Tasavvuf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tasavvuf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Küfür tehlikesinden emin olma

 Küfür tehlikesinden emin olma. Nasıl bir kelimeyle iman ele geçerse, bir kelimeyle de gidebilir mâzallah.Hak teâlâ, bize doğru imanı ihsan etti. Cennete, bu imanla girilecektir yarın.Bu, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği imandır. Bu imandan kıl kadar ayrılan kimse, Cehenneme girmekten kurtulamayacaktır.

(Hace Mevdud-i Çeşti hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

İslamiyet’i öğrenmek farzdır

 Evladım, İslamiyet’i öğrenmek farzdır. Öğrenmeyen günaha girer. Öğrenmeye ehemmiyet vermezse, imanı gidebilir mâzallah.Nefsine uyan haram işler. Haram işleyen, alışır. Alışınca zevk alır. Zamanla ehemmiyet vermez olur. Harama ehemmiyet vermeyince de imanını kaybeder.Zikirden önce, İslamiyet’i öğrenin! . Bunun için her gün, mutlaka bir iki sayfa ilmihal kitabı okuyun!Çünkü dinini, ilmihalini öğrenmek, kadın erkek her Müslümana farzdır.Herhangi bir Ehl-i sünnet âliminin kitabı olabilir. Ama cahil ve sapıkların kitaplarını sakın okumayın! Zira çok tehlikelidir.Rastgele kitap okuyan, dinimi öğreneyim derken dinden çıkar da haberi bile olmaz.

(Abdullah-ı Dehlevi “kuddise sirruh” hazretleri,  Alaüddin-i Sabir “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

Şu dört şey kimde varsa korkmasın

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Şu dört şey kimde varsa, korkmasın. Nedir onlar? *İlim, Akıl, Sabır, Edeb*. Bu din, bilmek dînidir, bilmeden müslümânlık olmaz kardeşim. *İlim* sâhiplerine hürmet edilir. 


Meselâ bizim arkadaşlardan *Mehmed Yücel* vardı, Allah rahmet eylesin. Daha Lisede iken *Arabî* öğrendi, *Fârisî* öğrendi. 


Bir gün bâzı arkadaşlarla bir evde oturuyorduk. Kapı açıldı, bu *Mehmed* içeri girdi. O gelince ben ayağa kalkdım, diğer arkadaşlar da kalkdılar. 


Tabii *Mehmed* şaşırdı, öbürleri de merak etdiler hâliyle. Ben Mehmed’e döndüm; *Kardeşim, ben sizin şahsınıza değil, ilminize ayağa kalkdım*, dedim. 

● ● ● 

Mürşid olgun, mürîd uygun olunca, yâni mürşid, *Kâmil* ve *Mükemmil* olunca, mürîdde de *Muhabbet* ve *Kâbiliyet* olunca, senelerin işi, sâatlere ve sâniyelere döner. 


*Mürşid-i kâmil* in bir bakışı yeter. Bütün ilimlerde de aynı kâide vardır. Hoca, *Mâhir* ve *Müşfik* olursa, talebe de *Zekî* ve *Çalışkan* olunca, öğrenilmiyecek hiçbir ilim yokdur. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bize *Husûsî* emek verirdi efendim, husûsî bir şekilde ilgilenirdi. *Abdülhakîm Efendi* hazretlerine her gitdiğimde, beni *Yanına* oturtur, *Elini* elime verirdi. 


Sonra cebinden *Kâğıt* çıkarıp birşeyler yazar, yazar ve bana verip; *Al, bunu oku!* derdi. Ben de okurdum, bâzan da okuyamazdım veyâ yanlış okurdum, *Gülerdi* Mübârek. 


Kendisi *Düzeltir*, doğrusunu öğretirdi. Ders vermeğe başlamadan önce bir müddet, sâdece elini tutdurup, *Sık!* derdi. Ben de sıkardım. Az sonra yorulup elimi gevşetince, tekrar *Sık!* derdi.

● ● ● 

Abdülhakim Efendi hazretlerini tanıdıkdan bir sene sonra, *Ders* okutmaya, *Arabca* öğretmeye başladı bana. Başkaları, bahçede *Namaz* vaktini beklerdi. 


*Ezâna* daha yarım saat varken, Mübârek beni içeriye, odaya alır, *Arabî* öğretirdi, *Sarf* ve *Nahiv* öğretirdi. Cebinden kâğıt kalem çıkarır, üzerine birşeyler yazardı Mübârek.


Sonra bana verir ve; *Al bunları oku, ezberle!* derdi. Evvelâ kendi okurdu. O okurken, ben *Hareke* koyardım. Sonra çıkınca yolda, otobüsde, tramvayda, bunları *Okur* ve ezberlerdim. 


Ertesi gün yanına gidince, *Ne yapdın?* derdi. Ezberledim efendim, derdim. *Oku bakayım!* derdi. Bir okurdum, amân ne hoşuna giderdi Mübâreğin. *Nûr* içinde yatsın.

O gördükleri Cennet hurileriydi

 Abdullah bin Mübarek hazretlerinin “rahmetullahi aleyh”, Talebesinden Sehl bin Abdullah vardı ki, yakışıklı bir genç olup, çok takva sahibiydi.Bir sabah derse geldiğinde;- Artık dersinize gelmeyeceğim, dedi hocasına.

Abdullah bin Mübarek hazretleri;- Niçin? diye sorunca da;- Bugün buraya gelirken, kapı önünde çok ayıp bir hadise vuku buldu, dedi. 

Büyük Veli merak etti:- 

Nasıl bir hadise? O, sıkılarak arzetti gördüğü hadiseyi:- 

Tam kapıya yaklaşmıştım ki, sizin evin kızları dama çıkmış, oradan bana seslenerek, Gel gel diye işaret ediyor ve herbiri gülerek; Benim Sehl'im, benim Sehl'im diye, beni kendilerine çağırıyorlardı. 

Abdullah bin Mübarek hazretleri anladı meseleyi. O gece bütün talebeleri toplayıp;- Haydi Sehl'in cenazesine gidelim, buyurdu. Evine varınca, vefat etmiş olduğunu gördüler gerçekten.

