Îmân etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Îmân etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ADÂLET, AKL, ÎMÂN, KAZÂ VE KADER

ADÂLET, AKL, ÎMÂN, KAZÂ VE KADER

Bu mektûb, derin ilmi, hâlleri ve sözleri ile her ihtisâs sâhibini hayretde bırakan, kerâmet ve fazîletler hazînesi, Eshâb-ı kirâmın ve islâm âlimlerinin büyüklüğünün vesîkası, seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi aleyh” tarafından yazılmışdır:

Efendim,

Yüksek mektûbunuzda yerleşdirmiş olduğunuz bilgi cevherleri, okuyanları çok sevindirdi. Çünki, böyle ince din mes’elelerini çözüp, fikrlerdeki pürüzleri düzeltmek, bu fakîr için, en zevkli bir vazîfe ve rûhumu besliyen bir gıdâdır.

Bu süâllerinizi çözüp, zihnleri aydınlatmak üç dürlü olabilir: İlm ile, zevk ile ve akl yolu ile.

İlm ile cevâb vermek için, i’tikâd bilgilerine dayanılacağından, önce, kelâm ilminde kullanılan kelimelerin, bu ilme mahsûs olan ma’nâlarını bilmek lâzımdır.

[Birçok kelimeler, her ilmde, başka ma’nâya kullanılır. Meselâ, zâlimler kelimesi tefsîr ilminde, kâfirler demekdir. Fıkh ilminde, başkasının hakkına saldıran kimselere denir. Tesavvufda ise, ayrı ma’nâsı vardır. O hâlde, bir ilme âid bir kitâbı okuyup anlıyabilmek için, önce kelimelerin bu ilmdeki husûsî ma’nâlarını bilmek lâzımdır. İşte, birkaç sene Mısrda, Bağdâdda bulunup da argo lisânı arabca öğrenenlerin ve eline bir ceb lügati alıp da, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri tercemeye kalkışan yeni din âlimlerinin(!), para kazanmak için yapdıkları terceme ve tefsîrler, bozuk ve zararlı olmakdadır. Bir tesavvuf âliminin huzûrunda, senelerce dirsek çürütüp, emek verip, pişmeden, olgunlaşmadan, (Mesnevî) okutan, tesavvuf kitâbları tercemesine kalkışan tarîkatcıların sözleri ve yazıları da, yanlış ve çok zararlı olur].

Kazâ ve kader. Halâl rızk, harâm rızk. Allahü teâlânın ilminin sonsuz olması ne demekdir? Halâl, harâm, Allahü teâlânın rahmeti nedir? Adâlet ve zulm; Allahü teâlânın adâleti. Akl nedir? Aklın kısmları, akl-ı selîm, akl-ı sakîm, Rab nasıl olur? Rabbin üzerine birşey lâzım mıdır? Rab, mahlûklara fâideli, uygun şeyleri yapmağa mecbûr mudur?

Zevk yolu ile anlıyabilmek, bu bilgileri, uzun uzadıya açıklamakla, geniş anlatmakla ve yazmakla olamaz. Anlayışların yüksek ve aşağı derecelerine göre, müşkillerini çözene hüsn-i zan ederek, güvenerek uzun zemân birlikde bulunmaları ile güzel, feyzli bir sûretde olur. Bu sûretde hiçbir delîle, isbâta, kelimelerin ma’nâlarını bilmeğe hâcet kalmaz. İçinde zarûrî bir bilgi hâsıl olur. Yakîn ile, vicdân ile inanır. Ulûm-i nakliyye ile, ya’nî âyet ile, hadîs ile ve ulûm-i akliyye ile isbâta lüzûm kalmaz. Hattâ, isbât için gösterilen delîlleri, senedleri, maksaddan, gâyeden uzak görür, yabancı bulur. Bu şartlar olmazsa, her delîl, her isbât noksân olur. Zekî olanların zihnlerine gelen şübheler, yanlış düşünceler giderilemez. Hattâ artarak, îmânı da sarsılır. İşte, yarım fen adamları hep böyledir.

İslâm ilmlerinden ikinci kısmı olan akl bilgilerinin, ya’nî tecribî ilmlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder.

Akl yolu ile anlamağa gelince, bunun için, önce ulûm-i akliyyeyi, ya’nî akla dayanan bilgileri öğrenmek lâzımdır. Bu bilgiler nelerdir, kaça ayrılır? İ’tikâd mes’elelerine bağlılığı olanlar hangileridir. Bağlı olmıyanları, uymıyanları hangileridir? Tecribî fizik, riyâzî fizik, ilâhî fizik ilmleri nelerdir? Riyâzî fizik öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir. Din bilgilerini sarsmaz. Astronomi [ilm-i heyet], aritmetik [hesâb] ve geometri [hendese], dîne yardımcı bilgilerdir. Tecribî fizikdeki, (Tecribe ve isbât edilenlere uymıyan) birkaç yanlış teori [nazariyye] ve hipotez [faraziyye]den başka, hepsi dîne uymakda, îmânı kuvvetlendirmekdedir. İlâhî fizik [metafizik] bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dîne uymaz.

Bu ilmler öğrenilince, din bilgilerinin, aklî ilmlere uyan ve aklî bilgilerle çözülmiyen yerleri ve sebebleri meydâna çıkar ve akla uygun sanılmıyan, aklın erişemediği mes’elelerin inkâr edilemiyeceği anlaşılır.

ADÂLET

Kıymetli mektûbunuzun sonunda, (Adâlete uymuyor gibi görünmüyor mu?) diyorsunuz. Efendim, adâletin ve bunun zıddı olan zulmün, ikişer ta’rîfi vardır:

1 — Adâlet, bir âmirin, bir hâkimin, memleketi idâre için koyduğu kanûn, kâ’ide, çizdiği hudûd içinde hareket etmekdir. Zulm ise, bu kanûnun, bu hudûdun, bu dâirenin dışına çıkmakdır.

Âlemleri yaratan, yokdan var eden, mâlikimiz, sâhibimiz Allahü teâlâ, hâkimlerin hâkimi, herşeyin asl sâhibi ve tek yaratıcısıdır. Üstünde bir âmiri, hâkimi, sâhibi, mâliki yokdur ki, Onu bir hudûd içinde harekete, bir dâire içinde kalmağa mecbûr etsin ve bir kanûn altında bulundursun. Bir vezîri, bir müşâviri, bir yardımcısı yokdur ki, iyiyi fenâdan ayırmak için işâret versin, yol göstersin. Bundan dolayı, Allahü teâlânın, adâletin bu ta’rîfi ile zâten bir ilgisi olmaz. Ona zulm kelimesi yaklaşamıyacağı gibi, bu ta’rîfe uyarak, âdil demek de, yakışmaz. Âdil denilmesi, zulmü hâtırlatabilir. Allahü teâlâ için bu ta’rîfe göre, adâleti hâtırlamak da, zulmü hâtırlamak gibi, câiz olmaz. Allahü teâlânın bir ismi (adl)dir. Âdil olduğu muhakkakdır. Bu ism de, başka ismleri gibi, (te’vîl) olunur. İslâmiyyete uygun bir ma’nâya çevrilir. Ya’nî, adlden murâd, adâletin gâyesidir. Meselâ, Rahmân ve Rahîm de, Allahü teâlânın ismidir. Rahmet ve rahm sâhibi demekdir. Rahm, kalbin bir tarafa eğilmesine denir. Allahü teâlânın kalbi yokdur ki, meyl etsin. O hâlde, rahm demek, rahmın gâyesi demekdir ki, ihsân etmek, iyilik etmekdir. Adl isminin de gâyesi, netîcesi, iyilik edici, nefse uygun gelen, tatlı gelen şeyleri verici demekdir.

Allahü teâlâ, adle, adâlet yapmağa mecbûr değildir. Mecbûr olsaydı, muhtâr olmazdı. Ya’nî, irâdesi, isteği bulunmazdı. İrâdesi olmıyan, mecbûr olur.

Bu ta’rîfe göre, (Filân şey adâlete uymuyor) denilemez. Allahü teâlâya, bu ma’nâda âdil denilemiyeceği gibi, böyle adâlete mecbûr da değildir.

2 — Adâletin yüksek ta’rîfi, (Kendi mülkünde olanı kullanmak) demekdir. Zulm de, başkasının malına, mülküne tecâvüzdür. Adâletin, dînimizdeki ta’rîfi de, işte budur.

Âlemlerin hepsi, ulvî, süflî, cismânî, arazî (sıfatlar), bedenî, rûhî, melekî, insânî, cinnî, hayvânî, nebâtî, cimâdî [cânsız], felekî [gökler], kevâkib [yıldızlar], büyük ve küçük cismler, Arş ve Kürsî, yer ve gökler, elementler ve mineraller, madde ve ma’nâ âlemleri, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın kemîne [âciz, muhtâc] mahlûkları ve mülkü olup, hepsinin tek yaratanı, müstekıl sâhibi, yalnız Odur. O, her hâlde, her bakımdan kemâldedir. Noksânlık yokdur ki, ikmâl etmek, temâmlamak lâzım olsun. Ondan başka herşey, Onun mülkü ve mahlûkudur. Memlûk mâlike, mahlûk hâlıka, mülkde ve yaratmakda şerîk [ortak] olmadığı gibi, birşeye de mâlik değildirler.

Bu her iki ta’rîfe göre, Allahü teâlânın işleri için, (adâlete uymayan) birşey olmaz. Böyle görmek, yaratanı, ba’zı şeylerde, yaratdığı şeylere benzetmek olur. Bu ise, büsbütün haksızlıkdır. Yaratan, hiçbir sûretle yaratdıklarına benzemez.

[Süâl: — İslâm memleketlerinde dünyâya gelen müslimân çocukları, ana, babasından, komşularından, hocalarından görerek, öğrenerek müslimân oluyor. Başka memleketlerdeki kâfir çocukları ise, kâfir olarak yetişdirilip, müslimânlıkdan mahrûm ediliyor. Bunlar da islâm terbiyesi ile yetişdirilseydi, müslimân olur, Cennete giderlerdi. Böyle yetişenlerin Cehenneme gitmesi haksızlık olmaz mı?

Cevâb: — Adâlet ile ihsânı karışdırmamalıdır. Allahü teâlâ, her memleketde yetişen kulları için, adâleti fazlası ile yapmışdır. Ya’nî âkıl ve bâlig olmadan ölen kâfir çocuklarını Cehenneme sokmıyacakdır.

Âkıl ve bâlig oldukdan, ya’nî evlenecek çağa geldikden sonra, Muhammed aleyhisselâmın dînini duymadan ölen kâfirlere de azâb yapmıyacakdır. Bunlar, islâm dînini, Cenneti, Cehennemi işitdikden sonra, merak etmez, öğrenmez ise, inâd edip inanmazsa, o zemân azâb göreceklerdir. Âkıl ve bâlig olanlar, ana babanın, muhîtin yapmış oldukları eski te’sîrlerin altında kalmaz. Eğer kalsaydı, elli seneden beri islâm memleketlerinde, islâm terbiyesi altında yetişen yüzbinlerle müslimân evlâdı, islâm düşmanlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanmaz, dinsiz, mürted ve hattâ din düşmanı olmazdı. Bunlar, âkıl ve bâlig oldukdan sonra, hattâ kırkından sonra, hattâ, hoca, hâfız oldukdan sonra, dinden çıkmakda, hattâ din düşmanı olmakda, hattâ din düşmanlığında önderlik yapmakdadırlar. Anasına, babasına, komşularına ve akrabâsına, yobaz, gerici, mürteci’, şerî’atcı, ileri sağcı diyerek alay etmekdedirler. Bu pek acı misâller, ana baba terbiyesinin te’sîrinin devâmlı olmadığını açıkca göstermekdedir. Bunun içindir ki, bugün dinden çıkmak, bütün dünyâyı saran bir âfet, fecî’ bir akıntı hâlindedir. Genç, ihtiyâr, bu felâkete kapılmıyan pek az kimse kalmışdır. Diğer tarafdan, birçok kâfirlerin, ilm, fen adamlarının müslimân olduğunu görüyoruz. Pek az olsa da, dînini değişdirmiyenlerin bulunması, ana terbiyesinin te’sîrinin, ba’zan da devâmlı olduğunu gösteriyor denirse, bir çocuğun müslimân evlâdı olması, islâm terbiyesi ile yetişmesi, Allahü teâlânın bir ihsânıdır. Kâfir çocuklarına bu ihsânı yapmıyor. Fekat, kimseye ihsân yapmağa mecbûr değildir. İhsân yapmamak zulm olmaz. Meselâ, bakkaldan bir kilo pirinç alsak, tam bir kilo dartması adâletdir. Noksan dartarsa zulm olur. Biraz fazla verirse ihsân olur. Bu ihsânı istemek, kimsenin hakkı değildir. İşte, Allahü teâlânın islâm terbiyesi ile yetişdirmesi, büyük ihsânıdır. Dilediğine ihsân eder. Kâfir çocuklarına bu ihsânı yapmaması zulm olmaz. İhsân etdiği kimseler kâfir olursa, bunların cezâsı, azâbı da, katkat ziyâde olacakdır. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” ikiyüzellidokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki, (Bu fakîre göre, dağda yetişip, hiçbir din duymayıp, puta tapan müşrikler, Cennete ve Cehenneme girmiyecekler, hesâb yapılırken, zulmleri kadar azâb çekeceklerdir. Sonra hayvanlar gibi, yok edileceklerdir. Küçük iken ölen kâfir çocukları ve Peygamberlerden haberi olmıyanlar da böyle olacaklardır.)]

AKLIN TEFSÎRİ

Akl, bir (Kuvve-i derrâke)dir. Ya’nî anlayıcı bir kuvvetdir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, fâideliyi zararlıdan ayırd etmek için yaratılmışdır. Bunun için, hakkı bâtıl ile karışdırabilecek olan insanda, cinde ve meleklerde akl yaratılmışdır. Allahü teâlânın kendisinde ve Ona âid bilgilerde, hakkın bâtıl ile karışdırılması olamıyacağından, o bilgilerde, akl yalnız başına sened olamaz. Mahlûklara âid bilgilerde, hakkı bâtıl ile karışdırmak mümkin olduğundan, bu bilgilerde aklın işe karışması doğru olur. Allahü teâlâya âid bilgilerde hakkı bâtıl ile karışdırmak isti’dâdı olmadığından, akl, o bilgilerde yürüyemez. Rubûbiyyet, yaratıcılık, her bakımdan bir olmak ister. Ayrılık olmadığı için, orada aklın işi yokdur.

Akl, bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya âid bilgilerde, kıyâs [ölçmek] olamaz. Mahlûklara âid bilgilerde, kıyâs olup, doğru kıyâs etdi ise sevâb kazanır. Yanlış kıyâs etdi ise afv olur. Allahü teâlâya âid bilgilerde kıyâs olsa, şâhid ile gâibe istidlâl [bilinmiyeni, bilinene benzeterek anlamağa çalışmak] lâzım olur. Ya’nî, anlaşılmıyan şeyleri, bilinen şeyler gibi sanmak olur. Akl ve ilm adamlarının hepsi, şâhidden gâibe istidlâlin bozuk bir yol olduğunu, sözbirliği ile bildirmekdedir. Akl, yalnız, Allahü teâlânın varlığını isbât etmekde biraz iş görür. Bu bilgi, derin ve güçdür. Önce, aklın müşekkik mi, mütevâtî mi olduğunu anlıyalım:

(Mütevâtî) ne demekdir? Mütevâtî, bir cins içinde bulunan ferdlerin hepsinde müsâvî mikdârda bulunan sıfat demekdir. İnsanlık ve hayvanlık sıfatları gibi.

İnsanlık, en yüksek insan ile en aşağı bir insanda müsâvîdir. Meselâ, bir Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve bir kâfirin insanlığı müsâvîdir. İnsanlık, Nebîde dahâ çok, dahâ kuvvetli değildir. Bir Nebînin insanlığı ile bir kâfirin insanlığı arasında fark yokdur. Cemşîd gibi büyük bir pâdişâh ile, bir köy çobanının insanlığı aynıdır. Ya’nî, Cemşîddeki insanlık, çobandaki insanlıkdan üstün değildir.

