Bâbilli Tüccar

 Bir tüccar Bâbil'den Mekke'ye ticaret için gelip, Ebû Cehil'e koyunlarını satmıştı. Ebû Cehil parasını vermiyor ve onu oyalıyordu. Tüccar Kureyş kabilesinin ileri gelenlerine gelip dedi ki: "Ben garip bir kimseyim. Ebû Cehil koyunlarımı satın aldı ve parasını vermedi. Kim ondan benim hakkımı alabilir?


Hazret-i Muhammed "sallallahü aleyhi ve sellem" o sırada onlara yakın bir yerde oturuyordu. Kureyşliler alay ederek o kimseye; "İşte şu oturan kimse senin hakkını alır." diyerek, Resûlullahı "sallallahü aleyhi ve sellem" gösterdiler. Bunun üzerine Bâbilli o kimse, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" huzuruna gidip, başından geçenleri anlattı. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" hemen kalkıp; "Gel senin hakkını alayım." buyurdu. Kureyşliler haber getirmeleri için iki kişiyi onların arkalarından gönderdiler. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" Ebû Cehilin kapısına varıp, kapıyı çaldı. "Kimsin?" diye sorunca; "Muhammed bin Abdullahım. Dışarı gel!" buyurdu. Ebû Cehil hemen dışarı çıktı. Rengi değişmiş ve vücudu titriyordu. Peygamberimiz ona; "Bu kimsenin hakkını ver!" buyurdu. Ebû Cehil, hemen; "Veririm." dedi. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Bu kimsenin hakkını tamamen vermedikçe buradan ayrılmam!" buyurdu. Bunun üzerine Ebû Cehil acele ile evine girdi. O tüccarın hakkının tamamını getirip verdi.


Daha sonra Peygamberimiz oradan ayrılıp gitti. Bâbilli kimse de Kureyşlilerin toplu hâlde bulundukları yere gidip; "Allahü teâlâ Muhammed aleyhisselâma iyilikler versin. Hakkımı o zâlimin elinden alıverdi." dedi. Biraz sonra müşriklerin haber getirmek için gönderdikleri iki kişi de yanlarına geldiler ve onlar da olanları aynen anlattılar. Az sonra Ebû Cehil de oraya geldi. Kureyşliler onu kınadılar, alay ettiler. Bunun üzerine Ebû Cehil; "Muhammed kapıma gelip kapıyı çalınca, sanki kalbim yerinden fırladı. Hemen dışarı çıktım. Muhammed'in başı üzerinde büyük bir aslan gördüm. Ağzını açmıştı. Eğer o kimsenin hakkını vermekde bir an daha duraklasam, aslan beni parçalayacaktı." dedi. Oradakiler bu mucizeye de inanmadılar ve her zamanki gibi; " Bu da Muhammed'in sihirlerinden biridir." dediler.


(Şevâhid-ün Nübüvve - 108)

İki şeyi istersiniz ama bulamazsınız

 İki şeyi istersiniz ama, bulamazsınız. 

Bunlar neşe ve rahatlık olup, ikisi de Cennette olur.  

Ebû Turâb-ı Nahşebî “Rahmetullahi aleyh”

Kıldığım bütün namazlar hep Bâyezîd’e yakışır şekilde oldu

 Ömrüm boyunca, Allahü teâlâya lâyıkıyla ibâdet edebilmeyi, namazımı lâyıkıyla kılabilmeyi arzu ettim. Bu arzu ile, belki güzel namaz kılarım diye sabaha kadar namaz kıldım. Fakat kıldığım bütün namazları O’na lâyık olarak bulmuyordum. Nihâyet, Allahü teâlâya şöyle yalvardım: “Yâ Rabbî! Sana lâyık şekilde tam ve kusursuz olarak hiç namaz kılamadım. Kıldığım bütün namazlar hep Bâyezîd’e yakışır şekilde oldu. Beni ve ibâdetlerimi kusurlarımla birlikte kabûl eyle.


Ey insanlar! Allah’tan korkun. Çünkü Allah’tan korkmak her şeyin yerine geçer ve hiç bir şey onun yerine geçemez.


Rızâ; Allahü teâlânın takdir ettiğine şükrederek kabûl etmektir.

Şeref-ül mekân, bil mekîn!

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cümleten *Hoş* geldiniz kardeşim. *Siz* şöyle buyurun, *Alî bey* de aranıza iyi yakışır. Bu *Kapı* nın içinde olun da, nereye oturursanız oturun. Kapının *İçinde* olmak büyük *Seâdet* dir. 


*Şeref-ül mekân, bil mekîn!* Ne demek bu? Yâni bir binânın kıymeti, içindekilerden belli olur. İçindekiler *Kıymetli* ise, o yer de *Kıymetli* dir. 


İçindekiler kıymetli *Değil* se, o yerin de kıymeti *Olmaz*. Peki, kıymetli olmak ne demek? Kıymetli olmak için, evvelâ *Kalbi* temiz olacak, *İbâdet* lerini yapacak, *Harâm* lardan sakınacak. 


Bu da, Allahdan korkmakla olur. Yâni Allahdan korkan, *Kıymetli* dir. Allahdan korkmak da, *İlim* le olur. İnsanlar içinde, Allahdan en çok korkan, *Âlim* lerdir. Âyet-i kerîme bu. 

● ● ● 

Öyleyse biz de öğreneceğiz. *Çocuk* iken ve *Genç* iken öğrenilenler, *Taş’a* yazılan yazı gibidir kardeşim, silinmez. Mezar taşlarındaki yazılar bile, *Asır* lar geçdiği hâlde silinmiyor, kaybolmuyor. 


Ama *Yaşlı* lar öyle değil. Onların öğrendikleri, *Buz’a* yazılan yazı gibidir. Buz eriyince, *Yazı* nın kaybolduğu gibi, yaşlının öğrendiği de çabuk unutulur. 

● ● ● 

Bir hizmet ne kadar *Zor* ise, Allah indinde o kadar *Makbûl* dür kardeşim. Ben, hayâtım boyunca çok zorluklar, sıkıntılar çekdim. Bilhassa *Erzincan* da. 


Ama *Seâdet-i Ebediyye* nin üçüncü kısmını yazmak, orada nasîb oldu. Bu arada yatağımı aldılar, yorganımı aldılar, odamın camını kırdılar. Kış kıyâmet. Bütün bu *Zorluk* ları bilerek çekdim. 


Çünkü biliyordum ki, bir hizmet ne kadar *Zorluk* larla yapılırsa, o hizmet o kadar *Fâideli* ve o kadar *Kıymetli* olur. 


*Kabr-ül mü’mini ravdatün min riyâdil Cenneh*. Ne demek bu? Mü’minin kabri, Cennet bahçesidir. Hadîs-i şerîfdir bu. Mü’minin kabri, karanlık değildir. *Nûrlu* dur, *Aydınlık* dır. Çünkü *Cennet bahçesi* dir.


İnsan *Cennet Bahçesi* ni ziyârete gitmez mi? Onun için mü’minlerin kabrini ziyâret etmek lâzım. *Cennet bahçesi* ni ziyâret etmek için, *Mü’min* in kabrine gitmeli. 


Hele ki *Büyük Zât* ların kabri. Onları ziyâret eden, hem çok *Sevap* kazandığı gibi, ayrıca o büyüklerin *Feyz* lerinden de çok istifâde eder. 


Kardeşim, siz hem *Ehl-i sünnet* müslümânsınız, hem de Allahü teâlânın dînini doğru olarak yayıyorsunuz, O’nun dînine *Hizmet* ediyorsunuz. Bu iş, peygamberlik *Vazîfe* sidir, kıymetinizi bilin.

Peygamberler “aleyhimüsselam” olmasaydı, sen kendi aklınla hidayete kavuşabilir miydin?

 Peygamberler “aleyhimüsselam” olmasaydı, sen kendi aklınla hidayete kavuşabilir miydin? Ehl-i sünnet âlimleri olmasaydı, sen, doğru imanla şereflenebilir miydin? O âlimler sayesinde doğru imanı öğrendin..

(Ebül Hasen-i Şazili hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

İmam-ı Gazali hazretleri filozof değildir

 Hüseyin bin said hazretleri Buyurdular ki:

O zamanlar Avrupa’nın filozofları tepsi gibi düz zannederdi dünyayı.İmam-ı Gazali hazretleri “rahmetullahi aleyh”, bunu ilimle reddetti.Ve dünyanın yuvarlak olduğunu isbat etti.Allahü tealayı inkâr eden o filozofların bu iddialarını çürüterek, ahmak olduklarını isbat etti.Felsefe dedikleri gülünç bilgilerini, ilim ile nakzedip, herbirini rezil etti.Bunun için İmam-ı Gazali hazretleri, filozof değildir.O, dinde bir müctehiddir.Ve büyük bir İslam âlimidir.Çok büyük İslam âlimidir.Her fende söz sahibi ve hüccet-ül İslam’dır.

İnsanoğlu gönül verdiği şeyin kulu olur

 İnsanoğlu, gönül verdiği şeyin kulu olur. Ârifler, Allahü teâlâdan başkasına kalblerini bağlamadıklarından, O'ndan başkasının kulu olmaktan âzâd olmuşlardır. Cenâb-ı Hakk'a tam anlamıyla kul olan, O'ndan başkasına kul olmaktan âzâd olur. 

(İbn-i Arabî hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Cennete iman ile girilecek

 Cennete iman ile girilecek, ama bir şartla;O şart ,Doğru imandır. İmanın doğru olması lazım. İşte bu doğru iman o kadar kıymetli ki, Allahü teâlâ onun mükafatını dünyada vermiyor.Çünkü dünya, buna müsait değil. Bu dünya, yıpranmaya, yok olmaya mahkum. Ahiret nimetleri ise devamlı ve sonsuzdur. Allahü teâlâ bu nimetler için Cenneti yarattı. İmanın karşılığı olan nimetleri Cennette verecek.