 Talebeler çok şaşırıp;- Efendim, siz Sehl'in öleceğini nasıl bildiniz? diye sordular. Dünkü hadiseyi anlatıp;- Benim hiç kızım yok, Sehl'in o gördükleri, Cennet hurileriydi, buyurdu. Vefat edeceğini öğrenip, Onu kendilerine davet etmişler.

Zikir İslamiyet’e uymaktır

 Zikir, İslamiyet’e uymaktır.Yani İslamiyet’e tam uyan bir kimsenin her hareketi zikirdir. Eğer böyle değilse, eline tesbih alıp, binlerce Allah Allah Allah… dese de zikretmiş sayılmaz.

(Said bin Cübeyr “kuddise sirruh” hazretleri)

Sırrı ifşa etmek

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Bilmiş ol ki, dilin bir âfeti de halkın sırrını açıklamak ve ötede beride söylemektir. Bir de herhangi bir sözü başına “Sen böyle demedin miydi?” demektir. Bir kimse, bir kimseye bir gizli söz söylese ve (Aman, sakın bu sözü kimseye söyleme!) dese, o kimse karşısındakini emin edinmiş ve ona kıymetli bir şeyini emanet etmiş gibidir. Bu gizli sözün de tıpkı bir emanet gibi saklanması ve kimseye söylenmemesi gerekir. Eğer, söylenirse emanete hıyanet edilmiş olur ve o kimse hain durumuna düşer. Oysa, müminin mümine karşı hain olması haramdır. Diğer taraftan, kitabın başında münafıkları tarif ederken de açıkladığımız gibi, münafıklığın bir alâmeti de emanete hıyanet etmektir. Şu hâlde, bir kimsenin gizli bir sözünü, bir başkasına söylemek hainliktir.


Ebrârın kalpleri, sırların kabirleridir. (İyilerin kalpleri, sırların kabridir), sırların saklanacağı en emin yerdir. Bazıları SUDUR-ÜL-AHRÂR da demişlerdir. Hür insanların kalpleri anlamına gelir ki, her ikisinde de SADR (Göğüs) kalp manasında kullanılmıştır, ölüler nasıl ki mezarda gizli olurlarsa, sırlar da salih ve mütteki insanların kalplerinde gizlenirler. Bu itibarla, bir mü'min diğer bir mü’ minin sırrını saklamayarak ötede beride söylerse, haram işlemiş ve Allâhu teâlânın azabına müstahak olmuş bulunur. Sırrı hemen söylenildiği yerde unutmak gerekir. Hatta, o sırrı söyleyen kişiye dahi söylenilmesi câiz değildir. Bu mealdeki Hadis-i şerif, yukarıda geçmişti.


Bu güzel Hadis-i şeriflerin tekrarında çok fayda vardır. “Müminlerin sırlarını, canlarını vermek pahasına açıklamayan erenler, nefsi emmâre bağlarından kurtulmuş olanlardır. Bunların, yarın cehennem ateşinden de kurtularak, cennette didâra karşı mükâfatlandırılacakları muhakkaktır.” Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bu gibilere: AZAD ERENLER buyurmuştur. Zira, AHRAR'ın mânası HÜR'ler, AZAD olmuşlardır. Fakat, ne yazık ki günümüzde öyle er kişiler vardır ki, bu konuda kadınlardan daha zayıf ve fenadırlar. Sır saklamazlar, dedikodu yaparlar ve kadınlardan beter boş boğazlıkta bulunurlar.  


Şimdi aziz: Canını, nefs elinden azad etmek istersen, işittiğin sözleri sakla, kimselere söyleme, zamanının çoğunu susmakla geçir, tesbih, tehlil veya istiğfar et! Unutma ki, her kişinin azaları, cennete veya cehenneme gitmesine sebep olacaktır. İnsan vücudunda yedi aza vardır ve her birisinin iki tarafı bulunmaktadır. Bir tarafı nefsanî, cismanî, dünyevî ve şeytanîdir ki, cehenneme gider. Bir tarafı da rahmanidir, akılânedir ve cennete gider, öyleyse, bu yedi azayı bu saydığımız âfetlerden korumak gerektir, ki şeytan insanı azdırıp cehenneme götürmesin.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)

İslamiyet'in iki bayrağı vardır

 İslamiyet'in iki bayrağı var. Biri erkekler için, diğeride hanımlar için. Erkeklerin bayrağı namaz, hanımların da örtüdür. Bunlar, Müslüman erkeğin ve hanımın alamet-i farikası,yani ayırıcı özelliğidir.

(Hüseyin Bin said hazretleri)

BEN ONA ÂŞIK OLDUM

Musa aleyhisselam zamanında hiç kimsenin sevmediği, günahkâr bir kimse vardı. Bu kimse öldü. Bu adam da adam mı diye çöplüğe attılar.


Allah-ü teâlâ Musa aleyhisselama emretti, benim falanca çöplükte bir kulum var, onu oradan çıkar, temizle, namazını kıl ve defn et.


Musa aleyhisselam adamı çöplükten çıkardı, güzelce yıkadı, kefenledi, namazını kıldı, Bu arada ahali şaşırdı, Allah’ın Peygamberi, bunların çöpe attığı adamı, temizliyor, kefenliyor, namazını kılıyor.


Definden sonra Musa aleyhisselam adamın evine geldi;


— Ey hatun, bu adam ne yaptı, hangi hayırlı ameli yaptı?


Kadın Dedi Ki :

— Ey Allah'ın peygamberi, bu hiç kimsenin sevmediği, herkesin kendinden kaçtığı birisi, bunun iyi bir ameli yoktu.


— İyi düşün, bunun hayırlı bir ameli, iyi bir işi var.


Kadın yine;


— Hiç bir iyiliği yoktu, hep günah işlerdi dedi. Üçüncü defa sordu:


— Bunun mutlaka bir şeyi var ki, Allah-ü teâlâ bana bunu defnetmemi söyledi.


