Yâdigâr mektûblar 35.mektûb

 14 Cemâzi'l-Âhire 1378 [25.12.1958] Perşembe

Selâmün aleyküm kıymetli kardeşim Fahri Bey

Mübârek harflerle inci gibi sıralamış olduğunuz yazınızı okuyarak çok memnûn oldum. İşim çok, vaktim hiç müsâid olmadığı hâlde sizlerden gelen mektûbları tehâlükle [istekle] açıp zevkle okuyorum. Zemânın,muhîtin, üzerimde, rûhumda hâsıl etdiği ızdırab ve sıklet [ağırlık], mektûblarınızdaki sâfiyet ve nezâhetle hafifliyor ve tasfiye oluyor.

Mekkî Efendi ile görüşemiyorum. Maalesef kimseyi görmek mümkin olmuyor. Abdülhakîm imâm hatib mektebine gidiyor. Mahzûrları olmakla berâber, birçok nokta-i nazardan bu mektebden memnûnuz.

"En-Nezâfetü mine'l-îmân" [Temizlik, imandandır] hadîs-i şerîfi, diğer hadîs-i şerîfler gibi mu'cezdir. Lafz kısa, ma'nâ çok vâsi'dir. Çünkü kendileri câmî'u'l-kelîm idiler. Burada nezâfet evvelâ farz olan temizlik, ya'nî hadesden ve necâsetden tahâretdir. Bunları kabûl etmeyen kâfir olur. Farzları beğenmeyen, emr kabûl etmeyen kâfir olur. Yapmayan fâsık olur. Sonra kalbin temizliği ya'nî meâsîden [kötülüklerden] tahâretdir ki, kalbin meâsîden tahâreti de îmândandır, ya'nî harâmı harâm bilmesi lâzımdır.

Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin hamama gitdiklerini ve sabun ile yıkandıklarını görmedim, okumadım ve duymadım, bilmiyorum. Fakat Eshâb-ı kirâmın hamama gitdikleri Kimyâ-i Seâdet'de yazıyor. Kendileri evlerinde mevcûd guslhânelerinde yıkanırlar idi. Hamama gitmek âdâbı Kimyâ-i Seâdet'de yazılıdır.

Kâfirler, müslimân evine gelince, onlara ikrâm etmeli, iltifat etmeli, idâre etmelidir. Fakat onların ziyâretlerine,da'vetlerine aslâ gitmemelidir. Onlar bir daha gelmez ise gelmesin. [Zevceniz] Müslimân kadınlar intihâb edib [seçip], onlara gitmeli. Çok şükür her memleketde her şehirde müslimân aile çok var. Meslekdaş olmak şart değil. İslâm hanımları, mürted kadınlarından, erkekden kaçar gibi kaçmak lâzımdır. Seâdet-i Ebediyye birinci kısım 40'ncı mektûb tercemesinde bu husûs izhâr olunmaktadır.

Din ve dünyâ seâdetinize duâlar eder, duâlarınızı beklerim kardeşim.

Hüseyn Hilmi Işık

Sevgili Peygamber efendimizin doğumunda meydana gelen harikulade haller

 Sevgili Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin doğumunu annesi hazret-i Âmine şöyle anlatıyor: “Doğum ânı geldiğinde heybetli bir ses işittim. Ürpermeye başladım. Sonra beyaz bir kuş gördüm, gelip kanadı ile beni sığadı. O andan sonra bendeki korku ve ürpertiden eser kalmadı. Yanımda süt gibi beyaz bir kâse şerbet gördüm. O şerbeti bana verdiler. O anda çok susamış idim. Verilen şerbeti içtim. Baldan tatlı ve soğuk idi. İçer içmez susuzluğum gitti. Sonra büyük bir nûr gördüm, Evim o kadar nûrlandı ki, o nûrdan başka bir şey görmüyordum. O sırada çok hâtun gördüm. Boyları uzun, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Etrafımı sarıp, bana hizmet eden bu hâtunlar, Abdü Menâf kabîlesinin kızlarına benzerlerdi. Yine o sırada beyaz, uzun ve gökten yere uzanmış ipek bir kumaş gördüm. Dediler ki: O’nu insanların gözünden örtün. O anda bir grup kuş peydâ oldu. Ağızları zümrütten, kanatları yâkuttandı. Gümüş ibrikler tutarak havada duruyorlardı. Bana korku gelip terlemiştim, ter damlalarından misk kokusu yayılıyordu. O halde iken gözümden perdeyi kaldırdılar. Doğudan batıya kadar bütün yeryüzünü gördüm. Üç alem (bayrak) dikildi. Onların biri meşrik (doğu), biri mağrip (batı) biri de Kâbe’nin üstünde idi. Etrafımda çok sayıda melekler toplandı. Muhammed doğar doğmaz, mübârek başını secdeye koydu ve şehâdet parmağını kaldırdı. O anda gökten bir parça beyaz bulut indi. O’nu kapladı. Bir ses işittim; “Onu mağripden meşrıka kadar her yerde gezdirin. Tâ ki cümle âlem onu, ismiyle, cismiyle ve sıfatıyla görsünler.” diyordu. Sonra o bulut gözden kayboldu ve Muhammed’i bir beyaz yünlü kumaş içinde sarılı gördüm. Yine o sırada yüzleri güneş gibi parlayan üç kişi gördüm. Birinin elinde gümüşten bir ibrik, birinin elinde zümrütten bir leğen, birinin elinde de bir ipek vardı. İbrikten sanki misk damlıyordu. Muhammed’i o leğenin içine koydular. Mübarek başını ve ayağını yıkadılar ve ipeğe sardılar. Sonra mübârek başına güzel koku sürüp, mübârek gözlerine sürme çektiler ve gözden kayboldular.”


Muhammed aleyhisselâmın doğduğu sırada hazret-i Âmine’nin yanında Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifâ Hâtun, Osman bin Ebü’l-Âs’ın annesi Fâtımâ Hâtun ve Peygamberimizin halası Safiyye Hâtun vardı. Bunlar da gördükleri nûru ve diğer hâdiseleri haber verdiler. Şifâ Hâtun şöyle anlatıyor: “Ben, o gece Âmine’nin yanında idim. Muhammed aleyhisselâmın doğar doğmaz duâ ve niyâz ettiğini işittim. Gâibden; “Yerhamüke Rabbüke” diye söylendi. Sonra bir nûr çıkıp o kadar ışık verdi ki, doğudan batıya kadar her yer göründü...” Bundan başka birçok hâdiseye şâhit olan Şifâ Hâtun; “Ne zaman ki, O’na peygamberlik verildi; hiç tereddüt etmeden ilk îmân edenlerden biri de ben oldum.” dedi.


Safiyye Hâtun da şöyle anlatmıştır: “Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada her tarafı bir nûr kapladı. Doğar doğmaz secde etti, mübârek başını kaldırıp açık bir dille “Lâ ilâhe illallah, innî resûlullah” dedi. O’nu yıkamak istediğimde, biz O’nu yıkanmış olarak gönderdik.” denildi. O sünnet olmuş ve göbeği kesilmiş görüldü. O’nu kundağa sarmak istediğimde sırtında bir mühür gördüm, mühürün üzerinde (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) yazılı idi. Doğar doğmaz secde ettiği sırada hafif sesle bir şeyler söylüyordu, kulağımı mübârek ağzına yaklaştırdım; “Ümmetî, Ümmetî” (Ümmetim, ümmetim) diyordu...”


Resûl-i ekrem efendimizin doğduğunu dedesi Abdülmuttalib’e Kâbe’de Allah’a yalvarıp duâ etmekteyken müjdelediler. Abdülmuttalib bu müjdeyi alınca çok sevinip O’nu görmeye giti ve; “Bu oğlumun şânı, şerefi çok yüce olacaktır” dedi. Sonra da O’nun doğumunu kutlamak için doğumun yedinci gününde Mekke halkına üç gün ziyâfet verdi. Ayrıca şehrin her mahallesinde develer keserek insan ve hayvanların istifâde etmesi için bıraktı. Ziyâfet sırasında çocuğa hangi ismi koydun diyenlere Muhammed ismini verdim dedi. Neden atalarından birinin ismini vermedin diyenlere; “Allah’ın ve insanların O’nu medh etmelerini, övmelerini istediğim için.” cevabını verdi. Annesi de Ahmed ismini koydu.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çok *Zengin* bir adam varmış. *Ölüm* vakti gelince oğlunu çağırmış. Ayağından *Çorap*’larını çıkarıp oğluna vermiş ve demiş ki:


Bak oğlum, bu *Çorap*’lar, bana çok *Uğur*’lu geldi. Ömrüm boyunca bu çorapları giydiğim için, işim hep *Rast* gitdi, *Servet* sâhibi oldum. 


Onun için, beni *Kabr*’ime, bu *Çorap*’ları giydirip de koyun. Dünyâdan bir şey götüremiyorum, bâri bir çift *Çorap* götüreyim. Eğer hoca *İzin* vermezse, şu *Mektûb*’u ona ver, demiş. 


Ve bir *Zarf* vermiş oğluna. Delikanlı, *Peki baba!* demiş. Adam ölmüş, yıkamışlar, kefenlemişler, tam *Kabr*’ine indirecekler, genç çocuk o *Çorap*’ları çıkarıp *Hoca Efendi*’ye uzatmış.


*Hocam, babamın vasiyeti var, beni bu çoraplarımla kabre koyun demişdi*, demiş. 


Hoca Efendi; *Kat’iyyen olmaz, câiz değil, kabre, kefenden başka bir şeyle girilmez*, demiş. 


O zaman çocuk, mektûbu ona uzatıp; *Öyleyse bu mektûbu okuyun!* demiş. Hoca, zarfı açıp mektûbu okuyor. Adam yazmış ki: 


Bak oğlum, dünyâda çok *Servet* sâhibi oldum, ama görüyorsun ki, kabrime bir çift *Çorab*’ımı bile sokamadım. Bir çift çorabı dahî yanımda *Götüremiyorum*. 


Âkıbet birgün *Sen* de, benim gibi *Ölecek*’sin. Ne olur, sen *Benim* gibi olma. Ben, âhirete birşey götüremedim. Bâri sen, âhirete *Götürecek* birşeyler yap.


Meselâ Allahın kullarına *İyilik* et. İslâmiyete *Hizmet* et de, benim gibi âhiretde *Pişmân* olma. Böyle yazmış babası.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Dünyâ*’dan gelen hiç bir *Mektup*’da şimdiye kadar bir *Tenkîd* almadık kardeşim. Hattâ; Siz şöyle yazıyorsunuz, gerçekden bu böyle midir? diye *Şüphe* bile etmiyorlar. 


*Teslîm* oluyorlar, hem de *Tam teslîm*. Neden? *Büyükler*’in yazıları olduğu için. *Ehl-i sünnet* âlimlerinin yazıları onlar. Ne mutlu onları okuyanlara. 


Meselâ *Mektûbât*’ın birinci cildi, *266*.cı mektûbu var. Bir hazîne. *Îtikad mesele*’sini ne güzel anlatıyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. 


En sonunda tegannî bahsi var. Orada; *Hiçbir tarîkatda tegannî yokdur. Zındıklar, mezhebsizler tegannî ve raksı sonradan uydurdular*, diyor. 


Bunlar islâmiyetde yokdur kardeşim. İslâmiyetde *Tegannî* ve *Raks* yokdur. Mektûbât’ın birinci cildinde, *65*.ci mektûbu okuyun kardeşim. *Bizim hizmet*’leri anlatıyor. 


*Söz ile, yazı ile yapılan cihad, kılınçla, topla yapılan cihaddan daha kıymetlidir*, diyor. Ne güzel. Bizim arkadaşların ne kadar *Sevap* kazandığını yazıyor, elhamdülillah. Cenâb-ı Hakkın *Lütf’u* bu. 


Cenâb-ı Hak, dilediklerini *Seçer*, *Sever* ve *Hizmet*’inde kullanır. Dünyâda Allahü teâlânın dînine *Hizmet* edene, âhiretde *Köşk*’ler verilecek. 


Orada böyle *Çalışmak* ve *Yorulmak* yok, hazır gelecek. Allahü teâlâ va’d ediyor. Cennetde köşkler vereceğim, diyor. *Va’d-ı ilâhî* bu, elbette vukû bulur. *Şek* ve *Şüphe* yok. 


Ne güzel şey. Allahın dîni’ne hizmet etmek ne büyük seâdet, ne bahtiyârlık. Elhamdülillah. Allahü teâlâ hepimize *Doğru îmân* nasîb etmiş.


Ehl-i sünnet *Îtikâdı* nasîb etmiş ki, bu zamanda bulunur *Şey* değil. Pek az bulunuyor bu zamanda *Ehl-i sünnet îtikâdı*. Ne kadar şükretsek azdır kardeşim.

İki Alâmet

 Musa aleyhisselam bir gün Allah-u Zülcelal'e;


- Ya Rabbi! Senin sevdiklerini, sevmediklerinden nasıl ayırt edeceğim? Diye sordu..


Allah-u Zülcelâl; 


- Ey Musa! Ben sevdiklerime iki alâmet

bağışlarım, buyurdu..


Musa aleyhisselam: 


- Ya Rabbi! Bu alâmetler nedir? Deyince,


Allah-u Zülcelâl şöyle buyurdu:


- Ey Musa! Birinci alamet olarak, ona beni zikretmeyi ilham ederim de böylece (o beni zikrettiği için ben de) göklerde ve yeryüzünde onu anarım..


İkinci alâmet olarak da; onu haramlardan ve isyândan uzak tutarım ki, azâbıma ve belâma çarpılmasın..


Buna karşılık, nefret ettiğim kula da iki alâmet veririm..


Musa aleyhisselam:


- Ya Rabbi! O alâmetler nedir? Diye sorunca, 


Allah-u Zülcelâl şöyle buyurdu;

 

Ey Musa! Nefret ettiğim kula, birinci alâmet olarak, beni zikretmeyi unuttururum. İkinci alâmet olarak da onu, nefsinin arzuları ile başbaşa bırakırım ki, haramlara düşerek gazabıma uğrasın da azâbıma ve belâlarıma çarpılsın..


Allah'ım razı olduğun gibi yaşamamız için bizlere ve sevdiklerimize yardım et sağlık sıhhat afiyet ihsan eyle......


Amin.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben *On* yaşındaydım. *Eyüp Câmii*’nde, bir Cumâ namâzında *Hatip efendi*, minberde hutbe arasında dedi ki: 


Abdest aldıkdan sonra, iki işâret parmağını gözüne sürüp; *Yâ Rabbî! Benim gözlerimi hastalıklardan muhâfaza et!* dersen, gözüne hastalık gelmez, dedi. 


Ben bunu işitdikden sonra hep *Tatbîk* etdim, *Yetmiş sene*’dir hep böyle sürerim. 


Şimdi de, her abdest aldığımda, işâret parmaklarımı gözlerime sürüp; *Yâ Rabbî, sen benim gözlerimi hastalıklardan muhâfaza et!* diyorum. Fâidesini de gördüm. 


Elhamdülillah o kadar yoruluyorum, gece yarılarına kadar *Okuyor*’um, *Yazıyor*’um, gene de gözüme *Bir şey* olmuyor. Aşırı yoruluyorum, öyle ki, *Canım çıkacak* nerdeyse.


Ama gene *Gözüm*’e bir şey olmuyor. Neden? Çünkü o öğrendiğim şeyi hep yapıyorum da ondan. Onun için, siz de *Böyle yapın!* kardeşim. 


Abdest alınca, iki işâret parmağınızı gözlerinize sürüp; *Yâ Rabbî sen benim gözlerimi hastalıkdan koru. Hastalık varsa, şifâ ihsân et*, deyin. 


