MEKTÛB

Hazreti Mevlânâ Hâlid hazreti Seyyid Tâhâ'ya yazmışlardır.

Muhlisim, canım, Seyyid Tâhâ! Allahu teâlânın hıfzında olunuz. Dâima âfet olan şöhretin şerrinden Allahu teâlâya sığınınız. Müridlerin çokluğu kişiye büyük belâ olmağa yol açabilir. Hak teâlâ sizi o âfetten korusun! Âmin! Kalbin Acem diyârına meyli öldürücü zehirdir ve bunu helâk edici zehir biliniz. Nerede kaldı ki, onlarla görüşmeğe gidilsin. Onların güzel davranışlarından uzak olunuz. İnşaallah bir araya gelmezsiniz. Eğer faraza şâh sizi isterse,gitmeyiniz, nerede kaldı ki başkasına gidilsin. Vereceğiniz cevâb şöyledir ki: Biz derviş adamlarız.Bizim işimiz dünyadan uzak durmak ve İslâm pâdişahına ve seyyid-ül  enâmın (aleyhi ve alâ âlihi ve sahbihi efdalüssalâtü vesselâm) dînine dua etmektir. Meliklerin meclisinin âdâbını bilmeyiz ve bizim yolumuzda o meclislerde bulunmak yoktur. Sana emr ettiğimi yap, sakın muhâlefet etme! Fakîrin selamını molla Mustafa Eşnevî'ye bildiriniz. Bu yazılar aynı zamanda onun içindir de! Yerleşmek için fitneden uzak bir yer seçsin. Dînin tervîcine münâsib olan bir yerde kalsın ve yerleşsin.Bizden bir şeyi saklı kalmasın ki, helâkine sebeb olur.

Kulların en zaifi
Hâlid-i Nakşibendî Müceddidî

Kaynak: Son halkalar ve Seyyid Abdülhakim Arvasi'nin külliyatı
 1.cild, Sahife: 491

KADER HAKKINDA

İmam Begavî (rahimehullah) buyurdular:

Kader, Allahu teâlânın esrarından bir sırdır.Bu sırra bir mukarreb melek ve nebiyyi  mürsel ıttıla hâsıl etmedi. Bu sır ile meşgul olmak,bundan bahs etmek caiz değildir. Cümle halk Allahu teâlânın mahlûku olup, bir kısmı şakî, bir kısmı saîddîr. Bir kimse hazreti Alî'ye (radıyallahü anh), bana kaderden haber ver,dedikte, cevâbında buyurdu ki: "Kader karanlık bir yoldur, bunda yürüme!" Sâil [soran] suâli tekrâr edince: "Kader derin bir denizdir" buyurdu. Sâil [soran] tekrâr suâl edince: Kader, Allahu teâlânın sırrıdır,bu sırrı senden gizlemiştir" buyurdular.

Mütercim: (Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

Seyyid Fehîm hazretlerinin bir mektûbu

Seyyid Fehîm hazretlerinin bir mektûbu

Pek azîz,çok şerefli Seyyid İbrâhîm ve Tâhâ. Allahu teâlâ size selâmet versin! Bol bol dua,çok selâmdan sonra ma'lûmunuz üzere,geçen sonbaharda cenâb-ı seyyid Abdülhakîm buraya vâsıl oldu ve derse başladı. Bu hakîr,onun dersini büyük bir tahkîk ve tedkîkle okuttum. Oda mütâlaa ve tedrîste beklediğimden çok muvaffakiyet gösterdi.

İlimden başka bir şeyle meşgul olmağa bırakmadım. Bugüne kadar,zamanımızdaki âdet üzere kitabları bitirdi. Bu fakîr, yüksek ilimler,fıkıh ve hadîste üstâdım tarafından nasıl icâzet alıp,mezun olmuşsam, onu da öyle mezun ettim. Şimdi o tarafa geliyor. Artık ona eskiden olduğu gibi kardeş gözü ile bakmayınız. Sâhib olduğu ilimden dolayı ona karşı mütevazı olmalısınız. Çok saygılı olunuz.İleriniz ve ilerlemeniz için çok iyi olur. Kısa yazdım,siz bundan çok şeyler anlayın.

Seyyid Fehim
1299 Rumî-Mayıs 1300 Hicrî-Cemâzil âhır
Cumartesi günü

Kaynak: Son halkalar ve Seyyid Abdülhakim Arvasi'nin külliyatı
 1.cild, Sahife: 491-492

Zevc ve zevce cinsi münasebet bahsi


Seyyid Abdülhakim Arvasi (kuddise sirruh) hazretlerinin çeşitli suallare verdiği cevaplardan  zevc ve zevce cinsi münasebet bahsi kısmı...
Kaynak: Son halkalar ve Seyyid Abdülhakim Arvasi'nin külliyatı,1.cild,Sahife:577-578
Müellif: Süleyman Kuku (rahmetullahi aleyh)

İnsanın yaratılması ibadet yapmak içindir

İnsanın yaratılması, ibadet yapmak içindir

İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, birinci cild, 97. ci mektubunda buyuruyor ki, (İnsanın yaratılması, ibadet yapmak içindir. İbadet yapmak da, yakîn yani hakiki imana kavuşmak içindir. Hicr sûresinin son âyetindeki (hatta) kelimesi, belki de (için) demektir. İbadet yapmadan önceki iman, sanki imanın suretidir. İbadet yapınca, imanın hakikati hâsıl olur. (Vilâyet) yani evliyalık, Fenâ ve Bekâ demektir. Fenâ, Allahü teâlânın razı olmadığı şeylerin, kalpten çıkmaları, kalpte kalmamalarıdır. Bekâ, yalnız Allahü teâlânın razı olduğu, beğendiği şeylerin kalpte bulunmasıdır). İbadet, Resûlullahın sünnetine, yoluna tâbi olmak demektir. Bu yola (İslâmiyet) denir. İslâmiyete tâbi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi iman etmek, Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve haramlardan, bid’atlerden sakınmak lâzımdır. İslamiyet, hakiki bir âlimden öğrenilir. Bu âlime (Mürşid) denir. Bir mürşid bulup, onun sözlerinden, hâllerinden öğrenilir. Mürşid bulamazsa, bir mürşidin kitabından öğrenilir. (Tam İlmihal s. 952)

Allahü tealanın bir kulunu sevdiği nerden belli olur?

Allahü tealanın bir kulunu sevdiği nerden belli olur?

"Bir kimse, karşısındakinin kalbinden neler geçiyor neler düşünüyor onları anlasa, her ettiği dua kabul olsa, bu Allahü tealanın sevgisine alamet değildir. Allahü tealanın sevgisi, şeriate uymaktadır. Farzları yapıyor mu, sünnetleri yapıyor mu, haramlardan sakınıyor mu, işte Allahü tealanın sevgisine alamet budur".
(Hüseyin Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)
NOT;
Şeriate uymanın makbul olması için de önce onu doğru bilmek lazımdır.
Ahir zamandayız. Din cahilleri helala haram, harama helal demeyi sürdürüyorlar.
En kötüsü de, Batılı kafirlerin ve yerli işbirlikçilerinin (Kur'an islamı) aldatmacasıyla Kur'anı çürük akıllarına göre yalan yanlış açıklamaları islam coğrafyasını mübarek ecdadının islamiyetinden hayli uzaklaştırdı. Halbuki bir kimse ecdadımızın kütüphaneler dolusu din kitaplarından birkaçını veya düzgün tercümesini okusa, dinini doğru öğrenip o kitaplara uysa cehennemde yanmaktan kurtulur, cennetlik olur. Allahü teala cennetlik kullarını sever. Sapıkları sevmez.

Ey Âdemoğlu Kendi kendine ne kadar insafsız davranıyorsun

“Ey Âdemoğlu! Kendi kendine ne kadar insafsız davranıyorsun. Hayâtın boyunca, her gün dünyâ ile meşgûl olursun, onun geçici ve aldatıcı güzellikleri ile oyalanırsın. Fakat her gün
bâkî olan, hakîkî saâdet ve sonsuz nîmetler yeri olan Cennet'e dâvet olunursun. Cennet'e hiç îtibâr etmezsin. Dünyâyı bir tarafa itip, âhirete yönelmedin. Hiç olmazsa ikisini aynı seviyede
tutup ona göre hareket etseydin. Sen ise âhireti sanki unutmuş gibisin."

Davud-i İskenderi “rahmetullahi aleyh”

İmâm-ı Rabbânî'nin (kuddisesirruh) yazıları tasniftir

Kalp ve rûh ilimlerinin mütehassısları ya kitab tasnîf ederler veya te'lif ederler. Tasnif
demek, bir ârifin kendine bildirilen ilimleri, esrârı, dereceleri yazmasıdır. Böyle olan tasnif
çok zamandan beri dünyâdan kalktı. Yalnız te'lif kaldı. Fakat İmâm-ı Rabbânî'nin (kuddisesirruh)
yazıları doğrusu tasniftir. Te'lif değildir. (Muhammed Hâşim Kişmî)

Bu asır, mü’minlerin (merhametli) olma asrıdır

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki

Bu asır, mü’minlerin (merhametli) olma asrıdır. İnsanlara (acıma) devridir. Ne yaparsa yapsın. Çünki bunların gözleri (kör) kardeşim, kulakları (sağır). Bilmiyorlar, bunlara kızmak değil, acımak lâzım. Onlara hidâyet için duâ etmek lâzım.

Hattâ elden ne geliyorsa, ne imkân varsa, onu yapmak lâzım, yanacaklar çünki. Birini ateşte yanarken görsek, kızar mıyız, yoksa acır mıyız? Acırız tabii. Kurtarmaya çalışırız. Yanan adama kızılır mı? Adam yanıyor.

Peygamber aleyhisselâm İslâmiyyeti teblîğ etmeye başladığı zaman hiç müslümân yokdu. Bir tek kendisi vardı. Sonra Hatîce vâlidemiz ve diğerleri yavaş yavaş îmân etdiler. O zaman kızılacak zaman mıydı? Hâlbuki kendisine ne kadar sıkıntı verdiler, hakâret etdiler.

Hattâ geçeceği yerlere diken döşediler. Ama O, onlar için (Bilmiyorlar, bilseler böyle yapmazlar) dedi. (Benim vazîfem, anlatmakdır) buyurdu. Bedduâ etseydi, hepsi (taş) olurdu. Çünki Allahü teâlâ, onun dudaklarına bu (yetki)yi vermişdi.

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin Hüseyn Hilmi Işık efendiye yazmış olduğu mektubların latinize edilmiş hali

Seyyid Abdülhakim Arvasi  (Kuddise sirruh) hazretlerinin Hüseyn Hilmi Işık efendiye yazmış olduğu mektubların latinize edilmiş halinin kaynak kitaptaki fotoğrafları...



Kaynak kitabın kapak fotoğrafı aşağıdadır.

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin Hüseyin Hilmi Işık efendiye yazdığı mektupların orjinallerinin fotoğrafları aşağıdadır.

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin Hüseyin Hilmi Işık efendiye yazdığı mektupların orjinallerinin fotoğrafları

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin Hüseyin Hilmi Işık efendiye yazdığı mektupların orjinallerinin fotoğrafları...

Seyyid Abdülhakîm Arvasi Efendi'nin oğlu Münîr Bey'in Hüseyn Hilmi Işık efendiye yazdığı iki mektup

Seyyid Abdülhakîm Arvasi Efendi'nin (Kuddise sirruh) oğlu Münîr Bey'in Hüseyn Hilmi Işık efendiye yazdığı iki mektup.

Seyyid Abdülhakîm Arvasi Efendi'nin (Kuddise sirruh) oğlu Münîr Bey'in Hüseyn Hilmi Işık efendiye yazdığı yukarıda latinize edilmiş olan iki mektubun orjinali...

Mü’minin îmânının te’sîri hem canlılara hem de cansızlaradır

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki

Efendim, mü’minin îmânının te’sîri, hem canlılara, hem de cansızlaradır. Duvarlara bile tesîr eder. Taşa bile te’sîr eder. Meselâ bir (Evliyâ) zât, bir taşa elini sürse, o taş feyz alır ve feyz saçar etrâfına. Bin sene geçse bile o taşdan feyz gitmez. Kullandıkları eşyalardan da feyz alınır.

