Tasavvuf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tasavvuf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Tasavvuf söz ile değil hal iledir

 REŞHA-95: Bir kimse kendilerine suâl edip: Zât-ı âliniz tasavvuf sözlerini az söylersiniz. Bunun sebebi acaba nedir? Dedi. Buyurdular: Farzedin ki, az bir zaman birbirimizi aldatmışız. Ya'nî tasavvuf hâl ile olan bir şeydir. Kale [söze] getirmek mel'âbadır [oyuncak hâline getirmektir]. Ancak iki gönül sâhibi kendilerinin sülûkünden bahsetmek için bu dil ile konuşurlar.

(Mevlânâ Abdurrahman Câmî kuddise sirruh)

[Reşahât,sf: 226]

TESAVVUF EHLİNİN YOLU

 Yukarıda bahsi geçen ilmleri inceledikden sonra, bütün dikkat ve gayretimle tesavvuf yolunu incelemeye başladım. Şunu anladım ki, tesavvuf yolu, ilm ve amel ile temâmlanıyor. Tesavvuf ehlinin ilminin özü nefse âid olan mâni’leri geçmek, nefsi kötü huylardan ve fenâ vasflardan temizlemekdir. Kalbden Allahü teâlâdan başka herşeyin düşüncesini atmak ve kalbi Allahü teâlânın zikriyle süslemekdir.


Tesavvufun bu ilm yönü, bana amel yönünden dahâ kolay geldi. Bu sebeble önce tesavvuf ehlinden Ebû Tâlib Mekkînin (Küt-ül-kulûb) adlı kitâbını, Hâris-i Muhâsibînin kitâblarını,Cüneyd-i Bağdâdînin,İmâm-ı Şiblînin,Bâyezîd-i Bistâmînin “radıyallahü anhüm” ve diğer büyük sôfîlerden nakl edilen sözlerin bulunduğu kitâbları okuyup, incelemek sûretiyle, bu ilmi tahsîle başladım. Bu zâtların ilmle anlatdıkları maksadlarının özüne vâkıf oldum. Tesavvuf yolunun işitmekle ve öğrenmekle elde edilebilecek yönünü tahsîl etdim.


Anladım ki, tesavvuf ehlinin bu büyüklerinin kavuşmak istedikleri gâye, öğrenmekle değil, tadmak, yaşamak, sıfatları ve hâli değişdirmekle ele geçer. Sıhhatin, tokluğun sebeblerini, şartlarını öğrenmek ayrı, sıhhatli ve tok olmak ayrı şeydir. Aralarında çok büyük fark vardır. Bunun gibi, serhoşluk mi’deden dimâga yükselen buhârın, dimâgı sarmasından ortaya çıkan bir hâldir şeklindeki ta’rîfini bilmekle, serhoş olmak arasında da büyük fark vardır. Fekat, serhoş olan serhoşluğu ta’rîf edemez. Serhoşluğun ne olduğunu bilmez. Aklı başında olan bir kimse ise, serhoşluğu ta’rîf eder, alâkalı şeylerini bilir. Hâlbuki, kendisinde serhoşluk hâli yokdur, serhoş değildir. Hasta olan doktor, sıhhatin ta’rîfini, şartlarını ve ilâclarını bilir. Hâlbuki, o ânda sıhhatini kaybetmişdir.


İşte bunun gibi, zühdün, dünyâdan yüz çevirmenin hakîkatini, şartlarını, sebeblerini bilmekle, zâhid olarak yaşamak arasında fark vardır. İyice anladım ki, tesavvuf ehli güzel hâllere sâhib ve kuru sözlerden uzakdırlar. Tesavvufda ilm yoluyla öğrenilmesi mümkin olan şeyleri tahsîl etdim. Benim için, işitmekle ve öğrenmekle elde edilemeyen ancak, tatmakla, yaşamakla, o yolun ehli olmakla kavuşulandan başka bir şey kalmamışdı. Dînî ve aklî ilmleri iyice kavramak için, lâyıkıyla öğrendiğim ilm dalları ve yükseldiğim meslekler, bana, Allahü teâlâya, Peygamberliğe ve âhıret gününe, şübhe götürmez, sağlam bir îmân kazandırmışdı.


Îmânın esâsları belli bir delîl ile değil, bilâkis sayısız sebeblerle, karînelerle ve tecribelerle kalbime iyice yerleşmişdi. Şunu iyice anladım ki, âhıretde se’âdete kavuşmak için, takvâ üzere yaşamak, harâmlardan sakınmak, nefsi hevâ ve hevesinden men’ etmek tek çâredir. Bu işin başı da, bir gurûr ve aldanış yeri olan dünyâdan uzaklaşıp, âhırete bağlanmak, bütün varlığı ile temâmen Allahü teâlâya yönelmek, kalbin dünyâdan alâkasını kesmedir. Bu ise, ancak,maldan, makâmdan, yüksek gâyelere ulaşmaya engel olan şeylerden uzak durmakla mümkin olur.


Sonra, kendi vaziyyetimi tedkîk etdim. Gördüm ki, dünyâ meşgâlelerine dalmışım. Bu meşgâleler beni temâmen sarmış hâldedir. Yapdığım işleri düşündüm. En güzel işim, ders vermek ve talebe yetişdirmekdi. Bu işde de âhırete pek fâidesi olmayan, mühim olmıyan bir takım ilmlerle meşgûl olduğumu gördüm. Ders vermekdeki niyyetimi araşdırdım. Onun da Allah rızâsı için olmadığını, şân ve şöhret kazanmak, makâm ve mevki’ sâhibi olmak arzûsundan ileri geldiğini anladım. Uçurumun kenârında olduğumu, hâlimi düzeltmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanâ’at getirdim. Bir müddet devâmlı bunu düşündüm. Henüz irâdeme hâkim durumda idim. Birgün Bağdâddan ayrılıp gitmeğe ve o hâllerden kurtulmağa kesin karâr verirdim. Ertesi gün bu kararımdan vazgeçerdim. Karârsız bir hâlde idim. Bir sabâh âhıret arzûsu kuvvet bulsa, akşam dünyâ arzûları bir ordu gibi üzerime saldırıp, o arzûyu mutlaka dağıtıyordu. Dünyâ arzûları bir zincir gibi, beni makâm ve mevki’ye doğru sürüklüyordu.


Îmân münâdîsi de şöyle sesleniyordu: (Göç zemânı geldi. Ömrün bitmek üzeredir. Önünde uzun âhıret yolculuğu vardır. Şimdiye kadar öğrendiğin ilm ve yapdığın amel hep riyâdır, gösterişdir. Şimdi âhırete hâzırlanmazsan, ne zemân hâzırlanacaksın. Dünyâ alâkalarını şimdi kesmezsen, ne zemân keseceksin.) O zemân içimdeki önceki arzû yeniden uyanırdı. Bağdâddan ayrılıp gitmek karârım kuvvetlenirdi.


Bu sefer şeytân şöyle vesvese verirdi: Bu hâlin bir hastalıkdır. Sakın i’tibâr etme. Çünki, çabuk geçecek bir hâldir. Eğer ona uyarak şu ânda bulunduğun mevki’yi ve kimsenin bozamayacağı muntazam hayâtı terk edersen, bir gün nefsin terâr dönmek ister. Fekat bir dahâ ele geçmez.


Hicrî dörtyüzseksensekiz senesi Receb ayından i’tibâren, altı ay kadar dünyâ arzûları ile âhıret arzûları arasında karârsız kaldım. Sonra, artık iş ihtiyârî olmakdan çıkıp, zarûrî bir hâle döndü. Çünki, Allahü teâlâ dilime bir kilit vurdu.Ders veremeyecek sûretde bağlandı.Talebelerimi memnûn etmek için, birgün olsun ders vermeye kendimi zorladım. Fekat dilim bir kelime dahî söyleyemedi. Buna gücüm yetmiyordu. Sonra dilimdeki tutukluk kalbime bir hüzün verdi. Bu üzüntü sebebiyle mi’demde hazm kuvveti kalmadı. Yimekden, içmekden kesildim. Boğazımdan su geçmiyordu. Bir lokmayı hazm edemiyordum. Bu yüzden bedenim za’îfledi. Doktorlar bana ilâcın fâide vereceğinden ümîdi kesdiler. Bu durum, kalbe âid bir hâldir. Ondan da mîzâca, ya’nî tabî’atına sirâyet etmişdir. Kalbde meydâna gelen bu büyük üzüntü gitmedikce, ilâcla iyileşdirmeye imkân yokdur, dediler.