(Ebül Hasen-i Şazili hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

İmanı korumak için

 Bütün ömrü iman ile geçip de, son günlerinde küfre düşüp imansız ölen kimseler az değildir.Bunun için her gün tövbe istiğfar etmeli, Yâ Rabbi (azze ve celle), büluğum anından bu güne kadar, bilerek veya bilmeyerek, küfre sebep olan bir söz söyledim veya iş yaptımsa, tövbe ettim, pişman oldum. Beni affet! diye yalvarmalıdır.

(İmam-ı Rabbani hazretleri “kuddise sirruh”)

Besmele

 Besmele öyle bir sözdür ki ağzı temizler, kalbden gamı ve sıkıntıyı giderir. 

(Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretleri “kuddise sirruh”)

Besmelenin mânâsı

 Besmelenin mânâsı: «Her var olana, onu yaratmakla iyilik etmiş ve varlıkta durdurmakla, yok olmaktan korumakla iyilik etmiş olan Allahü teâlânın yardımı ile bu işi yapabiliyorum. Ârifler (evliyâ), O'nu ilâh olarak tanıdı. Âlemler, O'nun merhâmeti ile rızık buldu. Günah işliyenler, O'nun rahmeti ile Cehennem'den kurtuldu» demektir.

 (Yâkûb-ı Çerhî hazretleri “kuddise sirruh”)

Büyü insanları hasta yapar

 Büyü insanları hasta yapar. Sevgi veya muhabbetsizliğe sebeb olur. Yâni cesede ve rûha tesir eder. Kadın ve çocuklara tesiri daha çoktur. Büyünün tesiri kesin değildir. İlâcın te'siri gibi olup, Allahü teâlâ isterse tesirini yaratır; istemezse, hiç tesir ettirmez. Büyücü istediğini elbette yapar, büyü muhakkak tesir eder diye inanmamalı, böyle düşünmemelidir. Böyle inanan kimsenin îmânı gider. Büyü, Allahü teâlâ takdir etmişse tesir edebilir, demelidir. 

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri “kuddise sirruh”)

Şimdi içeriye bir Allah düşmanı girecek

 Hüseyin bin said hazretleri Buyurdular ki:Peygamber Efendimiz aleyhisselam bir gün Eshabıyla birlikte otururlarken "Şimdi içeriye bir Allah düşmanı girecek" buyurdular. Biraz sonra kapı çaldı. Peygamber Efendimiz kendileri kalkarak kapıyı açtılar. Gelen kimse çok tanınan, hurma bahçeleri olan bir zattı. Peygamber efendimiz bu zatla çok yakından ilgilenerek sohbet ettiler. Daha sonrada kapıya kadar uğurladılar. Hazreti Ömer radiyallahü anh merakla: Efendim gelecek dediğiniz Allahü tealanın düşmanı kim? Daha gemedi mi? diye sorunca Peygamber Efendimiz aleyhisselam: "O Allahü tealanın düşmanı biraz önce konuştuğum kişiydi. Ben O'nu idare ettim. Bana bir düşmanlık yapamazdı ama yanında bir çok müslüman çalışmakta. İntikamını onlardan almaya kalkardı" buyurdular. Bunun için bizler de Allah düşmanlarını idare etmeliyiz. Fakat dostlara karşı mert olmalıyız.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim *Hanım*, bâzen çalışma odasına gelirmiş, bana birşey söylemek için. Ama geldiğinden benim haberim yok. Bakarmış ki, yerlerde bir sürü *Kitap* var, açık veziyette. 


Yirmi otuz *Tâne* kitap, bir ona bakıyorum, bir ötekine. Zavallı kapıda bekler, bekler, sonra *Geri* gidermiş. Bana sonradan anlatıyor bunları. 


Peki, o kitaplarda ne arıyorum ben? Abdülhakim Arvasi Efendi’den öğrendiğim bilgilerin *Senedi* ni arıyorum, *Vesîka* sını arıyorum. Niçin? Bizim kitaplara, özellikle de *Tam İlmihâle* yazmak için. 


Evet, bu bilgilerin kesin *Doğru* olduğunu biliyorum. Ama *Vesîka* lı yazmak zorundayım. Diyemem ki, Efendi hazretlerinden böyle işitdim, diye. 


● ● ● 


Bir yerde *Hizmet* varsa, orada *Fedakârlık* vardır, yâni olması lâzım kardeşim. Eğer fedâkârlık yoksa, onun *Sevgi* sine* de, *Hizmet* ine de inanmayın. 


*Şâh-ı Nakşibend* hazretlerini, bir ramezân-ı şerîfde, yedi ayrı yerden *İftâra* dâvet etmişler. Mübârek, hiçbirini kırmamış, yedi *Yerde* de bulunup sevindirmiş onları. 


Velhâsıl mübârek zât, aynı *Gün* ve aynı *Vakit* de, yedi ayrı *Yerde*, yedi ayrı *Sofra* da hazır bulunmuş Mübârek. Kerâmet bu işte.


Bunun gibi, *Molla Câmî* hazretleri de şöyle anlatıyor: Bu sene Hac’dan gelenlerden biri, bana gelip; *Hacer-ül-esvedi ziyâret ederken ben sıramı size verdim*, diyor. 


Öteki de; *Yâ Şeyh! Şeytân taşlarken sizinle yan yana idik, sizden sonra ben taş atdım!* diyor. 


Biri de; *Yâ Şeyhim! Hacdan gelirken sizinle yan yana oturduk!* diyor. Velhâsıl kaç kişi böyle şeyler söylüyorlar. 


Hâlbuki Molla Câmî hazretleri; *Ben o sene hacca gitmedim. Bana böyle söyliyenlerin hiç birini tanımıyorum!* diyor. İşte bu, rûh hâlidir. 

● ● ● 

Gençlik de ibâdet etmeyi büyük *Ni’met* bilmelidir, bu fırsatı elden kaçırmamalıdır kardeşim. 


Gençliği *Zikr* ile, yâni Allahü teâlânın bize verdiği *Ni’met* lerini düşünmekle, Allahü teâlâya yalvarmakla ve *Kabir* ve *Kıyâmet* azaplarını düşünmekle geçirmelidir. 


Bunu yapabilmek ne büyük *Ni’met* dir. Ramezân-ı şerîfin *Aşr-ı âhiri* ne demek? Son on günü demek. Yâni, Ramezânın yirmisiyle otuzu arası. Bu günler, *Fırsat* zamânıdır. 


Bir müslümân ellerini açıp da; *Yâ Rabbî!* dedi mi, Allahü teâlâ; *Lebbeyk kulum! İste vereyim!* dermiş. Böyle buyururmuş. Bu, bizim için ne büyük *Müjde* efendim.

Vucûd nûru ve yokluk zulmeti

Yine Reşahat sâhibi anlatır: Bu fakîrin babası bildirdi: Bir gün bir tefsîr elime alıp:  "Gece de onlar için bir ibret alâmetidir. Biz ondan gündüzü sıyırıp çekeriz de onlar karanlıklara gömülürler" [Yâsin-37] âyet-i kerîmesini düşünüyordum. Birden hâtırıma geldi ki, bu âyetin tevil ile ma'nâsı şöyle olur ki, gündüzden vücûd nûru ve geceden yokluk kasd edilmişdir. Ya'nî vücûd nûru onlardan kalkınca, yokluk zulmetinde kalırlar. Bu ma'nânın hâtırıma gelmesinden sonra niyet eyledim ki, bu ma'nâyı Mevlânâ hazretlerine arz edeyim. Bir gün Mevlânâ hazretlerinin ziyâretine gittim. Huzurlarında oturur oturmaz buyurdular ki: Size tefsîr mütalaası esnasında bazı Kur'ân âyetlerinde, bu kavmin kitablarında görmediğiniz, ama bu tâifenin meşrebine uygun ma'nâ zâhir olursa, bize anlatınız. Ben de yukarıda bildirilmiş olan durumu arz ettim. Mevlânâ hazretleri beğendiler ve kabûl buyurdular.

[Reşahât, sf: 236]
(Mütercim: Süleyman Kuku efendi "rahmetullahi aleyh")

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Mü’min, her vakit namâzı kılınca, önceden işlediği küçük günâhları Allahü teâlâ affediyor. Çünkü âyet-i kerîme var. *El-hasenâtü yüzhibnes seyyiât!* buyuruluyor.


Yâni iyilikleriniz, günâhlarınızı *Yok* eder, *Def* eder. İşte âlimler buyuruyor ki: Bin türlü iyilik var. Bunun en büyüğü *Namaz*’dır. Namaz, arada işlenen günâhları temizler. 

********

Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, *Çay ver!* derlerdi, açık bir çay verirdim. Bir şekerle içerdi Mübârek. İçerdi, bitirirdi. Tekrar koyardım. Bâzen üçüncüye de koydurur, yarısını içer, bana uzatırdı. 


*Artık içemiyeceğim, bunu da sen bitir!* derdi. Mübâreğin yarım kalan çayını ben içerdim. Ooh, ne büyük seâdet. Onların artığını içmek, ne büyük ni’met. Muhakkak *Şifâ* dır. Hem *Maddî* şifâ, hem *Mânevî* şifâ. 

********

*El mer’ü mea men ehabbe*. Yâni seven, sevdiğiyle berâberdir. Müslümânları seven kazanır kardeşim. İşin aslı muhabbet. Mektûbât’da da yazıyor. Efendi hazretleri de söylerdi. 


Bütün bu kâinât, *Rahmet* sıfatıyla değil de, *Muhabbet* sıfatı ile yaratıldı. Allahü teâlâ buyuruyor ki hadîs-i kudsîde: *Küntü kenzen mahfiyyen*; Yâni ben, kapalı, gizli bir hazîne idim.


*Ve ahbebtü*; ve sevdim. *En u’rafe*; ma’rûf olmayı, tanınmayı sevdim. İstedim demiyor da, sevdim, diyor. 

*Ve halaktül halka li u’rafe bihî*; mahlûkları da onun için yaratdım. 


Mahlûkları niçin yaratmış? Ma’ruf olmayı, tanınmayı sevdiği için, muhabbet sıfatıyla yaratmış. Bu mahlûkâtın vücûde gelmesine sebep, Allahü teâlânın *Muhabbet* sıfatıdır. 