Nitekim onların eşyâlarını, takkelerini, gömleklerini, bin sene sonra kullanan, aynı feyzi alır kardeşim. Çünki (Evliyâ) demek, (Allah dostu) demekdir. (Allah adamı) demekdir. Onların bütün zerreleri zikreder. Bütün hücreleri zikreder, hattâ vücûdundaki kıllar bile zikreder.

Bir hastânede mescit olsa, o mescitde kılınan namaz, o mescitde okunan Kur’ân-ı kerîm, bu ibâdetlerden hâsıl olan (Feyz) ve (Nûr), dalga dalga bütün odalara gider, yayılır ve farkında olmadan hastalar şifâ bulur efendim.

Çünki Kur’ân-ı kerîm dağa inseydi, koca dağ erir, su gibi akardı. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde öyle buyuruyor. Kur’ân-ı kerîmin derecesine, peygamberler bile yetişememişdir. Çünki (Kelâm-ı ilâhî)dir o. Allah kelâmıdır.

Basmasa mübârek kademin rûy-i zemîne

Basmasa mübârek kademin rûy-i zemîne
Pâk etmez idi kimseyi hâk ile teyemmüm.

(Kazasker Mustafa İzzet Paşa)

Amel etmediğin ilimden zararlı bir şey yoktur

“Senin için, amel etmediğin ilimden zararlı bir şey yoktur.”
Süfyân bin Uveyne “rahmetullahi teala aleyh “

Ne iyi insansın

Bir kimsenin sana, “ne iyi insansın” demesi, “ne kötü insansın” demesinden iyi geliyorsa, bil ki kötüsün.

Süfyân-ı Sevrî “kuddise sirruh”

Allah’ın sevgili kulusun

Kendisine “Allah’ın sevgili kulusun” denilince hoşlanan, nefsinin esîri olduğunu bilsin.
Sırrî Sekatî “kuddise sirruh”

Sıddîk

“Ebûbekr-i Sıddîk hazretlerine, Sıddîk demeyenin sözüne Allahu teâlâ dünya ve âhırette doğruluk vermez.”
İmâm-ı Muhammed Bâkır “radıyallahu teala anh”

KASKETİN ARDINDAKİ FÖTR

Sene 1909, İstiklal Caddesi.
İstanbul’un gavurları; İngiliz, Amerikan ve Yunan bayraklarını sallayarak sevinç naraları atmakta idi.
Bir şeyler oluyordu, olağanüstü bir şeyler.
Kalabalığa karışmış;
Tarihe bir not düşmek adına...
Bu zaferin(!) ardında kimin olduğunu, gelecek nesillerin gözüne soka soka, adeta dalga geçercesine...
Bir İslam düşmanı,
Bir Türk düşmanı,
Bir Osmanlı düşmanı...
Başındaki fötr ile, kasketlinin arkasında objektife keyifle poz veriyordu.
Sultan 2. Abdülhamid Han; İngiliz ajanı Aubrey Herbert’in planlarını harfiyyen tatbik eden İttihatçılar tarafından sürgüne gönderiliyordu.
Ve A. Herbert zaferini kutluyordu, kalabalıklar ile birlikte.

İNKILAB

“Türk kütübhânelerini yakmaya lüzum kalmamıştır. Çünkü, harf inkılâbıyla bu hazineler, örümceklerin yuva yaptığı raflarda kapanıp kalmaktan başka bir işe yaramayacaktır.”

(Arnold J. Toynbee, İngiliz tarihçi)

ADÂLET-İ ÂL-İ OSMÂN

Vaktâ ki, Fâtih Sultan Mehemmed Hân'ın (rahmetullahi te'âlâ aleyh) mimârlarından hristiyan bir adem, sultanın emri hilâfına iş işleyince kolu kestirilür.

Ol mimar dahi , vaktin meşhûr İstanbul kadısı Hızır Bey'e (rahmetullahi te'âlâ aleyh) giderek, Fâtih'i da'vâ eder.

Kadı Hızır Bey;
"es-Sultân ibnü’s-Sultân el-Gâzî Ebu’l-Feth Mehemmed Hân-ı Sânî"
yerine «Murâd oğlu Mehemmed, şu saatte mahkemeye gelin!» celbini yazar ve gönderür.

Fâtih, mahkeme günü mütevâzî bir ferd gibi âlâyişsiz bir surette mahkemeye gelir. Maznûn (zanlı) yerinde oturdu. Hızır Bey, yerini aldı. Ve muhâkeme başladı.

Mahkemelerde hâkim adâlet tevzî (dağıtma) ettiği için oturur, diğerleri ayağa kalkarak, ayakta ifâde verirdi. Hızır Bey, Fâtih’i otururken görünce, O’na:
“Suç savunması üzresin, ayağa kalk” diye ihtâr etti.

Bu îkâz üzerine Fâtih, ifâde için ayağa kalktı.

Kadı Hızır Bey, muhâkeme neticesinde Fâtih’i suçlu, hıristiyan mîmârı mazlûm buldu. Kısas âyetini okudu. Ve Fâtih’in kolunun aynı şekilde kesilmesine karar verdi.

Bütün dünyâyı dize getiren cihan pâdişâhı Fâtih, kararı sükûnet ve tevekkülle karşılayarak:

“Hüküm şer’-i şerîfindir!..”
dedi.

Böyle bir adaletin neticesi hristiyan mimarın kısas hakkından vazgeçtiği tarihî vesikâlarda mukayyeddir.

Ve dahi Fatîh Sultân Mehemmed Hân-ı Sânî buyurdu ki;

"Kadıyı satın aldığın gün adalet ölür.
Adaleti öldürdüğün gün devlet de ölür."

NAMAZ

Buyurdular ki;
"Nerede namaz var, orada îmân var. Nerede namaz yok, orada îmân ya var, ya yok"

UCB

Buyruldu ki;
"Ucb, ibâdetlerini beğenmektir."

ŞEYTAN

Buyruldu ki;
"İnsanın iki şeytanı vardır. Biri dışında, diğeri içinde. İçindeki şeytana nefs-i emmare denir."

İYİLİK

İYİLİK
"Bir kimse birisine iyilik etse, bir zaman sonra kızıp bu iyiliği harâm etse, harâm olmaz. Bilakis yaptığı iyiliğin sevâbından mahrum kalır"
-Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, 372-

AMEL / ÎMAN

"Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebine göre ameller, îmanının hakîkatinden hâriçtir. Bunun için bir kimse kalbiyle tasdik edip diliyle ikrar ediyorsa, o kimse mümindir, müslümandır, muvahhiddir. Kıyâmet günü îmanın faydasını görür. Tâ’ati terk, ibâdeti ihmal etmiş olmakla azaba dûçar olsa da, sonsuz olarak Cehennem'de kalmaz. Azabını çektikten sonra ebedî yeri, Cennet-i naîm olur. Ehl-i sünnet itikâdının büyük imamlarının hükmü, görüşü, kararı budur."
-Dav'üş-Şems,32-

Bir günahı işlediğin zaman aldığın zevk

Bir günahı işlediğin zaman aldığın zevk o günahtan daha kötüdür. Seyyid Abdurrahman Kutb-ul Arvasi (kuddise sirruhu)

Allahu Teala tektir ve teki sever

İmamı Rabbani kuddise sirruhu bir gün bir talebesine bahçeden bir kaç karanfil getirmesini emir buyurdular.O da altı tane karanfil alıp getirdi.Azarladılar ve:”Bizim sofimiz şu kadarını da mı duymamıştır ki,<<Allahu Teala tektir ve teki sever>>.Tek’e riayet ve dikkat müstehabdır. İnsanlar müstehabı ne zannediyorlar.Müstehab,Allahu Teala’nın sevdiği şeydir. Biz müstehaba o kadar riayet ederiz ki yüzümüzü yıkarken suyu önce sağ tarafımıza getiririz. Çünkü sağdan başlamak müstehabdır.”

‪Kalp ehli velilerin birbirlerini inkar etmeleri

‪Kalp ehli velilerin birbirlerini inkar etmeleri gerçek manada bir inkar olmayıp benimsemiş oldukları yolu ve mesleklerini takviye etmek için bir gayretten ibarettir.O halde mürid,veliler arasındaki bu hadiseler sebebiyle diğer veliye öfke ile bakmamalıdır.

(Gavs Seyyid Sıbğatullah Arvasi‬ kuddise sirruhu)

AYNA

“Niçin kendini frenk kafirinden daha aşağı görmeyenin Allahu tealayı tanıması haramdır.”
Buyurdular?
Bunu açıklayayım istedim arkadaşlara.
Allahu tealadan evliyâullaha gelen vâridler, vâridatlar iki çeşittir.
Birisi; vücud cihetinden vâridat, birisi; adem, vücudun tersi cihetinden gelen vâridat.
Vücud; Allahu tealanın rahmetinin aynası. Onun için, vücud aynasında gördükleri hep hayrdır, kemâldir, hüsndür, cemâldir. Vücud aynasında...
Zâtıyla alakalı sıfatlar. Bunlar, O’nun vücud aynasında görülür.
Ama vücud aynasında görülenlerin; hep güzel, hep hayırlı olduğunu anlamak için birde adem aynasında bunların tersleri görünüyor.
Vücudda olan güzellikler, hayırlar adem aynasına aksedince, tersleri aksediyor. Yokluk aynasında, bu yok olması icab edenler aksediyor.
Diyelim ki, burdaki bir işi başka bir aynaya karanlık olarak aksediyor. Orda karanlık oluyor. Orası kararıyor yani.
İnsan aslı ademden olduğu içün ve Allahu teala, ona vücuddan da bir şua, bir parıltı verdiği içün, hep hayvan gibi canlı, diğerleri gibi ademde kalmadı insan. Vücud tarafından da nasibi vardır. Olabilir yani. “vardır” derken “olabilir” demektir.
O zaman, bu gelen vâridat; eğer adem cihetinden, adem aynasından geliyorsa, insan kendini hep o hayrın tersi şerr, kemâlin tersi nakıs, cemâlin tersi çirkin... Hep böyle bulacak, kendini. Hiç, o vâridat geldiği zaman, hiçbir zaman kendinde bir hayr bulmayacak.
O zaman frenk kâfirinden hiçbir farkı kalmaz, efendim. O da aynıdır, o da aynıdır, aynada.
Belki, bu iyi taraftan gittiği içün daha da kötüdür.
Dolayısıyle, o zaman da eğer denirse ki “ben yirmi senedir, otuz senedir hep sol tarafımdaki meleği yazar görüyorum, hiç sağ tarafımdaki melek yazmaz, benim hiçbir hayrım yoktur” derse birisi , ona şaşmamalı.
Ama, bir başka zaman bu vâridat, bu sefer vücud sıfatından aksederse, vücud aynasından aksederse, o zaman da aynı zât ne der?
“Ben sol omuzumdaki meleği görmüyorum, sol omuzumda melek yok, yazı yazan melek kalmadı”
Bunu birisi, birgün erken kemâle geldiği zamandada söylemiş değil. Bu, vâridat-ı ilâhînin gelmesi ile alakalı bir şey.
Yani, vâridat kapı cinsindense; insan içi daralır, sıkılır, üzülür, hiçbir şey düşünemez, hiçbir iyilik düşünemez . Ama, bir geniş hale geldiği zaman, bast hâli olduğu zaman, havalarda uçar.
Bunlar haldir, ilm ve makam değillerdir.
Onun içün, o kimse kendini frenk kâfirinden aşağı da görebilir, beşki en yüksek mertebede de görebilir.
“Benim hiç solum kalmadı, hep sağ oldum”
der.
Peygamberimiz ne buyuruyordu hadîs-i şerîfde?
“Rabbimin iki eli de sağdadır”
Allahu tealanın sıfatlarıyle o anda sıfatlanmış oluyor. O, iyi vâridat, vücudla alakalı vâridat geldiği zaman.
Ama, ademle alakalı vâridat geldiği zaman da...
Ademin gereği ne idi?
Eksiklikdi, kusurdu, yoklukdu, olmamaklıkdı, bu olmasa daha iyiydi...
Yani, Ebûbekir-i’ssıddîk hazretlerinin;
“Keşke bir kuş olsaydım”
Hazret-i Ömer’in (radıyallahu anh);
“Keşke Ömer’i anası doğurmasaydı”
Hep o hallerle alakalı.
Ha, Cennetle müjdelenmiş eshab-ı kiram bunlar. Ama, o anda o vâridat içindeler. O anda kendilerine, yukardan öyle bir vâridat geliyor ki o vâridatın içinde kenfini buluyor, başka düşünemiyor.
Yoksa, belki aynı haber, Ebûbekir-i’ssıddîk hazretleri en ufacık şey içün başka devletlere harb açardı.
O zaman, kişinin kendisinin karşısında durduğu ayna mühim.
Bu aynaya biz VÂRİDAT diyoruz. Büyüklerimiz vâridat diyorlar.
Vücudla alakalı ise kemâl tarafı, ademle alakalı ise nakıs tarafı, kötü tarafı.
O zaman kötü tarafın;
“Keşke ben hiç olmasaydım”
“... Allahu tealayı tanımak ona haramdır”
demesinin sebebi o.
O hali bilmeyen kimse Allahu tealayı nasıl bilecekler, nasıl tanıyacaklar?
Biraz anlaşıldı değil mi efendim?
Çok arkadaşlar zaman zaman sual ediyorlardı. Bugün aklıma geldi biraz cevablandıralım istedik.
Büyüklere göre cevabı bu olduğunu bilsinler, başka şey düşünmesinler.