Âciz kaldığımı, irâdemin temâmen elden çıkdığını görünce, çâresiz kalan kimsenin yalvarması gibi, Allahü teâlâya sığındım. Çâresiz kalanların düâsını geri çevirmeyen Allahü teâlâ düâmı kabûl buyurdu. Bana makâm, mevki’, mal, âile, evlâd ve dost gibi şeylere gönül bağlamakdan kurtulmayı ihsân etdi. Şâmda ikâmet etmeye karâr verdim. Halîfenin ve beni sevenlerin bu arzûmu öğrenmelerini istemiyordum. Mekkeye gidecek gibi göründüm. Bir dahâ dönmemek üzere Bağdâddan ayrılacağımı latîf, uygun hîlelerle belli etmemeye çalışdım. Bütün Irâk âlimleri gitmemem için, tenkîdde bulundular. Onların arasında, herşeyden yüz çevirmemin dînî bir sebebden olduğunu kabûl edecek bir kimse yokdu. Onlar benim bulunduğum mevki’nin, dînin en yüksek mevki’i olduğunu zan ediyorlardı. Bilgileri ancak bu kadarına yetiyordu. Sonra halk, gitmemin sebebi hakkında bir takım tahmînler arasında şaşırdı kaldı. Irâkdan uzak olanlar ise, bu gidişimin memleketi idâre eden devlet adamlarının arzûlarından ileri geldiğini zan ediyorlardı. Devlet adamlarına yakın olanlar da, onların beni bırakmamak için ne kadar uğraşdıklarını, yapdığımı kınadıklarını, benim de onlardan yüz çevirdiğimi, sözlerine kulak asmadığımı görüyorlardı. Bu, Allahdan gelmiş bir işdir. Âlimlere ve ehl-i islâma nazar değdi. Bunun başka bir sebebi olamaz diyorlardı.


Malımdan, bana ve çocuklarımın nafakasına yetecek kadarını ayırdım. Geri kalanını temâmen dağıtdım. Irâk malı müslimânlara vakf olduğu için, böyle işlere ayrılması câizdir. Dünyâda, bir âlimin çocukları için ayıracağı bu maldan dahâ iyi bir mal görmedim. Nihâyet, Bağdâddan ayrılıp,Şâma gitdim.Şâmda iki seneye yakın ikâmet etdim.Bu zemân içinde, tesavvuf kitâblarından öğrendiğim gibi, nefsimi fenâ hâllerden temizlemek, ahlâkımı güzelleşdirmek, Allahü teâlâyı zikr etmek, kalbimi tasfiye etmekle meşgûl oldum. İnsanlardan uzak durup, zemânımı riyâzetle ve ibâdetle geçirdim. Şâmdaki Emevî câmi’nde bir müddet i’tikâfa girdim. Câmi’nin minâresine çıkar, kapıyı kilitlerdim ve bütün gün orada kalırdım. Sonra Kudüse gitdim. Beyt-i mukaddese girdim. Her gün Sahrâtullaha (Peygamberlerin ve Evliyânın ibâdet mahalli olmakla meşhûr yer) girer, kapıları üzerime kilitlerdim.


Kudüsü ve Hazret-i İbrâhîm Halîlullahı “aleyhisselâm” ziyâretden sonra, hac farizâsını yerine getirmek, Mekke-i mükerremenin ve Medîne-i münevverenin bereketlerine kavuşmak, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kabr-i şerîfini ziyâretle şereflenmek arzûsu kalbime düşdü. Hicâza gidip, bu arzûma kavuşdum.


Dahâ sonra, çocuklarımın da’veti ve içimdeki arzû, beni vatanıma çekdi.Hiç dönme düşüncesinde olmadığım hâlde,döndüm.Yine insanlardan uzak yaşamayı tercîh etdim. Yalnız kalmağa, Allahü teâlâyı zikr etmeğe ve ondan başka herşeyi kalbimden çıkarmağa çok hırslı idim. Zemânın hâdiseleri, çoluk-çocuk derdi, geçim sıkıntısı, huzûrumu bozuyor,yalnızlıkdan duyduğum tadı bozuyordu. Bu tadı ancak arasıra duyuyordum.Bununla berâber,o hâle kavuşmaktan ümîdimi kesmedim.On sene kadar böyle devâm etdim. Yalnızlıklarım sırasında bana o kadar şey ma’lûm oldu ki, onları temâmen anlatmak mümkin değildir. Fâidelenmek için birazından bahsedeyim.


Kesin bir şeklde anladım ki, tesavvuf ehli, Allahü teâlânın yolunda olan kimselerdir. Onların hâlleri, hâllerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlâkları ahlâkların en temizidir. Dînin esâsına vâkıf olan âlimlerin ilmi, hükemânın hikmeti, onların hâllerinden ve ahlâklarından bir kısmını değişdirmek, dahâ iyi bir hâle getirmek için bir araya gelse, buna imkân bulamazlar. Dahâ iyisini ortaya koyamazlar. Onların zâhiren ve bâtınen bütün hâl ve hareketleri, nübüvvet kandilinin ışığından alınmışdır. Yeryüzünde ise,nübüvvet ışığından başka aydınlanacak bir nûr yokdur.


Hâsılı bir tarîkat, bir yol ki, ilk şartı olan temizlik, kalbden mâsivâyı,ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyi çıkarmakdır.Bunun anahtarı, kalbin dâimâ Allahü teâlâyı anmakla meşgûl olmasıdır. Bu hâl, nemâzdaki iftitâh tekbîri mesâbesindedir. Netîcesi, temâmen Allahü teâlânın varlığında yok olmakdır. Böyle bir yol hakkında başka ne söylenebilir.


Allahü teâlânın varlığında yok olmanın son mertebe sayılması, başlangıçda istek ve irâde ile yapılabilen hâllere göredir. Yoksa aslında o fenâ makâmı, tarîkatın başlangıcıdır. Ondan önceki hâller, bu yolun yolcuları için, sokak kapısı ile evin asl kapısı arasındaki avlu durumundadır. Tarîkatın başlangıcından i’tibâren keşfler, müşâhedeler başlar. Hattâ öyle olurki,sâlikler (tarîkat yolcuları) uyanıkken melekleri, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” rûhâniyyetlerini görürler. Sözlerini işitirler ve onlardan pek çok fâideler elde ederler. Dahâ sonra onların rûhâniyyetlerini ve sîretlerini görmekden öyle yüksek derecelere yükselme hâli hâsıl olur ki, bunu sözle anlatmak mümkin değildir. Kim o hâli anlatmak isterse, sözünde sakınılması imkânsız açık hatâlar olur. Hülâsâ iş, Allahü teâlâya o kadar yaklaşmak derecesine varır ki, bir zümre Allah ile birleşdiğini, bir zümre Allaha vâsıl olduğunu tehayyül eder.Bunun temâmı hatâdır.Niçin hatâ olduğunu (El-Maksad-ül-aksâ) kitâbımızda açıkladık. Kendisinde bu hâl meydâna gelen kimse:

Aklıma getirmediğim şey oldu,

Aslını sorma, iyi zanda bulun.

Ma’nâsında olan beyte uyarak, fazla bir şey söylememelidir. Netîce olarak, tesavvuf ehlinin yolunda ilerleyip, bu yola zevk ile vâkıf olmayanlar, nübüvvetin hakîkatini anlayamazlar. Sâdece ismini bilirler. Evliyâdan hâsıl olan kerâmetler, Peygamberlerden ilk zemânlarda hâsıl olan hâllerdir. Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Peygamberliği bildirilmeden önce, Hîra dağına çekilip, insanlardan uzak kalarak, Allahü teâlâya ibâdet etdiği sıradaki hâli böyle idi. Hattâ arablar, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”, Rabbine âşık oldu, dediler.