Eğer gözünüzde hastalık yoksa; *Muhâfaza et*, diye duâ edin, hastalık varsa; *Şifâ ver!* deyin kardeşim. 


Elhamdülillah, Efendi hazretlerinin *Nûr*’u, bütün dünyâya yayılıyor kardeşim. Elhamdülillah, Asyası, Afrikası, Hindi, Çini, her tarafdan çok *Mektup*’lar geliyor. 


Hayret ediyorum. Hep kitap istiyorlar, yalvarıyorlar ve; *Bütün dünyâ’ya, Allah’ın dînini bu kitaplar yayıyor*, diyorlar. Öyle yazıyorlar mektuplarında. Elhamdülillah!

Allahu Teâlâ Âdem'i kendi sûretinde yarattı

"Allahu Teâlâ, Âdem'i kendi sûretinde yarattı." Hadîs-i şerîfini soruyorsunuz: " Madem öyledir, niçin bîçun ve bîçigûne ve eşsiz ve örneksiz diyorlar? Hayret ediyorum."

Mahdûmâ; hayret edecek bir şey yoktur. Dinde kesin ve tevâturle bildirilmiş olanlara kat'î ve kesin olarak inanmak lâzımdır ve bu tür sözleri zâhirden [görünüşten] çevirmek lâzımdır veya Allah bilir demeli, icmâ'lı olan itikada şübhe karıştırmamalıdır. Allahu Teâlâ, Âdem aleyhisselâmı kendi kemâlâtı ile süsledi ve kendi sıfatları ile sıfatlandırıp mükemmel bir ayna yaptı. Böylece Âdem aleyhisselâmla Hak teâlâ arasında bir nevi ortaklık ve benzerlik hâsıl oldu, her ne kadar bu benzerlik isimde, bu ortaklık hakîkatta değil,sûrette olsa da. Meselâ mümkinin [mahlûkun] ilmi Vâcib teâlânın ilmi yanında ne kadardır ve kudreti Hak Teâlânın kudretine göre ne sayılır. Diğer sıfatlarda hep böyledir. İşte bu sûrî benzerlik ve ismî münâsebet sebebiyle mecâz ve benzetme olarak Allahu Teâlâ Âdem'i kendi sûretinde yarattı denilebilir. Kendi sûretinde, sözünde ince bir latîfe vardır ve sanki imâ ediliyor ki, bu ortaklık ve benzerlik, hakîkatta değil, sûret ve isimdedir. Zirâ mümkinde bulunan kemâller ve sıfatlar, Hak Teâlânın sıfat ve kemâlleri yanında, eserlerin farklılığı sebebiyle, sanki başka bir hakîkate sâhibler ve mahiyyetleri muhteliftir. Ortaklık sadece isim ve sûrettedir. Toprağın o temiz âlemle ne alâkası, benzerliği olur ki! 

Kaynak: (Mektûbât-ı Ma'sûmiyye
3.cild,16.mektûb)

Muhammed Ma'sûm Fârûkî "kuddise sirruh"

Murad odur ki bir an rabbinden gafil olmaya

 Sultan-ı vakt Şeyh Ebû Saîd Ebûl-Hayr'a (kuddise sirruh), fülan kimse su üstünde yürüyor, dediklerinde: " Kolaydır, kurbağa ve kuşlarda su üstünde gezerler" buyurdu. Filân şahıs havada uçuyor dediler. "Çaylak ve sinek de havada uçar" buyurdu. Falan kimse bir anda bir şehirden başka şehre varır dediklerinde: "Şeytanda bir nefeste doğudan batıya varır. Bu gibi şeylerin kıymeti yoktur. Murâd oldur ki, halkın arasında bulunup, alışveriş yapıp, evlenip ve insanlara karıştığı hâlde, bir an Rabbinden gafil olmaya" buyurdular.

Hüseyin Hilmi Işık Efendi'nin bir talebesinin hatıra defterine yazdıkları satırlar

 Kuleli'de Erdoğan isimli bir talebenin hâtıra defterine yazdıkları satırlar:

Devrân-ı bekâ çu bâdı sahrâ bi-güzeşt

Tılhî ve hoşî zişt ü zibâ bi-güzeşt

Pendaşt sitemger ki sitem ber mâ kerd

Der gerdeni o bemâned ü net mâ bi-güzeşt

Sana lüzumlu ve faydalı olarak bir şey yazmak için kalemi elime alınca hatırıma evvelâ bir büyük müslimânın yukarıda yazdığı beytleri geldi. Her satırında yerleşdirilmiş kıymetli inci dânelerini senin bu hazîne-i evrâkında mevkii ihtiramda saklayacağına inandığım için emânet ediyorum.

Bu büyük müslimân [Sa'dî Şirâzî] diyor ki:

"İnsanların dünyâdaki yaşama zemânı, bu dünyânın ömrüne bakınca ve Cennet ni'metlerinin sonsuzluğuna ve Cehennem azâbının bitmez tükenmezliğine göre o kadar kısadır ki, sahrâda esen rüzgâr gibi çabuk geçmekdedir. Ve hayâtın bütün acılıkları, lezzetleri, çirkinlikleri ve güzellikleri böyle esip geçer. Bu kadarcık bir zemân için azıp, etrâfındakilere çatanlar, herkesin hayâtına, ahlâkına, iffetine, mukaddesâtına, dinine,îmânına saldıran zâlimler, alçaklar, işlerini başardıklarını, hâkim ve kahraman olduklarını sanırlar. Onlar bilmiş olsunlar ki, bütün bu kötülükleri kendilerinde kalıp, cezâlarını çekmek üzere Cehenneme gideceklerdir."

Dünyânın çeşitli cilvelerini görmüş olan bu büyük müslimânın, hayâtı çok güzel anlatan beytlerini her zemân oku,düşün; düşündükçe derinliklerinden, daha pek çok mânâlar, dersler ve nasîhatler çıkarırsın.

O halde hayâtın geniş ve karanlık deryâsında karşına çıkacak sert, soğuk ve çetin dalgalara kendini kaptırma! Kendine güvenerek, iyi yüzerek, atalarından aldığın emâneti, yâdigârı, elinden kaçırmadan selâmet sâhiline, ebedî seâdete kavuş!

Kendi hazırladığım bu siyah mürekkeb çizgilerinin bozuk kıvrımlarını her gördüğün zemân beni hatırla ve rûhuma bir fâtiha oku. Bunun sevâbı bana erişdiği zemân, bütün dünyâ kıymetlerinin üstünde bir hediyye olacakdır. Buna inanıyorum, sen de inan.

12 Ramezân 1374-1955

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsan, *Hediye* vereceği kişiyi *Tanır*, *Bilir* ve hediyeyi *Ona* verir. Rastgele *Kimse*’ye vermez efendim. 


Bu zamânın *Cihâd*’ı, birine bir *Kitap* vermekdir kardeşim. Bu kitaplar bizim değil ki. *Ehl-i sünnet âlimleri*’nin sözleri, kelâmları bunlar. 


Bu kitapları okuyan, hem *Dîn*’ini doğru öğrenir. Hem de bu *Büyükler*’in rûhâniyetlerinden *Feyz* alır. Binâenaleyh, bunları dağıtmak, bir kişiye daha ulaşdırmak, *Cihad*’dır. 


Yâhut gazetemize, bir kişiyi daha *Abone* yapmak, fiilen *Cihâd* yapmak demekdir. Her asrın, hizmet şartları, hizmet aracı *Farklı*’dır. 


Bu asrın aracı, vâsıtası, *Güleryüz*’lü ve *Tatlıdil*’li olmakdır. Çünkü *Sertliğe*, tahammül yok şimdi. *Kızmak* ve *Öfkelenmek* zamânı geçdi. 


*Ölüm* ve sonrasına hazırlananın, dünyâsı da *Mâmur* olur, âhireti de. *Ölüm* ve sonrasını unutanların, dünyâsı da *Hüsrân*’dır, âhireti de. 


Bu gün insanları frenliyecek tek şey *Tezekkür-i mevt*’dir. Yâni ölümü düşünmekdir. Ölümü düşünmek, ömrü *Uzatır* kardeşim. 


Ehl-i sünnet demek, *Muhabbet* demekdir, *Sevgi* demekdir. Birbirlerini sevmiyenler, *Ehl-i sünnet* olamazlar, Nasıl sevecekler birbirlerini? *Eshâb-ı kirâm*, Peygamberimizi *Nasıl* sevdilerse, öyle. 


*Ömür* belli, *Nefes*’ler sayılı. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; *Ecel, bir an gecikmez ve vaktinden önce de gelmez!* buyuruyor. 


Mü’min, *Ölüm*’den korkmaz efendim. Kâfirler *Korkar*, ölümden kaçarlar. Bahsedilmesine bile *Tahammül* edemezler. Ama mü’min, ölümü *Sever* efendim. 


Niçin sever? Çünkü ölünce *Rabbi*’ne kavuşacak. Ne buyurmuş büyükler: *Ölüm, sevgiliyi sevgiliye kavuşduran bir köprüdür!* 


Sonra hadîs-i şerîf var; *Mü’minin kabri, Cennet bahçesidir!* buyuruluyor. İnsan *Cennet* bahçesine girmek istemez mi? Kâfirlerin kabri ise *Cehennem çukuru*’dur, Allah korusun!

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Sünnet* demek, *Yol* demek, yâni *Îtikâd*’da ve *Amel*’de *Ehl-i sünnet* yolu demekdir. Ehl-i sünnet vel cemâatin tutduğu *Yol*. Peki nerden öğreneceğiz bu yolu? 


İşte bizim *Kitap*’larımız, bunu yazıyor, bunu bildiriyor. Kur’ân-ı kerîmin *Mânâ*’sını anlamak istiyen, *Mezheb imâm*’larının kitaplarını okumalıdır kardeşim. 


Başka kitaplardan *Kur’ân-ı kerîm*’in mânâsı anlaşılmaz. Niçin *Mezheb imâm*’larının kitaplarından öğrenmeliyiz? 


Çünkü mezheb imâmları, kitaplarına yazdıklarını, doğrudan *Eshâb-ı kirâm*’dan veyâhut da kendi *Hocalar*’ından yâni hocaları vâsıtasıyla *Eshâb-ı kirâm*’dan almış ve yazmışlardır. 


Eshâb-ı kirâm da, doğrudan *Resûlullah Efendimiz*’den işitip aldılar. Velhâsıl bütün bu yazılanlar, hep Resûlullah Efendimizden öğrenilen *Bilgiler*’dir.


Onun için Kur’ân-ı kerîmin *Mânâ*’sı, bu zamanda ancak *Fıkh kitapları*’nı okuyarak anlaşılır. Yetmiş iki fırka, hep kendi *Kafa*’larına göre *Mânâ* vermiş, Cehenneme gitmişlerdir. 

● ● ● 

Efendimiz aleyhisselâm ekseriyâ elinde *Asâ* taşırdı. bir gün *Kum*’lu bir arâzide, elindeki asâ ile, yere düz bir *Çizgi* çekdi. 


O çizginin sağına ve soluna da, *Balık kılçığı* gibi eğik çizgiler çizdi ve *Ey Eshâbım, yerde çizdiğim şu doğru çizgi, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yoldur*, buyurdu.


Sonra yanındaki balık kılçığı gibi olan *Eğri* çizgileri gösterip; *Bunlar da bozuk yollardır. Doğru yol, tekdir. Geriye kalan yetmiş iki yol, bozukdur*, buyurdu. 


Eshâb-ı kirâm efendilerimiz bir gün; *Yâ Resûlallah! Doğru yol hangi yoldur?* diye sordular. Peygamber aleyhisselâm cevap olarak; *Mâ ene aleyhi ve eshâbî*, buyurdu.


Ne demek bu? *Mâ*, o yol, şu yoldur ki: *Ene aleyhi*, ben o yol üzerindeyim. Yâni doğru yol, benim bulunduğum yoldur. *Ve eshâbî* ve eshâbımın bulunduğu *Yol*’dur. 


Benim ve eshâbımın yolunda bulunanlar, *Doğru yolda*’dırlar ve bunlar, *Allah*’ın *Sevgi*’sine kavuşurlar. Diğerleri *Sapık yol*’dur ki, bunlar *Yetmişiki* fırkadır ve hepsi *Cehennemlik*'dir. 


Efendimiz aleyhisselâm buyurdu ki: Benden sonra bir zaman gelecek ki: *Setefteruku ümmetî*, ümmetim fırkalara ayrılacak, bölünecek. 


*Selâsete seb’îne*, yâni yetmişüç fırkaya ayrılacak. Ama *Müslümân*’lar ayrılacak, *Kâfir*’ler değil. Kâfirler hasâba dâhil değil. *Müslümân*’ım diyenler, yâni *Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah* diyenler.


Bunlar, yetmişüç fırkaya ayrılacak. *Küllühüm finnâr*, bu yetmişüç fırkanın yetmişikisi Cehenneme gidecek. *İllâ firkaten vâhideten*, yalnız tek bir fırka müstesnâ. 


Onlar Cehenneme gitmiyecek. O fırkada olanlar *Cennet*’e gidecek. *Kâlû*, Eshâb-ı kirâm, Peygamber aleyhisselâma sordular: 


*Menhüm yâ Resûlallah?* O tek fırka hangi fırkadır yâ Resûlallah? *Kâle*, Efendimiz buyurdu ki: 


*Hüm*, onlar şu yoldadırlar ki: *Mâ ene aleyhi*, ben o yoldayım. Yâni benim bulunduğum yolda olanlardır, *Ve Eshâbî*, ve benim Eshâbımın yolunda bulunanlardır. 


Efendimiz aleyhisselâm buyurdu ki: *Benim ve eshâbımın yolunda olan o tek fırka, Cehennemden kurtulacak, geri kalan yetmişiki fırka ise Cehenneme gidecekdir*. 


Bu yetmişiki fırkada olanlar da *Müslümân*’dır, ama *Îtikad*’ları bozuk olduğu için, onlar muhakkak *Cehennem*’e gidecekler. Fakat müslümân oldukları için Cehennemde *Sonsuz* kalmıyacaklar. Tekrar çıkıp *Cennet*’e gidecekler.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Teveccüh* demek, *Sevmek* demekdir. Sevgiyi kimseden esirgemeyin, *Sevilmek* istiyorsanız, evvelâ *Sevme*’yi öğrenin. Kimsede hatâ, kusûr aramayın. Çünkü başkasında *Kusûr* arıyan, sevgiden mahrumdur 


*Dünyâ menfaati*'ni öne süren kimse, her şeyden *Mahrum*’dur, *Allah* sevgisi var ya, o yeter, *Peygamber* sevgisi yeter. *Büyükler*’in sevgisi yeter. Bunlar varken, başka şeye ne lüzum var? 


Bir gün *Sarhoş*’un biri meyhâneden çıkmış, sallana sallana giderken, bir *Dergâh*’ın önünden geçmiş. O da, *Abdülkâdir Geylânî* hazretlerinin dergâhı imiş. İçerden tatlı tatlı *Sesler* geliyormuş. 


Sarhoşun hoşuna gitmiş, pencereler alçakmış, yanaşmış, *Başını* pencereden içeri sokup bakmış. *Zikr*’eden çocukları görmüş ve içinden; 


*Yâ Rabbî, bunlar senin ne güzel kulların, ne güzel seni zikrediyorlar*, demiş. Ve ayrılıp evine gitmiş, o gece de ölmüş efendim. Namazını kılıp defnetmişler. 


Melekler gelmişler, hesap kitap, *Günah*’ları pek çok. Alıp Cehenneme doğru götürürlerken, *Gavs-ı âzam* önlerini kesmiş, *Durun! Onu nereye götürüyorsunuz?* demiş. 


