Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Vaktiyle çok *(Zengin)* bir adam varmış efendim, böyle kalın demirlerden odalar, hazîneler yapdırmış. İçlerini de tıka basa *(Altın)* la doldurmuş, devâmlı da *(İlâve)* ediyormuş. 


Arada bir gider, o altınları *(Sever)* miş, *(Okşar)* mış. Bir gün yine gidiyor, o demirden, çelikden yapılmış hazînelerden birinin içine giriyor. Orada altınları *(Okşuyor)*, *(Seviyor)*, *(Öpüyor)*.


Derken nasıl oluyorsa *(Çelik kapı)* birden kapanıyor. Adam *(İçerde)* kalıyor. İçerden de açılmıyormuş. Adam bağırıyor, çağırıyor. 


*(Duyan)* yok, *(Bilen)* yok, *(Soran)* yok. Adam, o altınların içinde bağıra bağıra *(Ölüp)* gidiyor efendim. Dünyâ *(Sevgi)* si bu işte. 


*(Ehibbâ)* dan Hâlid Turan bey vardı, Allah rahmet eylesin, Menemen’e götürdüler onu da. Efendi hazretleri de orda. O da benim gibi uyuyamıyormuş. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine gitmiş; *(Efendim, ben geceleri hiç uyuyamıyorum, ne yapayım?)* demiş. Efendi hazretleri, pek söylemez böyle şeyler. 


Ama o gün, ona söylemiş. Buyurmuş ki: *(Bizi düşün, o vakit uyursun.)* Hâlid Turan bey kendisi anlatıyor. Artık Efendi’yi düşünüp, râhatça uyuyordum, dedi. 


Yaa, uyumak da bir *(Ni’met)* efendim. Uyuyabilmek bir *(Seâdet)*. Nice kimseler var ki, rahat uyuyamıyorlar. 


Peygamberimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: *(Bütün mü’minler adâletle değil, ihsân-ı ilâhîyle Cennete girecekler.)* 


Eshâb-ı kirâm; *(Yâ Resûlallah, siz de mi?)* diye sordular. Efendimiz aleyhisselâm; *(Evet, ben de öyle)* buyurdu. 


Neden? Çünkü Mehmet Masûm hazretleri, Mektûbâtında buyuruyor. Allahü teâlâ, bu dîn-i mübîni, bir *(Şey)* için göndermişdir. O da şu: 


Sen, bir *(Hiç)* sin. Biz bir *(Hiç)* iz, bunu anlamamız için göndermişdir. Öyle buyuruyor Mehmed Mâsum hazretleri. Kul, *(Hiç)* olduğunu anlamadığı müddetçe huzûrlu olamaz efendim.

Hâtim-i Esam’ın Namazı

*Üsâm bin Yusuf hazretleri, Hâtim-i Esam hazretlerinin mescidine geldi. Hâtim-i Esam’a sordu:*

*– Siz namazı nasıl kılarsınız?*

*– Namaz vakti gelince, hem zâhiren hem de bâtınen abdest alırım.*

*– Bu iki abdest, nasıl olur?*

*– Zâhirî abdest, belli organlarımı su ile yıkarım. Bâtınî abdeste gelince, organlarımı tevbe, pişmanlık ile; dünya ve baş olma sevgisini, mahlûkun övmesini, kin ve hasedi terketmek sûretiyle yıkarım.*

*Kâbe’yi gözümün önünde tutarım, Allahü teâlânın beni gördüğünü düşünürüm. Cennetin sağımda, Cehennemin solumda, Azrâil aleyhisselâmın arkamda olduğunu ve sanki ayağımı Sırat Köprüsü’ne koymuş olduğumu, kıldığım bu namazın son namazım olduğunu kabul ederim. Sonra niyet eder, tekbir alırım. Namazda okurken, tefekkür ederek okurum. Tevâzu ile rükûa giderim.* *Tazarrû ve yakarma hâlinde secde yaparım. Ümit ile teşehhüdde otururum. İhlâs ile selâm veririm. İşte 30 seneden beri benim kıldığım namaz böyledir.*

*Bunun üzerine Üsâm bin Yusuf hazretleri; “Bunu herkes yapamaz.” buyurdu.*

İmâm-ı Mâtürîdî ve Mâtürîdîliğin esasları

Ehl-i sünnetin iki i’tikâd imamından birincisi Muhammed bin Muhammed Mâtürîdî’dir. (Diğeri İmam-ı Eş’aridir)  Semerkand’ın Mâtürid kasabasında doğup,  944’de Semerkand’da vefât etti.


İmâm-ı Mâtürîdî, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin naklen bildirdiği ve yazdığı Ehl-i sünnet i’tikâdını, kelâm bilgilerini, ondan naklederek izah ve isbât etti.


Yeni İslâm devletlerinin kurulduğu, çeşitli siyasî güçler ve i’tikâdî fırkalar arasında mücâdelenin arttığı bir zamanda, Ehl-i sünnet i’tikâdını müdâfaa etmiş, açık bir şekilde izah ederek Müslümanların bu doğru i’tikâda uymalarını sağlamıştır.


Peygamber efendimiz; “Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka kurtulacak, diğerleri helak olacaktır” buyurduğunda Eshâb-ı kiram; “Kurtulan fırka hangisidir?” diye sorunca, “Ehl-i sünnet vel-cemâattir” buyurdu.


Ehl-i sünnet i’tikâdını ortaya koyan Resûlullahdır. Tâbiîn-i i’zâm da bu bilgileri, Eshâb-ı kiramdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakil ve tevâtür yoluyla geldi.


İmâm-ı Mâtürîdî’nin naklen bildirdiği Ehl-i sünnet i’tikâdının başlıca esasları şunlardır:


“Allahü teâlâ kadîm olan zâtı ile vardır. Herşeyi, O yaratmıştır. O’ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmaya lâyık değildir. Kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları da ezelidir.


Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır, O’nun sözüdür. Mahluk değildir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûktur.


Allahü teâlâyı mü’minler Cennette görecektir. Nasıl görüleceği düşünülemez. Çünkü O’nu görmeği akıl anlıyamaz.


Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve kötü işlerin hepsi O’nun takdîri, dilemesi iledir. Fakat iyi işlerden râzıdır, fenâlardan râzı değildir. İnsanın yaptığı işde, kendi kuvveti de te’sîr eder. Bu te’sîre “kesb” denir.


Peygamberler, Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdiği her haber doğrudur, yanlışlık yoktur.


İbâdetler imâna dâhil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp, tenbellikle yapmayan kâfir olmaz. Mü’min ne kadar büyük günah işlerse işlesin imânı gitmez. Emîr ve yasaklardan herhangi birine inanmamak veya hafife almak veya alay etmek, değiştirmeğe kalkışmak imânı giderir ve sonsuz olarak Cehennemde yanmağa sebep olur.


Dîni delîller müctehidler için dörttür: Kitap, Sünnet, icmâ-i ümmet, Kıyâs-ı fukâha. Avamın delîli müctehidin fetvâsıdır.


Kabir azâbı, kabrin sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen meleklerin soru sorması, kıyâmette herşeyin yok olması, kıyâmette suâl ve hesap, iyiliklerin ve günahların oraya mahsûs bir terazi ile tartılması, Cehennem üzerinde sırat köprüsünün bulunması vardır.


Cennet, mü’minlere mükâfat ve ni’met için hazırlanmış; Cehenmem kâfirlere azâb için hazırlanmıştır. Cennet ve Cehennem ebedi, sonsuz kalınılacak yerdir. Zerre kadar imânı olan ve bu îmân ile âhırete göçen Cehennemde ebedî (sonsuz) kalmıyacaktır.


Halifelikten konuşmak, dinin esas bilgilerinden değildir. Dört halifenin yüksekliği halifelik sıralarına göredir. Eshâb-ı kiramın hepsini istisnasız sevmek ve hürmet etmek lâzımdır. Hepsi âdil ve din ilimlerinde müctehid idiler.


Muhammed aleyhisselama îmân edenler, başka peygamberlerin ümmetinden daha üstündür.


Resûlullaha, Eshâb-ı kirama, Tabiîne ve evliyâya tevessül ederek, ya’nî onları vesîle ederek duâ etmek, duânın kabûlüne sebep olur.


Kıyâmet günü Allahü teâlânın izni ile iyiler kötülere şefaat edecek, araya girecektir.


Peygamberin mu’cizesi, evliyânın kerâmeti ve sâlih mü’minlerin firâseti haktır. Evliyânın kerâmeti, vefâtından sonra da devam eder.


Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır. (Bid’at, dine sonradan ilave edilen şey demektir.)


Mest üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez.”


Bu hususların çoğunu günümüz ilahiyatçıların haylisi kabul etmez. Buna rağmen, imam-ı Matüridi ve İmam-ı a’zam Ebu Hanife sempozyumları düzenlemeleri düşündürücü değil mi?

Çay ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri

Abdülhakîm Arvasi Efendi Hazretleri ,çayı çok severdi. Yoğurtla beraber ve tek şekerli açık içerdi. Saatin aksi istikâmetinde karıştırır; dibinde biraz şeker kalınca karıştırmayı bırakırdı. Çay bittiğinde dibinde şeker de kalmamış olurdu. Çayı, bardağı baş, üçüncü ve dördüncü parmaklarının arasına kıstırarak içerdi. Çay “lebrenk (dudak renginde), lebrîz (dudaktan taşan) ve lebsûz (dudak yakan) olmalı” derdi ve “bir bardak ne kadar küçük ve ince olursa, çayın lezzeti o kadar büyük olur” buyururdu. [Seyyid Fehim efendi çayı çok sever ve buyururdu ki: “Çay, Resulullah efendimizin zamanında olsaydı, sünnet olurdu. Çünki sohbete sebeptir.”] Tütün içmez, ancak zaman zaman mübahlığını göstermek üzere eline çubuk alıp bir iki nefes çektiği olurdu. Yoğurdu çok sever, üzerine bal koyup yerdi. Ehibbâdan Râmi’de terzi Muhyiddin efendi taze yoğurt getirirdi. Van’dan otlu peynir gelirdi. Efendi hazretleri peynir demezdi de, şark şivesiyle “piynir” derdi. Hatta peynirleri alır, ekmek lokmasını iki kat edip sarar, öyle yerlerdi. Ekseriya sabah kahvaltısında çay, yoğurt, peynir ve domates bulunurdu. Efendi hazretleri bamya yemeğini ve domates dolmasını severdi. Yağda yumurtayı da severdi, üzerine yoğurt kordu. “Kızgın yağın zehirine karşı yoğurt panzehirdir” buyururdu. Makarnanın ve pilavın üzerine eliyle peynir ufalardı. Tabağına yemeği az alır; ekmeği bunun üzerine bükerek parçalar; severse yine alır; yutmadan yeni lokmayı yemezdi. Havucu da çok severler; “Al sarıyı, ver sarıyı” [yani bir havuç tanesi bir altın da olsa, alın] buyururlardı. Zeytinyağlı pek yemezlerdi. Dergâhda yemekler Van’dan gelme sade yağ veya Urfa yağı ile yapılırdı. Efendi hazretleri, “yemeği gösteren yağıdır” derdi. Abdülhakîm efendi, yemeklerden sonra, şu düâyı okurdu: (El-hamdülillâhillezî eşbe’anâ ve ervânâ min-gayri-havlin minnâ ve lâ kuvveh. Allahümme at’im-hüm kemâ at’amûnâ!). Efendi hazretleri masada ve ayrı ayrı tabaklarda yemek yerler, çatal-kaşık kullanırlar, günde birden çok öğün ve bir öğünde birkaç çeşit yemek yerlerdi. Va’zlarında ve hususî sohbetlerinde sık sık: Temiz ve yeni elbise giyiniz! Mevkı’ ve hürmet sâhibi olan kimseler gibi giyininiz! Halâl olan elbiseleri ve yemekleri ve şerbetleri lüzûmu kadar kullanınız! Gitdiğiniz yerlerde ahlâkınızla, sözlerinizle islâmın vekarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyinmenizle de saygı ve ilgi toplayınız! Çeşidli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedeninizi, nefslerinizi râhat ve hoş tutunuz!” buyururdu.

Hala Sultan (Ümmü Hırâm)

Ümmü Hırâm (radıyallahü anha) Ensârın (Medîneli Müslümanların) büyüklerinden olan Enes bin Mâlik’in (radıyallahü anh) teyzesidir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin de teyzeleri tarafından akrabâsı olup süt teyzesidir. 647 (H. 28) senesinde Kıbrıs’ta şehid oldu... RESÛLULLAHA HİZMETLE ŞEREFLENDİ

Ümmü Hırâm, İslâmiyetten önce Amr bin Kays ile evlendi. Ondan Kays ve Abdullah adlı iki oğlu oldu. Peygamber efendimiz, İslâmiyeti tebliğe başlayınca Müslüman oldu. Kocası îmân etmeyince ayrıldılar. Daha sonra Ensar’ın büyüklerinden olan Ubâde bin Sâmit ile evlendi. Nikâhlarını Peygamber efendimiz kıydı. Bu evlilikten de Muhammed adında bir oğlu oldu. Medîne-i münevveredeki evini Resûlullah efendimiz ziyâret eder, o ise Resûlullah efendimize ikrâmda bulunup, hizmet etmekle şereflenirdi... 

Peygamber efendimiz bir ziyâreti esnâsında evinde uyumuştu. Gülerek uyandı. Ümmü Hırâm; “Yâ Resûllallah! Niçin güldünüz?” diye sorunca Peygamber efendimiz; “Yâ Ümmü Hırâm! Ümmetimden bir kısmını gemilere binip, kâfirlerle gâzaya gider gördüm” buyurdular. “Yâ Resûlallah! Duâ et de ben de onlardan olayım” dedi. Peygamber efendimiz; “Yâ Rabbî! Bunu da onlardan eyle” diye duâ buyurdular...

Hazret-i Osman zamânında hazret-i Muâviye’nin emrinde Kıbrıs Adasına düzenlenen deniz seferine kocası Ubâde bin Sâmit’le birlikte gönüllü olarak katılan Ümmü Hırâm seksen altı yaşında olmasına rağmen bu zahmetli yolculuğa katlanarak Kıbrıs Adasına geçti. Şiddetli çarpışmalar oldu. Kıbrıs Rum donanması İstanbul’a kaçtı. Rum donanması kaçınca çarpışmalar sâhilde devâm etmeye başladı. İslâm askeri bir çıkarma hareketiyle iç kısımlara daldılar... 


“MÜJDEYE KAVUŞMAK ÜZEREYİZ”

Askerlerle birlikte savaşa katılan Ümmü Hırâm genç askerleri gayrete getirmeye çalıştı. “Resulullah efendimizin müjdesine kavuşmama az kaldı” diyerek düşman üzerine atını sürüyordu. Ümmü Hırâm, Larnaka yakınlarında atının ayağının sürçmesiyle düşerek şehid oldu. İslâm ordusu da zafere ulaştı... 

Ümmü Hirâm’ın kabri Larnaka şehrinin Tuz Gölü kıyısındadır. Osmanlılar Kıbrıs Adasını 1570 (H. 978) senesinde fethedince, Ümmü Hırâm’ın kabrini îmâr ettiler. “Hala Sultan” adını verip kabri üzerine bir türbe, yanına bir dergâh ve câmi yaptırdılar...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, her insanın, doğumundan ölünceye kadar yapacaklarının hepsini *Ezel* de biliyordu. Hepsini biliyor. Meselâ *Kâfirler* in, sonsuza kadar yaşasalar da, yine *Îmân* etmiyeceklerini biliyor. 


Yâni bir kâfirin, sonsuz hayâtının bir devresinde *Îmân* edeceğini bilse, o kimse sonsuz yanmakdan kurtulur. Nitekim *Mıhrik* böyle kurtuldu. 


Fakat Cehennemde *Sonsuz* yanacakların hiçbirinin kurtulma *Ümîdi* yok. Neden yok? Çünkü *Elli* sene değil, *Elli katrilyon* sene yaşasa, hattâ *Sonsuz* yaşasa, gene *Îmân* etmiyecek. Yine *Kâfir* olacak. 


Herhangi bir gün îmân etme İhtimâli olsa, sonsuz yanmıyacak. Ama yok. Îmân etme ihtimâli *Yok* ve cenâb-ı Hak, bunu *Biliyor*. 


Hiçbir zaman, hiçbir şekilde *Îmân* etmiyeceğini, Allahü teâlâ *Ezel* de biliyor. Hayâtının her hangi bir devresinde îmân edecek olsa, sonsuz yanmakdan kurtulacak, ama böyle bir *İhtimâl* yok. 


