ef’al-i ilâhî, Enbiyâ ve melâike ve neş’e-i âhıret bu mertebededir. Üçüncüsü, mertebe-i hâricdir ki, zât ve sıfât-i semâniyye-i vâcib-il-vücûd o makâmda mevcûddur. 4/85.


● Vücûd-i zihnî ve hâricî, mertebe-i imkânda taksîmdir. Mertebe-i teâlâda ne hâricin ve ne ilmin güncâyişi [sığması] yokdur. 4/85.


● Vücûd-i vehmî, aynada eşyânın sûretinin vehmi gibidir. O sûret, cevher [madde] olmayıp, kendileri ile kâim olmadıkları gibi, araz gibi, mahalsiz [yersiz] değildirler. Ve aynaya hulûl ve sereyânları da yokdur. 6/46.


● Vücûd-i vehmî, ilm-i ilâhîde mevcûddur. Hak sübhânehû, âlemi bu mertebede halk buyurmuşdur [yaratmışdır]. Hâricde mevcûd değildir. 4/152.


● Vücûd, ademin [yokluğun] zıddı değildir ki, ademin [yokluğun] yok olmasında vücûd lâzım gele. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Vücûd, her hayr ve kemâle mebde’ [başlangıç], adem [yokluk], her şer ve nâkısa menşe’dir. 6/162.


● Vücûd, her hayr ve kemâle mebde’dir [başlangıçdır] demek, her hayr ve kemâl Hak sübhânehûdan fâizdir [ya’nî ondan gelir] ve vücûd, o feyzin vüsûline vâsıtadır. 4/85.


● Vücûd-i adem ta’bîrinin tarîkatde ma’nâsı, fenâ üzerine terettüb eden [âid olan] bekâdır. 4/165.


● Vücûd-i ademin sâhibi, vücûd-i beşeriyyete avdetden emîn değildir. Lâkin, vücûd-i fenânın sâhibi onun hilâfıdır. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Vücûd-i beşeriyyetden kıl kadar dermeyân olunca, nef-yü isbât kelimesiyle kendi ulûhiyyetini isbât eder. Ol cenâba lâyık olmaz. Bu marazdan [hastalıkdan], şifâyâb olmağa [şifâ bulmağa] imkân yokdur.


Bu gizli [ince] şirkden kurtulan, avlanılamıyan anka kuşu hükmündedir. 6/116.


● Vücûd ve îcâdın varlığı hûbdur [sevgidir]. 4/113.


● Vahdet ve kesret birbirinin zıddıdır. Vahdete tâlib olana kesreti terk etmek zarûrîdir. Sâlik, her ne kadar kesret [çokluk] tarafı ile ülfet ederse, dûr ve mehcûr-ı vahdetdir [vahdetden uzak olur]. Hem taleb ve muhabbet tarîkiyle [yolu ile] ve hem dîd ve dâniş [görmek ve bilgi] cihetinden vicdânî olmak gerekdir. 6/51.


● Vahdet-i vücûd erbâbı [ehli], heme-ûst [herşey Odur] deyip, mukayyedâtı ayn-ı mutlak hayâl ederler [sonradan var olanları, mutlakın aynı zan ederler]. 6/73.


● Vahdet-i vücûd ehli, halk [yaratılanlar], hakkın bu kisve ile meydâna çıkışı ve hakkın bu âsâr [eserler] ve ahkâm ile tahakkukudur deyip, hiçbir şeyde kötülük ve kötülüğün aslı yokdur. Eğer var ise, nisbî ve izâfîdir derler [var kabûl edilendir, derler]. 6/62.


● Vahdet-i vücûda kâil olanlar [vahdet-i vücûd ehli], Hak celle ve âlâya mutlak [kayıtsız, şartsız] derler. Ve mahlûkât, o mutlakın bir şarta bağlılarıdır, derler. Eğer mutlakı, mukayyedat [bağlılar] mertebesine hâs [mahsûs] bilirlerse ve ona diğer vücûd isbât eylemezlerse [ayrıca bir vücûd var bilmezlerse] ki, ekser mülhidler, bu i’tikâd üzeredir. Lâzım gelir ki, Hak sübhânehu, vücûdda ve sâir kemâl sıfatda mümkine muhtâc ola. Meselâ küllî-yi, tabî’î gibi ki, efrâdına münhasır olmakla, vücûdunda efrâda muhtâcdır. Bu i’tikâd hakîkaten Allahü teâlâyı nefy [inkâr]dir ki, açık küfrdür. Ve eğer mertebe-i ıtlâkı, merâtib-i tekayyüdâtın verâsı olmak üzere isbât ederlerse ve mutlaka vücûd-i müteassıla derlerse, meyânlarında, nisbet-i isneyniyyet sâbit olarak, vahdet-i vücûd bâtıl olur. Zîrâ El-isnân mütegâyirân, bu takdir üzere vahdet-i vücûd ile hükm eylemek zuhûrât-i vücûdün tenevvu’i i’tibâriyledir. Meselâ, bir şahs, Zeydin aynada yansıyan sûretini görüp, ben Zeydi aynada gördüm der, şey’in mazharına şey’in aynıdır demek, tegâyür mevcûd iken, âyinedârı olmak alâkasıyla mümkindir.


Pes heme ûst [herşey Odur] ma’nâsı peydâ olur. Şey’in mezâhiri, min vechin ayn-i şey ve min vechin dahî gayr-i şeydir. Galebât-i sekr ile veche-i gayriyyet mestûr olur. [Sekrin gâlib olması ile diğer cihet örtülür.] 5/108.


● Vahdet-i vücûd, imâm-ı Rabbânî indinde, vücûd ve kemâlât-i tâbi’a-i vücûd hâssa-i Rabbi ma’bûddur ma’nâsınadır. 6/73.


● Vahy-i kat’î [kat’î vahy] ile sâbit olan dîni, saçma sapan [doğru dürüst olmıyan] ve evhâm ve hayâller ile, ref’ eylemek [ortadan kaldırmak] mümkin değildir. 6/51.


● Ve zerû zâhirel-ism-i ve bâtınahü mûcibince, ismin zâhirîsi ve bâtınîsi terk olunmalıdır ki, her birinin şükrü edâ oluna. 6/95.


● “Vera’ sâhibi imâm arkasında kılınan nemâz kabûl olur. Vera’ sâhibine verilen hediyye kabûl olur. Vera’ sâhibi ile oturmak ibâdet olur. Onunla konuşmak, sadaka olur.” Hadîs-i şerîf. 5/112.


● “Vera’ ehlinin iki rek’at nemâzı, günâhkârın bin rek’atinden efdaldir.” Hadîs-i şerîf. 5/112.


● Vüsûlde umde [esâs] zikr, muhabbet-i muktedâ mürşide muhabbet olup, [uyulana muhabbet olup], başa asâ vesâire ile vurmak değildir. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Vüsûl merâtibi münkati’ olmaz dedikleri, tecelliyât-i zâtiyye [zâtın tecellîleri] içindir. Yoksa tecelliyât-i sıfatıyye [sıfatların tecellîsi] i’tibâriyle değildir. 4/52.


● Vüsûl için olan [kavuşmak için olan] bütün yollar, ahkâm-ı islâmiyyenin tatbîk edilmesi şartına bağlıdır. Her kim ki, bu büyük islâmiyyet dâiresinden hurûc edip [çıkıp] ve bu yolların birinden kavuşmak isterse, yolda kalır. Matlûba kavuşamaz. Ve belki doğru yoldan ayrılmış olur. Bütün tarîkatların [yolların] menşe’i [kökü] islâmiyyetdir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Vüsûl-i hakîkî [hakîkî kavuşmak] ve hakîkî ihâta-i ma’rûf, tavk-ı beşerden [belli beşerin gücünden] hâricdir. Herkes, bu adem-i idrâk derdine mübtelâdır. 5/86.


● Vüsûl, isneyniyyeti muhbir ve bekâ-yı vâsılı muş’irdir. Pes [öyle ise] vusldan güzer edip [geçip], nef-yi sırfa ve hayrete gelmek gerekdir. 5/149.


● Vefât eden bir şahsın üzerinde bir şahsın hukûku [hakkı] var ise, meselâ deyn [borç] ve gayri gibi, onun rûhunu yükseklere götürmezler. Ve yükselmekden men’ ederler. Tâ ki, o meyyitin tarafından [yakınlarından] biri hakkı edâ ede. Hak edâ olundukda, bu habsden kurtulur. Hadîs-i şerîfdeki hükm, o şahsa mahsûsdur ki, onun rûhuna bu dünyâ hayâtında yükselmek vâkı’ olmamışdır. Ammâ, Allahü teâlânın celle sultânühü keremi ile, dünyâ hayâtında bu te’allukât mevcûd iken, onun rûhu yükselmiş ise, ölümden sonra dahî, yükselmek vâki’ olur. Eğer rûhu dünyâda habs edilmiş ve kafesde ise, vefâtdan sonra yükselmesi, hukûkun edâsına bağlıdır. 4/19.