Melekler; *Yâ Gavs, biz emir kuluyuz, günâhları ağır geldi, Cehenneme götürüyoruz*, demişler. Gavs-ı âzam; *Benim talebelerime sevgiyle bakan gözleri ve o başı size vermem. Vücûdunu alın, götürün!* demiş. 


Melekler; yâ *Gavs*, hiç böyle şey olur mu, *Başı* sende, *Vücûdu* bizde? demişler. 


Gavs; *O zaman Cenâb-ı Hakka arz edin, ne buyurursa öyle yapın!* demiş. 


Arz ediyorlar, Cenâb-ı Hak; *Baş nereye, vücûd da oraya!* buyuruyor. Ve o kişiyi Cennete götürüyorlar efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir *Büyük zât*’ın kabrine gitdiğiniz zaman, onu *Kabr*’in içinde düşünmeyin kardeşim. Onu, *Arş-ı âlâ*’da düşünün. 


Aksi hâlde *İstifâde* edemezsiniz. Evet, kabirle *İlgisi* var. Bedeni kabirde çünkü. Ama *Rûh*’u, *Arş-ı âlâ*’da. Kabirden istifâde etmek çok *Zor*’dur 


Bir kere o *Zâtı*, kabrin içinde yatmış vaziyetde düşünmek olmaz. Evet *Kabir*’le irtibâtı var. Ama o zât, *Ceset* demek değil ki. İnsan demek, *Rûh* demekdir. *Rûh* da *Arş*’dadır. Böyle düşünülürse, *Feyz* alınır. 


Biz kabre *Niçin* gidiyoruz? O büyük zât ile *Bağlantı* kurmak için. Çünkü o zâtın *Rûh*’u, kabirdeki *Beden*’iyle irtibâtlıdır. Rûh, aslında *Arş-ı âlâ*’dadır. Onun için, o zâtı *Arş*’da düşünün.


Kabrine gitdiğiniz zaman, sizi mutlaka *Tanıdığı*’na, sizi *Gördüğü*’ne, duâlarınızı *İşitdiği*’ne inanarak gidin. O zaman *İstifâde* edersiniz. 


Bu yolda, *Kabir*’de olanla, kabir yoluyla olgunlaşmak *Mümkün* değildir. Bizzât *Görmek* ve *Görüşmek* lâzım. Meselâ *Selmân-ı Fârisî* hazretleri, Peygamberimizin eshâbı idi. 


Tasavvufda mükemmeldi. Ama Peygamber aleyhisselâm *Vefât* edince, *Ebû Bekr-i Sıddîk*’ın *Talebe*’si oldu. Hâlbuki Peygamber Efendimizden alacağını *Almışdı*. Ama Efendimizle bizzât *Temâsı* yokdu artık. 


Görüşmek *Yok*’du. Onun için *Ebû Bekr-i Sıddîk*’a gitdi? Ona *Talebe* oldu. Niçin? O *Noksan*’lığı tamamlamak için. O noksanlık da, bizzât *Temas* idi. Temas olmazsa, *Kemâl* olmaz kardeşim. 


*İlim*’den maksad, hâllenmekdir. *İlm-i hâl* diyoruz ya, *Hâl ilmi*. İki kelimedir o. Biri *İlim*, ikincisi *Hâl*. Yâni o ilmi, *Hâl'e* çevirmek, bilfiil *Yaşamak*. 


O mânâda *İlmihâl* diyoruz. Onun için büyüklerimiz, *Lisân-ı hâl, lisân-ı kâl’den entakdır*, buyurmuşlar. 


Yâni insanın *Yaşayış* şekli, *Hâli*, *Tavrı*, *Güzel ahlâkı*, lisânla anlatmasından çok daha *Etkili*’dir, çok daha *Te’sîrli*’dir.

Yâdigâr mektûblar 34.mektûb

 17 Teşrîn-i Evvel [Ekim] 958 ve Rebîü'l-Âhir 1378

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Fahreddin Bey

Tarihsiz mektûbunuz bugün elime vâsıl oldu. Sıhhat ve selâmetde olduğunuza çok memnûn oldum. Cenâb-ı Hak din ve dünyânızı ma'mûr eylesin. Evet, hadîs-i şerîfde haber verilen gurbet [garîblik] zemânı bu zemândır ve Cennet ile müjdelenen âhir zemân garîbleri bizleriz. Sabr etmek, dost ve düşman herkesle iyi geçinmek, herkese nasîhat vermek, nasîhat kabûl etmeyenlerden ictinâb etmek [kaçınmak], fakat kimseyi gücendirmemek lâzımdır.

Bugün Bozkurt Kitâbevi'ne telefon etdim. Seâdet-i Ebediyye birinci kısım ikinci baskı Ankara'da Muhsin Kitâbevi'ne yeni gönderdik dediler. Alıp okuyun ve her müslimâna tavsiye edin; cihâd sevâbı kazanırsınız.

Her sıkıntının sonu ferâhlıkdır. Sıkıntı zemânında yapılan ibâdetin sevâbı daha çokdur. Sizler bu meslekde çok kimselerin salâhına ve necâtına [iyiliğine ve kurtuluşuna] sebeb olup çok sevâb kazanacaksınız.

Enbiyâ ve evliyâ ufak bir gafleti kusûr addeder ve istiğfar eder. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem her gün yetmiş kere istiğfar ederlerdi. Derecesi ve ilmi çok olan, kusûr ve günâhını çok görür. Bizim gibi câhiller kendimizi kusûrsuz sanırız. Onların kusûr ve hatâları, bizim sevâb ve ta'atlarımızdan daha kıymetlidir. Onlar ma'rifet-i ilâhîde, sonsuz seyrde,nihâyetsiz terakkide olan derecelerini kusûr addederler. Ve afv dilerler.

Âkif [Güler] Bey'e ve diğer kardeşlerime selâm ve duâlar eder hepinizin duâlarınızı beklerim kardeşim.

Hüseyn Hilmi Işık

Fatih, Şeyh Resmî Mahallesi, Müstekîmzade Sokak, Numara: 23

Yâdigâr mektûblar 32.mektûb

 Selâmün aleyküm kıymetli kardeşim Fahri Bey

İyd-i sa'îd-i adhânın [mübarek kurban bayramının] hakkımızda ve cümle ehl-i îmân hakkında mübârek olmasını âcizane duâ ederim. Cenâb-ı Hak din ve dünyânızı ma'mûr eylesin.

Kardeşiniz radyoculukdan vazgeçib, yalnız elektrikçilik yapsın. Radyoculuk parası harâm olmasa bile, hayırlı olmaz, bereketli olmaz. Cenâb-ı Hak, Rezzâk'dır. Ondan hayırlı ve halâl rızk taleb etmeli ve halâl iş aramalıyız.

1- Elde mevcûd radyo malzemesini gayr-i müslim vatandaşlara satınız. Onlara şerâb için üzüm satılır.

2- Radyoculuk parası, şerâb,kumar,fâiz gibi sâfî harâm değildir. Mürtedlerden, gayri müslimlerden alınan para halâl olup,müslimânlardan alınan radyo parası mekrûhdur. Hepsinin karışımı halâle pek yakındır, fakat hayırsız ve bereketsizdir. Sermâyeyi ve malzemeyi sarf ve ziyân etmeyib, halâl ve tayyib bir san'ata sermâye yapınız.

3- Borç ödemek farzdır. Mekrûh paradan da ödemelidir. Alana da, ödeyene de günâh olmaz. Kardeşiniz size itâat ederse ne a'lâ! İtâat etmezse tazyîk etmeyiniz. Fitneye sebeb olmayınız. Tatlı söyleyiniz. [1957]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Kötü arkadaş*, Nefs’den çok daha *Tehlikeli*’dir. Sonra kötü arkadaş, yalnız *İnsan*’dan olmaz. Ahlâk bozan ne varsa, hepsi *Kötü arkadaş*’dır. 


Meselâ Gazete, kitap, dergi, hattâ filim, radyo, televizyon, bunlar *Zararlı* ise, hepsi de *Kötü arkadaş*’dır. 


Gerçek *Dost*, seninle aynı *Îmânı* paylaşan, aynı *Şey*’e inanan, aynı *Zât*’a muhabbeti olan kimselerdir.


Yine gerçek *Dost*, aynı *Kaynak*’dan istifâde eden, ehl-i sünnet vel cemâatın *Kitapları*’nı okuyan ve okutan *Din kardeşi*’ndir. 


Senin, ondan başka *Dost*’un yokdur. Onun için *Dost* seçerken çok dikkat etmek lâzım kardeşim. Meselâ namaz kılmıyan biriyle *Arkadaş* olmak, çok *Tehlikeli*’dir. 


Neden? Çünkü bizim büyüklerimiz; *İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibidir*, buyuruyorlar.

● ● ● 

*Anne-baba* hakkı ödenmez kardeşim, çünkü daha dünyâya geldiği an, kulağına *Ezan* okuyor, *Allah* diyor. *Allahü ekber* diyor. 


Ötekiler ne yapıyor? *Kilise*’ye götürüyorlar, *Allah üçdür* diyorlar. Onu *Küfr*’e sürükliyorlar. Onun için en büyük *Mürşid*, anne-babadır, hakları ödenmez. 


Ve bir hadîs-i şerîf var, Peygamber aleyhisselâm; *Size iyilik edene teşekkür etmezseniz, Allahü teâlâya şükretmiş olamazsınız*, buyuruyor. 


Kardeşim, Mektûbât *6* *Cild*’dir. *3* cild *İmâm-ı Rabbânî* hazretlerinin, *3* cild de *Mehmed Masûm* hazretlerinin. 


Bu *6* cild *Mektûbât*’ın özeti, *İki cümle*’dir, sâdece iki cümle. Bu kadar mektupların hülâsası, *İki cümle*’dir. 


Birincisi; *Şerîat-i Muhammediyyeye imtisâl*. Yâni Allahü teâlânın dînine, islâmiyete sarılmak, onu *Öğrenmek* ve *Tatbîk* etmek. 


İkincisi; *Şeyh-i muktedâya muhabbet*. Yâni dînini kimden öğreniyorsan, ona *Sevgi*, *Saygı* ve *Muhabbet* beslemek.

Kurtulmamak ihtimali yoktur

 Bir *Mü’min*, islâmiyetin tamâmını *Bilse* ve *Tatbîk* etse, kurtulmak *İhtimâli* vardır. Fakat bir *Mürşid-i kâmili* tanımış ve sevmişse, onun kurtulmamak *İhtimâli* yokdur,

Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî (kuddise sirruh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki*:


*Türk-İslâm* âleminde en büyük İslâm âlimi *İmâm-ı Birgivî* hazretlerdir. Kitapları var efendim. Fakat bir *Mürşid-i kâmil* görmediği için *Hatâ* işlemiş. Kitâbının bir sayfasında vehhâbîliği methetmiş. 


Evet, *Vehhâbî* olarak değil, ama *Îzâhı* bunu gösteriyor. Demek ki, bir *Mürşidi* olmıyan, *Hatâ* yapabiliyor. Onun için Efendi hazretleri ne derdi? 


Bir *Mü’min*, islâmiyetin tamâmını *Bilse* ve *Tatbîk* etse, kurtulmak *İhtimâli* vardır. Fakat bir *Mürşid-i kâmili* tanımış ve sevmişse, onun kurtulmamak *İhtimâli* yokdur, buyururdu. 


Bir kimse, *Allah rızâsı* için size bir şey sorarsa, siz de *Allah rızâsı* için cevap verirseniz, velev ki *Yanlış* cevap verseniz de, Allahü teâlâ, onu *Doğrultur* kardeşim. Yâni netîcesi *Hayrlı* olur. 


Niçin? Çünkü esas olan, *İhlâs*’dır, *Niyet*’dir. Siz *Allah için* cevap verdiniz, niyetiniz *Hâlis*. Eğer nefsinize uygun cevap verseydiniz, doğru da olsa, *Yanlış* olurdu. 


Çünkü *Allah için* olmadı, *Nefs için* oldu. Onun için bizim arkadaşların yapdığı işler, hep *İsâbet*’lidir. Hepimiz aynı *Gemide*’yiz kardeşim. 


Bir gün Peygamber aleyhisselâma sordular, dediler ki: *Yâ Resûlallah, en efdâl ibâdet nedir?* Buyurdu ki: *Kelime-i tevhîd* söylemekdir. Yâni *Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah* demekdir. 


Bir başka zaman da sordular. Buyurdu ki: *Namaz kılmak*’dır. Bir başka zaman yine sordular. *Allahın dînini yaymak*’dır, buyurdu. 


Peki, aynı suâle niçin değişik cevaplar verdi? Cevâbı şöyledir ki; *Her suâle verilen cevap, o zamânın şartlarına uygun olarak verilmişdir*. 


Yâni namâzın *Terk* edildiği zaman, en efdâl ibâdet, *Namaz*’dır. Cihâdın terk edildiği zaman en iyi ibâdet, *Allahın dînini yaymak*’dır. 


Hiç kimsenin *Îmân* etmediği bir zamanda en efdâl ibâdet, *Kelime-i tevhîd* söylemekdir.

Yâdigâr mektûblar 30.mektûb

 12 Zilka'de 1376 [11.6.1957] Salı

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Fahreddin

Mektûbunuzu aldım, inci gibi dizmiş olduğunuz o güzel yazınızı zevkle okudum. Fârisî çalışmanıza çok memnûn oldum.

Sizlerin muhabere veya topçu veya motorlu vâsıtalara ayrılmanız çok isâbetli olur. San'at bulunan mesleği tercih etmek lâzımdır. [Abdülhakîm Efendi'nin ehibbâsından] Cevad [Yücemen] Bey bu sene hacca gidiyor. Bu perşembe günü Ankara'ya gideceğini haber aldım. Perşembeye kadar kendisini görmeye gayret edeceğim veya mektûbunuzu birisi ile kendisine vereceğim. Siz orada Faruk [Işık] Bey'i bulunuz. Faruk Bey, Cevad Bey'in dünürüdür. Cevad Bey'e, Faruk Bey söylesin veya Faruk Bey'in oğlu Nevzad Bey'i, Faruk Bey'den adresi alarak bulunuz. Nevzad Bey, Yüzbaşı Celâl Bulutlar'ın bacanağıdır. Hanımı kız kardeşine söylesin veya Nevzad Bey, Celâl Bey'e söylesin.

Faruk Bey ve Nevzad Bey mübârek insanlardır. Hayr ve kerem sâhibleridir. Sizin gibi temiz ve müslimân kardeşlere her dürlü yardımı ve iyiliği seve seve yaparlar, onlardan çekinmeyiniz. Faruk Bey'e gidiniz, elini öpünüz. O sizi mahrûm bırakmaz. Herhalde gidiniz, benden de selâm söyleyiniz. Mübârek ellerinden öperim. Îcâb ederse diş tabibi Sabri [Gökkaya] Bey'e de söyleyiniz. Onlar Celâl Bey'e muhakkak yapdırırlar.

3 gün evvel Dil Tarih Fakültesi'ne Süleymân'a [Kuku] mektûb gönderdim. Zarfın içinde Ali [Karaduman] ve Câhid'e [Atasaral] de yazdığım ayrı kağıd var. Süleymân memleketine gitti ise mektûbu Ali ve Câhid alsın. Onlar da yok ise siz alınız. Fakültede kalmasın. Birisinin eline geçmesin.

Abdülhakîm ile iki ay, ilk mekteb derslerine çalışdık. Meârife istid'â verdim. Bir ilk mektebde imtihâna iştirak ettirdiler. Lehülhamd iyi derece ile ilk mekteb şehâdetnâmesini aldı. İkimizde yorulduk. Bir hafta istirâhatdan sonra tekrar derslerine devâm edeceğiz.