Kâfirlerin *Sonsuz* yanmalarının sebebi, işte bu. Sonsuz yaşasalar da yine *Îmân* etmiyeceklerini, Allahü teâlâ *Biliyor*. 


********

*Kitap* vermekde, dört türlü *Sevap* var kardeşim. Birincisi, *Hediye* sevâbı. Adam oturuyor köyünde, ona bir *Kitap* geliyor, hem de parasız, *Hediye* olarak. 


İki, hediyeyi aldığı zaman bu adam *Seviniyor*. Bir mü’mini sevindirmek, *Allahı* sevindirmekdir. Bu da ayrı bir *Sevap*. Sonra, gönderdiğiniz kitap, bir roman değil.


Hikâye değil, bir *Din kitâbı*. Yâni ilim yayıyorsunuz. İslâmiyeti öğretiyorsunuz. Bu da *Cihâd* dır, mal ile cihad. Çünkü *Para* sarf ediyorsunuz. 


En mühimi de, *Emr-i mâruf* yapıyorsunuz. Emr-i mâruf sevâbı yanında *Cihâd* sevâbı, *Deryâ* da bir *Damla* bile değildir. Bir de emr-i mâruf yapmış oluyorsunuz. Ne güzel işte. Bir *Taş* la kaç *Kuş*. 


********

Zamânımızda düşmanlar çok *Kuvvetli*, müslümânlar ise *Zayıf* ve çalışmıyor. Ne demişdik? Düşmanda olanı bizim de yapmamız lâzım. Ama insanlar *Keyf* inde, herkes *Dünyâ* kazancında. 


Hiç Allahü teâlânın *Emri* ni düşünen, yapan *Yok*. Evet, kendisi ibâdet ediyor. Fakat din kardeşlerinin fısk-ı fücûra, zevk-i sefâya daldığını gördüğü hâlde, *Emr-i mâruf* yapmıyor. 


Olmaaaz, çok yanlış. Hiç olmazsa *Kitap* ver, herkese *Dağıt*. Bu gün, en büyük emr-i mâruf nedir biliyor musunuz? *Kitap vermek* dir. Biz bunu yapıyoruz işte, elhamdülillah.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim vazîfemiz, *Doğru* yu bildirmekdir kardeşim. Nasıl bildireceğiz? *Kitap* vermekle. Bu kitapları dağıtmak, en büyük *Cihad* dır. En güzel *Emr-i mâruf* dur. 


*Hidâyet*, Allahın elinde. *Kalpleri* çeviren, Allahü teâlâdır. Bu gün, birine bir *Namaz Kitâbı* vermek, insana yüz *Şehîd sevâbı* kazandırır. Yüz şehîd sevâbı. 


Yâni *Yüz* defâ, Viyana kapılarına kadar gidip, düşmanla dövüşüp, kan revân içinde *Şehîd* düşen askere verilen sevâpdan, *Bin* kat fazla *Sevap* alır. Niçin? 


Çünkü bu, hem *Emr-i mâruf* dur, hem de *Cihâd* dır. Asker inki ise yalnız cihâd. *Emr-i mâruf* sevâbı yanında cihâd sevâbı, *Deryâ* nın yanında *Damla* gibi kalır. 


********

Bakın kardeşim evleniyorsunuz. *Hanımla* iyi geçinmeniz lâzım. Onu *Üzmemek* lâzım. 


Çünkü hanım, erkeğe *Emânet* dir. Allahü teâlânın emânetidir. Mutlaka onunla *İyi* geçinmeli. Peki, nasıl iyi geçineceğiz? 


İyi geçinmenin, *Çâresi* var, *Yolu* var kardeşim. Nedir o? Kadınlar *Hassas* dır, *Nâzik* dir. Onu üzmemeye bakın, anlaşmaya çalışın. 


Meselâ ona, sevdiğinizi söyleyin. *Seni seviyorum* deyin. Ayrıca *Tenkit* etmek yok, *Münâkaşa* hiç yok. Ne derse *Peki* deyin.


Ama bunun da bir *Sınırı* var kardeşim. *Şer’î* sınır içerisinde her dediğini yapın. Sınıra yaklaşıldığı zaman kesin *Tavır* koyun. 


Yâni *Dînî mevzû* larda sizin dediğiniz olsun. Diğer işlerde, o ne derse öyle yapın. Onu üzmeyin. O zaman *Mutlu* olursunuz. 


Kardeşim, ben yeni evlendiğim zaman, bir gün *Efendi* hazretlerine gitmişdim. Bana buyurdular ki: 


*Hilmi! Hanımı üzersen, kayınpederini üzersen, kayınvâlideni üzersen, bil ki kabirde kemiklerim sızlar*. Kemiklerim sızlar ne demek? Yâni haberim olur, üzülürüm. 


Hemen ardından da; *Kabirdekiler, dünyâdan haber alırlar, dünyâda olanlardan haberdâr olurlar. Ben de haber alırım ve üzülürüm*, buyurdu

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm zamânında, münâfıkların başlarından biri, Peygamber Efendimizi kastederek; *Ey Kureyşliler! Bunun yüzünden nedir bu başımıza gelenler?* demiş.


Sonra da, -hâşâ- *Bu Zelîli indirelim, bir Azîzi başa çıkaralım!* demiş. Sahâbeden *Zeyd bin Erkam*, o vakit *Çocuk* imiş. Bunu duymuş.


Ve gidip, Peygamber aleyhisselâma söylemiş. Bu münâfığın oğlu *Hâris* radıyallahü anh da, bunu duyar duymaz, hemen babasına koşmuş. 


Ve olanca hiddetiyle; *Eğer böyle bir şey dediysen, git Peygamberimizden özür dile! Demediysen, demediğini söyle!* demiş. O da korkup, söylediğini *inkâr* etmiş. 


Bir de *Yemîn* etmiş. Ama *Hâris* radıyallahü anh babasının bunu söylediğini çok iyi biliyormuş. Efendimize koşup, babasını öldürmek için İzin istemiş. 


Fakat Peygamber Efendimiz buna izin vermemişler. Bunun üzerine, münâfık babasına koşmuş ve yolunu kesip, yine olanca hiddetiyle; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir demedikçe, sana hayat yok!* demiş. 


O da korkusundan; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demek zorunda kalmış. 

********

*Efendi* hazretleri gözlerinden râhatsızlardı. Bâzı talebeleri *ameliyat* olmasını söylediler. Efendi hazretleri bir gün bana; 


*Sen bu ameliyat husûsunda ne dersin?* diye sordu. Benimle istişâre etdi. Ben de cevâben; 


*Efendim, sizin, onların eline teslîm olmanıza dayanamayız. Hem netîcesi de kesin değil*, diye arzetdim. 


Efendi hazretleri; *Biz de öyle düşünüyoruz!* buyurdular.

********

Şimdiki Lise hocaları hep *Çocuk*. Bizim zamânımızda oturaklı *Hocalar* vardı. Meselâ bir fransızca hocamız vardı ki, Galatasaray Lisesinde senelerce *Müdürlük* yapmışdı. 


Bu hoca, benim gözümde *Büyük* dü. Ama ne zamana kadar? *Efendi* hazretlerini görünceye kadar. Ne zaman ki *Efendi* hazretlerini gördüm, *Sohbetini* dinledim.


İşte o zaman, o hocanın ve onun gibilerin, *Efendi* hazretlerinin yanında ne kadar *Küçük* olduğunu anladım. Bütün bu ni’metler, büyüklerin karşısında *Edebli* oturmamızdandır kardeşim.

Hâtim-i Esâm

Evliyânın büyüklerindendir. Belh şehrinde doğdu. Doğum târihi kesin belli değildir. Hâtim-i Esâm, Şakîk-i Belhî’nin talebesi, Ahmed-i Hadraveyh’in hocasıdır. 237 (m. 852) senesinde Vaşcer’de vefât etmiştir.
Kendisine “Esâm” (kulağı duymaz) denilmesinin sebebi şudur: “Birisi onunla konuşurken kazayla yellendi. Hâtim-i Esâm o şahıs utanmasın diye “Yüksek sesle konuş, ancak yüksek sesle konuşulanları duyabiliyorum” dedi. Bu yüzden ona Esâm denilmiştir.
BİRAZ MÜHLET TANI
Muhammed Râzî anlatır? “Senelerce Hâtim-i Esâm’ın hizmetinde bulundum. Sadece bir kere hariç, hiç kızdığını görmedim. O da, pazardan geçerken bir bakkal talebesini yakalamış, “Malımı alıp yedin, parasını ver” diyordu. Hâtim bunu görünce, “Ey Efendi! Biraz yardımcı ol, borcunu ödemesi için biraz mühlet tanı” dedi. Fakat bakkal, “Olmaz” diye dayattı. Bunun üzerine çok sinirlenen Hâtim-i Esâm, yanında taşıdığı havlusunu yere vurdu. Bir anda pazarın ortası altınla doldu. Hâtim-i Esâm bakkâla: “Alacağın ne kadarsa onu al, fazlasını alma, sonra elin kurur” dedi. Bakkal alacağını aldı: Fakat para hırsından biraz daha almaya kalkınca derhal eli kurudu ve çolak oldu.
Buyurdu ki: “Ey kul! Allahü teâlâya isyân ettikleri için insanlara buğzettiğin halde, kendin Allahü teâlâya isyân edince, kendi nefsine buğzetmeyişin sende insâfın olmayışındandır.”

NAMAZI GÜZEL KILIYOR MUSUN?
Rebâh bin el-Hirevî şöyle anlatır: Îsâ bin Yûsuf bir mecliste konuşan Hâtim-i Esâm’a uğradı ve şöyle sordu: “Ey Hâtim! Sen namazını güzel kılıyor musun?” Hâtim, “Evet” dedi. O, “Nasıl kılıyorsun?” diye sordu. Hâtim şöyle buyurdu: “Emre uyuyorum, korku ile yürüyorum, niyetle giriyorum, büyük bilip tekbir alıyorum, tertil ve tefekkürle okuyorum, huşû ile rükû ediyorum, tevâzu ile secde ediyorum, tam teşehhüd içinde oturuyorum, sünnete göre selâm veriyorum ve selâmı Allaha hâs kılarak veriyorum. Namazımın kabûl olunmayacağından korkarak, korkuyla nefsime dönüyorum. Ölmek kadar onu muhafaza ediciyim.” Bunun üzerine Îsâ bin Yûsuf: “Sen namazını güzel kılıyorsun” buyurdu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlânın dînine hizmet edenlere, meselâ *Bizim Kitap* larımızı satanlara, hediye edenlere, dağıtanlara, yâni Allahü teâlânın *Dînini* öğretenlere veyâ öğretilmesine *Sebep* olanlara ne mutlu.


Çünkü Allahü teâlâ onlara, Cennette öyle *Köşk* ler verecek ki, insanlar o köşkleri görünce şaşıracaklar, hattâ merak edecekler.


Allah Allaaah! Bu *Köşkler*, acabâ hangi *Peygamber* in köşkü? Hangi *Evliyâ* nın köşkü? diye birbirlerine soracaklar. Cenâb-ı Hak da bildirecek ve: 


*Hayır hayır, onlar ne Evliyâlarındır, ne de Peygamberlerin. Onlar, âhir zamanda gelip de, benim dînimi, benim kullarıma öğretenlere âitdir*, diye buyuracak. 


Bizim *Tam İlmihâl*, bir hazîne kardeşim. İçinde herşey var. Bu bilgilerin hepsi, ehl-i sünnet *Âlimleri* nin kelâmlarıdır. O *Büyükler* in sözleridir. Bu kitâbın içinde, bize âit tek bir *Satır*, hattâ tek bir *Kelime* yok. 


Peki, bu bilgileri nerden aldık? Bu *Tam İlmihâl*, tanınmış büyük İslâm âlimlerinin, *Arabî* ve *Fârisî* olarak yazdığı *Bin* den fazla kıymetli *Kitâplar* dan alınarak hazırlanmışdır. 


Yâni bu *Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye* kitâbı, binlerce *Çiçek* den, tek tek toplanarak yapılan tatlı ve şifâlı *Bal* gibidir kardeşim. 


Bu *Tam İlmihâli* okuyan, *Âlim* olur. Hele içindekilerini yaparsa, *Evliyâ* olur efendim. Böyle bir hazîne varken, başka kitâba ihtiyâç var mı? 


Efendim her *Kitap*, o günün şartlarında, o günün insanlarına, o insanların suâllerine *Cevap* olarak yazılmışdır. 


İşte o kıymetli kitaplardan, Bu güne âit olanları, yâni bu zamânın insanlarına lâzım olanları seçilmiş ve *Tam İlmihâle* konmuşdur. Çok mühim bu. 


Benim ömrüm, bu *Kitâbın* içinde geçdi. Onun için bu asrın mürşid-i kâmili, *Tam İlmihâl* dir efendim. 


Bir insan, birini çok seviyorsa, ondan çok bahsedilmesini ister veyâ kendisi, hep ondan bahseder. Benim ömrüm de, *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerini ve *Abdülhakîm Efendi* hazretlerini anlatmakla geçdi. 


Tekrar tekrar anlatıyorum. Hattâ siz bunları biliyorsunuzdur, daha önce duymuşsunuzdur. Ama ben yine de anlatırım. *Benim İşim* bu. Peki, tekrar tekrar anlatmanın ne fâidesi var? 


Efendim, *1000* defâ da dinleseniz, *1001* inci defâsında yine bir şey istifâde edersiniz. Çünkü her seferinde, o *Büyükler* in rûhâniyeti orada hazır olur. *Feyz* alırsınız, kalbiniz *Nûr* lanır. Mühim olan da, beyin değil, *Kalp* dir.

Ebû Bekr-i Şiblî Hazretleri

Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri, Büyük velîlerdendir. 861 senesinde Samarrâ’da doğdu. Bağdât’a gelip, buraya yerleşti. Cüneyd-i Bağdâdî’nin talebesidir. Aynı zamanda Mâlikî mezhebinin fıkıh âlimlerinden olup, İmâm-ı Mâlik’in Muvattâ’sını ezbere bilirdi. Zamanının bir tânesi olan Ebû Bekr-i Şiblî 945 (H.334) senesinde Bağdât’ta vefât etti. BİR HADİSİ SEÇTİM

Şiblî hazretleri buyurdu ki: “Dört yüz hocadan ders okudum. Bunlardan dört bin hadîs-i şerîf öğrendim. Bütün bu hadîslerden bir tânesini seçip kendimi ona uydurdum, diğerlerini bıraktım. Çünkü, kurtuluşu ve ebedî seâdete kavuşmayı bunda buldum ve bütün nasîhatleri hep bunun içinde gördüm. Seçtiğim hadîs-i şerîf şudur: Peygamber efendimiz bir Sahâbîye buyurdu ki: “Dünyâ için, dünyâda kalacağın kadar çalış! Âhiret için, orada sonsuz kalacağına göre çalış! Allahü teâlâya muhtâç olduğun kadar itâat et! Cehennem’e dayanabileceğin kadar günâh işle!”

Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri güneş batarken güneşin sararmasına, şöyle bir benzetme yapardı: “Tıpkı mümin de böyledir. Dünyâdan göçeceği zaman, varacağı makam sâhibinden çekindiği için, nasıl karşılanacağını bilmeyip, böyle sararır.” Sonra da ilâve edip: “Gün doğarken de, çok aydın olarak doğar. Bu da, bir müminin öldükten sonra kabrinden kalkışına benzer. Bir mümin kabrinden kalktığında, yüzü güneşin doğduğu gibi parlar.”

“Cehennemlik olmanın alâmeti; Allahü teâlânın rızâsı için bir fakire bir parça ekmek vermemek. Fakat nefsin isteklerini tatmin etmek için, bir ziyâfette yüz altın harcamaktır. Cennetlik olmanın alâmeti ise bunun tam tersidir.”

Bir âh çekerek vefât etti

Bir gün, Ebû Bekr-i Şiblî; “Allah Allah!” deyip duruyordu. O sırada bir genç; “Niçin Lâ ilâhe illallah demiyorsun?” diye sordu. Bunun üzerine Şiblî hazretleri derin bir ah çekerek, “(Lâ ilâhe) der de (illallah) diyemeden vefât ederim diye korkuyorum.” dedi. Bu sözler gence çok dokundu ve orada bir âh çekerek vefât etti.

Şeyh Seyyid Nûreddîn Efendi

İstanbul’da yetişen evliyânın büyüklerindendir. Seyyid Alâüddîn Efendi’nin torunudur. 1062 (m. 1652) senesi Receb ayında İstanbul’da doğdu. 1160 (m. 1747) senesinde İstanbul’da vefât etti. Sünbül Efendi dergâhının bahçesine defnedildi.