********

Belim ağrıyordu. Hanımanne, bir *Yün fanila* yı ortadan kesti ikiye, iki kat belime koydu, ağrılar geçdi çok şükür. Ama iki üç gün sonra tekrar başladı. 


Sonra aklıma geldi, hanımannenin belime koyduğu *Yün Fanila* yı çıkarıp bakdım ki, sırtımda kaymış, büzülmüş, toplanmış. Hemen açıp düzeltdim ve yerine koydum. Çok şükür ağrı yine kesildi. 


Şimdi râhatım elhamdülillah. Hâtırınızda kalsın. Bu, çok iyi bir İlâç. Hâlbuki evde üç dört türlü *Merhem* var. Hiç birinin fâidesi olmadı. Ağrıyı kesmedi. Ama şimdi râhatım elhamdülillah. 

 

Rabbimize sonsuz şükürler olsun kardeşim, çok râhatız, neş’eliyiz. Kitaplarımız dağılıyor, gazetemiz yayılıyor, bundan büyük *Lutf-i ilâhî* olur mu? 


Hem *Enver âbi* neş’eli. Onun neş’eli olması çok mühim. Çünkü işin başı o. *Enver âbi* neş’eliyse, hepimiz neş’eliyiz.

Yoksullara hizmet etmenin mükâfatı

Yoksullara hizmet etmenin mükâfatı

Gaflet uykusu

Gaflet uykusu 

Mârifetin hakîkati

Mârifetin hakîkati

SALİH KULLARIN PEYGAMBERLERE YOLDAŞ OLMASI

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Süleyman peygamber aleyhisselâm, Allahu teâlâya niyazda bulundu:  

— Yâ Rab! Bu fakirlerin salihlerini bu kadar seviyorsun. Yarın âhirette bunlara ne mertebe vereceksin, bana bildir.  

Allahu azim-üş-şân buyurdu:  

“Yâ Süleyman! Fakir ve salih kullarıma ne ihsan edeceğimi, neler ikram edeceğimi ben bilirim. Onların bazılarını, yarın cennetimde bazı peygamberlerime yoldaş edeceğim. Her fakir, bir Süleyman ile bir tahtta birlikte oturacak ve onunla yiyip içecektir.”

Süleyman peygamber aleyhisselâm, tekrar niyazda bulundu:  

— Yâ Rab! Bana cennetteki yoldaşımın kim olduğunu bildir.  

Allahu sübhanehu ve teâlâ buyurdu:  

“Yâ Süleyman! Eğer, cennetteki yoldaşını bilmek istersen, ikindi vakti şehrin kuzey tarafına çık, orada rastlayacağın kişi senin cennette yoldaşın olacak kimsedir.”

Süleyman aleyhisselâm, ikindi vakti o tarafa çıktı ve bir fakir ihtiyarın, sırtında odun yüklenmiş olarak gelmekte olduğunu gördü. Sırtında eski bir aba, başında eski bir takke, belinde bir ip kuşanmıştı. Dinlenmek maksadı ille biraz oturdu. Süleyman aleyhisselâm bunun yanına gitti ve ihtiyara selâm verdi. İhtiyar zat:  

— Ve Aleyküm selâm yâ Nebiyallah! diye selâmını aldı.  

Aralarında şöyle bir konuşma oldu:  

— Bu odun nedir?  

— Ben bu odunu satar ve çocuklarıma nafaka ederim.  

— Gel, bundan sonra seninle birlikte ömür geçirelim, aynı tahta oturalım, aynı sofrada yiyip içelim. Ben nasıl sultan isem, sen de benimle sultan ol. Bu ihtiyar çağında bu zahmet ve meşakkat ten kurtul.  

— Ya Süleyman! Bu kavgadan ve bu saltanattan kişiye ne fayda olur? Allahu teâlâ, sana padişahlık ve Süleyman'lık vermiş ve başını kavgaya sokmuş. Bana da fakirlik ve feragat ihsan buyurmuş. Senin Süleyman’lığın sana mübarek olsun, benim fakirliğim bana yeter.  

— Peki, madem ki saltanatımı paylaşmayı kabul etmedin. Elbiseler vereyim.  

— Yâ Süleyman! Sen, işine ve ibadetine bak. Ben, fakirliğimden ötürü şükredenlerdenim.  

İhtiyarın bu sözü üzerine Süleyman aleyhisselâm işi açıkladı:  

— Ey aziz, dedi. Burada teklifimi kabul etmedin ama yarın cennette yoldaşımsın ve orada mutlaka benimle birlikte olacaksın, bunu hak ediyorsun.  


Ey aziz: Şu beğenmediğin ve hor gördüğün salih fakir kişi, ne bilirsin ki, yarın hangi peygambere yoldaş olacak ve senin gibi nicelerini ateşten kurtaracaktır. Sakın, zannetme ki seni şöyle kolayına koyarlar, bildiğin gibi yürürsün. Her kişinin ameli ister şer ister hayır elbette teftiş edilecektir. Meselâ, şimdi sen sofiyim deyip, hırka giyer ve taylasan (Başa sarılan sarığın omuzlar üzerine salınan ucuna denir.) takarsın. 


Unutma ki, bunlardan da sorulacaksın. Bu hırkayı kibirle mi giyersin, yoksa muradın dervişlik midir? derler. Zira, günah ehlinde de amel ehlinde de kibir vardır. Aziz: öyle mi sanırsın ki, kibir yalnız büyük büyük saraylarda ve köşklerde oturanlarda, en kıymetli ve pahalı elbiseler giyenlerde, yemeğin en iyisini yiyenlerde bulunur?  


Yamalı elbise giyenlerde ve kuru ekmek yiyenlerde de kibir olur. Onun için, kibirin ne olduğunu bilmek gerektir, ki kişi kendisini kibirlilikten koruyabilsin. Kibrin ne olduğu da kitabın aşağısında tafsilatıyla anlatılacaktır. Biz, şimdilik nefs-i emmârenin bazı çirkin ve kötü huylarından ve sıfatlarından söz ediyoruz. Nefs-i emmâre de kötü ve çirkin huylar ve sıfatlar pek çoktur. Tecrübe edilmiştir, Allahu teâlânın reddettiği bin bir türlü sıfattır derler. 


Fakat, yukarıda bahsettiğimiz yedi sıfat, bu bin bir sıfatın aslı ve esasıdır. Diğerlerinin hepsi ona tâbidir. Şurası muhakkaktır ki, hepsinin de aslı ve esası, dünya sevgisidir. Nasıl ki, insanın başı kesilince; göz, kulak, dil, dudak, el, ayak hepsi kurur gider. Dünya sevgisi de bu çirkin ve kötü sıfatların başı mesabesindedir. O kesilince, diğerleri kendiliğinden kurur.  

Hiçbir günahı küçük görme

 Hiçbir günahı küçük görme. Zira sen onunla Rabbine asi oldun. Öyleyse günahın küçüğü de büyüktür. Müslüman, Allahü teâlâdan hayâ eder.Rızkında şüphe eden kimseye yazıklar olsun. Böylelerine nasihat fayda etmez.

(Veysel Karani hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

Kibirden kaçın!

 Siz birini ne kadar severseniz, o da sizi o kadar sever. Birinin kalbinde ne kadar kibir varsa, aklında da o nisbette noksanlık var demektir.Kul, Rabbine ne kadar dua ederse, Rabbi onu o kadar belalardan kurtarır. Oğlum, sakın fasık kimselerle arkadaş olma!Cimrilerden de uzak dur. Yalancıya yaklaşma. Ahmakla hiç işin olmasın.Kibirden kaçın! Şu aciz insana kibir yakışır mı ki, her an öleceği ve azaba götürüleceği zamanı beklemektedir.Ölünce, kabir azabı çekecek, sonra diriltilip kıyamet sıkıntılarını görecek, sonra da Cehenneme atılıp tarifi imkânsız azablara yakalanacaktır belki de.Bütün bu musibetlerin başına gelmesi muhtemel olan bir insana, kibir mi yakışır, yoksa tevazu mu?Allalhü teâlâ da mealen; “Kibredenleri sevmem, tevazu edenleri severim” buyuruyor zaten.

(Muhammed Bakır hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Rastgele yüz kitap okuyacağınıza, bir doğru kitabı yüz defa okuyun

 Kardeşlerim, çok kitap okumakla doğruyu bulmak mümkün değildir.Doğru,doğru kitabı çok okumakla bulunur. Yani rastgele yüz kitap okuyacağınıza, bir doğru kitabı yüz defa okuyun.Peki, doğru kitap hangisidir?Ehl-i sünnet âlimlerinin Allahü teala için yazdığı kitaplardır. O kitapları okuyan, hem dinini doğru öğrenir, hem de kalbi temizlenir.

(Rabia-i Adviyye hazretleri “rahmetullahi aleyha”)

Dine hizmette ihlas şarttır

 Bir kimse dine çok hizmetler etse, fakat bu hizmetinden dolayı kendine birazcık pay çıkarsa, ahirette o hizmetlerinin bir faydasını göremez.Çünkü Allahü teala için yapmamış sayılır o hizmeti. İslam’a hizmette de mutlaka ihlas gerektir. Zira facir ve fasıklar da bu dine hizmet edebilirler.Bir iş Allahü tealanın rızası için yapılmazsa, onu yapan, ahirette o işin faydasını göremez.Hem çok hizmet etmeli, hem de boyun bükmelidir. Bu hizmet elimden çıkar diye, tir tir titremelidir.Dualarında; Yâ Rabbi (celle celalühü), ben bu hizmeti yapmaya lâyık değilim. Bana bu hizmet için liyakat ver! demelidir.*Mümin, kendini herkesten aşağı bilmeli ki, bu yolda ilk adım budur.Hak yolunda ilk adım, kendini hiç bilmek ve kendinde bir iyilik, bir varlık görmemektir.Boynu bükük olan kazanır. Zira cenâb-ı Hak, böyle olan kulları çok seviyor.