(Süleyman Kuku rahmetullahi aleyh)

İstanbul'da zelzele az olur

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin torunu olan Seyyid Taha Üçışık amcamız dedesinden naklediyor. Efendi babam Seyyid Abdülhakim Arvasi kuddise sirruh buyuruyor: "İstanbul'da zelzele az olur.Olsa da hasarı az olur."
Not: Yukarıdaki fotoğraf Seyyid Taha Üçışık amcamızın facebookta ki paylaşımının ekran görüntüsüdür.

Kedi sevmek imandandır

Efendimiz salallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:”Kedi sevmek imandandır.”Sahabe-i kiram hikmetini sorduklarında efendimiz salallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
“Bunu sadece Ebu Hureyre anlar.”

Not: Sahabe-i kirâmın büyüklerinden olan Ebû Hureyre hazretlerinin künyesi olan "Ebû Hureyre", "kedicik babası" demektir. 

Kedicik babası
Ebû Hüreyre hazretleri bir gün kaftanının içinde küçük bir kedi taşıyordu. Resûlullah efendimiz onu gördü. Buyurdu ki:

- Nedir bu?
- Kedicik.

Bunun üzerine Resûlullah efendimiz ona;
- Yâ Ebâ Hüreyre, [ya’nî, Ey kedicik babası] buyurdu.

Ebû Hüreyre bundan sonra bu isimle meşhûr olup, esas ismi unutuldu...

Seyyid Abdurrahim Arvasi hazretleri

Seyyid Ahmet Arvasi hocamızın büyük ceddi Seyyid Abdurrahim Arvasi hazretleri Doğubeyazıd/Ağrı’da medfundur. Çıldıroğullarından İshak Beyin daveti üzerine oraya yerleşmiş gerek irşad gerekse Ehli Sünnet itikadının neşrinde büyük hizmetler yapmıştır. Bir gün sohbet halkasında Şii bir ahundun“ Ne okuyorsunuz?” sualine “Mesnevi”cevabı verildiğinde, ahund Mevlana’yı ve Mesneviyi tahkir edici bir maksatla dinlemeye değmez anlamında “ Meşnevi” dedi. Abdurrahim Arvasi (h.z)Mesneviyi rastgele açmış çıkan ilk beyti İranlı ahunda okutmuştur.
“Mesnevi ra meşnevi mehan
Ey seg-i gürgin bed kerdei”
(Mesneviyi meşnevi diye okuma ey uyuz köpek! Kötü bir iş yaptın) beytini gayrı ihtiyari okuyan ahund ve meclistekiler dehşete düşmüştür. Bilahare Mesnevide bu beytin bulunması için ne kadar çaba sarfedilmiş ise de bu beyte tesadüf edilememiştir. Seyyid Abdurrahim Arvasi hazretlerinin kabri Ahmed-i Hani türbesinin giriş kapısına yakın bir yerdedir.

ŞANSLI / ŞANSSIZ

Buyruldu ki;
"Biz bir bakıma şanslıyız, bir bakıma şanssızız, efendim.
Şanssız olduğumuz taraf; Asr'-ı se'âdetten, tâbiîn, tebe-i tâbiîn zamanlarından, İslâmın parlak olduğu zamanların hepsinden uzak olmamız. Hep bunlar bizim aleyhimize.
Şanslı olduğumuz taraf var. Bütün bunlara rağmen, o büyükleri seviyoruz, onların bütün çalışmalarını haklı, yerinde İslâma hizmet olarak görüyoruz. Bu da elhamdulillah, bu kadar uzun zaman sonra bize nasîb olandır. Bu kadar yıllardan sonra, bu bizim insanlarımıza, nasîb olan bir meziyyettir, efendim. herkeste bu yok."
(Sohbetlerden bir katre)

Aşık ve Maşuk

- Bir gün, Hazret-i İmâm'ın (İmâm-ı Rabbânî kuddise sirruh) iyi talebelerinden biri:

- Bir kitâbda gördüm. Gavsi Rabbâni Şeyh Ebulhasen-i Harkânî (kuddise sirruh) buyurdu ki:

- Her şeyde rahmet vardır. Fakat aşkta rahmet ve merhamet yoktur. Çünkü aşkta hem öldürüyorlar, hem de öldürmenin diyetini istiyorlar.  Bunun manâsı nedir Efendim? diye sordu. Hazret-i İmâm,yataklarında yaslanıyorlardı. Bu sözü duyunca, ızdırabla yataklarından indiler.

Bir müddet murâkabede oturup, sonra orada bulunanlara yüzlerini döndüler. Bu arada, bu âvâre kalbli çaresize hitâb edip, şöyle buyurdular:

Bu söz,ârifin ayn ve eserinin zevâlinden haber veriyor. O hâlin sâhibi,maşuktan dâima rahmet içinde rahmet gördüğü halde, bu şekilde söylüyor. Bu zavallı âşık,bekaya ve maşuka kavuşmak hararetinin,ateşinin çokluğundan,bunları rahmet bilmiyor. Çünkü, muhabbetin öldürdüğünün maşuktan uzak olduğu an maşukun ismini ve mahbûbun makamını duyması bile, onun için rahmettir. Ama o, rahmeti maşuku görmekte biliyor. Rahmet, olmadan önce kurbu rahmet biliyordu, fakat mahbûbun merhametiyle,uzaktan yakına gelince, o yakınlığı merhametsizlik bilip,merhameti maşuku müşâhedede bildi.

Maşukun merhametiyle, müşâhede makamına erişince, ateşi ve harareti, bunu da merhametsizlik bildirip, merhameti, maşukla sarmaş dolaş olmakta bildi. Yine mahbûbun merhameti ile mahbûbla sarmaş dolaş olunca, ateşi ve bitmeyen harareti,bunu da merhametsizlik bildirip, merhameti maşukun aynı olmakta bildi. Maşukun merhameti ile bu da olursa,bu, bir olma ve aynı olmada, diğer mertebeler daha bilip,merhameti onlara kavuşmakta görür. Kendisinde olanı şevkin ve arzunun çokluğundan merhametsizlik biliyor. "Öldürdüklerinden diyet isterler", sözüne gelince, o kendi bilmesiyle,kendini tamamen öldürülmüş buldu ve eserden kalmış olanları yok etme hususundaki soruları, diyet olarak anlıyor. Söylediklerinin hepsini hayretle söylüyor. Fakat her mertebedeki ölümünün, tamam olmadığını, vücûdunda hayattan canlılıktan az bir şey kaldığını bilmiyor. İkinci defa, o kalmış olan azıcık hayatı da sona erdirdikten, öldürdükten sonra, öldürenin nazarında çok daha az ve ince bir hayatın kalmış olduğunu düşünüp, onu da tamamen yok etmeğe uğraşıyor. Burada,öldürenin, ölenden diyet istemesi, ölenin kendisini tamamen öldürene ısmarlaması, teslim etmesi olup, kıl ucu kadar,kendisinde olma hâli görülünce, öldürenin diyet cezasını hatırlatması demektir. Tamamen böyle olduğundan, ne gördüğünden, ne verdiğinden, ne söyleyeyim,nasıl söyleyeyim?

Mısra:

"Kalem buraya geldi ve ucu kırıldı."

Bu ma'nidâr söz üzerine.

- Öldürürler ve ölenden diyet isterler. Yanî ayn ve eserin zevali olan fenâ ile öldürürler ve bununla beraber, kulluk vazifelerini ve şeriatın vazifelerini yine isterler,buyurdular.

Kaynak: Berekât [Zübde-tül Makâmât]
Sahife no: 255-256
Müellif: Muhammed Hâşim Kişmî
Tercüme: Süleyman Kuku  [A. Farûk Meyân]

Maşukların Aşkı ve Âşıkların Aşkı

BEREKET 1

-Hoş ve tatlı bir gecede Mevlânâ'nın (kuddise sirruh) şu iki beytini okudular:

Ma'şuk olanın aşkı örtülü ve gizlidir;
Âşık olanın aşkı,davullu zurnalıdır
Lâkin âşıkın aşkı tenleri eritiyor
Ma'şûkun aşkı ise,hoş ve semiz ediyor.

Bunun üzerine şöyle buyurdular ( İmâm-ı Rabbânî hazretleri ) :

-Maşukların aşkı,yüksek mertebeler itibariyle,âşıkların aşkından,çok ayrıdır. Zira maşukların aşkı,âşıkın zâtınadır. Sıfâtlarından hiçbiri arada yoktur. Âşıkın aşkında ise,maşukun sıfâtları vardır. Âşıkı ancak aşk istilâsının tasarrufunun devamı, maşukun sıfâtlarından  maşukun zâtına götürebilir. Ancak o zaman,âşıkın muhabbbeti,zâti olur ve maşukun âşıka  muhabbeti daha aşağı görünür.

Son zamanlarda Mecnûn Amirîden nakledilenler buna benzer. Yoksa başlangıçta ve ortada âşıkın aşkı,maşukun sıfâtlarına muntazırdır. Yanaktaki sabahata (güzelliğe) endamdaki edaya,tebessümdeki melâhata (manevi ve manalı güzelliğe), sözlerdeki letafete, göz ucundaki naza,yay gibi olan kaşa,zülfün büklüm ve kıvrımlarına ve buna benzer sıfâtlara bakar. Ama maşukun âşıka olan aşkında bunlardan hiç biri bulunmaz.Sonra yine buyurdular: Sıfâtlara olan aşkta rahatsızlık ve değişme zaruridir. Bunun için âşıkın aşkı davullu zurnalıdır.

Zâtın aşkı ise huzur ve temkini icâbettirir. Âşıkın zayıf,maşukun toplu ve şişman olmasının sebebleri, âşıktaki huzursuzluk ve maşuktaki huzurdur. Maşukların aşkının gizli ve örtülü olması da muhabbet-i zâtiyeyi göstermektedir. Çünkü zat,sıfâtlardan ve buna benzerlerden daha gizlidir.

Bu fakîr arzettim ki (Muhammed Hâşim Kişmî hazretleri), maşukun âşığa olan aşkı,maşukun melhuzu (hatıra gelmesi) olacaktır. Çünkü âşık, o mahbubdan değildir ve ona tutkundur. Buyurdular ki, bu mülâhazalar da yok görünüyor ve maşukun muhabbeti hiç bir şeye benzemeyen, hiçbir şekilde, anlatılamayan tarzda görünüyor. Mübarek dillerinden işittiğim burada bitti.

Bu, O Hazret'in "Onları sever, onlar da onu sever" âyeti kerîmesinin rumuzuna, esrarına âid bir tabirleridir, açıklamalarıdır.

Anlayan anladı.