Kadın dedi ki:

— Bir gün Tevrat okuyordu, okurken Muhammed (aleyhisselam) diye bir isim geçti. Bu ne güzel isim dedi, tekrar okudu, yine bu ne güzel isim dedi. Sonra, ya Rabb'i, ismi böyle güzel olanın kim bilir kendisi ne kadar güzeldir, ben ona âşık oldum dedi ve ismini öptü.


Musa aleyhisselam da tamam, anlaşıldı buyurdu. Böyle bir Peygambere ümmet olmak en büyük nimettir.

Bir nasihat dinlenmiyorsa iki sebebi vardır

 ***Bir nasihat dinlenmiyorsa, bunun iki sebebi vardır:

Ya dinleyenlerin kalbleri günah işlemekten kararmıştır. Ya da nasihat eden, söylediğini kendi yapmıyordur.

(Cüneyd-i Bağdadi “kuddise sirruh” hazretleri)

ALLÂH-Ü TEÂLÂ'NIN MİSAFİR OLARAK GELMESİ

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

HAZRETİ MUSA’NIN HİKAYESİ

(ALLÂH-Ü TEÂLÂ'NIN MİSAFİR OLARAK GELMESİ)

Hz. Musa aleyhisselâmın, haberlerde gelen şu hikâyesini hiç duymadın mı?  Musa peygamber aleyhisselâm, bir gün münâcat ederken niyazda bulundu:  

— İlâhi! Seni misafirliğe davet ediyorum, dedi. Yâ Rab! Lütfet de misafirim ol, sana konukluk edeyim, dedi.  

(Allah u azim-üş-şân, gitmekten ve gelmekten münezzehtir. Fakat, bu kıssada biz kullarına bazı hususları göstermek ve bildirmek murat buyurmuştur.)  

Hak teâlâ, buyurdu:  

—  Yâ Musa! Filân gün hazır ol ve tedarik gör ki, o vakit beni misafir edesin. Musa aleyhisselâm, sevinçle döndü, elinden geldiği kadar tedarik ve hazırlıklar yapıldı. O gün, aşçılar geldi, koyunlar kesildi, ocaklar kuruldu, kazanlar vuruldu ve etrafa haber salındı:  

— Musa, Allah’ı davet etmiş misafir edecekmiş 


Halk, bölük bölük ziyafet yerine akın etti. Herkes, Allâhın nasıl geleceği merakı içerisinde bulunuyordu. İkindi vaktine kadar, bekleşti durdular. Ne gelen oldu ne giden. İkindiden sonra, çok yaşlı bir ihtiyarcık çıkageldi. Sırtında eski püskü bir aba, ayaklarında çarıklar, belinde ipten bir kuşak vardı. Toza toprağa bulanmış ve çok yorgun görünüyordu. Geldi, bir kenara oturdu, hiç kimse onunla ilgilenmedi. 


Garip ihtiyar, bir müddet sessiz sedasız bekledikten sonra, ev sahibine:  

— Yâ Musa! dedi. Karnım aç, çok yorgunum. Bana bir şeyler ihsan et yiyeyim, karnımı doyurayım,  

Musa aleyhisselâm, beklemekten bezmiş bir halde ihtiyara cevap verdi:  

— Şimdi sırası mı? dedi. Neredeyse, Tanrı gelecek, al şu testiyi de git su doldur getir, dedi.  

İhtiyarcık, testiyi aldı gitti, suyu getirdi. Musa aleyhisselâm, halkın uğultusundan o ihtiyarı çoktan unutmuştu. Garip ihtiyar, bir müddet daha bekledi ve kimsenin bir şey vermeyeceğini anlayarak, sessizce çekildi ve gitti. Saatler ilerliyor, beklenen misafir bir türlü gelmiyordu. Musa aleyhisselâm halka karşı mahcup olmuş ve çok zor bir duruma düşmüştü. Halk, hava karardıktan sonra artık ümidi keserek birer ikişer dağılmaya başladı.  


Ertesi gün, Musa aleyhisselâm yine Tur'a gitti ve:  

— Yâ Rab! Vaad buyurdun, teşrif eylemedin. Halka karşı mahcup kaldım, geldiler saatlerce yolunu gözlediler ve teşrifin vuku bulmayınca dağıldılar. Acaba neden teşrif buyurumadın? diye niyazda bulundu. Hak sübhanehu ve teâlâ buyurdu:  

— Yâ Musa! Ben, yalan söylemiyorum yalancıları da sevmem. Sana geldim, karnım aç dedim, hiç itibar etmedin ve su getir dedin. Suyu getirdim, yüzüme bile bakmadın ve beni aç gönderdin.  


Hz. Musa aleyhisselâm şaşırdı ve yalvardı:  

— Aman yâ Rab! Nasıl olur?  

Hak celle ve âlâ buyurdu:  

— Hani, sırtında eski bir aba, ayağında çarıklar, üstü başı toz toprak içinde bir ihtiyarcık geldi ve senden yiyecek bir şey istedi de sen su almağa gönderdin, işte ben onunla beraberdim. O ihtiyarın gönlü, benim muhabbetimle dopdolu idi ve onun gönlünde benden gayrı hiçbir şey yoktu, onu sana ben gönderdim. Eğer, onu misafir etmiş olsaydın, beni misafir etmiş olurdun. Yoksa, ben gelmekten, gitmekten, misafir olmaktan münezzeh ulu padişahım. Yâ Musa! Bilmez misin ki, dostlarımın hoşnutluğu, benim hoşnutluğumdur, dostlarımı ağırlamak, beni ağırlamak gibidir. Musa aleyhisselâm gayet utandı ve kendisini müdafaa edecek söz bulamadı.  

Demek oluyor ki, hiç kimseyi hor görmemeli ve özellikle hiç kimse ile alay etmemelidir.

(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)

Saf kulluğun dört alâmeti

Evliyanın büyüklerinden Zünnûn-i Mısrî hazretlerine, “İnsan, Allahü teâlânın saf kullarından olduğunu, ne zaman ve nasıl anlar?” diye sordukları zaman; “İnsan bu durumu şu dört şeyle bilir. Rahatı terk ederse, az olsa bile, olandan verirse, fakirleşmesi kendisine sevimli gelirse, övülmek ve kötülenmek kendisine aynı gelirse” cevâbını verdi.