(Ebu Süleyman-ı Darani hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Nefs kimseye danışmak istemez

 Nefs kimseye danışmak istemez. Ben bilirim der. İşlerinizde istişare ederseniz, kırılır nefsiniz.Yolda bir mümine rastlarsanız, önce siz selam verin. Ve müsafeha için, önce siz uzatın elinizi.Gücendiğiniz kimseden, önce siz özür dileyin. Bir ihtilafta, karşı tarafa; Sen haklısın! deyin. Bütün bunlar, nefsi kıran şeylerdir.

(Abdullah bin Alevi hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Şunların haline bak

 Şunların haline bak. Birkaç yıl sonra hepsi kabirlerde olacak. Halbuki ahirette her günaha hesap var.Aklı olan kimse, dünyada iken ölüm ve ahirete hazırlanır. Bilir ki, dünya fani, ahiret ebedidir. Ahiret için hazırlık yapar.Ey insan, bak ömrün azalıyor, ölüme gidiyorsun. Hazırlığın bile yok, niçin üzülmüyorsun?

(Abdullah bin Alevi hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Ben kendimi onlardan daha fena bilirim

 Kardeşlerim, bana çok hakaret etseler, aşağılasalar, ne kadar kötüleyip alçaltsalar da, yine de hiç kızmam.Çünkü tahkir olarak bana ne söyleseler, ben kendimi onlardan daha fena bilirim de ondan.

(Ebu Süleyman-ı Darani hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Dünyada en zor şey, hakkı batıldan ayırmaktır

 Dünyada en zor şey, hakkı batıldan ayırmaktır.Bundan mühim şey yoktur dünyada.Birincisi, ahirette nice kimseler, hak diye sarıldıklarının batıl olduğunu görünce kahrolacak ve; “Eyvah! Biz ne yaptık?” diyecekler. Ama çaresi olmayacak. Çünkü süre bitmiş, imtihan sona ermiştir.Bir kısım insanlar da hakka, batıl diye saldırmışlardır dünyada. Ahirette her şey açığa çıkıp da, hak batıl belli olunca, çok pişman olacak, hüsrana uğrayacaklar.

(Muhammed Bakır hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Bu nur seçilmiş olanların kalbinden böyle akıp gider

 Hüseyin bin said hazretleri Buyurdular ki:Resulullah efendimiz “aleyhisselam”, Kur’an-ı kerimdeki manevi ilimleri ve Hak teâlâya ait çok yüksek bilgileri, sahabe-i kiramın istidatlarına göre kalblerine akıtırdı.Mübarek kalbindeki nurların tamamını hazret-i Ebu Bekrin “radıyallahü anh” kalbine akıtmıştı.O da bu nurları Selman-ı Farisinin “radıyallahü anh” kalbine nakletti.O da Kasım bin Muhammed hazretlerinin “kuddise sirruh” kalbine aktardı.Bu zat da Cafer-i Sadık hazretlerinin “kuddise sirruh” kalbine akıttı bu nurları.Bu nurlar, tâ kıyamete kadar, seçilmiş olanların kalbinden böyle akıp gider.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim kitaplar, birer *Mücevher* kardeşim. Okuyan çok istifâde eder. Çünkü kendimden bir şey yazmıyorum. Falanca kitapda *Şöyle*, filanca kitapda *Böyle* yazıyor, diye yazıyorum. 


Bizim kitaplar, hep islâm âlimlerinin yazılarıdır. Bizim ilâvelerimiz varsa, onlar da *Efendi* hazretlerinden duyduğum, öğrendiğim *Bilgiler* dir.


İşte bizim kitaplar, hep *Büyükler* in yazıları olduğu için bütün dünyâ hayrân kalıyor. Elhamdülillah, bunlar hep *Efendi* hazretlerinin bereketi.


Onun himmeti kardeşim. Bizimle alâkası yok. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini görmeseydik, bu kitapların *İsmi* ni bile işitmezdik, değil basdırmak. 


*Evliyâ-i kirâm* ın, vefâtlarından sonra da kerâmetleri devâm eder. Hattâ himmetleri, tasarrufları, yardımları daha *Fazla*, daha *Kuvvetli* olur. 


Zâten Seâdet-i Ebediyye kitâbında yazılı. Allahü teâlâ, her zaman, her yerde *Hâzır* ve *Nâzır* dır. Her yerde ve her zaman. *Evliyâ* ise, çağrıldıkları zaman orada *Hâzır* olurlar. 


Ondan evvel hâzır değildir Evliyâ. Onlara tevessül edilirse, isti’âne edilirse, istigâse edilirse, hemen ruhları orada *Hâzır* olur. 


Hele böyle hayâtda iken bulundukları, bildikleri *Yer* ve *Mekân* olursa, oradaki irtibâtları daha çok devâm eder onların. Hattâ kıyâmete kadar devâm eder. 


Birbirimize duâ edelim kardeşim. Ben, beş vakit namâzımda; *Hizmetlerimize iştirak eden, yardım eden din kardeşlerimize!* diye hepinize duâ ediyorum. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin, hiç *Sert* konuşduğunu görmedim. Dâima güler yüzlü, tatlı dilli idi. Ama bir gün, ikimiz berâber oturuyorduk. 


O günlerde annem ve kız kardeşlerim, benim *Tıbbiye* den *Eczâcı* ya geçdiğimi bir türlü istemiyor, ileri geri konuşuyorlardı. Bu hâli *Efendi*’ye söyleyip dedim ki: 


Efendim, o kadar üzüldüm ki, onları susdurmak için; *İleri varmayın, fazla üzerime gelmeyin, yoksa intihâr ederim!* dedim. 


Ben böyle söyleyince, Abdülhakim Efendi hazretleri bi kaşlarını çatdı. *Ne dedin ne dedin? Bir daha senin ağzından bu lâfı işitmiyeyim!* dedi. Lâfını bile duymak istemedi.

Onu ne kadar özlediğimi bilemezsiniz

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her zaman söylüyorum kardeşim, benim ömrüm aramakla geçdi. Yâni Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden işitdiklerimin *Vesîka* sını aradım kitaplarda. Bu sebeple *Bin* den fazla *Kitap* karıştırdım. 


Satır satır okuyup, o bilgileri aradım, *Efendi* den öğrendiklerimin mehazını, kaynağını, senedini bulmak için, bir ömür uğraşdım. 

********

*Sultân-ı zikr* ne demek? Yâni bu *Büyükler* in bütün zerreleri, bütün hücreleri, kanları zikredermiş kardeşim. Etleri, âzâları her an, devâmlı *Zikr* edermiş. 


İşte Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, o büyüklerdendir. Nûr içinde yatsın. Biz herşeyi *Efendi* den öğrendik. Onu görmeseydik, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacakdı. 


Papazlar, misyonerler kapı kapı dolaşıp, *Hıristiyânlığı* metheden kitapları bedava dağıtıyorlarmış, *Sivas* da, *İzmir* de, *Antalya* da. 


Biz de, bu bozuk kitaplara, câhil papazlara ve misyonerlere karşı, şimdi hangi kitâbımızı dağıtıyoruz? *Cevap Veremedi*. 


Çünkü *Cevap Veremedi* kitâbımızın sonunda, Mehmed Mâsum hazretlerinin 110.cu mektûbu var. O mektupda; *Câhil hocalara, yalancı şeyhlere aldanmayın!* diyor Mübârek. 


Peki, hocaların, şeyhlerin, imâm ve müezzinlerin *Câhil* olduğu, *Yalancı* olduğu, *Sahte* olduğu nasıl anlaşılır? Bunların câhil, yalancı ve sahte olduğunun alâmeti var mıdır? Var tabii. 


Nedir o? Nasıl anlaşılır? *Yaşayışları islâmiyete uyuyor mu?* Ona bakılır. Yâni şeyhlerin, hâfızların, hakîkî olup olmadığı, hareketlerinin islâmiyete uygun olup olmadığından anlaşılır. 

********

Bir gün Abdülhakim Efendi hazretlerinin evinde *Çay* içiyorduk. Efendi’den öyle korkuyordum ki, titriyordum. Bir gün çayı verirken kolum çarpdı, çay bardağı üstüne devrildi Mübâreğin. Çok korkdum kızacak diye. 


*Dikkat etsene!* falan derse diye korkdum. Benim korkduğumu gördü Mübârek. *Zararı yok, zararı yok, hayrdır inşallah!* dedi. O zaman râhatladım. Şimdi ben de size öyle söylüyorum. 


*Hayrdır inşallah!* diyorum. Efendi hazretlerinden böyle işitdim çünkü. Gözümün önünde şu anda *Efendi hazretleri*. Onu ne kadar özlediğimi bilemezsiniz kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Askeriyede iken, bize birer kilo *Toz* şeker verirlerdi. Başkalarına dahâ az verirlerdi. O bir kilo toz şekeri alır, saklardım efendim. 


İstanbula gelirken o şekeri de getirirdim. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin yanında çok *Çay* içilirdi, ama *Kesme* şekerle içilirdi. Bir bakkalla anlaşdım efendim. 


Ona *Toz* şekeri verip, farkını da ödeyip, *Kesme* şeker alırdım. O bir kilo kesme şekere, Abdülhakim Efendi hazretleri çok sevinirdi. O da bana yeterdi tabii. 


Çayı, açık ve *Tek* şekerle içerdi Mübârek. İki kere karışdırır, şekeri erimeden kalırdı. Bâzen ikinci bardağı yarım bırakır, bana uzatıp; *Al, bunu sen iç!* derdi. 

********

*Eddünyâ cîfetün tâlibühâ kilâbün* buyuruldu. *Eddünyâ cîfetün*; Dünyâ ne demek? Allah için olmıyan şeyler, demek. 


İşte insanların kalpleri, niyetleri Allah için olmazsa, bu dünyâ *Cîfe* dir, yâni *Leş* dir. Allah için yapılmıyan her iş, dünyâdır. *Dünyâ* ile uğraşmak, *Leş* ile uğraşmakdır. 


*Tâlibühâ kilâbün*; Tâlipleri köpekdir. *Leş* ile kim uğraşır? *Köpekler*. Köpekler, Leşe üşüşürler, birbirlerini ısırırlar, hırlarlar. Biz de onları seyrederiz, karışmayız. 