Bu öyle bir hâldir ki, ne olduğunu o yolda ilerlemiş olanlar, onu zevk ile, tadarak anlarlar. Bu zevki tatmayanlar, tesavvuf ehlinin sohbetinde bulunarak, tecribe ede ede ve işite, işite hâllerin alâmeti ve delâleti ile anlarlar. İşte tesavvuf ehli ile birlikde bulunanlar, onlardan bu yakîni istifâde ederler. Onlar öyle kimselerdir ki, sohbetlerinde bulunanlar,dalâletde kalmaz. Sohbetlerinde bulunma şerefinden mahrûm kalanlar, (İhyâ-ü ulûmid-dîn) kitâbımızın “Acâib-ül-kalb” kısmında bahsetdiğimiz gibi, aklî delîllerle bunun mümkin olduğunu yakînen anlarlar. Bu hâlleri, aklî delîllerle incelemek ilmdir. O hâller ile hâllenmek ise zevkdir, tatmakdır. Hüsn-i zan ve tecribe ile kabûl etmek îmândır. İşte bu, ilm,hâl (zevk) ve inanmak olmak üzere üç derecedir.Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Mücâdele sûresi 11.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allah sizden îmân edenleri ve kendilerine ilm verilenleri derecelere yükseltir…) buyurdu. Bu üç dereceye kavuşanların dışında kalan bir takım câhil kimseler vardır ki, bu hâlleri inkâr ederler. Böyle sözlere şaşarlar ve alay ederler. Bunlar ne hezeyânlar yapıyorlar derler. Bunlar hakkında Allahü teâlâ,Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi vesellem” meâlen şöyle buyurdu: (O münâfıklardan seni dinlemeye gelen de var. Hattâ Senin yanından çıkdıkları zemân, (Eshâb-ı kirâmdan) kendilerine ilm verilmiş olanlara şöyle derler: O biraz önce ne söyledi? (Böylece alay ederler). Bunlar öyle kimselerdir ki, Allah kalblerini mühürlemişdir de, hep hevâlarına uymuşlardır.) (Muhammed sûresi: 16.ci âyet-i kerîmesi.)


Tesavvuf ehlinin yolunda ilerlemem sâyesinde muttali’ olduğum husûslardan biri de, nübüvvetin hakîkati ve husûsiyyeti bana âşikâr oldu. Nübüvvetin esâsına dâir burada ma’lûmât vermek lâzımdır. Buna çok ihtiyâc vardır.

Nübüvvetin Hakikati ve Bütün İnsanların Ona Muhtac Olması

Şu bilinmelidir ki,insan dünyâya ilk geldiğinde,bilgisiz,Allahü teâlânın yaratdığı bütün âlemlerden habersiz olarak yaratılmışdır. Âlemler çokdur.Sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez.Nitekim, Kur’ân-ı kerîmde [Müddesir sûresi 31.ci âyetinde] meâlen: “Allahın ordularının sayısını Ondan başka kimse bilmez) buyurdu. İnsan, idrâki sâyesinde âlemden haberdâr olur. İdrâklerden herbiri de, insan onunla bir âlemi anlasın diye yaratılmışdır. Âlemlerden maksadımız, varlıkların çeşidleridir. İnsanda en önce dokunma duyusu yaratılır. Bu duyu ile soğuğu, sıcağı, nemi, kuruyu,yumuşağı,katıyı ve benzerlerini idrâk eder. Bu duyu, renkleri ve sesleri kat’iyyen anlayamaz. Bunlar, dokunma duyusuna göre yok demekdir. Sonra insanda görme duyusu yaratılır. Bununla da renkleri, şeklleri anlar. Görme duyusuna âid âlem, duyu ile anlaşılabilen âlemlerin en genişidir. Dahâ sonra insanda, işitme duyusu yaratılır. Bununla sesleri, na’meleri işitir. Nihâyet insanda zevk, tatma duyusu yaratılır. Böylece duyu âleminin idrâk vâsıtaları olan duyu organları temâmlanır.


Yedi yaşına yaklaşdığı zemân, temyîz gücü, ya’nî nesneleri birbirinden ayırma gücü yaratılır. Bu çağ, insan varlığının başka bir duruma girdiği çağdır. İnsan bu çağda, duyu organlarıyla anlaşılamayan şeyleri de anlar. İnsan, dahâ sonra başka bir duruma yükselir. Kendisinde akl yaratılır. İnsan akl ile, lüzûmlu, mümkin ve imkânsız olanları ayırır. Akl,temyîz ve his kuvvetlerinin,duyu organlarının anlayamadığı şeyleri anlar.


Allahü teâlâ ba’zı seçdiği kullarında, akldan sonra, başka bir kuvvet dahâ yaratır. Bununla, aklın bilemediği, bulamadığı şeyler ve ilerde olacak şeyler anlaşılır. Buna nübüvvet ya’nî Peygamberlik kuvveti denir. Temyiz kuvveti, akl ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunlara inanmıyor. Akl da, Peygamberlik kuvveti ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunların var olduklarına inanmıyor, inkâr ediyor. Anlamadığını inkâr etmek, anlamamanın, bilmemenin ifâdesi oluyor. Bunun gibi kör olarak dünyâya gelen kimse, renkleri, şeklleri hiç işitmese bunları bilmez. Varlıklarına inanmaz. Allahü teâlâ, nübüvvet kuvvetinin de bulunduğunu kullarına bildirmek için, bu kuvvetin benzeri olarak, insanlarda rü’yâyı yaratdı. İnsan ilerde olacak şeyi, açıkca veyâ âlem-i misâldeki şekli ile ba’zı rü’yâda görmekdedir. Rü’yâyı bilmeyen birine, insan ölü gibi baygın hâle gelip, düşünce ve bütün hisleri gidince, aklın ermediği gayba âid şeyleri görüyor denilse inanmaz. Böyle şeyin olamayacağını isbâta kalkışarak, insan etrafını his kuvvetleri ile anlıyor. Bu kuvvetler bozulursa, birşey idrâk edemiyor. Hele hiç işlemedikleri, fe’al olmadıkları zemân hiçbir şeyi anlıyamaz der. Böyle bozuk mantık yürütür. Akl ile bilinen şeyleri his kuvvetleri anlıyamadıkları gibi, nübüvvet kuvveti ile bilinen şeyleri akl anlıyamıyor.


Peygamberlik kuvvetinin bulunduğunda şübhesi olanlar,bunun mümkin olmasında veyâ mümkin ise de, vâki’ olmasında şübhe ediyorlar. Bunun mevcûd ve vâki’ olması, mümkin olduğunu göstermekdedir.


Bunun mevcûd olduğunu da, Peygamberlerin aklın ermediği bilgileri haber vermeleri göstermekdedir. Akl ile, hesâb ile, tecribe ile anlaşılamıyan bu bilgiler, ancak Allahü teâlânın ilhâm etmesi ile, ya’nî Peygamberlik kuvveti ile anlaşılmışdır. Peygamberlik kuvvetinin bundan başka özellikleri de vardır. Bir özelliğin benzeri olan rü’yâ, insanlarda bulunduğu için, biz de, misâl olarak bunu bildirdik. Başka özellikleri, tesavvuf yolunda çalışanlarda zevk yolu ile hâsıl olur.


Peygamberde bulunup, sende bulunmıyan bir özelliği aslâ anlıyamazsın. Anlıyamayınca, onu nasıl tasdîk edebilirsin? Çünki tasdîk, anladıkdan sonra mümkindir. O özellik sende tesavvuf yolunun başlangıcında hâsıl olur. Hâsıl olan bu özelliğin mikdârı nisbetinde bir çeşid zevke kavuşursun. Bu zevke kıyâs ederek, benzeri sende hâsıl olmamış hâlleri tasdîk edersin. İşte tek başına bu özellik, nübüvvete îmân etmen için sana kâfîdir.