Ebû Yâkûb Nehrecûrî hazretleri çok ibâdet ederdi. Gönlü bir gün bile rahat olmamıştı. Nitekim; "Ey Yâkûb! Sen kulsun. Kul rahat olmaz." diye bir ses işitti.


Bu zat buyurdu ki: "Kul mânevî yönden yüksek mertebelere erişip kemâle gelince, artık ona, belâ ve sıkıntılar nîmet şeklinde görünür. Çünkü, onun Allahü teâlâya olan muhabbet ve sevgisi o kadar fazladır ki, artık O'ndan gelen her şey, ona güzel ve tatlı gelir."


Ebü'l-Abbâs Dîneverî buyurdu ki: "Şunu iyi bilmelidir ki, kul, Allahü teâlâdan bir şey isteye­ceği zaman; O'nun kendisine ihsân ettiği nîmetlerini, emir ve nehiyleri (yasakları) husûsundaki kusurlarını düşünerek bir şey istemelidir."


"Allahü teâlânın öyle kuları vardır ki, Allahü teâlâyı doğru olarak tanıyıp her şeyi Allah rızâsı için yaparlar. Bu tanı­maları sebebiyle, O'nun (Allahü teâlânın) hizmetinde bulundurulurlar. Yine öyle kular vardır ki, Allahü teâlâyı doğru olarak bilemez ve her şeyde Allahü teâlânın rızâsını gözetmezler. Bu sebeple, onlar da bu hâlleri sebebiyle pekçok nîmetlerden mahrûm kalırlar."


İmâm-ı Kuşeyrî buyurdu ki: Herkes kendisi için bir şey seçti. Ben ise, Hak teâlânın benim için seçtiği şeyi seçiyorum. Şâyet Allahü teâlâ beni zengin kılarsa, dîninin emirlerini yapmayı terk etmem. Şâyet fakir kılarsa, harîs ve O'nun emirlerinden yüz çeviren bir kul olmam.


Ukayl el-Münbecî  bir gün Münbec'de bir dağ kenarındaydı. Yanında da sâlih, temiz kimselerden müteşekkil bir topluluk vardı. Bunlardan biri, "Sâdık bir kul olmanın alâmeti nedir?" diye sordu. Ukayl el-Münbecî de; "Sâdık bir kul, bu dağa hareket et dese, dağ hareket eder!”


Evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem  hazretlerine "Sen kimin kulusun?" dediler. Titredi, yere düştü ve kendinden geçip yerde çırpınmaya başladı. Bir müddet sonra kendine geldi, kalktı ve bir âyet-i kerîme okudu. "Niçin ce­vap vermedin?" dediler. İbrâhim bin Edhem; "Korktum, eğer O'nun kulu­yum desem, benden kulluk haklarını ister, değilim desem, bunu da di­yemem." buyurdular.

KIZIMI KİME VEREYİM?

Merv şehri kâdısının bir kızı vardı. Ülkedeki, ileri gelen zengin, makam ve mevkı sâhibi kimseler bu kızı isteyince hiç birine vermedi. Bu zâtın Mübârek adlı, bağına-bahçesine bakan bir kölesi vardı. Aradan iki ay geçmiş, meyveler olgunlaşmış, bolluk bereket gelmişti. Efendisi, Mübârek'ten üzüm isteyince, toplayıp geldi. Getirdiği üzüm çok güzel olmasına rağmen henüz olmamıştı, başka üzüm istedi. O da ekşi çıktı. Efendisi; "Bahçede o kadar üzüm var, niçin böyle üzüm getiriyorsun?" demekten kendini alamadı. Mübârek; "Efendim! Ekşisini tatlısını bilmiyorum!" diye cevap verdi. Bağ sâhibi; "Sübhanallah iki aydır bağdasın, daha hangisinin ekşi, hangisinin tatlı olduğunu bilmiyorsun." diye çıkıştı. Mübârek, onları yemekle değil korumakla vazîfeli olduğunu biliyordu. Efendisi; "Niçin onlardan yemedin?" deyince; "Siz benden bağınızdaki meyvelerin muhâfazasını istediniz. Yeyiniz demeyince alıp yemem uygun olur mu, emrinize karşı gelebilir miyim?" cevâbını verdi.

Efendisi böyle bir hâdiseyle ilk defâ karşılaşmıştı. Mübârek'in bu hâline hayran kaldı. Güvenebileceği birini bulmuştu. Gerçekten onu ve hâlini çok sevmişti. Kölesine dönerek; "Sana bir şey soracağım." diye söze başladı. Sonra; "Benim bir kızım var, malı makamı yüksek pekçok kimse onu ister. Hangisine vereceğimi, ne yapacağımı bilemiyorum. Bu hususda bir fikrin olur mu? Sen ne dersin?" diye sordu. Mübârek, bu söze karşı şöyle dedi:

"Efendim!.. İnsanlar, dâmâd için; câhiliyye devrinde soya sopa; yahûdîler ve hıristiyanlar güzelliğe, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" zamânında dindârlığa, Allahü teâlâdan korkup, haramlardan sakınmaya bakarlardı. Zamânımızda ise, mala ve makama bakılıyor. Artık bunlardan dilediğini seç."

Bunun üzerine efendisi:

"Ben dindarlığı ve takvâyı seçiyorum ve kızımı seninle evlendirmek istiyorum. Çünkü sende haramlardan kaçma, dînine bağlılık, iyi hal, emânet ve güvenilirlik gördüm ve bunları sende buldum." dedi.