● Vefât-ı ehibbâ [dostların vefâtı] haber-i vahşet eserinin istimâ’ında o kadar gam ve keder zâhir olur ki [meydâna gelir ki] yazmak mümkin değildir. Lâkin Allahü teâlânın takdîri ile ve irâdesi ile olduğundan, sabr ve şekîb ve tehammül ve teslîm ve rızâ ile tehammülden gayri çâre yokdur. Geçmişleri düâ ve Fâtiha ile yâd etmeli ve sevindirmelidir. Ferdâ [yarın] bizler de, o cemâ’ate dâhil olup, ev, bark ve evlâdlardan ayrılıp ve onlara vedâ’ edeceğimiz muhakkakdır. Âhiret sermâyesini âmâde kılıp [âhırete hâzırlanıp] ve kabr ve kıyâmeti gözleyip, âhıret fikri ile olmak lâzımdır. 5/75.


● Vakt-i amelde [amel vaktinde] ecr taleb edip ve onunla kalmak, kendini ecrden mahrûm eylemekdir. 4/61.


● Vakt çok azîzdir [kıymetlidir]. En azîz ve kıymetli şeyler için kullanmak gerekdir ki, bu da, sâhibine hizmet etmekdir. 6/190.


● Vakt-i hâbde [uyku vaktinde], on kerre Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah, diyeler. 5/33.


● Vakt-i hâbde [uyku vaktinde], Âyet-el-kürsî okumalıdır. 5/33.


● Vukûf-i adedî [onbir ta’birden biri], zikr-i nef-yü isbâtın [Lâ ilâhe illallah söylemenin] adedine bu yolda, bilindiği üzere, vâkıf olmakdan ibâretdir ki, her bir nefesde tek ola. 6/47.


● Vukûf-i kalbî [kalbin Allahü teâlâdan âgâh olması], bilâ zikr kalbe [zikrsiz kalbe], müteveccih, vâkıf ve nâzır olmakdır ki, kalbe mâsivâ hutûr etmeye. 4/65. [İslâm Ahlâkı: 558.]


● Vilâyet-i sûrî sebebi ile, verâset-i ma’nevîyeye müdâhale eylemek hatâdır [tehlükedir]. 5/77.


● Vilâyet, nübüvvetin zıllıdir. 4/71.


● Vilâyet, sâlikin [tesavvuf yolcusunun] mebde-i te’ayyünü olan isme vâsıl olmağa ve o ismde fenâya bağlıdır. 6/229.


● Vilâyetde ilm şart değildir. Velîlik vâkı’ olup, ilm vermezler ise, hiç noksanı yokdur. 5/73.


● Vilâyet ve nübüvvet kemâlâtının [olgunluğunun] on latîfeye ihtisâsı vardır. 6/118.


● Vilâyet, fenâ ve bekâdır. Vilâyetin sıfatı, dünyâdan yüz çevirmek ve kaçınmak ve âhırete meyl ve bağlanmakdır. 6/217.


● Vilâyetde ilm şart değildir. Velînin, kendi vilâyetinden ve yakınlığından haberdâr olmaması mümkindir. Fe minnâ men alime ve minnâ men cehile. [Ba’zımız bilir, ba’zımız bilmez.] 6/19.


● Vilâyetde, mâ-sivâyı unutmakdan ibâret olan fenâ şartdır. 4/180.


● Vilâyetde, fenâ şartdır. Sâlikin örtünmesi [istitârı] demek olan adem [yokluk] şart değildir. 4/12.


● Vilâyetin kemâli [olgunluğu, üstünlüğü] cezbe ve sülûke bağlıdır. Bunlar vilâyetin iki rüknüdür. Nübüvvet kemâli bunlara bağlı değildir. 5/78.


● Vilâyet-i Îsevîye [Îsâ aleyhisselâmın vilâyeti], hafîye te’alluk eder. [Hafî latîfesi ile alâkalıdır.]. 5/134.


● Vilâyet-i Mûsevîye [Mûsâ aleyhisselâmın vilâyeti], vilâyet-i sırra hâsdır. 5/134.


● Vilâyet-i Muhammediyye, ahfâya te’alluk eder. 6/57.


● Vilâyet-i hâssa, nefsin fânî olmasına bağlıdır ki, “MÛTÛ KABLE EN TEMÛTÛ” [Ölmeden önce ölünüz], bu fenâya işâretdir. 6/171.


● Vilâyet, yalnız kalb ve rûhun fenâsı ile husûl bulmak mümkindir. Lâkin onun fenâsı, diğer latîfelerin fenâsına bağlıdır. 6/4.


● Vilâyet-i sugrâ, vilâyet-i Evliyâdır. Vilâyet-i kebîre [kübrâ], vilâyet-i Enbiyâdır. 4/205.


● Vilâyet-i sugrânın nihâyeti [sonu], seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkînin nihâyetine erişmiş olmakladır. 6/39.


● Vilâyet-i sugrâ, cezbe ve sülûkun mecmû’una merbûtdur [temâmına bağlıdır]. 4/12.


● Vilâyet-i sugrâ, mebde’i te’ayyün olan ismin zılâline vüsûl [zıllerine kavuşmak] ve orada seyrin husûli, vilâyet-i kübrâ ismin üsûlüne vüsûldir. 6/207.


● Vilâyet-i sugrâ ve vilâyet-i kübrâ, Ezzâhir ismine te’alluk ederler. Bu ismden güzâr eyledikde [geçdikde], El-bâtın ismidir ki, vilâyet-i mele’i a’lâdır. 4/47.


● Vilâyet-i ulyâ, vilâyet-i mele’i a’lâ olup, vilâyet-i Enbiyâ üzerine dahî tefevvuku [üstünlüğü] vardır. 5/141.


● Vilâyet-i sugrâ, vilâyet-i kübrâ ve vilâyet-i ulyâ, imâm-ı Rabbânîye hâsıl olan mustalahâtdandır. Sâirlerin kelâmında mevcûd değildir [Diğer Velîler böyle sözler söylememişlerdir]. 6/207.


● Vilâyet-i selâse [üç vilâyet], vilâyet-i sugrâ, vilâyet-i kübrâ, vilâyet-i ulyâdır. 4/130.


● Vilâyet-i selâsede [üç vilâyetde], terk-i zikr-i kalbî [kalb ile zikri terk] ve murâkabe ile olup, nübüvvet kemâlâti ki, âlem-i halkın temâmen temizliği [tahâreti] ve i’tidâli [orta hâli] bu kemâle [olgunluğa] bağlıdır. Kur’ân-ı Mecîdi okumak ve nemâz kılmak, bu makâmda, terakkî bahş ve sûdmenddir [yükselmek için ihsân ve fâidelidir]. Çün bu yüksek makâmda yükselmek oldukda, ifâde-i kemâlât o mevtinde hâlis fadl ve ihsân ile olur. O makâmda, amelin ve i’tikâdın eseri yokdur. Ve ârif, bu makâmda kendini ahkâm-ı islâmiyye dâiresinden dışarı görür. Lâkin çün [mâdem ki] islâmiyyet asl ve esâsdır. İslâmiyyetden çekinme düşünülmüş değildir ki, eğer bu asl halâlpezîr [halâl kabûl edilen] olursa, sütûnlara ve binâya dahî halel te’sîr eder. Çün [çünki] bu makâmda dahî bâlâya giden oldukda, mu’âmele tefaddülden [ihsândan] muhabbete tebeddül [değişiklik] eder. Ve ifâde-i kemâlât, muhabbet sebebi ile olur. Tefaddül [iyilik, fazîlet] ve ihsân başka, aşk ve muhabbet başkadır. 5/97.


● Vilâyet-i sugrânın kemâlâtının hâsıl olmasında umde [prensib, esâs] murâkabe ve kalb ile zikrdir. 6/64.


● Vilâyet-i kübrâdan sonra terakkî [yükselmek] zikr ile olmayıp, nemâz ve Kur’ân-ı kerîm okumak ile olur. 5/119.


● Vilâyet-i ulyâda terakkî [yükselmek] bil-asâle, âlem-i halk latîfelerinden, su, hava ve ateşin nasîbidir. 5/92.


● Vilâyet-i ulyâdan sonra, kemâlât-ı nübüvvet [nübüvvet kemâlâtı] vardır ki, bil-asâle Enbiyâya mahsûsdur. Ve vâris olmak ile her kime nevâziş [iltifât] ederlerse, ona dahî hâsıl olur. 4/47.