(Müşekkik) — Bir cins içindeki ferdlerin hepsinde müsâvî mikdârda bulunmıyan sıfatdır. İlm gibi. İlm, âlimlerin ba’zısında çok, ba’zısında azdır. Büyük bir fen adamı da olan bir islâm âliminin ilmi, bir köy hocasındaki ilmden elbette dahâ çokdur ve dahâ geniş, dahâ parlakdır. O hâlde, din bilgilerinde, hangi âlimin bilgisine güvenilir? Elbette, en büyük ve ilmi çok ve fen kollarında tedkîk ve tecribe sâhibi olan âlimin ilmine dahâ çok güvenilir. Bunun üstünde, başka bir âlim bulunursa, ona i’timâd elbette dahâ çok olur.

Akl, insanlık gibi mütevâtî midir, yoksa ilm gibi müşekkik midir? Elbette müşekkikdir. Ya’nî, nev’inin ferdlerinde müsâvî olarak bulunmaz. O hâlde, en yüksek akl ile en aşağı akl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu hâlde, (aklın kabûl edebileceği) sözü nasıl doğru olabilir? Hem hangi akl, ya’nî kimin aklı, en çok aklı olan kimsenin mi, yoksa her akllı denen kimsenin mi?

Akl, başlıca iki kısmdır: (Selîm akl), (Sakîm akl). Bunların her ikisi de akldır. Tam selîm akl, hiç yanılmaz, hatâ etmez. Pişmân olacak hiçbir hareketde bulunmaz. Düşündüğü şeylerde aslâ hatâ etmez. Hep doğru ve sonu iyi olan işlerde bulunur. Doğru düşünür ve doğru yolu bulur. İşleri hep doğrudur. Böyle akl, ancak Peygamberlerde “aleyhimüssalâtü vesselâm” bulunur. Her başladıkları işde muvaffak olmuşlardır. Pişmân olacak, zarar görecek birşey yapmamışlardır. Bunların aklına yakın, Eshâb-ı kirâmın, Tâbi’în ve Tebe-ı tâbi’înin, din imâmlarının “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” akllarıdır. Bunların aklları, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun akllardır. Onun için, bunların zemânında, islâmiyyet genişledi. Müslimânlar çoğaldı. Târîhi iyi anlıyan, bunu pek iyi görür. Sakîm akllar, bunların aksi, tam tersi olan akllardır. Düşündükleri şeylerde ve yapdıkları işlerde yanılır. Hepsi üzüntüye, pişmânlığa, zarara, sıkıntıya sebeb olur.

Bu iki kısm akl arasında, çok ve çeşidli dereceler vardır. Şunu da bildirelim ki, mü’minlerin, dînî aklı ve dünyevî aklı olduğu gibi, kâfirlerin de, dînî ve dünyevî aklı vardır. Kâfirin dünyâ işlerine eren aklı, âhıret işlerine eren aklından üstün olduğu gibi, mü’minin âhıret işlerini anlıyan aklı, dünyâ işlerini anlıyan aklından üstündür. Fekat, bu hâl devâmlı değildir. Dünyâ geçer, biter. Geçici işlere yarayan akl, devâmlı olan, bitmiyen işlere yarayan akldan dahâ kıymetli olamaz.

[Aklı ve zekâyı birbirine karışdırmamalıdır. Zekâ, sebeb ile netîce arasındaki bağlılıkları bulmak, benzeyiş ve ayrılışları anlamakdır. İsviçreli Claparede, zekâyı (Yeni îcâb ve vaz’ıyyetlere, zihnin en iyi şeklde uymasıdır) diye anlatmışdır. Ya’nî muhîtimize uymamızı sağlıyan bir kuvvetdir. Tek hücreli hayvanlar, muhîtin yalnız te’sîr etmesi ile hâl değişdirerek, bu tepkiye uyar. Dahâ ileri olan eklem bacaklılarda, tepkilere sevk-ı tabî’î (iç güdü)ler de katılır. Kemikli hayvanlarda, bu iki kuvvete, alışkanlık da karışır. En yüksek hayvanlarda ve insanlarda ise, muhîte uymak için, yeni bir fe’âliyyet, bir davranış ortaya çıkar ki, bu da zekâdır. Bergson diyor ki: (İlk insanların ve her asrın, geri kalmış kısmları, tabî’ate uymak, hayvanlar ve kendileri arasında münâsebet kurmak için âletler yapmışdır. Bu âletler, zekâ ile yapılmışdır). Görülüyor ki, âlet yapmak, teknikde yükselmek akla değil, zekâya alâmetdir. Alman pyschologue ve pédagogue’larından William Stern, (Zekâ, düşünceyi, hayâtın yeni şartlarına uydurmakdır), dedi. Ya’nî problem, mes’ele çözmek kuvvetidir. Amerikalı Terman ise, (Zekâ, mücerred fikrlerle düşünebilmekdir) demişdir. Bütün bu ta’rîfler gösteriyor ki, zekâ, sevk-ı tabî’îden yukarı, akldan aşağı, bir şü’ûr basamağıdır. Aklın tatbîkcisi gibi olan zekâ, akldan önce teşekkül etmekdedir. Akl sâhibleri, teorik yollar ve kâ’ideler ortaya koyar. Zekî kimse, bunların pratiğe tatbîkını sağlar.

Fekat, aklı az ise, akl sâhiblerinden öğrendiklerini kullanmakla kalıp, zarûrî ve küllî prensiplere, kendiliğinden ulaşamaz. Ya’nî, zihni iyi işlemez ve istidlâlleri doğru yapamaz. Zekâ, düşünebilmek kuvvetidir. Fekat, düşüncelerin doğru olması için, akl lâzımdır. Zekî insan, düşüncelerinin doğru olabilmesi için, bir takım prensiplere muhtâcdır. Bu prensipleri idâre eden akldır. O hâlde, her zekî kimseyi akllı sanmak doğru olamaz. Zekî bir kimse, büyük bir kumandan olabilir. Akllılardan öğrendiği üsûlleri, yeni harb vaz’ıyyetine uydurarak, kıt’aları fethedebilir. Fekat, aklı az ise, bir hatâ ile, başarıları, felâkete döner. Meselâ, Napolyonun zekâ saçan askerî plânları, zaferleri ve aklsız hareketlerinin sonu olan felâketleri meydândadır. Üçüncü sultân Selîm hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında, Napolyonun Sûriyede, islâm askerleri karşısında bozguna uğrayarak nasıl kaçdığı târîhlerde yazılıdır. Bir arslanın zekâsı, insan zekâsı kadar kuvvetli olsaydı, bu arslan öteki arslanlardan, onbin kat dahâ çok korkunç olurdu. Aklsız, dinsiz kimse de, kuvvetinin ve zekâsının çokluğu kadar, cem’iyyetlere büyük tehlüke olur].

Bu yazılar dikkatle okunursa, her işde ve hele dînî işlerde akla güvenilemiyeceği, bu işlerin akl ile ölçülemiyeceği meydâna çıkar.

Din işleri, akl üzerine kurulamaz. Çünki, akl, bir karârda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, bir adamın, selîm olmıyan aklı da, ba’zan doğruyu bulur, ba’zan da yanılır ve yanılması dahâ çok olur. En akllı denilen kimse, din işlerinde değil, mütehassıs olduğu dünyâ işlerinde bile, çok hatâ eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devâmlı, sonsuz olan âhıret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur?

İnsanların şekl ve ahlâkları başka başka olduğu gibi, akl, tabî’at ve ilmleri de, ayrı ayrıdır. Birinin aklına uygun gelen birşey, başkasının aklına hiç de uygun gelmiyebilir. Birinin tabî’atine uygun olan birşey, başkasının tabî’atine uymaz. O hâlde, din işlerinde, akl, tam bir ölçü, doğru bir sened olamaz. Ancak, akl ile islâmiyyet, birlikde, tam ve doğru bir vesîka ve ölçü olur. Bunun içindir ki:

(Dînini ve îmânını, insan düşüncelerinin netîcelerine bağlama ve akl ile inceleyerek varılan sonuçlara uydurma!) buyurmuşlardır.

Evet, akl huccetdir, doğru yolu gösterir. Fekat, selîm olan akl gösterir, her akl değil.

Demek oluyor ki, selîm olmıyan aklların, yanıldıkları için, bir hakîkati kabûl etmemeleri, uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selîm olan akllar, ya’nî Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” aklları, din hükmlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür. İslâmiyyetin her hükmü, bu akllar için, pek meydânda, âşikâr ve apaçıkdır. Senede, isbât etmeğe lüzûm olmadığı gibi, tenbîh etmeğe, haber vermeğe de lüzûm yokdur.

HALÂL VE HARÂM

Herşeyi, Allahü teâlâ yaratdı. Herşeyin sâhibi, mâliki Odur. Kullanmamız için izn verdiği şeyler, halâl olur. İzn vermediği şeye de, harâm denir. Meselâ, bir erkeğe, iki kız kardeşden birini nikâhla almağı halâl eyledi. İkincisini de almağı harâm etdi. Harâm demek, sâhib ve hâlık olan Allahü teâlânın, bir şeyi kullanmağa izn vermemesi demekdir. Halâl ise, o yasak düğümünü çözmek demekdir.

Birşey, bir kimseye halâl, başka bir kimseye harâm olabilir.

Dünyâda harâm işliyen kimse, âhıretde ondan mahrûm kalır. Burada halâl şeyleri kullananlar, orada, o şeylerin hakîkatine kavuşur. Meselâ, bir erkek, dünyâda harâm olan ipeği giyerse, âhıretde ipek giymekden mahrûm edilir. İpek ise, Cennet elbisesidir. O hâlde, bu günâhdan temizlenmedikce, Cennete giremez demekdir. Cennete girmiyen de Cehenneme girer. Çünki, âhıretde, bu ikisinden başka yer yokdur.

Âhıret işleri, hiçbir bakımdan dünyâ işlerine benzemez. Bu dünyâ, yok olmak için yaratıldı. Yok olacakdır. Âhıret, sonsuz kalmak için ve sonsuz kalacak şeklde yaratıldı. Sonsuz kalacak şey ile çabuk yok olacak şey arasında ne kadar fark varsa, dünyâ ile âhıret yapısı ve işleri arasında da o kadar fark vardır. Yalnız ismleri, anlatılması benzemekdedir. Meselâ Cennet kelimesi, dünyâda bostân, âhıretde ise, Cennet denilen, sonsuz ni’metlerin bulunduğu yer demekdir. Cehennem de, burada derin ateş kuyusu, orada ise Cehennem denilen azâb dolu yere denir.

ÎMÂN

Efendim! Yüksek mektûbunuzun baş tarafında (kâmil olan îmân) demişsiniz. Îmân, hâsıl olunca, zâten kâmildir. Çünki, îmânda azlık, çokluk olmaz. Îmânın kendisi, az veyâ çok olmaz. Azlık, çokluk, îmânın parlaklığında, belli olmasındadır. Îmânın, aslı, kendisi:

Server-i âlem olan Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecribeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdîk ve i’tikâd etmekdir, inanmakdır. Akla uygun olduğu için tasdîk ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Resûlü tasdîk etmiş olmaz. Veyâhud, Resûlü ve aklı birlikde tasdîk etmiş olur ki, o zemân Peygambere i’timâd tam olmaz. İ’timâd tam olmayınca, îmân olmaz. Çünki, îmân parçalanamaz. Akl, Resûlün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bildirdiklerini uygun bulursa, bu aklın kâmil, selîm olduğu anlaşılır.

İnanılması lâzım şey için, tecribî ilmlere danışıp, tecribeye uygun ise, inanır, tecribe ile isbât edemeyince, inanmaz veyâ şübheye düşerse, o zemân, tecribesine inanmış olup, Resûle inanmamış olur ki, böyle îmân, kâmil değil, zâten îmân olmaz. Çünki, îmân parçalanamaz. Az ve çok olmaz.

Din bilgileri, felsefe ile ölçülmeğe kalkışılırsa, bu sefer felesofa inanılmış olup, Peygambere inanılmış olmaz. [Evet, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın, Allahın Peygamberi olduğunu anlamakda, aklın, felsefî ve tecribî ilmlerin yardımı büyükdür. Fekat, bunların yardımı ile Peygambere “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” inanıldıkdan sonra, Onun bildirdiği şeylerin herbiri için akla, felsefeye ve tecribî ilmlere danışmak doğru olmaz. Çünki, akl ile, tecribe ve felsefe yolu ile elde edilen birçok bilgilerin, zemânla değişmekde, yenileri bulununca, eskilerinin atılmakda olduğunu gösteren misâller, literatürlerde az değildir.] O hâlde:

Îmân, Resûl-i Ekrem efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emrlerin hepsine i’timâd ve i’tikâd etmekdir. Bu emrlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak veyâ şübhe etmek küfrdür. Çünki, Resûle inanmamak veyâ i’timâd etmemek, Resûle yalancı demek olur. Yalancılık kusûrdur. Kusûru olan kimse, Peygamber olamaz.

[Îmân demek, (Nass)larda, ya’nî, Kur’ân-ı kerîmde ve icmâ’ ile ve zarûrî olarak bilinen hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilen şeylerin hepsine, inanmak demekdir. Burada (İcmâ’) demek, Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sözbirliği demekdir. Birşeyi, Eshâb-ı kirâm, sözbirliği ile bildirmedi ise, Tâbi’înin sözbirliği bu şey için icmâ’ olur. Tâbi’în de bu şeyi sözbirliği ile bildirmedi ise, Tebe-i tâbi’înin sözbirliği ile bildirmeleri, bu şey için icmâ’ olur. Çünki, bu üç asrın âlimleri, ya’nî müctehidleri, hadîs-i şerîf ile övülmüşdür. Bunlara (Selef-i sâlihîn) denir. Sahâbe ve Tâbi’îne (Selef-i sâlihîn) denildiği, İbni Âbidînde (Kâdîlık) bahsinde yazılıdır. (Buhârî) ve (Müslim) ve (Kütüb-i sitte)den olan diğer dört kitâbda yazılı binlerce hadîs-i şerîfin sahîh oldukları, bunlardan sonraki âlimlerin sözbirliği ile bildirilmişdir. Zarûrî olarak bilinmek demek, her asrda, müslimânların çoğunun işitdikleri, yayılmış bilgi demekdir. Bunları bilmemek özr olmaz.

(Hadîka)nın yüzonbirinci sahîfesinde diyor ki, (İcmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmiş olan inanılacak ve yapılacak din bilgilerinde ictihâd yapmak câiz değildir. Çünki, bunlara inanmıyan kâfir olur. Bunlara inananlara (Mü’min) ve (Müslimân) denir. Bunlar, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti olur. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden ba’zıları i’tikâdda ictihâd yaparak yetmişüç fırkaya ayrıldı. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan ve açık olanların da ma’nâları icmâ’ ile ve zarûrî olarak anlaşılmamış olan yapılacak işlerde ictihâd etmek câizdir. İnanılacak olan bilgilerde ictihâd hiç câiz değildir. Böyle bilgilerde ictihâd ederken yanılmak, küfr olmaz ise de, büyük günâh olur. Müslimânların yetmişüç fırkasından yetmişiki fırkası böyle yanılmış, doğru yoldan ayrılmış, (Bid’at sâhibi) olmuşlardır. Bunlar sapık inançlarının cezâsı olarak Cehenneme gireceklerdir. Fekat, müslimân oldukları için, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar, azâb gördükden sonra, çıkarılacaklardır. Şübheli bilgilerde Eshâb-ı kirâmın yolundan ayrılmayan fırkaya (Ehl-i sünnet) denir. İcmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmemiş olan işlerin halâl veyâ harâm olmalarını anlamakda ictihâd yaparken yanılmak suç olmaz. Sevâb olur. Ehl-i sünnet fırkasının içinde bulunan, inanışları birbirlerine uygun, doğru dört mezhebin iş bakımından birbirlerinden ayrılmaları bu sûretle olmuşdur.

[Bir hükm üzerinde, dört mezhebin ictihâdları arasında icmâ’ hâsıl olursa, bu icmâ’a inanmak da lâzım olduğu, inanmıyanın kâfir olacağı, (Mektûbât)ın ikinci cildinin otuzaltıncı mektûbunda yazılıdır.