O ise, kendisinin köle olduğunu, parayla satıldığını, böyle olunca evlenmelerinin garib karşılanacağını, hem kızın buna râzı olmayacağını bir bir anlattı. Akıl da öyle diyordu. Ancak kâdı kararlı idi. "Kalk eve gidelim." dedi. Eve varınca hanımına; "Bu sâlih, dindâr, takvâ sâhibi bir köledir. Kızımızı onunla evlendirmek istiyorum, senin fikrin ne?" deyince, hanımı; "Sen bilirsin, fakat bir de kıza soralım." cevabını verdi. Anne durumu kıza açıp babasının niyetini söyleyince, kızı da bu hususta her şeyi anne ve babasına bıraktığını bildirdi. Kadın kızın râzı olduğunu babasına anlatınca nikahları kıyıldı. Fakat Mübârek, kızın yanına gitmiyordu. Bu hâl kırk gün sürdü. Bir vesîle ile anne durumdan haberdâr olunca dayanamadı; "Kızımızı kölene verdin, aradan bunca zaman geçtiği halde dönüp yüzüne bile bakmadı, bu yaptığı nedir? Bu nasıl iş?" diye şikâyet ve sitemde bulundu. Bunun üzerine kâdı; "Ey Mübârek! Kızıma nâz mı ediyorsun? Niçin yanına gitmiyorsun?" demekten kendini alamadı. Buna karşılık dâmâd:

"Ey müslümanların kâdısı! Ey efendim! Bu nasıl söz? Sizin kerîmenize nâz etmek ne haddime. Lâkin kâdısınız. Ola ki kızınız şüpheli bir şey yemiştir. Şüpheden uzak olmak için bu zamâna kadar bekledim ve ona helâl yemek yedirdim. Belki Allahü teâlâ bize sâlih bir evlâd verir. Bundan başka bir düşüncem yoktur." dedi.

Kırk gün geçtikten sonra ehline yaklaştı. Haram ve helâle bu derece dikkat ettiği için Allahü teâlâ ona Abdullah isminde bir çocuk verdi. (Bu zat, evliyanın büyüklerinden Abdullah bin Mübarek hazretleridir)

AZ KONUŞMANIN FAYDALARI, VE ÇOK KONUŞMANIN ZARARLARI

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ  

Ey aziz: Bilmiş ol ki, çok söylemek kişiyi çok ziyana uğratır. Müslüman olan kişinin, dilini nereye olursa olsun, kapıp koyu vermemesi gerekir. Dilini koruması ve kendisini bu zararlardan muhafaza etmesi lâzımdır ki, dilinin afetlerinden emin olabilsin!  


Hz. Ebû-Bekir-is-Sıddıyk radıyallahu anh efendimiz, ansızın olmayacak bir söz söyleyivermek endişesi ile, mübarek ağzında daima bir taş bulundururdu.  


Aziz kardeş: Bu dil, kişide ne din bırakır ne amel, hepsini bozar gider. Eğer, saklamazsan küfür söyler- Ne'ûzü billah- kâfir olur ve sonunda dünyadan âhirete imânsız götürür. Kişiye, başlar kestiren ve kanlar döktüren hep bu dildir.  


Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Her kim, susarsa kurtulur, buyurmuşlardır.” Susan, hiçbir şey söylemeyen gerçekten selâmettedir. Şunu muhakkak olarak bilmiş ol ki, dillerine sahip olup, ağızlarına geleni söylemeyenler, keramete erişirler.  


Ukbe ibn-i Amir radıyallahu anh buyururlar ki: Cenab-ı fahr-i risâlet efendimize sordum:  

— Yâ Resûlallah! İki cihanda kurtuluş ne iledir?  

Efendimiz saadetle buyurdular:  

— Diline sahip olmak, günahların için çok ağlamak ve halkın arzusuna fazla karışmamak iledir. Yâ Ukbe! Bir kimsenin dili doğru olmayınca imânı da doğru olmaz.  


Demek ki, dillerine sahip olamayanlar ve ağızlarına gelen her şeyi söyleyenlerde ne din kalır ne imân ne de âhiret. Hepsi harap olur, gider. Onların dillerinden Müslümanlar incinirler, bilhassa komşuları incinirler ki, komşusunu incitmek gayet büyük bir günahtır.  


Hak teâlâ, Resûl-ü zişâna buyurdu:  

— Yâ Muhammed! Ümmetine söyle, komşuları ile iyi geçinsinler. Komşularına ikram etsinler.  

Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:  

“Allâhu teâlâya ve âhiret gününe imân edenler, komşusuna ikram etsin.” Buyurmuşlardır.  


Haberlerde gelmiştir ki; her sabah bütün âzalar dile şöyle seslenirler:  

— Ey dil! Allâhu Teâlâ’dan kork ve Resulünden utan. Ağzına geleni söyleme, bizi mihnete bırakma! Ne zaman ki, sen Hakka ve halka doğru olursan, bizler de doğru oluruz. Sen, eğrilirsen bizler de eğrilir ve günahkâr oluruz. Ey dil! doğru dur, sakın eğilme, yoksa hem kendin cehennemde yanarsın hem de bizleri yakarsın, derler.  


Bir gün, bir arap huzur-u Resûlullah’a geldi ve:  

— Yâ Resûlallah! dedi. Bana öyle bir amel haber ver ki, onunla cennete gireyim.  

Aleyhissalâtü vesselam efendimiz saadetle buyurdular:  

— Git; açları doyur, susuzlara su dağıt, muhtaçlara el uzat, Hak teâlânın kullarını hayırlı yollara ilet.  

Arap özür diledi:  

— Yâ Resûlallah! Bu buyurduklarının hiç birisi benim elimden gelmez, dedi. 

Efendimiz şöyle buyurdu:  

— Öyle ise, diline sahip ol. Ağzına gelen her şeyi söyleme! Konuştuğun zaman da sözün hayır olsun.  


Hak teâlâ, Kur'an-ı azim-ül-bürhanında buyurur:  

“Onların fısıldanmalarının çoğunda hayır yoktur. Meğer ki, sadaka vermeyi, bir iyilik etmeyi veya insanlar arasını islâh etmeyi emredenlerin ki olsun.”  (Nisâ sûresi: 114)


Enes bin Mâlik radıyallahu anh buyurur ki: Uhud gazasında bir yiğit şehit oldu. Resûl aleyhisselâmın huzurunda elbisesini aradılar ve açlıktan bunalmamak için karnına bir taş bağlamış olduğunu gördüler. Bu sırada, şehidin anası geldi ve evlâdının üzerine kapanarak:  

— Ey oğul! Saadet senindir. Resûl aleyhisselâm önünde şehit düşerek, cennet ehlinden oldun, diye ağlamaya başladı.  