● Vilâyet-i Enbiyâ dahî olsa, kemâlât-ı nübüvvete nisbetle, hiç i’tibârı yokdur. 5/97.


● Kemâlât-i nübüvvet ve sonrası olan yükselme amel mukâbili olmayıp, fadl ve ihsâna bağlıdır. Bu makâm mürselîne [Resûllere] mahsûsdur. Bu makâmdan sonra mu’âmele, sırf muhabbete bağlı olur. Burada dahî muhibbiyyet ve mahbûbiyyet dereceleri vardır. 4/137.


● Vilâyet-i kübrâ, vilâyet-i Enbiyâdır. Bunu geçdikden sonra, vilâyet-i mele-i a’lâdır. 4/205.


● Velî, vilâyet-i mele-i a’lâ ile şereflenince, ismetden hissedâr [harâmlardan el çekmekden hissedâr] ve günâhdan mahfûz olur [korunur]. 6/59.


● Velînin bâtını [kalbi, rûhu] zâhirinden [bedeninden] ayrıdır. Bedenin [zâhirin] gafleti, rûhuna yol bulamaz [rûhunun haberi olmaz]. 5/134.


● Velîden küçük günâh meydâna gelmesi câizdir. Onun işlenmesi ile vilâyetden azl edilmez [çıkarılmaz]. 5/120.


● Vehm ve hayâl, başlıbaşına i’timâda şâyân değildir [i’timâd edilmez]. Fekat, bunlardan tesavvuf yolunda çok istifâde olunur. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559.]


● Vehmin kaydından ve hayâlin sâhasından kurtulmak, bu fânî âlemde zordur. 6/146.


● Vehm ve hayâl, kendinden dahâ ilâhî yakınlığı anlamağa kâdir değildir. Ve onu muhal bilmeğe yakındır. 6/74.


● Vehm mertebesi, numûd-ü bî bûddan ibâretdir [varlık görünüşünden ibâretdir]. Nokta-ı cevvâleden meydâna gelen dâire gibi ve sûretin aynada görünmesi gibidir. Aynada aslâ sûret mevcûd değildir. Ve aslın hayâlini göstermekden ziyâde sâbit olan yokdur. 5/108.


● Veysel Karânîde, kalb ile yakınlık mevcûd iken, beden ile yakınlık ile şereflenemediğinden, beden ile yakın olan cemâ’atin en ednâsının [en aşağı mertebede olanın] mertebesine vâsıl olamadı. 4/52.


● Veysel Karânî, sahâbeden hiç birinin mertebesine yetişemedi. 6/53.


● Veysel Karânî, tâbi’înin hayrlısından iken, Eshâb-ı kirâmın en aşağı mertebede olanının mertebesine yetişemedi, vâsıl olamadı. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● “VE LESEVFE YÜ’TÎKE RABBÜKE FETERD” [Sana, râzı oluncaya kadar [yeter deyinceye kadar] her dilediğini vereceğim. (Duhâ sûresi 5. Âyet-i kerîmesinin meâli)], bu ümmete nisbet ile ercâ’dır. [bu ümmet için dahâ çok umulur.] 6/170.

KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-M

 – M –

● “Sana gelen her iyilik, Allahü teâlâdandır. Sana gelen her çirkinlik de, kendindendir [nefsindendir]” âyetinde murâd, seyyiâtın menşe’idir. 6/227.


● Allahü teâlânın indirdiği her âyet-i kerîmenin bir zâhiri ve bir bâtını vardır ve herbir harfin bir hudûdu vardır. Ve herbir hudûdun da bir ma’nâsı vardır. 5/67. [Hak Sözün Vesîkaları: 343.]


● Mâsivâ mevcûd değildir. Yokdur. Lâkin mevcûd görünmekdedir. 6/7.


● Allahü teâlâdan gayrisi, yok olucudur ve bir şey değildir. Hak olarak görünen bâtıl ve var görünen yokdur. Onun zâtı, yoklukdur ki, her dürlü kötülük ve noksanlığın kaynağıdır. 6/227.


● Mâsivâya bağlı olunca, kurtuluş mümkin değildir. 4/16.


● Mâsivâya bağlılık, kalb hastalıklarının en şiddetlilerindendir. Ve onun tedâvîsi, mühim şeylerin en mühimmidir. 6/94.


● Mâsivâyı yok etmek için, tevhîd-i vücûdî kullanılmaz. [Yürürlükde değildir.] Tevhîd-i şühûdî lâzımdır. 4/150.


● Mâsivânın yok edilmesinden murâd, mâsivâya bağlantının ve onun maksad oluşunun yok edilişidir. Belki, mâsivâyı görmek ve devâmlı onunla meşgûl olmağı yok etmekdir. Tevhîd-i şühûdînin hâsılı budur ki, bu yolun şartıdır. Mâsivâ hakîkatde mevcûd olsun, gerek olmasın. 4/152.


● “Mü’min kardeşinin ihtiyâcını gidermek, on sene i’tikâf eylemekden hayrlıdır”. Hadîs-i şerîf. 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]


● “Bir mü’minin ihtiyâcını îfâ için bir kimse yürürse, Hak celle ve a’lâ yetmişbeşbin meleği ona koruyucu kılıp, eğer sabâh vakti ise, akşama kadar ve eğer akşam vakti ise, sabâha kadar ona rahmet ile düâ ederler. Ve herbir adımını kaldırdıkca, bir günâhını mahv ve bir derece yükseltirler.” Hadîs-i şerîf. 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]


● “Bir mü’min kardeşinin ihtiyâcına bir kimse çalışsa, tâ ayrılıncaya kadar, Allahü teâlâ herbir adımına yetmiş hasene ihsân edip ve yetmiş günâhını mahv eder. Eğer o iş onun çalışması ile tahakkuk ederse, bütün günâhlarına magfiret olunup, doğduğu günki gibi olur. Eğer o esnâda âhirete gitse, hesâbsız Cennete dâhil olur.” Hadîs-i şerîf. 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]


● “Bir kimse bir mü’mine bir iyilik yapınca [kalbine neş’e verince], Allahü teâlâ, bu iyilikden bir melek halk edip, bu melek Allahü teâlâya hep ibâdet eder. Ve tevhîd okur. O kimse kabre dâhil oldukda, bu melek nûrlu ve sevimli olarak, bunun kabrine gelir. O kimseye, sen beni bilirmisin dedikde, sen kimsin diye süâl edip, o dahî ben senin falan kimseye verdiğin neş’e ve sürûrum ki, Allahü teâlâ, beni bugün seni sevindirmek ve kıyâmet günü sana şefâ’at etmek ve Cennetdeki yerini sana göstermek için gönderdi, dese, gerekdir.” Hadîs-i şerîf. 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]


● Mü’min kardeşinin yüzüne tebessüm etmek sadakadır. “Hadîs-i şerîf.” 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]


● “Mü’min olan kimse, büyük günâhın meydâna gelmesine sebeb olmak korkusundan, küçük günâhı terk eder.” Hadîs-i şerîf. 5/112.


● Mü’min mü’minin aynasıdır. 6/203.


● Mü’minin şerefi, geceyi ihyâ eylemek ile ve insanlardan birşey istememek [beklememek] iledir. 6/174.


● Mü’minin üzerine kıyâmet günü çabuk geçer. Ya’nî ikindi ile akşam arasında olan zemân mikdârı olur. Ve onlar insanların hesâbından kurtuluşuna kadar Cennet bağçelerinde kalırlar. 4/11.


● Malı insanlardan çoğaltan ve depo eden kimse, ateşi ister. 5/37. [Hak Sözün Vesîkaları: 337.]


● Mal ve evlâd ve zevcelerden her neye ki, muhabbet edilse, kendi nefsi için eder. 4/128. [Hak Sözün Vesîkaları: 334.]


● İnsanoğlu malın azlığını sevmez. Hâlbuki az mal, hesâbın kısa ve kolay olmasına sebebdir. 4/42.


● Mal sadaka ile noksan olmaz [eksilmez]. Hadîs-i şerîf. 5/11. [İslâm Ahlâkı: 564.]


● “Mâlâ-ya’nî ile [fâidesiz şey ile] meşgûl olmak, Hak teâlânın o kuldan yüz çevirdiğinin işâretidir.” Hadîs-i şerîf. 4/85.


● “Kulun, Allahü teâlâya en sevgili olduğu hâl, kulunun secdede olduğu hâldir. Yüzü toprakda olunca [secdeye kapanınca] afv olunur.” Hadîs-i şerîf. 6/122.