Kaynak: Berekât [Zübde-tül Makâmât]
Sahife no: 254-255
Müellif: Muhammed Hâşim Kişmî
Tercüme: Süleyman Kuku  [A. Farûk Meyân]

Şüphe yoktur ki imam Hüseyin radıyallahü teâlâ anh seyyid-i şühedâdır

Ne gibi hevâ ve hisse terbi olarak yazıldıkları ğayr-ı malûm olan bir takım tarihlerin yazdıkları ve şîaların zehab ve itikadı gibi Hazreti Hüseyin radıyallahü teâlâ anh susuzluk çekmiş, elem ve ızdırap his etmiş değildir. Filhal imam-ı Hüseyin radiyallahü anh ehlini ihata eden Yezid askeri tarafından Kerbelâ’da su yolları kesilmiş idi ise de nar-ı Nemrudu İbrahim aleynisselama gülistan kılan kudret-i yezdan şüphesizdir ki ân-ı şehadeti zülâl ve reyâhîn-i cinan ile iskâ ve ta’tîr etmiştir. Binaenaleyh imam-ı Hüseyin radiyallahü teâlâ anh susuzluk ve atş hissini duymamışlardır. Bilaks naîm ve şerâb-ı ahiretle şîrin mezak olarak revân-ı râkîyi tâir-i illiyyîn olmuştur. Kur’an-ı Kerîm’e, Hazreti Muhammed sallalahü aleyhi ve selleme, kaza ve kader-i ilâhîye ve yevm-i ahirete iman edenlerin imam-ı Hüseyin radiyallahü teâlâ anh hazretlerinin azap ve elem-i atş ile muzdarip olarak şehit olduğuna zâhip olmaları ne doğrudur ne de layıktır. Çünkü Resulûllah sallalahü teâlâ aleyhi ve sellem şüheda yara elem ve ızdırabını çekmez ve hissetmez buyurmuşlardır. Şüphe yoktur ki imam Hüseyin radiyallahü teâlâ anh seyyid-i şühedâdır. Ve hiç bir elem his etmemişlerdir.
(Seyyid Abdülhakim Arvasi kuddise sirruhu)

Kullar Allahu teâlâ ile alışverişte değildir

Efendi Hazretleri dükkânima her gelişte: 
"Hâbil, işlerin nasıl?" derdi.
Ben de “elhamdülillah iyidir”, derdim.
Bir def'a yine sordu.
“Elhamdülillah, çok iyidir”, dedim.
"Ha, işte şimdi oldu. Allahu teâlânın verdiği ve yaptığı çok iyidir. Kullar Onunla alışverişte değiller ki, verdiğine göre değerlendirmek hakları olsun" buyurdu.

CUM’A NEMAZI

Zeyne’l-mecâlisde (isimli kitabta) mezkûr iki hadîsin mazmûmun-ı hümâyûnı (yüksek manası) budur ki;
Bazı melâike Cum’a günlerinde câmi kapularında durub nemaza gelenleri isimleri ile ve geldikleri zamanla birer birer yazub, hatîb minbere (hutbeye) çıkdıkda defterlerin kapayub zikr-i ilâhî istimâ’ iderler (dinlerler).
Cum’a nemazına mu’tad iken (her zaman geldiği halde) gelmeyenleri sorub;
-Filan (kişi) nice oldı, niçün gelmedi? Yâ rabb! Eger marîz (hasta) olduyse şifâ virüb, fakîr olduysa ğınâ (zenginlik) vir, dalâlete düşdiyse hidâyet iyle, vefât itdiyse mağfiret iyle diyu dua iderler.
(Mir’at-ı kâinat)

EL SETTÂRU

Ka’bden (Ka’bul ahbâr “rahmetullahi teala aleyh”) mervîdir ki;
cemî’i mü’mînin (bütün müslümanların) Arş altında misalleri olub, dünyada ibâdete mübaşeret idenin (ibadet etmeye başlayanın) sûreti dahi ana taklîd idüb (ona benzeyip) melâike-i ebrâr ânı görüb ânın için duâ ve istiğfar iderler.
Ma’siyete mübâşeret edenin (günah işlemeye başlayanın, işleyenin) sûreti dahi ol kabîh-i nazîrin işledikde (o müsliman o çirkin günahı işlediğinde) Hazret-i Rabb Settâr-ı Gafûr, melâikeye manzûr olmasun (melekler görmesin) diyu mahz-ı latîfinden (latif bir perde ile) mestûr (örtmek, gizlemek) ider.
(Mir’at-ı kâinat)

SUS!

SUS!

سکوت اللسان سلامة الانسان

Hazret-i Alî “kerremallahu vecheh “

“Dili susarsa kişi selamet bulur”

KÜFR

حب ابی بکر و‌عمر ایمان و 
بغضهما کفر
“Ebûbekr ve Ömer’i (radıyallahu teala anhuma) sevmek iman, onlara düşmanlık küfrdür.
(Hadîs-i şerif)

Anın içün âmme-i ulemâ sebb-i şeyhayn ve buğd-ı şeyhayn yani Ebubekr’e ya Ömer’e (radıyallahu teala anhuma) sebb etmek (sövmek) ya adâvet etmek (düşmanlık etmek) küfr-i sarihtir (açıkça küfürdür) diyu ittifak itmişlerdir.
(Mir’at-ı kâinat)

VÂCİB

حب ابی بکر و شکره واجب علی کل امتی
“Ebubekr’i (radıyallahu teala anh) sevmek ve (ona) teşekkür etmek bütün ümmetimin üzerine vacibdir”
(Hadis-i şerif)

NEMAZDAKİ MELEKLER

Mir’at-ı kâinatta meleklerin nev’ilerinden bahisle yazıyor:
“bir nev’i dahi şunlardır ki; nemazda Kur’ân okuyan bazı mü’minlerin kırâeti halinde (âmin) dirler, bazıları dahi (rabbenâ ve lekel hamd) dirler, bazıları dahi nemaza intizâr üzere olan (nemaz kılmayı arzu ile hazır bekleyen) mü’min içün duâ ve istiğfar iderler.

“Bizim taraf


ÂLİM
“Bizim taraf:
Mevlânâ Hâlid, Seyyîd Tâhâ, Seyyîd Fehîm ve Seyyîd Abdülhakîm Arvasî (kaddesallahu teala esrârehum) dan gelmektedir.
Biz, onların sohbetinde bulunan ve çok istifâde eden, zamanında akranı arasında eşi bulunmayan H. Hilmi Işık Efendiden (rahmetullahi teala aleyh) ne aldıysak aldık.
Yine H. Hilmi Işık Efendi’nin (rahmetullahi teala aleyh) emriyle, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden (kaddesallahu teala sirreh) gelen diğer bir yol olan:
Muhammed Ma’sûm Müceddîdî, Muhammed Sıbgatullah, Şeyh İsmâil, Gulâm Muhammed Ma’sûm, Şeyh İzzetullah, Meyân Şah Bey, Abdurrahman Yarkent, Gulâm Hüseyin Yarkent, Hacı Hâmid Velî, Hacı Meyân Şah Nüvâz Yarkent, Hacı Abdülhalil Yarkent (kaddesallahu teala esrârehum) hazretlerinden Kayseri ‘de EL ve meşguliyet VAZÎFEsi aldım.”

(Nadir Risaleler IV, Takvâ Yolu, sf 457)

Elveda

Muzdarip bir gönülle kâbuslu hayallerle,
Vuslatı canana ve gülistana elveda!
Gizli ah çekmelerle içli iniltilerle,
Zevkine doymadığım nevbahara elveda!

Gökler karardı yine hiçbir yer görünmüyor,
Müphem bir kuvvet beni her an geri çekiyor,
Madem ayrılacaktın ya niçin geldin diyor,
Bastığın aziz taş ve topraklara elveda!

Gözyaşım umman olmuş yol vermiyor geçeyim,
Ayrılıp göz nurumdan ben nereye gideyim,
Bu firak ateşiyle yanıp yanıp biteyim,
Hergün yeniden doğan arzulara elveda!

Zulmet bastı cihanı bütün emeller söndü,
Kalbim kan ağlar daim ruhum çılgına döndü,
Demek ayrılık geldi ve bana yol göründü,
Bu dertsiz yolculara bu yollara elveda!

Son bir defa bakayım o hüsn-i cemâline,
Bir nazarın değişmem bütün dünya malına,
İster gülsün gafiller bu aşıkın hâline,
Bundan böyle neşe ve sürurlara elveda!

Rabbimden diliyorum yakınlara gelmeni,
Ah yine görebilsem dünya gözüyle seni,
Ayrılık pek yakıyor al bağrına bas beni,
Faydasız hayallerle hülyalara elveda!

Gözün gönlün arkada nereye gidiyorsun,
Bakmaya kıyamazken nasıl terk ediyorsun,
(Allaha ısmarladık!) düşün kime diyorsun,
Asılsız hakikatsız rüyâlara elveda!

Nereye gidiyorsun ey yârine doymayan!
Bir an fazla kalmayı bulunmaz nimet sayan,
Hasret ile gün be gün kavrul alevlen ve yan,
Cihanı tenvir eden en son nura elveda!

Nereye gidiyorsun ondan nasıl ayrıldın?
Seni yakan o değil kendi kendini yaktın,
Düşün, gözyaşlarıyla kimin yüzüne baktın,
Ayrılırken inleyen bakışlara elveda!

Karşımdaki hayalin biraz daha kal diyor,
Kalbini benim gibi bu sevdaya sal diyor,
Öp elimi hasretle ve duâmı al diyor.
En derin sevgilerle aziz yâra elveda!

Tavzih: Süleyman Kuku efendinin hocası Hüseyn Hilmi Işık efendi için yazdığı bir şiir.

VELİLERİN BİRBİRLERİYLE OLAN MÜNAZARALARI

VELİLERİN BİRBİRLERİYLE OLAN MÜNAZARALARI

Mahlûkatın Ne Haddine Düşmüş ki O'nu Zikr Etsin!

Bismillahirrahmanirrahîm

Cenâb-ı Hak Subhânehu ve teâla sizi ve bizi ve cümlemizi hakîkî rüşd ile râh-ı rüşd ve hidâyet-i tahkîkî ile hidâyete vâsıl ve îsâl buyursun.

Zikr ve zikrin te'sirinden suâl etmiş idiniz:

Cevâb: Zikr ve zikrin tesiri bir bahr-i amîk [derin bir deniz] dir ki,bir kimse onun ka'rina ve gavrine [dibine] vâsıl olmuş değildir. Zikr bir deryâ-i mevâcid [dalgalı deniz]dir ki,cümle âlem onun bir mevcinden de [dalgasından da] haberdâr değildir.Zikr bir bahr-i muhît [kuşatan deniz, okyanus]tur ki,ihatasından âlemin cümlesi âcizdir. Zikr, nihâyetsiz bir âlemdir ki,nihâyetine kimse ermemiştir.Sâhilsiz bir durgun denizdir ki,bütün âleme nüfûz etmiştir. Zikr,zâkirin [zikr edenin] kalbine taalluk etmiş bir keyfiyettir ki,ta'rîfi ve takrîri [beyanı] ve tahrîri [yazılması] imkân dâhili değildir.Men arefellahe kelle lisânühü, ya'nî Hak ve Sübhânehü ve teâlâyı bilen bir kimsenin dili lâl olur. İbâre bulamaz ki, O'ndan bahs etsin. Deryâ-i hayrete dalar,âlem ve âdemden haberi olmaz.Zikrin mezkürü Allahu teâlâ olduğu gibi,zâkir de ancak O'dur. Ancak O, kendini zikr edebilir.Mahlûkatın ne haddine düşmüş ki, O'nu zikr etsin! Ancak kendi sıfâtlarıyla sıfâtlanması için halk buyurmuş olduğu insana zâkir olmasını emr etmiştir ki, herkes kendi isti'dad-ı fıtrısi nisbetinde o nihâyetsiz deryâdan ve ol bahr-i zehbardan bir şey ile müteselli olsun.Veys-i Karnî o deryânın bir katresiyle müteesellidir. Cüneyd-i Bağdâdî o bahrin bir avuç mikdarıyla sîrab eder [kanar]. Abdülkâdir-i Cîlî ise ancak o bahrin sahiline erişmişdir. Muhyiddin Arabî bunun umkundan [derinliklerinden] ihrâc edilmiş [çıkarılmış] bir cevher ile müftehir olmuşdur. İmâm-ı Rabbânî ondan büyük pay almışdır...

[Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh) hazretlerinin zikrle ilgili mektûbundan bir bölüm]

Zamanın ve Hallerin değişmesi

Zamanın ve hallerin değişmesi ile çok kereler matlûb tâlib [istenilen isteyen], aranan arayan,zengin fakîr,acıyan acınan olur.