Bir şahsın Peygamber olup olmadığında şübhesi olan kimse, onun yaşayışını görmeli veyâ yaşayışını bildiren haberleri, insâfla incelemelidir. Tıb veyâ fıkh ilmini iyi bilen kimse, tıp veyâ fıkh âliminin hayâtını bildiren haberleri incelemekle onun hakkında ma’lûmât sâhibi olur. Meselâ, imâm-ı Şâfi’înin fıkh âlimi veyâ Calinosun tabîb olup olmadığını anlamak için, bu ilmleri iyi öğrenmek, sonra bunların bu ilmler üzerindeki kitâblarını incelemek lâzımdır. Bunun gibi, Peygamberlik üzerinde ma’lûmât edinen ve sonra Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri inceleyen kimse, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu ve Peygamberlik derecelerinin en üstünde bulunduğunu iyi anlar. Hele Onun sözlerinin kalbi temizlemekde olan te’sîrlerini öğrenince ve hele Onun bildirdiklerini yaparak kendi kalb gözü açılınca, Onun Peygamber olduğuna îmânı, yakîn hâlini alır. Onun, (Bildiklerine uygun hareket edene, Allahü teâlâ bilmediklerini bildirir.) ve (Zâlime yardım eden, ondan zarar görür.) ve (Sabâhları, yalnız Allahü teâlânın rızâsını kazanmağı düşünen kimseyi, Allahü teâlâ,dünyâ ve âhıret arzûlarına kavuşdurur) hadîs-i şerîflerinin doğru olduğunu bin, iki bin, hattâ binlerce def’a tecribe edersen, sende kesin bir ilm hâsıl olur. Böylece ilmin ve îmânın kuvvetlenir. Nübüvvet hakkında yakîn elde etmek ve îmânın zevkî, ya’nî görmüş gibi olması, tesavvuf yolunda çalışmakla olur. Bu yolda ilerlemeğe gayret et. Yoksa değneğin ejderhâ olması, ayın ikiye bölünmesi mu’cizelerine bakmak kâfî gelmez. Sâdece bu mu’cizelere bakıp da, sayılamıyacak kadar çok olan alâmetleri göz önünde tutmazsan, bu mu’cizeleri sihr ve hayâl sayarsın.


Ba’zı kimseleri dalâlete, ba’zı kimseleri de hidâyete kavuş duran Allahü teâlâ tarafından bir nev’î ibtilâ, dalâlete düşürme zan edersin. Çünki,Allahü teâlâ [Kur’ân-ı kerîmde,Fâtır sûresi,8.ci âyetinde] meâlen, (Allah, dilediği kimseyi dalâlete, dilediğini de hidâyete erdirir) buyurdu.


Mu’cizelerle alâkalı olarak sana ba’zı süâller sorulabilir. O zemân, mu’cizenin nübüvvete işâret etdiği husûsundaki inancının dayanağı sâdece çok düzgün ve te’sîrli sözlerden ibâret kalırsa, bunun tersini iddi’â eden birisinin,dahâ te’sîrli sözleri ile şübheye düşebilirsin.Böylece, îmânın sarsılır. Mu’cizeler, senin nazarında Peygamberliği bildiren birçok delîllerden biri olsun. Böylece, sende, Peygamberlik hakkında sâdece bir delîle değil,pekçok delîle dayanan ve reddi mümkin olmayan kesin ilm, îmân hâsıl olur. Meselâ, bir kimseye yalan söylemeleri mümkin olmayan bir cemâ’at, bir şey söylediğinde, o kimsede kesin bir ilm hâsıl olur. Fekat o kimse, sâdece belli bir şahsın bildirmesiyle kesin ilmi, bilgiyi elde edemez. Gerçi ona hâsıl olan bu yakîn, ya’nî kesin inanma, bunu haber veren cemâ’atin dışında olamayacağı gibi, ayrı ayrı ferdleri de belli değildir. işte, kuvvetli ve ilme dayanan îmân budur.


Zevkle, tadarak elde edilen îmân ise, gözle görmek, elle tutmak gibidir. Bu ise, sâdece tesavvuf yolunda ele geçer. Nübüvvetin hakîkatine dâir verdiğimiz bu ma’lûmât, maksadımızı anlatmağa kâfîdir. Bu mes’eleleri açıklamaya neden ihtiyâc olduğunu ileride beyân edeceğim.

Eser: El-münkızü mined-dalâl

Müellif: İmâm-ı Gazâlî 

Terceme: Hüseyn Hilmi IŞIK

SÜLÛK nedir? ne demektir?

 SÜLÛK nedir? ne demektir?

Tasavvuf yoluna girmek.

Evliyâlık kemâlâtına kavuşmak sülûk, kalbin zikretmesi ve murâkabe (nefsi kontrol) ve râbıta (bir büyüğe kalben bağlanma) ile olur. Ne kadar ilerlerse ilerlesin, İslâmiyet'ten dışarı çıkamaz. İslâmiyet'e uymakta sarsıntı olursa, bütün vilâyet (evliyâlık) dereceleri yıkılır. (İmâm-ı Rabbânî)


Takvâ sâhiblerinin ihlâs ile yaptığı farzlar, kurb yâni Allahü teâlâya yakınlık hâsıl eder. Hâsıl olan bu kurb, nâfilelerle hâsıl olandan elbette daha çoktur. Takvâ ve ihlâs elde etmek için de, tasavvuf ehlinin bildirdikleri vazîfeleri yapmak lâzımdır. Farzların kurb hâsıl etmesi için nâfile vazîfeleri yapmak şarttır. Sülûk vâsıtasıyla, insanda fenâ hâsıl olur, yâni Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisi kalbinden silinir. Sonra bekâ denilen hâl hâsıl olarak, Allahü teâlânın sevgisi kalbine yerleşir. Her şeyi Allah için sever. Her işi, Allah için yapar. Böyle insana velî denir. (İmâm-ı Rabbânî)


Cezbe yolunda, Allahü teâlâ çektiği ve tâlibe çok ihsânda bulunduğu için, vesîleye, vâsıtaya lüzum yoktur. Sülûk yolunda ise, tâlib ilerlemeye çalıştığından, vâsıta lâzımdır. Cezbe yolunda vâsıta lâzım değil ise de, cezbenin tamam olması için sülûk lâzımdır. Sülûk; tövbe ve zühd (mubahların çoğunu terk etme, dünyâya rağbet etmeme) ve başka belli şeyleri yapmaya çalışmaktır. Yâni şerîate (İslâmiyet'e) uymaktır. Sülûksüz olan cezbe, tamam olmaz, noksan kalır. (İmâm-ı Rabbânî)

Tasavvuf nedir?

 Cüneyd-i Bağdadî "kuddise sirruh" buyuruyorlar;*


_Havatır (kalbe gelen şey) dörttür buyurdu: _


Biri, Cenâb-ı Hak’dan olup, kulu uyarmaya çağırır. 

Biri, melek tarafından olup, kulu iyilik ve iyi amel yapmaya çağırır. 

Biri, nefsten olup, kulu süslenmeye, dünya lezzetlerine çağırır. 

Biri de şeytandan olup, kulu kine, hasede ve düşmanlığa çağırır.

Tasavvuf, istefa’dan gelir, İstefa seçilmek demektir. Allahu teâlâ’nın gayrisinden seçilen, ayrılana sofi denir, buyurdu.

Buyurdu ki, sofi o kimsedir ki, kalbi, İbrahim aleyhisselâmın kalbi gibi, dünya sevgisinden kurtulmuş ve Cenâb-ı Hakkın emirlerine sıkı sarılmışdır. Teslimiyyeti, İsmâil aleyhisselâmın teslimiyyeti, üzüntüsü Dâvûd aleyhisselâmın üzüntüsü, fakri İsâ aleyhisselâmın fakri, sabrı Eyyüb aleyhisselâmın sabrı, şevki Mûsâ aleyhisselâmın şevki, münâcât zamanındaki ihlâsı, Muhammed aleyhisselâmın ihlâsı gibidir.


Buyurdu ki, tasavvuf, aralıksız Cenâb-ı Hak ile olmakdır.


Buyurdu ki, tasavvuf, seni senden öldürüp, kendi ile yaşatmasıdır.


Buyurdu ki, tasavvuf kalbi temizlemektir.