Allahü teâlâ, maddî mânevî iyilik edeni, insanlara hizmet edeni, seviyor. *Hayr-ün nâs men yenfe’un nâs!* Hadîs-i şerîf bu. İnsanlara fâideli olmakdan daha büyük hizmet olur mu? 


En büyük hizmet bu. *Hayrün nâs*; insanların en hayrlısı, en iyisi, *Men*; şol kimsedir ki, *Yenfe’u*; fâide verir, *Nâs*; insanlara. İnsanların en hayrlısı, insanlara fâide veren, hizmet edendir. 


İşte insanların en *İyisi* budur, en kıymetlisi budur. Demek ki, Allahü teâlâ müslümânları o kadar çok seviyor ki, müslümânlara *Hizmet* edeni de seviyor. 


Cenâb-ı Hak, Habîb-i ekremine minnet ediyor; *Sana, yardımcılar yaratdım!* diyor. Biz de, sizin gibi yardımcılarla, sizin gibi mücâhidlerle, Rabbimize *Şükr* ediyoruz kardeşim. 


Elhamdülillah ki, Rabbimiz sizleri *Seçmiş*, bu cihâd şerefiyle şereflendirmiş. Biz, sizin gibi mücâhidlerle Rabbimize *Şükr* ediyoruz kardeşim. 


Bu cihâdın, bu hizmetin devâmını arzu ediyoruz. Nasıl devâm eder bu? Kolay. Allahü teâlâ; *Ni’metime şükrederseniz, artdırırım!* buyuruyor. Bu ni’metin devâmı için Rabbimize şükredeceğiz.

At, Araba, Kadın

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Peygamber efendimiz aleyhisselamın, kadınları ata binmekten men ettiğine dair bazı hadis-i şerifler vardır. Bu sebeple fıkıh kitaplarında kadınların ata binmelerinin câiz olmadığı yazar.

 Nitekim İbni Abidin hazer ve ibâha bahsinde der ki: 

Bir müslüman kadın eğere binmemelidir. Çünkü hadîs-i şerif vardır. 

O da şudur: 

«Cenab-ı Hâk eğerler üzerindeki ferçlere lânet etmiştir.» 

Buhârî ve başka kitaplarda şu hadîs vardır: 

«Allahü tealanın Resulü kendilerini kadınlara benzeten erkeklere ve kendini erkeklere benzeten kadınlara lanet etmiştir». 

Taberânî'nin rivayet ettiği hadisle şöyle denilmektedir: 

«Bir kadın boynuna yay astığı halde Resulullah'ın ( aleyhisselam) yanından geçti. Manzarayı gören Peygamber aleyhisselâm buyurdular: 

«Allahü teala kadınlardan kendisini erkeklere, erkeklerden de kendisini kadınlara benzetene lânet etmiştir.»

 Kadın, meşru bir maksadla ata binebilir. Bu halde de ya bir mahreminin yedeğinde olacak, yahud atı bir mahremi çekecektir. Ulemâ bu hadîs-i şerifleri nazara alarak, kadınların araba sürmesine cevâz vermemiştir. Ancak kadının sürücü olmamak kaydıyla arabaya binmesi câiz görülmüştür.

 Mesele atta da, arabada da sevk ve idarenin kadında olmaması keyfiyetidir. Nitekim Asr-ı Saadet’te hanımlar bir dâbbeye (ata, merkebe, deveye vs) bindikleri zaman, Hazret-i Peygamber mahremlerinden birinin terdîfini yedekte gitmesini veya yularını tutmasını emrederdi. 

(Buhârî, Müslim)

Fuhuş (Çirkin) Sözleri Söylememeli

 Cimâ ve abdest bozmak gibi çirkin olan işleri başkalarına açık kelimelerle anlatmak fuhuştur, harama yakın mekrûhtur. Bunları söylemek hayâyı, utanmayı giderir. Edebli ve sâlih olan, fuhuş söylemeye mecbûr olunca, açık mânâları başka olan kelimelerle anlatır. Meselâ, Kur'ân-ı kerîmde, cimâ için dokunmak anlamına gelen lems kelimesi buyurulmuştur. 

(Abdülganî Nablüsî hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

*Fuhuş sözleri, yazıları ve resimleri söylemek, yazmak ve yapmak son nefeste îmânsız gitmeye sebeb olur.

 (Hamza Efendi hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Kadın da, erkek de para kazanmak için haram işlememeli

 Kadın da, erkek de para kazanmak için haram işlememeli ve hiçbir namazı kaçırmamalıdır. Ezelde ayrılmış olan rızık değişmez. Aynı rızık helâlden isteyene helâl yoldan, haramdan isteyene haram yoldan gelir. Gayr-i meşrû yoldan kazanan; hem büyük günâhları işlemiş olur, hem de kazandıklarının hayrını, bereketini görmez. 

(Muhammed Rebhâmî hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Hafaza melekleri

Hafaza melekleri (Kirâmen Kâtibîn), insandan yalnız cimâda ve helâda ayrılırlar. 

(İmâm-ı Birgivî hazretleri “rahmetullahi aleyh”, Kâdızâde hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Lokman Hakim’in oğluna nasihatı

Lokman Hakim’in oğluna nasihatlarının bir kısmı şöyledir: 

“Ey oğlum! Dünyâ derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuştur. Gemin takvâ, yükün îmân, hâlin tevekkül olsun, umulur ki kurtulursun.”

Lokman Hakim'den nasihatler

 *Lokman Hakim’e* sen bu hâle nasıl geldin dediklerinde; “Doğru sözlü olmak, emâneti yerine getirmek, lüzumsuz söz ve işi terk etmekle.” cevâbını verdi. İnsanlar ondan nasîhat istediler, o da şöyle nasîhat etti: Öncekilerin ve sonrakilerin ilimleriyle amel edilebilmesi için sekiz şeye dikkat etmek herkese lâzımdır. Dört zamanda dört şeyi korumak gerekir; Namazda gönlü, halk arasında dili, yiyip içmede boğazı, bir kimsenin evine girince de gözü korumaktır. İki şeyi hâtırdan hiçbir zaman çıkarmamalıdır. Bunlar; Allahü teâlânın büyüklüğü ve ölümdür. İki şeyi de tamâmen unutmaya çalışmalıdır. Bunlar da; bir kimseye yapılan iyilik ile dost ve yakınlardan görülen kötülüktür.””


Lokman Hakim’in oğluna nasihatlarının bir kısmı şöyledir: “Ey oğlum! Dünyâ derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuştur. Gemin takvâ, yükün îmân, hâlin tevekkül olsun, umulur ki kurtulursun.”

Ticaret ve Hac

 Ticâret yapmak ve hac etmek için giden bir kimsenin, hac niyeti ziyâde (fazla) ise, sevâb kazanır. Ticâret niyeti çok ise veya iki niyet eşit ise, hac sevâbı kazanamaz. 

(Alâüddîn-i Haskefî hazretleri “rahmetullahi aleyh”)*

Kur'ân-ı kerîmde bulunan bilgiler üç kısımdır

 Kur'ân-ı kerîmde bulunan bilgiler üç kısımdır: Bir kısmını, hiçbir kuluna bildirmemiştir. Zâtının ve sıfatlarının hakîkati ve gaybden haber vermek böyledir. İkinci kısım, yalnız peygamberlerine (aleyhimüsselam) bildirdiği esrâr (sırlar)dır. Üçüncü kısım bilgileri, peygamberine bildirmiş ve bütün ümmetine bildirmesini emretmiştir. *Hadîs-i şerîfleri, sahîh (doğru) veya bozuk olduğunu bilmeden söylemek, sahîh olsa bile, günâh olur. Böyle kimsenin hadîs-i şerîf okuması câiz olmaz. Hadîs kitablarından hadîs nakletmek için hadîs âlimlerinden icâzet (diploma) almış olmak lâzımdır. 

(Muhammed Hâdimî hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Şeytan ve Nefs

 Şeytan köpek gibidir. Köpek kaçar ise de başka taraftan yine gelir. Nefs ise kaplan gibidir. Saldırması ancak öldürmekle biter. İnsanlara vesvese veren şeytana bunun için hannâs denilmiştir. İnsan hannâsın bir vesvesesine uymazsa bundan vaz geçer. Başka vesveseye başlar. Çok hayırlı işe mâni olmak için, az hayırlı şeyi de vesvese yapar, fısıldar. Büyük günâha sürüklemek için, küçük hayır yapmayı da vesvese eder. Şeytanın vesvesesi olan küçük hayırlı iş, insana tatlı gelir ve acele ile yapmak ister. Acele etmek ise şeytandandır. 

(Muhammed Hâdimî hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Kırk senelik ibadete bedel

 *Enver Ören “rahmetullahi aleyh” Ağabeyimiz* Buyurdu ki:

*Kırk senelik ibadete bedel*

907- Hazret-i Ebû Bekir “radıyallahü anh” buyuruyorlar ki, “Îmândaki zayıflık, cihâd ile kemâl bulur.” Ne kadar güzel. Îmânı zayıf olanların, Ehl-i sünnet itikadını yaymaları ile îmânları kuvvetlenir. Bu hizmetten mahrum olanların, her gün ibadet yapsa da, son nefeste îmânla ölmeleri şüpheli. Çünkü mübârek Hocam buyurdular ki, “Bu asırda çok ibâdet yapmak değil, dînini kurtarmak şart. İbâdeti şeytân da yapar. Ya’nî ibâdet yapmak kolay efendim. Nefse de zor gelmez. Ama îmânını muhâfaza etmek, harâmlardan sakınmak, nefse en zor gelen şeydir.” Yani Allah yolunda bir kılıç sallamak, yani dine hizmet etmek, halvetteki bir âbidin, kırk senelik ibadetinden daha çok sevaptır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Âdem* aleyhisselâm, oğlu *Şît* aleyhisselâma vasiyyet edip, *Emânetini, en temiz kadınlara ver!* dedi. 


Çünkü Efendimiz aleyhisselâmın Nûr’u, *Âdem* aleyhis-selâmın alnında parlardı. Sonra bu Nûr, *Şît* aleyhisselâma geçdi. 