● Me’yûs olmak ve hiçbirşey olmadığını anlamak artdıkca, kemâlâtın zuhûru da artar. 6/230.


● Mubâhın işlenmesi, Hak teâlânın emri ile olursa, farz ve vâciblere dâhildir. 6/232.


● Mebde ve Me’âd risâlesi, imâm-ı Rabbânînin tasnîflerindendir. 4/183.


● Mebde ve Me’âd risâlesinde îcâzet bahsi. 4/61.


● Mebde-i te’ayyünler, Allahü teâlânın ilminde, ilâhî kemâlâtın anlaşılması ve ayırt edilmesinden ibâretdir. Ve her kemâl bir şahsın mebde-i te’ayyünüdür. Sekiz sıfatın ilmî varlığından başka, hâricde dahî sübûtu vardır. 4/66.


● Mebde-i te’ayyünler, Muhammed-ül-meşreb olanlarda, şü’ûn makâmında, olmıyanlarda ise, sıfat makamındadır. 5/116.


● Mebde-i te’ayyünler, ismlerin zılleridir. 6/213.


● Mebde-i te’ayyün, âşık ile ma’şûk arasında geçiddir ve kavuşma yolu ona münhasırdır. [O yoldan kavuşulur]. 4/66.


● Feyzin kaynağında kesiklik olmaz. Eğer feyzde kesiklik var ise, onun sebebi, feyzi alandadır. Feyzi verende değildir. 6/168. [Hak Sözün Vesîkaları: 354.]


● Bir bid’at sâhibine yolda rast gelen, yolunu değişdirmelidir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Bid’at sâhibinin cenâzesine giden kimse, dönünceye kadar, Allahü teâlânın gadabına uğrar. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Mübtedî [başlangıcda olan]nin ve ortada ve sonda olanların vazîfeleri aynı değildir. Hâlin ve vaktin gereği gibi meşgûl olmalıdır. 5/112.


● Mübtedî, kalb erbâbıdır. Ve hâlden hâle değişmek kalbdendir. 6/79.


● Mübtedî sûrî tecellînin sâhibidir. Müntehî, ma’nevî tecellînin sâhibidir. Müntehî, sûretden ve ma’nâdan geçmişdir. 6/110.


● Dindâr âlimlerin fetvâları ile ef’âl [iş], akvâl [söz] ve ahlâkda amel edesiniz ve sâlihlerin ahlâkını kendinize örnek alıp ve Ehlullaha muhabbet ediniz. 4/14.


● Müteşâbihâtın esrârını, imâm-ı Rabbânî, ilm ve ma’rifet ile kimseye açıklamadı. Ve tam bir gizlilikle onu örtmeğe çalışırdı. 6/112.


● Müceddid-i elfin idrâkinde [ikinci binin müceddidini anlamakda], Evliyâ da, ülemâ gibi âcizlerdir. 5/3.


● Mecnûna Leylâ gelip, sohbet eyledikde, benden uzaklaş ki, muhabbetin beni senden meşgûl eyledi, dedi. 4/218.


● Muhib [seven] sevgiliyi görmeğe tâlib ve kavuşmağı arzû etdiğinden, câizdir ki, arzûsunun çokluğundan [heyecânından] matlûbun görüntüsü ile dahî, râhat olur. 4/156.


● Muhib [seven] için, sevgiliye kavuşmadıkca, durmak yokdur; [duramaz]. 4/145.


● Muhabbet ve buğd-ı fillah olması [Allah rızâsı için buğz olması] demek, kendisi için sevdiğini, diğer insanlar için de sevmek, kendisi için sevmediğini diğer insanlar için de sevmemek, demekdir. “Hadîs-i şerîf”. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Muhabbet ve Allah için düşmanlık olmadıkca, hakîkî îmân ortaya çıkmaz. “H”. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Muhabbetin da’vâsı, düşmandan teberrî eylemedikce [mahbûbun düşmanından uzaklaşmadıkca] makbûl değildir. 4/73.


● Muhabbet-i îşân [büyükleri sevmek], se’âdetin sermâyesidir. 4/21. [Hak Sözün Vesîkaları: 322.]


● Muhabbet-i îşân [büyüklere sevgi] kuvvetli oldukda, feyz alma yolu açıkdır. Her nerede olurlarsa olsunlar, feyzlerinden ve bereketlerinden ümîd olunur. Teveccüh de ilâve olursa, nûr üstüne nûr olur. 5/103.


● Muhabbet-i îşân [büyükleri sevmek], hakîkî matlûbun sevgisinin netîcesidir. 4/143.


● Muhabbetsiz ve râbıtasız, yalnız teveccühün te’sîri azdır. 4/33. [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Muhabbet olmasa, tâlibe, matlûbun yolunu gösterici bulunmaz idi. Feyz almak ve bereketlenmek, muhabbet mikdârınca olur. Ve gizli ma’nâları çeker. Ve seven de, sevgilinin hâlini kazanır [Ona benzer]. Fenâ ve bekâ muhabbetin netîcesidir. 4/21. [Hak Sözün Vesîkaları: 322.]


● Muhabbet dostluğun kısmlarındandır. Hullet, üns [yaklaşma] ve ülfet [dostluk]dir. Muhabbet bağlanma yolu ile, dostluğun diğer kısmlarından ayrılmış ve hayret verici bir şey ve başka bir netîceler sâhibi olmuşdur. 5/134.


● Ebrârın muhabbeti i’tibârât iledir. Mukarreblerin muhabbeti, i’tibâr edilenlerden yüksekdir. 6/105.


● Mâsivâ sevgisi, zâhir ve bâtında [bedende ve rûhda] olursa, avâm muhabbetidir. Yalnız zâhirde olursa, meyl-i tabi’î denir ki, zararsızdır. 5/106. [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Muhabbetdir ki, var olma ve yaratma zincirini harekete geçirip, gizli hazîneyi açığa çıkarmış, gayb sırları açıkca görünür hâle gelmişdir. Muhabbetdir ki, sâdık olan âşığı yakın derecelerine ulaşdırıp, arzû etdiklerini kendilerinden kurtarıp, [bâtıl tanrılardan kurtarıp], sevgiliye kavuşdurmuşdur. Muhabbet sebebi ile, sâdık mürîd, mürşidin kemâlâtını ve onun hâllerini kazanır. 6/111.


● Muhabbet ve adem-i muhabbet [sevmek ve sevmemek] i’tibârâtdandır. Muâmele [iş], sıfat ve i’tibârâtdan dahâ yukarıya terakkî etdikde, sevmek ve sevmemek diye birşey kalmaz. 6/235.


● Sevgiliye itâ’at, sevenin hâlinin îcâbıdır. 5/10.


● Mahbûbiyyet [sevilmiş olmak] bütün fazîletlerden ve yakınlık makâmlarından dahâ üstündür. Hepsinden ilerdedir. 6/108.


● Mahbûbun [sevgilinin] latîfeleri yazmakdan üstün [yazıya sığmaz] ve mahbûbun [sevgilinin] nefsleri de anlatmakdan dahâ ötededir [anlatmanın ötesindedir]. Mahbûb tecellî etmedikce, bîçâre tâlib onu devâmlı arar. Ve onun rûhu besliyen ni’metlerini ve rûhu yükselten hikâyeleri ile ülfet etmekde ve meşgûl olmakdadır. Sevgili görününce derdli olan sâlik, yokluk sahrâsına düşüp, dili tutulur. Dahâ sonra, söyliyen kim, dinleyen kim olur ve kim idrâk eder ve kimi bulur? 6/107.


● Mahbûbları [sevilenleri], muhabbet ipi ile, seçilmişler yoluna yavaş-yavaş götürürler. Ve mürîdler inâbet yolundan kendi ayakları ile kavuşurlar. 6/220.


● Muhammed Sa’îd, Muhammed Ma’sûmun büyük kardeşidir. 6/3


● Muhammed Sa’îd, onyedi yaşında, zâhirî ilmlerin aklî ve naklîsini kemâl derecede öğrendi; erişdi. 6/3.


● Muhammed Ma’sûmun fazîletleri. 4/86.


● Muhammed Ma’sûmun fakîrliğini ve zelîlliğini arz etmesi. 4/27.


● Muhammed Ma’sûmun mahbûb [sevilmiş olduğu] mechûl iken, bilâhere ma’lûm olduğu [sonradan ortaya çıkdığı]. 4/17.


● Muhammed Ma’sûm, farz nemâzlardan sonra, yetmiş kerre istigfâr ederdi. 5/80. [Hak Sözün Vesîkaları: 344.]


● Muhammed Ma’sûm, vaktli ve vaktsiz zikrleri ve düâları ve devâmlı düâları toplayarak, fârisî bir risâle yazmışdır. 5/104.