Tasavvuf Nedir, Manası Ve Başlangıcı

Aşağıdaki metin, Esseyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri tarafından kaleme alınan ve üstad tarafından sadeleştirilen, Tasavvuf Bahçeleri isimli eserin giriş kısmıdır ve tasavvufun kelime manası, terim anlamı ve doğuşu hakkında aydınlatıcı malumat ihtiva etmektedir.
BAŞLANGIÇ
Zahir ilimlerinin, mevzu genişliği itibariyle tasavvuf ilmine nisbeti, bir damlanın bir deryaya kıyası gibi olduğu, bazı tasavvuf büyüklerinin açıkladıkları hususlardandır. Zira, tasavvufun mevzuu, yerinde de bahs ve zikrolunacağı gibi, meal olarak, Allah’ın Zâtıdır. Öbür ilimlerin mevzuu, ne kadar geniş farzedilse de “mümkinât dairesi – olabilirler âleminden dışarı çıkamaz. “Vücup âlemi – olması gerekenler âlemi”ne nisbetle “imkân âlemi – olabilirler âlemi”nin ne olduğu, beyandan uzaktır. Şu halde, tasavvuf ilmi, zevkî ve vicdanî olduğundandır ki, şanına lâyık bir şekilde kalemlerin diliyle yazılması ve insanların diliyle ifadesi mümkün değildir. Bununla birlikte, bağlıları tarafından pek çok kitap ve risaleler telif ve tertip edilmek suretiyle, imkân nisbetinde izahına gayret sarfedilmiş, muazzam maksat ve meseleleri de onların sohbetleri esnasında beyan ve izah oluna gelmiştir.
Bu hususta, değişik derecelerde olan üstün tasavvuf adamlarının, çeşitli meşreplerde bulunan büyüklerin her biri, muhtelif suretlerde kendi mizaçlarına göre beyanlarda bulunmuşlardır. Bir kısmı, belki büyük bir kısmı, keşfe bağlı hakikatler ve ilhama dayalı incelikler üzerinde, zeyli uzun meali bir, ibaresi değişik kitaplar yazmışlardır.
Şeyh-i Ekber, bu yolun öncüsüdür ki, rivayete göre, yazdıkları beşyüz kitaptan büyük kısmı bu mevzu üzerinedir. Bu cümleden olarak, “Fusûs-ül Hikem”, “El-Fütuhat’ul-Mekkiye”, “Et-Tedbîrât’ül-İlâhiyye”, “Et-Tenezzülât’ül-Muvassaliyye”, “El-îsrâ-u İlâ Makam’il-Esrâr”, “Minhâc’ül-Ve-sâil” “Kitab’ül-Azame”, “Kitab’ül-Beyân”, “Kitab’ül-Müsikke An Es’ilet’il-Hakim’it-Tirmizî”, “El-Müsâmerat” gibi kitapları, bu kutsî yolun hakikatlerini beyan mevzuundadır. Bu kısmın felsefeyle münasebeti vardır. Şu kadar ki, felsefe, yalnız akla tâbi olurken; bu kısım tasavvuf, şeriat ve selim akıl dairesinde, açık bir keşfe dayalı ve sıhhatli bir zevke mutabıktır.
Bu kitapların bir kısmı da, tasavvuf adamlarının derecelerini, keşif yoluyla mertebelerinin beyanını ve kerametlerini, doğum ve vefat tarihlerini, memleketlerini, İrşad havzalarını, kimlerle çağdaş bulunduklarını, hayat tarzlarını, mübarek mezar ve merkadlerini ve buna benzer meşeleri İhtiva eden kitaplardır ki, bu adeta bir tasavvuf tarihi teşkil eden bir ilim koludur. “Tezkirat’ül-Evliyâ”, “Tabakât-ı Şa’râni”, “Nefehât-ül-Üns”, “Ravzat-i Riyâhin Fi’l Hikâyât’is-Sâlihin” ve bunlar gibi… Bu kısım tasavvuf kitaplarının da tarihle münasebeti fazladır. Ancak bu kitaplar, Hadîs-i Şeriflerin an’aneleri gibi, güvenilir ve muteber rivayetçilerin rivayetlerine dayalı olmak zorundadır. Böyle olan kitapların her meselesinde, haber ve hadîs nakletmenin usûl ve an’anesine riayet olunmuştur.
Bu kitaplardan bir kısmı da, bu yola girme ve bu yola almanın edepleri hususundadır ki, üstün velilik makamlarına yükselmeye ve büyük insanların mertebelerine erişip, ilâhi yakınlık menzillerine ve “Seyr fîllâh – Allah’ta seyr”, “Seyr billah – Allah’ı seyr”, Seyr minallah – Allah’tan seyr”e ve diğer kulları irşada vesile olan faaliyetlere ve batını amellere aittir. Tasavvufun özü de budur. Havas ve avama faydalı ve mühim olan da bu kısımdır.
Bunun bir yönü de fıkıh kitaplarındaki ibadet kısımlarının dörtte bir kadarıyla münasebetlidir. Gazalî’nin “İhyâ”sı, Gavs-ı Azam’ın “Gunye”si, İmam Rabbânî’nin “Mektubât”ı ve diğer Ahmedî velilerin kitap ve risaleleri gibi… Bu fakir ve âciz de işbu risaleyi gösterdiğimiz bu üç kısım üzerine inşa etmeyi uygun görmüştür.
Bu kitapların bir bölümü de, velilerin kerametleri ve menkıbeleri, bazı hususî kişilerin faziletleri ve kemâlleri hakkında telif ve tertip olunmuş risalelerdir. Bu kısım risalelerin faydaları, zikri geçen kısımlara nazaran daha az olduğu ve hususiyle bu risaleler, ihlaslarında ifrata kaçanların şahsî fikirlerinden kaynaklanmış bulunduğu için, itibara değer görülmemiş ve bu yüzden de risalemiz, bunların muhteviyatının pek çoğundan uzak tutulmuştur. Bir kısmı da virdler ve zikirler, dualar, hizipler ve bir takım İsimlerin hususiyetlerine ait olup, ancak sahiplerine yararlı; mürid ve sâliklere faydası sınırlı, âdeta zahirî ibadetlerden kopmuş şahıslara mahsus olduğundan, risalemiz, bunu da içine almış değildir.
Diğer bir kısım ise, Allah dostlarının, büyüklerin sohbetleri ve teveccühleri esnasında sükût ettikleri ve murakebe-ye daldıkları zaman, İlâhi tecellî dairesinden yansıma ve dökülme yoluyla aldıkları ilimler ve İlâhi marifetlerdir ki, söz ve kalemle beyanı kabil olmadığından, ancak bu meşrep için, sır ve hakikatlere ulaştırıcı bir melekenin kazanılmasına hizmet edegelmiş bir haldir. Bu da ancak sahibine hüccet teşkil ettiğinden risalemiz bu bahsin de dışında kalmıştır.
Kırk seneyi aşkın bir zamandan beri, vakitlerimi tasavvuf ilminin nazarî ve amelî yönüyle meşgul olmaya tahsis etmiş olduğumdan, Allah’ın lûtfuyle, bu sır ve hakikatlere bir nisbet kazanmışımdır.
“- Allah’tan başka kimsede, hiç bir davranış ve kuvvet yoktur!”
TASAVVUF KELİMESİNİN DOĞUŞU VE İSİMLENDİRİLMESİ
“Safa” kelimesi, her lisanda övülen; ve zıddı olan “kedûret-bulanıklık” ise kınanan hâllerden sayılmıştır.