Efendimiz, kadının bu sözlerini duyunca:  

— Nereden bildin cennet ehlinden olduğunu? Olabilir ki; boş, manasız ve faydasız sözler söylemiştir, buyurdular.  

Bundan da anlaşılıyor ki; boş manasız ve faydasız sözlerden çok korkmak ve çekinmek gerektir, özellikle, haram ve kötü sözler söylemekten ve dedikodu etmekten son derece sakınmak lâzımdır. Dedikodu yapmaması kendisine ihtar edilen bir kimse eğer: (Benim bu sözlerim, dedikodu değildir!) diyecek olursa, Ne'ûzü billah kâfir olur.  


Halkın dilinde söylenilen söz dört mertebedir:  

1) Haramdır.  

2) Helâldir.  

3) Haram ile helâl karışıktır.  

4) Ne haramdır ne de helâldir.  


Haram olan söz, zehir gibidir. İnsanı derhal helâk eder. (Yalan söylemek, şirke dair sözler söylemek, kötü sözler söylemek, ölüler üstüne sayı saymak, evinde birkaç günlük yiyeceği varken halka şu yoktur, bu yoktur gibi sözler söylemek gibi sözlerin hepsi haramdır, gönül öldürücüdür, zehirleyen ve derhal öldüren zehirlerden nasıl sakınırlarsa, bunlardan da sakınmalı ve çekinmelidirler. 


Helâl olan söz, zehirlerin etkisini gideren panzehir gibidir. Günahları hatırlayarak tövbe etmek, LÂ İLÂHE İLLALLAH demek, EL-HAMDÜ LİLLAH VALLAHU EKBER demek, Resûl aleyhisselâma salavat getirmek, Kur'an-ı kerim okumak veya okutmak, ihlâs ile halka vâ'zü nasihatte bulunmak, hak için halkı hak yola davet etmek, hepsi helâl sözlerdir.  


Haram ve helâl karışık olan sözler hem kâr hem de zarar olan sözlerdir. Yani, zehir ile panzehir gibidir. Fakat, bu gibi sözlerin yararından çok zararı vardır. Zararını sahibi dahi karşılayamaz. Meselâ, kişi dünya ve âhiret sözleri söyler, hayırları emredip, kötülüklerden sakındırırlar, yani bir bakıma halka nasihat eder. Bu sözler, panzehir gibidir. Fakat, bu sözler riyâ veya şöhret için ve: “Maşaallah ne bilgili ne hoş ne zâhit kişi imiş” desinler, hürmet ve riayet etsinler niyeti ve maksadı ile söylenmişse, o zaman bu sözler zehir gibi olur. Sahibini helâk eder. Çünkü, riyâ ve şöhret için söz söylemek haramdır ve afettir: Nitekim, EŞ-ŞÖHRETÜ ÂFETÜN yani şöhret afettir, duyurulmuştur.  


Ne haram ne de helâl olan sözler ise ne kâr ne de ziyan verir. Bir cemaat bir yerde toplanır ve bir memleketin sıcaklığını, soğukluğunu, ucuzluğunu, pahalılığını, bağını, bahçelerini, mescitlerini, tekkelerini, birbirlerine anlatırlar, bu sözlerine hiç yalan katmazlar ve arada kimseyi övmez ve yermezler, gördüklerini beyan ederlerse, bu gibi sözler ne haram ne de helâl olur ne kâr getirir ne de ziyan ettirir. Ancak, övmenin ve yermenin yani medh veya zem etmenin de ziyanı çoktur. Onu da inşa’allahu teâlâ söyleyeceğiz.  


Fakat, hepsinden iyisi dilini böyle boş ve faydasız sözlerden sakınmaktır. Nefesini boş yere harcamamaktır. Hâk teâlâ âdemoğullarının nefeslerini hesap ile verir ve yine hesap ile alsa gerektir. Her kişinin üzerine iki melek memur etmiştir. Bunlar, o kişinin o sayılı nefesleri gece veya gündüz nereye harcadığını hesap eder ve deftere yazarlar. Yalan söylersen, bir türlü cezası var. Bir kimseyi zemmedersen, bir türlü cezası var. İftira edersen, bir türlü cezası var. Yalan yere yemin edersen, bir türlü cezası var, Bir fâsıkı yüzüne karşı medh edersen, bir türlü cezası var. Bir kimse ile eğlenir, alay edersen, bir türlü cezası var. Bunların hepsi dilin afetleridir. Her birinin, âhirette ayrı ayrı cezaları verilecektir. Onları da söyleyeyim de inşa’allahu teâlâ bu kitapta eksik bir şey kalmasın.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Dua almaya bakın

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri "kuddise sirruh". Bir gün, sorarlar bu mübarek zata: - 

Efendim, muvaffak olmak için ne yapalım? Cevap verir: - Günahtan kaçın! Çok dua alın! Ve ilave eder: - Bir kulu sevindirmek, yüz senelik teheccüd sevabı kazandırır. 

Sonra şunu anlatır: 

Vaktiyle bir ateşperest, oğlunu evlendirmek ister. Düğün günü gelir. Çok koyun ve inek kesilir. Ocaklar yanar, yemekler pişer. Et kokuları mahalleye yayılır. 

Ancak evin bitişiğinde, Müslüman, dul bir kadın yaşamaktadır. Hem de dört yetimiyle. Hepsi de günlerdir açtır. 

Kadıncağız gider, düğün evinin kapısını çalar. Açılınca, ateş ister. Halbuki ateş için gitmemiştir. “Belki yemek verirler” diye ümitlenmiştir.

 Fakat adam ateşperesttir. Müslümanları sevmez. Kadının niyetini anlasa da, bir şey vermez. Kadın, az sonra bir daha gider. Ateş ister. Yine eli boş döner. Üçüncüde yine öyle. Ama ne olur bilinmez bu defa kadına acır. Hallerini anlamaya çalışır. 

İner dehlize, kulak verir. Yetimciğin sesini işitir: - Anneciğim, ne olur, bir daha gidiver. Belki bu sefer bir şey verirler. Kadın ağlamaklıdır. - Üç defa gittim yavrum! Artık utanıyorum. 