Kaynak: Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı
1.cild, Sahife no: 575
Müellif: Süleyman Kuku

Zelîha'nın Yûsuf Aleyhisselâmın Geçtiği Yolda Durup Söylediği Söz

Zelîha'nın Yûsuf Aleyhisselâmın geçtiği yolda durup söylediği sözdür:

"Köleyi tâatle sultan, sultanı günâhla köle yapan Allahu teâlâ her ayıbdan ve kusurdan münezzehdir!".  Yûsuf aleyhisselâm bu hazîn münâcatı [içli yakarmayı] duyunca: "Sen kimsin?" diye sordu. Zelihâ: "Bizzât size hizmet eden ve saçlarını elimle tarayan ve evimde size ikrâmlarda bulunan fakîreyim. Hakkınızda benden sâdır olan, [meydana gelen] mahza [tamamen] hatâ idi. Ettiğim uygunsuz iş ve hareketler yoluma gelip vebâlini tattım ve baştan ayağa keder [üzüntü] denizine battım. Kuvvetim gitti. Malım bitti. Gözlerime ama târi oldu. [Gözlerim görmez oldu]. Mâl ve menal kalmadı. Çâresiz insanlardan meded ve istiâneye [yardım istemeğe] mecbûr oldum. Bazıları acır,bazıları acımaz oldular. Bütün Mısır halkı bana imrenirdi. Şimdi mahrûm oldum. İşte müfsidînin [bozuk işler yapanın] cezâsı budur" dedi.

O kerîm oğlu kerîm (aleyhisselâm) şiddetle ve çok ağladı: "Ey Zelîhâ, bana olan hubbundan [sevginden] kalbinde bir eser kaldı mı?" dedi.

Zelihâ: "O namus ve iffet timsâli cemâlinize bir kere nazar etmek [bakmak], yeryüzünü dolduran altın ve gümüşlere mâlik olmaktan benim için daha sevgili ve kıymetlidir" cevâbını verdi.

Yûsuf aleyhisselâm, merhameten Zelîha'ya: "Seni hanım olarak kendime istiyorum" müjdeli ifâdesini söyleyince, Zelîhâ bu sözü alaya yorumlayarak: "Beni genç ve güzel iken irâde ve ihtiyâr buyurmadılar [istemediler]. Şimdi acûze,gözleri görmez,zavallı bir fakîreyim" diye meyusâne [ümidsizce] cevâb verdi...

Kaynak: Son Halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Külliyâtı
1.cild, Sahife no: 574-575
Müellif: Süleyman Kuku

Muhadarat-ül ebrâr ve müsâferet-ül ahbar'dan

Arabîden: Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh): Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) buyurdu: "Ümmetim üzerine bir zaman gelir,reyler [farklı görüşler] çoğalır,nefse uyulur,çalgıyla ve teganniyle Kur'ân okunur ve Allah korkusu ve saygısı olmadan okunur.Allahu teâlâ bu okumalarına sevab vermez, bilâkis la'net eder. O zaman insanlar seslerin güzelliğine bakar da, Kur'ânın halâveti gider. İşte böyle kimselerin âhırette nasîbleri yoktur.Karışıklıklar çoğalır,herşey birbirine girer.Erkek erkekle,kadın kadınla işini görür de bu çirkin fiillerini beğenmeyenler onlara mâni' olmaz, hattâ rıza gösterirler. Bu da gizli büyük günâhlardandır. Din gününün sâhibi Deyyân'ın la'neti onlara olsun. Onlar benim şefâatime nâil olamazlar.Onların bu çirkin işlerini beğenip,onlara mâni' olmayanlar,kıyâmet günü yaptıklarına pişman olacaklardır.Ben onlardan uzağım. O zaman kadınlar toplantı yapıp,adamlar gibi insanlara hitab ederler.Toplantıları oyun ve eğlence olup, Allahu teâlânın rızasına uygun olmaz. O zamanın garîb hallerinden biri de budur. O insanlara yetişirseniz,onlardan uzak durun ve Allah için onlardan kaçın. Bu size Allah ve Resûlü için harb sevabı verir. Allah ve Resûlü onlardan beridir".

Muhadarat-ül ebrâr ve müsâferet-ül ahbar'dan
Muhyiddin Arabî hazretlerinin.

Peygamber Efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâda görmek için

Peygamber Efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâda görmek için: Beş kerre E’ûzübillahi mineş-şeytânir-racîm, beş kere Bismillâhirrahmânirrahîm, bir kaç kere Allahümme bi-hakkı Muhammedin erinî veche Muhammedin hâlen ve meâlen okuyup, konuşmadan yatmalıdır. Ahmed Nâmık Câmî böyle buyuruyor.

Hüseyn Hilmi Işık efendinin sohbetlerinden bir bölüm...
Kaynak: Hatıralar, Sahife:1462
Nakleden: Süleyman Kuku efendi

KİTÂBLARINDAKİ KELİMELERİN OSMANLICA ASILLARINA GÖRE YAZILMASINI İSTERDİ

Hüseyn Hilmi Işık efendi kitâblarındaki kelimelerin Osmânlıca asllarına uygun yazılmasına çok hassasiyet gösterirdi.
Not: Yukarıda bir yazım hatası olup örnek vermek için "gitti" kelimesi yazılacağı yerde tekrar "gitdi" yazılmıştır.
Kaynak: Hatıralardan bir alıntı...

SALEVÂT GETİRMENİN MÜSTEHÂB OLDUĞU VAKİTLER

Ulemâ dimişlerdir ki salevât virmek vâcib olduğu yerden gayri nice yerlerde dahi müstehâb ve müekkeddir.
✔️Abdest alırken
✔️ Cevâb-ı ezân akabinde
✔️ Mescide duhûl ve hurûc (giriş ve çıkış) zamanlarında
✔️ Nemaza ikâmet zamanında
✔️ Nemazın teşehhüd-i sânisinde (ikinci oturuşta)
✔️ Salât-ı cenâzede
✔️ Her duanın evvel ve vasat (orta) ve âhirinde
✔️ Meclis-i zikrde
✔️ Kıraat-i Kur’anda
✔️ Şer’e muvafık her türlü meclis ahirinde (günah olmayan toplantılar sonunda)
✔️ Her sabahta ve akşamda
✔️ Çarşılara çıktıkda
✔️ Sefere çıkdıkça
✔️ Seferden geldikçe
✔️ Bir mü’min, aşinası (tanıdığı) mü’mini görünce
✔️ Gecelerde kalkdıkça
✔️ Remazân gecelerinde
✔️ Kişinin kulağı çınladıkça
✔️ Bir nesne (şeyi) unuttukça
✔️ Hüccâca telbiyeden ferağları akabinde (hacıların “lebbeyk Allahumme lebbeyk...” söylemelerinin ardından)
✔️ Mekke’de Safâ ve Merve’de
✔️ Hacerü’l-esved-i mübâreki öptükçe
✔️ Arafatta vakfeye duruldukça
✔️ Kabr-i Resûl aleyhisselâm ziyaret olundukça
✔️ Peygamberin (aleyhissalatü vesselam) ism-i şerifleri bir nesne (şey) üzerinde yazıldıkça
✔️ Husûsen her Cum’a gecesi ve Cum’a güni, sair zamanlardan ziyade itmek istihbâb-ı müekkeddir (kuvvetli müstehabdır, sünnettir).

(Mir’at-ı kâinat)

ÜMMETÎ! ÜMMETÎ!

ÜMMETÎ! ÜMMETÎ!

Efendimiz aleyhissalatü vesselamın amcazadesi; Kasem bin Abbas (radıyallahu teala anhuma).
Ravzatü’l-vâizîn nam kitabta Kasem bin Abbas (radıyallahu teala anhuma) hazretleri nakleder:
“Hazret-i Resûl aleyhisselâm defn olunduklarında kabirlerine girenlerde âhir çıkan ve mübarek yüzlerini âhir gören ben idim. Mübarek ağızların tahrik iderler (hareket eder, kımıldar) görmeğin kulak urdım (verdim). İki kerre
‎رب امتی 
(Yâ rabbî, ümmetim!)
diyu söylediklerini işittim.”

(Mir’at-ı kâinat)

BİR ÂN

(Efendimiz aleyhissalatü vesselamın) zemân-ı nübüvvetlerinde ve hayât-ı dünyeviyelerinde; basîr (gören) ise bir an nazar (bakan, gören), a’mâ (kör) ise bir an mülâkat (konuşup) idüb îmân ile vefât iden sahâbidir.

(Mir’at-ı kâinat)

EFDAL

Hülâsatül fetavâda;
“Hazret-i Ebûbekr’e ve Ömer’e (radıyallahu teala anhüma) sebb ve la’in (sövme ve lanet etme) küfürdür. Amma, Alî’yi (radıyallahu teala anh) anlardan efdal (üstün) sanmak küfür değildir, bid’ad ve dalâlettir (dinde sapkınlıktır).
(Mir’at-ı kâinat)

İSTİRCÂ’

İstircâ’ itmek, ya’ni;
انالله واناالیه راجعون
(innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn) dimek, sadece mevt musîbetine mahsûs değildir.
Faraza, bir kimesnenin na’lini (ayakkabısı) tasması kırılsa, istircâ’ itmek gerektir. Tâ ki (bununla) sevâb-ı azîm tahsil ede (çok büyük sevab kazanır).

(Mir’at-ı kainat)

RİVÂYET

Rivâyet-i isnâd yani “bu kelamı filan filandan, o dahi filandan nakl eyledi” deyub, mesela; hazret-i Resûle dek cem’-i rivayetlerin zikr etmek bu ümmetin fedâil ve hasâisinden (bu ümmetin fazilet ve özelliklerinden) olub, Kur’an ve ehadis ve ahkâm-ı dîn-i İslâma zalel ve halel gelmekten anınla mahfuzdur.”
(Mir’at-ı kâinat)

SALÂT U SELÂM

“İmâm-ı Nevevî (rahmetullahi teala aleyh) hazretleri
یا ایهاالذین آمنوا صلوا علیه و سلموا تسلیما
ayeti mefhûmunca hazret-i Resûle teslîm (selam eylemek) hâli yalnız salât virmek (Efendimiz aleyhissalatü vesselama selamsız salevat eylemek) mekrûhtur”
demiştir.
(Mir’ât-ı kâinat)

HAKK-I RESÛL

“Sallallahu teala aleyhi ve sellem”
(Buyrulmuş ki);
“Hazret-i resûle salevât virmekden murad, Hakk tealaya emri şerifine imtisalle (Allahu tealanın emrine uymakla) taleb-i rızâ-i hüdâ (Allahu tealanın rızasını taleb etmek) ve üstümüzde olan hakk-ı resûlü (sallallahu teala aleyhi ve sellem) edâdır.

(Mir’ât-ı kâinat)

YÂDİGÂR MEKTÛBLAR 57. MEKTÛB

Ve aleyküm selâm seçilmiş, sevilmiş kıymetli kardeşim Hulki [Demiray]

Mübârek mektûbunuzu okudum.Çok mesrûr oldum.Hem odamın içi hem de kalbimin içi mektûbun ruhâniyyetiyle münevver oldu.Rûh evvelce nefse esir idi, nefsden memnûn idi,birlikde mütelezziz idiler [hayattan tad alıyorlardı]. Rûh nefsin esâretinden kurtulunca nefsin denâetini [alçaklığını], rezâletini,küfrünü görüp anlamağa başlayınca feryâd ediyor,üzülüyor.Bir kurtarıcı,bir mürşid arıyor. Cenâb-ı Hak rûhunuzun [ günaha bulaşma endişesinden ileri gelen ] sıkıntısını artdırsın, nefsin günâh deryâsında olduğunu görerek hâsıl olan te'sirlerini çoğaltsın.Gafletden uyanıp,zulmeti his etmek,düşmanı dost sanmaktan kurtulmak ne büyük seâdettir.

Rü'yâda gördüğünüz,size iltifat eden,büyüklerin mübârek rûhları ve mukaddes latîfeleridir.Sevdiğiniz bir insan şeklinde görünüyorlar. Cenâb-ı Hak o büyüklere olan muhabbetinizi,râbıtanızı artdırsın. Seâdet-i Ebediyye ipi,o muhabbetdir. O ipe sarılan,dünyânın zulmetinden, küfr ve irtidâd felâketinden kurtulur.İşin başı Ehl-i sünnet i'tikâdı,nemâz ve harâmlardan ictinâb edip ehlullahı sevmekdir. Cenâb-ı Hak bu ni'metleri size ihsân etmişdir. Bu öyle büyük ni'metdir ki milyonda bir kimseye bile nasîb olmamaktadır.