Rivayet edilmiştir ki, Allah’ın Resulü, mübarek peygamberlik simalarında açık bir hüzün ve değişiklik eseri olduğu halde, Sahabîler meclisini şereflendirmişler ve “Bu dünyanın safası gitti, kederi kaldı” buyurmuşlardır. Bu Hadîs-i Şerifte “tasavvuf, “süfî” ve “mutasavvıf kelimelerinin, “safvet”den geldiğine bir remz ve İşaret vardır. “Safv” kelimesinde “f’ harfinin önce gelmesi, “sûfî” de ise sonra gelmiş olması, bu kelimelerin değişik köklerden geldiğini gösterirse de, tasavvuf kelimesinin çokça kullanılmasından, “f’nin ‘V’den önce söylenmesinin kelimeye hafiflik kazandırmak için olduğu, yani bir telaffuz galatı bulunduğu bazı tasavvuf kitaplarında zikredilmiştir. Hattâ, peygamberlerin “safvet”le vasıflanmış olmalarındandır ki, Kur’an’da ‘İstifa, Estafi, Yestafî, Mustafâ” kelimeleri, onların üstün hallerini beyânda zikredilmiştir. Demek oluyor ki, tasavvufî hakikatlerle vasıflanmak, topyekûn Resuller ve Nebiler boyunca görülmüş ve muteber olagelmiştir.
“Her nebinin zamanında, şeriatı yürürlükte olduğu, uygulandığı gibi, kendi manevî hallerinin üstün meziyetleriyle de donanmayı, ümmetinin seçkinlerine feyizleriyle ifade buyururlardı. Mânevi safvet, Risalet ve Nübüvvetle başlamıştır. Tasavvuf, şeriatların manevî kıymetlerini kazandırıcı ve onlara ulaşmayı kolaylaştırıcıdır.
Üstad Ebul Kasım dedi ki: “Bu taife İçin sûfî (sofi) tabiri, galip halde, çokça kullanılmış; ve filan kimse sûfîdir, falan cemaat sûfîyye ve mutasavvifedir, denilmiştir. Yoksa bu isim için, bu mânâda kullanılışına dair Arapçada herhangi bir işaret, bir kıyas ve bir kelime türemesi sözkonusu değildir. Açık olan şey, bu ismin, yani sûfî isminin bu taifeye lakap olarak kullanılmasıdır.”
Bazıları, “kamîs” giyenden bahsedilirken, “tekammus” denildiği gibi, bu taife de “sof-yün” elbise giydiklerinden, onlardan bahsedilirken, “sofî” denildiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bu çevrenin, yalnızca sof elbise giymediği biliniyorsa da, bu sebebin ileri sürülmesi, hükmün çokluğa bina edilmiş olmasına göredir.
Şeyh Sühreverdi’nin “Avârifinde şöyle denilmiştir: “Bazıları “sûfî” kelimesinin, isim olarak kullanılmasındaki münasebeti tetkik ederken demişlerdir ki; kıymette en düşük ve tevazua en yakın bulunan ve çok zaman Peygamberlerin giydikleri sof elbiseler taşıdıklarından, onlara Arapça kıyasa bakmayarak, “sûfî” lâkabı verilmiştir.”
Gerçekten, Kâinatın Efendisi de, yetmiş kadar peygamberin sof giydiklerini haber vermişlerdir. İsa Peygamberin, softan elbise giydikleri malûmdur. Hasan Basri; “Ben, Bedir Eshâbı’ndan yetmiş kadarıyla görüştüm ki, hepsinin de elbisesi softandı.” demiştir. Ebu Hureyre ve Feddal bin Ubeyd, Bedir Sahabîlerini anlatırken, bütün elbiselerinin softan olduğunu söylemişlerdir.
Bazıları, nasıl “Kûfî”, Kûfe’ye mensup demekse, “sûfî” de “sûf’a mensuptur, demişlerdir. Sûf (sof), bir çeşit yünden mamul hırka demektir.
Bazıları ise, bu ismi ariflerin İlâhi Huzur’da “saf olmalarına nisbet etmişlerdir. Bunlar, mânâ bakımından tezlerinde doğruysalar da; lügat bakımından “sûfî”, “safa nisbet edilemez.
Bazıları da, “sûfi”yi Mescid-i Suffe’ye nisbet etmişlerse de nisbetin, kaideye aykırılığından dolayı bu görüş reddolunmuştur.
Hülâsa; “sûfî” kelimesi bir sebep ve münasebet aranmaksızın, kalp safâsına, gönlü, bütün yabancılardan arındırma ve İlâhi zikirle ruhu donatmaya malik olanlara isim olarak verilmiştir. Bu üstün taife ise, “ehemmi takdim” ölçüsüne riayetle, böyle kıyas ve kelime iştikakîyle meşgul olmaktan kaçınmışlar ve kıymetli vakitlerini, pek az faydası olan bu gibi şeylerle zâyi etmemişlerdir.
TASAVVUFUN TARİFİ
Sufi taifesinin efendisi Cüneyd, buyurdular ki: “- Tasavvuf, Hakk’ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir.”
Muhammed Bin Ali El-Kassab, tasavvufu; “- Keremli zamanda, keremli insanlardan, keremli topluluklar içinde beliren keremli ahlâk…” diye beyan etmiştir.
Cüneyd’e tasavvuf nedir, dîye sorulduğunda; “- Başkasına alâkasız kalarak Allah ile olmaktır.” Cevabını aldılar. Bundan maksat, “mâsiva-dış dün-ya”dan sevgi alâkasını kesip, ancak o alâkayı Allah’a hasretmektir.
Yine Cüneyd;
“-Tasavvuf, içtima ile zikir, istima (dinleme) ile vecd, İttiba ile ameldir.” Yani, toplulukla zikir, Kur’an dinlemekle vecd ve Peygambere uymakla amel etmektir.
Ruveym Bin Ahmed Bağdadî dedi ki:
“-Tasavvuf, yalnız Allah’a acz ve ihtiyaçla sığınmak, mahlûkatın ihtiyaçlarına koşmak, Şeriat yasakları dışında taarruz ve mücadeleyi terketmektir.”
Şiblî, tasavvufu; “her türlü endişe ve düşünceden uzak, Allah ile olmaktır” şeklinde tarif etmiştir.
Ebu Muhammed Cerirî, tasavvufun tarifinde dedi ki: “- Tasavvuf, her düşük ahlâktan çıkmak, her yüksek ahlâka ermek…”
Yine Cüneyd, başka bir yerde dedi ki: “-Tasavvuf, şeriat yasaklarına ve kötü ahlâka karşı sürekli mücâhededir.”
Maruf Kerhi:
“-Tasavvuf, sevgilinin kapısından kovulunsa da orada yerleşmektir.”
Yine Maruf:
“-Tasavvuf uzaklığın kederinden sonra, yakınlığın safasıdır.”
Şiblî:
“-Sûfî, kalple halktan kopan ve sürekli Hakk’la olandır.”
Yine Şiblî:
“-Tasavvuf, yakıcı şimşek…”
Cerîri:
-Tasavvuf, hallerin murakabesi ve edep tavrı…”
Ebu Turâb:
“-Sûfî odur ki, hiç bir şeyden kederlenmez ve herşeyde safa bulur.”
Zünnun Mısrî:
“-Tasavvuf ehli, Allah’ı herşeye tercih eden, Allah’ın da onları her şeye tercih ettiği topluluk…”
Ebu Yakup:
“-Tasavvuf, öyle bir hâldir ki, bütün beşerî sıfatları yok eder.”
Ebu Hüseyin:
-Tasavvuf kalbe gelen nurların, İlâhî mânâların keyfiyetinden ibarettir; yoksa, Allah’ı anmanın kemmiyeti değil…”
Ebu Sehl Sa’lûki:
“-Tasavvuf, itirazdan vazgeçmektir. Yani, mukaddes Şeriat’in yasakladığı şeyler dışında itirazı terketmek…”
Bazıları da şöyle dediler:
“-Sûfî’nin hâli değişmez; değişse de kederlenmez.”
Hasılı, tasavvuf, beşerî sıfatlardan çıkıp; meleklik sıfatınna bürünmeye ve İlâhi Ahlâk ile ahlâklanmaya hizmet eden bir hâldir.
TASAVVUFUN BAŞLANGIÇ VE DOĞUŞU