● Muhammed Ma’sûm buyuruyor ki, bu miskin âşık, bir zemân Hak teâlânın inâyet ve lutflarına bakarak, düâ eder [yalvarır] ve öğünür. Ve başka bir zemânda kendi yapdıklarına bakıp, düâ eder [yalvarır] ve fakîrliğini ortaya koyar. Bir vaktde dahî, kendinin o mukaddes cenâba, hiçbir münâsebeti olmadığını düşünüp, üzülür. 4/8.


● Muhammed Ma’sûm buyuruyor ki, bu ayrılık ateşi ile yanmış olan ve size gönlünü kapdırmış olan âşığın hâli budur ki; o hazretin şem’i vücûdüne pervâne, onun tîr-i teveccüh-i yegânesine hedefvâr-i nişâne olmayıp ve onun şikâr-ı reftâr-ı mahbûbesi ve beste-i fitrâk kadd-ı ra’nâ-yı nâzikânesi bulunmayıp ve çeşmân-ı meyîgûn ma’şûkânesinin küştesi ve tebessüm-i dilberânesinin âşık-ı sergeştesi olmayıp ve kendinin cebîn-i nâzanîni onun âsitâne-i ulyâsında kemâl-i şevk ve arzû ile sürülmüş ve dergâhının sâkinlerinin hâk-i pâyini gözlerine sürme yapmıyan ve alnında onun köleliği damgası bulunmıyan ve ol dergâhın gulâmlarının silsilesi kendi kerden-i cân ve teninde hüveydâ olmayan, kimse ile hemnişin ve âşinâ ve tekellüm nümâ olmıyayım ne çâre edelim, beni böyle halk eylemişler, kendi ihtiyârımda değilim. 4/157.


● Muhammed Ma’sûmun arabî olarak yazdığı nasîhatıdır. 4/9.


● Muhammed Ma’sûmda mafsal ağrısı var idi. 5/147.


● Muhammed Ma’sûmun vefât târihî (1079 h.) Zilhicce 27. idi. Ve hâşiyesi. 5/74.


● Muhammed Seyfeddîn, Muhammed Ma’sûmun oğludur. 6/243.


● Muhammed Eşref, Muhammed Ma’sûmun oğludur. 4/238.


● Muhammed Nakşibend, Muhammed Ma’sûmun oğludur. 6/245.


● Şeyh Halîlullah, Muhammed Ma’sûmun oğludur. 5/140. [Kıyâmet ve Âhıret: 164.]


● Şeyh Abdül-ehad, Muhammed Ma’sûmun oğludur. 6/205.


● Muhammed Sıddîk, Muhammed Ma’sûmun oğludur. 6/70.


● Muhammed Ubeydullah, Muhammed Ma’sûmun oğludur. 6/118.


● Muhammed Sıbgatullah, Muhammed Ma’sûmun oğludur. 4/189.


● Kalb, Allahü teâlânın nazar etdiği mahâldir. Kalbi temiz tutmak gerekdir. Ve Hak teâlânın nazar etdiği yeri, halkın nazargâhından çok kötü yapmak, güzellikde ve süslemekde dahâ aşağı yapmak lâyık değildir. O temizlik zikre bağlıdır. 4/48.


● Muhyiddîn-i Arabî, hadîs ilminde üstâd [sözü vesîka] ve fıkhda ictihâd makâmında idi. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Muhyiddîn-i Arabî, raks ve simâ’ı çok şiddet ile yasak etmişdir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Muhyiddîn-i Arabînin sözü, imâm-ı Rabbânînin sözünden, birkaç derece uzakdır. 4/180.


● Muhyiddîn-i Arabî, âlem, toplanmış a’râzdır [gelip-geçici şeylerdir] demişdir ki, hoşdur [iyidir]. 5/91.


● Muhyiddîn-i Arabî iki te’ayyüne, te’ayyün-i ilmî ve diğer üç te’ayyüne te’ayyün-i hâricî demişdir. Ve te’ayyün-i ilmî, sûret-i şân-ül-ilmdir, demişdir. 4/85.


● Muhyiddîn-i Arabî, âlem, her ânda ademe gider [yok olur]. Ve onun misli var olur demişdir ki, şühûdîdir. Ve bizim indimizde sâbit değildir. 6/217.


● Muhyiddîn-i Arabî, “Hiçbirşey yokdur ki, Onu hamd ve tesbîh etmesin” deki zamirin şey’e â’idiyyetini tahmin ediyor. 4/47.


● Muhyiddîn-i Arabî ve tâbi’lerinin, “herşey odur” ta’birleri, herşey onun zuhûrâtıdır, ma’nâsınadır. 6/16. [Kıyâmet ve Âhıret: 104, Cevâb Veremedi: 358.]


● Muhyiddîn-i Arabînin, cem’i Muhammedî, cem’i ilâhîden genişdir, sözünün te’vîli. 4/173.


● Muhlis, niyyeti yenileyen, zorla ihlâs elde eden kimsedir. 5/23.


● Muhlas, niyyeti yenilemeyi ve zorla ihlâs elde etmeği geçip, hakîkate kavuşmuşdur. 4/172.


● Mir’ât-i ademde [yokluk aynasında] mün’akıs olan [aks eden, görülen], kemâlâtın ve sıfatın kendi aslına katılması, sıfatların tecellîlerinin üstünleridir. 5/109.


● Murâdlar ve istekler, matlûbun yolunu örten perdelerdir. 5/115.


● Murâkabe, kul, Allahü teâlânın devâm üzere kendini bildiğini, ilmi olduğunu, huzûrunda olduğunu bilmekdir. 5/81.


● Murâkabe, bâtınî ve zâhirî hisleri, matlûbu bekleme yolunda toplamakdır. 5/113. [Kıyâmet ve Âhıret: 165.]


● Mürebbî-i hakîkî [hakîkî yetişdirici] ve mürşid-i alel ıtlak [hakîkî terbiye edici], Hak teâlâdır. 6/222.


● Mürebbî-i hakîkî [hakîkî yetişdirici], Hak sübhânehu ve teâlâdır. 4/235.


● Mürşid olan âbâ ve ecdâdını [baba ve dedelerini] taklîd eden ve amelleri ile amel eden, kâmil olmıyan çocuk için mürîd ahz eylemek [kabûl etmek] câiz değildir. 5/77.


● Mürşidin tâlibe teveccühü, lafza-i celâl [Allah] zikr ederken de, nefy-ü isbât zikrinde de [Lâ ilâhe illallah] müsâvîdir. Ve teveccüh edene zikr etmek lâzım değildir. 5/131.


● Maraz-ı kalbînin [kalb hastalığının] başı, mâsivâya bağlanmakdır. 4/71.


● Mürîd [Allahü teâlâ], hayr ve şer irâde edicidir. Ve lâkin, şerlerden râzı değildir. 6/62.


● Mürîdler, inâbet yolu ile vâsıl olur. [Mürşide bağlanarak ve çalışarak] hayâtdaki bir mürşidin sohbetine muhtâcdırlar. 5/101.


● Mürîd, bu âyet-i kerîmede zikr olunan sıfatla sıfatlanmış olması lâzımdır. [Tebük gazâsına katılmıyan üç sahâbî pişman oldular. Yer yüzü kendilerine daraldı. Mâtem tutdular. Tevbeden başka çâre olmadığını anladılar. Tevbeleri kabûl edildi. Allahü teâlâ geçmiş günâhları afv eder.] Tevbe sûresi. Â. 118.] 6/25.


● Alçak dünyânın çöplüklerine bağlanıp [âşık olup] ve süsüne aldanmıyalar ve onun çok câzip [renkli]liği ile renklenmiyeler. Geçici ve yok olucudur. Sâbit değildir. Bir şekere bulanmış zehrdir. Ve altın kaplanmış necâsetdir ki, ebedî ölüme ve sonsuz hüsrâna götürür. 6/135.


● Mescid-i Nebevîde edâ olunan nemâz, onbin nemâza mu’âdildir (eşiddir). “H.” 4/64.


● Mescid-i Harâmda kılınan nemâz, yüzbin salâta muâdildir. 4/64.


● Her müslimân kendi kudreti kadar verir ve lutf eder. Kudreti olmadığı hâllerde, mâzeret sâhibidir. 4/31.


● Müslimânın malının hurmeti, kanının hurmeti gibidir. “H”. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● “Müslimâna bir zahmetin gelmesi, onun günâhı sebebi iledir.” “H”. 4/119.


● Bir mü’mini mesrûr eden kimseyi, Allahü teâlâ mesrûr eder. 4/47.


● Dünyâda görülen şeylerin hepsi, zıllere bağlıdır ve hayâlden kurtulmuş değildir. 6/203.