Adam duyar bunu. Kalbi sızlar. Bir mükellef sofra hazırlatıp, gönderir evlerine. Dehlize iner yine. 

Konuşmaları dinler. Yetimlerin en küçüğü dua eder: Ya Rabbi! O nasıl bize ikram ettiyse, sen de ona ikram et. İmanla şereflendir! Ardından; Amin! sesleri yükselir. İşte o anda, ateşperestin kalbi değişir. Söyler “kelime-i şehadeti." İmanla şereflenir.

Şeytanın beş silahı

Şeytan, bir mübârek zâtı bozmak için her türlü yolu denemiş, fakat hiçbirinde muvaffak olamamış. Olamayınca demiş ki, “Seni kandıramadım ama şu insanları nasıl kandırıyorum anlatayım da bir dinle. Benim insanları aldatmakta beş tane silahım vardır. Biri olmazsa diğerini kullanırım. Kolay kolay elimden kurtulamazlar, ancak senin gibi müstesnalar hariç. 

***Birinci silahım, onlara cimrilik veririm, hasislik veririm. Sakın ha verme, biterse sonra ne yaparsın der, onları hep böyle korkutarak, hayır hasenat yapmalarına mani olurum. Avucuma alırım. 

***İkinci silahım, kıskançlık veririm. Onun kalbine kıskançlığı bir verdim mi, onu her şekle sokarım. 

***Üçüncü silahım, onların itikadını bozarım. Bid’atleri işletir, tatlı gösteririm, çok lüzumlu, çok lâzım bu derim. O bir bid’at işledi mi, ona tevbe de etmez. Çünkü yaptığı işin doğru ve güzel olduğuna inandığı için tevbe etmek aklına gelmez ki. İşte, onları vehhâbî yaparım, râfızî yaparım, yani akla, sapıklık olarak ne gelirse yaptırırım. Avucuma alırım. 

***Dördüncü silahım, onları öfkelendiririm. Burnundan girerim öfkelendiririm, kulağından girerim kalbine, bir şey yapar onu kızdırırım. Kızdı mı zaten o benimdir. Avucuma girer. ***Beşinci silahım, onlara kibir, gurur ve ucb veririm. Bak sen ne mübârek adamsın. Herkes nerede vakit geçirirken, sen hayır hasenat yolunda vakit geçiriyorsun der, kibirlendiririm. Biraz işini beğendiririm, biraz satışını beğendiririm, biraz imalatını beğendiririm. O da, hakikaten bende çok iş var der. Onu dediği gün, onun işi biter” diyor. 

       Bunlar şeytanın nesi? Beş vesvesesi, şeytanın beş silahı. Vay mel’ûn vay! Kıskanmak, öfkelenmek ne kadar kötü huylar. O bakımdan ne buyuruyor Peygamber Efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Öfkelenmeyin, öfkelenmeyin, öfkelenmeyin.” Bir hadîs-i şerîfte de, “Kalbinde zerre kadar kibr olan, Cennet’e giremez” buyuruluyor. Yani, bu kibir temizlenmedikten sonra, Cennet’e giremez. Çünkü kibir, Allahü teâlânın, en çok kızdığı günahtır. Zira Cenâb-ı Hak hadîs-i kudsîde buyuruyor ki, “Azamet ve kibriyâ benim hakkımdır. Kim bana bunda ortak olursa, acımaz yakarım.” Bakın insanların başına gelen felâketlerin sebebine, ya öfke, ya kibir, ya kıskançlık, ya cimrilik, yahut da itikad bozukluğudur. Cenâb-ı Allah bizi böyle olmaktan muhafaza etsin!


(Enver Ören rahmetullahi aleyh)

KÖPRÜ YAPTIRAN MECUSİ

Vaktiyle bir Mecusi vardı. Bu adam Mecusilikte oldukça gayretliydi. İnancında büyük bir taassuba sahipti. Yolcuları çok severdi. Bir gün onlar için bir köprü yaptırdı. Sultan Mahmud, kutlu bir yolculuktan dönerken yol üstündeki o güzelim köprüyü gördü. Köprü, hem güzel­di hem de tam yerindeydi.

"Bu büyük bir hayır!" dedi. "Acaba böyle bir köprüyü kim yaptırdı?"

Maiyetindekiler dediler ki:

"Bir Mecusi yaptırdı."

Padişah, köprüyü yaptıran kişiyi çok kıskandı ve ora­da konaklayarak, Mecusi'yi huzuruna çağırttı. Gelince,

"Sen sanırım iman ehline düşmansın. Gel bu köprü­yü bana sat! Onun için ne kadar altın sarf ettiysen hep­sini benden al! Çünkü sen bir Mecusisin. Kalbinde hamd ve minnet yok. İnandığın gerçek bir din olmadık­ça bu köprünün ne faydası olacak sana? Verdiğim pa­rayı kabul etmezsen, benim elimden kurtulamazsın!" dedi.

Mecusi dedi ki:

"Padişah beni paramparça etse bile bu köprüyü ne satarım, ne de karşılığında para alırım. Ben bu köprüyü din uğrunda yaptırdım."

Bunun üzerine padişah onu hapsettirip ona eziyet et­tirdi. Zindanda ona ne ekmek verdirdi, ne su ... Sonunda eziyetler haddi aşınca Mecusi'nin gönlü, kan kesildi.

Bir süre sonra padişah ona haber göndererek, "Kalk, bir ata binip hemen yanıma gel! Köprüye tam bir değer biçmesi için bir de yanında üstat birini getir!" dedi.

Padişah çok sevinçliydi. Bir toplulukla köprüye gitti.

Padişah oraya varınca uyanık Mecusi, köprünün üstün­de durdu.

Dedi ki:

"Padişahım, şimdi bu köprünün değerini sen, benden iste bakayım! Kendimi bu köprüden atarak helak ede­yim de öbür köprüde karşılığını sana vereyim. Ey yüce padişah, bak da gör! işte köprünün değeri!. .. "

Bu sözleri söyler söylemez kendisini suya attı. Su onu aldı, götürdü. Mecusi, canıyla oynadı. Canına kıydı da dinine kıymadı. Çünkü maksadı dindi, ötesine aldırış bile etmedi.