Seâdet-i Ebediyye risâlesinin ikinci kısım müsveddeleri hazır. İkrâmiye alınca matbaaya vereceğim, basılacak. İki ay sonra basılmış olur. Bakalım kağıd bulabilecek miyim?

Fârisî Vikâye şerhi var. Birisi (Germîrî) ismi ile meşhur olup İstanbul'da tab' edilmişdir. Bayezid'deki kitâbcılarda ve belki Ankara'daki Muhsin Efendi de vardır. İkinci Vikâye şerhi Hindistan'da basılmışdır. [Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin talebesi Abdülhak Sücâdil Serhendî'nindir.] Bende ikisi de var. Çok güzeldirler. Fârisî Hüseyn Vâiz tefsîri de güzeldir. [Tefsir-i Hüseynî]. Hepinize din ve dünyâ seâdeti için duâ ederim kardeşim.

Hâceniz Hüseyn Hilmi Işık

Doğru söylemiş ama noksan söylemiş

 Yusuf Ziya Bey isimli bir talebesi Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine gelip “Ben bugün Bayezid Câmii’nde bir vâiz dinledim. Ağzında kaplama dişi olanların guslü sahih olmaz. Binaenaleyh cünüplükten kurtulmazlar” dediğini nakletmiş. Abdülhakîm Efendi ise, “Doğru söylemiş, ama noksan söylemiş. Eğer Şâfiî mezhebini taklid ederse cünüplükten kurtulur” buyurmuş. Abdülhakîm Efendi’nin talebelerinden Hüseyn Hilmi Işık Efendi de hocasının bu fetvâsını nakleder. Nitekim Seyyid Abdülhakim Efendi, Namaz Risalesi isimli eserinde “Ağzın ve burnun içini yıkamak, yani buralara suyu İsal etmek Şâfiîde farz değildir. Hanefi mezhebinde ise, buralara suyu İsal etmek farzdır. Bunun içindir ki hanefi mezhebinde olanlar, dişlerini kaplatamazlar ve doldurtamazlar. Çünkü, buralara su isabet etmez. Dişini kaplatan veya doldurtan, Şâfiî mezhebini taklit eder” buyurmaktadır. Yine Seyyid Abdülhakim Efendi’nin talebelerinden merhum Necip Fazıl Kısakürek Bey de, İman ve İslam Atlası isimli kitabının 79 ve 80. sayfalarında diş dolgusu meselesini bu şekilde anlatmaktadır.

Necip Fazıl'ı şaşkınlığa uğratan vaaz

 Ramazan Ayvallı, Şair Necip Fazıl ile ilgili bir hatırasını şöyle anlattı: “Üstad Necip Fazıl'dan bizzat dinledim. Merhum Abdulhakim Efendi Süleymaniye Camii'nde vaaz vermektedir. Necip Fazıl da 10 soru yazar ve soruları cebine koyup Süleymaniye Camii'ne gider. Vaazdan sonra soruları kendisine soracaktır. Ancak, Arvasi Hazretleri vaazı sırasında Necip Fazıl'ın sorularını birinciden başlamak üzere tek tek cevaplandırmaktadır. Üstad bir ara (acaba soruları cebimden düşürdüm de eline mi geçti?) diye şüphelenir. Cebine bakar soru kâğıdı yerinde durmaktadır.

Bizi seven imânsız gitmez

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:

Bizi seven, *Îmân*’sız gitmez kardeşim. Çünkü bizi seven, Efendi hazretlerini sever. 
*Efendi*’yi seven de *Seyyid Fehîm* hazretlerini sever, bu böyle Resûlullaha kadar gider. Bu yol, *Ehl-i sünnet* yoludur efendim. Ne demek ehl-i sünnet? 


Yâni Resûlullahın ve Onun eshâbının *Yolu*’nda giden demekdir, Tek kurtuluş *Fırkası* da budur. Diğer yetmiş iki *Fırka*, Cehenneme gidecek, *Îtikad* bozukluğu kadar yandıkdan sonra, çıkıp Cennete gidecekler. 


Bu büyükleri *Tanımak*, sonra *Sevmek* sonra da onlara *Tâbi* olmak lâzımdır. Bu, Allahü teâlânın bir kuluna vereceği en büyük *Ni’met*’dir efendim. En büyük *Şeref*’dir. 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Îmân* çok hassasdır kardeşim. Bir kelimeyle *Gelir*, bir kelimeyle *Gider*. İslâmiyetin bir emrini hafife almak ve *Küfr*’e sebep olan bir kelimeyi söylemek, *Îmân*’ı götürür. Bir *Tövbe* etmekle de *Geri* gelir. 


Öyleyse *Mü’min*, rastgele yaşıyamaz. Mü’minin en büyük korkusu, *Îmân*’ını çaldırmak olmalıdır, Bizi seven, *Îmân*’sız gitmez kardeşim. Çünkü bizi seven, Efendi hazretlerini sever. 


*Efendi*’yi seven de *Seyyid Fehîm* hazretlerini sever, bu böyle Resûlullaha kadar gider. Bu yol, *Ehl-i sünnet* yoludur efendim. Ne demek ehl-i sünnet? 


Yâni Resûlullahın ve Onun eshâbının *Yolu*’nda giden demekdir, Tek kurtuluş *Fırkası* da budur. Diğer yetmiş iki *Fırka*, Cehenneme gidecek, *Îtikad* bozukluğu kadar yandıkdan sonra, çıkıp Cennete gidecekler. 


Bu büyükleri *Tanımak*, sonra *Sevmek* sonra da onlara *Tâbi* olmak lâzımdır. Bu, Allahü teâlânın bir kuluna vereceği en büyük *Ni’met*’dir efendim. En büyük *Şeref*’dir. 


Hattâ bu *Büyükler*’i tanıyıp, bu büyüklere *Muhabbet* besleyip de, başka yerlerde, başka *Şeref*’ler aramaya kalkan, açıkçası *Şerefsiz*’dir. Çünkü en büyük şeref, budur. 


*Eshâb-ı kirâm* efendilerimiz, Eshâb-ı kirâm olduktan sonra hiçbir şeye *Kıymet* vermediler. Çünkü en büyük *Şeref*’e kavuşmuşlardı. 


Kardeşim, yalnız *Çanakkale*’de, 250 bin üniversiteli *Genç*, tıbbiye’den, mühendislik’den, bütün bu gençleri topladılar, Çanakkale’de hepsi *Şehîd* oldu. 


Neden? *Küffâr içeri girmesin* diye. Bu vatan toprağına, *Kâfir ayağı* değmesin diye. 


Ecdâdımız, dedelerimiz, hep bu *Îmân-Küfr* mücâdelesinde *Şehîd* düştüler. Velhâsıl, biz *Hazıra* konduk kardeşim. 


Ama bunun kıymetini bilmezsek, *Hesâb*’ı sorulur yârın âhiretde. O hesap da *Ağır* olur, cevâbı verilemez. Bunun da tek *Çâresi* var. Mâdem ki bu *Bayrak* bizim elimize kadar gelmişdir. 


1400 seneden beri, *Kan*’la, *Mal*’la, *Can*’la gelmişdir. Eğer bu bayrak, bizden sonraki nesle aktarılmazsa, çok *Kötü* olur.


Bizden sonraki gençlik, bizim *Evlâtlar*’ımız, *Torunlar*’ımız, İslâmiyetden *Habersiz* olurlarsa, daha doğrusu islâmiyeti doğru olarak öğrenemezlerse, *Âhiret*’te, cevâbını veremeyiz kardeşim.

Seyyid Muhammed Kutb-ul Arvasi’nin (kuddise sirruhu) Van/BahçesarayArvas köyündeki kabri şerifi


Seyyid Muhammed Kutb-ul Arvasi’nin (kuddise sirruhu) Van/BahçesarayArvas köyündeki kabri. Kabir Ermenilerce tahrip edilmek istenirken, Allahu Teala’nın inayetiyle kaya kütlesi kabrin üzerine yuvarlanmış,naaş saldırıdan korunmuştur.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *Büyük* lerin sözlerine lâyık olalım inşallah, *Çok konuşan* bir kimsenin, aklının *Az* olduğu anlaşılır. Ancak *Büyük* lerden anlatmak müstesnâdır. Türkçede bunun bir misâli var. 


Atalarımız; *Kelâmın fıdda ise sükûtun olsun zeheb!* buyurmuşlar, *Fıdda*, gümüş demekdir, *Zeheb* de altın demekdir. Sözlerin *Gümüş* ise, sükûtun *Altın* olsun. 


Hele bu zamanda çok *Mühim* dir bu. Düşünerek konuşun kardeşim. Ben hep düşünerek konuşuyorum. *Lüzûm* suz bir *Söz* söylemiyeceğiz. Hiçbir toplantıda, hiçbir yerde, hiçbir kimseye *Lüzûm* suz bir *Söz* söylemiyelim. 


Hele *Münâkaşa*, çok zararlıdır ve bizde *Yasak* dır. Bizim kitaplarımızda sık sık yazılı; Münâkaşa, *Dostla* da yapılmaz, *Düşman* la da yapılmaz. Çünkü dostla yapılırsa muhabbet *Azalır*, düşmanla yapılırsa düşmanlık *Artar*. 

● ● ● 

*Kandil* geceleri mübârekdir, *Cumâ* gecesi de mübârekdir. Bu iki gece bir araya gelince daha *Kıymetli* olur. Çok *İstiğfâr* etmek lâzım. Günâhlardan sakınmak lâzım. *Dargın* durmamak lâzım. 


Bu, çok mühim. *Üç* gün den fazlasına müsâde yok. Müslümân, *İçki* içmez, *Kumar* oynamaz, *Zinâ* etmez, ama farkında olmadan *Gıybet* edebilir. Bu gibi günâhlardan çok sakınmak lâzım. 


İnsanlar *Üç* sınıfdır kardeşim. Birincisi, *Hayvan* gibi olanlardır. Onların husûsiyyeti, *Benimki benim, seninki de benim!* derler. 


*Köpek* gibi yâni. Köpekler *Kemik* toplarlar ve gömerler. Bir daha toplarlar gene gömerler, bir daha toplarlar gene gömerler, sonra nereye gömdüğünü *Unutur* lar. 


Bir de *İnsan* sınıfı var. Bunlar; *Seninki senin, benimki benim!* der. 


Üçüncüsü ise *Müslümân* ahlâkında olanlardır. Bunlar; *Seninki senin, benimki de senin!* derler. Söylemesi kolay, yaşaması *Zor* dur 


*Hubb-ı fillâh* ve *Buğd-ı fillâh*, bu dînin esâsıdır kardeşim. Birbirimizi çok *Seveceğiz*, birbirimizin kusurlarımızı *Görmiyeceğiz*. Bunlar, bizim *Kitap* larımızda yazılı, *Büyük* ler böyle buyuruyorlar. 


Ne diyorlar: *Mü’minler, birbirinin arkasından (duâ) ederler, münâfıklar birbirinin arkasından (gıybet) ederler!* Büyüklerimiz böyle buyuruyor kardeşim.

Helal lokma yemeli

 ABDULLAH-I İSFEHÂNÎ (Kutbüddîn-i İsfehbezî) "rahmetullahi aleyh" hazretleri buyurdular ki;

 

İbâdetlerden lezzet alamamanın sebeplerinden biri de, haram ve şüpheli yemeklerdir. Eğer yenilen lokma şüpheli ise, ondan; hırs, şehvet, hased, adâvet, düşmanlık ve riyâ doğar. Büyüklerimiz buyurdular ki: "Kim şüpheli bir şey yerse, Allahü teâlâya giden yolu doğru olarak bulamaz. Kim haram yerse, kendisine o yol kapanır. Kim yemede isrâf ederse, kalbi kararır. Kim Allahü teâlâdan gâfil olarak yerse, kalbine kasvet gelir. O zaman ömrü boyunca yaptıkları boşa gider.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Hicret* de, Medîneli kadınlar, *Def* çalarak Efendimizi bekliyorlardı. *Peygamber* efendimiz, hazret-i *Ebû Bekr* ile Medîne’nin az ilerisinde, bir *Ağaç* altında dinleniyorlardı. 


Bir yehûdî onları gördü. Medîne’ye gelince; *Sizin beklediğiniz kişi, falan yerdedir!* dedi. Medîneliler, *Def* çalarak, *Şiir* ler okuyarak oraya koşdular. 


Şiirde; *Böyle güzel görmedik, ay doğdu üstümüze!* diyorlardı. Ağaç altında iki kişi gördüler. Biri biraz *Yaşlı*, biri dahâ *Genç* idi. 


Medîneliler, Peygamber Efendimizin dahâ *Yaşlı* olduğunu bildikleri için, yaşlı olana *Hürmet* ediyor, Ona *Saygı* gösteriyorlardı. 


Ama biraz sonra güneş gelince, *Yaşlı* görünen hemen kalkıp, *Genç* görünenin üzerine doğru eğildi, güneşden râhatsız olmasın diye *Gölge* etdi Ona. 


O zaman anladılar ki, *Genç* görünen, Peygamber efendimizdir. Aslında Peygamber Efendimiz, hazret-i Ebû Bekr’den dahâ *Yaşlı* idi.


Ama O, kimin yanında olursa olsun, dahâ *Genç* ve daha *Dinç* görünürdü efendim. 

● ● ● 

Müslümân olan bir *Cimri* nin, ilerde *Îmân* sız gitme tehlikesi vardır Allah korusun. *Cömert* olan kâfirinse, *Îmân* etme ihtimâli vardır. 


Ne kadar mühim kardeşim. *Hasîs* olan müslümânın, *Îmân* sız gitme tehlikesi var. Niçin? *Vermiyor* çünkü. *Vermeye* alışmamış.


Hâlbuki gün gelecek, *Canını* verecek. Canımızı vereceğiz. Öyleyse *Vermeye* alışalım kardeşim. Vermek *Güzel* şeydir. Allah, verenleri *Sever*, aksine cimriyi *Sevmez*. 


Niçin? Çünkü *Cimri*, vermeyi sevmez. Ölürken *Canını* da vermek istemez, onun için *Rûhu*’nu da *Zor* verir, Canı zor çıkar bedeninden, çok sıkıntılı olur. 


Ama *Cömert* öyle değil. O, vermeye alışıktır. Onun için canını da *Kolay* verir, bir sıkıntı olmaz.

Yâdigâr mektûblar 29.mektûb

 13 Cemâzi'l Âhire 1376 [14.1.1957]

Aleyküm selâm kıymetli kardeşim Fahri Bey

Ne güzel suâllerinizi hâvî olan mektûbunuzu okuyarak çok zevk aldım. Saf bir kalbin akisleri olan ifâdeleriniz rûhuma ferâhlık verdi. Ne yazık ki suâllerinizin hepsine şimdi cevâb yazamıyacağım. Hiç müsâid vaktim yok. Eshâb-ı Kirâm risâlesini bitirdim. Muzaffer'e [Özak] verdim. Fakat kâğıd olmadığı için basılamıyor. Kâğıd bulunca basdıracak. Şimdi Seâdet-i Ebediyye ikinci kısmı hazırlıyorum. Bütün fırsatlarımı ona hasr ettim. Bir aya kadar temâm olur. Bir tarafdan mekteb meşgûliyetim ve Abdülhakîm'in yetişdirilmesi beni çok yoruyor. Muhtelif yerlerden fazla mektûb da alıyorum. Hangisine cevâb vereceğimi şaşırdım. Siz yine mektûblarınızı yazınız. Çok memnûn olurum. Fakat cevâblarını bir müddet sonra yazabileceğim. Mektûblarınızı saklıyorum.