Selef-i sâlihînin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yolunda bulunan müslimânlara (Ehl-i sünnet) denir. Ehl-i sünnet olmayıp, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Nass)larda açık bildirilmemiş olan ahkâmdaki ictihâdlarını beğenmeyen ve bu ma’nâsı açıkca anlaşılamıyan nassları yanlış te’vîl ederek, anladıklarını Selef-i sâlihînin yolu olarak savunan sapıklara (Silfiyye) veyâ (Selefiyye) denir. Silfiyye bid’atini ortaya çıkaranların en meşhûru İbni Teymiyye ve vehhâbîlerdir. Bunlar kendilerinin Eshâb-ı kirâm yolunda olduğunu savunuyor, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden yanlış ve bozuk ma’nâlar çıkararak, Ehl-i sünnet olan hakîkî müslimânları kötülüyorlar.]

Hadîs-i şerîfde, (Lâ ilâhe illallah ehline kâfir demeyiniz! Bunlara kâfir diyenin kendisi kâfir olur) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, (Lâ ilâhe illallah ehli) ya’nî (Ehl-i kıble) olan kimse, icmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmemiş inanılacak şeylerde ma’nâsı açıkca anlaşılamıyan nassları yanlış te’vîl ederek, Ehl-i sünnetin doğru yolundan ayrılınca veyâ başka bir büyük günâh işleyince kâfir olmaz demekdir. Fekat, Ehl-i sünnetden ayrılan kimse, tevâtür ile zarûrî olarak öğrenilen din bilgilerinden birine inanmazsa, buna (Lâ ilâhe illallah ehli) denmez. Böyle kimse kâfir olur.) İbnî Âbidînin üçyüzyetmişyedinci sahîfesinde de böyle yazılıdır. (Hadîka)da, ikinci kısmın sonunda buyuruyor ki, (Hazret-i Alîyi üç halîfeden üstün tutana (Şî’î) denir. Eshâb-ı kirâma söğene (Mülhid) denir.) Şî’î, Ehl-i kıbledir. (Mülhid) ise, kâfir olmakdadır. (Mülhid)lere bugün Kızılbaş da denilmekdedir. Şî’îler bugün kendilerine (Ca’ferî) diyorlar.

Görülüyor ki, (Lâ ilâhe illallah ehli) ya’nî (Ehl-i kıble) demek, tevâtür ile ve zarûrî olarak bilinen din bilgilerinin hepsine inanan, ya’nî müslimân olan kimse demekdir. Böyle kimse, sapık inanışı ile kâfir olmaz.

(Hadîka)da yüzellidördüncü sahîfede diyor ki, (Bir kişinin bildirdiği hadîs-i şerîfe inanmak lâzım değil ise de, ma’nâsı tevâtür ile bildirildi ise, bu icmâ’a inanmak lâzım olur).

(Milel-nihâl) kitâbı tercemesinin altmışdokuzuncu sahîfesinde diyor ki, (İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve imâm-ı Şâfi’î, Ehl-i kıble olana kâfir denilmez buyurdular. Bu sözün ma’nâsı, Ehl-i kıble olan, günâh işlemekle kâfir olmaz demekdir. Yetmişiki fırka âlimleri ve bunların yollarında olanlar, Ehl-i kıbledirler. İctihâd yapılması câiz olan açıkca anlaşılamıyan delîllerin te’vîllerinde yanıldıkları için, bunlara kâfir denilmez.

Fekat, zarûrî olan ve tevâtür ile bildirilmiş olan din bilgilerinde ictihâd câiz olmadığı için, böyle bilgilere inanmıyan, sözbirliği ile kâfir olur. Çünki, bunlara inanmıyan, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” inanmamış olur. (Îmân) demek, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Allahü teâlâ tarafından getirdiği, zarûrî olarak bilinen bilgilere inanmak demekdir. Bu bilgilerden birine bile inanmamak küfr olur. İnanmamağı gösteren her söz ve her iş, ister şaka olarak, isterse gönülden olmıyarak olsun, küfr olur. Zorlanarak veyâ yanılarak olursa, küfr olmaz).

İbni Âbidîn, birinci kısmın önsözünde buyuruyor ki: (Felsefe) yunanca bir kelimedir. Eski ma’nâsı, beğendiği düşüncelerini, hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı, heyecân verici lâflarla inandırmağa çalışmak demek idi. Görünüşde doğru, çoğu bozuk olan sözler idi. Tecribeye, hesâba dayanmıyan şahsî düşüncelere (Felsefe) denirdi. Varlıklar yokdan yaratılmamış, böyle gelmiş böyle gider demek, îmân edilecek şeylere, halâl, harâm olanlara inanmağa gericilik demek böyledir. (İhyâül’ ulûm)da diyor ki, (Eski yunan felsefesi, başlı başına bir ilm değildir. Matematikçiler, geometri okuyanlar, mantık öğrenenler, tabî’iyyeciler ve tabîbler arasında bu felsefeye kayanlar çok oldu. (İlâhiyyât) üzerinde, ya’nî Allahü teâlâ ve onun sıfatları, emrleri, yasakları üzerinde, kendi aklları, görüşleri ile konuşdular. Hâlbuki hesâb, hendese, mantık, tabî’at bilgisi, fizik, kimyâ, tıb bilgisi öğrenmek mubâhdır. Bunlarda mütehassıs olmak fâidelidir. Îmânı kuvvetlendirmek ve millî kalkınma, râhat, huzûr için ve cihâd için, islâmiyyeti yaymak için bunlar lâzımdır. Bunların hepsi islâm bilgileridir. Medeniyyet de, bu demekdir. Fekat bunları islâmiyyete karşı bozuk düşüncelerine âlet etmek, gençleri aldatmak için kullanmak felsefe olur). Görülüyor ki, fen bilgilerini, insanlara hizmet için öğrenmek fâidelidir, sevâbdır. İnsanların râhatını, huzûrunu kaçırmak, insan haklarını yok etmek, insanları sömürmek, îmânlarını, ahlâklarını bozmak için öğrenmek, felsefe olur. Harâm olur. Öğrenilmesi lâzım olan ve yasak olan ilmler, (Hadîka)da uzun yazılıdır. Bunlar, İstanbulda neşr edilen arabî (Hulâsat-üt-tahkîk fî hükm-it-taklîd vet-telfîk) kitâbının sonunda basdırılmışdır.

(Fetâvâ-i Hindiyye)de, beşinci cild, 377. ci sahîfede diyor ki: Îmân edilecek ve yapılacak, kaçınılacak şeyleri ve geçinecek san’at bilgilerini öğrenmek herkese farzdır. Bundan fazlasını öğrenmek farz değil ise de, sevâbdır. Öğrenmezse günâh olmaz. Farz olan bilgilere yardımcı olanları, meselâ astronomi öğrenmek de sevâbdır. Fıkh öğrenmeyip, yalnız hadîs öğrenen, iflâs eder. Kelâm ilmini, ya’nî îmân bilgilerini, ihtiyâcdan fazla öğrenmek câiz değildir. Bid’atlerin, fitnelerin yayılmasına sebeb olur. Sadr-ül-islâm Ebül-Yüsr buyuruyor ki, (Kelâm, tevhîd kitâblarının birkaçında felsefî bilgiler gördüm. İbni İshak Kindî Bağdâdînin ve İstikrârînin kitâbları böyledir. Bunlar, islâmın bildirdiği doğru yoldan ayrılmış sapık kimselerdir. [Ehl-i sünnet bilgilerini öğrenmeden önce] böyle sapık kitâbları okumak câiz değildir. Abdül-Cebbâr Râzî ve Ebû Alî Cübbâî ve Kâ’bî ve Nazzâm İbrâhîm bin Yesâr Basrî ve talebelerinden Amr Câhız (Mu’tezilî) sapıklarının kitâbları da, eski yunan felsefecilerinin bozuk fikrleri ile doludur. Böyle kitâbları okumak gençlere zararlıdır. Muhammed bin Hîsûm gibi (Mücessime) fırkasındakilerin kitâbları da böyledir. Bunlar bid’at fırkalarının en kötüsüdür. Ebül-Hasen-i Eş’arî de, önceleri Mu’tezile inancını yaymak için çok kitâb yazdı. Allahü teâlâ, kendisine hidâyet verdikden sonra, eski fikrlerini kötüleyici kitâblarını yaydı. Yanlışlarını görebilenlerin, bu kitâbları okuması zararlı olmaz. Şâfi’î âlimleri, îmân bilgilerini Ebül-Hasen-i Eş’arînin kitâblarından aldılar. Ebû Muhammed Abdüllah bin Sa’îdin bu kitâbları açıklıyan eserleri temâmen zararsız hâldedir. Sözün kısası, eski felsefecilerin yazdığı din kitâblarını gençlere okutmamalıdır. Ehl-i sünnet bilgilerini öğrendikden sonra okumaları câiz olur).

Hindiyyeden terceme temâm oldu. 1368 [m. 1949] da öldürülen (İhvân-ül-müslimîn) cemâ’atinin müessisi Mısrlı mezhebsiz, Hasen el-Bennânın ihtilâlci yazıları ve Seyyid Kutbun (Fîzılâl-il-Kur’ân) ismindeki bozuk tefsîri ve başka kitâbları ve Hindistândaki vehhâbîlerden Muhammed Sıddîk hânın ba’zı kitâbları ve Mevdûdî ve Hamîdullah ve 1359 [m. 1940] da ölmüş olan Cezâyirli İbni Bâdis gibi dinde reformcuların kitâbları da böyledir. Dînini öğrenmek istiyenler, bunların bozuk kitâblarını okumamalıdır.]

Dînimizin bildirdiği birşeyde şübheye düşen kimse, Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi, bu şey ile neyi bildirmek istemiş ise, öylece îmân etdim, inandım demelidir. Hemen, şübhesini giderecek bir din âlimi aramalıdır. İlmine ve dîne bağlılığına güvenilir, zekî, ârif, harâmlardan kaçınan, din bilgilerinin inceliklerini bilen, müşkilleri çözebilen bir zâtı arar, bulur. Bundan aldığı cevâb, şübhesini giderince, artık öylece îmân eder. Böyle bir zâtı aramak farzdır. Tesâdüfe bırakmayıp, hemen aramalıdır. Bulamazsa veyâ bulup da, şübheden kurtulamazsa, Allahü teâlânın ve Resûlünün dilediği gibi inandım demeli ve şübhesinin giderilmesi için, Allahü teâlâya düâ etmeli, yalvarmalıdır. İşte, bunun için, her şehrde, müşkilleri çözebilen bir zâtın bulundurulması farz-ı kifâyedir. Felsefecilerin iftirâlarını, fen ve felsefe bilgileri ile karşılıyabilen, fen adamı geçinenlerin i’tirâzlarını, fennî metodlara dayanarak çözebilen, kitâblı kâfirlerin yanlış sözlerini, dinlerindeki bozuk yerleri isbât ederek, red edebilen, doğru yoldan ayrılmış olanların, fitne ve fesâd ateşlerini söndürebilen, dünyâ târîhini iyi anlamış, matematik bilgisi kuvvetli ve islâm bilgilerinin derinliklerine ermiş bir din âlimi bulundurmak lâzımdır. İslâm devletleri böyle âlim yetişdiriyordu. Böyle bir din âlimi bulunmazsa, islâmiyyet, din câhillerinin elinde oyuncak olur. İstedikleri gibi din kitâbları yazar, gençlerin dinsiz yetişmesine sebeb olurlar. Bir memleketde, islâmiyyetin yerleşmesi için, herşeyden önce, hakîkî din âlimi yetişdirmek lâzımdır. Din âlimi bulunmazsa, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını yaymağa çalışmalıdır. Bu kitâblar bulunmazsa, din câhilleri, din adamı şekline girip, kitâb ve mecmû’a yazarak, konferanslar, va’z ve dersler vererek milletin dînini, îmânını çalarlar. İslâmiyyeti yıkarlar da, kimsenin haberi olmaz. [Şerefül insan bil ilmi vel-edeb, lâ bil mal-ı vel haseb.]Ya’nî insanın şerefi, kıymeti, ilmi ve edebi ile ölçülür. Malı ve baba ve dedeleri ile değil!

(Bezzâziyye)de, kerâhiyyet kısmında diyor ki, (İbâdetleri yapan kimse, îmânının bozulmasında şübhe eder ve günâhım çokdur, ibâdetlerim beni kurtarmaz diye düşünürse, îmânının kuvvetli olduğu anlaşılır. Îmânının devâm edeceğinden şübhe eden kâfir olur. Şübhe etmeği beğenmezse, mü’min olduğu anlaşılır).

[İbni Âbidîn, Mürted bâbında diyor ki, (Beş sınıf kâfir vardır: Dehriyye, Seneviyye, Felâsife, Veseniyye ve Ehl-i kitâb. İlk dördü kitâbsız kâfirdir. Ya’nî semâvî kitâbları yokdur.) Bugün Hindistânda yayılmış olan Berehmen ve bunun, mîlâddan 542 sene evvel ölmüş olan Budda Gautama tarafından değişdirilmesi ile hâsıl olan Buda dinlerinde olanlar, Vesenîdir, ya’nî putlara [heykellere] taparlar. Bu dinlerde, oradaki eski Peygamberlerin kitâblarından, sözlerinden alınmış kıymetli bilgilerin bulunduğu görülmekdedir. Berehmen ve Buda dinleri, hıristiyanlık dîni gibi, eski Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” bildirdiği, doğru dinlerin bozulmuş, değişdirilmiş bir hâlidir. Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh”, ondördüncü mektûbunda diyor ki, (Allahü teâlâ, insanları yaratdığı zemân, Birmîhâ [veyâ Brahma] ismindeki bir melek vâsıtası ile, Hindistâna da, Bîd ve Vidâ isminde bir kitâb gönderdi. Dört cüz’ idi. Âlimleri bu kitâbdan altı mezheb çıkardılar. İnsanları dörde ayırdılar. Her sınıfına cûk dediler. Hepsi Allahın bir olduğuna, insanları Onun yaratdığına, kıyâmet gününe, Cennete, Cehenneme ve tesavvufa inanırlar. Uzun zemân sonra, başka Peygamberler gönderildi. Bunlar hakkında, kitâblarımızda, hiçbir bilgi yokdur. Sonradan bozuldular. Peygamberlerin ve Evliyânın rûhlarını ve melekleri hâtırlatmak için heykeller yapdılar. Şefâ’atlerine, yardımlarına kavuşmak için, bu heykellere secde etdiler [ise de, (müşrik) değildirler. Ehl-i kitâb, ya’nî kitâblı kâfirdirler.] Arabistândaki putperestler [ve hıristiyanlar], böyle değildir.

Bunlar, putlarının hâlık, yaratıcı olduklarına inanıyor. Herşeyi yalnız putlardan istiyorlar. Putlarına ilâh diyerek secde ediyorlar. [Bunun için, (müşrik) oluyorlar.] Berehmenler ise, hurmet, şefâ’at etmeleri için yalvarıyorlar. Bunun için, Muhammed aleyhisselâmdan önceki Berehmenlerin bozulmuş olanları için de, kâfir diyemeyiz. Fekat şimdi, dünyânın her yerindeki, her insanın Muhammed aleyhisselâma îmân etmesi, ya’nî müslimân olması lâzımdır. Şimdi müslimân olmayana kâfirdir deriz.) [Hindistânda bulunan (Sîh)ler, Baba Nanek isminde bir Hindûnun mezhebinde olan kâfirlerdir. İslâmiyyeti ve Berehmen dinlerini karışdıran bu adam, 946 [m. 1539]da öldü.] Seyyid Şerîf-i Cürcânî “rahmetullahi aleyh”, (Şerh-i mevâkıf) sonunda, üçüncü maksadda buyuruyor ki: (Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna inanmıyan kâfir olur. Bunlardan yehûdî ve nasârâ [hıristiyan], Berehmen ve Budistler, başka Peygamberlere “salevâtullahi teâlâ ve teslîmâtühü aleyhim ecma’în” inanıyor. Bunların getirdikleri ve sonradan bozulmuş olan kitâbları okuyorlar. Bunlara tapınmıyorlar. Bunun için bu kâfirlere (Ehl-i kitâb) denir. Dehriyye ise, Allahü teâlâya da inanmıyor. Herşey tabî’at kanûnları ile var oluyor. Bir yaratıcı yokdur. Dehr, ya’nî zemân ilerledikce, herşey değişmekdedir diyor). Mecûsîler, Senevîdir. Allahü teâlânın iki olduğuna, putperestler ise, çok olduğuna inanıyor. Hepsi, müşrik, ya’nî kitâbsız kâfirdirler. Çünki, bir Peygambere inanmıyor. Bir semâvî kitâb okumuyorlar. Komünistler, masonlar, tanrısız kâfir olup, Dehriyye kısmındandır. Berehmen, Budist, Yehûdî ve Hıristiyanlar, Ehl-i kitâb iken, zemânla, (müşrik) oluyorlar. Şimdi, yeryüzünde, değişdirilmemiş bulunan hak din, yalnız Muhammed aleyhisselâmın getirdiği islâm dînidir. Bu dînin, kıyâmete kadar bozulmıyacağını, doğru olarak kalacağını Allahü teâlâ söz vermişdir.