Nûreddîn Efendi altı yaşında iken babası vefât etti. Küçük yaşta öksüz kalan Nûreddîn Efendi, zamanın büyük velîlerinden olan Şeyh İbrâhim Nakşî Sünbülî hazretlerinin terbiyesinde yetişti. Yirmiyedi yaşında hocasından aldığı maddî ve manevî ilimleri tamamlayarak hilâfet makâmına yükseldi. Hocasının vefâtı üzerine Sünbül dergâhının şeyhi oldu. Bu dergâhda altmışdokuz sene yedi ay insanlara doğru yolu gösterdi ve talebe yetiştirdi. “EVLADIM HOCANLA OL!”

Nûreddîn Cerrâhî hazretlerinin talebelerinden birisi, birgün Sünbül Efendi dergâhına gelerek, Seyyid Nûreddîn Efendi’nin talebeleri arasına girmişti. Seyyid Nûreddîn Efendi’nin talebelerinin hâllerine imrenerek bakıyordu. Kendi kendine; “Keşke Seyyid Nûreddîn Efendi’nin talebesi olsaydım” demişti. Bunun üzerine Seyyid Nûreddîn Efendi yavaşça o talebenin yanına geldi ve; “Evlâdım! Hocanla ol, hocanla ol! O kemâl sâhibidir. Ondan yüz çevirme” buyurdu. Böylece, hem onun kalbinde bulunan düşünceyi Allahü teâlânın izni ile keşf etti. Hem de o talebeye hakîkat dersi verdi.

Buyurdular ki:

“Kulların en aşağısı, namazını ve tesbîhini kendi gözünde büyülten, yaptığı ibâdetler sebebiyle, Allahü teâlâ katında kıymeti olduğunu zanneden kimsedir. Eğer Allahü teâlânın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) işlerinin bile ne kadar zor olduğu görülürdü. Nasıl böyle olmasın. Peygamberlerin en üstünü ve Allahü teâlâya en yakın olan Resûlullah efendimiz bile, Allahü teâlânın rahmetinin kendisini örttüğünü buyurmuşlardır.”

“Kulluğun en güzeli, kulun Allahü teâlânın verdiği nîmetler karşısında, şükürden âciz olduğunu bilmesidir.”


SABRIN ALAMETİ

“Sabrın alâmeti şikâyeti terk, musîbet ve sıkıntıları gizlemektir.”

“Ağyâra yâni yâr ve dost olmayana iltifât etmemek, ona sırrı açıklamamak, yüzünü Hakk’a dönmüş olmanın alâmetlerindendir.”

Nûreddîn Efendi, talebeleri ile birgün Allahü teâlâyı zikrederken, herkesi hislendiren derin bir; “Allah!” dedi. Sonra da vefât etti. Vefâtına zamanın pâdişâhı Birinci Sultan Mahmûd Hân ve bütün halk üzülerek göz yaşı döktüler. Cenâzesi, Fâtih Câmii’ne götürüldü. Cenâze namazını Şeyhülislâm Zeynel’âbidîn Efendi kıldırdı. Cenâzesi çok kalabalık oldu. Nûreddîn Efendi’yi kabre, Sadr-ı a’zam Mahmûd Paşa indirdi. Daha sonra mezarının üzerine bir türbe inşâ ettirildi.

YAPACAĞIM BİR ŞEY YOK

Şems-i Tebrîzî hazretleri Şam'danKonya'ya gelirken, yol üzerinde bulunan bir hana uğrayarak burada yatmak istedi. Fakat uğradığı bütün hanların dolu olduğunu, hiç kalacak yerlerinin olmadığını öğrenince, câmide sabahlamak istedi. Câmiye gidip yatsı namazını cemâatle kıldı. Cemâat dağıldığında, o hâlâ duâya devâm ediyordu. Duâsını bitirdiğinde, câmide kimse kalmamıştı. Cübbesini çıkarıp başının altına koyarak uzandı. Günlerce süren yolculuğun verdiği yorgunlukla hemen kendinden geçti. Bir müddet sonra câminin kapılarını kilitlemek üzere gelen görevli, camide birinin yattığını görünce, yanına yaklaşarak: "Burada yatılmaz kalk!" dedi. Şems-i Tebrîzî hazretleri doğrularak: "Benim kimseye bir zararım dokunmaz. Garibim, uzak yoldan geliyorum. Hanlarda da yatacak yer yokmuş, başka kalacak bir yerim de yok. Bırak da burada sabahlıyayım." dedi. Câmiyi kilitlemek için gelen kişi; "Beni uğraştırma, sana kalk dışarı çık dedim, yoksa yaka paça seni dışarı atmasını bilirim." diye karşılık verdi.Şems-i Tebrîzî hazretleri, bu son sözler üzerine bir tuhaf oldu. Hemen ayağa kalktı. Cübbesini toplayarak sessizce kapıdan dışarı çıktı.Câmiden çıkmasını isteyen görevli, onun arkasından bakarken, âniden boğuluyormuş gibi oldu. Bunun üzerine; "İmdât boğuluyorum!" diye bağırmaya başladı. Bu sesi işiten imâm efendi koşarak geldi ve ona; "Ne oldu, niye bağırıyorsun?" diye sordu. Kayyum durumu anlatınca, imâm efendi hemen câmiden çıkıp koşarak, Şems-i Tebrîzî hazretlerine yetişti. Kendisine; "Efendim, o câhildir, bir terbiyesizlik etmiş. Ne olur onu affedin!" dedi. Şems-i Tebrîzî hazretleri imâm efendiye baktı. Üzüntülü bir şekilde: "Onun işi benden çıktı. Benim yapabileceğim birşey yoktur. Ancak îmânla ölmesi için duâ edebilirim." buyurdu.

Hazret-i Hâlid Bin Zeyd Eba Eyyub-ül Ensari hazretlerini görmek ister misin ?

 Seyyid Abdülhakîm Arvasi Hazretleri bir cuma namazını müteakip Hazret-i Hâlid Bin Zeyd Eba Eyyub-ül Ensari, yani Eyyub Sultan Hazretleri'nin kabr-i şerifini ziyaret etti. Müridlerinden Abdülkâdir Efendi de beraberlerinde idi. O gün Seyyid Abdülhakîm Efendi Hazretleri inbisat hâlinde idi. Abdülkadir Efendi'ye, "Hazreti Hâlid’i görmek ister misin?" buyurdu. Abdülkâdir Efendi "âh keşke," dedi. "Otur, dizini dizime değdir ve gözlerini yum" buyurdu. Abdülkâdir Efendi öyle yaptı. Bir de ne görsün? Resulullah'ın Mihmandarı Hazret-i Hâlid Eba Eyyub-ül Ensari kabrinden aslî hey'eti üzere çıktı. Güzel yüzlü, seyrek sakallı, uzunca boylu idi. Seyyid Abdülhakim Efendi ile konuşuyordu. Bu hal uzun sürdü. Seyyid Abdülhakîm Efendi: "Haydi, kalk gidelim" buyurduğu zaman müezzin ikindi ezanını okumakta idi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Yer bulanlar sandalyeye otursun, yer bulamıyanlar yere otursun. *Gençler* yere, *Yaşlılar* sandalyeye otursun. Yaşlılara hürmet etmek lâzım kardeşim.


*Enver âbi* Yalova’ya gitmişdi. Orada kalıyorlardı. Oradan bana telefon oçdı, konuşduk. Ne yapıyorsunuz? diye sordum. O da, *Kitap okuyoruz*, dedi. Hangi kitâbı? dedim. *Namaz kitâbını*, dedi. 


Çok *Sevindim* efendim. Kitaplarımızın okunduğunu öğrenince seviniyorum kardeşim. Okunmadığını öğrenince de üzülüyorum. 


Ben bu kitaplara ömrümü verdim. Niçin? İnsanlar *Okusun*, istifâde etsin diye. *Raf* da dursun diye değil. 


Hem bu kitaplar benim değil ki, *Büyükler* in sözleri. *Efendi* hazretlerinden öğrendiğim bilgilerin her cümlesi *Pırlanta* gibidir, bunları okuyana *Müjde* ler olsun. 


*Îmânı* ve *Îtikâdı* doğru olan bir insan, çok bahtiyârdır. Her an hâline şükretmelidir. *Şükr* edenleri ve *İstiğfâr* edenleri Allahü teâlâ sever. 


Allahü teâlânın sevdiği seçilmiş büyüklerin *Kitapları* nı okumakla şereflenmek, *Ni'met* lerin en büyüğü ve en kıymetlisidirdir. 


Bu büyük, bu kıymetli *Ni'mete* kavuşmak, okumakla şereflenmek ve okumakla lezzet almak seâdetine kavuşan kimse, çok *Tâlihli* dir.


Böyle bir kimse, dünyânın neresinde olursa olsun, kimlerin arasında bulunursa bulunsun, *Yalnız* değildir, *Garip* değildir, hep o *Büyükler* le berâberdir. 


O büyüklerin yazıları okunduğu, isimleri anıldığı yere *Rahmet* yağar. Bugün için, bu *Allah* adamlarını bulup sohbet etmek, konuşmak, görüşmek, dertleşmek, hemen hemen *İmkânsız* hâle gelmişdir. 


Biz, eczâneye giderken, polislere *Kitap* dağıtıyoruz efendim. Kimi bize *Âbi* diyor, kimi de *Baba* diyor. Eskiden, biz küçükken büyüklerimiz bize; *Yaşlılara yer verin!* derlerdi. 


Biz onu, sâdece *Hürmet* için sanırdık, öyle zannederdik. Fakat şimdi biz de yaşlanınca, yaşlılar *Muhtâc* olduğu için yer vermek lâzım olduğunu iyi anladık.


*Neş’eli* bir bayram geçiriyoruz elhamdülillah, bir sıkıntımız yok. Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmı *Ateş* in içinde yakmadığı gibi, elhamdülillah bizi de bu *Fitne Fesat* ateşi içinde yakmıyor kardeşim.

Ruh ve beden

İmâm-ı Gazâlî hazretleri rahmetullahi aleyh buyuruyor ki:


Âdem aleyhisselam yaratılıp, beli mesh edilince, zerreler halinde nesli çıktı. Bir kısmı sağ tarafına, bir kısmı sol tarafına kondu. 

Allahü teâlâ buyurdu ki:


— İşte bu sağdakiler, Cennet ehlinin amelini yapacaklarından, Cennetlik olanlardır. Bunların amellerinden bana bir fayda ve zarar yoktur. Bu soldakiler, Cehennem ehlinin amelini yapacaklarından, Cehennemlik olanlardır. Bunlardan da, bana bir fayda ve zarar yoktur.


Âdem aleyhisselam sordu:

— Ya Rabbi! Cehennem ehlinin ameli nedir?

— Bana şirk koşmak ve gönderdiğim peygamberlere inanmamak ve onlar vasıtasıyla gönderdiğim kitaplardaki emir ve nehyimi tutmayıp, bana isyan etmektir.


Âdem aleyhisselam dua etti:

— Ya Rabbi! Bunları kendilerine şahit kıl! Umulur ki, Cehennem ehli ameli işlemezler.


Allahü teâlâ da, nefslerini şahit yapıp, (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) buyurdu. Hepsi, (Evet, biz şahidiz, Rabbimizsin) dediler. 


Allahü teâlâ, melekleri ve Âdem aleyhisselamı da şahit tuttu ki, onlar Allahü teâlânın Rab olduğunu tasdik ve ikrar ettiler. 


Bu sözleşmeden sonra, onları tekrar eski mekânlarına gönderdi, çünkü bunların hayatları yalnız ruhani bir hayat idi. Cismani bir hayat değildi. 


Allahü teâlâ, bunları Âdem aleyhisselamın sulbüne yerleştirdi. Ruhlarını kabzedip, Arşın hazinelerinden birinde muhafaza etti. 


Ana rahminde, çocuğun cismani sureti tamam olduğu zaman, henüz ölüdür. Allahü teâlâ, rahimde ölü olan bu çocuğa ruh vermeyi murat buyurduğunda, Arş’ta muhafaza edilen ruhu, o cesede iade eder. Çocuk o zaman hareket etmeye başlar. 


Allahü teâlânın ruhlara, (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) diye sorduğu misaktan [sözleşmeden] sonraki ölüm, yani ruhun Arşın hazinelerine gönderilmesi, birinci ölüm ve şimdiki ana karnındaki hayat, ikinci hayattır. 


(Dürret-ül-Fahire)

YÛSUF ZİYÂ AKIŞIK BEY

Son devir âlimlerinden. Bosna, Foça’da 1886’da doğdu. Derici Ahmed Beyin oğludur. Dedesi Zülfikâr Paşa, Akkoyunlu soyundandır. İyi bir tahsil gördü. Yaşayışı, ilmi, edebi herkese örnek olacak şekildeydi. Gâyet vakarlı ve sabırlıydı. Son asrın zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin sohbet ve hizmetinde bulunurdu. Çok sevilir ve beğenilirdi. Aldığı feyzlerin bereketiyle kemâl derecelere ulaştı. Halk içinde Hak’la berâberdi.

Yûsuf Ziyâ Bey yakınlarından birine şöyle anlatmıştı: “Rüyâda Abdülhakîm Efendinin elinin ayasını öpmüştüm. Ertesi günü, Eyüpsultan’daki evine giderek, rüyâmı anlatmak istedim. Her zaman olduğu gibi eline öpmek için eğildiğimde, mübârek elini, ayası yukarı doğru olarak uzattı ve “Akşam rüyânda öptüğün gibi öp!” dedi ve iltifât buyurdu.”

Son derece cömert olan Yûsuf Ziyâ Bey, hocaları Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin “Yâ Rabbî! Bu Ziyâ kuluna her türlü nîmetlerini ihsân eyle!” duâsına mazhar olmuştur.

Yûsuf Ziyâ Bey, Vefâ’daki Karamürsel Kumaş Fabrikasının uzun zaman müdürlüğünü yaptı. İdâreciliği, meslekteki bilgisi örnekti. Çalıştırdığı yüzlerce Müslüman fakirin sığınağıydı. Cömertliği ve merhâmeti herkes tarafından takdir edilirdi. İşçilerin her şeyiyle ilgilenir, onlara müşfik bir baba gibi davranırdı. Tekstil Sanâyiinde çalışmaları, gayretleri devlet adamlarınca da beğenilir, takdir edilirdi.

Kendisini ziyârete gelen temiz gençlerden biri ne kıyâmetle alâkalı bir suâline verdikleri cevapta; “Bir insanın ömrü boyunca söylediği her sözün, yaptığı her işin, her hareketin hesâbının yapıldığı o günde, ebedî azaptan kurtulabilenlere imrenilerek, büyük kahraman, diye bakılacaktır.” dedi.

Peygamber efendimizin torunları olan Seyyidleri çok sever, hürmet gösterirdi. Bunlardan biri de Seyyid Fehim’in (kuddise sirruh) torunlarından Seyyid Tâhâ idi. Seyyid Tâhâ, Van’dan her gelişinde, muhakkak Yûsuf Ziyâ Beyi ziyâret ederlerdi. Böyle ziyâretlerden birinde, berâberce son devrin hattatlarından Safi Beye gittiler. Hasta olan Safi Bey gelen misâfirlerden şöyle bir ricâda bulundu. “Seyyid Fehîm Efendinin kabrinde gül vardır. Ondan mektupla birkaç yaprak gönderin. Ziyâ Beye gözlerime, ağzıma kalbime koymalarını vasiyet edeceğim. İnşallah yetiştirirsiniz.” Aradan zaman geçti. Bir ziyâretlerinde açılmış gülü gören Seyyid Tâhâ ricâyı hemen hatırladı. Gül yapraklarını koparıp mektupla gönderdi. Ziyâ Bey mektubu aldığında açmadan telefondan Hattat Safi Beyin vefât haberini aldı. Mektubu açtığında Safi Beyin vasiyet ettiği gül yapraklarını gördü. Cenâzeye gidip arzularını yerine getirdi.

(Yegâne evladı Sîret Nefise hanım, tam bir Osmanlı hanımefendisi olup iffet ve asalet timsaliydi.. 1940 senesinde Hüseyin Hilmi Işık ile evlenmiştir. 28 Şubat 2009 tarihinde vefat etmiş ve Eyüpsultan’da zevcinin yanına defnedilmiştir.)

Yûsuf Ziyâ Akışık 1958’de İstanbul Fâtih’te vefât etti. Kabirleri Edirnekapı Kabristanındadır.