● Müşâhede-i kalbî [kalbî müşâhede], ba’zı büyüklerden rivâyet olunmuşdur. Lâkin onlara ol makâmdan yükselme vâki’ olmamışdır. Son nefese kadar bu müşâhedeye bağlanmışlardır. 5/68. [Hak Sözün Vesîkaları: 344.]


● Müsâfeha her görüşmekde sünnetdir. Muayyen vakt ta’yîn etmek bid’atdir. 4/197. [İslâm Ahlâkı: 562.]


● Mudga-i kalbiye [kalbin eti=yürek] âlem-i halkdandır. Ve yeri sînedir [göğüsdür]. 6/225.


● Mudga, on parçadan birleşmiş olup [meydâna gelmiş olup], her birinin tasfiyesinden sonra, aslın zuhûruna kâbiliyyeti olur. 4/20.


● Mutlakı mukayyed nasıl bulur. [Hakîkî varlığı, varlığı başkasına bağlı olan nasıl bulur.] Ve sonsuzu, sonu olan nasıl kavrıyabilir. 5/120.


● Matlûba kavuşmak, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla mümkindir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Matlûb-ı hakîkîden [hakîkî matlûbdan] her ne hâsıl olursa, kavuşanın anlayışının tehammülü kadardır. Ve onun kâbiliyyet ve anlayışına bağlıdır [anlayışı kadardır]. Matlûb ise, bu bağlardan uzak ve berîdir. [Onda yokdur ve Ondan ayrıdır]. Ve bu bağlardan çözülmüş ve ârîdir [arındırılmışdır]. Şimdi îcâb eder ki, himmetin fazlalığı bir mertebeye ola ki, idrâk kaydlarından [bağlarından] ve isti’dâd bağlarından dahâ üstün ola. Zîrâ mümkin, mâdem ki, imkân bağları ile bağlanmışdır, hakîkî matlûbdan nasıl hisse alabilsin. Mahlûk olmakdan temâmen uzak olmak mümkin değildir. 4/167.


● Matlûba sevgiden dolayı, onu beklemek, matlûbda kendinden geçmekden dahâ üstündür. 6/77.


● Matlûbu bu kısa dünyâ hayâtında, ona da’vet olunmuşken, [kucağına çekemiyen, kavuşamıyan], yarın huzûr-ı ilâhîye ne yüzle gider ve ne hîle ile behâne ve özr diler. 4/102.


● Matlûbu kendinde aramak lâzımdır. Kendinden hâricde bulunmaz. 6/49.


● Matlûb, âfâk ve enfüsün dışındadır. 6/183.


● Matlûb görünmeğe başlayınca [müşâhede olununca], bîçâre tâlib, yokluk sahrâsında kaybolup, ondan nâm ve nişân kalmaz. 6/181.


● Matlûb, fenâ ve bekânın, tecellîlerin ve zuhûrların, görme ve görülmenin, söz ve ma’nânın, ilm ve cehlin, ism ve sıfatın, zannedilenin ve hayâlde düşünülenin ötesindedir. 4/116.


● Mürîd, bu âyet-i kerîmede zikr olunan sıfatla sıfatlanmış olması lâzımdır. [Tebük gazâsına katılmıyan üç sahâbî pişman oldular. Yer yüzü kendilerine daraldı. Mâtem tutdular. Tevbeden başka çâre olmadığını anladılar. Tevbeleri kabûl edildi. Allahü teâlâ geçmiş günâhları afv eder.] Tevbe sûresi. Â. 118.] 6/25.


● Alçak dünyânın çöplüklerine bağlanıp [âşık olup] ve süsüne aldanmıyalar ve onun çok câzip [renkli]liği ile renklenmiyeler. Geçici ve yok olucudur. Sâbit değildir. Bir şekere bulanmış zehrdir. Ve altın kaplanmış necâsetdir ki, ebedî ölüme ve sonsuz hüsrâna götürür. 6/135.


● Mescid-i Nebevîde edâ olunan nemâz, onbin nemâza mu’âdildir (eşiddir). “H.” 4/64.


● Mescid-i Harâmda kılınan nemâz, yüzbin salâta muâdildir. 4/64.


● Her müslimân kendi kudreti kadar verir ve lutf eder. Kudreti olmadığı hâllerde, mâzeret sâhibidir. 4/31.


● Müslimânın malının hurmeti, kanının hurmeti gibidir. “H”. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● “Müslimâna bir zahmetin gelmesi, onun günâhı sebebi iledir.” “H”. 4/119.


● Bir mü’mini mesrûr eden kimseyi, Allahü teâlâ mesrûr eder. 4/47.


● Dünyâda görülen şeylerin hepsi, zıllere bağlıdır ve hayâlden kurtulmuş değildir. 6/203.


● Müşâhede-i kalbî [kalbî müşâhede], ba’zı büyüklerden rivâyet olunmuşdur. Lâkin onlara ol makâmdan yükselme vâki’ olmamışdır. Son nefese kadar bu müşâhedeye bağlanmışlardır. 5/68. [Hak Sözün Vesîkaları: 344.]


● Müsâfeha her görüşmekde sünnetdir. Muayyen vakt ta’yîn etmek bid’atdir. 4/197. [İslâm Ahlâkı: 562.]


● Mudga-i kalbiye [kalbin eti=yürek] âlem-i halkdandır. Ve yeri sînedir [göğüsdür]. 6/225.


● Mudga, on parçadan birleşmiş olup [meydâna gelmiş olup], her birinin tasfiyesinden sonra, aslın zuhûruna kâbiliyyeti olur. 4/20.


● Mutlakı mukayyed nasıl bulur. [Hakîkî varlığı, varlığı başkasına bağlı olan nasıl bulur.] Ve sonsuzu, sonu olan nasıl kavrıyabilir. 5/120.


● Matlûba kavuşmak, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla mümkindir. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Matlûb-ı hakîkîden [hakîkî matlûbdan] her ne hâsıl olursa, kavuşanın anlayışının tehammülü kadardır. Ve onun kâbiliyyet ve anlayışına bağlıdır [anlayışı kadardır]. Matlûb ise, bu bağlardan uzak ve berîdir. [Onda yokdur ve Ondan ayrıdır]. Ve bu bağlardan çözülmüş ve ârîdir [arındırılmışdır]. Şimdi îcâb eder ki, himmetin fazlalığı bir mertebeye ola ki, idrâk kaydlarından [bağlarından] ve isti’dâd bağlarından dahâ üstün ola. Zîrâ mümkin, mâdem ki, imkân bağları ile bağlanmışdır, hakîkî matlûbdan nasıl hisse alabilsin. Mahlûk olmakdan temâmen uzak olmak mümkin değildir. 4/167.


● Matlûba sevgiden dolayı, onu beklemek, matlûbda kendinden geçmekden dahâ üstündür. 6/77.


● Matlûbu bu kısa dünyâ hayâtında, ona da’vet olunmuşken, [kucağına çekemiyen, kavuşamıyan], yarın huzûr-ı ilâhîye ne yüzle gider ve ne hîle ile behâne ve özr diler. 4/102.


● Matlûbu kendinde aramak lâzımdır. Kendinden hâricde bulunmaz. 6/49.


● Matlûb, âfâk ve enfüsün dışındadır. 6/183.


● Matlûb görünmeğe başlayınca [müşâhede olununca], bîçâre tâlib, yokluk sahrâsında kaybolup, ondan nâm ve nişân kalmaz. 6/181.


● Matlûb, fenâ ve bekânın, tecellîlerin ve zuhûrların, görme ve görülmenin, söz ve ma’nânın, ilm ve cehlin, ism ve sıfatın, zannedilenin ve hayâlde düşünülenin ötesindedir. 4/116.


● Karanlık geceleri zikr vazîfeleri ile aydınlatmağı ve seherlerde ağlamağı ve istigfârı ganîmet bileler. 4/40.


● Mazlûma yardımın fazîleti hakkında hadîs-i şerîf. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Mu’âz ibni Cebel hadîs-i şerîfinde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” gördüğü rü’yâda hitâb-ı ilâhi... 5/5.


● Ma’rifet, zât-ı ilâhînin sırlarını keşf etmekdir. Kerâmet, mahlûkların hâllerini keşf etmekdir. Birincisi makbûldür. 4/50. [Kıyâmet ve Âhıret: 161, Hak Sözün Vesîkaları: 328.]