Derdinizin devâsı,rûhunuzun şifâsı Seâdet-i Ebediyye kitâbındadır.Fakat bir mektûbu,bir maddeyi yavaş ve tekrar tekrar okumalıdır.Teheccüd nafile nemâzları ve Arabî çalışmağı,diğer kitâbları mektebden sonra okursunuz. Şimdi beş vakit nemâzları müstehab vakitlerinde ya'ni evvel vakitlerinde kılmak ve Seâdet-i Ebediyye okumak azîm ni'metdir. Mübârek vücudunuzu yormayınız. Vücud insana emânetdir.Uykunuzu ve gıdânızı temâm alınız.

Amerikan tavuklarının hâli, burada kesilen koyunlardan farklı değildir. Ehl-i kitâbın kesdiği,mürtedlerin kesdiğinden daha iyidir. Mürted kesmediğini, Amerika'da besmeleleri çekildiğini kabûl ediyoruz. Nihâyet şübhelidirler. Şübheliler zarûret mikdârı câizdir. Fazlası harâma yol açar. Mümkin olduğu kadar ictinâb etmelidir.

Nefs, insanı bol bol ağlatır. Düşman-ı ilâhî olan nefs, harâb oldukça çok ağlamak olmaz. Az, nâdir ağlamalı ve ağlarken tevbe ve ilticâ etmeli, aldanmamalıdır. Sizlerin mektûblarınızdaki ihlâsınızı okurken hem ağlıyorum,hem de ilticâ ediyorum. Birkaç damla gözyaşı iyi alâmetdir.

Cenâb-ı Hak maksadınıza,matlûbunuza kavuşdursun,din ve dünyâ seâdetine nâil eylesin,büyüklerimizin muhabbeti ile feyzleri, rûhâniyyetleri ile sizleri şereflendirsin. Size "Ekmelüküm îmânen ahsenüküm hulkan" [Sizin imânı en kâmil olanınız, huyu en güzel olanınızdır. Hadîs-i şerif], ni'metini ihsân buyuran Mün'im-i hakîkî [ Hakikî ni'met veren (Allah),ni'metlerini artdırsın.

[Cenâb-ı Hak] (Beni isteyene, bana kavuşduran yolu gösteririm) buyuruyor. [Şûrâ:13; Ankebût:69]. Ona karşı muhabbet,aşk,irâde ve talebinizi, iştiyâkınızı artdırsın.

[Birgivî Vasıyetnâmesi'ndeki "hutbede hükümdara âdil diyen kâfir olur" sözünün ma'nâsı, bazı] padişahlar beytülmâlı [hazineyi], isrâf etdiklerinden zâlim oluyor. Zâlime âdil diyen kâfir olur.

Kur'ân-ı kerîm ve ezân dinlerken verilen selâmı almak lâzımdır. Nemâz kılan ve Kur'ân-ı kerîm okuyan yanında yüksek sesle selâm verilmez. Yavaş, yakın mesâfede vermelidir. Yazdığınız durumlarda olanlara selâm vermemek lâzımdır. Bunları berâber okuruz.

Duâlarınız sayesinde burada lehülhamd çok râhat ve selâmetdeyim. Haftada 29 saat ders çok yoruyor ise de sivil,askerî lisede fazla talebeye nasîhat vermek arzu ettim. Burada Seâdet-i Ebediyye yüzlerle satılıyor ve fâideli oluyor.Hepinize selâm eder duâlarınızı beklerim.[1959]

Hüseyn Hilmi Işık

ABDULLAH et-TÜRKMÂNİ (Rahimehüllah)

Es-Serrâc: "Güvendiğim bir arkadaşım bana şunları anlattı." diye yazıyor.

-Şeyh Abdullah'ı şahsen tanıdım.Hâl ve kerâmetler sâhibi bir veliydi. Son derece de cömert ve misâfirperverdi.Bir sefer,bir fakir ona misâfir olur ve normaldan fazla bir süre kalır.Şeyh onun niyetini keşfeder ve yanına çağırıp:

-Evlâdım,biz fakirler afv ve setr sâhibi insanlarız.Onun için,ihtiyâcın ne ise çekinmeden bana söyle,der.Fakir:

-Ya seyyidi,senin hanımına âşık oldum,der. Şeyh,hiç bozuntuya vermeden:

-Pek âlâ yavrum.Ona söylerim,bu gece onun yanında yatarsın,der.Fâkir, bu cevâba çok sevinir ve uçacak gibi olur.

Gece olunca şeyh hanımının çadırını gösterir ve fakir âşık'a:

-İşte aradığın oradadır,git murâdını bul,der. Fakir hızla gider ve çadırın perdesini kaldırır.

Kadın içerden:

-Ey fakir, buyur gel ! der. Fakir bir ayağını içeri atar,fakat ikinci ayağını kaldıramaz.Ve üstüne öyle bir ağırlık ve ağrı çöker ki,sanki gök düşmüş ve onu altında ezmiştir. Ve o halde durarak bir sekerâtın acılarını çekerken,üstüne önce şiddetli bir yağmur,arkasından da büyük ve sert dolular yağar. Sabaha kadar öyle kalıp, kendi ifâdesiyle, binlerce ölüm tadar. Kesin bir şekilde ölmek ister fakat o da kendisine çok görülür. Şafak sökünce,şeyh bir müridini gönderir ve bu mürid,onu leş hâlinde sırtına alıp mescide getirir.Fakir öğleye kadar orada ölü gibi yatar. Ondan sonra uyandırılıp sıcak bir çorba içirilir ve onu içtikten sonra kovulur. Fakir, yolda giderken büyük hatâsını fark eder ve tevbe ederek gerçek bir niyetle sûfîlik yoluna girer.

Kaynak: (Sahabeden günümüze veliler ve kerâmetleri)
3.cild. Sahife 377
İsmail İbn Yusuf Nebhani
Tercüme: Abdülhalık Duran

ABDURRAHMÂN İBNİ PAKDEMİR (Rahimehüllah)

Bu sâlih,zâhid ve vera' sâhibi velî Şeyh Ahmed ez Zâhid'in önde gelen ashâbındandı.Şeyh Abdurrahmân önceleri dünya ehlindendi ve Şeyh Ahmed'in komşusuydu.Bir gün,pişirdiği yemekten ona bir tabak gönderdi.Buna karşılık,Şeyh Ahmed de onun tevbe etmesi ve hak yoluna dönmesi için duâ etti.Bundan bir hafta geçmeden,Abdurrahmân dağ gibi bir irâde ve istekle gelip Şeyh Ahmed'e intisâp etti.Şeyh Ahmed,ona tarikatın âdâbını öğretti ve kelime-i tevhidle zikretmesni söyledi.Zikre devam ederek kısa zamanda ma'nevi mesâfe alan Şeyh Abdurrahmân,semâvi levhaları görme derecesine erişti.Fakat, "Levh-i Mahfûz" da gördüğü yazı onu hem şaşırttı,hem de çok üzdü.Çünkü,bu mukadderât kitabında şeyhi şakîler arasında gösterilmişti.Bunun için,bir süre kapanıp ağladı ve uzun bir tereddüdden sonra,acı gerçeği şeyhe anlattı.Şeyh hiç hayret etmedi ve:

-Doğrudur.Ben de otuz seneden beri ismimi senin gördüğün yerde görüyorum.Fakat,bundan dolayı ne kadere i'tirâz ettim,ne de ibâdetimde gevşedim, dedi.Bundan sonra Şeyh Abdurrahmân'a:

- Şimdi bak,dedi.Beriki bakınca,bu sefer onun ismini saîdler arasında gördü ve rahatlayıp Allah'a şükretti.

Şeyh Zâhid vefât edince,Şeyh Abdurrahmân onun câmiinde kalıp ibâdetle meşgul oldu.Vefât ettiğinde de bu câminin şadırvanının karşısında defnedildi.

Kaynak: (Sahabeden günümüze veliler ve kerâmetleri)
3.cild.Sahife 264
İsmail İbn Yusuf Nebhani
Tercüme: Abdülhalık Duran

KAZÂ VE KADER

İslâm dininin usûl-i sittesinden [altı esasından] KAZÂ VE KADER mühimdir.Ezkiyânın [Zekilerin] zihinlerinin en ziyâde takıldığı bir mes'eledir.Bu takıntı ise kazâ ve kaderi tamamiyle anlamadığından tevellüd eder [doğar]. Kaderin neden ibâret olduğunu tamamiyle bilseler,hiçbir zeki tereddüd göstermez.Belki bilakis imanlarında kuvvet hâsıl olur.

Dinen ma'lûmdur ki, hâlik-ı kâinât,ya'ni bütün mâsivâyı [gayriyi] halk eden Hallâk-ı hakîkî,halk ettiği ve edeceği şeyleri bir inbisatla,bir inkişâfla,zerreden arşa,ezelden ebede, cüz'iden külliye,sûrîden ma'nevîye kadar bilir. Kâinâtın vûcudu [varlığı] a'yanda [zâhirde] yok iken,Hak teâlânın ilminde var idi. Ya'ni kâinatın iki nev'i vucûdu vardır.Biri vücûd-i ilmî, diğeri vücûd-i aynîdir.İmam Gazalî bunu açık bir misalle izâh ediyor: Bir mühendis yapacağı bir binanın sûretini,ileride yapmak istediği bir şekilde zihninde tersîm eder.Sonra zihnindeki bu resmi bir sahîfeye çizer ve sonra bunu mimar ve ameleye ibrâz eder. Onlar da bu sahîfede tersîm edilen ve mühendisin zihnindeki sûreti andıran harîta [plan] gibi yaparlar,vücûde ve bürûze getirirler. İşte mühendisin zihninde irtisâm eden binanın ilimdeki vucûdu [varlığı] dur.Buna hayâlî vücûd,zihnî vücûd,ilmî vücûd derler.Binanın hâricte yapılan ve kereste,taş ve topraktan ibâret olan vücûdu,hâricî vücûd,aynî vücûddur.Sûrî vücûddur.Mühendisin vücûd-i ilmîsinde bulunan bu binâya taalluk eden ilmi,mühendisin binâya olan kaderidir.

Kazâ ve kader mes'elesinde hayret çok olduğundan,kazâ ve kadere tealluk eden suâl ve cevâblar bir takım evhâm ve hayaller tevlîd etmek istidâdında bulunduğundan birkaç çeşit ifâdeler ile beyân etmek isterim. Tâ ki muhâtab her nev'i  kelâma göre bir şeyler anlasın ki,mes'ele tam bir vuzûh ile inkişâf etsin.

Kader,ezel-i azâlde [ezellerin ezelinde] ileride vâkı' olacak vâkı'alara olacağı gibi ilm-i ilâhînin teallukundan ibârettir..

Hâlık-ı kâinat celle celâlühü halk buyurduğu şeyleri [onların öyle yapacaklarını] bilmiş de halk etmiş,işte bu ilim kaderdir.

Kader îlm-i ilâhînin, kâinâtın hılkatından evvel kâinâtı,halk edeceği keyfiyete olacağı gibi teallukundan ibârettir.

Mâdem ki hâlıktır,mahlûkata elbette âlimdir.İşte bu ilim kaderden ibârettir.

Ehl-i sünnet vel-cemâat kadere îman etmiş ve kadere îmanı, erkân-ı îmandan [imanın esaslarından] ad eylemiştir.Ya'ni kadere îman etmez ise,mümin değildir dediler.Kaderin hayrı ve şerri,tatlısı ve acısı Allahu teâlâdandır.Zirâ kader,bildiği şeyleri îcâd ve ihdâs demektir.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)

İMÂN

Efendim! Mektûb-i âlinizin ibtidalarında îman-ı kâmil bahsi vardır.İmân hâsıl olunca,zâten kâmildir.Zirâ ziyâdelik ve noksanlık kabûl etmez.Mâhiyet itibârı ile ne zâid ve ne de nâkıs olur.Zâid ve kâmil olması inkişâf ve incilâ [parlaklık] itibâriyledir.

İmânın mâhiyeti: Server-i Âlem sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin risâlet ve nübüvvet itibâriyle getirdiği akaidi,akla,hikmete ve felsefeye havâle ve ihâle etmeksizin,îkan ve itikad ve tasdîk etmekle hâsıl olur.Veyahûd resûl ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur.Akla uygun olmak itibâriyle tasdîk ve îkan ederse,aklı tasdîk etmiş olur. Ol vakit risâlete itimad-ı tâm hâsıl olmaz. İtimâd-ı tâm hâsıl olmayınca,mâhiyyet-i îman tecezzi [bölünme] kabûl etmediğinden dolayı imân olmaz.Belki akıl Resûlün tebliğine muvâfık olursa, akl-ı kâmil ve akl-ı selîm olur.Ya'ni kemâl-i istifâde eder.