Fotoğraf: Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri, Necip Fazıl ve Yusuf Ziya Bey (sağ başta ayakta)

Kaynak: Yeni Rehber Ansiklopedisi, Cild-20, Sh.280

Allahü Teala rahmet eylesin, mekanı Cennet bahçesi derecesi âli olsun inşaallah. Amin...

Vakt çok azîzdir

 Vakt çok azîzdir [kıymetlidir]. En azîz ve kıymetli şeyler için kullanmak gerekdir ki, bu da, sâhibine hizmet etmekdir. 


Her-çi maksûd-ı tüst, ma’bûd-i tüst 

[Maksadın ne ise, tapdığın odur].


İmam-ı Rabbani Hazretleri

Büyük İslam Alimi İmâm-ı Gazâlî Hazretleri'nin vefatı

 Büyük İslam Alimi İmâm-ı Gazâlî Hazretleri'nin vefatı 18 Aralık 1111


Çocukluğundan îtibâren ilim tahsîl eden Muhammed Gazâlî, fıkıh ilminin bir kısmını kendi memleketinde okudu. Bir müddet sonra Cürcân’a giderek İmâm Ebû Nasr İsmâilî’den ders aldı. Üç sene kadar Cürcân’da ilim öğrendi. Sonra tekrar memleketi olanTûs’a dönmek üzere yola çıktı. Memleketinde bulunduğu üç sene içinde âlim zâtların derslerine ve ilim meclislerine devâm etti. Üç yüz binden fazla hadis-i şerifi ravileriyle ezbere bilen İmam-ı Gazali hazretleri “Hüccetül-İslam” adıyla meşhurdur.

Nişâbûr’dan Bağdâd’a...

Zaman zaman büyük velî Ebû Ali Fârmedî hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Daha sonra zamânının büyük ilim ve kültür merkezi olan Nişâbur’a gitti. Nişâbûr’da tahsîlini tamamlayınca, büyük bir ilim ve edebiyat hâmisi olan Selçuklu vezîri üstün devlet adamı Nizâm-ül-Mülk’ün dâveti üzerine Bağdâd’a gitti.

Bu sırada otuz dört yaşında bulunan İmâm-ı Gazâlî’nin İslâmiyete yaptığı büyük hizmetleri gören Selçukluların büyük vezîri Nizâm-ül-Mülk, onu Nizâmiye Medresesi (Üniversite)’nin Başmüderrisliğine, şimdiki tâbiriyle Rektörlüğüne tâyin etti. Bu medresenin başına geçen İmâm-ı Gazâlî hazretleri, üç yüz seçkin talebeye, lüzumlu olan bütün ilimleri öğretti.

Müctehid idi. İctihâdı, Şâfi’î mezhebine uygun oldu. O kadar çok kitâb yazdı ki, ömrüne bölününce, bir güne onsekiz sahîfe düşmekdedir. Hacca gidip gelince, Şâm’da profesörlük yaptı. Sonra Nişâpûr’da profesörlüğü zorla kabûl etti. Kitâbları çok kıymetlidir.


Kefenini giydi ve...

Ömrünü İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek ve öğretmekle geçiren İmâm-ı Gazâlî hazretleri 1111 (H.505) senesi Cemazil-evvel ayının 14. Pazartesi günü, büyük kısmını zikir, tâat ve Kur’ân-ı kerîm okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde, abdest tâzeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu:

“Ey benim Rabbim, mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun” dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine orada bulunanlardan üç kişi içeri girdiklerinde, İmâm-ı Gazâlî hazretleri kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, rûhunu teslim ettiğini gördüler..

Rum Kayseri’nin kızı

 Allahü ehad ver-resulü Ahmed


İbrahim Havvas hazretleri anlatır:

Bir sene hacca gitmeye niyet ettim. Bu niyetle yola çıktım. Maksadım Kâbe-i şerif tarafına gitmek olduğu halde, istemeyerek ters yöne gidiyordum. Allahü teâlânın iradesi beni batı tarafına çekiyordu. En sonunda İstanbul’a gitmeye karar verdim. Şehre girdim. Yüksek bir köşk gördüm. Kapı önünde bir kısım insanlar, bir araya toplanmışlardı. Yaklaştım ve (Niçin toplandınız?) diye sordum. (Rum Kayseri’nin kızı delirdi. Çare bulmak için doktorları toplandı) dediler.


Bunda bir hikmet olsa gerektir, dedim ve içeri girdim. Orada Kayser’in kızını parlak ay gibi gördüm. Bana bakıp dedi ki:

- Hoş geldin, ey İbrahim Havvas!

- Beni nereden tanıyorsunuz?

- Canımı, Cânâna teslim etmek istedim ve Hak teâlâdan sevdiği bir kulunu yanımda bulundurmasını niyaz ettim. Rüyamda buyuruldu ki: “Yarın İbrahim Havvas sana gelecek!”

- Hastalığınız nedir?

- Bir gece dışarı çıkıp ibret nazarıyla gökyüzüne baktım. Kendimden geçtim. “Allahü ehad ver-resulü Ahmed” kelimesi dilime, manası kalbime geldi. Bu kelimeyi dilimden düşürmez oldum. Bu sebepten hâlime delilik alameti, bana da deli dediler. [Bu sözlerin manası, “Allah birdir ve Peygamberi Ahmed (yani Muhammed aleyhisselam)‘dır].

- Bizim diyara gelmek ister misin?

- Sizin diyarda ne var?

- Mekke, Medine ve Beytül-mukaddes (Mescid-i Aksa) oradadır.

- Sağ tarafına bak!


Baktım bir düzlükte Mekke, Medine ve Beytül-mukaddes karşımda duruyor gördüm. Az sonra dedi ki:

- Vakit yaklaştı. İstek ve arzu haddi aştı.


Kelime-i şehadet getirip ruhunu teslim etti.

Bir gün gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çalışmak bir *Ni’met* dir kardeşim. Babam öldüğünde, ben 18 yaşında ve *Lise son* sınıfdaydım. Üç kız kardeşim vardı. Bir de annem vardı. *Sedat* küçüktü o zaman. 


Bir gün Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bana sordular: *Senin annen, kardeşlerin ne yapıyor?* dediler. 


Ben de; Efendim, kız kardeşlerim ücretle *Nakış* işliyorlar. Her gün, sabahdan akşama kadar göz nûru döküyorlar. Çok zahmet çekiyorlar, zorlanıyorlar, dedim. 


Efendi hazretleri, beni dinleyince; *Hiç zor gelmesin. Meşgûliyet ni’metdir. Meşgûliyet olmazsa şeytân musallat olur. Onların dinleri için, dünyâları için, bu iş çok iyi*, buyurdu. 

********

İstanbuldan Ankaraya, bana mektup yazardı *Efendi* hazretleri. Bir mektûbunda; *Bir gün gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak*, diye yazmış. 


Ben bunu okuyunca, içimden; *Allah Allah! Efendi hazretleri benimle şaka mı yapıyor acabâ? Din bilgisi nerdeee, ben nerde?* dedim. 


Ama dediği çıkdı. Şimdi hakîkaten soruyorlar. Hem de bütün dünyâ soruyor. Efendi nin kerâmeti bunlar işte. 


Bana, *Arabî* öğretdi, *Fârisî* öğretdi. Gençler gelirlerdi Efendi hazretlerine, elini öpüp bahçeye çıkarlar, bahçede birbirleriyle oyun oynarlardı, latîfe yaparlardı. Öyle geçerdi zamanları. 


Ama ben gitdim mi, *Efendi* nin yanından hiç ayrılmazdım. Bâzen *Sabah* namâzında giderdim, *Yatsı* ya kadar hiç yanından ayrılmazdım efendim. 

********

Bizim *Herkese Lâzım Olan Îmân* kitâbımız var ya, orada Efendimiz aleyhisselâmın fazîletleri diye bir başlık var. Orada şöyle yazıyor: 


*Namazlardan sonra, 11 ihlâs-ı şerîf okuyan, Cennete istediği kapıdan girsin*, diyor Peygamber Efendimiz. Ama, mü’min olanlar tabii, mü’min olmak şart. 


Kul hakkı olmamak da şart. Bunu, *Eshâb-ı kirâm* için söylüyor Peygamber Efendimiz, bizim için değil ki. *Îmânı* olacak, *Kul hakkı* olmıyacak, namazları *Kazâya* kalmıyacak. 


Onlar için bu, yâni *Eshâb-ı kirâm* için. Eğer biz de onlar gibi olursak, onlara benzersek, biz de dâhil oluruz o zümreye. *Zümre-i fâizîn*; yâni âhirette Cehennemden kurtulan zümre. Kurtulan cemâate inşallah biz de dâhil oluruz kardeşim.

Mevlânâ Celaleddin-i Rumi Hazretleri'nin vefatı

Mevlânâ Celaleddin-i Rumi Hazretleri'nin vefatı -17 Aralık 1273-


Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, büyük bir velî idi. Onun; Müslümanların haricindekileri de kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkından bâzı nümûnelerdir. Hazreti Mevlânâ’yı yalnız bir mütefekkir, şâir gibi düşünmek çok yanlıştır. O, tasavvuf deryâsına dalmış bir Hak âşığıdır. İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasîhatleri bu deryâdan saçılan hikmet damlalarıdır.

“Şeb-i Arûs=düğün gecesi”

Mevlânâ ölüme, “Şeb-i Arûs=düğün gecesi” adını vermektedir. Onun için, tasavvuf ehline göre ölüm; bir felâket değildir. Tekrar Allah’a dönmek olduğundan, ancak bir sevinç vesîlesidir...

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin son hastalığında, yanına hocası Sadreddîn-i Konevî ve şehrin ileri gelen âlimleri geldiler. Ziyâret esnâsında Mevlânâ’ya;

-Allahü teâlâ âcil şifâlar versin. İnşâallah en kısa zamanda sıhhat bulursunuz? Zîrâ siz, âlemin rûhusunuz, âlem sizinle hayat bulur, dediler.

Mevlânâ hazretleri ise onlara;

-Bundan sonra cenâb-ı Hak, size şifâlar, sıhhat ve âfiyetler ihsân eylesin. Artık bizim işimiz bitmiştir. Rabbimle aramızda, kıldan yapılmış bir gömlek kaldı. Kısa zamanda o gömleği de çıkarıp nûru nûra ulaştırırlar. Artık bana duâ ediniz, buyurdu.

Dostları, talebeleri;

-Cenâze namazınızı kim kıldırsın? diye sordular. Ona da;

-Hocam Sadreddîn Konevî hazretleri kıldırsın, buyurdular.

“Artık gitmek zamânıdır”

Hüsâmeddîn Çelebi anlatır:

-Mevlânâ hazretlerinin son günüydü. Bir delikanlının, hocam Mevlânâ’nın bulunduğu yerde belirdiğini gördüm. Mevlânâ, kalkıp bu delikanlıyı karşılayarak, bana; “Döşeği kaldırın” buyurdu. Ben hayret ettim. Çünkü hocam hasta idi. O yiğidin yanına varıp; “Siz kimsiniz ki, hocam hasta yatağından kalkarak sizi karşıladı?” diye sordum. O da; “Ben Azrâil’im. Rabbimizin emrini yerine getirmek, Mevlânâ’yı öbür âleme dâvet etmek için geldim” dedi. Mevlânâ da; “Rabbimiz, beni kendi hazretine dâvet ediyor. Artık gitmek zamânıdır. Yâ Azrâil! Çabuk ol! Beni Rabbime çabuk kavuştur!” deyip Kelime-i şehâdet getirdi


Cemâzil-âhır’in beşine rastlıyan Pazar günü ikindi vaktinde fânî hayâta gözlerini yumdu.”


Mevlânâ vefât edince, İmâm İhtiyârüddîn gasl eyledi. Gasl ânında gördüklerini şöyle anlatır: “Mevlânâ’nın mübârek cesedini yıkamağa başladım. Üzerime öyle bir ayrılık acısı çöktü ki, ağlamaktan kendimi alamadım. Yıkamak şöyle dursun, zerre kadar hareket etmeye kadir olamadım. Yüzümü yüzüne dayayıp ağladım. Yardımcılarım hiç ses çıkarmıyor, bana mâni olmuyorlardı. Bir ara dayanamadım, vücûduna sarılarak ağlamak istedim. O anda Mevlânâ’nın eli bileğimi sıkıca tuttu. Korkumdan aklım başımdan gitti. Bayılmışım. Kulağıma uğultu hâlinde, sahibini göremediğim sesler geliyordu. Diyordu ki: “Nûr, nûra karıştı. Âşık, Ma’şûka kavuştu. Bunda endişe edecek birşey yoktur. Çünkü, Allahü teâlânın velî kulları için, hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar. Mü’minler ölmezler, belki fânî âlemden, sonsuz âleme nakil olunurlar.” Bu sözler beni kendime getirdi.”


Mevlânâ’nın vefâtında, uzaktan ve yakından o kadar çok insan geldi ki, köylerden, yakın şehirlerden, kadın-erkek, büyük-küçük, müslim, gayr-i müslim, yahûdiler ve hıristiyanlar, muhtelif mezheblere mensûp bütün halk mahşeri bir kalabalık hâlinde Konya’ya toplandılar. Cenâze için, herkes kendi dîninin icâblarını yapmak üzere hazır oldular. Herkes kendi inancında cenâzeye nasıl hizmet etmek lâzımsa onu yapmaya çalışıyorlardı. Mevlânâ’nın kitaplarını, güzel sesli kimselere yüksek sesle okutup ağlaşıyorlardı. Başlarına toprak saçıp, göğüslerini yumrukluyorlar, elbiselerini yırtarak cenâzenin etrâfında dolanıyorlardı. Bunların bu hâlleri müslümanları çok rahatsız ettiğinden, müslümanlar onları men etmeye, oradan göndermeye uğraşıyorlardı. Fakat buna bir türlü engel olamıyorlardı. Nihâyet Mu’înüddîn Pervane onların ileri gelen kimselerine, “Mevlânâ; müslüman, ilim ve irfan sahibi bir kimse idi. Sizin, böyle bir kimseye hizmet etmek için yaptığınız bu uygunsuz hareketlerin sebebi nedir? Lüzumsuz yere halkı izdihama sokmanızın hikmeti nedir? Böyle bir kimseyle sizin uzaktan ve yakından ne münâsebetiniz vardır?” dedi. Onlar da; “O, bizim Peygamberlerimizin güzel huylarını, üstün sıfatlarını üzerinde taşıyan büyük bir güneş idi. Bütün âlem onun ışığı ile aydınlanıyordu. O, her düşküne, her çaresize yardımcı oluyordu. Hâl böyle olunca, hangi kimse o güneşi istemez?” dediler. Sözü bir başka papaz alarak; “Mevlânâ dünyâda bir ekmek gibi idi. Ekmekten vazgeçen, onu sevmiyen kimse görülmüş müdür? İşte bunun gibi biz de Mevlânâ’dan vazgeçemeyiz. Biz, onun hasret acısına sabredemeyiz” dedi. Onların bu cevapları karşısında herkesi kendi hâline bıraktılar. Mevlânâ hazretlerinin tabutunu götürmek için bütün halk hücum ediyordu. Bu sebeble çiğnenenlerin ayak altında kalanların haddi hesabı yoktu. Mahşerî bir kalabalık tabutu elden ele almaya çalışıyorlardı. Bu izdihamdan tabut parçalandı, yerine yenisini getirdiler. Yine parçalandı, yenisini getirdiler. Bu şekilde altı defa tabut değiştirdiler. Nihâyet musalla taşına kondu.


Şerâfeddîn-i Kayserî anlatır: “Sadreddîn-i Konevî hazretleri, talebesi Mevlânâ’nın cenâze namazını kıldırmak için ilerlediği zaman, ona birden bire bir hıçkırık gelip kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelip namazı kıldırdı. Mevlânâ’nın vefâtına çok üzülmüştü. Talebelerinin ileri gelenlerinden ba’zıları; “Efendim! Namaz kıldıracağınız zaman, üzerinizde hiç görmediğimiz bir hâl vardı. Acaba hikmeti nedir?” dediler. Bunun üzerine; “Namaz kıldırmak için ilerlediğim vakit, meydanda meleklerin saf saf dizilip, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) arkasında cenâze namazını kılmakta olduklarını gördüm. Gökteki meleklerin hepsi mavi elbiseler giyinmiş ağlıyorlardı” buyurdu.


“Helâl kazanıp helâldan yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır. Her hareketi Resûlullaha ( aleyhisselâm ) uydurmalıdır.”


“Dargınlar barışmalıdır. Önce davranan önce Cennete girer.”


“Tenhâda yalnız kalınca da günahtan sakınmalıdır.”