En üstün peygamberin saadet devirlerinde olduğu gibi, ondan sonra da İslâm’ın fazilet örneklerine, Peygambere arkadaşlık yapmalarından daha üstün bir fazilet olmadığından “Sahâbi” ismi verildi. Hemen onlardan sonra gelenlere “tabiin-uyanlar”, onları takip edenlere de “etba-ı tâbiîn-uyanlara uyanlar” denildi. İnsanlar arasında ihtilâflar başlayıp, ayrılıklar doğunca, dini mertebelerde de değişiklikler ve bozulmalar meydana geldi. Ümmetin seçkinlerinden, dini işlerde şiddet ve inayetleri olanlara “zühhâd ve ubbad – zühd ve kulluk gösterenler” isimleri verildi; ve böylece avamdan ayrılmaları sağlandı. Daha sonra, bir takım bid’atler ve uydurmalar doğup fırkalar arasında ayrılıklar meydana çıkınca, her fırka kendi havassına (seçkinlerine) “zahid” ve “abid” dedi. “Fırka-i nâciye- Kurtuluş Fırkası”ndan olan Ehl-i Sünnet bağlılarından, kalplerini gaflet yollarından koruyan, nefslerini Allah ile hıfz edip murakebe edenlerin bu vasıflarına “tasavvuf ve kendilerine de “sûfî” denilerek, bununla diğerlerinden ayrıldılar.
Bu isimler, Hicretin İkinci Asrının sonlarına doğru kullanıldı. “Sûfî” denilenlerin ilki; “Ebu Haşim Sûfî”dir ve bu künyesiyle meşhurdur. Aslen Kûfe’li olup Şam’da irşâdla meşguldü.
Süfyân-ı Sevrî’nin de çağdaşı… Süfyân, Basra’da H. 161 senesinde vefat etmiştir, Süfyân dedi ki: “-Ebû Haşim Sûfî olmasaydı, ben İlâhî incelikleri öğrenemezdim. Onu görmeden, tasavvufun ne olduğunu da bilmiyordum.
Ebû Haşim’den önce, ümmette bazı büyükler vardıysa da O, kendi zamanında zühd ve Şer’î hassasiyetlerde, tevekkül ve muhabbet yolunda emsallerini aşmıştı. Ondan evvel kimseye “sufî” denilmemiştir. İlk tekke, Şam’da, Remle, denilen yerde onun için inşa edilmiştir.
Bu tekkenin yapılışının sebebi şöyle rivayet olunuyor:
Emirlerden birisi avda iken, Ebû Hâşim’in gönül ehlinden bir kişiyle buluşup birbirlerinin ellerinden tutarak, derin bir sevgiyle görüşüp söyleştiklerini ve hemen oracıkta ellerinde bulunan yemeği birlikte yiyip’ vedalaştıklarını görür. Onların, böylesine samimi bir muamele ve ülfet içinde olmaları, Emirin hoşuna gider. Ebû Hâşim’e arkadaşının kim olduğunu sorar ve “bilmiyorum!” cevabını alır. “Nereli?” sorusuna da cevap aynıdır. Emir hayretler içinde, böyle ciddi olarak görüşüp sevişmelerinin sebebini sorunca: “Bu bizim meslek ve yolumuzdur, böylece emrolunmuşuz!” karşılığını alır. Bunun üzerine, Emir bir içtimâgâh’ın, yani kendilerinin buluşmalarına mahsus bir yerlerinin olup olmadığını sorar; buna da “Hayır!” cevabını alan Emir: “Öyleyse, size bir yer yaptırayım da orada toplanırsınız!” dedikten sonra, “Remle” denilen yerdeki “Hankâhı-tekkeyi” inşa ettirir.
İşte, gönül ve muhabbet ehline yapılan ilk tekke, bu bina olup ilk sûfı de bu zattır. O, bütün madde ve ruh ilimlerine vakıftı.
“Dağları iğne ile kazımak, kalplerden kibri kazımaktan daha kolaydır.” ifadesi, onun büyük sözlerinden… “Fayda vermeyen ilimden Allah’a sığınırım.” sözünü de dilinden hiç düşürmezdi.
Tasavvuf ilmi, İslami faziletlerin Şer’i ilimler kısmına aittir. Tasavvuf ehlinin yolu, ötedenberi Sahabî ve Tâbîlerden olan ümmetin büyüklerinin nezdinde hak ve hidayet yoluydu. Bu bakımdan hidayet ehli, diğer Şeriat ehlinden fazla olarak, bir başka ilimle de imtiyaz kazandılar. Bu yüzden Şeriat ilmi iki kısım oldu: Bir kısmı; fakihler ve fetva ehline mahsus ilim ki; ibadetler, âdetler ve muamelelerden olan umumi hükümlerdir. Diğer bir kısmı da, tasavvuf ehline mahsustur ve bu kısım ilim, nefs ile mücahede ve muhasebe esnasında, bu yolda, meydana gelen zevk ve vecd hallerinden, bir zevkten diğer bir zevke yükseliş keyfiyetinden ve bunlara dair aralarında dolaşan ıstılahların şerhi mevzuundaki kelâmdan ibarettir. Ne zaman, ilimler âlimlerin kafalarından, gönüllerinden satırlara aktarılarak fıkıh, usûl-i fıkıh, ilm-i kelâm, tefsir ve sair ilimler telif ve tertip olununca, bu yolun adamları da kendi yollarının edep ölçülerini kaleme alarak, eserler telif etmişlerdir.
Bazıları zühd ve takvaya; alacakları veya terkedecekleri şeyde Resul’e uymak yolunda nefs muhasebesine dair kitaplar yazmışlardır. Nitekim, Muhasibî, “Kitâb’ur-Rîâye” adlı eserinde bu usûlü gözetmiştir.
Bazıları da tarikat edepleriyle, tarikat ehlinin zevk, vecd ve hallerine dair kitaplar yazmışlardır.
Nitekim, İmam Kuşeyrî “Risale”sini ve Sühreverdi “Avârif-ul Maârif”ini bu usûl üzerine kaleme almıştır.
İmam Gazali, “İhyâ-ı Ulûm”unda iki kısmı bir araya toplamış; kitabında zühd ve takva ve Peygambere tâbilik hükümlerini, sonra da tarikatın usûl ve adabını beyân etmiş, aralarında dolaşan usûl ve ıstılahları da şerh edip açıklığa kavuşturmuştur.
İşte bu beyanlara bağlı olarak, tasavvufun başlangıcı, nübüvvet ve risaletin başlangıcıdır. Tasavvuf, semavi şeriat-lerin hakikatleriyle vasıflanmaktan doğmuştur. Şeriatlerden murad, semavi kitaplar ve İlâhî Emir ve Yasaklardır ki, tasavvuf, her zaman, itikat mevzuu hususları sabit olan şeriatlerin değişip yenilenmesiyle yenilenen amelî hususlarının da tatbikini ve kolaylıkla yerine gelmesini sağlayıcı bir vasıftan ve vesileden ibarettir.
Şu halde tasavvuf denilen sıfat, nübüvvet ve risaletle beraberdir.
Hakikatlar denizi olan ve pek çok incelikleri kuşatan tasavvufun, büyük bir meselesini teşkil eden “Vahdet-i Vücud”, Buda ve diğer batıl mezhep adamlarının kendi akıl ve mezhepleri hükmünce bahsettikleri “Vahdet-i Vücud”tan meal itibariyle büsbütün başkadır. Çünkü, tasavvufun “Vahdet-i Vücud”u zevki bir hâdise; diğeri ise, aklî vakıadır. Bunların arasındaki farkı, ona, tam mânâsı ve bütün incelikleriyle vâkıf olanlar ve ancak o üstün makama yükselme imtiyazını kazananlar bilir. Akıl ve zahir adamları, bu zevk yönünden mahrum ve mahcup oldukları için, yürüttükleri akla göre, bu iki görüş arasında bir münasebet bulurlar.