Mesâil-i itikadiyye hikmete havâle olunup,hikmet kabûl ederse,tasdîk eder,kabûl etmezse ve yahud tereddütde bulunursa,ol vakit hakîme îman etmiş olur.Resûle tam itimâd etmemiş olur ki,bu takdîrde,îman,değil yalnız kâmil olmak,îman olmaz.Zîra îman parçalanmaz,bölünmez,ziyâdelik ve noksanlık [artma,azalma] kabûl etmez.

Dînî mes'eleler felsefe ile muvâzene edilirse [dartılırsa,ölçülürse] yine bir filosofu tasdîk etmiş olur.Resûle tam itimâd etmemiş demektir.

Hâsılı,îman,Resûl-i ekmel sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin indi ilâhiden risâlet ve nübüvvet itibâriyle umûm ibâda [bütün kullara] getirdiği ve tebliğ buyurduğu ahkâmın kâffesine min hays-ül mecmû' [topyekün] itimâd ve itikad etmekle hâsıl olur.Bu ahkâm ve akaidin birisinde tereddüd ve inkârı var ise,mümin olmaz.Zira hükümde resûlu tasdîk ve yahud itimad etmemekle,resûlü adem-i sıdk [doğru söylememekle] ithâm etmiş olur ki,bu da naksdır [noksanlıktır].Noksanlık ise,nübüvvet ve risâlete mubâyin ve mugayırdır [tersdir].

Dinde müttefekun aleyh olan mes'elelerden birisinde tasdîk hâsıl olmadı ise, ki ekseriyâ böyle oluyor,bu mes'elede murâd-ı ilâhî murad-ı Resûlullahı [sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem] nasıl ise,öylece îman ve îkan ve itimâd ettim der ve şübhesini izâle edecek bir zâtı fevren [acele olarak] arar.İlminde ve dinde vusûk  [sağlam] ve tam itimâd sâhibi,zeki,fatin [anlayışlı],ârif,müttaki,vâkıf [vukufu çok],müşkülâtı halle muktedir bir zât bulur,sorar.Aldığı cevâba itminan hâsıl olunca,artık öylece îman ve îkan eder.Böyle bir zâtı aramak farzdır.Tesâdüfe bırakmaz. Fevren [hemen] arar.Bulamadı ise,veyahûd bulupda,tatmîn edilmedi ise,Allahu teâlânın ve Resûlunun irâde ettiği gibi inanır.Müşkülünün hallini Hak teâlâdan tazarru'la istirham eder.Buna binâendir ki,her yerde böyle müşkülü halle muktedir [çözebilen] bir kimsenin bulundurulması farz-ı kifâyedir.Felâsifenin itirazlarını,felsefe fennî kaidelerine göre halle muktedir,hükemânın itirazlarını hikmet kavâidine nazaran halle kadir,edyân-ı bâtılanın itirazlarını dinlerinin butlânını [bâtıllığını] isbâta muktedir,mu'tezile ve rafîzîler tarafından gelen itirazlara, ona göre cevâba kadir ve târih-i âleme [dünya târihine] vâkıf,ulûm-ı riyâzıyede [matematikte] mâhir,enva'-i ulûm-i islâmiyyede nahrîr [derin] kâmil bir kimse bulundurmak lâzımdır.

Böyle olmaz ise din mu'terizlerin [itiraz sâhiblerinin] elinde oyuncak olur.Diledikleri vecihle [şekilde] te'vil ve tefsir ederler.Kimseyi dalâletten kurtaramazlar.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)

Haram Olan İpek Elbise Giymenin Bedeli

Bu dünyadaki hurmete riâyet etmeyen bir kimse, dâr-i âhirette onun hırmanıyla [mahrûm kalmasıyla] cezâlanır,mahrûm olur.Burada hıllıne riâyet edene,orada onun hakîkati ile mütemetti' olmasını nasîb eder.Böyle mükâfât buyurur.Meselâ buyurmuşlardır: "Dünyada haram olan ipeği giyen,ahirette ipek giymez."İpek ise cennet elbisesidir.Cennete girmeyeceğini gösterir.Cennete dâhil olmayan,cehenneme girer.Zirâ her ikisinden  başka dâr-ül beka [devamlı kalacak yer]yoktur. Kıyamet ise dâr-ül bekadan ibârettir.Âhiret umûru hiçbir sûretle dünyevî işleri kıyâs kabûl etmez.Bu dünyâ fenâ bulmak için halk olunmuştur ki,fenâ buluyor.Âhiret beka için,bekaya lâyık bir surette halk olunmuştur.Beka ile seri-ül fenâ [çabuk fânî] olan şeylerin arasında ne kadar fark var ise,her ikisinin umûr  ve ahvâli arasında o kadar fark vardır.İştirak [ortaklık] ancak elfaz ve ta'birattadır [söz ve ifâdededir.]

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)

SON DUÂ

“Her peygamberin, asla, şübhesiz, elbette kabul olacak bir mahsûs duâsı vardır ki; 
her birisi o duasını dünyevî birer hâcetine sarf idüb,
lakin, ben o duâmı; âhirette ümmetime şefâat içün saklamışımdır ki o şefâat inşallahu teala imanla vefat idenlere vasıl olur.”
(Mir’at-ı Kâinât)

HILL VE HURMETİN [Halâl ve haramın] TA'RİFİ

Her şey,hâlık ve mâliki olan Hak subhânehü ve teâlâ ve tekaddesin mahlûk ve memlûküdür.Neyin tasarrufuna izin verdi ise,halâl olur;Mesalâ bir erkeğe,iki kız karındaşlardan birisinin nikâh ile isti'mâlini halâl kıldı,diğerini ona haram kıldı.Onda tasarrufa me'zûn değildir.

Haram demek, sâhibi ve hâlıkı,bu adamı,bunun istimâlinden mahrûm etmiştir,demektir.Halâl ise,o ukde-i hurmeti [haram düğümünü] hal etmiş [çözmüş] demektir.Bir şey bazı kimselere halâl,bazılarına da haram olur.

Bu dünyadaki hurmete riâyet etmeyen bir kimse, dâr-i âhirette onun hırmanıyla [mahrûm kalmasıyla] cezâlanır,mahrûm olur.Burada hıllıne riâyet edene,orada onun hakîkati ile mütemetti' olmasını nasîb eder.Böyle mükâfât buyurur.Meselâ buyurmuşlardır: "Dünyada haram olan ipeği giyen,ahirette ipek giymez."İpek ise cennet elbisesidir.Cennete girmeyeceğini gösterir.Cennete dâhil olmayan,cehenneme girer.Zirâ her ikisinden  başka dâr-ül beka [devamlı kalacak yer]yoktur. Kıyamet ise dâr-ül bekadan ibârettir.Âhiret umûru hiçbir sûretle dünyevî işleri kıyâs kabûl etmez.Bu dünyâ fenâ bulmak için halk olunmuştur ki,fenâ buluyor.Âhiret beka için,bekaya lâyık bir surette halk olunmuştur.Beka ile seri-ül fenâ [çabuk fânî] olan şeylerin arasında ne kadar fark var ise,her ikisinin umûr  ve ahvâli arasında o kadar fark vardır.İştirak [ortaklık] ancak elfaz ve ta'birattadır [söz ve ifâdededir.]

Meselâ cennet,burada bostan,orada cennet denilen dâr-üs-seâdet-il-ebediyye [ebedî seâdet yeri],cehennem burada derin ateş kuyusu, orada cehennem itlâk buyurmuş [ismini vermiş] olduğu,dâr-ül azâb ve dâr-ül ikab-il ebediyye [sonsuz azâb yeri] demektir.
                       
                             Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ( Kuddise Sirruh ) 

BEREKET

BEREKET

“Mervidir ki, hazret-i resûle (sallallahu teala aleyhi ve sellem) bir hatun bir kab içinde bal armağan gönderdi. Bal geldikte ‘esel (bal) alınub kabı boş gönderilür. Lakin, kudret-i hakk ile, evvelki kabı yine eselle dolu vardıkta, hatun gelüb;
-Yâ Resûlallah! Niçün benim hediyemi kabul itmediniz, acaba suçum nedir?
deyu gamnâk (gamlı, tasalı) oldukta;
-Biz senin hediyyeni kabul ettik. Lakin gördüğün ‘esel, Allah cânibinden sana hediyye gelen berekettir.
Hatun şâd u bermurâd (çok mutlu) gidüb cümle ehl-i beytiyle (ev halkı ile) nice zaman ol eselden vâfir (çok, bol) yiyüb asla eksilmedi.
Bir gün hata ile ol esel-i mübâreki gayri kaba boşaltmağın, eksilüb kalmayub hazret-i resûle haber virdikde;
-Evvelki tarafda dursa idi sana ve ehl-i beytine dünya ömri kadar zamana dek vefa (yetme, kafi gelme) idüb elsilmezdi
diyu buyurmuşlar”

(Mir’at-ı Kâinât)

CENNETİN ANAHTARI

Resûl-i Ekrem (sallallahu teala aleyhi ve sellem) Efendimiz yâr-i güzîn olan Hazret-i Ebûbekri sıddîk (radıyallahu teala anh) Efendimize, mağarada buyurdular ki;
“Seni sevmeyen Cennete giremez, yetmiş peygamber ameli kadar ameli de olsa”

TAHFÎF-İ RESÛLULLAH

TAHFÎF-İ RESÛLULLAH
“sallallahu teala aleyhi ve sellem”
Kütüb-i mu’teberede mezkûrdur ki;
Hazret-i Resûlü “mecrûh oldu (yaralandı)” deyu, yahud “kendi ya askeri mağlub oldu” deyu, ya “münhezim oldu” (yani hezîmete uğradılar) deyü ayıblasa (hafife alsa),
Yahud, “Resûlullah (sallallahu teala aleyhi ve sellem) bazı gazâlarında sındı (korktu, çekindi) dese,
Velhasıl Resûlullah’ın (sallallahu teala aleyhi ve sellem) izzet ve şerefine layık olmayan bir küçük nesne, ifade, şey isnâd etse; gerek tahkîr kasdıyle etsin, gerek kasd etmesin, söylemiş olması ile kâfir olması beynel eimme (müctehid imamlar arasında) muhakkık ve müttefik olub (ittifak ile hakk kabul edilmiştir), o kimseye tecdîd-i tevbe yani imana teklif olunur. Ederse; İmâm-ı A’zâm ve İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Şafiî (rahmetullahi teala aleyhim) katında tevbesi makbûle olub, katlden (öldürülmekten) kurtulur. Tevbe etmez ise, küfrü bakımından elbette katl olunur.
İmâm-ı Muhammed ve İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel katında tecdîd-i îmân ve tevbe ederse îmânı makbûl olub, lâkin tevbesi, zındığın yakalandıktan sonraki tevbesi gibi makbul olmayıb, onu katl etmek elbette hakk-ı resûl olmasındandır.
(Mir’at-ı Kâinât)

HER İLM

Hasan-ı Basrî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinden rivayettir ki;
“Kur’anda cemi-i ulûm-i evvelîn ve âhirîn (geçmişteki ve gelecekteki bütün ilmler) cem’ olup (toplanmış), lâkin cümlesini bilmek Cenâb-ı Hakka mahsus olub, ekserini Habîbine bildirmiştir.”
Dahi dimişlerdir ki;
“Levh-i mahfûzda Kur’ân-ı azîmin her harfi Kaf dağı kadar büyük ve hurûf-i mukattaa (Kur’an’ın 29 suresindeki; elif lam mim, elif lam, elif ra, kaf, sad, nûn.. gibi rumûs harfler) üzere yazılmış olub, her harfin altında ol kadar ma’nâlar vardır ki cümlesini hemân hazret-i perverdigâr (sallallahu teala aleyhi ve sellem) bilür.

(Mir’at-ı Kâinât)

KIRÂAT

Mervîdir ki;
Kırâat-ı Kur’ân bir nimettir ve kerâmettir ki, Hakk teala onu Âdem’e (aleyhisselâm) mahsus itmiştir.
Zîra, mervîdir ki zümre-i melâikeden sudûr etmeyüb (melekler Kur’an kırâat etmezler) cins-i insden istimâ’na (insanlardan dinlemeye) harîslerdir (çok arzuludurlar).