“Nefsi mağlup etmek için, onu rahatsız etmelidir, istediği şeyi vermemelidir. En te’sîrlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup namaz kılmaktır.”


“Az konuşmalıdır. Altı yerde dünyâ kelâmı ile meşgûl olmak uygun değildir. Bu konuşma yerleri: Mescidler, ilim meclisleri, ölü yanı, kabristanlar, ezân okunurken ve Kur’ân-ı kerîm okunurkendir.”


“Gurûrlu olmayınız, nefsinizle mücâdele, riyâzet ediniz, Peygamberimiz hep riyâzet çekmiş, zenginlik istememiş, arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar yememiştir.”ve bu fânî hayâta gözlerini yumdu...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Büyüklerden biri; *Herkes âhirinden, sonundan korkuyor, îmânlı mı gideceğim, îmânsız mı? diye. Ben ise Ezel'den korkuyorum*, buyurmuş. Yâni kazâ ve kaderden korkuyorum demek istemiş. 


O kadar ni’met içindeyiz ki kardeşim, elhamdülillah. Hele bu büyüklere olan *Muhabbet*, en büyük *Ni’met* dir. Evvelâ onları tanımak, sonra sevmek ve tâbi olmak. 


*Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri* ile görüşmeğe, *Bir gün* için, hattâ *Bir sâat* için Ankara’dan gelirdim. Bir sâat sonra geri giderdim, trenle. Mevsim *Kış*. En çok Eskişehir *Soğuk* olurdu. 


Bir keresinde yine Ankaradan gelirken, trende hiç *Yer* bulamadım. Kompartımanlarda yer yok. Kompartımanların önünde *Koridor* var, daracık bir yer. Orada da köylüler yatakları istiflemiş, yığmışlar, yatıyorlar. 


Aralarından atlıya atlıya geçiliyor. Orda da yer yok. Yâni oturacak, çömelecek kadar bir *Yer* bulamadım. Hattâ ayakda duracak bir yer bile *Yok* du. 


Mecbûren iki vagonu birbirine bağlıyan o körüklü yerde *Ayakda* geldim. Bir ayağımı bir vagona basdım, ikinci ayağımı öbür vagona basdım. Öylece geldim. 


*Dondum, dondum!* Ama tren Eskişehire varıp da, oradan *İstanbula* doğru hareket etdi mi, bana ferahlık gelirdi. *Oohh, Efendiye yaklaşıyoruz*, diye sevinirdim. 


Tren İstanbula doğru ilerlerken *Neş’e* içinde olurdum, *Sevinç* ten bayılırdım, *Efendi* ye yaklaşıyoruz, diye. Trenden inerdim, doooğru *Vapura*, oradan *Köprü* ye, köprüden de *Eyüb*’e. 


Vapurdan iner, Eyüp’deki o yokuşu *Zevk* le çıkardım. Yorulurdum tabii. Huzûruna girince, beni yanına oturturdu Mübârek. *Ne var ne yok, nerden geliyorsun?* derdi. Ben de anlatırdım, o soğukları filân.

********

İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Bin sene uğraşsam, dünyâyı kalbime getiremem*, buyuruyor. Bu, hiçbir iş yapmıyacak demek değildir. Zîra *Kalp* başkadır, *Akıl* başkadır. 


Dünyâ işleri *Akıl* ile olur. İster matematik öğretmeni olsun, hesap yapsın, ister diş tabîbi olsun. *Kalp* ise, Allah sevgisi ile doludur, dünyâ ona zarar vermez. 


Efendi hazretlerine ilk gittiğimde, oda hayli kalabalıkdı efendim. İçeriye girmeye utandım, kapının dışında edeble oturdum. *Efendi* hazretleri beni görmüş.


Oturduğu yerden, *Küçük Efendi, içeri gel, benim yanımda otur!* diye seslendi. Beni, dizinin dibine oturttu efendim. O büyüklerin dizinin dibine oturmak çok *Kıymetli* dir.

Seyyîd Ahmed Rıfâî hazretlerinin merhameti

Seyyîd Ahmed Rıfâî hazretleri evliyânın büyüklerinden ve “Vilâyet-i Uzmâ” sahibi, “Dörtler” diye isimlendirilen kutublardan biridir. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) soyundan olup, seyyiddir... CÜZZAMLI KÖPEĞİ TEDAVİ ETTİ

Bir köpek cüzzam hastalığına yakalanmıştı. Hiç kimse köpeği bu iğrenç hâlinden dolayı kapısına koymadı. Bu şekilde kapılardan kovula kovula, Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin kapısına geldi. Ahmed Rıfâî hazretleri onu alıp, şehir dışına götürdü ve orada tedaviye başladı. Bu köpek kırk günde sıhhate kavuştu. O da güzelce yıkayıp tekrar şehre getirdi. Kendisine, “Efendim! Bu köpeğe çok ilgi gösterdiniz. Acaba hikmeti nedir?” diye sordular. Onlara “Kıyamet günü Rabbimin bana, ‘Bu köpeğe niçin acımadın? Onu uğrattığım bu belâdan niçin kurtarmadın? Aynı belâya seni de düşürmem ihtimâlini niçin düşünmedin?’ diye sormasından korktum. Ey insanlar! Kalblerinizi Allahü teâlânın yarattıklarına karşı merhamet hissiyle doldurunuz. Cenâb-ı Hakkın sizi de aynı derde müptelâ kılmasından korkunuz” buyurdular.

Seyyid Ahmed Rıfâî hazretleri bir gün, abdest alırken elini uzatmış bir hâlde bir müddet bekledi. Bu sırada, talebelerinden hizmetini gören Ya’kûb oraya geldi. Hocasının elini uzatmış hâlde bekler görünce, tutup o elini öptü. O zaman Ya’kûb’a, “Ey Ya’kûb! Zavallı hayvanı niçin rahatsız ettin” buyurdu. Bu sözden bir şey anlamayan Ya’kûb, “Efendim, anlayamadım, acaba zavallı hayvandan neyi kastediyorsunuz?” diye sorunca, “Rızkını elimden yemekte olan sineği kaçırdın” buyurarak, hayvanlara olan merhametini izah etmek istediler...


“BU DÜNYA FÂNÎDİR...”

Fıkıh âlimlerinden Yûsuf Ebû Zekeriyâ hazretleri anlatır:

Seyyid Rıfâî hazretleri, binlerce kişiye camide nasîhat ediyordu. Cemâat arasında bulunan âlimler, kendisine pek çetin suâller sordular. Seyyid hazretleri her sorunun cevâbını ânında en ince teferruatına kadar açıklıyordu. Dayanamadım, suâl soranlara, “Yeter artık. Ne kadar sorarsanız sorunuz, hepsine cevap verileceğini anladınız” dedim. Bu sözüm üzerine mübarek “Ey Ebû Zekeriyyâ! Dünyâ fânîdir. Bırakınız ben hayatta iken sorsunlar” buyurdular. “Bu dünyâ fânîdir” sözü o kadar tesir etti ki, cemâatten beş kişi orada vefât etti. İbâdetlerini tam yapmayan binlerce kimse de tövbe edip doğru yola geldi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Tüccardan biri, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü işitmiş. Kendi kendine; *Bu zât, Allahın sevgili kulu, Velî, kerâmetler sâhibi, acabâ nasıl bir adam?* diye merak etmiş. 


Gitmiş Bağdat’a, sormuş, bulunduğu yeri öğrenmiş. Ziyâretine gidip elini öpmüş, huzûrunda oturmuş. Bir de bakmış ki, üzerinde gâyet kıymetli bir *Elbise*, omuzunda çok kıymetli bir *Acem şalı* var. Kaç bin liralık kıymetinde. 


Kendi kendine düşünmüş. Demiş ki: Ben o kadar zengin tüccar olduğum hâlde, böyle kıymetli *Elbise* alamıyorum, giyemiyorum, hele böyle güzel bir *Şal* hiç kullanamıyorum, param yetişmiyor. 


Buna, *Allah adamı* diyorlar. Allah adamı böyle mi olur? Benim giyemediğim elbiseyi giyiyor. Bu Allah adamı dedikleri, tam Dünyâ adamı. Dünyâ adamına Allah adamı diyorlar. 


O böyle düşünürken, bir dilenci odaya giriyor. *Allah rızâsı için bir şey veren yok mu?* diye dolaşıyor. Herkes cüzdanını çıkarıyor. Fakîre vermek için *Bozuk para* arıyor. 


*Abdülkâdir-i Geylânî* hazretlerine sıra geliyor. Fakîr, Allah rızâsı için bir şey verir misin? diyor. Mübârek zât ona; *Şu sırtımdaki şalı al*, diyor. Fakîr de çekip alıyor, sonra çıkıp gidiyor. 


Ama tüccarın aklı da onunla berâber gidiyor. İçinden; *Vây canına, kaç bin akçelik şalı nasıl verdi?* diyor. Aklı ermiyor bu işe. 


Biraz sonra bir zengin geliyor. Elinde bir paket. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin huzûruna geliyor. Elini öperken; *Efendim, bu paketdekini âcizâne size hediye getirdim. Allah rızâsı için kabûl ediniz*, diyor. 


Mübârek zât; *Aç bakalım, nedir o?* buyuruyor. Açıyor, bir de ne görsün. Biraz evvel bir fakire verdiği o kıymetli *Acem Şalı*. Zengin diyor ki: 


Efendim, Fakîrin biri bunu satılığa çıkartmış satıyordu. Bakdım, çok hoşuma gitdi, çok kıymetli, bunu zât-ı âlinize lâyık gördüm, satın aldım. Allah rızâsı için kabûl edin, diyor. 


Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de; *Pekâlâ, omuzuma koy!* buyuruyor. Sonra dönüyor o tüccara, buyuruyor ki; 


Biz dünyâ malını kullanırız, ama *Allah rızâsı için al* diyen olursa, alıyoruz. *Allah rızâsı için ver* diyen olursa veriyoruz. İstiyene *Al* diyoruz, getirene *Koy* diyoruz. 


Öyle deyince, tüccar kalkıyor, *Abdülkâdir-i Geylânî* hazretlerinin ayaklarına kapanıyor. Ve talebesi olmakla şerefleniyor.

Evliyanın kerameti haktır

Evliyanın kerameti, nice kimselerin gafletten uyanmasına, hidayete kavuşmasına vesile olmuştur. Evliyanın kerametlerini anlatan çok kitap yazılmıştır. Hilye-tül-Evliya, Reşehat, Tezkiret-ül Evliya ve Cami’u keramat-il-Evliya bunlardan birkaçıdır.


Evliya olmayan keramet göremez ve kerameti gizlemek farzdır demek ne kadar cahilce bir sözdür. Birkaç örnek verelim:


1- Hazret-i Süleyman’ın veziri Asaf, iki aylık mesafedeki Belkıs’ın tahtını, göz açıp kapayıncaya kadar getirdi. (Neml 40)


Hazret-i Süleyman’ın veziri peygamber olmadığı halde, evliya olduğu için bu kerameti göstermiştir. (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, bu evliya zatın haram işlediği söylenir. Haram işleyen kimse nasıl evliya olur ki?


2- Hazret-i Meryem’e her zaman taze meyve ve yiyecek verilirdi. (Al-i İmran 37)


Hazret-i Meryem kış aylarında yaz meyveleri, yaz aylarında kış meyveleri geldiğini niye gizlemedi ki? (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Meryem’i haram işlemekle suçlamış oluruz.


3- Musa aleyhisselamla giden gencin sepetindeki pişmiş ölü balık canlandı. (Kehf 86)


(Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, bu genç evliyayı haram işlemekle suçlamış oluruz.


4- Hazret-i Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordu mağlup olmak üzereyken, bu hali görüp, kumandana, (Yâ Sariye, arkanı dağa ver) buyurdu. O da dağa yanaştı ve zafere kavuştu. (Cami-ul-keramat, Kısas-ı enbiya, Şevahid, İrşad-üt-talibin)


Hazret-i Ömer bunu herkesin içinde söyledi. (Kerameti gizlemek farz, göstermek haramdır) denirse, Hazret-i Ömer’i haram işlemekle suçlamış oluruz.


Evliya kerametini gizler, göstermek istemez; ama ihtiyaç duyulunca gösterir. Zaten Evliya durup dururken keramet göstermez. Bir ihtiyaç hissederse, o zaman elinde olmayarak da görülebilir.

İşte dünya bu!

Kalbi Rabbinden gafil olanların akıbeti!..


Bir adam İsa aleyhisselam ile arkadaşlık yapmak ister. Büyük nebi kırmaz, birlikte yola çıkarlar... Bir müddet yürüdükten sonra su başında dururlar...


Bütün kötülüklerin başı, kalbin Rabbinden gafil olmasıdır. Ahiret günü haramın azabı olduğu gibi, helâlin de hesabı vardır. İmam-ı Gazâli (rahmetullahi aleyh) İhya-ül Ulum kitabında bu hususta şu ibretlik kıssayı nakleder:


Bir adam İsa aleyhisselam ile arkadaşlık yapmak ister. Büyük nebi kırmaz, birlikte yola çıkarlar... Bir miktar yürüdükten sonra su başında dururlar. Yanlarında üç ekmek vardır. Ekmeğin ikisini yerler. İsa aleyhisselam gidip su içer, döndüğünde üçüncü ekmeği göremeyince sorar:


-Ekmeğe ne oldu?


-Bilmiyorum, cevabını alır...


Hazret-i İsa arkadaşı ile yola devam eder. Hayli acıkırlar. İki geyik yavrusuna rastlarlar. İsa aleyhisselam yavrulardan birini çağırır, koşa koşa gelir. Keser, pişirir ve yerler. Sonra "Allahın izni ile kalk" der. Geyik yavrusu dirilip annesinin yanına gider. İsa aleyhisselam arkadaşına dönüp yine sorar:


-Sana bu mucizeyi gösteren Allahın adına yemin veriyorum! Söyle o ekmeği kim aldı?


-Bilmiyorum.


Yola devam eder, bir nehirle karşılaşırlar. Köprü yok, sandal yok. Karşıya geçmeleri lâzım. İsa aleyhisselam adamın elini tutar, burula burula akan coşkun suların üstünde yürürler. Tekrar sorar:


-Bana bu mucizeyi veren Allahü teala aşkına söyle ekmek ne oldu?


-Bilmem, haberim olsa söylerim.


Nihayet ovaya inerler. İsa aleyhisselam bir miktar toprak yığar ve dua eder. Küçük tepecik çil çil altın hâline döner. Bunu üçe taksim eder. "Biri benim" buyurur, "biri senin, üçüncü de kayıp ekmeği yiyenin!" Hemen itiraf eder;


-O ekmeği ben yemiştim!..


İsa aleyhisselam;


-Al üçü de senin olsun, deyip ayrılır. Adam altınları nasıl taşıyacağını düşünürken iki harami gelir:


-Bizi de ortak et, eğer eceline susamadınsa...


-Zaten üç parça, gelin paylaşalım.


Altınları koyacak torba ve yiyecek alsın diye haramilerden birini kasabaya gönderirler. Onun da dünya sevgisi ağır basar, "dur şunları zehirleyeyim" der, "altınların hepsi bana kalsın."


Bekleyenler de ihanet içindedirler. "Var mısın onu öldürelim" derler, "üçe değil ikiye bölmek varken..."


Nitekim yemeklerle çuvallarla gelen arkadaşlarına saldırır, acımadan katlederler. Sonra oturup yemeği yerler.


Zehir kanlarına işler, peş peşe toprağa düşerler...


İsa aleyhisselam dönüşte bakar ki altınlar olduğu gibi ortada durmakta ve başında üç ceset yatmakta. İbretle bakar ve şöyle buyururlar: "İşte dünya!"


Evet, işte dünya bu!..

İZ BIRAKANLAR : PROF. DR. ORHAN KARMIŞ

Orhan Karmış 1937 Bursa doğumlu... 1966 Ankara İlahiyat Fakültesi’den mezun... İhtisasını Bağdat Üniversitesi’nde (1969), doktorasını Ankara İlahiyat Fakültesi’nde tamamladı (1975). Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde dekanlık yaptı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın isteği üzerine Almanya’daki Türk çocuklarının dinî eğitim ve öğretim müfredatını hazırladı. Uzun yıllar hem Türkiye Gazetesi’nde köşe yazdı, hem de TGRT ekranlarında ilmi, ahlakî konuları anlattı. Lisana çok hakimdi. Fransızca, İngilizce, Arabî, Farisî bilirdi. Başta Tatarca olmak üzere Türk lehçelerine hakimdi. Türkçe’yi berrak konuşur, bir kullandığı kelimeyi bir daha asla kullanmazdı. O muhteşem tefsir programları unutulmadı, sesi hâlâ kulaklarımızda.