İnsan resmine, heykeline hurmet, ta’zîm etmek, kıymet vermek, onu yükseğe koyup, karşısında dikilmek, eğilmek, secde etmek, medh edici şeyler söylemek, yalvarmakdır. Bu da iki sebeble olur:

1 — Hocasının, babasının, âmirinin, bir Peygamberin, Velînin, dîne ve millete hizmet edenin resmi olduğuna inanarak hurmet eder. O kimsede ülûhiyyet sıfatlarından, ya’nî Allahü teâlâya mahsûs olan sıfatlardan birinin bulunduğuna inanmaz. Onu mahlûk bilir. Onu sevdiğini bildirmek, onu sevindirmek için, başkalarına uyarak hurmet eder. Böyle hurmet eden kâfir olmaz. Harâm işlemiş olur. Harâm olduğuna inanmıyan kâfir olur. Kâfirlerin resmine böyle ta’zîm küfr olur.

2 — Resmin, heykelin sâhibinde ve salîbde [haçda] veyâ yıldız, güneş, inek gibi herhangi bir şeyde, ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanarak, meselâ, istediğini yaratır, her istediğini yapar, hastaya şifâ verir diyerek ta’zîm etmek, küfr olur. Şirk olur. Bu kimse müşrik olur. Ta’zîm etmesi ibâdet, tapınmak olur. Bu resmler, heykeller ve şeyler sanem, put olur. Hıristiyanlar, Îsâ Allahın oğludur, melekler kızlarıdır diyerek, erkek ve kız resmlerine ve heykellere hurmet etdikleri için, müşrikdirler. Barnabas ve Aryüs mezhebinde olanları, böyle sapık inanmadıkları için, müşrik değil, Ehl-i kitâbdırlar. Fekat, Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için, kâfirdirler.]

KAZÂ VE KADER

Îmânın altı şartından altıncısı, kazâ ve kadere inanmakdır. Kazâ ve kader, zekî insanların zihnlerinin en çok takıldığı bir bilgidir. Bu takıntılar, kazâ ve kaderi iyi anlamamakdan ileri gelmekdedir. Kaderin ne demek olduğu iyi anlaşılsa, hiçbir zekînin şübhesi kalmaz ve îmânı kuvvetli olur.

Âlemlerin yaratanı, yaratdığı ve yaratacağı şeylerin hepsini, ezelden ebede, zerreden Arşa kadar hepsini, maddeleri, ma’nâları, bir ânda ve bir arada bilir. Herşeyi yaratmadan önce biliyordu. Herşeyin iki dürlü varlığı olur. Biri ilmde varlık, ikincisi, hâricde, maddeli varlıkdır.

İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” bunu bir misâl ile, şöyle anlatmışdır: Bir mühendis mi’mâr, yapacağı bir binânın şeklini, her yerini, önce zihninde tasarlar. Sonra zihnindeki bu resmi, kâğıda çizer. Sonra bu plânı, mi’mâra ve ustalara verir. Bunlar da, bu plâna göre, binâyı yapar. Kâğıddaki plân, binânın, ilmdeki varlığı demekdir ve zihnde tasavvur edilerek çizilen şeklidir. Buna, (ilmî, zihnî, hayâlî vücûd) ismleri verilir. Kereste, taş, tuğla ve harçdan yapılan binâ da, hâricdeki varlıkdır. Mühendis mi’mârın zihninde tasavvur etdiği şekl, ya’nî bu şekle olan bilgisi, binâya olan kaderidir.

Kazâ ve kader bilgisi karışık olduğundan, okuyanlarda, bir takım yanlış fikrler, evhâm ve hayâller hâsıl olabilir. Bunun için, din büyüklerimiz, kazâ ve kaderi çeşidli şeklde anlatmışlardır. Böylece okuyan ve dinliyenler, sözlerin gelişine ve şekline göre, ta’rîflerin birinden fâidelenebilir ve şübheye düşmekden kurtulurlar. (Fâideli Bilgiler) s. 224 e bakınız!

Kader, ileride yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde bilmesidir.

Allahü teâlâ, herşeyi, kudreti ve ilmi ile yaratıyor. İşte kader, bu ilmdir.

Kader, hiçbirşey yaratılmadan önce, Allahü teâlânın ilm sıfatının mahlûklara olan bağlılığıdır. Mazher-i Cân-ı Cânânın onüçüncü mektûbu, kazâ ve kader bilgisini çok güzel açıklamakdadır. Altıyüzdoksanaltıncı sahîfeye bakınız!

(Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) kadere îmân etmiş, kadere inanmak îmânın şartıdır demişdir. Ya’nî kadere inanmıyan, mü’min değildir dediler.

Kaderin, iyisi, kötüsü, tatlısı, acısı, hep Allahü teâlâdandır. Çünki, kader, bildiği şeyleri yaratmak demekdir.

[Kader ve kazâ kelimeleri, birbiri yerine kullanılır. Kader yerine, kazâ denir].

Büyük âlim imâm-ı Begavî buyuruyor ki: (Kazâ, kader bilgisi, Allahü teâlânın kullarından sakladığı sırlardan biridir. Bu bilgiyi, en yakın meleklere ve din sâhibi olan Peygamberlerine “aleyhimüsselâm” bile açmadı. Bu bilgi, büyük bir deryâdır. Kimsenin, bu denize dalması, kaderden konuşması câiz değildir. Şu kadar bilelim ki, Allahü teâlâ, insanları yaratıyor. Bir kısmı şakîdir. Cehennemde kalacakdır. Bir kısmı da sa’îddir. Cennete gidecekdir. Bir kimse, hazret-i Alîden “radıyallahü anh” kaderi sordukda: (Karanlık bir yoldur. Bu yolda yürüme!) buyurdu. Tekrâr sorunca: (Derin bir denizdir) buyurdu. Tekrâr sordu. Bu def’a: (Kader, Allahü teâlânın sırrıdır. Bu bilgiyi senden sakladı) buyurdu.)

İlm olmazsa, din, sıyrılıp kalkar aradan,
öyleyse, cehâlet denilen, yüz karasından,

kurtulmaya çalışmalı, başdan başa millet,
kâfi değil mi yoksa, bu son dersi felâket?

Bu felâket dersi, neye mal oldu, düşünsen,
beynin eriyip, yaş gibi, damlardı gözünden.

Son olaylar, ne demekdir, bilsen ne demekdir:
Gelmezse eğer, kendine millet, gidecekdir.

Zîrâ, yeni bir sarsıntıya pek dayanılmaz,
zîrâ, bu sefer, uyku ölümdür uyanılmaz.

Ahlâkı düzeltip, fenne çok çalışmak lâzım,
dîne bağlı, atomla silâhlı er olmak lâzım!

Din bilgisi, harb gücü, ileri olmak gerek,
ikisidir ancak, millete huzûr verecek.

Îmân, ibâdetler, harâmlar 3.Cild 34.cü mektûb

ÜÇÜNCÜ CİLD, 34. cü MEKTÛB

Bu mektûb, mîr Muhammed Emînin annesine yazılmışdır.

Nasîhatlerin birincisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin, kitâblarında bildirdiklerine göre, i’tikâdı düzeltmekdir. Çünki, Cehennemden kurtulan yalnız bu fırkadır. Allahü teâlâ, o büyük insanların çalışmalarına, bol bol mükâfât versin! [Dört mezhebin ictihâd derecesine yükselmiş müctehidlerine ve bunların yetişdirdikleri büyük âlimlere (Ehl-i sünnet) âlimi denir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları çokdur. Meârif nezâretinin 465 numaralı ruhsatı ile 1217 senesinde İstanbulda yazılmış olan türkçe (Necât-ül müsallî) kitâbında Ahmed Şevkı efendi çok güzel anlatmakdadır.] İ’tikâdı (Îmânı) düzeltdikden sonra, fıkh ilminin bildirdiği ibâdetleri yapmak, ya’nî islâmiyyetin emrlerini yapmak, yasak etdiklerinden kaçınmak lâzımdır. Beş vakt nemâzı, üşenmeden, gevşeklik yapmadan, şartlarına ve ta’dîl-i erkâna dikkat ederek, kılmalıdır. Nisâb mikdârı malı ve parası olan, zekât vermelidir. İmâm-ı a’zam buyuruyor ki: (Kadınların süs olarak kullandıkları altın ve gümüşün de zekâtını vermek lâzımdır).

Kıymetli ömrü, lüzûmsuz mubâhlara bile harcamamalıdır. Harâm ile geçirmemek, elbette lâzımdır. Tegannî ve şarkı [ve çalgı âletleri] ile meşgûl olmamalı, bunların nefse verecekleri lezzete aldanmamalıdır. Bunlar bal karışdırılmış, şekerle kaplanmış zehrdir.

(Gîbet) etmemelidir. Gîbet harâmdır. [Gîbet, bir müslimânın veyâ zimmînin gizli bir kusûrunu, arkasından söylemekdir. Harbîlerin ve bid’at sâhiblerinin ve açıkca günâh işliyenlerin bu günâhlarını ve müslimânlara zulm edenlerin ve alış-verişde onları aldatanların bu fenâlıklarını müslimânlara duyurarak, bunların şerrinden sakınmalarına sebeb olmak ve müslimânlığı yanlış söyliyenlerin ve yazanların bu iftirâlarını söylemek lâzımdır, gîbet olmaz (Redd-ül muhtâr: 5-263).]

Nemîme, ya’nî müslimânlar arasında söz taşımamalıdır. Bu iki günâhı işleyenlere çeşidli azâblar yapılacağı bildirilmişdir. Yalan söylemek ve iftirâ etmek de harâmdır, sakınmak lâzımdır. Bu iki fenâlık, her dinde de harâm idi. Cezâları çok ağırdır. Müslimânların ayblarını örtmek, gizli günâhlarını yaymamak ve kusûrlarını afv etmek çok sevâbdır. Küçüklere, emr altında bulunanlara [zevceye, çocuklara, talebeye, askere], fakîrlere merhamet etmelidir. Kusûrlarını yüzlerine vurmamalıdır. Olur olmaz sebeblerle o zevallıları incitmemeli, dövmemeli ve sövmemelidir. [Hiç kimsenin dînine, malına, canına, şerefine, nâmûsuna saldırmamalı, herkese ve hükûmete olan borcları ödemelidir. Rüşvet almak ve vermek harâmdır. Yalnız zâlimin zulmünden kurtulmak için ve ikrâh edilince vermek rüşvet olmaz. Fekat, bunu almak da harâm olur.] Herkes, kendi kusûrlarını görmeli, Allahü teâlâya karşı yapdığı kabâhatleri düşünmelidir. Allahü teâlânın, kendisine cezâ vermekde acele etmediğini, rızkını kesmediğini bilmelidir. [Ananın, babanın, hükûmetin, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun emrlerine itâ’at etmeli, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olmıyanlara ısyân etmemeli, karşı gelmemeli, fitneye sebeb olmamalıdır.] [(Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) ikinci cild, 123. cü mektûba bakınız!]

İ’tikâdı düzeltdikden ve fıkhın emrlerini yapdıkdan sonra, bütün zemânları, Allahü teâlâyı zikr ile geçirmelidir. Buna, büyüklerin bildirdiği gibi, devâm etmelidir. Buna, ya’nî kalbin, Allahü teâlâyı zikr etmesine mâni’ olan herşeyi, düşman bilmelidir. Ahkâm-ı islâmiyyeye ne kadar çok yapışılırsa, Onu anmanın lezzeti artar. Ahkâm-ı islâmiyyeye uymakda, gevşeklik, tenbellik artdıkca, o lezzet de azalır ve kalmaz olur. [Zikrin çeşidleri vardır. Bunlardan biri, (Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lillâhilhamd)dır. Buna (Tekbîr-i teşrîk) de denir. Her gün çok söylemelidir. (İstigfâr düâsı) da, fâidesi pek çok olan bir zikrdir. İslâm düşmanlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanıp da, onların tuzaklarına düşmemeğe çok dikkat etmelidir.] Dahâ ne yazayım? Aklı olana bu kadar yetişir. Allahü teâlâ hepimize se’âdet-i ebediyyeye kavuşduran şeyleri yapmak nasîb eylesin! Âmîn.

Îmân, ibâdetler ve lüzûmlu nasîhatler, 3.Cild 17.ci mektûb

ÜÇÜNCÜ CİLD, 17. ci MEKTÛB

Bu mektûb, dînine çok bağlı olan bir hanıma yazılmış olup, i’tikâdları bildirmekde, ibâdetlere teşvîk etmekdedir:

Görünen, görünmiyen, bilinen, bilinmeyen bütün ni’metleri gönderen, bizlere kurtuluş yolunu gösteren ve çok sevdiği Muhammed aleyhisselâmın ümmeti yapmakla şereflendiren Allahü teâlâya hamd-ü senâlar olsun!

Bütün mahlûklara her ni’meti, iyilikleri veren yalnız Allahü teâlâdır. Herşeyi var eden, var olmak ni’metini veren Odur. Her ân, varlıkda durduran da Odur. Kâmil, iyi sıfatlar, insanlara, Onun rahmeti ile, acıması ile verildi. Hayât, ilm, sem’, basar, kudret ve kelâm sıfatlarımız hep Ondandır. Sayılamıyan ni’metleri hep O vermekdedir. İnsanları sıkıntıdan kurtaran Odur. Düâları kabûl eden, belâlardan kurtaran hep Odur. Öyle bir Razzakdır ki, kullarının rızklarını, günâhlarından dolayı kesmiyor. Afvı ve merhameti o kadar boldur ki, günâh işliyenlerin yüz karalarını meydâna çıkarmıyor. Hilmi o kadar çokdur ki, kullarının cezâlarını vermekde acele etmiyor.

Öyle bir ihsân sâhibidir ki, kerem ve ihsânlarını dost ve düşman, herkese saçıyor. Bütün ni’metlerinin en şereflisi, en kıymetlisi, en üstünü olarak da, kullarına müslimânlığı açıkca bildiriyor ve beğendiği yolu gösteriyor. Mahlûkların en iyisine uyarak se’âdet-i ebediyyeye kavuşmağı emr buyuruyor. İşte, Onun ni’metleri, ihsânları Güneşden dahâ açık ve Aydan dahâ âşikârdır. Başkalarından gelen ni’metleri de gönderen Odur. Başkalarının ihsân etmesi, bir emânetcinin, birisine emânet vermesi gibidir. Başkasından birşey istemek, fakîrden birşey beklemekdir. Câhil de, bunu âlim gibi bilir. Kalın kafalı da, zekî kimse gibi anlar.

Nazm:

Vücûdümün her zerresi, gelse de dile,
şükrünün binde birini yapamaz bile.

İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu, insanlık îcâbıdır. İyilik edenlere hurmet edilir. Ni’met sâhibleri, büyük bilinir. O hâlde, her ni’metin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya şükr etmek, insanlık îcâbıdır. Aklın lüzûm gösterdiği bir vazîfe, bir borcdur. Fekat, Allahü teâlâ, her ayb ve kusûrdan uzak, insanlar ise, ayb kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduğundan, Onunla hiç münâsebetleri, alâkaları yokdur. Onu nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükr edeceklerini anlıyamazlar. Ona karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler, Ona çirkin gelebilir. Onu büyültmek, hurmet etmek sandıkları, hakâret ve küçültmek olabilir. Ona hurmet ve şükr şeklleri, yine Ondan bildirilmedikce, Ona lâyık olacağına güvenilemez ve Onun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz. Çünki, insanların hamd etmeleri, Ona belki hakâret olur. İşte, Onun tarafından bildirilen, ta’zîm, hurmet ve şükr şekli, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirdikleri dinlerdir. Ona kalb ile yapılacak hurmetler, dinde bildirilmiş, dil ile yapılacak şükrler, orada gösterilmişdir. Her uzvun yapacağı işleri, açık ve geniş olarak, beyân buyurmuşlardır. O hâlde, Allahü teâlâya inanmak ile ve kalbin ve bedenin yapması ile şükr etmek, ancak dîne uymakla olur. Allahü teâlâya, dînin dışında yapılacak hurmete ve ibâdete güvenilemez. Çok def’a tersine olup, sevâb sanılan, günâh olur. Bu söylenilenlerden anlaşılıyor ki, dîne uymak, insanlık îcâbıdır ve aklın istediği ve beğendiği birşeydir. Allahü teâlâya, Onun dîninin dışında şükr edilemez.