Semerâtü'l-Fuâd kitâbını yazan Sarı Abdullah Efendi 1071'de vefât etmişdir. Kitâbını daha evvel yazdığından İmâm-ı Rabbânî'yi yazacak, daha doğrusu duyacak zemân bulamamışdır. Zîra İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) 1034'de vefât etti. Nefahât ve Reşahât kitâbları ise İmâm-ı Rabbânî'den çok evveldir.

Bütün tarîkatlar İmâm-ı Ali'ye; Nakşibendiyye ise hem O'na, hem de Ebû Bekr radıyallahü anhümâya müntehî olur [ulaşır]. Semerâtü'l-Fuâd yalnız bir tarafını söylemiş; doğru söylemiş, fakat noksan söylemişdir. İlm-i ledünnî kapısı, evet İmâm-ı Ali'dir. İlm-i ledünnî, meârif-i vilâyetdir. Hâlbuki bir de kemâlât-i nübüvvet vardır ki onun menba'ı Ebû Bekr-i's-Sıddîk'dır. Kemâlât-ı nübüvvet,kemâlât-i vilâyetden kat kat ziyâdedir. Bütün tarîkler içinde yalnız Nakşibendî büyükleri kemâlât-ı nübüvvete varmışlardır. Diğer tarîkatların bunlardan haberleri olmadığı için, Ebû Bekr-i's-Sıddîk''ı da anlayamazlar. Onlar yalnız kemâlât-ı vilâyeti ve onun menba'ı olan İmâm-ı Ali'yi radıyallahü anh bilirler. Bunlar, Mektûbât'da çok uzun ve açık ve temâmen doyurucu olarak anlatılıyor.Herhalde Fârisî öğrenmeli ve Mektûbâtı okumalısınız. Bak o zemân her suâlinize orada kâfi cevâb bulursunuz. Nakşîlerde hem tarîk-i vilâyet, hem de tarîk-i nübüvvet vardır. Tarîk-i vilâyet bakımından Halvetî ile İmâm-ı Ali radıyallahü anh'da birleşirler. Fakat tarîk-i nübüvvetde daha yükselerek, yalnız Ebû Bekr radıyallahü anh kuyusundan kaynağından ererler. Başkaları Ebû Bekr radıyallahü anh'ın büyüklüğünü bilmediklerinden yalnız İmâm-ı Ali'yi medh ederler. Tabiî hakları var. Onlar tarîkat sarhoşu. Aşk, muhabbet insanı sağır ve kör yapar. Onlar ma'zurlardır. Semerâtü'l-Fuâd kitâbını yazan, Mektûbât'ı görse idi. Oradan bir şey tatsa idi, o zemân böyle yazmazdı. İmâm-ı Ali radıyallahü anh,vilâyet yolunun kemâlât-ı vilâyetin şâhıdır. Ebû Bekr Sıddık radıyallahü anh, kemâlât-ı nübüvvetin, nübüvvet yolunun şâhıdır. 

146'ncı sahîfedeki Melâmet'den maksâd,mubâhları irtikabdır [yapmaktır]. Riyâzet ve mücâhede yapmayıp herkes gibi mubâh lezzetlerle iştigaldir [uğraşmaktır]. Yoksa nemâzı terk değildir. Cemâ'ati terk değildir. Hakîkî Melâmi bunlardır. Bir de zındık Melâmîler vardır. Onlar günâh işler ve nemâzı terk eder. Onlar Semerâtü'l-Fuâd'da yazılı değildir.

146'ncı sahîfede yazılı zevât-i kirâm, daha evliyâlık derecesine varmamış, yalnız sulehâ-yı ümmetdendirler. Fakat herkes bunlara evliyâ zan etmişdir. Evliyâdaki deryâdan bunlara bir damla damlamış; şaşırmışlar, coşmuşlar, bir şeyler söylemişlerdir. Hâlbuki (Men arefellah kalle lisânühü) dür. [Allah'ı tanıyan, az söyler.] Hiçbir Sahâbe nemâzını kazâya bırakmazdı. Sadece vitri geç kılmalıdır. Ya"nî sülüs-ü âhirde [gecenin son üçte birinde].

Selâm ve duâlar ederim kardeşim.

Hakk’ı bilmeyen hayrı da bilmez

 Hakk’ı bilmeyen hayrı da bilmez.. Hayrı bilmeyen de şerden kurtulamaz. Binâenaleyh; hayrdan evvel Hakk’ı sev, şerden evvel Hakk’dan kork!..

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri

(Sevânih'ul Efkâr ve Sevâmih'ul Enzâr)

Hakk’ın mahkûmusun

 Düşün.. Lezzetin Hakk değilse ne hükmü vardır? Demek ki sen lezzet ve elemin değil, Hakk’ın mahkûmusun. Seni cidden mes’ud edecek lezzet, Hakk’ın tecellîsi olan lezzetdir. Seni cidden muzdarib edecek olan elem de Hakk’ın tecellîsi olan elemdir.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri

(Sevânih'ul Efkâr ve Sevâmih'ul Enzâr)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Süleymâniye câmiinin imâmı *Şevket Efendi* vardı. Bâyezid câmiinde, Pazartesi, Çarşamba günleri *Vaaz* ederdi. Talebeliğimde, sabah namâzına bâzen Süleymâniye’ye giderdim. 


Bir sabah namâzında, Şevket Efendi bir rekâtda, *Kâfirûne* yerine, *Kâfirîne* okudu. Selâm verince, cemâatden bâzıları; *Namâzı tekrar kılalım, yanlış oldu*, dediler. 


Şevket Efendi, onlara cevaben; *İkisi de kâfirler demekdir. Mânâ değişmez, iâdeye lüzûm yok!* dedi. Birkaç gün sonra Efendi hazretlerine geldiğimde, bunu kendilerine anlatdım.


Mübârek; *O namâzı hemen iâde et!* buyurdu. *Namaz olmadı, mânâ tersine döndü!* buyurdu. Ve şöyle îzâh etti: 


Evet, ikisi de *Kâfirler* demekdir, ama biri *Fâil*, diğeri *Mef’ûl* dür. Yâni biri *Etken*, diğeri *Edilgen* dir. 


Biri, *Kâfirler yapar!* diğeri, *Kâfirlere yapılır!* demekdir. Mânâ değişir, namaz bozulur, buyurdu.

● ● ● 

Bir kalp *Zikr* etse, o beden *Hasta* olmaz kardeşim. Kalp, kanı pompalarken; *Allah.. Allah..* diye atarsa, bütün hücreler de *Allah* der ve *Zikr* eder. Böyle olan kişi, hiç günâh işliyemez. 


İnsanlar dörde ayrılır: Birinciler, kendisine ni’met gelince *Sevinir*, dert belâ gelince *İsyân* eder. 


İkincisi, ni’met gelince *Sevinir*, dert belâ gelince *İsyân* etmez, *Sabr* eder, ama o *Belâ* nın da gitmesini ister. 


Üçüncüsü, dert belâ gelince *Sevinir*, *Râzı* olur. 


Dördüncüsü ise, dert belâ gelince ni’metlere sevinmesinden daha çok *Sevinir*, daha çok *Zevk* alır ve gitmesini de *İstemez*. 


Tatlı gelen şeyin gitmesi istenir mi? Bu, vehhâbîlere *Cevâb* dır işte. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, ikiyüz sene önceden *Vehhâbî* lere cevap vermiş. Vehhâbîler diyor ki: 


Hazret-i Ömer, Hazret-i Osmân, Hazret-i Alî radıyallahü anhüm *Şehîd* oldular. Hazret-i Hüseyn’in, *Kerbelâ* da başına neler geldi. Bunların hiçbiri, Peygamber Efendimizden *Yardım* istemedi. 


Çünkü O, *Duymaz*, onun için *Yardım* edemez. Ehl-i sünnet olanlar, kabrlerde *Duâ* ediyorlar, *Ölü* den yardım istiyorlar, onun için *Müşrik* oluyorlar. Vehhâbîler böyle diyor.


Hâlbuki, o *Büyük* ler, bu hâllerinden *Râzı* idiler kardeşim. Ayrıca bunlardan büyük *Zevk* alıyorlardı. Hattâ *Ni’met* den alınan zevkden daha çok *Zevk* alıyorlardı. Onun için yardım istemediler kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler


Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:

 Hastalık lar, Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere bir Lütf’u dur kardeşim. Çünkü âhiretde; Âh, keşke biraz daha hastalık çekseydim de daha çok ni’mete kavuşsaydım! diyecekler. 

 

Cenâb-ı Hak dan gelen herşey Hayrlı dır. Yeter ki biz sebebiyet vermiyelim. Ve mâ zalemehümullah! Allahü teâlâ kullarına zulm etmez. 

 

Ve lâkin kânû enfüsehüm yazlimûn! Ancak insanlar, kendi kendilerine zulmediyorlar. Allahü teâlâ Rahîm dir. Kullarına dâima Merhamet lidir. Ama Şedîd-ül ikâb ismi de vardır. 

 

Yâni çok da şiddetli Azâbı vardır. Azâbı, İsyâna karşılıkdır. Rahmet ise Sebeb siz yağıyor. Gazaba mâruz kalmamak için İtâat edeceğiz. İtâat etdin mi, korkma. Ne gelirse yahşîdir! diyor Ahmed Yesevî hazretleri. 

 

Yâni her ne gelirse, İyi dir. Âyet-i kerîmede; Size her ne iyilik gelirse, Allah’dandır. Her ne kötülük gelirse, kendinizdendir! buyuruluyor. 

 

Âyet-i kerîmenin sonunda Ama hepsi Allah’dan-

dır, hayr da Allah’dan, şer de Allah’dan! diyor. Hayrihî ve şerrihî minellâhi teâlâ. 

 

Hani şer, Nefs dendi? Sebep olmak îtibâriyle Nefs dendir. Ama yaratmak îtibârı ile Allah dandır. İyilik ler de, Kötülük ler de Allahdandır. Hepsini O İrâde eder, O Yaratır. 

 

Eğer Allahü teâlâ bildirmese, Cenâb-ı Hakkı ve sıfatlarını Peygamberler de bilemez. 

 

Onun için Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla, kendi râzı olduğu Yol’u peygamberlerine bildirmiş, Onlar da ümmetlerine bildirmişlerdir. Allahü teâlânın bildirdiği bu Yol’un ismi, Din dir. 

 

Rûhun gıdâsı Din dir, kalbin gıdâsı İlim dir. İlmi olmıyanın, yâni bir Ehli sünnet âliminin yazdığı Kitâbı okumıyanın veyâ Sohbet inde bulunmıyanın gönlü, kalbi Ölür. 

 

Müslümâna gelen her şey Ni’met dir, Hayr dır. Müslümânları, parayla dahî doyuran, Sevâba kavuşur. Allahü teâlâ hepimize Seâdet-i dâreyn ihsân eylesin. 

 

Vücûdumun her zerresi gelse de dile, şükrünün binde birini yapamam bile! buyuruyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. 

 

Allahü teâlâ, kendi Dînini yaymak Hizmet inde kullanıyor bizleri. Yâni çok büyük Ni’mete mazhar olmuşuz kardeşim. Elhamdülillah, çok Şükür Allahımıza. 

 

Bu Ni’met, bütün dünyâ ve âhiret ni’metlerinden Üstün dür Çünkü bu, peygamberlik Vazîfesi dir. Bu hizmeti yapanlar, Peygamberlerin Vârisleri dir. Cennetdeki melekler buraya Gıbta ediyor, imreniyor kardeşim.

Ebû Mensûr Hayyât Hazretleri

Ebû Mensûr Hayyât hazretlerinin talebelerinden Silefî anlatır: “Hocam Ebû Mensûr Hayyât’ın cenâzesinde bulundum. Namazını kılan cemâat çok kalabalıktı. O zamana kadar öyle bir kalabalık toplandığını görmemiştim, insanlar bereketlenmek için onun cenâze namazını, kılmak istiyorlardı. İlk önce Kasr Câmii’ne götürüldü. Orada namazı kılındıktan sonra, izdihamdân namaz kılamayanlar, Mensûr câmii’nde ikinci defa namazını kıldılar. 


Cenâzedeki bu kalabalığı, bir İslâm âlimine bu derece iltifât edilip kıymet verilmesini, müslümanların hüzünlü ve coşkun hareketlerini, kenardan seyreden bir yahudînin kalbi yumuşadı. 


Allahü teâlâ, bu mübârek zâtın hürmetine o yahudiye hidâyet verdi. Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Çarşamba günü vefât etti. Perşembe günü güçlükle defnedilebildi.”


Hüseyn bin Hüsrev Belhî anlatır: 

Vefâtından sonra Ebû Mensûr Hayyât’ı rü’yâmda gördüm. 

*“Allahü teâlâ sana nasıl muâmele etti?”* dedim. 

*“Allahü teâlâ beni, çocuklara Fâtiha sûresini öğrettiğim için affetti”* buyurdu.


İslam Alimleri Ansiklopedisi 

5.cild

NAMAZ BÜYÜK EMİRDİR

Âdem aleyhisselâmdan beri, her dinde bir vakit namaz vardı. Hepsinin kıldığı bir araya toplanarak, Muhammed aleyhisselâma inananlara farz edildi. Namaz kılmak, îmânın şartı değildir. Fakat namazın farz olduğuna inanmak, îmânın şartıdır.

Namaz, dînin direğidir. Namazını devâmlı, doğru ve tam olarak kılan kimse dînini kurmuş, İslâm binâsını ayakta durdurmuş olur. Namazı kılmayan, dînini ve İslâm binâsını yıkmış olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki; (Dînimizin başı, namazdır). Başsız insan olmadığı gibi, namazsız da, din olmaz.  


Namaz, İslâm dîninde îmândan sonra ilk farz edilen emirdir. Allahü teâlâ, kullarının yalnız kendisine ibâdet etmeleri için namazı farz etti. Kur’ân-ı kerîmde yüzden fazla âyet-i kerîmede (Namaz kılınız!) buyurulmaktadır. Hadîs-i şerîfte, “Allahü teâlâ, hergün beş vakit namaz kılmayı farz etti. Kıymet vererek ve şartlarına uyarak, hergün beş vakit namaz kılanı Cennete sokacağını, Allahü teâlâ söz verdi) buyuruldu.


Namaz, dînimizde yapılması emredilen bütün ibâdetlerin en kıymetlisidir. Bir hadîs-i şerîfde, (Namaz kılmayanın, İslâmdan nasîbi yoktur!) buyuruldu. Yine bir hadîs-i şerîfte, (Mü’min ile kâfiri ayıran fark, namazdır) buyuruldu. Ya’nî mü’min namaz kılar, kâfir kılmaz. Münâfıklar ise ba’zan kılar, ba’zan kılmaz. Münâfıklar, Cehennemde çok acı azab görecektir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdu ki: (Namaz kılmayanlar, kıyâmet günü, Allahü teâlâyı kızgın olarak bulacaklardır.)

Yâdigâr mektûblar 28.mektûb

 1 Zilhicce 1375 [10.7.1956] Yevm-i Terviye Salı  

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Fahreddin Bey 

Mektûbunuz vâsıl oldu. Mübârek yazılarınız çok hoşuma gitti.İnşâallah bu mübârek yazılarınız vâsıl-ı tekemmül ederek, hakîkî büyüklerin kıymetli kitâblarını okuyarak ilm-i nâfi sâhibi olursunuz. Din hakkında, sözü i'timâd edilecek kimse artık kalmadı. Herkes kendi görüşü ile söylüyor. Mu'teber kitâbları okumakdan başka çâre kalmadı.

Bağlum'u ziyâret arzunuza memnûn oldum. Bir daha Keçiören'e kadar otobüs ile gider, sonra köye kolayca yürürsünüz. Faruk [Işık] Beyle muârefeniz [tanışmanız], size büyük bir seâdetdir. Kendileri değil Ankara'da, memleketimizde emsâli olmayan bir cevherdir, bir menba'ı seâdetdir, bir pırlantadır. Ondan her dürlü istifâde edersiniz.