Velhâsıl Resûlullah Efendimize gelinceye kadar bütün babalar, oğullarına bu *Vasiyyeti* yapardı. Bu vasiyyet, dedesi *Abdülmuttalibe* kadar hep yapılageldi. 


Resûlullahın Nûr’u, Abdülmuttalibin oğlu *Abdullah*’a geçince, Onu evlendirmek için, zamânın en temiz *Kızını* aradı. Netîcede, bu haber her tarafta duyuldu.


Bunun üzerine ikiyüz den fazla *Kız*, evlenmek için mürâcaat etdiler. Hattâ Şam’dan *Fâtıma* isminde bir *Kız* geldi. Çok zengindi. 


Fakat Efendimizin nûr’u *Âmine*’ye nasîb oldu. Âmine vâlidemiz, o zaman ondört yaşındaydı. Hazret-i Abdullah ise onsekiz yaşındaydı. 


Dedesi Abdülmuttalip, o zaman devlet reîsi idi. Mekke’nin havası hastalıklı idi. Onun için zenginler, çocuklarının iyi yetişmesi için, köylere, *Süt anne* ye verirlerdi. 


Peygamber Efendimizi de *Halîme* hâtuna verdiler. İki sene emzirdi. Halîme hâtun fakîr idi. Peygamber Efendimizi alınca, herşeyleri *Bereket* lendi. 


İki sene dolunca, getirip annesine verdi. Ama sonra ayrılığına dayanamayıp tekrar gitdi, istedi. *Sıtma olur!* diyerek, Âmine vâlidemizi kandırıp, geri aldı. 


İki sene daha bakdı. Dört yaşında iken, iki *Melek* gelip, Efendimizi dağa götürdüler. Süt kardeşi *Şeymâ* koşup, bunu annesine haber verdi. 


*Muhammedi dağa kaçırdılar!* dedi. Diğer kardeşleri de korkudan bayılmışlardı. Her yeri aradılar. Sonunda, bir vâdîde, gökyüzüne bakar vaziyyetde buldular. 


Efendimiz aleyhisselâm, olanları onlara anlatdı. Halîme hâtun; *Bu çocuk başka çocuklara benzemiyor, başına bir şey gelmeden teslîm edeyim!* dedi. Ve götürüp teslîm etdi. İki sene de annesi ile kaldı.

“KORKMA! BİZ DE İNSANIZ!”

Saray Hocası Molla Şemseddîn  

Yavuz Sultan Selim Hân, bir gün hocası Halîmî Efendi’ye dedi ki: “Molla Şemseddîn bize Târih-i Vassâf yazsın.” Şemseddîn Efendi çok hızlı yazardı. On günde bir adet Mushâf-ı şerîfi yazıp bitirirdi...

Halîmî Çelebi, pâdişâhın emrini Saray Hocası Şemseddîn Efendi’ye bildirdi. O da yirmi beş gün mühlet isteyip Halîmî Çelebi’nin evinde yazmaya başladı...

 “KORKMA! BİZ DE İNSANIZ!”

Halîmî Çelebî’yi ziyâret için gelen kimselerin, kendisini rahatsız etmemesi için, bulunduğu odanın kapısını kilitleyip sür’atle yazmaya başladı. Yazma işiyle meşgûl iken aniden yanında bir kimseyi oturur hâlde gördü. Korkup heyecanlandı. Bunun üzerine o kimse yaklaşıp; “Korkma biz de senin gibi insanız. Seni ziyâret için geldik” dedi. 

Molla Şemseddîn, o zata bazı sorular sordu ve enteresan cevaplar aldı:

-Arab diyârının tamamı fethedilip, Osmanlı topraklarına katılacak mı? 

-Yavuz Sultan Selim Hân bu vazîfe ile vazîfelendirildi. Mübârek beldelerin hizmeti ona ve nesline verildi. 

-Sultan Selim’in saltanatı uzun sürer mi?

-Üç yıl vakti vardır. 

-Konağında oturduğum Halîmî Efendi ne zaman vefât eder?

-Şam’dan öteye geçemez, orada kalır.

-Ya benim ölümüm ne zaman olur?

-Kişiye kendi ölüm zamanını bilmek âdetullaha ters düşer. Hiçbir nefis nerede öleceğini bilemez.

-Ricâl-i gayb, Allahü teâlânın bildirmesiyle bilebilirler. Lütf edip de beni uyarınız!

-Allahü teâlâ bilir ama sen dahî Halîmî Çelebi ile bir günde vefât edip, sizinle birlikte bir cenâze dahî zuhur eder. Selim Hân, üçünüzün de cenâzesinde hazır bulunur...

O zat, koynundan bir başlık çıkarıp Şemseddîn Efendi’ye; “Bu Selim Hân’a hediyemizdir. Ona iletin”, bir daha çıkarıp; “Bunu da Halîmî Çelebi’ye veresin” dedi. Bunun üzerine Şemseddîn Efendi; “Bana bir hâtıranız olmaz mı?” dedi. “Sana da başımdakini vereyim” dedi. O zât Şemseddîn Efendi’ye başlığını verip hemen gözden kayboldu.

HEDİYE, PADİŞAHA ULAŞTI...

Şemseddîn Efendi, bu durumu Hasan Can’a anlatıp başlığı Selim Hân’a ulaştırması için verdi. Hasan Can da emaneti vermek üzere padişahın huzûruna vardı. Olanları anlatıp başlığı verdi. Selim Hân hediye başlığı eline alıp kokladı ve yüzüne saygı ile sürdü...

Olaylar aynen vuku buldu ve Yavuz Sultan Selîm Han; Halîmî Çelebi, Molla Şemseddîn ve saraydan bir hoca efendinin cenâze namazında hazır bulundu.

Allahü teâlâya düşman olanları sevmemeli

 (Kimyâ-i se’âdet) kitâbı, beşinci aslında diyor ki: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Îmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, müslimânları sevmek ve müslimânlara düşmanlık edenleri sevmemekdir). Cenâb-ı Hakkın Îsâ aleyhisselâma emr-i ilâhîsinin meâl-i şerîfi, (Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikce ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikce, hiç fâidesi olmaz)dır. Her mü’min, Allahü teâlâya düşman olanları sevmemeli, islâmiyyete yapışanları sevmelidir. Bunu sözlerinde ve mümkin ise, hareketlerinde belli etmelidir.

MAKBUL AMEL

Abdullah bin Mübarek Mekke’de hac vazifesini yaptıktan sonra, Harem’de uyuyakalır. Rüyasında semadan iki melek iner. Aralarında şöyle bir konuşma geçer: 


“Bu sene 600 bin kişi hac etti. Fakat hiçbirinin haccı kabul edilmedi. Ancak Şam’da Ali bin Muvaffak ismindeki bir ayakkabı tamircisinin yaptığı amelin hürmetine, Allah-ü Teâlâ hepsinin haccını kabul eyledi.”  


Abdullah bin Mübarek uyanınca, merak ve hayret içinde kalır. Ali bin Muvaffak’ı yakından tanımak için Şam’a gider ve onu bulup der ki: 


“Sen nasıl bir hac yaptın ki senin hürmetine Allah-ü Teâlâ hepsinin haccını kabul etti?” 

“Bir yanlışlık var. Hacca niyetlendim fakat gidemedim.” 

“Nasıl olur, bu durumu bize anlatır mısınız!” 

“Otuz senedir hacca gitmeyi arzu ediyordum. Bu zaman içinde ayakkabıcılıktan 300 dirhem para biriktirdim. Hac yolculuğuna niyet ettim. Yola çıkacağım güne yakın bir zamandı. Evimizi et kokusu sardı. O sıralar hamile olan eşim bana:” 


“Komşudan et kokusu geliyor; canım çekti bana bir parça et ister misin?” Dedi. 


Komşuma gittim. Durumu anlatınca komşum ağlamaya başladı:


“Bu pişen et, yolda ölü olarak bulduğum bir hayvana aittir. Bu etten kaç gündür aç olan çocuklarımın ölmeyecek kadar yemeleri helaldir, size ise haramdır. Helal bir gıda bulamadığım için, mecburen bunu yedireceğim.” Dedi.

 

Ali bin Muvaffak der ki: 


“Komşumun anlattıkları, içimden bir parça kopardı. Bin bir zorlukla biriktirdiğim 300 dirhemi ağlayarak ona verdim.” 


Kendi kendime:

“Yazıklar olsun bana ki, sen aç iken halinden haberdar değilim.”


Komşuma da:

“ Hakkını bana helal et dedim.”


Bunun üzerine Abdullah bin Mübarek:

 

“Rabbim bana rüyada işte bu hakikati gösterdi.” Dedi.

Hayal kuvveti

 Bir cisme bakınca, bu cisim, beyindeki ortak his merkezinde duyulur. Bu cisim göz önünden çekilince, ortak his merkezi, onu hissedemez olur. Fakat, hayâle gelen etkisi uzun zaman kalır. Hayâl kuvveti olmasaydı, herkes birbirini unutur, kimse kimseyi tanımazdı. 

(Ali bin Emrullah hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

BU SOPAYI BABAN VERDİ

İkinci Murad Han’ın çok sevdiği ve saydığı Molla Yegan hacca gitmişti. Hac dönüşünde Kahire’ye uğradı ve orada tanışıp sohbet ettiği Molla Ahmed Şemseddin Gürani’yi yanına alarak Edirne’ye getirdi. Molla Yegan, İkinci Murad Han’ın huzuruna çıktığında padişah:-Bana gittiğin yerden ne armağan getirdin? Diye sorunca, Molla Yegan:-Hünkarım, size Mısır’dan Molla Gürani’yi getirdim, dedikten sonra onun ilminden ve faziletinden bahsetmesi üzerine İkinci Murad Han, dışarıda beklemekte olan Molla Gürani Hazret lerini huzura çağırıp, kendisiyle bir saat konuştuktan sonra, onun Hadis ve Fıkıh ilmindeki dehasına hayran kaldı ve onu Bursa’daki Bayezid medresesine müderris tayin etti.