Allahü teâlânın bildirdiği her din, iki kısmdır: İ’tikâd ve amel. Ya’nî îmân ve ahkâm. Bunlardan i’tikâd, her dinde aynıdır. İ’tikâd, dînin aslı ve temelidir. Din ağacının gövdesidir. Amel ise, ağacın dalları, yaprakları gibidir. [Eski dinlerde bildirilmiş olan i’tikâdlar zemânla bozulmuşdur. Şimdi doğru i’tikâd, yalnız islâm dîninin bildirdiği i’tikâddır. Bu doğru] İ’tikâdı olmıyan, Cehennemden kurtulamaz. Kıyâmetde azâbdan kurtulmasına imkân yokdur. Ameli olmıyanların kurtulması umulur.

Bunların işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmış olup, isterse afv eder, isterse, günâhları kadar azâb ederek, sonra Cehennemden çıkarır. Cehennemde ebedî kalmak, islâm dîninin bildirdiği doğru i’tikâdı olmayanlar, ya’nî, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği islâm dîninden olan şeylere inanmıyanlar içindir. Bu i’tikâdı olup da, ameli olmıyanlar, ya’nî kalb ile beden ahkâmını yerine getirmiyenler, Cehenneme girseler bile, sonsuz kalmıyacaklardır.

İ’tikâd edilecek şeyler, dînin esâsı, müslimânlığın zarûrî, lâzım temeli olduğundan, bunları bildirmek ve öğrenmek herkese lâzımdır. [Bunları öğrenmek, her insanın birinci vazîfesidir. Îmân ve ahkâm bilgilerini öğrenmiyen ve çocuklarına öğretmiyen, insanlık vazîfesini yapmamış olur. Bunları öğrenmek herkesin hakkıdır. İnsan haklarının birincisidir.]

Ahkâmı, ya’nî emrleri ve yasakları yerine getirmek, temel olmayıp, uzun ve geniş de olduğundan, bunları fıkh [ve ahlâk] kitâblarına bırakarak, yalnız pek lâzım olanları bildirilecekdir, inşâallahü teâlâ.

[Îmân ve i’tikâd aynıdır. Bunları anlatan geniş ve derin ilme (İlm-i kelâm) denir. Kelâm ilmi âlimleri, çok büyük insanlardır ve kelâm kitâbları pek çokdur. Bu kitâblara, (Akâid kitâbı) da denir. Amel edilecek, ya’nî kalb ile ve beden ile yapılacak ve sakınılacak şeylere, (Ahkâm-ı islâmiyye) veyâ sâdece (İslâmiyyet) deriz. Beden ile yapılacak ahkâm-ı islâmiyyeyi bildiren ilme (İlm-i fıkh) denir. Dört mezhebin kelâm kitâbları aynı olup, fıkh kitâbları başka başkadır. Halk için, ya’nî tahsîli olmayanlar için yazılmış olan ve herkesin bilmesi, inanması ve yapması gereken kelâm (ya’nî îmân) ve ahlâk ve fıkh bilgilerini kısaca ve açıkca anlatan kitâblara (İlm-i hâl) kitâbları denir. Dînini bilen ve seven ve kayıran mubârek insanların ilm-i hâl kitâblarını alıp, çoluğuna ve çocuğuna öğretmek, her müslimânın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren câhil ve sapık kimselerin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeğe kalkışmak, kendini Cehenneme atmakdır].

İ’TİKÂD EDİLMESİ ÇOK LÂZIM OLANLAR: Allahü teâlâ zâtı ile vardır. Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var olduğu gibi, hep var idi ve hep var olacakdır. Varlığının önünde ve sonunda yokluk olamaz. Çünki, Onun varlığı lâzımdır. Ya’nî (Vâcib-ül vücûd)dur. O makâmda, yokluk olamaz. Allahü teâlânın varlığı ilmî ve aklî yollar ile anlaşılır. İlmî yola (Limmî yol)da denir. Bu iki yol ile anlamak, (Es-se’âdet-ül ebediyye) kitâbının sonundaki risâlede isbât edilmekdedir. Allahü teâlâ birdir. Ya’nî şerîki, benzeri yokdur. Vâcib-ül vücûd olmakda ve ülûhiyyetde ve ibâdet olunmağa hakkı olmakda ortağı yokdur. Ortağı olmak için, Allahü teâlânın kâfî olmaması, müstekıl olmaması lâzımdır. Bunlar ise kusûrdur, noksanlıkdır. Vücûb ve ulûhiyyet için noksanlık olamaz. O kâfîdir, müstekıldir. Ya’nî kendi kendinedir. O hâlde şerîke, ortağa lüzûm yokdur. Şerîkin, ortağın lüzûmlu olması ise, bir kusûrdur ve vücûba ve ulûhiyyete yakışmaz. Görülüyor ki, şerîki olduğunu düşünmek, ortaklardan her birinin noksan olacağını gösteriyor. Ya’nî şerîk bulunmasını düşünmek, şerîk bulunamıyacağını meydâna çıkarıyor. Demek ki, Allahü teâlânın şerîki yokdur. Ya’nî birdir.

Allahü teâlânın kâmil, noksan olmıyan sıfatları vardır. Bunlara (Ülûhiyyet sıfatları) denir. Bunlar, hayât [diri olmak], ilm [bilmek], sem’ [işitmek], basar [görmek], kudret [gücü yetmek], irâde [istemek], kelâm [söylemek] ve tekvîn [yaratmak]dır. Bu sekiz sıfata, (Sıfât-ı sübûtiyye) ve (Sıfât-ı hakîkiyye) denir. Bu sıfatları da kadîmdir. Ya’nî, sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak, ayrıca vardır. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bildirmekdedir. “Allahü teâlâ, onların çalışmalarını meşkûr eylesin!”. Ehl-i sünnetden başka, yetmişiki fırkadan hiçbiri, Allahü teâlânın ayrıca sıfatları olduğunu bilememişdir. Hattâ, Sôfiyye-i aliyyenin, ya’nî tesavvuf büyüklerinin sonradan gelenleri, Ehl-i sünnetden oldukları hâlde, bu sıfatlara, Zât-ı ilâhînin aynıdır diyerek yetmişiki fırkaya benzemişlerdir. Evet bunlar onlar gibi, sıfatları yok demiyor ise de, sözlerinin gelişinden sıfatları yok bildikleri anlaşılıyor.

Yetmişiki fırka, sıfatları yok bilmekle, Allahü teâlâyı kusûrdan koruyor, Onu kâmil bilmiş oluyoruz diyor. Akllarınca kusûru kemâl sanarak, Kur’ân-ı kerîmden ayrılıyorlar. Allahü teâlâ, onları doğru yola, Kur’ân-ı kerîme kavuşdursun!

Allahü teâlânın, bunlardan başka sıfatları, yâ i’tibârî [var kabûl edilen] veyâ selbî [bulunması câiz olmıyan]dir. Meselâ kıdem [varlığının evvelinde yokluk olmamak], ezeliyyet [varlığının başlangıcı olmamak] ve vücûb [yokluğu mümkin olmıyan] ve ülûhiyyet gibi. Meselâ, Allahü teâlâ cism değildir. Cismden değildir. Madde değildir. A’raz, ya’nî hâl değildir. Mekânı yokdur. Zemânlı değildir. Birşeye girmiş, bir yere yerleşmiş değildir. Hudûdlu, birşeyle çevrilmiş değildir. Bir tarafda, bir cihetde değildir. Birşeye mensûb değildir. Birşeye benzemez. Misli, ortağı ve zıddı yokdur. Anası, babası, zevcesi, çocukları yokdur. [Allah baba diyen kâfir olur.] Bunların hepsi mahlûkda, sonradan yaratılanlarda olan şeylerdir. Hepsi noksanlık ve kusûr alâmetleridir. Bütün bunlar, (Sıfât-ı selbiyye)dir. Bütün kemâl sıfatları, Allahü teâlâda vardır. Bütün noksan sıfatlar, yokdur.

Allahü teâlâ küllîleri, cüz’îleri, büyükleri, zerreleri, âlimdir, bilir. Her gizliyi bilir. Yerlerde ve göklerde en küçük zerreleri bilir. Herşeyi yaratan, Odur. Yaratdıklarını elbette bilir. Yaratmak için, bilmek lâzımdır. Ba’zı zevallılar, zerreleri bilmez diyor. Zerreleri bilmemeği, kemâl, büyüklük sanıyor. Bunun gibi, Allahü teâlâ ister istemez, akl-ı fe’âl dedikleri birşeyi yaratmışdır diyerek bunu da, kemâl sanıyorlar. Bunlar, ne kadar câhildir ki, câhilliği kemâl sanıyor. Fizik ilminin tanıdığı kuvvetler gibi, ister istemez iş yapmağı büyüklük zan ediyorlar. Akl-ı fe’âl diye birşey uydurmuşlar. Herşey, bundan hâsıl oluyor diyorlar. Yerleri, gökleri ve bunlarda bulunan herşeyi yaratanı, kuvvetsiz, te’sîrsiz biliyorlar. Bu fakîre göre, dünyâda, bunlardan dahâ câhil ve dahâ alçak kimse yokdur. Ba’zıları da, bu ahmakları fen adamı, müsbet ilm sâhibi sanıp, birşey bilir zan ediyor ve doğru söyleyici sanıyorlar.

Allahü teâlâ, ezelden ebede, ya’nî öndeki sonsuzdan, sonraki sonsuza kadar, bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emrleri, o bir sözdendir. Bütün yasakları, yine o bir sözdendir. Bunun gibi, bütün haberleri, süâlleri, hep o bir sözden çıkmakdadır. Tevrât ve İncîl kitâbları o bir sözü gösteriyor. Zebûr ve Kur’ân-ı kerîm de, o söze işâret ediyor. Bunun gibi, diğer Peygamberlere nâzil olan kitâblar ve sahîfeler, hep o bir sözün açılmasıdır. Ezel ve ebed, o sonsuzlukları ile berâber, o makâmda bir ân olunca, hattâ ân demek bile sığmaz ise de, başka kelime olmadığından ân deniliyor, o ânda bulunan söz de, elbette bir kelime, hattâ harf, belki de bir noktadır. Nokta demek de, ân demek gibi, başka kelime bulunmadığı içindir. Yoksa nokta demek de, yerinde olmaz. Allahü teâlânın kendindeki ve sıfatlarındaki genişlik ve darlık, bizim bildiğimiz ve alışdığımız gibi değildir. O, mahlûkların sıfatı olan genişlik ve darlıkdan münezzehdir, uzakdır.

Allahü teâlâyı mü’minler Cennetde görecekdir. Fekat, nasıl olduğu bilinmiyen bir görmekle göreceklerdir. Nasıl olduğu bilinmiyeni, anlaşılmıyanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmıyan bir görmek olur. Belki, gören de, nasıl olduğu bilinmiyen bir hâl alır ve öyle görür. Bu, bir mu’ammâ, bir bilmecedir ki, bu dünyâda, Evliyânın büyüklerinden seçilmişlere bildirilmişdir. Bu derin, güç mes’ele herkese gizli iken, bunlara hakîkat olmuşdur. Bunu, Ehl-i sünnetden başka, ne mü’minlerin fırkaları, ne de kâfirlerin bir ferdi anlıyamamışdır. Bu büyüklerden başkası, Allahü teâlâ görülemez, demişdir. Bunlar, bilmedikleri şeyleri, gördükleri şeylere benzeterek düşündükleri için, yanılmışdır. Böyle benzetmelerin, ölçmelerin, bozuk netîce vereceği meydândadır. [Bugün birçok kimse de, bu yanlış ölçü ve benzetmekden dolayı îmânlarını gayb edip, ebedî felâkete sürükleniyor.] Bu gibi derin mes’elelerde îmân şerefine kavuşmak, ancak Muhammed aleyhisselâmın sünnetine [ya’nî yoluna] uymak ışığı ile nasîb olur. Allahü teâlâyı Cennetde görmeğe inanmak şerefinden mahrûm olanlar, bu se’âdete kavuşmakla nasıl şereflenebilir ki, (inkâr eden, mahrûm kalır) sözü meşhûrdur. Cennetde olup da görmemek de uygun değildir.

Çünki, islâmiyyet, Cennetde olanların hepsi görecekdir diyor. Bir kısmı görecek, bir kısmı görmiyecek demiyor. Bunlara, Mûsâ aleyhisselâmın Fir’avna verdiği cevâbı söyleriz ki, Tâhâ sûresi 51 ve 52. âyetlerinde meâlen buyuruyor ki: (Fir’avn dedi ki: Bizden evvel gelip geçenlerin hâlleri ne oldu?). Cevâbında dedi ki: (Onların hâlleri ve istikbâllerini, Rabbim bilir. Levh-il-mahfûzda yazılmışdır. Rabbim hiçbir şeyde yanılmaz ve unutmaz.) Ben ise, sizin gibi bir kulum. Ancak, bana bildirdiği kadar bilirim.

Cennet de, herşey gibi, Allahü teâlânın mahlûkudur. Allahü teâlâ, mahlûklarının hiçbirisine girmez, birinde bulunmaz. Fekat mahlûklarının ba’zısında Onun nûrları zuhûr eder. Ba’zısında ise, o kâbiliyyet yokdur. Aynada, karşısındaki cismlerin görünüşleri, zuhûr ediyor. Taşda, toprakda ise etmiyor. Allahü teâlâ, her mahlûkuna aynı nisbetde ise de, mahlûklar, birbirlerinin aynı değildir. Allahü teâlâ, dünyâda görülemez. Bu âlem, Onu görmek ni’metine kavuşmağa elverişli değildir. Dünyâda görülür diyen, yalancıdır, iftirâcıdır. Doğruyu anlıyamamışdır. Bu dünyâda, bu ni’met nasîb olsaydı, herkesden önce, Mûsâ “aleyhisselâm” görürdü. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” mi’râcda, bu devletle şereflendi ise de, bu dünyâda değildi. Cennete girdi. Oradan gördü. Ya’nî, âhıretde görmüş oldu. Dünyâda görmedi. Dünyâda iken, dünyâdan çıkdı, âhırete karışdı ve gördü.

Allahü teâlâ, yerlerin, göklerin yaratıcısıdır. Dağları, denizleri, ağaçları, meyveleri, ma’denleri, [mikropları, hayvanları, atomları, elektronları, molekülleri] yaratan Odur. Birinci semâyı yıldızlarla süslediği gibi, yeryüzünü, insanları yaratmakla süslemişdir. Basît cismleri, elemanları, O yaratmışdır. Bileşik cismler, Onun yaratması ile hâsıl olmuşdur. Herşeyi yokdan var eden Odur. Ondan başka herşey yok idi. Hiçbiri kadîm değildir. Bütün doğru dinler, Allahdan başka, herşeyin yok iken, sonradan var olduğunu, Ondan başka kadîm bulunmadığını bildirmekdedir. Başkasını kadîm bilenlere kâfir demişlerdir. Huccet-ül islâm, İmâm-ı Gazâlî, (Elmünkız-ü anid-dalâl) kitâbında, Allahü teâlâdan başkasını kadîm bilene, kâfir dedi. [Bu kitâbı, Hakîkat Kitâbevi, ofset ile basdırmışdır.]

Gökleri, yıldızları ve başka şeyleri kadîm bilenlerin, yalan söylediklerini Kur’ân-ı kerîm bildirmekdedir. Yerlerin yokdan var edildiğini gösteren âyet-i kerîmeler çokdur. Her zemân yanılan akla uyarak, Kur’ân-ı kerîme inanmıyan kimse, ne kadar sefîhdir. (Allahü teâlâ, bir kimseye nûr vermezse, o münevver olamaz.)