● “Günâhlar küfre götürür” hadîs-i şerîfi. 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Me’âsî [günâhlar] yayıldığı vaktde, Hak teâlâdan gelen azâb, bütün ümmete gelir. İnsanlara isâbet eden azâb, sâlihlere dahî isâbet edip, sonra Hak teâlânın magfiretine ve rıdvânına mazhar olurlar. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Ma’dûm-ı mutlak [mutlak yokluk], ne vücûd ve ne sâbit olması i’tibâriyle şey değildir. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Ma’dûm-ı mümkin için [mümkinin yokluğu için], vücûd-ı aynîden mukaddem [şu görülen varlığından önce], meşiyyetin sübûtu vardır. [Önceden yok idi denilebilir]. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Ma’dûm-ı mutlak [mutlak yokluk] ne sübût i’tibâriyle ve ne vücûd i’tibâriyle şey değildir. Ammâ, mümkin olan yokluk için, şu görülen varlığından önce, Allahü teâlânın irâdesiyle (Kün=ol) emrine muhâtab olup ve te’sîri kabûl eder ve vücûdü hâricde mevcûd olur. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Ma’rifet iki nev’dir. Âlimlerin ma’rifeti, bakmağa ve delîl getirmeğe bağlı olup, nefs yine serkeşdir. Sôfîlerin ma’rifetinde, sâlikin nefsi fânî olmuşdur. 5/61. [Hak Sözün Vesîkaları: 341, Kıyâmet ve Âhıret: 99.]


● Ma’rifet, ma’rûfda fenâ olmakdan ibâretdir ki, hakîkî ölümdür. Ve bu ölüm, derd ve muhabbetin netîcesidir. 4/227.


● Ma’rifet-i ilâhî [Allahü teâlâyı tanımak], hârikul’âde


şeylerden ve mahlûkâta âid gizli şeyleri keşf etmekden dahâ üstündür ki, ma’rifet, Allahü teâlânın zâtının sırlarını keşf etmekdir. Pes; ma’rifet ile hârikul’âde şeyler arasındaki fark, Hâlık ile mahlûkun farkı gibidir. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Ma’rifetullah ki [Allahü teâlâyı bilmek ki], idrâk-i basît [geniş idrâk] ma’nâ olmak üzere, Velîler indinde karar verilmişdir. Ve insânî kemâlleri ona bağlı kılmışlardır. Onun dahî temâm olup ve kemâl bulması, nefsin kemâl ve itmînânına bağlıdır. 4/64.


● Ma’rifet-i Hak sübhânehu [Allahü teâlâyı tanımak] fenâ ve bekâya bağlıdır. 6/153. [Cevâb Veremedi: 362.]


● Ma’rifetin husûlü ve derece-i vilâyetin vüsûlü muhabbete menûtdur [bağlıdır]. 6/153.


● Ma’rûf ve münkerin ta’rîf ve taksîmi. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Ma’lûmun olmıyan [tanımadığın] kimseye yumuşak davranırsan ve senden kesilmiş olan kimseyi ziyâret edersen, sana zulm eden şahsı afv edip ve seni mahrûm eden kimseye ihsânda bulunursan, Allahü teâlâ dereceni yükseltir, terfi’ buyurur. “Hadîs-i şerîf.” 4/147. [Herkese Lâzım Olan Îmân: 141, Cevâb Veremedi: 342.]


● Müflisânim âmede der kûyi tû,


şey’en lillahi ez-cemâl-i rûyi tû.


[Biz müflisleriz. Senin köyüne gelmişiz.


Allah rızâsı için, cemâlinden bize birşeyler ver]. 4/163.


● Muktediyât-i bedeniyyeden [bedenî ihtiyâclardan], ve ihtilât-ı halkdan [insanlar ile haşr-neşr olmakdan] kurtulmağa imkân yokdur. 4/160.


● Mükâtebe [büyüklerle mektûblaşmak], ma’nevî bağlantıyı kuvvetlendirir. Ve gıyâbında ona teveccüh edilmesine sebeb olur. 4/42.


● Mekr-i Hüdâvendî celle şânühûdan [Allahü teâlânın aldatmasından] emîn olmayalar. Ve dâimâ sığınalar ve yalvaralar ki, büyük işde karışıklık olmaya. 6/209.


● Mekşûfât ve meşhûdât, zılâl-i matlûbdur. [Keşf olunanlar, görülenler, matlûbun zılleridir.] Ayn-i matlûb değildir. [Matlûbun kendisi değildir]. 4/156.


● Meleklerin adedi, cin ve insanların toplam adedinden kat-kat fazladır. 4/11.


● Melekler, kendi hakîkatlerinin üstüne çıkamaz. İnsanların üstünleri, meleklerin hakîkatlerinin üstüne çıkarlar. 4/183.


● Melâmiye yolu, sôfiyye elbisesini giymiş ve tarîkatın mubâhlarına yapışıp, islâmiyyete yapışmağı avâma âid bilir ki, bu zân ve i’tikâd, ilhâd ve zındıklıkdır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Mümkin [yaratılan] vâcibin [yaratanın] aslını, hakîkatini nasıl idrâk edebilir. Sonradan olanın, devâmlı var olanı kavraması hayâldir. Ebedî mahrûm kalmak, hüsrâna uğramak ve eleme düşmek elbette olur. 5/52.


● Mümkinin [yaratılanın] olgunluğu, kullukda tam olmak ve Allahü teâlânın ilahlığını kabûl etmekdir. 4/173.


● Mümkin için zât yokdur. Cümle görünenler, i’tibârât-i zâtiyyedir. Ademdir [yoklukdur] ki, birşey değildir. Mümkinin zâtı durumunda olan sıfat ve fi’ller de emânetdir. 5/50.


● Mümkinin kendisi ademdir ki, o aynada, kemâl sıfatın aks etmesi ile, vücûdu gösterir olmuşdur. Ve bu aks etme vâsıtası ile, ademiyyet-i zâtiyyesini [zâti yokluğunu] ve noksanlık ve yaratılışındaki şerri unutup, emânet olan kemâlât sebebi ile kendini hayr ve kâmil hayâl eylemişdir. Ve bu fâsid hayâlden ve cehl-i mürekkebden dolayı, benlik ve kendini beğenmenin kaynağı olmuşdur. 5/133.


● Mümkinde hayr ve kemâl kısmından ve vücûd ve vücûdün tâbi’lerinden [bağlılarından] her ne mevcûd ise, vücûb mertebesinden istifâde edilmiş, emânet olarak alınmışdır. O mertebenin sıfatının yansıması ve parlamasıdır. 4/88.


● Mümkin [yaratılan], her ne kadar, Allahü teâlâya “celle sultânühü” yaklaşıp, kemâl dereceleri tahsîl eylese, rûh ve beden olarak yine mahlûkdur.


Ve sonradan olmadır ki, bütün mâsivâ, Allahü teâlâdan gayri ne varsa hepsinin hâdis olmasında, din sâhiblerinin icmâ’i hâsıl olmuşdur. İnkâr eden kâfirdir. 4/182. [İslâm Ahlâkı: 559, Kıyâmet ve Âhıret: 376.]


● Mümkinât [yaratılanlar], âhıret hayâtında, sıfatın varlığında mevcûd olan hüsn ve cemâlin mazharıdırlar ki [mümkinan Allahü teâlânın hüsnü cemâlini görüyor], lâkin, bu fânî dünyâda mümkinin yokluğu ciheti terbiye edilip, sıfatın muhtemel yokluğunda görünen güzellik ve iyiliğe mazhar kılmışlardır. Zîrâ, vâcib olan sıfatların mevcûd olan yönlerinde güzellik ve iyilik var olduğu gibi, yokluk ihtimâlleri yönünde dahî güzellik ve iyilik sâbitdir. Lâkin yoklukda görülen güzellik onunla örtülmüş gibidir. Onun için âhıret ni’metleri makbûl ve râzı olunan şeylerdir. Dünyâ ni’metleri ise, râzı olunmıyan şeylerdir. 4/123.


● Mümkinâtın cümlesi, ba’zan var, ba’zan yokdur. [Kaydlı yoklukdur.] Bunlar mutlak yokluk değildir. 5/50


● Mümkinât, vehm mertebesinde yaratılmışdır. Ayrıca hâricde değildir. Allahü teâlânın yaratması ile görünmekdedir. 4/5.


● Mümkinler, a’razların topluluğudur. Zâtiyyet ve cevherlik onda bulunmaz. 4/5.


● Mümkinler, ism ve sıfatları gösterdiği için, sıfatlardan fâidelenemezler. Yokluğun sıfatı olması, sâlikin zâtının yok olmasıdır. Zîrâ onun zâtı, sıfatın ötesinde, başka birşey değildir. 6/167.


● Mümkinât, vücûddan uzakdır. [Hakîkî varlık değildir. Mevcûddur. Yaratılmışdır.]. Bir adem [yokluk] olup, kemâlâtın yansıması sebebi ile görünüş peydâ eylemişdir. [Görünüş kazanmışdır.]. 4/217.