Tasavvuf ve Terbiye

İslâm’da “sofî” kelimesinin menşei etrafında mühim tartışmalar cereyan etmiştir. Bizi, bu tartışmalar pek fazla ilgilendirmemektedir. Bu kelime, ister şanlı Peygamber’in ilk meydana getirdiği terbiye, halkası olan “Ashab-ı Suffa”dan, ister yine yüce Peygamber’in sünnetine uyarak “yün elbise” (sof) giyinenlerin sıfatı olmaktan, ister arınmış, temizlenmiş kimseler mânâsına gelen “saf”tan gelmiş olsun ne fark eder?
Bizim için mühim olan; yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de “mukarrebîn” ve “Allah’ın velî kulları” olarak öğülen bu ulvî kadronun (mutasavvıfların), Allah ve Resûlü’nün çizgisinde yürüyerek ve zerre taviz vermeden “sırat-ı mustakim” üzere yücelmenin ve yüceltmenin yollarını göstermiş olmalarıdır.
İslâm’da “medrese” ve “tekke”, birbirine zıt, iki müessese değil, aynı imanı, aynı aşkı, aynı ahlâk ve şuuru, farklı, metodlarla kitlelere mal etmeye çalışan ve birbirini tamamlayan İslâmî kaynaklardı. “Medresede”, kitap, ders, akıl, nakil, tecrübe, müşahede, ilim, tâlim ve terbiye vardı. Orada “müderrisler” bir ömür boyu, didinir, çalışır, çırpınır “ilim adamları” yetiştirirdi. Orada, akıl ve zekâ ile başarıya ulaşılır, dünya ve ahîretin “sırları” öğrenilirdi. Oysa “tekkede”, yol daha kısa idi. Orada akıldan çok gönül, ilimden çok aşk, dış dünyadan çok iç dünya, tecrübe ve müşahededen çok “mükaşefe” vardı. Orada “kiyl ü kal” (dedim-dedi) ile vakit kaybeden müderrisler değil, “aşk” ile “tevhidin sırlarını” çözen “mürşidler” vardı. Mevlâna Celâleddin-i Rumî, bir rubaisinde, bu konuda şöyle buyururlar: “Aşkın gönlüme dolalı beri, senin aşkından başka neyim varsa hep yandı/Aklı, dersi, kitabı hep rafa koydum.” (Bkz. Mevlâna, Rubailer, -M. N. Gençosman- Sf: 96, 495. Rubai).
Gerçekten de “mutasavvıfların” hayat ve menkıbelerini inceleyenler hayretle görmüşlerdir ki, onlar, hiçbir ilmin, fennin ve aklın ulaşamıyacağı “ötelerin ötesinden” sesler getirmektedirler. Evet, onların böyle birer “hayat hikâyesi” vardır.
Bu konuda büyük fikir adamımız Necip Fazıl Kısakürek, “Halkadan Pırıltılar” adlı muhteşem eserinin önsözünde şöyle yazar; “Bu hikâyeler, dünyada insanî ve beşerî kaç mevcut varsa ve bu mevcutların ne kadar idrak müessesesi kurulmuşsa, topyekün hepsinin birden olamadığı, varamadığı, eremedlğl; ne şiirin, ne tılısımın, ne ilmin, ne fennin, ne aklın ulaşabildiği noktada bağdaş kuranların hayatından pırıltılardır.” (Bkz. ag.e. Önsöz).
İslâm’ın büyük mütefekkiri, Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazali Hazretleri, büyük bir ruhî bunalım içinde hakikati araştırırken, nihayet tasavvufun yüce kaynaklarını da kurcalamak ihtiyacını duyar. Bu maksatla Ebu Tâlib-I Mekkî Hazretlerinin “Kut-ül Kulûb” adlı kitabını, Hâris-I Muhasibî’nln kitaplarını, Cüneyd, Şiblî. Ebu Yezidî Bestamî ve diğer büyük mutasavvıfların sözlerinden meydana getirilmiş kitapları okur. Bu arada öğrenir ki, “Mutasavvıfların ilmi, netice itibarı ile nefse ait geçitleri atlatmaktan, onun kötü ahlâkiyle fena vasıflarından kendini uzaklaştırmaktan İbarettir. Bu suretle insan, kalbini, Allah’tan gayrı şeylerden boşaltır, onu Allah’ın zikri ile bezer.” (Bkz. İmam-ı Gazalî, El-Munkızu Min-Ad-Dalal,-Hilmi Güngör- 2. Baskı, 1960, Maarif Basımevi, Sf: 57).
İmam-I Gazali şöyle devam eder: “Şüphe götürmeyecek surette anladım ki, mutasavvıflar, Allah yolunu tutan kimselerdir. Onların gidişi, gidişlerin en iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlâkları, ahlâkların en temizidir… Onların dışlarındaki ve içlerindeki bütün hareketleri ve durgunlukları, hep nübüvvet kandilinin ışığından alınmıştır.” (Bkz. a.g,e., Sf: 63-64).
Evet, “şeriatın” büyük üstadı İmam-ı Gazali hazretleri “tasavvuf* konusunda böyle düşünür ve böyle yazar. Çünkü, bunların her ikisi de ayni hakikatin iki yüzü gibidir.

( Seyyid Ahmet Arvasi)

Gavs-ı Hizaniden Hikmetler-10

Minah-44 :”Hilafeti zaruri olanlar ( Makamı kemale ermediği halde bir ihtiyaca binaen halifelik verilenlerdir.) bid'atlardan kaçındıkları müddetçe halk onlardan fayda görür. Bu, aslında o silsiledeki meşayihin ervahının (ruhlarının) tasarrufudur. Bu halifeler bid'at işledikleri zaman, meşayih onlardan himmet ve tasarrufu keser. Onlar nefisleri ile başbaşa kaldıklarından halka olan yardımları da son bulur.
Minah-45 : Yüce meclislerinde hilafeti zaruri olanlar için tekrar buyurdular. '' Şeyhi hayatta olduğu müddetçe insanlar ondan fayda görür. Eğer kemale ermeden şeyhi vafat ederse onun işi tehlikeli ve zordur.''
Minah-46 :”Bid'atların hepsi karalıktır. Onlarda katiyyen güzellik yoktur. Bid'at yapan, üzerindeki hali ve ulaştığı makamı bid'atinden bilir. Halbuki o hal veya makam onun farkında olmadığı bid'at olmayan amelindendir.Tarikat-ı Nakşibendi'nin diğer tarikatlara olan üstünlüğünün bir sebebi de bid'at olmayışındandır. Bazı tarikatlarda iz kalmamasının sebebi, bid'atların uğursuzluğundandır.''
Minah-47 :''Son asırlarda sünnet olan ameller, bid'atler arasında, adeta gece karanlığında kendisinden ışık kaynaklanan cevherin ışığı gibi olmuştur. Zaman gariplik zamanı olduğundan şimdiki salihlere, az amellerine karşılık eskilerin büyük mücahedelerle kazanamadıları makamlar veriliyor.''
Minah-48 :Gavs (kuddise sirruhu)  müridleri ile bir mecliste sohbet ederken buyurdular : "Bu gün diğer tarikatlardan menfaat görülmemesi onlardaki bid'atlardan dolayıdır. Zaman bid'atlar zamanıdır. Bu zamanda müstakim ve bid'atlardan uzak bir tarikat olmazsa menfaat vermez."
Minah-49 :”Asrımızda Nakşi tarikatından başka tarikatlardan menfaat görmek çok zorlaşmıştır.”
Minah-50 :Bazı ehli keşfin ''Tarikatlardan Nakşi tarikatı, mezheblerden Hanefi mezhebi en sona kalır.'' yolundaki sözü Gavs H.z.'nin Yüce meclisinde konuşuldu. Buyurdular: “Hace Ubeydullah Ahrar (kuddise sirruhu) H.z . bu konuda : '' Büyüklerin himmetiyle Nakşi silsilesi kıyamete kadar sürüp gidecektir.'' buyurmuştur.
Minah-51 :”Çilehanede kırk gününü tamamlayana bazı haller gelir. Bazı makamlara ulaşır. Ancak salike sohbetten gelen feyiz daha üstündür. Onu daha kamil kılar.”
Minah-52 :”Sohbetine gidilmeye layık olan sadat bir nişan koymuştur. H.z Azizan (kuddise sirruh)'a ait şu meşhur dörtlüğü söylerdi :
Kiminle oturdunsa senin gönlün toplanmadı.
Su ile çamur (anasır)'un zahmeti senden gitmedi.
Eğer onun sohbetinden kaçınmazsan,
Azizlerin ruhu sana asla (hakkını) helal etmez.