İnsanlar, mahlûk olduğu gibi, bütün işleri, hareketleri de, Allahü teâlânın mahlûkudur. Çünki Ondan başka, kimse birşey yapamaz, yaratamaz. Kendi mahlûk, yaratılmış olan, başkasını nasıl yaratabilir? Yaratılmak damgası, kudretin az olduğuna alâmetdir ve ilmin noksan olduğuna işâretdir. Bilgisi, kuvveti az olan, yaratamaz. Îcâd edemez. İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Ya’nî o iş, kendi kudreti ve irâdesi ile olmuşdur. O işi, yaratan, yapan, Allahü teâlâdır. Kesb eden, kuldur. Görülüyor ki, insanların ihtiyârî işleri, istiyerek yapdıkları şeyler, insanın kesbi ile Allahü teâlânın yaratmasından meydâna gelmekdedir. İnsanın yapdığı işde, kendi kesbi, ihtiyârı [ya’nî beğenmesi] olmasa, o iş, titreme şeklini alır. [Mi’denin, kalbin hareketi gibi olur.] Hâlbuki, ihtiyârî hareketlerin, bunlar gibi olmadığı meydândadır. Her ikisini de, Allahü teâlâ yaratdığı hâlde, ihtiyârî hareketle, titreme hareketi arasında görülen bu fark, kesbden ileri gelmekdedir. Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, onların işlerinin yaratılmasını, onların kasdlarına, arzûlarına tâbi’ kılmışdır. Kul isteyince, kulun işini yaratmakdadır. Bunun için de, kul mes’ûl olur. İşin sevâbı ve cezâsı, kula olur. Allahü teâlânın kullarına verdiği kasd ve ihtiyâr, işi yapıp yapmamakda müsâvîdir. Her işi yapmanın ve yapmamanın iyi veyâ fenâ olduğunu, Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile kullarına açıkca bildirmişdir. Kul, her işinde, yapıp yapmamakda serbest olup, ikisinden birini elbette seçecek, iş, iyi veyâ fenâ olacak, günâh veyâ sevâb kazanacakdır. Allahü teâlâ kullarına, emrlerini ve yasaklarını yerine getirecek kadar kudret [ya’nî enerji] ve ihtiyâr [ya’nî beğenmek, seçmek] vermişdir.

Dahâ çok vermesine, lüzûm yokdur. Lüzûmu kadar vermişdir. Buna inanmayan, kolay şeyleri anlayamıyan kimsedir. Kalbi hasta olduğundan, ahkâm-ı islâmiyyeye uymamağa behâne aramakdadır.

[Allahü teâlâ, insanlara irâde denilen kuvveti vermeği ve insanların, istediklerini yapmakda, istemediklerini yapmamakda serbest olmalarını ezelde irâde etmişdir. Hiçbirşeyi zorla yapdırmamakdadır. İnsanların irâde sâhibi olmaları, Allahü teâlâ böyle istediği içindir. İnsanın, dilediğini yapabilmesi, insanın irâde sâhibi olduğunu gösterdiği gibi, Allahü teâlânın da ezelde bu irâdeyi irâde etmiş olduğunu göstermekdedir. Allahü teâlâ, insanda irâde olmasını ezelde irâde etmeseydi, insanda irâde yaratmasaydı, insan bir işi yapmakda serbest olamaz, mecbûr olurdu. Böyle olmakla berâber, insan birşey yapmağı irâde edince, dileyince, Allahü teâlâ da irâde ediyor ve yaratıyor. İnsanların irâde etdiklerini yaratan, Allahü teâlâdır. İnsan, hiçbir dileğini yaratamaz, yapamaz. İnsanın irâde etdiğini, sonra Allahü teâlâ da, irâde ediyor ve yaratıyor. Herşeyi yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Ondan başka yaratıcı yokdur. Ondan başkasına yaratıcı demek, yaratdı demek, hem yanlışdır, hem de, Allahü teâlâya başkasını şerîk, ortak yapmak olur ki, en çok yasak etdiği, en şiddetli ve sonsuz azâb yapacağını bildirdiği birşeydir.]

Bu söylediklerimiz, kelâm ilminin derin mes’elelerindendir. Bunun en kolay, en açık bildirilmesi de, yazdığımızdır. Doğru yolun âlimlerinin bildirdiklerine inanmak lâzımdır. Bu konuda münâkaşa etmekle, araşdırmakla uğraşmamalıdır.

Nazm:

Hücûm edilemez, her meydânda,
siperlenmek lâzımdır, ba’zan da!

Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” göndermişdir. Bunlarla kullarına doğru yolu, se’âdet-i ebediyye yolunu göstermiş, kullarını kendine çağırmışdır. Rızâsının, sevgisinin yeri olan Cennete da’vet etmişdir. Böyle bir ihsân sâhibinin da’vetini kabûl etmiyen, ne kadar zevallıdır. Onun ni’metlerinden mahrûm kalan ne kadar ahmakdır. Bu büyüklerin, Allahü teâlâdan bildirdikleri haberlerin hepsi doğrudur. Hepsine îmân etmek lâzımdır. Akl, doğruyu, iyiyi bulan bir âlet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gelmesi ile temâmlanmışdır. Kullara özr, behâne kalmamışdır. Peygamberlerin birincisi hazret-i Âdemdir. Sonuncusu ise, hazret-i Muhammed Resûlullahdır “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hepsine îmân etmek lâzımdır. Hepsini ma’sûm [ya’nî günâhsız] ve doğru sözlü bilmelidir. Bunlardan birine inanmamak, hepsine inanmamak demekdir. Çünki, hepsi aynı îmânı söylemişdir. Ya’nî, hepsinin dinlerinin aslı, temeli [ya’nî îmân edilecek şeyleri] birdir. [Vehhâbîler, Âdem aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmıyorlar. (Keşf-üş-şübühât) kitâblarının başında, (Peygamberlerin evveli Nûh aleyhisselâmdır) diyor. Bozuk inanışlarından biri de budur.] Îsâ “aleyhisselâm” ölmedi. Yehûdîler, kendisini öldürmek istedikleri zemân, Allahü teâlâ onu diri olarak göke kaldırdı. Kıyâmete yakın bir zemânda gökden [Şâma] inecek ve Muhammed aleyhisselâmın dînine tâbi’ olacakdır. Evliyânın büyüğü, tesavvuf deryâsının dalgıcı Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yetişdirdiği Evliyânın büyüklerinden olan hâce Muhammed Pârisâ hazretleri (Füsûl-i sitte) kitâbında buyuruyor ki: (Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” gökden inip, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe mezhebine uygun ictihâd edecek, onun halâl dediğine halâl diyecek, harâm dediğine harâm diyecekdir).

MELEKLER: Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. [İçlerinden bir kısmı, diğer meleklere ve insanların] Peygamberlerine “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” haber getirmek vazîfesi ile şereflenmişlerdir. Emr olunduklarını yaparlar. İsyân etmezler.

Yimeleri, içmeleri yokdur. Evlenmezler. Erkek, dişi değildirler. Çocukları olmaz. Kitâbları ve sahîfeleri, onlar getirmişdir. Emîn oldukları için, getirdikleri de doğrudur. Müslimân olmak için, meleklere, böyle inanmak lâzımdır. Doğru yolda bulunan âlimlerin çoğuna göre, insanların yükseği, meleklerin yükseğinden dahâ üstündür. Çünki insanlar, şeytân ve nefsleri ile savaşıyor. İhtiyâcları olduğu hâlde yükseliyor. Melekler ise, zâten yüksek yaratılmışlardır. Melekler, tesbîh, takdîs ediyorsa da, buna cihâdı da katmak, insanların yükseklerine mahsûsdur. Nisâ sûresi, doksandördüncü âyetinde meâlen, (Mallarını, canlarını fedâ ederek din düşmanları ile, Allah rızâsı için cihâd eden müslimânlar, oturup, ibâdet edenlerden dahâ üstündür. Hepsine de, Cenneti söz veriyorum) buyuruldu.

Muhbir-i sâdıkın [ya’nî hep doğru haber verici] “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” kabr ve kıyâmet hâllerinden, Haşrdan [kabrden kalkınca arasât meydânında toplanmak] ve Neşrden [hesâbdan sonra Cennete, Cehenneme dağılmak], Cennetden, Cehennemden haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Âhırete inanmak, Allahü teâlâya inanmak gibi, îmânın şartıdır. Âhıreti inkâr eden, Allahü teâlâyı inkâr etmiş gibi, kâfirdir [Allaha düşmandır].

Kabr azâbı ve kabrin sıkması vardır. Buna inanmayan kâfir olmaz. Bid’at sâhibi olur. Çünki, meşhûr olan hadîslere inanmamış olur. [Bunlar, bu hadîslerin, doğru hadîs olmasında şübhe etdikleri için, kabr azâbına inanmıyor. Hadîs olduklarını kabûl etselerdi, inanırlardı. Bundan dolayı, kâfir olmıyor, yalnız Ehl-i sünnetden ayrılmış oluyorlar. Hâlbuki, hadîs olsa da, olmasa da, kabr azâbına inanmam. Akl ve tecribe, bunu kabûl etmiyor, diyen kâfir olur. Şimdi böyle inanmıyanlar, kâfir oluyor.] Kabr, dünyâ ile âhıret arasında geçid olduğundan, kabr azâbı, dünyâ azâbları gibi geçicidir ve âhıret azâbları cinsindendir. Ya’nî, bir bakımdan dünyâ azâblarına, bir bakımdan da, âhıret azâblarına benzemekdedir. Kabr azâbı en çok, dünyâda üstüne idrâr sıçratanlara ve müslimânlar arasında söz taşıyanlara olacakdır. (Münker) ve (Nekîr) ismindeki iki melek kabrde süâl soracakdır. Bu süâle cevâb vermek, bir derddir. [Münker ve Nekîr, nasıl olduğu bilinmiyen demekdir. Cum’a nemâzı sonundaki yazıyı okuyunuz!]

Kıyâmet günü vardır. O gün, elbette gelecekdir. O gün, gökler parçalanacak, yıldızlar dağılacak, yeryüzü ve dağlar, parça parça olacakdır ve yok olacaklardır. Kur’ân-ı kerîm, bunları haber veriyor ve müslimânların bütün fırkaları, buna inanıyor. Buna inanmıyan kâfir olur. Bir takım hayâlî şeylerle, inkârını güzel gösterse de, ilmi ve fenni araya katıp, câhilleri aldatsa da, yine kâfirdir. Kıyâmetde, bütün mahlûklar, yok olup, tekrâr yaratılacak, herkes mezârdan kalkacakdır. Allahü teâlâ çürümüş toz olmuş kemikleri yine diriltecekdir. O gün, terâzî kurulacak, herkesin hesâb defterleri uçarak, iyilere sağ taraflarından, fenâlara sol taraflarından gelecekdir. Cehennem üzerindeki sırât köprüsünden geçilecek, iyiler geçip Cennete gidecek, Cehennemlikler, Cehenneme düşecekdir. Bu bildirdiklerimiz, olmıyacak şeyler değildir. Muhbir-i sâdık “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber verdiğinden, hemen kabûl etmek, inanmak lâzımdır. Hayâle kapılarak şübheye düşmemelidir. Allahü teâlâ, Haşr sûresi yedinci âyetinde meâlen, (Resûlümün “sallallahü aleyhi ve sellem” getirdiklerini alınız!) ya’nî, her söylediğine inanınız! buyuruyor. Kıyâmet günü Allahü teâlânın izni ile, iyiler, kötülere şefâ’at edecek, araya gireceklerdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Şefâ’atim, ümmetimden, günâhı büyük olanlaradır) buyuruyor. Kâfirler, hesâbdan sonra, Cehenneme girecek, Cehennemde ve azâbda ebedî kalacaklardır. Mü’minler, Cennetde ve Cennet ni’metlerinde sonsuz kalacaklardır. Günâhı, sevâbından çok olan mü’minlerin, Cehenneme girip, günâhlarına karşılık, bir müddet azâb görmeleri câiz ise de, bunlar, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklardır. Kalbinde zerre kadar îmân bulunan bir kimse, Cehennemde sonsuz kalmıyacak, rahmet-i ilâhiyyeye kavuşarak Cennete girecekdir.

[Kâdî zâde Ahmed efendinin yazdığı (Âmentü şerhi) kitâbı, ikiyüzdokuzuncu sahîfede diyor ki, (Cehennemde bir yer vardır ki, Zemherîr derler. Ya’nî, soğuk Cehennemdir. Soğukluğu pek şiddetlidir. Bir ân dayanılmaz. Kâfirlere, bir soğuk, bir sıcak, sonra soğuk, sonra sıcak Cehenneme atılarak, azâb yapılacakdır). Cehennemde soğuk Zemherîr azâbları bulunduğu, (Kimyâ-i se’âdet) kitâbı, dördüncü rükn, altıncı aslında ve İmâm-ı Muhammed Gazâlînin (Dürret-ül-fâhire) kitâbının tercemesi olan (Kıyâmet ve Âhıret hâlleri) kitâbının sonunda, (Nefs muhâsebesi) bahsinde de yazılıdır. Hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmekdedir.

Din câhilleri, islâmiyyete, yalan ve iftirâ ile saldırırken (Peygamberler, hep sıcak memleketlerde geldiği için, Cehennem azâbının ateş olduğunu söylemişler, hep ateşle korkutmuşlar. Kutblarda, şimâl soğuk memleketlerde gelselerdi, buz ile azâb yapılacağını söylerlerdi) diyor. Bunlar, hem çok câhil, hem de ahmak kâfirlerdir. Zâten Kur’ân-ı kerîmden haberleri olsaydı ve islâm büyüklerinin sözlerini duysalardı ve biraz aklları olsaydı, hemen müslimân olurlardı. Hiç olmazsa, böyle ulu orta, yalanları yazmakdan, belki sıkılırlardı. Dînimiz, hem Cehennemde, soğuk azâblar olduğunu bildiriyor, hem de Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” yalnız sıcak memleketlere değil, yeryüzünde, sıcak ve soğuk, her memlekete gönderildiğini haber veriyor. Kur’ân-ı kerîm, Peygamberimize sorulan süâllere, soranların bilgilerine ve anlayışlarına göre cevâb vermekdedir. Âhıretdeki bilinmiyen varlıkları da, dünyâda gördüklerine, bildiklerine benzeterek anlatmakdadır. Mekkeliler, kutubları, buz memleketlerini duymadıkları için, Cehennemin soğuk azâblarını onlara bildirmek, fâidesiz olurdu. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bu inceliğe uygun haberlerin bulunması, şimdiki kâfirlerin dahâ çok sapıtmasına sebeb olmakdadır].

Mü’min ve kâfir, son nefesde belli olur. Birçok kimse, bütün ömrünce kâfir kalıp, sonunda îmâna kavuşur. Bütün ömrü îmân ile geçip, sonunda tersine dönen de olur. Kıyâmetde, son nefesdeki hâle bakılır. Yâ Rabbî! Bize doğru yolu gösterdikden, îmân ile şereflendirdikden sonra, şaşırmakdan, yoldan çıkmakdan koru! Bize rahmet et, acı! Yol gösteren ancak sensin!

ÎMÂN: Dinden olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylere, kalb ile inanmağa ve dil ile de îmânını söylemeğe derler. Îmân edilecek şeyler, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna, kitâblarına, sahîfelere ve Peygamberlere, Meleklere îmândır. Âhıretde Haşra, Neşre, Cennetde ebedî ni’metlere, Cehennemde ebedî azâblara, göklerin yarılmasına, yıldızların dağılmasına, arzın parça parça olmasına inanmakdır. Beş vakt nemâzın farz olduğuna ve bu nemâzların rek’atlarının adedlerine, malın zekâtını vermek farz olduğuna ve Ramezân-ı şerîf ayında hergün oruc tutmanın ve gücü yetene, Mekke-i mükerreme şehrine gidip, hac etmenin farz olduğuna inanmakdır. Şerâb içmenin, [domuz eti yimenin,] haksız yere adam öldürmenin ve anaya babaya karşı gelmenin ve hırsızlık ve zinâ etmenin ve yetîm malı yimenin ve fâiz alıp vermenin [ve kadınların açık, çıplak gezmelerinin ve kumar oynamanın] harâm olduklarına îmân lâzımdır. Îmânı olan bir kimse, büyük bir günâh işlerse, îmânı gitmez ve kâfir olmaz. Günâha, ya’nî harâma halâl diyen kâfir olur. Harâm işliyen fâsık olur. Ben elbette mü’minim demelidir. Îmânlı olduğunu söylemelidir. Mü’minim derken, inşâallah dememelidir. Bundan, şübhe ma’nâsı çıkabilir. Evet, son nefes için inşâallah denirse de, dememek dahâ iyidir.