Anneciği bir Kur’an-ı kerim âşığı... Elifbayı onun eteği dibinde öğreniyor, ağzı süt kokarken hafız oluyor. Yetim kaldığında daha 13 yaşında... Başında iki abla, bir kız kardeş, bir ana! İmam Hatip okuluna gidiyor ve rahat bitiriyor... Ama o yıllarda İmam Hatip mezunlarını İlahiyata almıyorlar (garabete bak). Bursa Erkek Lisesi’nin (ki zor bir lisedir) imtihanlarına giriyor, bir defada hepsini veriyor. İlahiyat Fakültesinden mezun olduktan sonra bir süre Bursa Alacahırka Mescidinde imamlık yapıyor…


Orhan Karmış Hoca’yı en iyi kim anlatır? Elbette oğlu Mustafa! Sağ olsun kırmıyor, hatıralarını bizimle paylaşıyor.

*

GÖNLÜNE GÖRE...

Vefat edince donduk kaldık. Rahmetli babam vasiyetini yazmış olmalıydı. Binlerce kitabı var, şimdi kim bilir hangisinin arasında? İlk önce lügati açtık. Çünkü o daima elinin altında. Umduğumuz gibi çıktı, vasiyet orada! Sadece iki satır yazmış: Besmele... Hamdele... İstek tek cümle:

“Naaşım Halid bin Zeyd hazretlerinin yakınına defnedile!”

Ağabeyim Mücahit ile o kadar şaşkınız ki birbirimize soruyoruz.

“Halid bin Zeyd kimdi?”

Neden sonra uyandık, tabii yaaa... Eyyûb Sultan! Tam da o gün Üzeyir Garih öldürülmüş, defin kesin yasak. Mezarlıklar Müdürü usulen soruyor “merhumun adı?”

- Orhan Karmış

- Nee! Hocam rahmet-i rahmana mı kavuştu? İnna lillah.. Söyleyin ne emriniz var?

İşler tıkır tıkır... Kıl çekiyoruz tereyağından...

Üç ay sonra annem vefat etti. Onu da yanına defnettik, bıraktık mı baş başa...

 “Abim ve ben babamızın duasını ayan beyan hissediyoruz. İnanıyor musun bize yol gösteriyor hâlâ. Sahip çıkıyor. Geçen rüyamda kabrini ziyaret ediyormuşum... Bir asansörle iniyorum toprak altına. Aaa babam karşımda... Nasıl neşeli, nasıl ferah. ‘Görüyorsun ya oğlum’ diyor, ‘çok rahatım.’ Doğrusu imreniyorum ona...

- Niye diye sormayacak mısın?

- Niye baba?

- Çünkü bir vakit bile borcum yok! Aman namazlarını aksatma!.. Sıçrıyorum, müezzinler minarede, İstanbul yeni bir güne uyanıyor...


HERKESE HER KESİME

Orhan Karmış Hoca halk adamıydı, düğünlere de cenazelere de katılır, sevinci de, hüznü de paylaşırdı. Okuduğu aşr-ı şeriflerle yüreğimizin pasını siler, duygulu dualarıyla ağlatırdı.

Bir gün Bolu dağında mola vermiştik. Bir Kuveytli koştu geldi eline kapandı. “Sırf sizin için uydu anten kurdum. Kıraatınız harika. Arap olmalısınız mutlaka... “

Bir general hanımı aradı yine. “İslamiyet ne muhteşemmiş meğer, siz şimdiye kadar neredeydiniz hocam?”

“Orhan Karmış Sizlerle” adlı bir program yapmıştık. Seviyeli münazaralar.... Bülent Ecevit tam dört kere aramıştı mesela. Demirel, Erbakan, rahmetli Türkeş ve rahmetli Özal’ın istişâre ettiklerini biliyorum. Her dönem “mebusluk” teklifleri gelir. Amerika, Arap ülkelerindeki üniversiteler servet döker ayağına... Yok! Parayla pulla, makamla işi olmaz.

O, Efendimize (Sallallahü aleyhi ve sellem) âşıktı. Gözlerini de Server-i âlem gibi kapadı... Tam 63 yaşında...


BÜYÜKLE BÜYÜK ÇOCUKLA ÇOCUK!

Bizim hayatımızda Ankara yıllarının yeri ayrıdır. Seyyid Emin Garbi Arvas gibi dostumuz vardı zira... “Emin Amcaya gideceğiz” dendi mi Mücahit abimle giyinir, kapıya çıkardık anında. Mübareğin evinden çay (tabii ki kaçak) eksik olmaz... Gülsüm Teyze kekler kurabiyeler hazırlar, bizi hoşça tutar. Meğer Emin Amcanın boyu 170 filanmış. Biz onu dağ gibi sanırdık, devler tıfıl kalır yanında... Tertemiz bir yüz, şık elbiseler ve çok güzel kokar. Eline sarılırız miss. Babamla bir araya geldiler mi girift mevzulara dalar, bambaşka âlemlere yelken açarlar. Menkıbeler, kıssalar... Küçükler de hisse kapar. Babam kimseye mesafe koymaz, gençle genç, çocukla çocuk olur, bir ortak payda bulur mutlaka. 

Almanya’da Türk çocukları için bir program hazırlanıyor. Sonders Inst... Burada kabul görmek kolay değil. Babam Fransızca, İngilizce, Arabi, Farisi bilirdi. Başta Tatarca olmak üzere Türk lehçelerine hakimdi. Almanya’ya gittiğinde yaşı 52’ydi, oturup Almanca öğrendi.

Batılılar çocuklara her şeyi resimle anlatıyorlar. Konu İslam tarihi. Peygamber efendimizi resimlemeye kalkıyorlar. Babam onları, niye olmayacağına ikna ediyor. “Tamam” diyorlar, “sen yaz, biz imzalayalım.”

Aradan yıllar geçti, bi vesile ile Almanya’ya gittik. Enstitü ayaklandı, elini öpen öpene. Müdür kapıda karşıladı, kollarını kocaman kocaman açmış. Adam ağlamaklı “Vay Herr Karmış vayyy!..”

İrfan Özfatura

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Kıymetsiz Yazılar* kitâbını akşamları okuyoruz kardeşim. *F* harfinde birinci kelime *Fâsık*. Fâsık, farzları yapmıyan, harâm işliyen kimseye denir. 


*Fâsıkın ve bid’at sâhibinin dâvetine gitmemeli, yemeğini yememelidir!* diye akşam okudum. 


*Celâleddîn-i Rûmî* hazretleri bile *Mesnevî* sine başlarken, daha ilk satırında; *Benim kitâbım düdük gibidir*, diyor. 


Düdükden çıkan ses kimin sesidir? Düdüğü kim çalıyorsa onun sesidir. *Beni de kim söyletiyorsa, Onun sözüdür* bunlar, diyor. 

********

Namaz kılmıyanın duâsı kabûl olmaz. Onun için sebebe yapışmayı emrediyor cenâb-ı Hak. *El kâsibü habîbullah*. hadîs-i şerîf bu. *Kâsib*, kesbeden, çalışan, sebebe yapışan demekdir. 


Dertlerden, belâlardan ve sihirden korunmak için, *Bismillâhillezî lâ yedurru ma’asmihî şey’ün fil erdı ve lâ fissemâi ve hüves semî’ül alîm* okumalı. Bunu okuyana sihir te’sîr etmez. 


Meselâ, bana sihir te’sîr etmez. Niçin? Çünkü ben her gün *Kul eûzüleri*, bir de bu *Duâyı* okuyorum. Büyüklerimiz diyorlar ki: *Bunları okuyana sihir te’sîr etmez!* 


Onun için *Sihir yapmışlar* diye hiç üzülmeyin. Asıl mühim olan, bunu okuyana sihir te’sîr etmez ve her türlü belâlardan o gün Allahü teâlâ muhâfaza eder. 


O hâlde, *Ben büyü yaparım, şöyle yaparım! Böyle yaparım!* diyenlere hiç aldanmayın, ehemmiyyet vermeyin kardeşim. 


*Bunu okuyana, sihr te’sîr etmez*, diye kim yazıyor? *İslâm âlimleri*. Şaka değil. Onun bunun sözü değil. 


*Sihir nasıl yapılır?* diye, biri, büyü kitâbı basdırmış. Onun için herkes büyücü oldu şimdi. 


Herkes, birinden intikam almak için; *Ben ona bir büyü yapdırayım da görsün!* diyor. Hâlbuki yukardaki duâyı okuyana büyü te’sîr etmez ki. Allahü teâlâ kullarını hiç sâhipsiz bırakır mı?

Büyüklük Sadece Allahu Teâlâ'ya mahsûstur

 “Allahu tealadan başka bir şey yok ki ondan daha büyük olsun.”

(İmam-ı Gazâlî “Rahmetullahi teala aleyh”)

ÖYLEYSE SULTANIMIZI ÜZME !

Yıldırım Bayezıd Niğbolu zaferinde kazanılan gânimetlerle muhteşem bir mescid yaptırmak ister. Mimarlar bugün Ulucami'nin bulunduğu mevkide karar kılarlar. Söz konusu arsa üzerinde evi, bahçesi olanlara başka yerden muadil yer verilir. Hatta ceplerine birkaç kese altın sıkıştırılır gönülleri hoş edilir. Ancak yaşlı bir kadıncağız bir "Evim de evim" feryadı tutturur ki sormayın. Değerinin fevkinde ücretlere omuz silker, bütün tekliflere "olmaz" der. Önce vezirler, sonra bizzat Sultan, kadının ayağına gider, iknaya çalışırlar. Ama o direnir. Sultan Bayezid caminin yerini sevmiştir. Hiç hesapta olmayan pürüz canını sıkar. Hatta divanı toplar, çözüm yolu arar. Kadılar "mal onun değil mi" derler, "satarsa satar, satmazsa satmaz!" Meclis çaresizlik içinde dağılırken Bayezid'in aklına damadı gelir. Emir Sultan'ı bulur meseleyi anlatır. Mübarek sadece tebessüm eder. "Acele etme!" der, "Bir gecede neler değişmez?" İhtiyar kadın o gece rüyasında mahşer meydanını görür. Annenin çocuğundan kaçtığı bir dehşet anıdır. Kalabalıkta korkunç bir azab endişesi vardır. O arada bir dalgalanma olur. İnsanlar âlemlere rahmet olarak yaratılan Efendimiz'in yanına koşarlar. Şefaate kavuşan kavuşana. Kadıncağız da niyetlenir, ama bırakın yürümeye, kıpırdamaya mecâli yoktur. Ayakları vücudunu taşıyamaz, ıstırapla yerleri tırmalar. Elinden kaçan büyük fırsat ciğerini dağlar. Feryad figan ağlamaya başlar. İşte tam o sırada Emir Sultan'ı görür, "Herkes cennete gitti" der, "Ben bir başıma kaldım burada!" Mübarek o gönül ferahlatan tatlı sesiyle sorar, "Kurtulmak istiyor musun?" Kadın nefes nefese cevap verir:-Hiç istemez miyim?-Öyleyse Sultanımızı üzme!Ertesi gün kadın ayağı ile gelir, evini verir. Üstelik önüne konulan ücreti bağışlar camiye.

SEDAD IŞIK AMCA

Mehmed Sedad Işık Amca, Hüseyin Hilmi Işık Hazretlerinin küçük kardeşi ve Abdülhakim Arvasî Hazretlerinin bağlılarındandır. İstanbul’da dünyaya geldi.

Babasını iki yaşında kaybettiği için ağabeyi tarafından büyütüldü. Sarf ve nahvi ağabeyinden okudu. Emâlî Kasîdesi’ni ezberledi. Abdülhakîm Hazretlerini çok defalar gördü. Tekkede, deniz gezintilerinde ve daha çok yerde beraber bulundu.

 

Ağabeyi Hilmi Işık Efendi anlattı:

“Kardeşim Sedad yedi-sekiz yaşlarındaydı. Elinden tutar, Efendi Hazretleri’ne götürürdüm. Orada divanın üstüne çıkar, annemden öğrendiği bir şiiri okurdu:

Hazret-i Bekir, dilinde zikir, dâimâ şükür efendim, aşk meydanında, dost meydanında.

Hazret-i Ömer, belinde kemer, hû deyip döner efendim, aşk meydanında, dost meydanında.

Hazret-i Osman, cem etdi Kur’ân, dâim okunan efendim, aşk meydanında, dost meydanında.

Hazret-i Alî, şüphesiz veli, Allah’ın aslanı efendim, aşk meydanında, dost meydanında.

Hazret-i Musa, elinde âsa, çıkıyor Tûr’a efendim, aşk meydanında, dost meydanında.

 

Efendi Hazretleri onun sözünü kesmez, dinlerdi. Sonra utanıp kaçardı. Nereye gittiğini bilemezdik. Meğer kadınların arasına gider, orada da okurmuş.”

 

Sedad Işık Bey, bilahare Ankara fen fakültesini bitirerek, yüksek kimya mühendisi oldu. Ankara’da uzun yıllar kaldıktan sona emekliye ayrılarak İstanbul’a geldi; Türkiye Gazetesi’nde yazar iken, 11 Ağustos 1997 tarihinde vefat etti. Kaşgârî Dergâhı yakınında, ağabeyinin ayakucunda defnedilmiştir.

Az konuşan, çok dinleyen, kimseye ağırlık vermek istemeyen, ciddi, mütevâzı bir zât idi. Bir dostundan ayrılırken; ‘Hakkı âlinizi hibe buyurunuz efendim’ diyecek kadar nezâket timsâli idi.

Rabbim gani gani rahmet eylesin inşallah. Amin…

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Abdülhamîd hân* hazretleri, Beğlerbeği sarayında iken, sabâhları, hava almak için gezinti yaparmış. Bahçede, kafeste bir *Arslanı* varmış. 


Arslan bakıcısını kandırmışlar, *Kafesin kapısını açık bırak!* demişler. O da mecbûr kalmış, kafesin kapısını açık bırakmış. 


O sabâh, *Sultân* gezintiye çıkdığında, o *Arslan* la karşılaşmış. Arslanı sevmiş. Sevdikden sonra; *Haydi oğlum, sende kabâhat yok!* demiş ve götürüp kafesine koymuş. 

********

*Abdullah Beylânî* diyor ki; Dervişlik, yalnız namaz, oruç ve geceleri ibâdet yapmak değildir. Bunlar, herkesin yapacağı kulluk vazîfeleridir. Asıl dervişlik, kalp kırmamakdır, demiş. 


Yaaa, kalp kırmamakdır. Kalp, *Beytullah* dır. Allahü teâlâ; *Ben, yerlere ve göklere sığmam, ama mü’min kulumun da kalbinden çıkmam!* buyuruyor.


Onun için kalp, *Beytullah* dır. Ne demek Beytullah? *Allahın evi*. Mâdem ki, hiç çıkmam diyor, o hâlde *Kalp*, Allahın evidir. Onun için beytullahı kırmamalı, yâni hiçbir kalbi incitmemeli. 


Hattâ kâfirin kalbini bile kırmak câiz değil. Kâfire; *Sen kâfirsin!* demiyeceğiz. Kalp kırmak yok. Rabbimize şükürler olsun. Allahü teâlâ ihsân ediyor. 


*Hak tecellî eyleyince, her işi âsân eder. Halk eder esbâbını bir lâhzada ihsân eder*. 


Hak teâlâ arzu ederse, irâde ederse, isterse, her işi *Âsân* eder, yâni kolaylaşdırır. Sebeplerini gönderir ve o kulunun istediğini bir anda *İhsân* eder. 


Müslümânlar Allahü teâlâya *Tevekkül* eder. Tevekkül ne demek? Yâni Allahü teâlâdan bekleriz, başka kimseden beklemeyiz. Tevekkülün mânâsı bu. 


Ooh! O hâlde hiç çalışma, sırt üstü yat, Allahdan bekle. Tevekkül buna denmez. Çalışdıkdan sonra, sebebine yapışdıkdan sonra, o sebebin *Te’sîri* ni Allahdan bekleriz. Tevekkül budur. 


Yoksa sen sebebe yapışma, ondan sonra, *Yâ Rabbî sen bana ver!* Namaz kılma, *Yâ Rabbî, sen benim günâhlarımı affet!* demeye benzer bu. Olur mu öyle şey?