(Mir’at-ı Kâinat)

YEMENİN AĞAÇLARI

Efendimiz aleyhissalatü vesselam, hazreti Alî “kerremallahu vecheh” efendimize devesini verir ve Yemene yollar. Buyururlar ki;
-Yâ Alî! Yemene varub Ukayla ulaştığında seni karşılamağa gelen halkı gördüğün zaman; taşa, kerpiçe;
یا حجر ، یا مدر و یا شجر! رسوالله یقرؤکم السلام
(Allahu tealanın resûlü size selam eyledi, ey ağaçlar, ey taşlar!)
diyesin!
Hazreti Alî dahi varub emr-i Resûlullah ile amel ittikde, yeryüzünden cûş u velvele, hurûş u gulgule (yüksek ve coşkun sesler) ile
علی رسول الله السلام
İşitilüb, hâzır olan cemaatler hayran kalub ve cümlesi îmâna geldiler.

( Mir’at-ı Kâinat)

BEREKET

“Mervidir ki, hazret-i resûle (sallallahu teala aleyhi ve sellem) bir hatun bir kab içinde bal armağan gönderdi. Bal geldikte ‘esel (bal) alınub kabı boş gönderilür. Lakin, kudret-i hakk ile, evvelki kabı yine eselle dolu vardıkta, hatun gelüb;
-Yâ Resûlallah! Niçün benim hediyemi kabul itmediniz, acaba suçum nedir?
deyu gamnâk (gamlı, tasalı) oldukta;
-Biz senin hediyyeni kabul ettik. Lakin gördüğün ‘esel, Allah cânibinden sana hediyye gelen berekettir.
Hatun şâd u bermurâd (çok mutlu) gidüb cümle ehl-i beytiyle (ev halkı ile) nice zaman ol eselden vâfir (çok, bol) yiyüb asla eksilmedi.
Bir gün hata ile ol esel-i mübâreki gayri kaba boşaltmağın, eksilüb kalmayub hazret-i resûle haber virdikde;
-Evvelki tarafda dursa idi sana ve ehl-i beytine dünya ömri kadar zamana dek vefa (yetme, kafi gelme) idüb elsilmezdi
diyu buyurmuşlar”

(Mir’at-ı Kâinât)

HERŞEY ASLINA RUCU EDER

HERŞEY ASLINA RUCU EDER

Topraktan geldik yine toprak olacağız…
Tek tesellimiz, şu gök kubbede hoş bir seda bırakmak!
Hüzünlüyüz, üzgünüz, acımız büyük!
Kendisini tanımakla kelimelerle anlatılamayacak, yazı ve söz ile ifade
edilemeyecek değerde kıymetler kazandığımız, insanlığımızı, taat ve ibadetlerimizi, hakiki özgürlüğün ne demek olduğunu anlamamızı sağlayarak hayatımıza yeniden yön veren;
Kıymetli büyüğümüz, efendimiz, manevi babamız, ağabeyimiz, kendilerine evlad, gardaş olarak bizleri kabul eden, kulluğun tadını bedenin bütün hücrelerinde hissetmiş, benlik ve enâniyetten uzak olan;
Allahu teâlâ’ya ve onun sevdiklerine yakın, sevmediklerine uzak, hak ve hakikati ifade etmekten asla geri durmayan, insanlığın kurtuluşu için 82 yıllık ömrünün neredeyse tamamını kendinden önceki hocalarına uymak suretiyle samimi bir niyyetle ilim, amel ve ihlas ile hakikat aleminin hallerine vakıf olmaya çalışarak geçiren;
Samimi, sevecen, müşfik ve de kalender;
Ailesinin, sevdiklerinin ve dostların dertleri ile dertlenen, sevinçlerine ortak olan, asla nefsi hareket etmeyi sevmeyen “Kendisi için yaşayan ve sadece kendisini düşüneni sevemiyorum” diyecek kadar açık;
“Bizi sevmek kolay değil, bedel ister” diyecek kadar kendilerinden emin;
-İstişare ve karar verdikten sonra işin tamamı bitirmek için gece ve gündüz her türlü riski göze alabilecek kadar dirayetli ve çalışkan;
“Yanlış iş üzerine doğru iş yapmayı sevemiyorum” diyerek yanlış önce o işin düzeltilmesini sağlamak, sonrada işin doğrusunu bildirerek, doğruların artmasını, yanlışların azalmasını ve hakikatin ortaya çıkararak her daim kötülüğü men ile iyiliğe sevk eden;
-İlm-i ile amil, hali ile malum, ortaya koyduğu eserleri ile kıyamete kadar anılacak olan, katıksız, saf ve temiz bir silsile ile Resulü Ekrem Muhammed Mustafa “sallallahu teala aleyhi vessellem” efendimize bağlanarak, onların ahlakı ile ahlaklanan, yolarının özelliği ile kısa yoldan Allahu telaya kavuşturan, Nakşi, Müceddidi ve Hâlidi yolunun tesirli nefesi, sarsılmaz direği, haller menba-ı, gönüller sultanı, Süleyman Kuku Ahmedoğlu ( A. Fârûk Meyan) efendimiz hicri 1440 yılı Zilhicce ayının birinci Cuma günü ( M: 02 Ağustos 2019-Cuma), öğleden sonra duaların kabul olduğu saatlerde Allahu telanın rızasına boyun eğerek darül bekâya, sonsuzluk alemine intikal etti.

Beyt:
Cihanda bundan daha güzel hangi şey olur,
Seven dostuna gider, yâr yârına kavuşur.

Allahu teâlâ’ya kulluğunun ifadesi olarak;
Beyt:
Müflis olarak senin kapına geldim,
Yüzünün güzelliğinden bir şey isterim.

Üzgünüz, çok uzun süre beraber olduğumuz (aciz, otuzbeş seneye yakın bir beraberlik yaşadığım, anamdan, babamdan kardeşlerimden daha çok beraber olduğum), her halimize vakıf, bizi seven, öğreten, koruyan hocamızı, manevi babamızı kara toprağa teslim etmek bize çok ama çok tesir etti.

Beyt:
Ayrılığın acısı az olsada az değildir,
Gözde kıl olsa çok görünür.

O kadar tesir etti ki, kimse kimseyi göremez, halini soramaz ve ne yapacağını bilemez oldu. İlim gitti. Akıl gitti. Halimiz perişan oldu. Bakmaya doyamadığımız, her sözüne, nefesine can kulağı ile dinlemeye çalıştığımız büyümüzün ayrılığı yaktı, yıktı. Sözün bittiği yer burası idi.
Ne yapacağını bilemez bir halde na’şını evden alarak önce camiye sonra da aile mezarlığa omuzlar üzerinde bütün sevenleri ile beraber taşıdık. Ayrılığın son demlerinde takâtimiz bitti, nefesimiz tükendi. Okunan kuran-ı kerim ve naâtlarla gönlümüz biraz ferahladı. Bu onlarla beraber “Muhabbet Çeşmesi’ ne son inişimiz idi.

Beyt:
Ey dost, buraya gelki, ikimiz topraktanız
Yabancı gibi durma, bir yerden âşinayız.

Kendi şiirlerinde kendisini kucaklayan kara toprak için söyle diyorlardı.
(15 Şaban-1410–Pztesi / 23 Mart 1989 Perşembe)

SEVDİM SENİ
Ele soğuk bana sıcak
Ele mezar bana kucak
Ele duman bana ocak
Kara toprak sevdim seni!

Kokunda Habîbullah var
Altında Halîlullah var
Gıbta eden Arşullah var
Kara toprak sevdim seni!

Ateş olup yakma sakın
Emr-i Haktan çıkma sakın
Süleymanı sıkma sakın
Kara toprak sevdim seni!

Acının tarifi yapılsada anlaşılması ancak yaşanınca, tadınca anlaşılır. Aziz milletimiz örf ve adetlerinde bu bilindiği için yakın, eş dost, seven sevmeyen, bilen bilmeyen o acı günde insanlığın icabı biraraya geli de bu acının kısa zamanda telafi için cenaze evini taziye ederler. Bu acı günümüzde bizleri yalnız bırakmayan taziye eden herkese teşekkür ediyoruz.
Allahu teâlâ razı olsun. “Eden kendine eder”.

Beyt:
Sana söylemiyene susman daha iyidir
Seni yad etmiyeni unutman daha iyidir.

Şiir:
Kim bana kulluk dışı davranırsa
Dostum olmaz çok, yakının da olsa
Kendimi ve akrabamı terk ettim
Öylesi bana ağyardır, yârım da olsa

Buyururlardı ki
- Doğrularım için tebrîk ve tasdîk etmediniz ki, yanlışlarım için tenkîdiniz âdil olsun.
- Keşke bazı kimselerin beni sevmediği kadar, ben de nefsimi sevmeyebilsem.
- Hasedin altında düşmanlık yatar. Yoksa gıbta yeterlidir.
- Kişinin menfeati söz konusu olursa, ihsân adâlet, adâlet zulum olur.
- Kendi hakkında âdil davranan kişi görmedim.
- Sen dua etmene bak, âmin deyen çok bulunur.
- Ölümcül bir hastalığın akabinde söyledim: Yâ Rabbi, bana bir nefes ikrâm edersen, onu Habîbinin dinine hizmette harcamamı nasîb eyle!
- Rabbini unutmak, aslını unutmaktır. Mert işi değildir. Zordur. Büyük suçtur. Rabbini zikretmek ise, kulluğun icâbı ve kulun şerefidir.
- Küçücük bir bedene, koskoca kâinâtı sığdıran Rabbimin san’atına hayran kalmayan ahmaktır.
- Kul ubudiyyeti anladığı kadar rubûbiyyeti, rubûbiyyeti anladığı kadar ubûdiyyeti anlar.
- Şerîat, rububîyyeti ve ubudiyeti bilmek içindir. Bütün iyilikler bunu bilmede, bütün kötülükler ise bunu bilmemede saklıdır.
- Ölümü unutmayan günah işlemez.
Mısra:
Unutmak dostluğa sığmaz
- Allahu teâlâyı zikreden günah işlemez.
- Evliyâyı seven günâh işlemez.
- Günâh işlemek zor, sevab işlemek kolaydır. Çünkü günahdan Hak teâlâ, melekleri, peygamberleri, âlimler, veliler ve hatta akıl râzı değildir. Sevabdan ise hepsi râzıdır.
- Bütün günahların ve kötülüklerin başı gaflettir. Gafleti îras eden ise, nefistir. Bunun için büyük hocaya [mürşid-i kâmile] ihtiyaç vardır.
- Başıma gelen sıkıntı ve üzüntülere, ille de bir sebeb söylemek icâbetse, hocama olan katıksız, eşsiz muhabbetimdir derim. Zira bu kadar lekesiz muhabbeti dünyada kime verirlerse, bedeli olan acılık ve üzüntü ile imtihan ederler. Kazanan kazanmış, kaybeden kaybetmiştir.
Kim yalan söylerse, mahcûb olacak,
Dostları içinde yalnız kalacak.
Yüzü kızaracak varsa şerefi,
İzzet arar iken, zillet bulacak.
Beyt:
Her nereye gitsem hep seninleyim
Sanma ki yalnız başıma giderim.

Onların duaları ile yazımızı kıymetlendirerek inşaallah amin diyelim…..

SON
Bakıp da görmiyen gözden,
Duyup da işitmeyen kulaktan,
Tefekkür etmeyen kalbden,
Sabır ve Şükre yol vermiyen ilimden,
Hakla tutmayan elden,
Hakla ve Hakka yürümeyen ayaktan,
Helalla doymadan mi’deden,
Secde ve rukû’ tevazu’u göstermiyen baştan,
Secde eseri taşımayan simâdan,
Hakka gadabdan, zulme alkıştan,
Rabbinden gafil gönülden,
Hakkı görür gibi olmayan yakînden,
Nefsini düşünen beyinden,
Kulluk yerine, efendiliğe özenen zihinden,
Hak kelâm yerine malâyanî ile doldurulan hâfızadan,
SANA SIĞINIRIM RABBİM

Beni ve sevdiklerimi koru; ey sevdiklerine özel muâmele eden ALLAH’ım. Âmin, âmin ve selâmün alel-mûrselîn ilâ yevmiddin.

Osman Nuri Bilen