Seâdet-i Ebediyye risâlesini iyi okuyunuz ve hattâ ezberleyiniz. Sizin birçok suallerinize orada cevâb bulacaksınız. Suallerinizin cevâbını şöyle hulâsa edebileceğim.

1- İ'tikâda âid en birinci kitâb, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât'ıdır. Fakat Türkçesi fâideli olamıyor. İnşâallah Fârisi öğrenip okumanız nasîb olur. Şimdilik [Şehristânînin bozuk dinleri ve fırkaları anlatan] Milel ve Nihâl tercemesi ve Birgivî Vasıyyetnâmesi ve sonra Ahmed Âsım Efendi'nin Kasîde-i Emâli Şerhi size fâidelidir ve kâfidir. En muvâfık amel kitâbı, Mevkûfât tercemesidir. Bu kitâb güzel ve mu'teber ve güvenilir bir fıkh kitâbıdır.

2-3- Mecmâ'u'l Âdâb ve Necâtü'l-Mü'minîn sâhibleri dinde söz sahibi kimseler değildir. Bunlar nihâyet okuduklarını anlayabilecek hocalardır. Bunların kitâblarında kendilerinden yazdıkları bazı kısımlar vardır; buraları yanlışdır ve çok zararlıdır. Bir halkası çürük olan zincire güvenilemez.

4- Bahsettiğiniz Said Efendi'nin, ilmi vardır. Fakat ilmi kendine ve millete fâideli değildir. Kendisi ve kitâbları fâideli değildir. Din imâmlarımıza ve büyüklerimize tabi' olanların sözleri mu'teber olur.

5- Âişe-i  Sıddîka, Hadîcetü'l-Kübrâ, Fatımâtü'z-Zehrâ radıyallahü anhünne hakkında ve Peygamberimizin sünnetlerini topluca Ahmed Bâki Efendi'nin [İmam Kastalânî'den] iki cild Mevâhib-i Ledünniyye tercemesi çok güzel anlatıyor. Mevsûk [delilli] ve mu'teber bir kitâbdır. Buradan okursunuz.

[6.suale cevâb verilmemiştir.]

7- Abdülhakîm'i Cenâb-ı Hakka güvenerek mektebe göndermedim. Evde okutuyorum. Seneye ilk mekteb imtihânına sokacağım. Küçük kasabalarda bu müşkil olur.

8-Ta'rif ettiğiniz kadın kıyâfeti, temâmen setr ediyor. İyi bir kıyâfettir. Çorabın beden renginde olmaması daha iyi olur.

10- Mevlânâ [Celâleddin Rûmî] tam ve kâmil bir müslimândır. İmâm-ı A'zâm'ın, Muhyiddin-i Arabî'nin ve İmâm-ı Abdülvehhâb Şa'rânî'nin ve diğer büyüklerin kitâblarına düşmanlar kalem oynatdıkları için; Mevlânâ, buna mâni' olmak için kitâbını manzum yazmışdır. Mesnevî çok kıymetlidir; fakat bizim [sizin] gibi câhiller iyi anlayamaz. Bizlere [sizlere] bu kitâbdan fâide değil, zarar hâsıl olur.

11-12-13- [Abdülhakîm Efendi] Şimdi ehl-i tarîk kalmadı; [üstâdı Seyyîd Fehîm efendinin vefat ettiği tarih olan] 1313 [1896] senesinden sonra mürşid-i kamil kalmadı, buyurmuşlardı. Bugün dünyâda hiçbir yerde mürşid-i kâmil [neredeyse] kalmadı. Taklîdciler,câhiller, yalancılar tarikatcı oldu. Yaldızlı sözler ile insanları aldatıyorlar. Hakîkî mürşidler, o büyük insanlar, Peygamberimizin yolunda yürürler, kıl kadar ayrılmazlar. Onlar, Peygamberimizin vekilleridir. Bizim gibi zevallılar, Peygamberimize ve Allahü teâlâya ilticâ etmeği bilemediğimizden, mürşid-i kâmile ilticâ ederiz. Çocuğun, anasına ilticâsına benzer. Mürşidler de Hak teâlânın izniyle imdâda yetişir. Bu husûsda [Abdülhakîm] Efendi merhûmun [Seâdet-i Ebediyye kitabında da yer alan] uzun mektûbu var. [Bir Tesavvuf Mütehassısının Mektûbu]. Görüşür isek size okurum. Hiç şübheli bir nokta kalmaz. Seâdet-i Ebediyye risâlesinin 57. maddesi size fâideli olacakdır.

14- Şerî'atle tarîkat münâsebetlerini en iyi anlatan kitâb Mektûbât'dır.

15- Mevliddeki Kesikbaş hikâyesini okumadım; bilmiyorum. Okursam, bildiririm.

16- Canlı resmine hürmet etmek harâmdır. Makâm-ı ihtirâmda tutulmazsa, harâm değildir. En iyisi hâtıra olarak kapalı mahalde saklamalıdır. Cansız eşyâ resimleri günâh değildir.

Seâdet-i Ebediyye risâlesi benim fikrim değildir. Ben kim oluyorum ki? Hepsi büyüklerin kelâmıdır. Selâm ve duâlar ederim.

Hilmi 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Amân kardeşim, *Gıybet kanser gibidir!* demişdik ya, hattâ çerçeveletip duvarlara asmıştık. Eğer biri size, bir arkadaşı *Kötüler* se, ona hemen *Sus!* deyin, susturun. Yüz şehit *Sevâbı* kazanırsınız. 


İnsan öldüğü zaman bir *Hiç* dir kardeşim. *Elbise* si bile kendisine verilmiyor. Bütün nesi varsa, *Vâris* leri paylaşıyor, yâhut *Fakîr fukarâ* ya dağıtılıyor. Yâni hiç birşeyini mezara götüremiyor. 


İşte hepimiz görüyoruz, bir *Kefen* le gömülüyor mezarına. Zâten *Câiz* değil efendim. Kabire, *Kefen* den başka şey koymak *Câiz* değil. Dînimiz öyle emrediyor. 


*Mü’min*, kabirde uyanınca, kendini *Cennet bahçesinde* bulacak. Bunu, Peygamberimiz bize müjdeliyor. *Mü’minin kabri, Cennetden bir bahçedir!* buyuruyor. 


Mü’mine, bundan büyük *Müjde* olur mu? Sonra kabir hayâtı, kâfirlere *Asır* larca sürerken, mü’minler için birkaç *Dakîka* olacak. 


İki namaz arasında işlenen küçük *Günâh* ları, Allahü teâlâ *Affediyor* efendim. Namâzın *Kıymet* ini buradan da anlıyabiliriz. Beş vakit namâzını kılan bir *Mü’min* için, ne büyük *Müjde* bu. 


Bir hadîs-i şerîfde, Peygamber Efendimiz aleyhisselâm, Eshâbına; *Birinin evi önünde bir nehir olsa, günde beş kere o nehirde yıkansa, üzerinde kir kalır mı?* diye sormuş. 


Eshâb-ı kirâm da; *Hayır yâ resûlallah, kalmaz!* demişler. Efendimiz de;


*İşte abdest aldığınız zaman, namaz kıldığınız zaman da, o vakte kadar işlediğiniz günâhlar böyle yıkanır, temizlenir!* buyurmuşlar. 

● ● ● 

Allahü teâlâ, kendi *Zâtına* yapılan hakâreti affediyor, ama *Habîbi* ne yapılanı, *Sevgili* sine yapılanı affetmiyor. Hazret-i Peygambere yapılanı *Affetmiyor*. Onun için O, her şeyin üstündedir.


Ve Ona zerre kadar benzerlik, *Mutâbaat*, bütün dünyâ ni’metlerinden *Üstün* dür. Bütün âhiret *Zevkleri* nden, hattâ Cennetlerden daha *Kıymetli* dir, çok daha *Makbûl* dür. 


Allah indinde *Kıymetli* dir. Ne kıymetlidir? Ona biraz benzemek. Meselâ Ona benzemek için, öğleyin bir miktar uyumak, buna *Kaylûle* deniyor.


Abdest alırken *Misvak* kullanmak, bunun gibi, Ona benzemek için yapılan herşey, böyle çok *Kıymetli* dir kardeşim. Büyük *Seâdet* dir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *Îmân ni’meti* nin kıymetini iyi bilelim kardeşim. Bu *Ni’met* in elde kalmasını sağlıyacak en iyi *İlâç*, mü’minlerin, birbirini *Sevmesi* dir. 


Din kardeşine *Buğz* eden, din kardeşini *Kötüliyen*, kalbini kıran, bilsin ki, *Îmânı* bir gün gider elinden, haberi bile olmaz, Allah korusun. 


Bu, *Büyük* lerin sözüdür kardeşim. Ehl-i sünnet âlimleri öyle buyuruyorlar. Öyleyse bu *Îmân* ın devâm etmesi ve *Îmânlı* olarak ölmemiz, birbirimizi *Sevmemize* bağlı. 


Bu da, Kur’ân-ı kerîmde *Kad semi’a* sûresinin son *Âyet* inde yazılı, Allahü teâlâ *Târif* ediyor. Bu îmân ni’metinin devâmı için, bu ni’mete nasıl *Şükr* edileceğini bildiriyor Rabbimiz. 


Bizim kitaplarımızda, hep *Sünneti* ihyâ vardır kardeşim. Hattâ yalnız sünnet değil, unutulmuş *Vâcib* ler, hattâ *Farz* lar var. Ayrıca bid’ate karşı *Cihâd* var.


Bid’ati ortadan kaldırmak da, *Sünneti ihyâ* gibi kıymetli efendim. Çünkü bid’at, *Kurt* gibidir, bulunduğu yeri *Kemirir* ve dînimizi kemiren en tehlikeli olan unsur da *Bid’at* dır, *Küfr* değil. 


Neden? Çünkü *Kâfiri* bilirsin, *Küfr’e* girmişdir, ama *Bid’at* öyle değil. Çünkü bid’at ehli, seninle berâber namaz kılıyor, çok güzel ibâdet yapıyor. Ama bid’ati, *İbâdet* diye yapıyor. 


Ne gibi? Meselâ, *Hoparlör* gibi. Onu, dînin bir emri gibi kullanıyor, *Farz* mış gibi, *Vâcib* miş gibi sarılıyor, hâlbuki *Bid’at* efendim, yâni *Günah*. Bunu biz *İlmihâl* de yazdık.

● ● ● 

Bu *Kitap* ları dağıtan âbilerin, alnından *Öpmek* lâzım. Çok mühim *Hizmet* yapıyorlar. Bir memleketde Allahın dînine hizmet ediliyorsa, oraya *Umûmî Belâ* gelmez efendim. 


*Gadab-ı ilâhî* şuraya kadar gelir, iner, ama Allahü teâlânın dîni *Yayıldığı* için, daha aşağı inmez, yukarı da çıkmaz. Bulunduğu yerde *Kalır*, orada *Bekler*. Niçin? 


İslâma *Hizmet* edildiği için. Ne zaman ki, Allahü teâlânın dîninin yayılması *Durur* veyâ *Durdurulur*, işte o zaman *Felâket* ler arka arkaya gelir. Allah muhâfaza etsin. 


Bu hizmetler olmasa, çok *Tehlikeli günler* gelir kardeşim. Onun için bu hizmetin kıymetini bilelim. Arkadaşlarımızın hepsi birer *Mücâhid* dir efendim. *Cihâd* ediyorlar çünkü.

Yâdigâr mektûblar 27. mektûb

29 Şevvâlü'l-Mükerrem 1375 [9.6.1956]
Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Fahri Bey

Mektûbunuzu aldım.Cenâb-ı Hakkın sevdiği kullarına ihsân etmiş olduğu temiz ve hâlis bir rûhdan çıkan ifâdelerinize çok memnûn oldum.

Kardeşim sizin gibi mübârek ve nurlu gençlere hiç bir müslimân darılır mı? Bilhassa Mekkî Efendi gibi her husûsda kâmil bir şahsiyet... Onlar kerîm insanlardır. Büyük hatâları bile setr edip, günâhkârlara bile ihsân ederler. Onlara mektûb yazınız. Bir duâlarına sebeb olsa büyük bir kazanç olur. Kim bilir hangi sebebler ve mazeretlerle cevâb vermediler. Onların sizi tanıması ve hatırlaması sizin ve bizim için seâdettir. Onları tanıdığımız için ne kadar bahtiyârız.

1- Ben, Buharî-i Şerîf ve tefsîr-i şerîf okumağa korkarım. Bizim [sizin] gibi câhiller bu kitâblara el bile süremeyiz. Bunları anlayabilmek için 30 sene [ilim] okumak lâzımdır.

2- Kazâ ve kader hakkında Ahmed Âsım Efendi'nin Emâlî Şerhi'nde kâfi bir mektûbu olduğu gibi Mektûbât'da da bu husûsda güzel mektûblar var.

3- Evet, iyi muteber tefsîr, Tefsîr-i Mevâkib, sonra Tibyân'dır.

4- İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât'ı bütün ilimleri hâvîdir. Bunu okuyan her kitâbı okumuş olur. Türkçe tercümesi, iyi terceme edilmemişdir. İyi ifâde edilmemiş ve iyi tab' edilmemişdir. Mektûbât'dan mühim mektûbların tercemesini yapdım. Bir nüsha matbaadan aldım. Ya'nî tab' ettirdim. İsmine Seâdet-i Ebediyye risâlesi dedim. Üzerine ismimi yazmadım. Kitâbcı Muzaffer'in [Özak] ismini yazdım. Ankara'da [Abdülhakîm Efendi hazretlerinin yeğeni ve] Divân-ı Muhasebât dairesi reisi Faruk [Işık] Bey'e iki aded gönderdim. Birini size verecekdir. Evi zirâat fakültesi civârında Telsizler'dedir. Evini Divân-ı Muhasebât'dan veya telefon rehberinden öğreniniz. Kendisine mektûb yazıp sizi ta'rif etdim. Mekkî Efendi'nin amcazâdesidir. Size her mes'elede şâfî bir mürşid olacakdır. Çok istifâde edersiniz.

Miftâhu'l Kulūb isminde bir kitâb tanımıyorum. Herhalde mu'teber değildir.
Hamdi Aksekili âlim değildir. Kitâbları mu'teber değildir,hattâ zararlıdır.

Seâdet-i Ebediyye risâlesini her müslimâna tavsiye ediniz. Çok istifâdelidir. Hacı Bayram Câmii karşısındaki kitâbcıya gelecekdir. Selâmlar ve düâlar ederim aziz kardeşim.

Hilmi


Not: 1

[910/1505'de Herat'ta vefat eden Hüseyn Vâiz Kâşifî'nin Farsça Mevâhib-i Aliyye isimli tefsiri, Mevâkib adıyla Türkçe'ye de tercüme olunmuştur. Tibyân,Ayntâbî Mehmed Efendi tarafından 1110/1699 senesinde yazılmış ve umumiyetle Beydâvî tefsirine istinaden Türkçe bir tefsirdir.]

Not: 2

Hamdi Akseki, Efgânî ve Abduh ekolünden olup; Reşid Rızâ'nın el-Muhâverât adlı kitabını,. Mezheblerin Telfiki ve İslâmın Bir Noktaya Cem'i adıyla tercüme ederek, modernist fikirlerin Türkiye'de yayılmasında âmil olmuştur.