Dört halîfenin birbirinden yükseklikleri, hilâfetleri sırası iledir. Çünki, doğru yolda olan âlimlerin hepsi diyor ki, (Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sonra, insanların en üstünü, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” hazretleridir. Ondan sonra, Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” hazretleridir). Efdâl olmak, ya’nî üstünlük, bu fakîre göre fazîleti, meziyyeti, iyi sıfatları çok olmak değildir. Önce îmâna gelmek, din için herkesden çok mal vermek ve cânını tehlükelere atmakdır. Ya’nî dinde, sonra gelenlere, üstâd olmakdır. Sonra gelenler, herşeyi, öncekilerden öğrenir. Bu üç şartın hepsi, Sıddîk “radıyallahü anh” hazretlerinde toplanmışdır.

Herkesden önce îmâna gelmiş, malını ve cânını din için fedâ etmişdir. Bu ni’met, bu ümmetde, ondan başkasına nasîb olmamışdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtına yakın, buyurdu ki: (Bana malını, cânını, Ebû Bekr kadar çok fedâ eden, başkası yokdur. Eğer, dost edinseydim, elbette Ebû Bekri dost edinirdim). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, beni size Peygamber gönderdi. İnanmadınız. Ebû Bekr inandı. Bana malı ile, cânı ile yardım etdi. Onu hiç incitmeyin ve Ona hurmet ve ta’zîm edin!). Bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki: (Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir. Eğer gelseydi, elbette Ömer Peygamber olurdu). Emîr [Alî] “radıyallahü anh”buyurdu ki: (Ebû Bekr ile Ömerden, her biri, bu ümmetin en yükseğidir. Beni onlardan üstün tutan, iftirâcıdır. İftirâ edenler dövüldüğü gibi, onu döverim).

Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasında olan muhârebeleri, iyi sebeblerden dolayı bilmelidir. Bu ayrılıkları, nefsin arzûları, mevkı’, rütbe, sandalye kapmak, başa geçmek sevgisinden değildi. Çünki, bütün bunlar nefs-i emmârenin kötülükleridir. Onların nefsleri ise, insanların en iyisinin “aleyhi ve aleyhimüssalevât” sohbetinde, karşısında tertemiz olmuşdu. Şu kadar var ki, Emîrin “radıyallahü anh” hilâfeti zemânında olan muhârebelerde, o haklı idi. Ondan ayrılanlar, hatâ etdi. Fekat, ictihâd hatâsı olduğundan, birşey denemez. Nerde kaldı ki, fâsık denilsin! Onların hepsi âdil idi. Her birinin verdiği haber, makbûl idi. Emîre uyanların ve ondan ayrılanların verdikleri haberler, doğrulukda ve güvenilmekde farksız idi. Aralarındaki muhârebeler, i’timâdın gitmesine sebeb olmamışdır. O hâlde, hepsini sevmek lâzımdır. Çünki, onları sevmek, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sevgisinden dolayıdır. Bir hadîs-i şerîfde, (Onları seven, beni sevdiği için sever) buyurmuşdur. Onları sevmemekden, herhangi birine düşmanlık etmekden çok sakınmalıdır. Çünki, onlara düşmanlık, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” düşmanlık olur. Hadîs-i şerîfde, (Onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder) buyurmuşdur. O büyükleri ta’zîm etmek, hurmet etmek, insanların en iyisini ta’zîm etmek, hurmet etmekdir. Onlara hurmetsizlik, tahkîr etmek, Onu tahkîr olur. İnsanların en iyisinin “aleyhissalâtü vesselâm” sohbetini, sözlerini ta’zîm etmek, kıymet vermek için Eshâb-ı kirâmın hepsine ta’zîm etmek, kıymet vermek lâzımdır. Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr-i Şiblî “kuddise sirruh” buyuruyor ki, (Eshâb-ı kirâma “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ta’zîm etmiyen, kıymet vermiyen bir kimse, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” îmân etmemiş olur).

A’MÂL-İ ŞER’IYYE: İ’tikâdı düzeltdikden sonra, islâmiyyetin emr etdiği şeyleri yapmak lâzımdır. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (İslâmın binâsı beş direk üzerine kurulmuşdur. Birincisi, Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resûlüh, demek ve bunun ma’nâsına inanmakdır). Bu şehâdet kelimesinin ma’nâsı, (Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâ’at olunmağa hakkı olan, hiç ilâh, hiçbir kimse yokdur. Görmüş gibi bilir, inanırım ki, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” Allahü teâlânın hem kulu, hem Peygamberidir. Onun gönderilmesi ile, Ondan önceki Peygamberlerin dinleri temâm olmuş, hükmleri kalmamışdır. Se’âdet-i ebediyyeye kavuşmak için, ancak Ona uymak lâzımdır. Onun her sözü, Allahü teâlâ tarafından kendisine bildirilmişdir. Hepsi doğrudur. Yanlışlık ihtimâli yokdur) demekdir. [Müslimân olmak istiyen bir kimse, önce bu kelime-i şehâdeti ve ma’nâsını söyler. Sonra guslü, nemâzı ve lâzım oldukca, farzları, harâmları öğrenir.]

Îmân edilecek, i’tikâd edilecek şeyleri, yukarıda bildirdik.

İslâmın ikinci şartı, dînin direği olan, beş vakt nemâzı vaktinde kılmakdır. Nemâz, ibâdetlerin en üstünüdür. Îmândan sonra, en kıymetli ibâdet, nemâzdır. Îmân gibi, onun da güzelliği, kendindendir. Başka ibâdetlerin güzelliği ise, kendilerinden değildir. Nemâzı doğru kılmağa çok dikkat etmelidir. Önce, kusûrsuz bir abdest almalı, gevşeklik göstermeden, nemâza başlamalıdır. Kırâetde, rükü’da, secdelerde, kavmede, celsede ve diğer yerlerinde, en iyi olarak yapmağa uğraşmalıdır.

Rükü’da, secdelerde, kavmede ve celsede tumânîneti [her uzvun hareketsiz durmasını] lâzım bilmelidir. Nemâzı vaktin evvelinde kılmalı, gevşeklik yapmamalıdır.

Makbûl olan, sevilen kul, sâhibinin emrlerini, yalnız Onun emri olduğu için yapan kuldur. Emri yapmakda gecikmek, inâdcılık ve edebsizlik olur. Fârisî yazılmış fıkh kitâblarından meselâ, (Tergîb-üs-salât ve teysîrül-ahkâm) kitâbı ve bunun benzeri bir kitâb, her vakt yanınızda bulunmalıdır. [(Tergîb-üs-salât) kitâbı, yüz kadar kitâbdan toplanmışdır ve üç kısmdır. Birinci kısm, nemâzın farz olması, ikincisi abdest, üçüncüsü abdesti bozanlardır. Bu kitâb, Nûr-i Osmâniyye Kütübhânesinde vardır. Hakîkat Kitâbevi tarafından yeniden tab’ edilmişdir.] Din mes’elelerini bu kitâblardan bakıp öğrenmelidir. [Olur olmaz kimselerin, para kazanmak için yazdığı kitâb ve mecmû’alardan din öğrenen, yanlış şeyler öğrenir. Doğru müslimânların, Allah rızâsı için yazmış oldukları kitâbları bulup okumalıdır. İslâmiyyeti öğrenmek için, en iyi türkçe kitâb, Kâdî zâdenin (Birgivî vasıyyetnâmesi şerhi) ve yine Kâdî zâdenin (Âmentü şerhi) kitâbları ile (Mevkûfât), (Dürr-i Yektâ şerhi), (Ey oğul ilmihâli) ve (Mevâhib-i ledünniyye tercemesi) ve (Mecmû’a-i zühdiyye) ve (Miftâh-ul-Cennet ilm-i hâli)dir. Fâtih câmi’i şerîfi ders-i âmlarından, ibtidâ-i dâhil medresesi müdîr-i umûmîsi İskilibli Muhammed Âtıf efendinin (İslâm yolu) ilmihâl kitâbı da çok fâidelidir. 1959 senesinde basılmışdır. 1926 da Ankarada i’dâm edilmişdir. Bunlar, islâm harfleri ile basılmışdır. Bir kitâba güvenebilmek için, yalnız ismine değil, kitâbı yazanın ismine de bakmalıdır.] Ehl-i sünnet i’tikâdını ve fıkh bilgilerini öğrenmeden önce, Gülistân kitâbı ve hikâye kitâbları okumamalıdır. Fıkh kitâbları yanında, Gülistân ve benzeri kitâblar lüzûmsuzdur. [Gülistân lüzûmsuz olursa, din düşmanı olan gazetelerin ve mecmû’aların tiryâkilerine acabâ ne denir.] Dinde lâzım olanları, önce okumak ve öğrenmek ve öğretmek lâzımdır. Bunlardan fazlası ikinci derecede kalır. [Yâ, din bilgilerini öğrenmeden, başka şeyler öğrenenler ve çocuklarına doğru din bilgisi öğretmiyerek, para, mal, mevkı’ kazanmalarına uğraşanlar, ne kadar aldanıyor. İstikbâli te’mîn etmek, acabâ bunları kazanmak mıdır? Yoksa, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak mıdır?]

Teheccüd nemâzını zarûret olmadıkca, elden kaçırmamalıdır. [Teheccüd, gecenin üçde ikisi geçdikden sonra, kılınan nemâza denir, imsâk vaktinden önce kılınır. Teheccüd, uykuyu terk etmek demekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” muhârebelerde bile, teheccüd kılardı. Kazâ nemâzları olan, teheccüd zemânında, kazâ nemâzı kılmalıdır. Hem kazâ borcu ödenir, hem de teheccüd sevâbına kavuşur. Teheccüd ve diğer nâfile nemâzların nasıl kılınacakları (İslâm Ahlâkı) kitâbımızda yazılıdır.] Gece uyanmak güç olursa, hizmetçilerinizden birkaçına emr ediniz! Sizi o zemân uyandırsınlar, uykuda bırakmasınlar. Birkaç gece kalkınca, artık âdet olur, uyanırsınız. Teheccüd ve sabâh nemâzlarına uyanmak isteyen, yatsıyı kılınca hemen yatmalıdır ve gece, boş şeylerle uykusuz kalmamalıdır. Teheccüd zemânında tevbe, istigfâr etmek, Allahü teâlâya ilticâ etmek, yalvarmak, günâhlarını düşünmek, ayblarını, kusûrlarını hâtırlamak, kıyâmetdeki azâbları düşünüp korkmak, Cehennemin sonsuz acılarından titremek lâzımdır. Afv ve magfiret için çok yalvarmalıdır. O zemân ve her zemân yüz kerre (Estagfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv el hayyel kayyûme ve etûbü ileyh) demeli ve ma’nâsını düşünerek söylemelidir. [Azîm, zâtı ve sıfatları kemâlde demekdir. Kebîr, zâtı kemâlde, celîl, sıfatları kemâlde demekdir.] Bunu ikindi nemâzından sonra [tesbîhlerden ve düâdan sonra] yüz def’a okumalıdır. Abdestsiz okunabilir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Kıyâmetde, sahîfesinde çok istigfâr bulunanlara, müjdeler olsun!). [Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî, ikinci cildin 80. ci mektûbunda buyuruyor ki, (Belâlardan, sıkıntılardan kurtulmak için, istigfâr okumak çok fâidelidir ve tecribe edilmişdir. Ölümden başka, her derdden kurtarır. Eceli gelenin de, ağrısız, sıkıntısız ölümüne yardım eder. Her sıkıntıdan kurtaracağı ve rızkı artdıracağı, hadîs-i şerîfde bildirildi. Her farz nemâzdan sonra, bunu üç kerre okumalı ve yalnız (Estagfirullah) diyerek yetmişe temâmlamalıdır). (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbının 344.cü sahîfesine bakınız! İstigfârı ve bütün düâları, ma’nâlarını düşünmeden, temiz kalb ile söylemezse, yalnız ağız ile söylerse, hiç fâidesi olmaz.

Ağız ile üç kerre söyleyince, temiz kalb de söylemeğe başlar. Günâh işlemekle kararmış olan kalbin söylemesi için, ağız ile çok söylemek lâzımdır. Nemâz kılmıyanın ve harâm lokma yiyenin kalbi simsiyâh olur. Böyle kalbler de söylemeğe başlaması için, ağız ile en az yetmiş kerre söylemelidir.] Duhâ ya’nî kuşluk vakti, hiç olmazsa iki rek’at nemâz kılmak lâzımdır. Teheccüd ve kuşluk nemâzlarının en çoğu oniki rek’atdir. [Nâfile nemâzlarda, gece iki rek’atde, gündüz dört rek’atde selâm verilir.]

Her farz nemâzı kılınca, Âyet-el-kürsî okumağa çalışmalıdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Farz nemâzlarından sonra Âyet-el-kürsî okuyan kimse ile Cennet arasında, ölümden başka mâni’ yokdur). Beş vakt nemâzdan sonra, sessizce, otuzüç kerre kelime-i tenzîh (Sübhânallah) ve otuzüç kerre tahmîd (Elhamdülillah) ve otuzüç def’a tekbîr (Allahü ekber) ve en sonra, bir kerre (Lâ ilâhe illallahü vahdehu lâ şerîke leh, lehülmülkü velehül hamdü yühyî ve yümît ve hüve alâ külli şey’in kadîr) demelidir ki, hepsi yüz olur.

Hergün ve her gece yüz kerre (Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil’azîm) demelidir. Çok sevâbdır. Her sabâh bir kerre (Allahümme mâ esbaha bî min ni’metin ev bi-ehadin min halkıke, fe minke vahdeke, lâ şerîke leke, fe lekel hamdü ve lekeşşükr) demeli ve her akşam (Mâ esbaha) yerine (Mâ emsâ) diyerek, hepsini aynen okumalıdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bu düâyı gündüz okuyan, o günün şükrünü yapmış olur. Gece okuyunca, o gecenin şükrünü îfâ etmiş olur). Abdestli okumak şart değildir. Hergün ve her gece okumalıdır.

İslâmın üçüncü şartı, malın zekâtını vermekdir. Zekât vermek, elbette lâzımdır. Zekâtı seve seve ve islâmiyyetin emr etdiği kimselere vermelidir.

Bütün ni’metlerin, malların hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâ, zenginlere verdiği ni’metlerin kırkda birini, müslimânların fakîrlerine vermelerini, buna karşılık, çok sevâb, katkat mükâfât vereceğini [ve zekâtı verilen malı elbette artdırırım ve hayrlı yerlerde kullanmanızı nasîb ederim. Zekâtı verilmiyen malı, derd ile, belâ ile istemiyerek harc etdiririm, elinizden alır, düşmanlarınıza veririm, siz de bu hâli görür, kendinizi yer, yanıp kavrulursunuz!] buyurup da, bu kadar az bir şeyi [istediğin herhangi bir din kardeşine] vermemek, ne büyük insâfsızlık ve inâdcılık olur.

Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, hep kalbin bozuk olmasındandır. Kalbin bozuk olması, islâmiyyete tam inanılmamasıdır. Mü’min olmak için, yalnız kelime-i şehâdeti [Eşhedü en lâ...] söylemek yetişmez. Münâfıklar [kalbi kâfir olduğu hâlde, müslimân görünen zındıklar] da bunu söylüyor. Kalbde îmân bulunduğuna alâmet, islâmiyyetin emrlerini seve seve yapmakdır. Zekât niyyeti ile fakîre bir altın vermek, yüzbin altın sadaka vermekden dahâ sevâbdır. Çünki, zekât vermek, farzı yapmakdır. Zekât niyyeti olmadan verilenler ise, nâfile ibâdetdir. Farz ibâdetin yanında nâfile ibâdetlerin hiç kıymeti yokdur. Deniz yanında, damla kadar bile değildir. Şeytân aldatarak, kazâları kıldırtmıyor, nâfile kılmağı, [nâfile hacca ve ömreye gitmeği] güzel gösteriyor. Zekât verdirmeyip, nâfile hayrları, göze güzel gösteriyor. [Sünnetlerin ve nâfilelerin, söz verilen büyük sevâbları, farz borcu olmıyanlar, kazâlarını ödeyenler içindir. Kazâsı olanların, farzlardan başka hiçbir ibâdetlerine, hiç sevâb verilmez.]