● Mümkinlerde herbir ism için çok zıller vardır. 4/47.


● Mümkinler, vücûd sıfatının kemâlâtının zıllerinin yansıması ile [mevcûd olmadığı hâlde] görünmekdedirler. Aslın kemâlâtı parlayınca, zıllerin kemâlâtı yok olup, asla kavuşup, ârif dahî yokluk sahrâsına teveccüh ile [yönelmek ile] hakîkî fenâ hâsıl olur. 6/213.


● Mümkinât ne ayn-ı zât, ne de gayr-i zâtdır. Meselâ, aynadaki Zeydin sûreti, ne Zeydin aynı, ne de gayrı olduğu gibidir. 6/16 [Cevâb Veremedi: 358, Kıyâmet ve Âhıret: 104.]


● Mümkinât kendilerinde zuhûr ve kendilerini halk eylemek i’tibâriyle kâmilen mardî’i ilâhîdirler. Kabîh ve gayr-i mardî olan onu, kesb eylemekdir. 6/62.


● Men istevâ yevmâni fehüve magbûnün “hadîsi”. [İki günü aynı olan aldanmışdır. Ya’nî, her gün ilerlemeyen aldanmışdır.] 6/64


● Men arefe nefsehû fekad arefe rabbehû [Kendini tanıyan, Rabbini tanır] hadîs-i şerîfinden murâd, insandır ki, on latîfeden meydâna gelmişdir. Nefs latîfesi bu latîfelerden biridir. Lâkin, latîfelerin reîsidir. Bu hadîs-i şerîfdeki nefs latîfesinden murâd, mümkindir ki, insanda mevcûddur. [İnsanın dayanak yeridir. İnsan onunla vardır.] 5/137.


● Men seetehü seyyietün ve serretehü hasenetün fehüve mü’minün. “Hadîs-i şerîf”. [Yapdığı kötülüğe üzülen, iyiliğine sevinen kimse mü’mindir.] 6/164.


● Men hâme havlelhumâ yûşekü en yeka’a fîhî. [Harâmlar Allahü teâlânın koruluğudur [bağçesidir]. Her kim sürüsünü korunmuş erâzî etrâfında otlatırsa, o koruluğa düşmesi yakın olur. Ya’nî, şübheli şeyleri yapan kimse, harâm da işleyebilir.] 6/157.


● Men lem yezuk lem yedri [Tatmıyan bilmez.]. 6/245.


● Men lezimel istıgfâre ce’alellâhü lehü min külli dîkın mahracen ve min külli hemin ferecen ve razekahü min haysü lâ yahtesib. [İstigfâre devâm edeni, çok okuyanı Allahü teâlâ derdlerden, sıkıntılardan kurtarır. Onu hiç ummadığı yerden rızklandırır.] “Hadîs-i şerîf.” 5/80 [Hak Sözün Vesîkaları: 344]


● Men iştâka ilâllahi fel-yestemi’ kelâmellah.[Kim Allahü teâlâya müştak ise [çok istiyorsa], Onun kelâmına kulak versin.] 5/139.


● Allahü teâlâ için tevâzu’ edeni, Allahü teâlâ yükseltir. 4/17.


● Men kâle lâilâhe illallahü hüdimet erbeatü âlâfin minel kebâir. [Bir kimse Lâ ilâhe illallah derse, dörtbin büyük günâhı afv olur.] “Hadîs-i şerîf” 6/7


● Münâfık, muhabbet iddiâsında bulunup, düşmanından teberrî etmiyendir [kaçınmıyandır]. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Minber ile Kabr-i şerîfleri arası, Cennet bağçelerindendir. 4/70.


● Müntehî o kimsedir ki, sevgilinin başlangıcına yetişmiş olup ve seyr-i ilallâhı kat’edip [geçip], seyr-i fillah ehli ola. Ma’şûkun kemâlâtına nihâyet yokdur. Her bir anda bir kemâl ile tecellîye kavuşmakdadır. 6/138.


● Müntehînin yükselmesi, nemâz ibâdetine bağlıdır. 4/194.


● Müntehî, ilm sâhibi değildir demekden murâd, ahvâlin tafsîline âid ilmi yokdur. Mutlaka ilmin yokluğu değildir. 4/88.


● Müntehî’i mercû’înin ünsleri, mahbûbun tâ’at ve ibâdetindedir. Ve onun mahlûkâtının edâ-yı hukûkundadır. Alelhusûs, mi’râc-ı mü’min olan nemâzda üns-i hâsları vardır. Bir mertebede ki, onun hâricinde güyâ muattal ve bîkârlardır. Husûsan ki, mahbûbiyyet-i zâtiyye ile müşerref olan ve vilâyet-i Muhammediyyeye peyveste olan cemâ’atin ünsleri tâ’atdadır. Ve himmetleri, tekmil-i nemâza masrûfdur. Uluvv-i himmetlerinden nâşî, şühûd ve müşâhedeye kanâat etmezler. Zîrâ yakîn üzere bilirler ki, bu neş’enin mekşûfât ve meşhûdâtı zılâl-i matlûbdur. Ayn-i matlûb değildir. Ve matlûb-ı mutlak, bu mukayyedât ve müşâhedâtdan müberrâdır. 4/156.


● Mansab sâhibi, elbette ilm sâhibidir. 4/24.


● Yasaklardan men’ etmek husûsunda, korku olmadıkça, emr-i ma’rûf ve nehy-i anil münker eylemek, sizlere vâcibdir. Eğer korku mevcûd ise, susmak sizlere halâl olur, “hadîs-i şerîfi”. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Ölüm ve kıyâmeti tezekkür ve tefekkürden hiç geri kalmıyalar. (Câetirrâcifetü tetbeuher râdifetü.) [Birinci nefhâyı (sûrun üfürülüşünü), ikinci nefhâ ta’kîb eder.] 6/226.


● Ölüm, âhıret ahvâlinin [hâllerinin] başlangıcındandır. O makâmda şühûd [görmek] dahâ kusûrsuz ve eksiksizdir. 6/203.


● Mevt [ölüm]den herkes korkar. Fekat, ölüm insana fitneden hayrlıdır. “Hadîs-i şerîf”. 4/32.


● Mevcûd, nefs-ül-emrde ma’dûm [yok] olmaz. Ve ma’dûm mevcûd olmaz diye i’tikâd [inanmak], hukemânın yoludur ki, âlemin kadîm olmasına müncer olur [bağlı kalır]. Ve inanan kâfirdir. 4/230 [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Hakîkî mevcûdün, mevhûma hiç münâsebeti yokdur. 4/141.


● Mevcûda râzı olup, çoğalmasına tâlib olalar. 6/206.


● Mûsâ aleyhisselâmın mebde-i te’ayyünü kelâm sıfatıdır. 4/88.


● Mûsâ aleyhisselâma cevâben, nemâz sana burhân, oruc Cehennemden siper ve sadaka sıcakdan gölge ve zikr nûrdur, buyurulduğu. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Mûsâ aleyhisselâm, sevenler halkasının başı ve Resûllerin sonuncusu, muhabbet olunmuşların başıdır. 4/74


● Mûsâ aleyhisselâmın fe-ehâfü en yaktülûni. [Şuârâ sûresi 14.cü âyet-i kerîmesinde, (beni öldüreceklerinden korkuyorum)] buyurması, teblîg-i risâletden özr ve ibâ değildi. Beyân-ı hâl [hâlini beyân] idi. 5/53.


● Mehdî aleyhirrahmenin [meşhûr olan Mehdinin] asâletden nasîbi, Îsâ aleyhisselâm yolu iledir. 4/192.


● Meyyit için düâ, Fâtihâ, sadaka ve istigfâr ile imdâd ve i’ânet (yardım) lâzımdır. 4/178.


● Meyyit için sadaka vermeğe niyyet ederken, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”i teşrîk (ortak) etmemelidir. Zîrâ meyyit Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”e ihdâ (hediyye) etmekle bereketlenir. 5/36 [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Meyyit için sevâb niyyeti ile, Allah rızâsı için fakîrlere yiyecek vermek ibâdetdir. Lâkin vakt ta’yîni yokdur. 4/11.


● Meyyite zevcesinden gayrisinin üçgünden ziyâde kederlenmesi meşrû’ değildir. 4/11.


● Mirzâ Emânullah Burhânpûrînin fazîleti hakkındadır. 6/70.


● Mü’mine, âsî olan kimseyi görüp, men’ etmemek lâyık değildir. [Bunun için, bid’at sâhiblerinin ve harâm işliyenlerin kitâblarını okumamalıdır.] 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]