Ne Hind’de kalır, ne Sind’de

 Buyurdular ki: İslam bu memleketten giderse, ne Hind’de kalır, ne Sind’de! (Pakistan’a Sind denir)

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh"

KOKUSUNU DAHİ BIRAKMADILAR

Bir yere esans dökülse, kendisi kalmasa da, kokusu bir müddet daha devam eder. Zındıklar İslam’ı öyle kaldırdılar ki, kokusunu dahi bırakmadılar.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh"

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Arkadaşlarımızın hepsi birer *Mücâhid* efendim. *Cihâd* ediyorlar çünkü. Cihâd, yalnız kılınçla harbetmek değil ki. *Asıl cihâd*, Allahın dînini, Onun kullarına ulaşdırmak, onları *Sonsuz Ateş* den kurtarmakdır. 


İşte asıl *Cihâd* budur efendim. Onun için, Allahü teâlânın dînine *Hizmet* eden bu âbilere, *Hanım* ları bir bardak *Su* verse, o hanımlar âhiretde hiç *Sıkıntı* çekmiyecekler.


O mahşer sıcağında, *Arş-ı âlâ* altında gölgelenecekler. Onlara hiç *Sıkıntı* yok. Hanımlar böyle, peki ya *Mücâhid* ler? Onlar zâten *Cennet* deler efendim. 

● ● ● 

İnsanın nefsi *Kâfir* dir. Onu en fazla tahrip eden şey, hak söze *Peki* demekdir. Neden? Çünkü nefs, hep *Hayır* demek ister. İyiliğe *Hayır!* der, emr-i mârufa *Hayır!* der. *Ben onu biliyorum!* der. 


Ama bâtıla gelince *Evet!* der, *Peki!* der. Ve hemen sarılmak ister. Cenâb-ı Hak, *Nefsi* böyle yaratmış efendim, kendisine *Düşman* yaratmış. 


Yâni *Nefs-i emmâre*, hem Allaha düşman, hem de bize. İnsanın en büyük düşmanı kimdir? *Kendisi* dir, yâni *Kendi nefsi* dir. 


İnsanlar, düşmanı dışarda ararlar. Hâlbuki düşmanı kendi *Yanında*, hattâ *İçinde*, her an onunla berâber. *Nefs*, insanın düşmanıdır. Neden? Çünkü tek *Gâyesi*, onu Cehenneme *Sokmak* dır. 


Nefs, bunun için yaratılmış. *Nefs* in tek bir gâyesi var, o da, sâhibini *Küfr’e* sokmak, *Kâfir* yapmak ve böylece onun *Sonsuz Ateş* de yanmasını sağlamakdır. 


Alah korusun. Öyleyse *Nefsi* nin isteklerini yapan kimse, *Kendini Cehenneme Atıyor* demekdir kardeşim. 


Vaktini, zamânını *En iyi* değerlendiren kimse, dünyâda da, âhiretde de *Râhat* eder kardeşim. Cenâb-ı Hakkın, kullarına en büyük ni’meti, *Vakit* ve *Sağlık* dır. 


Vakit niçin kıymetlidir? Çünkü o vakitde bir *Kelime-i tevhîd* söyler, îmâna gelir. Bir *İstiğfar* okur, günâhları affolur ve *Ebedî Seâdete* kavuşur. Yârın âhiretde her şey âşikâr olacak. 


Allahü teâlâ; *Ey kulum, işte dünyâdan getirdiklerin, bak, kendin beğeniyorsan, ben de kabûl edeyim, ama senin bile beğenmediğini ben nasıl kabûl edeyim?* buyuracak.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamberimiz aleyhisselâm; *İ’mel vestağfir!* buyuruyor. Yâni ne yaparsanız, velev ki *İbâdet* de yapsanız, arkasından *Tövbe* edin, *İstiğfar* edin buyuruyor


Öldükden sonra, âhirette, *Büyük* lerden naklen konuşulanların, birer *Hakîkat* olduğu meydana çıkacak efendim. Eğer buna kıymet verilmemişse; 


*Eyvaah! Bunu ben Seâdet-i Ebediyye kitâbında okumuşdum, orada yazıyordu*. Yâhut da; *Falan âbiden duymuşdum!* diyeceğiz. 


Ama ne fayda. Dünyâya *Geri* dönsen dönemezsin, *Tövbe* etsen edemezsin, *Namaz* kılsan kılamazsın. *İmtihân* bitdi çünkü, yapacak bir şey yok. 


Kendimizi *Ölmüş* bileceğiz kardeşim. *Kabre* konmuş, *Suâl melekleri* gelmiş gibi yaşamalı bu dünyâda. *Ölmeden evvel ölün!* hadîs-i şerîfinin mânâsı, işte bu. 


Her güne, *Ölmüş* de, tekrar dünyâya gelmesine *İzin* verilmiş insan gibi başlamalı. *Bu gün sana izin verildi, yarın gene hesâba çekileceksin!* denilmiş gibi. 


Her gün *Böyle* düşünülmezse, bu günlerin arkası kesilmez ve *Ömür* biter efendim. Öldükden sonra başımıza geleceklerin, *Mutlak* olduğuna inanmak lâzım.


Peygamber aleyhisselâm buyuruyorlar ki: *Ey eshâbım!* Sizler, Allahü teâlânın emir ve yasaklarından, onda *Dokuzu* nu yapsanız, *Birini* yapmaz iseniz *Helâk* olursunuz. 


Yâni, *Yüksek* dereceden bir *Aşağı* dereceye düşersiniz. Ama âhir zamanda gelecek olan ümmetim, emirlerden *Bir tâne* sini yapsalar, *Kurtulur* lar. Efendimiz böyle buyuruyor.


Peki, emirlerin *Onda biri* nedir? Efendi hazretlerine sordum. Âhir zamanda gelecek ümmetin kurtulmasına sebep olan o *Bir emir* nedir? dedim. 


Efendi hazretleri, *Îmân* dır buyurdu. Yâni *Doğru Îmân*. Âhir zamanda gelecek olan ümmetin en büyük derdi, *Îmânını korumak* olacak. Neden? Çünkü îmân çok *Hassas* dır. 


Bir kelimeyle *Gelir*, bir kelimeyle *Gider*. İslâmiyetin bir emrini hafife almak ve küfre sebep olan bir kelimeyi söylemek, *Îmânı* götürür. Ama bir *Tövbe* etmekle de *Geri* gelir.

Hüseyin Hilmi Işık efendi ve talebeleri

Hüseyin Hilmi Işık Efendi, damadı Enver Ören ve talebeleri...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İyilik yapma* nın çok çeşitleri vardır. Allahü teâlâ, en çok *Sevâbı*, iyilik edenlere verir. Ama *İyiliğin* de azı var, çoğu var. Eshâb-ı kirâm efendilerimiz, Peygamber Efendimize sordular:


Yâ Resûlallah, en çok sevap kime verilir? dediler. Peygamber aleyhisselâm; *Farzlardan sonra en çok sevap, din kardeşine iyilik edene verilir!* buyurdu. 


*İyilikler* in en büyüğü, en üstünü, insanları *Ateş* de *Yanmak* dan kurtarmakdır. İşte biz, bunu yapıyoruz kardeşim. Bu zamanda *Dînini bilen* çok az, *Tatbîk eden*, daha az. 


Bu zamanda *Küfr*, âdetâ *Sel gibi* akıyor kardeşim. Eskiden insanlar, *Günâha girmemek* için gayret sarfederdi. 


Sabah evden çıkarken; *Yâ Rabbî, bu gün akşama kadar, hiç günâh işlemeden yaşamayı bana nasîb et!* diye duâ ederlerdi. 


Şimdiyse *Küfr tehlikesi* var efendim. İnsan, sabah *Îmânlı* olarak evinden çıkıyor, akşam eve, *Kâfir* olarak dönüyor, Allah korusun. 

● ● ● 

Ben, Efendi hazretlerinden *Bir şey* öğrendim. O da bana yetdi. Nedir o? *Hak* nedir, *Bâtıl* nedir. Bu *Doğru*, bu *Yanlış*. Bu *Dost*, bu *Düşman*. Bunları öğrendim efendim. 


İnsanın, hayâtda en büyük dostu, *Allah* dır celle celâlüh. En büyük düşmanı da kendi *Nefsi* dir. Hattâ nefs, *Allaha* bile *Düşman* dır kardeşim. 


Cenâb-ı Hak, onu *Öyle* yaratmış. *Kendine Düşman* yaratmış. Her isteği, islâmiyetin beğenmediği şeylerdir. Allahü teâlânın emirleri hâricinde ne yapıyorsak o, *Nefs’e* âitdir. 


Âhiret de, ameller, ibâdetler ikiye ayrılacak. *Allah için* yapılanlar, *Nefs için* yapılanlar. 


Kendi *Nefsi için* yapılanlar, terâzînin *Sol* tarafına, *Allah için* yapdıkları da *Sağ* kefeye konulacak. Tartılınca, netîce buna göre olacak. 


Yâni sağ taraf ağır gelirse, *Cennete*, sol taraf ağır gelirse *Cehenneme*. Her şey açık, herşey meydanda. 


Herkes, her işini, hür *İrâdesi* ile yapar, netîcesine de katlanır. Mektûbât’ta; *İnsan, evlâdını bile kendi nefsi için sever!* buyuruyor.

Büyüden kurtulmak için!

Sual: Kendisine büyü yapılmış olan bir kimse, bu yapılan büyüden kurtulmak için neler okuyabilir veya neler yapabilir?

Cevap: Bu konu hakkında Fevâid-i Osmâniyye kitabında buyuruluyor ki:

“Sihir ve cadı, yani büyü afetlerinden kurtulmak için, üç kerre Salevât-ı şerife okumalı, sonra yedi Fâtiha, yedi Âyet-el-kürsî, yedi Kâfirûn suresi, yedi İhlâs-ı şerif, yedi Felak ve yedi Nâs sureleri okuyup kendi üzerine veya hasta üzerine üflemelidir. Bunları tekrar okuyup, büyülenmiş olanın odasına, yatağına, evin her yerine, bahçesine üflemelidir. İnşaallahü teâlâ, büyüden halas olur, kurtulur. Buna karşılık ücret almamalıdır. Bütün hastalıklar için de iyidir.”

Büyü yapılmış olan kimse, Mevâhib-i ledünniyyede bildirilen âyet-i kerimeleri, duaları ve  Teshîl-ül-menâfi kitabı sonundaki Âyât-i hırzı sabah namazı ve ikindi namazlarından sonra, yedi gün birer kerre okur ve boynuna asarsa, şifa bulur.

Bir miktar suya, Âyet-el-kürsî, İhlâs ve Mu'avvizeteyn okumalı. Büyülenmiş kimse bundan üç yudum içmeli, kalan ile gusül abdesti almalıdır, şifa bulur. İbni Âbidînde ve Mevâhib-i ledünniyyede deniyor ki:

“Sidr ağacının yeşil yaprağından yedi adedi iki taş arasında ezilip su ile karıştırılır. Üzerine Âyet-el-kürsi, ihlâs ve Kul-e'ûzüler okunur. Üç yudum içip, gusül edilir.” Sidr, Lotus denilen yabani kiraz, kâzib abanoz ağacıdır. Mekâtîb-i şerîfede deniyor ki:

“Hacetlere kavuşmak için, iki rekat namaz kılıp, sevabını Silsile-i aliyyenin ruhlarına hediye etmeli, bunların hürmeti için diyerek dua etmelidir.”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gün, bir yerde oturuyorduk. Bir ara dışarıdan *Köpek havlama* sesi işitdik. Sanki bir şeyler söylüyordu. Kim bilir *Ne diyordu* hayvancağız? 


İnsan ve Cin’den başka her *Canlı*, mânevî şeyleri *Görür* ve *Duyar* kardeşim. Ama insanlar duymazlar. İnsanlar, değil mânevîsini, *Maddî* sini bile duyamıyor, göremiyor. 


Biz hepimiz çok *Şanslı* yız kardeşim. Çok bahtiyârız. Niçin? Çünkü *Sâhip* siz değiliz. Bir sâhibimiz var. Yâni en büyük *Şeref*, en büyük *Ni’met*, bir yere bağlı olmakdır. 


Çünkü *Bağlı olmak* demek, sana biri *Sâhip* çıkıyor, seni kurtaracak demekdir. Ama *Bağsız* ve *Bağım* sız oldun mu, kimin eline düşeceğin belli olmaz. 


Ya *Şeytân* ın, ya *Nefs* in, ya da bir *Kötü arkadaş* ın eline düşersin. İşte bizim en büyük *Şansımız*, bu *Büyük* lere, *Allah dostları* na bağlı olmamızdır efendim. 

● ● ● 

Allahü teâlâ, *Hastalığı*, ancak sevdiklerine verir efendim. Sevmediklerine vermez. *İmâm-ı Gazâlî* hazretlerinin bir *Bedduâ* sı var. Kimyâ-i seâdetde var bu. 


İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyurmuş ki: Eğer birine *Bedduâ* etmek istiyorsanız, onun hakkında üç şey isteyin.  Çok *Para*, çok *Sıhhat*, çok *Ömür*. 


Hâlbuki bunların *Üçü* de istenecek şeyler. Nitekim herkes dünyâda bu üçü için yaşıyor. Çok *Para* kazanayım, çok *Yaşıyayım* ve hep *Sıhhat* li olayım! Herkes bunlar için yaşıyor. 


Bunun hikmetini soruyorlar *İmâm-ı Gazâlî* hazretlerine. O da buyuruyor ki: *Bu üçüne sâhip olan kimse, Allah diyemez!* Niçin? Çünkü herşeyi tamam. İhtiyacı yok ki. 


*Parası* var. Bir yeri ağrımıyor. Niye *Allah* desin ki? Bir *Sıkıntı* sı yok. Duâ etmek hâtırına bile gelmez. İnsan, bir sıkıntıya düşünce *Allah* der, *Duâ* eder. Onun hiçbir sıkıntısı yok ki, niye Allah desin, duâ etsin?

DERD

İnsanın sâir mahlûkattan üstünlüğü işte bu derdde ve rahatsızlıkta olmasıdır. İnsanı yücelten budur. 


Beyt:

Meleklerde aşk var, ama derd yoktur,

İnsandan başka derde lâyık ferd yoktur.


Mektûbât-ı Ma'sûmiyye

3.cild, 38.mektûb

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Büyüklerimiz; *Birşeyi inkâr eden, ondan mahrûm kalır!* buyurmuşlar. Cenneti *İnkâr* eden de, Cennetden *Mahrûm* kalır. Sevmek de *Lâf* la olmaz, bunun isbâtı lâzım. 


Ne ile isbât edecek? *İcraat* la. Peki, icraatı var mı? Yâni *İtâat* ediyor mu? Onu *Seviyor* mu? Seven, sevdiğine itâat eder. Etmiyorsa, *Sevmiyor* demekdir. *İsbâtı* bu işte. 


İnsan, *Birini* seviyorsa, *Sevdiği* kadar da *Korkması* lâzım efendim. *Korkusu* yoksa, *Sevgisi* de yokdur. Meselâ Allahü teâlâdan en çok korkanlar, *Âlimler* dir.  


Tanımak mühim kardeşim, çok *Tanıyan*, çok *Korkar*. Allahü teâlâyı en çok *Kim* tanıyordu? *Peygamber Efendimiz*. Ondan en fazla *Korkan* da yine Peygamberimiz. 


Yâni kim, ne kadar çok *Sever* se, o kadar çok *Korkar*. Eğer korkmuyorsa, sevgisi yokdur veyâ o sevgi, nefsânîdir, *Rahmânî* değil. 


Seviyor, ama *Allah için* değil, bir *Menfaat için* seviyor. Bu sevginin hiç *Fayda* sı yok. 


Allah için *Sevgi* nin karşılığı, Allah için *Korkmak* dır. Yoksa, işime son verecek, veyâ başka bir sebeple olursa, hiç *Önemli* değil. Ona sevgi denmez zâten. 