Çıktım erik dalına Niyâzî-i Mısrî şerhi

Çıktım erik dalına anda yedim üzümü 

Bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu


İlk beyitten murad olunan, her amelin ağacının belli bir meyvesi olduğudur. Zahirde her meyvenin belli bir ağacı olduğu gibi, aynı şekilde, her amelin kendine özgü bir aleti vardır, onunla ortaya çıkar. Örneğin, zahir ilminin ortaya çıkma aleti dilbilgisi, mantık, adab, kelam, maâni, usul, hadis, tefsir, felsefe, matematik ve astronomidir. Ve batın ilminin ortaya çıkmasının aleti, öncelikle, sürekli ihlas içre olmaklık [hulus-i daim] ve mürşid-i kamilin nefesi ile sürekli zikir ve az yeme ve az konuşma ve az uyuma ve halktan uzak durmadır [uzlet-i ani’l enam]. Ve hakikat ilminin ortaya çıkmasının aleti, dünyayı terketme ve ahireti terketme ve terki terketmedir.


İmdi, Aziz [Yunus Emre Hazretleri] kuddise sırruhu, “erik,” “üzüm” ve “ceviz” ile şeriat ve tarikat ve hakikat’a işaret eder. Çünkü eriğin dışı yenir, içi yenmez. Erik gibi olan bütün meyveler amelin zahirine misaldir. Ve üzüm, amelin batınına misaldir. Çünkü, üzüm yenir ve ondan aynı zamanda çeşit çeşit nimetler zuhura gelir. Sucuk ve kefter ve reçel ve turşu ve sirke ve bunların benzeri birçok nimetler ortaya çıkar. Ama içinde bir miktar riya ve kendini beğenmişlik [ucb], tezkiye vardır. Çekirdeği olmasından dolayı, batın ilmi denilir, hakikat denilmez. Ve hint cevizi katıksız hakikate misaldir. Çünkü, cevizin içinde asla yabana atılacak [yani, değersiz olarak kabul edilebilecek] bir şey yoktur. Hem yenir, hem de nice hastalıklara şifa olur. İmdi, bir kimse erik isterse, erik ağacından istesin. Ve üzüm isterse, bağdan istesin. İmdi, her kim üzümü erikte ararsa, o kimse ahmaktır ve boş yere zahmet çeker. Emeği boşunadır. Ondan ortaya çıkan zahmet ve meşakkattir. İmdi, bu bilindi ise, bunu da bil ki, bir kimse zahir ilminin salâhını ve fesâdını bilmek isterse, onu elbette şeriat’tan ister ve fıkıh kitaplarına başvurur. Ondan bilip ve öğrenip amel eder.


Ve eğer bâtın ilminin ve hakikat’in salâhını ve fesâdını ve tenezzül ve terakkisini bilmek isterse, mürşidin telkini ile ve usul-i esma ile gönül kitabına ve tabir ilmine başvurur. Her gün rüyada ne görürse mürşidine arz eder ve o da ona bulunduğu halleri beyan eder. Ondan o müşkil de kalkıp ihlas ile süluk eder. Ve bir kimsedeki hakikat ilmi, nefsin bilinmesidir ve bu da Rabb’in bilinmesinin ta kendisidir. Ve bu ilmin deneyimlenmesini [zevk] ve halini isterse, bunun gerçekleşmesi, mürşid-i kamil terbiyesiyle zor-gelen riyazet ateşiyle nefsin bütün vasıflarını ve beşeriyet ve enaniyet ahlâkını yakıp, gönlünden Allah’tan gayrı olanları [masiva] bütünüyle çıkarmakla ve gölgeden ibaret olan varlığı [vücud-ı zıll] yok ettikten sonra hakiki varlığın [vücud-i hakiki] ta kendisi olup, fenası bekanın ta kendisi olmakla olur.


İmdi bu üç ilmin başka başka yolları vardır. Yoluyla istenirse, az zamanda istediğinin gerçekleşmesi ümit olunur. Nitekim, erik ve üzümün ve cevizin başka başka ağaçları olup herbiri kendi ağacından istendiği gibi, bu bâtın ilmi ve hakikat ilmi de erbabından istenir. Örneğin bir kimse zahir ilmi çalışırken, “ben batın ve hakikat ilmini, zahir ilmi ile idrak ederim” dese ve bu şekilde çok zahmetler çekse, örneğin, kendince esma’ya devam etse ve oruçlar tutsa ve halvetler ve uzletler etse, bu kişinin misali erik ağacından üzüm talep etmeye benzer.


Bostan sahibi ile kastedilen mürşid-i kamil’dir. “Niçin yersin cevizimi” diye azarlaması, tenbihtir. Ki, “niçin olmaz yere riyazet ve eziyet ve meşakkat çekersin; sen bu üç ilmi tek bir yoldan elde edeceğini mi sanırsın; onların herbirinin başka başka zevki ve ameli ve vakti ve öğretmeni ve mürşidi vardır,” diyerek, mürşid-i kamil bunlar gibi kendince süluk edenleri gördüğünde, “niçin böyle yaparsın, öncelikle sana lazım olan her meyvanın hangi ağaçtan bittiğini bilmendir. Ondan sonra amele sarıl,” diye azarlar. Senin salik olmaklığın, bir kimsenin bir başkasının bahçesine girmesine ve çıkıp ceviz taşlamasına ve bostan sahibinin onu görmesine ve taşlayıp, “niçin yersin cevizimi” demesine benzer. Çünkü hakikat ilmi, mürşid-i kamil’in ilmi ve mülküdür ve onun ilmini ve aletini mülk edinmek ve istidat hasıl etmek mürşid-i kamil’in izin vermesiyle ve terbiyesiyle ve zor gelen riyazet etmekle ve ona bütünüyle teslim olmakla olur. Ve, aynı zamanda, kendi renginden çıkıp mürşidin rengiyle aynı renk olmakla olur. İmdi, mürşid-i kamil, bir kimsenin kendiliğinden esmaya devam ettiğini ve riyazet yaptığını görse, ona “sahibinden izinsiz bahçeye niçin hırsızlığa girersin?” der.


İmdi, tarikat ve hakikat ilmi, mürşid-i kamil’in bahçesi ve mülküdür. Onun izniyle esma’ya devam etmek ve riyazet etmek o bahçenin kapısıdır. Her kim ki, kendiliğinden süluk ederse, bir başka kimsenin bağına hırsızlığa girmiş gibi olur. Bunun hariçte bir misali de şuna benzer: Bir kimse bir sürü marangoz aletini pazardan satın alsa ve kendiliğinden marangozluk yapmak istese, o kimse o sanatı işlemeye giriştiğinde, her dilediği işte hangi aleti kullanacağını bilmez. Bir usta marangoz onu görse, “bre sanat hırsızı, bizim sanatımızı çalmak mı istersin, bu bizim aletlerimizi sen niçin aldın?” der. Her ne kadar kişi o aletleri pazardan kendi parasıyla almışsa da hangi aletin nerede kullanılacağını bilmediği için ona sanat hırsızı derler. Ve kendi başına süluk edene tarikat hırsızı derler. İmdi, Aziz’in bu beyitten muradı, “şeriata ve tarikata ve hakikata kendi bildiğimle amel etmekle ulaşırım” diye çabalayanların ahvalini misal yoluyla beyan etmektir. Yani mesela böyle olan kimsenin hali, hangi meyvenin hangi ağaçtan yetiştiğini bilmeyip, gönlü üzüm istediğinde erikte yetişir sanıp, erik ağacını ceviz ağacı sanıp, ceviz ağacından erik talep eden kimseye benzer ve mürşidsiz tarikat ve hakikat yoluna gidenler buna benzerler, demek olur. Örneğin, kör olan bütün renkleri siyah sandığı gibi, mürşidsiz süluk edenler de köre benzerler. Bütün taraflar birdir sanırlar. Bütün meyvelerin bir ağaçtan ortaya çıktığını kıyas edenler gibidir. İmdi Yunus Emre Hazretlerinin, kuddise sırruhu, bu hali kendine nisbet etmesi şundandır ki, kendisi bir zaman böyle mürşidsiz çalışıp, bir şey elde edemeyip, sonra bir mürşide varıp kemal mertebeye teslim olduktan sonra usul-i esmaya devam edip seyr-i süluk ettiğini beyan eder. Ve şu da olabilir ki, kendi yüzünden başkalarına dokundurma ve tenbih ola.


Kerpiç koydum kazana poyraz ile kaynattım / Nedir diye sorana bandım verdim özünü


Yunus Emre Hazretlerinin, kuddise sırruhu’l aziz, bu beyitten muradı kendiliğinden riyazet edenlerin riyazetinin sonucunu benzetme yoluyla beyan etmektir. Yani, bu, poyraz ile çamuru kaynatıp yemeye ve yedirmeye benzer. Çünkü bir kimse kendi ne yerse, isteyene de ondan verip yedirir. İmdi, poyraz yemeği pişirmeyip dondurur. Çamur da, diyelim ki caiz olsa, yemeğe yaramaz. Bunun gibi riyazetlerden ruhun gıdası ortaya çıkmadığı gibi, ruh gıdası olmayınca marifetullah ve Rabbanî ilhamlar ve ilahi varidatlar da ortaya çıkmaz. Gıda olmak bir yana, çamur yiyenlerde bedensel hastalık ortaya çıktığı gibi, mürşidsiz kendiliği ile riyazet eden kimselerde de o riyazetinden kalp hastalığı ortaya çıkar. Örneğin, kötü huy, şeytanî vesvese ve kötü fikirler ve benzerleri ortaya çıkar. Hatta bunlar kalbi ve ruhu öldürücü ve engel olabilirler. Poyraz ile kaynattım dediği maye-i Muhammedî’den gelen mürşidin telkininin onlarda olmadığına işarettir. Ve bunun misali, kış günlerinde meyvenin ortaya çıkmamasıdır. İmdi, kendince mücahede etmesiyle bir şey ortaya çıkmaz. İmdi, mürşidin nefesinin ateşinden, telkin çakmağı ile talibin kalbinin kulağına bir kıvılcım erişmezse veya kâmilin billur nazarına talip kendini tam teslimiyet ile mukabil kılmazsa, emeği boşadır. Ve her ne kadar çabalarsa çabalasın boşunadır. O ateşi bulup çiğlerini pişiremez. Nitekim ocağa yüzünü tutmayan, her ne kadar üflese ocağı yakamaz ve yemeği pişiremez. Çamur yemesi lazım gelir. Ve bunların benzeri kimseler daima çamur yerler ve sonunda sapkınlığa düşerler ve –Allah saklasın– kendilerine muhtaç olanlara da çamur yedirirler. Çoğunlukla sapkınlığa düşenler bunlardan zuhur eder. Bir ehl-i süluk bunlardan birine rastlarsa o kişiyi kar gibi savurur ve buz gibi dondurur. Süluk ehlinin bunun gibi olan her soğuk nefesliden sakınması lazımdır. Aziz’in bu beyitten muradı, talib’i kendince mücahededen korumak ve alıkoymaktır. Ve kolay aldatılabilen saf talipleri, bu gibi kimselere yaklaşmaktan alıkoymaktır.


İplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş / Becid becid ısmarlar gelsin alsın bezini


Aziz’in bu beyitten muradı, nâkıs [yani, eksikli] mürşidin ahvalini beyandır. Talib kemâl bulmadan, ona hilafet teklif eder. İmdi, kişi mürşidin Hakk’a vasıl olduğunu bildikten sonra, mürşide kendini teslim etmelidir. Yoksa, her mürşide gönül vermemelidir. Kâmil ve akıllı bir üstad ve kâmil bir mürşid bulmaya çalışmak gerekir. Ve talibin kalb-i perişan mürşide kendisini teslim etmemesi gerektiğini beyan buyururlar. Çünkü, talib, kalbinin selamet bulması için bir kalb-i perişan mürşide kendini teslim ederse, o derdli talib henüz birine derman bulmadan ve dahi kalbine ilaç etmeden kendisine hilafet teklif eder ve “sen hilafet makamına erdin, işin tamam oldu, gel halife ol” der. Bundan bilindi ki, kendisi nâkıstır. Çünkü iplik ilk ayrım’a [tefrika-yı ula] işaret eder, yumak cem haline işaret eder ve bez olmak da cemden sonraki fark’a [fark-ı bade’l-cem] işaret eder ki, kemâl bundadır.


Aziz’in, kuddise sırruhu, bu beyitten muradı, talibin şeyhine teslim olmaktan maksadının ne olduğunu bildirmektir ki, talib uyanık [âgâh] olup maksadın ne olduğunu bilsin ve mürşide vardığı zaman o şeyhi ve mürşidi kim ise kâmil mi değil mi malum olsun. Çünkü kendisi derdi bilmeyince dermânı bulamaz. Öncelikle, talibin bilmesi gerekir ki, mürşide varma amacı kendi varlığında bilkuvve konulmuş olan kemâlat-ı insaniyye her ne ise, bunun bilfiil vücuda gelmesine çabalamaktır. Mesela, bir çekirdek kendisini bağcıya teslim eder ve hal diliyle bağcıya şöyle der: “Ey bağcı, lûtfeyle bana, bir hoşça terbiye et. Öyle ki, içime konulan bilkuvve kemâlatım dışa çıksın, birim bin olsun ve sen de bana kemâl ile yâr olasın. Öyle ki, ben de kemâl bulayım ve benden meyve zahir olsun.”


İmdi, bahçenin iyisi terbiyesinden bellidir. Ama Aziz’in, kuddise sırruhu, bu beytini “İplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş / Becid becid ısmarlar gelsin alsın bezini” diye temsil eylemesi gayet latiftir. Çünkü kemâlat-ı insaniyye’de etvâr ve menâzil çoktur. Ama usulü üçtür. Biri fark ve biri cem ve biri de cemü’l-cem’dir ki, meşâyih ona fark-ı bade’l-cem [yani, cem’den sonra fark] derler.


İmdi, iplik fark’a işarettir. Yumak cem’e işarettir. Bez, cemü’l cem’e işarettir. Asıl maksat ise ipliğin yumak olması değildir. İstenen, bez olmasıdır. O ise yumak etmemiş, “gel al bezini” der. Nâkıs şeyhle nâkıs tâlibin hali bu minval üzeredir. Tâlib kemâl bulmadan, ona hilafet teklif eder. El ıyâz u billâhi Teala bu akıllıca iş gören nâkıs şeyhlerden sakınmak gerekir. İmdi, Hakk’ı anlamak kolaydır, çünkü şahidleri ve delilleri çoktur. Hakk’a vasıl olduktan sonra dönüp halk’ı bulmak güçtür. Çünkü müstakil varlığı yoktur. Kemâl ise, yine dönüp halk’a gelip, halk’ı Hak ile bilip; Hakk’ı halk’a ve halk’ı Hakk’a ayna bulup iki olanın birliği ile ötekinden örtülü [mahcub] olmamaktır. İmdi, henüz benim kalbimin perişanı dururken ve işimden bir işim bitmeden “sen kâmil oldun” diyerek, beni boş sözlerle “halife ol” diye kendi gibi şöhret esiri edeyim der ve çabuk çabuk ısmarlar. Ve burada, Aziz, kuddise sırruhu, gayet ince bir şekilde apaçık kılar ki, mürşid ile talibin muradı ve amacı birbirinden farklıdır ve mürşidin uzak olduğuna, talibin mürşidin halini bildiğine ve mürşidin talibin halini bilmediğine işarettir. Çünkü talib kendinin “yumak” haline gelmediğini ve kemal bulmadığını bildi. Mürşid ise talibin bu halde olduğunu bilmedi. Ya da, olabilir ki, mürşid talibin ahvalini bilir ama, “bir vasıta ile kendisine hilafet teklif edeyim, göreyim kendisinin kemâl bulmadığını bilir mi ve kendisine halife ol dediğime aldanır mı” diye böyle yapar.


Bu bîçare fakir, Yunus Emre Hazretlerinin bu dokuz beyitini bazı ihvanın isteğiyle şerh etmeye ve açıklamaya girişmiş ve sekiz ay kadar kağıtlar arasında şöyle perişan kalmıştı — acaba Aziz’in muradı üzere oldu mu yoksa olmadı mı diye. Bir gece Yunus Emre Hazretlerini gördüm. Bu fakire büyük bir güleryüzlülük gösterip, “Benim bu sözlerime yazacağın şerhi ve dediğin latif manaları fukaradan ve taliblerden esirgeme, ver faydalansınlar” diye tenbih buyurdu. Ve bu fakire, “Benim ‘iplik verdim çulhaya..’ beyitine yazdığın manayı yazma, işte şu manayı yaz” diyerek yazacak sözü beyan buyurdular. Çünkü bu beyite bir başka mana yazmış idim, ondan vazgeçilip bu mana yazıldı.