Bu sırada oğlu Mehmed (Fatih) Manisa sancak beyliğinde bulunuyordu. Padişah, oğlunun idari işlerde tecrübe sahibi olmasını ve iyi bir tahsil görmesini arzu ediyordu. Birkaç hoca gönderdiği halde genç şehzadenin bazı dersleri okumadığını haber aldı. İlmi kadar, vakar ve ciddiyeti ile de tanınan Molla Gürani’yi huzuruna çağırıp, oğluna hoca tayin ettiğini ve onu yetiştirmesini söyledikten sonra, ona bir sopa verip:


-Eğer Mehmed ders öğrenmemekte inad ederse terbiyesini bu değnekle verirsiniz.. dedi.Molla Gürani Manisa’ya gidip ilk derse başladığında, padişahın verdiği değnek elindeydi. Şehzade Mehmed:-Hocam elindeki bu değnek nedir? Deyince, Molla Gürani:-Bu sopayı baban vermiştir, derslerine çalışacaksın...dedi.Bu sözler üzerine gülen Şehzade, daha ilk derste sopanın tadını alınca, bu hocanın şakaya gelir bir tarafı olmadığını anladı ve ciddi bir surette okuyarak başarıyla tahsilini tamamladı. Molla Gürani, vakur ve sert tutumuyla, şehzadenin hırçınlığını yatıştırdı. Hatta ders sırasında:“Darabtühû te’dîben”(terbiye etmek için onu dövdüm) mânâsındaki Arapça cümleyi nahiv bakımından incelettirdi, tahlil ve tercüme ettirdi. Bu tutum karşısında şehzade Mehmed derslere devam etti ve kısa zamanda Kur’ân-ı Kerimi hatmetti, ilim öğrendi. Padişah II. Murad Han, oğlunun Kur’ân-ı Kerimi hatmettiğini öğren ince çok sevinip hocası Molla Gürani’ye çok miktarda hediye gönderdi.

Dünyâ ne demektir?

 Dünyâ ne demektir biliyor musunuz? Gönlüne gelen ve seni Allahü teâlâdan uzaklaştıran her şey dünyâ demektir. Seni O’ndan başka birşey ile meşgûl eden her şey de fitnedir. Bu kısa ömrü, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylere yaklaşmakla geçiren, O’ndan başka şeylerle meşgûl olan kimse, âhıretini harâb etmiş olur. Bu ise, akıl sahiblerinin yapacağı şey değildir

Abdullah i Ensari  Hazretleri

İşte imtihân budur

 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyurdular ki:

İnsanın karşılaşdığı her hâdisede bir karar vermesi lâzım. Bu karar vermede de iki ihtimâl vardır. Biri îmân tarafı, yâni *Âhiret* tarafı, biri de *Dünyâ* tarafı. 

Eğer îmân tarafını tercîh ederse, âhireti düşünürse, yâni sevâp tarafını tercîh ederse, îmânının *Güçlü* olduğunu gösterir. 

Yok eğer dünyâ tarafını tercîh ederse, nefsine göre karar verirse, îmânının *Zayıf* olduğunu gösterir. İşte imtihân budur efendim, imtihân bu.

Bir Bayram Hatırası

Seyyid Hasan Medeni efendi Van müftüsü iken 1948 senesinde Medine-i Münevvere’ye yerleşmiş, 20 sene orada mücavir olarak kaldıktan sonra 1968 senesinde dar-ı beka’ya irtihal eylemiştir. Bu 20 sene zarfında bir defa olsun memleketine dönmemiş, Resul-i Ekrem (sallallahü aleyhi vesellem) Hazretleri’nin komşuluğundan bir lâhza bile ayrılmak istememiş, orada bulunmayı memleketinde ehl-u iyâl ve akârib arasında yaşamaya tercih etmiştir. Van’da izzet ve itibar ile yaşarken orada çok sade ve yalnız bir hayatı ihtiyar eylemiş, büyük bir tevazu içinde hayatını orada idâme ettirmiş her an ölümü düşünüp Cennet ül-Bâki’de defn edilmeyi arzulamıştır. O kadar büyük bir hassasiyet içindedir ki, bir bayram günü evlâd, birâder ve akraba hasreti galebe çalmış ve gayrı ihtiyari memlekete göndermek üzere farisi bir beyt yazmıştır.


_*Dilâ iydest herkesi dest-i yar-i hoyeş bused_*


_*Garib-u bi kesem men dest-i gem, gem dest-i men bused_*


_*Gönül, bayramdır… Herkes sevdiklerinin elini öpmekte,_*


_*Bense garip ve kimsesizim. Ben gamın elini, gam da benim elimi öpmektedir._*


Bu anlık bir hissiyat galebesidir. O sırada Türk ziyaretçiler oraya gider bakarlar ki, yalnız başına oturuyor. Oysa memleketinde olsa yüzlerce, binlerce insan belki bir lahza fasıla vermeden ziyaretine gidecekler. O bütün bunları bırakarak o mukaddes belde’de yalnızlığı ihtiyar etmiştir. Orada o beytin yazılı olduğu kâğıdı görürler ve bu postaya atılacaksa kendilerinin atmak istediklerini söylerler. Lâkin Seyyid Hasan Efendi der ki, ben onu bir anlık hissiyatla yazdım ama şimdi yırtacağım. Onu yollarsam Resulullah “sallallahü teâlâ aleyhi vesellem” bana demez mi, sen bunca sene Van’da garip değildin de benim Medine’mde mi garip oldun. İstiğfar ettiğini söyler ve onu yırtar atar. Bu derece hassasiyet içinde bereketli ömrünü orada tamamlar. Bir Berat gecesi, zahiren yalnız ve kimsesiz olarak 20 senedir özlemle beklediği vuslata kavuşur.

Ramazân-ı şerîfin son günü çok duâ edin

 _*Mühim Fasıl_*

Ramazân-ı şerifin  son günü, *ikindi namâzından akşam ezanına kadar,* Allahü teâlâ bütün Ramazâ-ı şerif boyunca ateşten berâat verip affettiği kadar kulunu bağışlar. *Son günü ikindi vaktinden  iftâra kadar icâbet saatidir.* Ya'nî duâların kabûl vaktidir. Hiç bir duânın boş dönmediği anlardır.


*Süleyman Efendi anlattılar* _rahmetulahi teâlâ aleyh”_

Ramazân-ı şerîfin *son günü, akşama yarım saat kala,*  hocamın seâdet-hânesinin kapısını çaldım. Kendileri kapıya geldiler ve bir müddet konuştuktan sonra şöyle buyurdular:

        *"Kardeşim, yukarıdaki odamda “Berekât” kitâbını okuyordum. Okurken büyük bir feyz yağmuruna uğradım. Çok hoş bir hâl zâhir oldu. Kendimi o büyüklerin feyiz yağmuru ve koruma şemsiyeleri altında buldum.* 

        *Ramazân-ı şerîfin son günüdür. Şimdi eve gidin, abdest alın, seccâdenizi serin, Allahü teâlâya çok duâ edin, yalvarın, Allahü teâlâ, Ramazân-ı şerîfin son gününde duâ eden kullarını afv eder. Ben de şimdi yukarı çıkıp, size söylediklerimi yapacağım"* dediler ve ayrıldık.


_Allahu teâlâ rahmeti ile derecelerini alî eylesin...

Hazret-i Dıhye

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kur’ân-ı kerimi, Peygamber aleyhisselâma, Cebrâil aleyhisselâm getirir ve ekseriyâ insan şeklinde gelirdi. Sahâbe arasında, *Dıhye* isminde bir genç var idi. 


Gâyet zengin, yakışıklı, beyaz ve güzel idi. Cebrâil aleyhisselâm, çoğu kere Onun şeklinde gelirdi. Bu *Dıhye* ilk zamanlar îmâna gelmemişti. 


Sık sık *Şam*’a gider, orada ticâret yapar, çok *Para* kazanırdı. Döndüğünde, Peygamber aleyhisselâma hediyeler getirir, Efendimiz de onun hediyelerini kabûl ederdi. 


Ve kendisine; *Yâ Dıhye! Yakışıklısın, gençsin, güzelsin, zenginsin. Yazık değil mi? Öldükden sonra Cehenneme gideceksin!* derdi. 


Ve ardından; *Bir kerrecik Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah de, Cehennemden kurtul*, buyururdu. 


*Dıhye*, Efendimizi hakîkaten sever, Onu kırmak istemezdi ve *Bir düşüneyim, o da olur!* gibi, tatlı sözlerle idâre ederdi. Bir gün, yine Efendimizin yanına gelmiş ve yine bir çok *Hediye* ler getirmişti. 


O ara Efendimize dedi ki: Yâ Muhammed, yüzlerce defâ *Şam*’a gitdim, birçok papazlarla konuşdum. Dikkat etdim, papazların sözleri birbirini tutmuyor. Aynı adam, başka zamanlarda başka türlü konuşuyor. 


Ama senin hiçbir sözün, hiçbir sözünü bozmuyor. Hep *İyilik* den, hep *Fâideli* şeylerden bahsediyorsun. Ben anladım ki, sen Allahın Peygamberisin. Ben müslümân olmak istiyorum, dedi.


Ve *Kelime-i şehâdeti* getirip, müslümân oldu. 


Peygamberimiz, *Dıhye*’nin müslümân olmasına çok sevindi. Ve eshâbına; *Ey Eshâbım! Bu gece Dıhye’nin şerefine bizim evde ziyâfet var. Ziyâfete gelin!* dedi. 


Hattâ, kitaplar yazıyor ki: Peygamber aleyhisselâmın sofrasında, o gün üç türlü yemek vardı. Bir, *Et yemeği*, bir *Çorba*, bir de *Tatlı*. 


Eshâb-ı kirâmdan *Dıhye* radıyallahü anh *Şam*’dan geldiği zaman Şam şekerlerinden, hamur işi tatlılarından getirir, hazret-i *Hasana* ve hazret-i *Hüseyine* verirdi. 


Hazret-i Hasan *Dokuz* yaşında, hazret-i Hüseyin ise *Yedi* yaşında idi. Ne zaman *Dıhye* gelse, Hasan ve Hüseyin oyunu bırakıp, sevine sevine *Dıhye* ye koşarlardı. 