İslâmın şartının dördüncüsü, mubârek Ramezân ayında, hergün oruc tutmakdır. Mubârek Ramezân ayında hergün, muhakkak oruc tutmalıdır. Olur olmaz sebeblerle, bu mühim farzı elden kaçırmamalıdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Oruc, mü’mini Cehennemden koruyan bir kalkandır). Hastalık gibi, mecbûrî bir sebeble oruc tutulmazsa, [gizli yimeli ve özr bitince] hemen kazâ etmelidir. Hepimiz Onun kuluyuz. Başı boş, sâhibsiz değiliz. Sâhibimizin emrlerine, yasaklarına göre yaşamalıyız ki, azâbdan kurtulabilelim. İslâmiyyete uymıyanlar, inâdcı kul, aksi, âsî me’mûr olur ki, cezâ çekmeleri lâzım gelir.

İslâmın beşinci şartı hacdır [ömründe bir kerre, Mekke şehrine gidip, hac vazîfelerini yapmakdır]. Hac vazîfesinin şartları vardır. Hepsi, fıkh kitâblarında yazılıdır. Hadîs-i şerîfde, (Kabûl olan bir hac, geçmiş günâhları yok eder) buyuruldu.

Cehennemden kurtulmak istiyen, halâl ve harâmları iyi öğrenmeli, halâl kazanıp, harâmdan kaçınmalıdır. İslâmiyyetin sâhibinin yasak etdiği şeylerden sakınmalıdır. İslâmiyyetin hudûdunu aşmamalıdır. Gaflet uykusu ne zemâna kadar sürecek, kulaklardan pamuk ne vakt atılacak? Ecel gelince, insanı uyandıracaklar, gözleri kulakları açacaklar. Fekat, o zemân pişmânlık işe yaramıyacak. Rezîl olmakdan başka, ele birşey geçmiyecekdir. Hepimize ölüm yaklaşıyor. Âhıretin çeşid çeşid azâbları, insanları bekliyor. İnsan öldüğü zemân, kıyâmeti kopmuş demekdir. Ölüm uyandırmadan ve iş işden geçmeden önce uyanalım! Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını öğrenip, şu birkaç günlük ömrümüzü, bunlara uygun geçirelim. Kendimizi âhıretin çeşidli azâblarından kurtaralım! Tahrîm sûresi altıncı âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu öyle bir ateşden koruyun ki, onun tutuşdurucusu insanlarla taşlardır) buyuruldu.

Îmânı, i’tikâdı düzeltdikden ve islâmiyyete uygun ibâdetleri yapdıkdan sonra, vaktleri, kalbi temizlemek ile ma’mûr etmek lâzımdır. Allahü teâlâyı hâtırlamadan, bir ân geçirmemelidir. Vücûd, eller, ayaklar dünyâ işleri ile uğraşırken, kalb hep Allahü teâlâ ile olmalı, Onu hâtırlamakla lezzet duymalıdır. Bu devlet, büyüklerimizin gösterdiği yolda, herkese, az zemânda nasîb oluyor. Elhamdülillah siz, böyle olduğunu biliyorsunuz. Belki de, çok az olsa bile, birşey hâsıl olmuşdur. Ele geçeni bırakmamak ve şükr etmek lâzımdır ve artmasına çalışmalıdır. Herkesin, sonradan kavuşabildiği şeyler, bu yolda, başlangıcda ele geçer. O hâlde, kazanclarının azı da, pek çokdur. Çünki, dahâ başlangıcda nihâyetden haberleri olur. Fekat, ele geçen, ne kadar çok olsa da, az görmelidir. Ama şükr etmeği elden bırakmamalıdır. Hem şükr etmeli, hem de dahâ artmasını istemelidir. Kalbin temiz olmasından maksad, Ondan başkasının sevgisini kalbden çıkarmakdır. Kalbin hasta olması, işte bu çeşidli bağlılıklardır. Bu bağlılıklar kesilip atılmadıkca, hakîkî îmân nasîb olmaz. İslâmiyyetin emrlerini ve yasaklarını yerine getirmek kolay ve râhat olmaz.

Nazm:

Onu düşün, oldukça cânın!
Kalbin temizliği, zikri iledir ânın!

[Zikr etmek, Allahü teâlâyı hâtırlamak demekdir. Bu da, kalb ile olur. Zikr edince, kalb temizlenir. Ya’nî kalbden dünyâ sevgisi çıkar. Allah sevgisi yerleşir. Birçok kimselerin, bir araya toplanarak hayhuy etmesi, oynaması, dönmesi, zikr değildir. Yüz seneden beri, tarîkat diyerek, birçok şey uyduruldu. Din büyüklerinin, Eshâb-ı kirâmın yolu unutuldu. Câhiller, hattâ fâsıklar şeyh olarak zikr ve ibâdet ismi altında, günâh işledi. Hele son zemânlarda, harâm girmeyen, kızılbaşlık, mezhebsizlik karışmayan bir tekke kalmamışdı. Bugün ne İstanbulda, ne de Anadoluda ve Mısr, Irâk, Îrân, Sûriye ve Hicâzda, ya’nî hiçbir islâm memleketinde, tesavvuf âlimi yok gibidir. Fekat sahte mürşidler, müslimânları sömüren tarîkatcılar çokdur. Din büyüklerinin, eskiden kalma, hâlis kitâblarını okuyup, ibâdetleri bunlara göre doğrultmalıdır. Tarîkatcılık, şeyhlik, mürîdlik gibi ismlerin perdesi altında iş gören zındıklara, mal ve din hırsızlarına aldanmamalı, bunlardan kaçınmalıdır].

Yemekleri, keyf için, lezzet için yimemeli, Allahü teâlânın emrlerini yerine getirmeğe kuvvet bulmak için yimelidir. Eğer önceleri, böyle niyyet edemezseniz, her yemekde, zor ile böyle niyyet ediniz. Hakîkî niyyet yapabilmeniz için, Allahü teâlâya yalvarınız! Tesavvuf, az yimek, az içmek değildir. Herkesin halâlden kazanıp, doyuncaya kadar yimesi lâzımdır. Ubeydüllah-i Ahrâr “rahmetullahi aleyh” (Mesmû’ât) kitâbında, 110.cu sahîfede diyor ki, (Şâh-ı Nakşibend Behâüddîn-i Buhârî buyurdu ki, birşey yimek, aç kalmakdan iyidir. Alâüddevle Rükneddîn buyurdu ki, birşey yimek, aç kalmakdan iyi olduğunu, önceden bilseydim, az yiyiniz demezdim.) Yeni ve temiz giyinmeli ve giyinirken ibâdet için, nemâz için süslenmeğe niyyet etmelidir. Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Her nemâzı kılarken süslü, temiz, sevilen elbiselerinizi giyiniz!) buyurulmuşdur. Elbiseyi herkese gösteriş için giymemelidir ki, günâhdır.

[İbni Âbidîn orucun mekrûhlarını anlatırken, güzel giyinmek mubâhdır diyor.] Bütün hareketler, işler, sözler, okumak, dinlemek, [oğlunu mektebe göndermek] hep Allah rızâsı için olmalıdır. Onun dînine uygun olmasına çalışmalıdır. Böyle olunca, insanın her a’zâsı ve kalbi Allahü teâlâya müteveccih olur. Onu zikr eder [ya’nî hâtırlar]. Meselâ, büsbütün gaflet olan uyku, ibâdetleri kuvvetle ve sağlam yapmak niyyeti ile uyunursa, bütün uyku ibâdet olur. Çünki, ibâdet niyyeti ile uyumakdadır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Âlimlerin uykusu ibâdetdir). Evet, bunları yapmak, size bugün için güç olacağını biliyorum. Çünki, çeşidli mâni’ler etrâfınızı sarmışdır. Âdete, modaya kapılmış bulunuyorsunuz. Ayblanmak, izzet-i nefse dokunmak kuruntularına tutulmuşsunuz. Bütün bunlar, ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine getirmenize mâni’ olmakdadır. Hâlbuki, Allahü teâlâ, islâmiyyeti, bozuk âdetleri, çirkin modaları kaldırmak için ve nefs-i emmârenin benlik, izzet-i nefs çılgınlıklarını yatışdırmak için gönderdi. Fekat, Allahü teâlânın ismini, kalbde hâtırlamağa devâm nasîb olursa ve beş vakt nemâz gevşek davranmadan, şartları ile kılınırsa ve halâl ve harâma, elden geldiği kadar dikkat edilirse, bu mâni’lerden kurtulmanız, oraya çekilmeniz umulur. Bu nasîhatleri yazmanın ikinci bir sebebi de, bunlar yapılmasa bile, kendi kusûr ve kabâhatini anlamağa yarar ki, bu da büyük ni’metdir. Bulmayıp da, bulmadığını anlamamakdan ve kusûrunu bilmemekden ve vazîfeyi yapmadığına utanmamakdan, Allahü teâlâya sığınırız. Böyle kimseler, islâmiyyeti tanımıyan, kulluğunu yapmıyan inâdcı câhillerdir.

[Muhammed Ma’sûm Serhendî “rahmetullahi aleyh”, ikinci cildin yüzkırkıncı mektûbunda diyor ki, (Hadîs-i kudsîde (Bir Velî kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur. Kulumu bana yaklaşdıran şeyler arasında, en sevdiğim, ona farz etdiğim şeydir. Nâfile ibâdet [de] yaparak, bana yaklaşan kulumu çok severim. Çok sevdiğim kulumun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. İstediğini elbette veririm. Bana sığındığı zemân, elbette korurum) buyuruldu.) Bu hadîs-i kudsî, ikinci kısmın onyedinci maddesinin üçüncü sahîfesinde ve Nevevînin (Hadîs-i erba’în)i, 38. ci hadîsinde ve (Hadîka)nın yüzseksenikinci ve (Kıyâmet ve Âhıret)in yüzaltmışdördüncü ve (Fâideli Bilgiler)in altmışbirinci sahîfesinde îzâh edilmekdedir. Farzlarla hâsıl olan kurb, ya’nî Allahü teâlâya yaklaşmak, nâfilelerle hâsıl olandan, elbette dahâ çokdur. Fekat, ihlâs ile yapılan farzlar kurb hâsıl eder. İhlâs, ibâdetleri, Allahü teâlâ emr etdiği için yapmakdır. Ehl-i sünnet olan her mü’minde biraz ihlâs vardır. Takvâ ile ve ibâdet yapmakla, kendisine (Feyz) denilen kalb nûrları gelir. Bir Velînin kalbinden saçılan bu feyzlerden alırsa, ihlâsı çabuk ve çok artar. (Takvâ), harâmlardan nefret etmek, harâm işlemeği hâtıra bile getirmemekdir. Allahü teâlâya yaklaşmak, Onun rızâsına, sevmesine kavuşmak demekdir. Son sözün sonuna bakınız! Allahü teâlânın mü’minlerin kalblerine gönderdiği nûrlar, feyzler, ibâdetleri ve takvâsı çok olanlara, gelmekdedir. Ya’nî, bunların feyz almak isti’dâdları, kâbiliyyetleri artar. Feyzler, Resûlullahın mubârek kalbinden yayılmakdadır. Gelen feyzleri almak için, Resûlullahı sevmek lâzımdır. Sevmek de, Onun ilmini, güzel ahlâkını, mu’cizelerini, kemâlâtını öğrenmekle hâsıl olur. Resûlullah da, onu görüp severse, feyz alması çoğalır. Bunun için, sohbetinde bulunup, güzel yüzünü görenler, tatlı sözlerini işitenler, dahâ çok feyz aldılar. Eshâb-ı kirâm, bunun için, çok feyz alıp, kalbleri dünyâ sevgisinden temizlenerek, ihlâs sâhibi oldular. Kavuşdukları nûrlar, feyzler, Evliyânın kalblerinden dolaşarak, zemânımıza kadar geldi. Bir kimse, kendi zemânında bulunan bir Velîyi tanıyıp, çok sever ve sohbetinde bulunarak, kendini sevdirirse, Resûlullahın mubârek kalbinden Velînin kalbine gelmiş olan nûrlar, bunun kalbine de akarak kalbi temizlenir. Sohbetine kavuşamazsa, onu düşünmesi, ya’nî Velînin şeklini, yüzünü hâtırına getirmesi de, sohbetinde bulunmuş gibi olur. Mazher-i Cân-ı Cânân, Delhîden Kâbildeki şâh Behîke teveccüh ederek, yüksek derecelere kavuşdurdu. Mazher-i Cân-ı Cânân hazretleri, (Bütün feyzlere, bütün ni’metlere, üstâdlarıma olan sevgim sebebi ile kavuşdum. Kusûrlu ibâdetlerimiz, bizi Allahü teâlâya yaklaşdırmağa sebeb olabilir mi?) dedi.

Ya’nî, mürşidi sevmek, onun kalbinden saçılan feyzleri almağa sebeb olur. Feyz alınca, ihlâs hâsıl olur. İhlâs ile yapılan ibâdet de, insanı hakîkî îmâna kavuşdurur. (Künûz-üd-dekâık)deki hadîs-i şerîfde, (Herşeyin menba’ı vardır. İhlâsın, takvânın menba’ı, kaynağı, Âriflerin kalbleridir) buyuruldu. Velî olmak için, ya’nî Allahü teâlâya yakın olmak, ya’nî Onun sevgisine kavuşmak için, ihlâs ile ahkâm-ı islâmiyyeye uymak lâzımdır. Ahkâm-ı islâmiyyeye uymak, önce Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, sonra harâmlardan sakınmak ve farz olan ibâdetleri, ihlâs ile yapmakdır.]

(Ehl-i sünnet) i’tikâdı, nazm üzre ey civân,
oldu aşağıda sana, açık dil ile beyân:
Doğru olan i’tikâdı, ister isen kardeşim,
gece gündüz, bu kitâbı oku hem de, pek candan!
Rûhuna rahmet eylesin, Hak, Ebû Hanîfenin,
Kur’ân yolunu gösterdi, bize o yüce Nu’mân.
Dünyâya gönül bağlama, akar ömür su gibi,
İslâmiyyete uyan kimse, her dem olur şâdümân.
Önce ilmihâli öğren, çocuğuna da öğret.
din bilgisi öğrenmezsen, olursun sonra pişmân!
Düşmanlarımız sinsice, nasıl saldırıyor bak,
sen de dîni yaymak için, çalış gayb etme zemân!
Dinsizler hep yalanla, gençleri aldatıyor,
İslâmı yok edecekler, artık gafletden uyan!
Müslimânlar da şaşırmış, tuzağa düşmüş çoğu,
(Ehl-i kıble) sözde hepsi, ayrılmışlar hak yoldan,
İlm-i hâli öğrenmiyen, kendini koruyamaz.
Kâfir veyâ sapık olur, (Ehl-i sünnet) olmıyan!
Doğru olan bilgileri, yayanlara yardım et!
cihâd sevâbını kazan, olsun bunda mal revân.
Resûlullah hiç durdu mu. Eshâbı uyudu mu?
dîni yaymak için hepsi, olmuşdu bir kahramân!
Çalış boş durma sen dahî, din düşmanı pek kavî,
içden dışdan ezecekler, gidecek, dinle îmân.
Eshâba çirkin söyleme, hepsinin kadrini bil,
birbirini severlerdi, buna şâhiddir Kur’ân!
En üstün Ebû Bekrdir, Ömer, Osmân, Alî hem,
Mu’âviyeyi de çok sev, Odur Kur’ânı yazan!
Rabbimiz cism değildir, zemânı, mekânı yok,
maddeye hulûl eylemez, böyle olmalı îmân!
Mahlûka muhtâc değildir, ortağı, benzeri yok,
herşeyi Odur yaratan, hem de varlıkda tutan.
İyi, kötü, îmân, küfr, madde, kuvvet, enerji,
hepsini O var ediyor, yaratamaz hiç insan!
herkese akl, irâde verdi, hem yol gösterdi,
kim iyilik diler ise, yaratır hemen Rahmân.
Önce, i’tikâdı düzelt, emri, yasağı gözet,
se’âdete kavuşamaz, islâmiyyetden ayrılan!
Tâ önceden âdet oldu, kim ekerse o biçer,
pek aldandı, ziyân etdi, ekmeden buğday uman!
Yetmişüç fırkadan ancak (Ehl-i sünnet) kurtulan,
Resûlullahın yolunu onlardır bize sunan!