Bir serçenin kanadın kırk kağnıya yüklettim / Çifti dahı çekmedi şöyle kaldı kazını


Bu beyit tarikat ilminin şerefini ve gereğini ve süluk ehlinin süluka istekli olmasını [tergib] beyan eder. Ve aynı zamanda da zahirin düzeltilmesinden sonra batın tarafına ihtimamın fazla olması gerektiğini beyan eder. Çünkü ilmin zahirinin kolay, batınının ziyade olması gerektiğini beyan eder. Çünkü, ilmin zahirinin kolay, batınının ziyade güç olduğunu bildirir. İmdi kağnı ile yürümek zahir ilmine misaldir. Kanat ile uçmak batın ilmine misaldir. İmdi, batın ehlinin ilmi, zahirîn olan ehl-i riya’ya fazlasıyla ağır gelir. Çünkü riyalı amel kolaydır ve her ne kadar çok olsa da değeri azdır. Ve ihlas ile olan amel güçtür ve ağırdır ve her ne kadar az olursa da değeri fazladır — altın gibi. “Bir saatlik tefekkür bin saatlik ibadetten hayırlıdır ve rahmanî bir cezbe insanların ve cinlerin bütün amellerine denktir.” Ve dahi bunlarda terk vardır. Ameli, kağnı ile ile gitmek gibi değildir. Çünkü tarikat ehlinin ilk ameli dünyayı terktir. Terk ise melekut alemine doğru uçmaya kanattır. Murad, yakîn ile tayin olunan ibadettir. Beyit:


Lehüm ecnihatün yetatîrûn bihâ ve bigayrı / Rişin ilâ melekûti Rabbi’l-alemina


Yani, tarikat ehlinin kanatları vardır, tüyü yoktur. Çünkü nurdandır. Melekut alemine doğru uçarlar. O kanatlar bunlarda terkleri sebebiyledir. Ve şeyhlerin telkini ile ve maye-i Muhammedî ile usul-i esma’ya devam ile ve şer’i riyazet ile oluşurlar. Sonuçta, tarikat ehlinin en aşağısının ihlasını ve sıdkını ve nefsini ve hüsn-ü itikadını kırk âbid’in gönlü çekemez. Çünkü bunlarda [yani, tarikat ehli olanlarda] terk vardır. “Dünya sevgisi her kötülüğün başı ve dünyayı terk ise her ibadetin başıdır.”


Bir kimse, “nohut kadar cevheri kırk kağnıya yüklettim, çekemedi” dese, bundan kastettiği o cevherin kıymetidir. Yoksa yüz bin altınlık cevheri kırk-elli kağnıya yükletmek olasıdır. Bu benzetme hal ehlinin en aşağı mertebesinde olanlar içindir. Çünkü serçe kuşların en zayıfıdır, uzak seferlere varamaz. Yüce mertebede olanlar ise doğanlar ve şahinler gibidir. Onların birinin ilmi ve yakîni ve zevki yüz bin âbid’in yakînlerinden ve amellerinden fazladır. Ve onların kanadını değil kağnı, belki yer ve gök ve Arş ve Kürsî çekemez.


Bir sinek bir kartalı salladı urdu yere / Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu


Bu beyit bazı riyaset ve makam sahipleri ve ilimde kâmil geçinen dünya leşi kuzgunlarının ve tarikat ehlini inkar edenlerin hallerini ve görünüşte hor ve hakir ve fakir, miskîn gezen arif ve zarif kişiler topluluğunun kemâllerini beyan eder. Yani, bunların fakr u fenasını ve alçalma [tezellül] ve meskenetini görüp istihza yoluyla onlara bazı sorular sorup, onlardan birisi bunların gözüne sinek kadar görünmeyip, arifler ile söze ve irfana geldiği zaman, sinek misali olan fakir ve hakir dervişin, şahin misali olan zahir ulemasını kartal gibi kaldırıp yere vurduğunu beyan eder. Yani, “görünüşte hor olan derviş azamet ve şöhret sahibi olan ve zahir ilminde fâzıl ve kâmil olan falanca efendiyi yenip susturdu,” diye beyan eder. “Ben de gördüm tozunu” demekle, Aziz, kuddise sırruhu, kendinde olan ahvali beyan eder. Çünkü kendileri de ümmi olup, zahirde hal fakiri olan nice zahidler ve âbidler ve alimler onu susturmak için bazı sorular sorduklarında, Aziz, kuddise sırruhu, sorularına cevap verdikten sonra kendileri de zahir ulemasına bazı sorular sorduklarında zahir ulemasının kendine cevap vermede aciz kaldıklarını beyan eder. Yani bu, “o hal bana da vaki oldu; onlar gibi kartallara ben de rasgeldim” demektir. Çünkü, hadis-i şeriflerde buyurulmuştur ki, bir kimse kırk gün halis ve muhlis olarak sabahlarsa, ilim pınarları onun kalbinden diline akar. İmdi, bunların bazısı kırk hafta ve bazısı kırk gün ve bazısı kırk ay ve bazısı da kırk yıl ihlas ile sabahlamışlardır. Ya ömründe kırk gün ihlas üzre olmayan boş gönüllere galip olmaları şaşılacak bir şey midir? İmdi, kartalın ve kuzgunun bal arısı ile ne münasebeti vardır? Kartal her ne kadar büyük ise de yediği leştir ve kendinden çıkan da leştir. Ama bal arısı ne kadar görünüşte küçük ise de yediği güzel kokulu çiçektir ve kendisinden çıkan da güzel, lezzetli ballardır. İmdi, doğan ve şahin ve kuzgun gibi olanlarla hiçbir münasebeti olmadığı ortadadır.


Bir küt ile güreştim elsiz ayağım aldı / Anı da basamadım göğündürdü özümü


Bu beyitten muradı, yukarıdaki beyitten bir miktar anlaşılır. Ama Aziz, kuddise sırruhu, yine taliblere nefsin kırılması yolunu öğretip şöyle buyururlar:


“Bir küt ile güreştim” sözüyle demek istenen nefs-i emmaredir ki, gözüne şehvet sevgisi süslü görünmüştür. Sürekli bir şeyleri arzu eder. Ve “elsiz” ile demek istenen şeytandır ki, ateşten yaratılmıştır. İnsandaki öfke [gazab] sıfatı o ateşin alevindendir. Nefs ise çocuk gibidir. Gıdasını vermezsen kesilir ama açlıktan bir hararet ve kuruluk ortaya çıkar. Ve bu hararetin galip olmasıyla, nefsin muradı olan soğukluk ve nemi çaresiz vermeye zorlanıp, bunun tersini murad ettim. Ömrün sonuna kadar nefsin istediği şey yeme, içme ve cima’dır. Yine nefsin istediğini verdim. Yani, muradım üzre nefsime galip olup da nefsimi yenemedim.


Bu beyit, yukarıdaki beyitin zıddıdır, yani şöyle der: “Görünüşte her ne kadar zayıfsam da düşmanımı Hakk’ın izniyle yendim, ama nefs-i emmare ile şeytanı tümüyle yenip de ellerinden kurtulamadım, özümü göğündürdü.”


Ve bu beyitte, nefs-i şeytan’a galip olsa da olmasa da, salik-i arif’in dava ehli olmaması, fena ehli ve züll ve iftikar ehli olması, kendini daima âciz ve zelil göstermesi ve kendini beğenmişlikten [ucb] çok sakınması tenbihi vardır. Çünkü, her kim nefsini beğenir ve onunla dost olursa, herkese düşman olur ve her düşmana mağlup olur. Aziz ise de zelil olur. Ve her kim ki nefsiyle düşmanlık üzere olur ve nefsine muhalefetten geri durmaz, herkese dost olur ve her düşmana galip olur.


İmdi “küt,” yani kötürüm ile kastedilen şehvet sıfatıdır ki cazibedir, yani eli var ayağı yoktur. Zahire alet şehvet ola ki kastedilen nefsdir. Ve “elsiz” ile kastedilen öfke [gazab] sıfatıdır. Yani eli ve ayağı yoktur. Öfkeye alet olmak için zahirde görünür. Bununla kastedilen şeytandır. Yani, “Allah’ın muradına uygun amel murad ettiğimde, nefs ve şeytanın muradlarına muhalefet üzre oldum ve nefsi susturmayı başardığımda, şehvet ve öfke şeytana yardım edip ve nefsime yardımcı olup, ikisi elbirliği ederek beni yendiler. Ve aynı zamanda da, ibadetlere ve taatlere yöneldikçe şeytan beni alıkoyar ve uzaklaştırırdı, ben vazgeçmezdim. Nefs, şeytana yardım edip ve üzerime gevşeklik verip ibadetlerin terkini sevdirirdi ve tatlı gösterirdi. Daima bu savaşla onlara kimileyin galip ve kimileyin mağlup olurdum. Bütünüyle ellerinden kurtulup kötülüklerinden emin olamazdım” diye süluk ehlini bu ikisi ile sürekli muhalefet üzre olmaya kandırır gider.


İmdi, dervişin ne acaib bir “sinek” olduğunu gör ki, devler ve periler ile Kahraman ve Süleyman gibi savaşır. Nefs ve şeytan ne yaramaz düşmanlardır ki, bu ikisinin elinden enbiya ve evliya –kendiliğinden tümüyle fani olmadıkça– ağlayıp inlemekten kurtulamamışlardır.


Kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana / Öğlelik yola düştü üzeyazdı yüzümü


Kaf dağıyla kastedilen şer-i şerif’dir ki, bütün mahlukatı kuşatmıştır ve büyük alimler [ulema-i izam] –Allah onların sayılarını çoğaltsın ve şanlarını yüceltsin– o dağ üzerinden her tarafın ahvaline bakarlar ki, her ne taraftan bir hal zahir olursa, etraftan ona taş atıp katl mi gerekir veya hadd mi gerekir veya azarlama mı veya cezalandırma mı gerekir, hemen gerekeni yerine getirip o tarafın yıkılan yerini tamir ederler. Çünkü alemin düzeni onların varlıkları sayesinde durur ve her ne taraftan İslam dinine ve şer-i şerif’e muhalif bir kimse görseler ve işitseler, kendilerine din uğrunda çaba harcamak düşer ve onu alıkoymaya çalışırlar.


Büyük şeyhlerin sözleri ise çoğunlukla mutlak olmakla anlaşılması da muğlak olup, zahir uleması bunların mutlak kelamlarını şer-i şerif’e muhalif zannederek çoğu kez yergi [ta’n] taşını onların üzerine bırakırlar ama o sözlerden şeyhlerin kastettiği zahir ulemasının anlayışına doğan manalara uygun düşmediğinden, onların yergi taşları şeyhlere dokunmaz. Çünkü zahir uleması batın ulemasının üzerine saldırırsa, batın uleması söyledikleri sözlerin şeriata uygunluğunu beyan eder ve o yergiden kurtulur. O yergi taşı onlara erişmiş olmaz. Yunus Emre Hazretleri buyururlar ki, “Zahir uleması benim sözümü mutlak anlamamakla, hakikatına erişmemeleri sebebiyle bana yergi taşlarını atarlar. Benim muradım, onların anladıkları gibi olmadığı için taş yol ortasında kaldı.” Öğlelik yola düştü demekle Aziz’in muradı şudur ki: öğle günün ortasıdır, zahir ilmi de yarım ilimdir [ilm-i nısf]. Çünkü ilmin akaide ve amellere ilişkin olanı kelam ilmi ve fıkıh ilmidir ki, bunlara zahir ilmi derler. Ve ahlâka ve batın’ın tasfiyesine ilişkin olan ilim de yarım ilimdir. Ona batın ilmi derler ki, ahlak ilmi ve hakikat ilmidir. Batın ilmi ve hakikat ilmini zahir uleması anlayamaz ve en fazla anlayanın ilmi yol ortasındadır. Öğlelik yol dediği buna işaret eder. “Üzeyazdı yüzümü” sözü, “Neredeyse muradımı anlayacaklar ve üzerime örtülmesi [setr] farz olan ilmi onlara açıp beyan etmiş olmaktan korktum” demektir. Çünkü rububiyet sırrını açmak küfürdür. Tefsir-i Kâdı’da “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et,” [Maide Suresi, 5/67] ayetinin tefsirinde, “ilahi sırlardan bazı sırlar vardır ki, ifşası haramdır” der. İhya-yı Ulûm’da, Zeyne’l Abidin radıyallahu anh’den naklen Gazzali şöyle buyurur: “Nice ilim cevherleri vardır ki eğer onlardaki ilahi sırları açıklasaydım, benim için puta tapıyor denirdi.” Bunun anlamını açıklamak gerekmez, ki ehline malumdur.


Balık kavağa çıkmış zift turşusun yemeğe / Leylek koduk doğurmuş baka şunun sözünü


Batın alimleri balık için, ilham yoluyla gönlüne varid olan marifetullah’dır, derler. Tevhid denizinde olur. O deniz de arifin gönlünün fezasındadır. Deniz dalgalandığında elbette balık dışarı gelip sahilde olan ariflere saçar ve lezzetinden can ve gönül ruhani gıdalar elde eder.


Kavak meyvesiz, boylu, güzel bir ağaçtır. Bununla kastedilen, marifet davası güden kaba zahiddir, ki baş olma [riyaset] esiridir. Büyük ehlullahın ibadetleri ve ıstılahlarından bazı kelimeler ezberleyip, yanına gelen gözü bağlılara bu marifeti kendi hali olmak üzere satar ve maksadı dünyayı yemektir. “Zift turşusu” dediği odur ki, ne kendisi hazzeder ne de dinleyenler hazzeder. Kendisi hazzetmez, bilir ki kendi hali değildir. Zira candan gelmeyen marifet lezzetsizdir. Bunun benzerini kamillerden birisi şöyle beyan etmiştir. Arabî’nin beyti:


Çadırları onların çadırları gibidir / İçinde bulunanlar ise onlar değildir


Yani cahil, marifet sözünü dünyayı yemek için ağzına alır, arif onu görür bilmezmiş gibi yapar [tecahül]. Marifet sözlerini öyle sözlerle dile getirir ki, örttüğünü kâmiller bilirler ve onun bu durumu “leyleğin sıpa doğurması” gibi olur. Ve “leylek” ile kastedilen ehlullah’ın büyükleridir. Çünkü leylek, zahirde yeme-içme ve teamül yüzünü gösterir. Ve zahirde ahvalini halka gösterir ve halk bilir. Ama batın ahvalinin ne olduğunu ve arifin gönlünün hangi düşüncede ve hangi halde olduğunu kimse bilmez. Yedi kat yerleri ve Arş ve Kürsî’yi ararlarsa da arif-i billah’ın nerede olduğunu bilmezler. “Leyleğin sıpa doğurması” büyük ehlullahın genellikle halin örtülmesi [tesettür-i hal] ile kayıtlı olmalarıdır. Özellikle, “balığın kavağa çıktığını” görünce daha fazla örtünür, gayb kubbelerinin altında gizlenirler. Hallerini örtmek için cahilâne sözler söylerler. Nitekim kavağa benzeyen cahiller arifâne sözler söylerler, ki onlara bakıp seyrederler. Daima yüksekte olan “leylek” cahilâne hareket edip kendini öyle gösterir — halk bana iltifat etmesin, yolculuğumdan geri kalmayayım diye. Halk ise “kavağın” sözüne inanıp “leyleğin” sözünü kınarlar. “Şunun söylediğine bak!” diye ayıplarlar. Ama ehl olanlar ikisinin de sözüne itimad etmeyip “Şunun sözüne bak!” diye şaşkınlık içerisinde kalırlar.


Yunus bir söz söyledi hiçbir söze benzemez / Erenler meclisinde bürür mana yüzünü


Aslına bakılırsa, Yunus Emre’nin bu sözü gibi bir söz önceki şeyhler tarafından söylenmemiştir. Gerçi görünüşte eğlence, şaka ve çocuk oyununa benzer ama batınen Allah’ın süslediği ilahi sırların ve sanatlı bir şekilde söylenmiş Hakkanî manaların yüzlerine na-mahremden örtmek için çekilmiş duvak ve yüz örtüsü [nikab] gibidir. Öyle ki, na-mahrem gözü görmesin ve eli ermesin. Yunus Emre için şu beyit doğrudur:


Her bir âşık bu yolda bir türlü nişân demiş / Biri nişân demedi nişânımdan ileri


Bu meselenin bir misali şuna benzer ki, buzağının burnuna kirpi derisinden burunsalık bağlarlar, anası tepsin de emzirmesin diye. İmdi, na-mahrem olanlar her bir beytin manasının sütünü emmek istedikçe, bu beyitlerin hakikat manası sütünü vermez, onları geri çevirir.


Melîk ve Vehhâb Olan’ın yardımıyla kitap tamamlandı…