Bir gün Efendimiz, Eshâb-ı kirâmı ile câmide oturuyorlar, *Hasan* ve *Hüseyin* de câminin bir köşesinde, birbirleri ile güreşiyorlar, birbirlerini kovalıyorlar, oynayıp duruyorlardı. 


Efendimiz aleyhisselâm onları çok sevdiği için, hiç sesini çıkarmazdı. O sırada ansızın *Dıhye* geldi ve Peygamber aleyhisselâmın yanına oturdu. 


Hasan ile Hüseyn, uzakdan *Dıhye*’yi görünce, oyunu güreşi bırakıp, doğru *Dıhye*’nin kucağına geldiler. Biri boynuna sarılıyor, diğeri ceplerini karışdırıyor, *Acabâ bize ne getirdi?* diye. 


Hâlbuki o gelen, *Hazret-i Cebrâil* di. Ekseriyâ *Dıhye* şeklinde geliyordu. Efendimiz, torunlarının, bir meleğe karşı böyle ceplerini karışdırmasını, kucağına çıkmasını biraz *Ayıp* gördü. 


Ve dedi ki: Yâ kardeşim Cebrâil, benim Eshâbımdan *Dıhye* isimli biri vardır. O, *Şam*’dan gelince ara-sıra bana uğrar, torunlarıma da bâzen *Hediye* ler getirir.


İşte bu torunlarım, yine *Dıhye* geldi zannetdiler. Seni *Dıhye* ye benzetdiler, onun için bu hâlde bulunuyorlar. Yoksa onlar terbiyesiz, görgüsüz değillerdir, dedi. 


Cebrâil aleyhisselâm bunu işitince, üzüldü. Kendisi *Mahcup* oldu. Ve kendi kendine;


*Eyvâh, ben bu çocuklara hediye getirmedim, çocuklar benden bir şey bekliyorlar. Ben şimdi çocukların ikisine nasıl bir şey verebilirim?* diye düşündü. 


Ve elini uzatıp, Cennet bahçesinden bir salkım *Üzüm* kopardı, hazret-i *Hasana* verdi. Tekrar uzandı, Cennet bahçesinden bir *Nar* koparıp, hazret-i *Hüseyne* verdi. 


Çocuklar, üzümle narı alınca, tekrar oynadıkları yere gitdiler. O esnâda câmi kapısına biri geldi ve *Kaç gündür hastayım, açım, açlıkdan ölmek üzereyim, bana yiyecek birşey veren yok mu?* dedi. 


Çocuklar, o kişiyi görünce, derhal koşup, ellerindeki üzümü ve narı ona vereceklerdi ki, Cebrâil aleyhisselâm; *Durun! Sakın vermeyin!* diye seslendi. 


*Hâin şeytân, bu meyveleri Cennet’ten kopardığımı görünce, onları yemek için bu kılığa girdi. Hâlbuki Allahü teâlâ, Cennet ni’metlerini ona harâm etmişdir!* dedi. Şeytân da, o anda kayboldu.

Benim dînimde sen nasıl fetvâ verdin?

 Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine; "Benim dînimde sen nasıl fetvâ verdin, nasıl söz söyledin?" suâlini sormıyacağını zannediyorsa, dinde gevşeklik etmiş olur. 

(İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe)

Dinini bilmemek suçdur

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim kitaplarımızdan başka kitap okumayın kardeşim. Bu kitaplar size yeter. Bunları okuyan, *Âlim* olur. İçindekilerini yapan da, *Evliyâ* olur. Hem okuyun, hem de dağıtın kardeşim. Niçin böyle söylüyorum? 


Eğer dağıtmazsak *Mes’ul* oluruz. Ecdâdımız, kanla, canla, malla, islâmiyetin bize kadar gelmesi için büyük fedâkârlık gösterdiler. Eğer onlar bu fedâkârlığı göstermeselerdi, biz belki *Müslümân* olamazdık. 


Eğer biz çalışmazsak, islâmiyeti yaymazsak, bizden sonraki nesil, bizden dâvâcı olur efendim. Size kadar gelen bu emâneti, niçin bize ulaştırmadınız? diye bizden dâvâcı olurlar. 


********


Diyelim ki, bir kimse harâm işliyor, ama onun harâm olduğunu bilmiyor. Bilmeyince, bu kimse özürlü mü olur? Hayır, *Suçlu* olur. 


Bilmemek *Suç* dur. Çünkü Allahü teâlâ, kullarına; *Bilenlerden sorun, öğrenin!* buyuruyor. O ise sormuyor, öğrenmiyor. Allahü teâlânın emrini yapmıyor, onun için *Suçlu* olur. 


Bir kız yâhut bir oğlan çocuğu, anasına babasına tâbi olarak *Müslümân* dır. Ama âkıl bâliğ olunca, anaya babaya tâbi olmaklık kalmıyor. 


Dînini, kendisi öğrenecek. İbn-i Âbidîn öyle buyuruyor. Öğrenmezse ne olur? Öğrenmemek *Suç* dur. Peki, öğrenmek istiyor, ama kitap bulamıyor. 


İşte bizim *Kitaplar* var ya! Onları okuyup öğrenecek. Öğretecek adam da var, kitap da var. Çok mühim bu. Bilmiyenin *Îmânı gider* bu zamanda. 


Ne için? Çünkü Allahü teâlâ; *İslâmiyeti öğrenin!* diye emrediyor. O ise öğrenmiyor, söz dinlemiyor. Çok tehlikeli.


********


Düşman ne kadar *Kuvvetli* olursa, cihâdın *Sevâbı* da o kadar çok olur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bunu tekrar tekrar buyuruyor. Düşman *Kavî* olursa, cihâdın sevâbı kat kat *Fazla* olur. 


Arkadaşlar birbirlerine, kendi hanımından, çocuklarından ve anne ve babasından daha *Kıymetli* olmalıdır. Arkadaşlar birbirlerini gördüklerinde, büyükleri görmüş gibi olmalı. 


Böyle olmıyan, büyükleri tanıyamaz. Arkadaşları şikâyet eden, bizimle muhâtap olmasın. Âbilerin hepsi, çok *Kıymetli*, hepsi birer *Pırlanta*. Hepiniz pırlantasınız, hepiniz. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine sormuşlar: Efendim, bu zamanda evliyâ var mı? diye. Ne buyurmuş? 


*Bu gün, harâmlardan sakınan, beş vakit namâzını kılan, zamânımızın evliyâsıdır* buyurmuş. 


Öyleyse, bütün arkadaşlar *Evliyâ* dır kardeşim. Abdülhakim Efendi hazretleri, *Şaka* söz söylemez. Onlar, dâimâ *Vesîkalı* konuşurlar.

Kâfirlerle müdârâ

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerini bir sâat görebilmek için, her hafta sonu *Ankara* dan gelirdim. Bir defâsında yine bir *Kış günü*, Ankara dan gelirken asker sevkiyâtı vardı. 


Trende yer bulamadım. Yine iki vagonun arasında, demirlerin üzerinde *Ayakta* geldim. Hattâ parmaklarım *Donup* körüğe yapışmışdı. *Buzdan* kurtaramadım. 


İnsan, sevdiğinin her *Şeyini* sever. Sevdiği için, her *Şeyine* katlanır


Peygamber Efendimiz, bâzı sahâbîlerle bir evde otururken, birden sıkıntı basmış ve; *Sıkılıyorum yâ Ömer* buyurmuş. 


Hazret-i Ömer hemen; *Emret yâ Resûlallah. Ne isterseniz yapalım!* demiş. 


Efendimiz; *Şimdi bir Allah düşmanı gelecek, onu görmek, onunla konuşmak beni sıkıyor. O gelecek diye sıkılıyorum* buyurmuş. 


Biraz sonra kapı çalınıyor, bir kabîle reîsi geliyor. Peygamber Efendimiz ayağa kalkıyor, onu *Güzelce* karşılıyor, yanında *Yer* açıyor, oturtuyor, *Tatlı tatlı* konuşuyor. 


Biraz sonra, o adam kalkıp gidiyor. Peygamber Efendimiz, onu *Güler yüzle* selâmetliyor. Hazret-i Ömer soruyor: *Yâ Resûlallah, Allahın düşmanı dediğiniz, bu kişi miydi?* 


Efendimiz buyuruyor ki: *Evet, o idi*. Hazret-i Ömer merak ediyor tabii. Ve soruyor hemen:


Yâ Resûlallah, siz ona dost muâmelesi yapdınız, yer verdiniz, tatlı tatlı, neş’eli konuşdunuz ve güler yüzle selâmetlediniz, biz bunun hikmetini anlıyamadık, diyor. 


Peygamber Efendimiz şöyle îzâh ediyorlar: Bu, bir *Kabîle* reîsidir. Eğer ben onunla iyi geçinirsem, *Dost* muâmelesi yaparsam, o da bana dost muâmelesi yapar.


Müslümânlara da *Dost* muâmelesi yapar. Eğer ben ona sert söyleseydim, yer vermeseydim, kapının dibine oturtsaydım, o zaman bana *Düşman* olurdu. Bana bir şey yapamazdı. 


Ama Müslümân lardan *İntikam* alırdı. Kabîle reîsi çünkü, zengin, îtibârlı biri. Müslümânlara *Eziyet* ederdi. Müslümânlara eziyyet etmesin diye onun kalbini okşadım, buyuruyor. 


Buna, *Müdârâ* denir kardeşim. Kâfirlerle müdârâ yapacağız, çok mühim bu. *Gülerek* ve *Tatlı dille* görüşeceğiz.

Sırrı, hikmeti nedir?

 REŞHA-362: Beşerî kayıtlardan şikâyet hususunda buyurdular: 

Şeyh Ebû Bekr-i Kaffâl Şâşî hazretlerinin türbesinin kapısında gördüm. Şöyle yazmışlardı. Kıt'a:


Sırrı, hikmeti nedir, bir oğul babasına,

Hep iyilik görse de, yine de minnet etmez.

Ya'nî demek ister ki, bu sıkıntılı yere,

Beni sen düşürmüşsün, ne iyilik etsen yetmez.


[Reşahât, sf: 413]

Müellif: Alî Bin Hüseyn

Terceme: Süleyman Kuku