Ey dost! Bir ateşperest, dinine ziyan gelmesin diye kaldırdı kendisini ateşe attı. Sen Müslümansın, ama Müslümanlıkta öyle bir hale düşmüşsün ki zaten su, se­ni çoktan kapmış götürmüş!. ..

Bir Mecuside bile inanç ateşi, seninkinden fazlaysa, artık Müslümanlığı var git bir Mecusi'den öğren! Allah'a ayarı düşük para götürmek kimin ne haddine! Öte dün­yaya sağlam para, o ayarcıya layık akçe götürmek ge­rek. Can tenden çıkınca Allah'a putlarla dolu bir gönlü nasıl götürebileceksin?

Bütün bu putları gönlünden at. Bedeninle beraber onları terk et. Bir dostun evine puthaneyle gidilmez. Aya­ğı uyuşan kişi minbere nasıl çıkabilir? Uyuşuk bir ayak­la minbere çıkılamazsa uyuşuk, uykulu bir gönülle, Hakk'a nasıl erişilir?

Biri, bir an olsun uyanırsa o uyanıklığı ziyadeleşir. Fakat sen bütün ömrünü gafletle geçirdin. Bir an bile uyanıklık yüzü görmedin.

Uykusu gaflet olanın uyanıklığı ölüm olur.

Be adam! Sen kendi gamınla gamlanmazsan, senin derdine kim yanacak?

Bari, serkeşlik etme de hemen işe koyul, elinden ge­leni yapmaya giriş. Çünkü hiç kimse senin derdine yan­maz, senin için gam yemez. Hiç kimse senin yükünü bir anlığına bile çekmez. Bunu böylece bil!.

(Feridüddin Attar, İlahiname)

Kur’ân-ı Kerîmi anlamak

Bir gün, Hazret-i Ömer, bir yerden geçerken, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, Hz. Ebû Bekr-i Sıddîka birşey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, Hz.Ömeri görünce, “Yâ Ömer, Resûlullah dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim” dediler. Çünkü, dâimâ, “Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!” buyururdu. Hz.Ömer “Dün Ebû Bekir, Kur’ân-ı kerîmden anlıyamadığı bir âyetin ma’nâsını sormuş, Resûlullah, ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, birşey anlıyamadım” dedi. Çünkü, Ebû Bekrin yüksek derecesine göre anlatıyordu.

Hz.Ömer, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah, “Ben, Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu” buyurdu. Böyle yüksek olduğu halde ve arabîyi çok iyi bildiği halde, Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini bile anlıyamadı. Çünkü, Resûlullah, herkese, derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekrin derecesi, ondan çok daha yüksekti. Fakat, bu da, hatta Cebrâîl “aleyhisselâm” dahî, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, esrârını, Resûlullaha sorardı.

Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmişdir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr kitapı da, Onun hadis-i şerifleridir.

Din âlimlerimiz, uyumıyarak, dinlenmiyerek, istirahatlarını fedâ ederek, bu hadis-i şerifleri toplayıp, tefsîr kitaplarını yazmışlardır. Bu tefsîr kitaplarını da anlıyabilmek için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır.

Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilmdir. Ana ilmlerden biri, “Tefsîr” ilmidir. Bu ilimlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitapları vardır. Bugün kullanılan bazı arabî kelimeler, fıkh ilminde başka ma’nâya, tefsîr ilminde ise daha başka ma’nâya gelmekdedir.

Hatta aynı bir kelime, Kur’ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka ma’nâlar bildirmekdedir. Bu geniş ilmleri bilmiyenlerin, bugünkü arabcaya göre, yaptıkları Kur’ân tercümeleri, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsından bambaşka birşey oluyor.

Bunun için Kur’an-ı kerimin gerçek manasını, emirlerini doğru olarak anlayıp amel etmek için müctehidlerin, mezhep imamlarının bildirdiklerine uymak şarttır.

Kâfirleri ve bid’at sahiplerini bu gibi kimseleri sevmememiz emrolundu

 Her Müslüman, hem imanını korumaya, kaptırmamaya çalışmalı, hem de, Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine inanmayan kâfirleri sevmemelidir.Kâfirleri ve bid’at sahiplerini bu gibi kimseleri sevmememiz emrolundu. Bunlarla konuşmamalı, evlerine, toplantılarına gitmemeli, selam vermemeli, arkadaşlık yapmamalıdır. Zaruret ve ihtiyaç olduğu zaman, zaruret miktarı kadar görüşülebilir. Ancak bu hallerde de kalbin yine onları sevmemesi lazımdır.

(Derviş Muhammed “kuddise sirruh” hazretleri)

Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek

 Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine düşman olmaya sürükler.Böyle kimse, kendini Müslüman zan eder. Kelime-i tevhidi söyleyip, inanıyorum der. Namaz kılar ve her ibadeti yapar. Halbuki, bilmez ki, böyle çirkin hareketleri, onun imanını ve İslamını temelinden götürür.

(Derviş Muhammed “kuddise sirruh” hazretleri)

Na'râ vurmak gaflet alâmetidir

 REŞHA-140: Buyurdular: Na'râ vurmak gaflet alâmetidir. Zirâ sâlik ma'nâya erişip huzur hâsıl edince, na'râ vurmaz. Eğer her zaman hâzır olsa hiç na'râ vurmaz. Belki devamlı huzûr ve âgâhı, fenâ ve şuursuzluğu mûcibdir. O makamda na'râ vurmak olmaz. Na'râ vuran, ateşe atılmış yaş ağaç gibidir. Onda yaşlıktan eser [su] oldukça, ateşte ses çıkarır. 

Beyt:

Köpüklenip taşıp, atma kapağını ey derviş, 

Ne kadar kaynasan da, sabret, kemâle eriş.


Ruba'î:

Aşkın evâilinde çok ahü zâr eylerdim, 

Komşuyu uyutmazdım, ne akşam, ne de sabah, 

Yandıkça aşk nârına, ah azalsa aceb mi?

Taze odun yandıkça, duman azalır her gâh.

[Reşahât,sf: 266-267]