● ● ● 

Efendim bir evliyâ zâta sormuşlar, demişler ki: *Âhiretde, seni annen mi hesâba çeksin, baban mı, seç birini, deseler, ne cevap verirsin?* Böyle demişler. 


O mübârek zât da; *İkisini de kabûl etmem!* demiş. *Ne annemi, ne de babamı kabûl etmem!* 


Peki, senin hesâbını *Kim* görsün? dediklerinde, *Rabbim görsün!* buyurmuş. Sebebini sormuşlar. Şöyle cevap vermiş: 


Annemin şefkati, babamın merhameti; Rabbimin merhametinin yanında, *Deniz* de, bir *Damla* bile etmez. Çünkü O’nun merhameti, *Sonsuz* dur. 


Annemin babamın merhametiyse bir *Damla*. Siz olsanız, hangisini tercîh edersiniz? demiş. Biri *Sonsuz*, biri *Damla*. O bir damlayı da, bütün mahlûklarına dağıtmış. 


Bütün *Canlılar* ın, yavrularına karşı olan şefkati, merhameti, bu bir *Damla* nın içinde. Rabbim varken, yakışır mı bir *Kul* dan yardım istiyeyim, buyurmuş.

Yâdigâr mektûblar 24.mektub

 Selâmün aleyküm kıymetli kardeşim Sâim Bey

Mahsûs selâm edib Ramezân-ı şerîfi tebrik ederim.Kerîmeniz hanımın sıhhat ve selâmetle büyümesine,sâlihât-ı nisâdan olmasına duâ ederim.

Bursa'da Fışkırık Câmi-i Şerîfi imam ve hâtîbi M. Kâmil Orhanlı bizim Almanya'da tahsilde bulunan Bülend'in [Ünal] arkadaşı imiş. Kendisine bir müddet evvel bir Tam İlmihâl hediyye edeceğimi va'd etmişdim. Lûtfen kendisine benim tarafımdan bir Tam İlmihâl götürüb hediyye vermenizi ve selâmımı söylemenizi ricâ ederim. Bedelini size öderim. Onun cemaatinden arzu eden varsa satacağınızı, kitabın yayılmasına gayret etmesini kendisine söyleyiniz.

Orada tanıdığınız müslimân avukata lûtfen söyleyiniz. Evvelce Cihangir'de Cihan Eczâhânesi'nde kalfa olarak çalışan ve halen Bursa'da Sabah Eczâhânesi'nde birâderi yanında kalfa olarak çalışan Tâceddin Eralp'den cem'an bin yedi yüz lira alacağım var. 300 liralık bonosunu icrâya vermişdim.Geçen sene evine hacze gitdik. Bütün eşyâsı mahcûz olduğu için bir şey alamadık. İkinci bonusu 1400 liralık olub icrâya verilmemişdir. Eğer avukat bu parayı sulhen veya mahkeme ile alırsa masrafı çıkdıkdan sonra mütebâkisinin yarısını avukata vermeyi düşünüyorum. Lûtfen anlayınız, bu paranın tahsili mümkin olur mu? Size eziyet vermiş oluyorum.

Lehülhamd Ramezân-ı şerîfi râhat ve neş'eli geçirdim. Hepimiz iyi ve râhatız. Hacı Bölüker'e ve iplikçi Mehmed Ali Bey kardeşime, fabrikatör Kâmil Bey'e, Cevdet Bey'e ve Çekirge'de muhallebici Hacı Kâmil Bey'e ve diğer din kardeşlerime selâm ederim. Din ve dünyâ seâdetinize âcizâne duâ eder, duâlarınızı beklerim efendim.

Kardeşiniz Hüseyn Hilmi Işık

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İmâm-ı Rabbânî* hazretleri, bir mektûbunda; *Men tûtiyem!* buyuruyor. Ne demek bu? Yâni *Ben, bir papağanım, hocamdan ne duyduysam onu söylerim!* diyor. 


Hocam ne buyurduysa, onu anlatırım. *Ben papağanım*, nasıl kendimden söyliyebilirim, diyor. O, böyle derse, bize ne demek düşer. Öyleyse en büyük *İzzet* ve *Şeref*, o büyüklerden *Nakil* yapmakdır. 


Bir *Cümle* de olsa, kendinden söylemek *Tehlikeli* efendim. Ama nakleden, *Güven* dedir, *Emniyet* içindedir. Korkmaz, endîşe etmez. Neden? 


*Nakl etdi* çünkü. Ama kendinden söyliyen, hesâbını verecek. Ya *Yanlış* söylediyse, Allah korusun. Nakletmekde bu *Korku* yok efendim. 


Büyüklerin *Sohbeti*, hamama giden adama benzer. Nasıl ki hamama giden, istese de istemese de, *Terler* ve *Kirleri* dökülür, *Temiz* lenir. 


İşte o *Büyük* lerin sohbetine giden, istese de, istemese de, bilse de bilmese de, *Mânen* temizlenir, pâklanır. Kalbinden *Dünyâ sevgisi* çıkar, yerine *Allah sevgisi* dolar. 


*Sohbet*, bir arada bulunmakdır, konuşmak *Şart* değil kardeşim. Hiç konuşulmasa da, *Feyz* alınır. 


*Kâfirler* Cehennemde *Sonsuz* yanacak. Niçin? Duyup da *İnkâr* etdikleri için. Bir gün bana sordular. Dediler ki:


Meselâ bir *Fransız*, yâhut da bir *Yazar*, Peygamberimizi *Medh* ediyor, işte şöyle başarılıdır, dünyânın en üstün insanıdır, diyorlar, bunlar *Cehenneme* girecek mi? dediler. 


Ben de onlara; *Elbette girecek!* dedim. *Hem de sonsuz yanacak!* Niçin? Çünkü bizim dînimizin aslı, bilmek değil, *İnanmak* dır kardeşim. *Sevmek* dir. 


Herkes bilebilir, *Yahûdî* ler de biliyordu Peygamberimizin büyüklüğ ünü. Anlatıyorlardı da. Şöyle *Fazîletli*, böyle *Kıymetli!* diyorlardı. 


Ama bu dediklerine, *Kendi* leri inanmadılar, *İnkâr* etdiler. Bildikleri hâlde inkâr etdiler. *Münkir*, yâni inkâr eden, *Cehennem* likdir kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Muvaffak olmanın sırrı, *İhlâs* dır kardeşim. İhlâs, *Samîmiyet* demekdir, insanlardan değil de, *Allah* dan beklemekdir. İnsanı *Sıkıntı* ya sokan, ihlâs noksanlığıdır. 


Büyüklerden biri, vefât ederken, son olarak üç defâ *İhlâs, İhlâs, İhlâs* demiş ve vefât etmiş. İhlâs o kadar mühim. İhlâs, Allaha *Gönül* bağlamak ve *O’nu* unutmamakdır. 


Öyleyse, her şeyi *O’ndan* bileceğiz. Tekrar *O’na* döneceğimize, yakînen inanacağız. *İhlâs* da budur zâten. Allahü teâlânın bizi her an *Gördüğü* ne, hattâ içimizden geçenleri *Bildiği* ne inanmak. 


Her şeyi yaratan, ancak *Allahü teâlâ* dır. Ondan başka her *Şey*, ancak bir *Vâsıta* dır. Fâil-i muhtâr, yalnız *O’dur*. O yaşatmasa, hiç kimse yaşıyamaz. 


*Hava* nın dengesini bozsa, herkes *Ölür* efendim. Güneş, dünyâdan bir *Milim* uzaklaşsa, yâhut da dünyâ, yörüngesinden bir *Milim* sapsa, *Kıyâmet* kopar. 


*Îmân* nasıl belli olur? Bir kişide îmân *Var* mı, *Yok* mu, nasıl anlaşılır? *Hubbu fillah* ile ve *Buğzu fillah* ile anlaşılır efendim. 


Bir mü'min, Allahın düşmanıyla *Dost* olursa, Allahın dostlarına da *Düşman* lık ederse, çok tehlikeli. 


Öyle *Îmân* makbûl değil efendim. Allahü teâlâ kabûl etmez öyle îmânı. Çünkü *Hubbu fillah* şart, *Buğzu fillah* da şart. 


*Îmân* ın kabûlü için bu ikisi *Şart* dır efendim. Îmân etmek çok *Kolay* dır, ama onu muhâfaza etmek çok *Zor* dur Onu korumak zordur. Çok dikkatli olmak lâzım. 


*Îmân* ın düşmanı çokdur. En başda kendi *Nefs* imiz. Allahü teâlâ, nefsimizin *Îmân* etmesini şart kılsaydı, bir *Asır* da, bir-iki *Kişi* ancak kurtulurdu. Yâni *Yüz* senede, *İki kişi* zor kurtulurdu. 


Ama Allahü teâlâ çok *Merhamet* lidir. Bizi, en iyi *O* biliyor. Onun için, sâdece *Kalb* in inanmasını *Kâfi* görmüş efendim. Kalp *Îmân* etdi mi, tamam. Onu, *Mü’min* kabûl ediyor. 


*Îmân* ımızı korumak için *Râbıta* da mühim efendim. Nedir râbıta? Hâtırlamakdır. Râbıta, o *Büyük* zâtları hâtırlamakdır, *Onları düşünmek* dir. Yâhut *Onları* hâtırlatan şeylerle *Berâber* olmakdır.

MÜNTEHABÂT EZ MEKTÛBÂT-I MA’SÛMİYYE

 Üçüncü cild, 16.cı mektûbda diyor ki, (Kulun Rabbine en yakın olduğu hâli nemâzdadır. Hadîs-i şerîfde diyor ki, (Kulun Rabbine en yakın olduğu hâl, nemâzdaki hâldir.) ve (Nemâzda, kul ile Rabbi arasındaki perdeler kalkar.) İslâmiyyetin dışındaki bütün yollar, şeytânların yoludur).


17.ci mektûbda diyor ki, (Bu yolda mürşid olmadan ilerlemek çok zordur. Bu yolun esâsı, sohbet ve muhabbetdir. Sohbete kavuşuncaya kadar, sünnete uymalıdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Unutulmuş bir sünneti meydâna çıkarana, yüz şehîd sevâbı vardır.) (Lâ ilâhe illallah)ı bin ile beşbin arasında çok okuyunuz! Kalbi temizlemekde çok fâidelidir).


19.cu mektûbda diyor ki, (Eshâb-ı kirâmın hepsi, vilâyetin en yüksek derecesinde idiler).


24.cü mektûbda diyor ki, (Şehîdler yıkanmaz. İtminân-ı nefs, îmân-ı hakîkîdir. Zevâlden mahfûzdur).


29.cu mektûbda diyor ki, (Bu büyükleri seven, bunlarla berâber olur. (Cinni ve insanları, beni tanımaları için yaratdım) buyuruldu).


33.cü mektûbda diyor ki, (Rûhları görmek, kemâl değildir. Kemâl, mâsivâyı (mahlûkları) bilmemekdir).


34.cü mektûbda diyor ki, (Hükûmet adamlarının zulmleri, amellerimizin cezâsıdır).


36.cı mektûbda diyor ki, (Uzakdan muhabbet de feyz getirir. Zarûret olmadan, insanlarla görüşmek zararlıdır).


37.ci mektûbda diyor ki, (Feyzler, muhabbet mikdârı ile gelir).


42.ci mektûbda diyor ki, (Her yerden gelen feyzler, insanın mürşidinden gelir).


44.cü mektûbda diyor ki, (Evliyâ ölmez. Bir evden, başkasına nakl eder. Allahın rahmetine güvenmeli, kendi ameline değil).


45.ci mektûbda diyor ki, (Mektûblaşmak, uzakdan teveccühe sebeb olur).


47.ci mektûbda diyor ki, (Bu yolumuz, tarîkatların en kısasıdır ve elbette kavuşdurur. Yolumuzun aslı sohbetdir. Muhabbet yolu ile, uzakdan da feyz alınır. Kelime-i tevhîd ile zikri soruyorsunuz. Bunu bildiriyorum).


48.ci mektûbda diyor ki, (Hindistândaki feyz, başka yerlerde yokdur. Geceleri, ağlamakla ve istigfâr ile aydınlatınız).


55.ci mektûbda diyor ki, (Kâfirlerle görüşmek, (Tefsîr-i kebîr)de uzun yazılıdır. Kâfirle görüşmek, üç dürlü olur. Birincisi, onun küfrünü beğenir. Bunun için sever. Bu muhabbet yasakdır. Çünki, onun dîninden râzı olmuşdur. Küfrü beğenen kâfir olur. Böyle muhabbet, îmânı giderir. İkincisi, herkesle iyi geçinmek için, kâfire dost görünmekdedir. Bu muhabbet memnû’ değildir. Üçüncüsü, ikisi ortasıdır. Onlara meyl eder, yardım eder. Dîninin bâtıl olduğunu bilerek, akrabâlık, iş arkadaşlığı sebebi ile dostluk yapar. Bu muhabbet küfre sebeb olmaz ise de, câiz değildir. Çünki bu muhabbet, zemânla dînini beğenmeğe sebeb olur.)


86.cı mektûbda diyor ki, (Her şeyi unutup, hep zikr yapmak, başlangıcda zordur. Bu zikre (Yâd-ı gird) derler. Sonra, zikr, kalbin sıfatı olur. Bu hâle (Yâd-ı daşt) denir).


87.ci mektûbda diyor ki, (Herşey ezeldeki takdîr ile olmakdadır. Râzı ve teslîm olmak lâzımdır. Müslimân, (Akl-ı fe’âl)e inanmaz).


88.ci mektûbda diyor ki, (Nafaka-ı ıyâl vâcibdir. Bu niyyet ile nafaka kazanmak, zikr olur).


89.cu mektûbda diyor ki, (Mahlûkları unutuncaya kadar zikr yapınız.


Kendinizi unutuncaya kadar kelime-i tayyibeyi tekrâr ediniz).


139.cu mektûbda diyor ki, (İnsana (Âlem-i sagîr) denir ki,âlem-i halk ve âlem-i emrden hâsıl olmuşdur. Âlem-i sagîrde olan, âlem-i asgârda da vardır. Âlem-i asgâr, insanın kalbidir. Kalb, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla temizlenir).


141.ci mektûbda diyor ki, (Mümkinde bulunan her hayr ve kemâl vücûb mertebesinden gelmişdir).


142.ci mektûbda diyor ki, (Tâlibân-ı Hak, bu nezâr-ı fâizül envârda füyûz ve envâra kavuşur).


153.cü mektûbda diyor ki, (Bu yolda ilerlemek, sohbet ile olur).


156.cı mektûbda diyor ki, (Mü’minin kemâli, kâmil olmadığını anlamakdır).


203.cü mektûbda diyor ki, (Dünyâdaki müşâhedeler, serâb gibidir. Hepsi zıllerdir. Nemâz mü’minin mi’râcıdır).


206.cı mektûbda diyor ki, (Düâ, rızâya münâfî değildir).


217.ci mektûbda diyor ki, (Kabrde, rûh beden ile birleşerek, his hâsıl olur. Hâl, ilmden şereflidir ve kemâle erenlerde bulunur. Vilâyet, fenâ ve bekâdır).


218.ci mektûbda diyor ki, (Muhabbet esâsdır).


219.cu mektûbda diyor ki, (Şeytân her şekle girer. Yalnız, Peygamberimizin şekline giremez).


221.ci mektûbda diyor ki, (İnsan, âhıretde, dünyâda iken sevdiğinin yanında olacakdır).


MUHAMMED MA’SÛM-İ FÂRÛKÎ hazretlerinin üç cild fârisi (MEKTÛBÂT) kitâbından seçdiğimiz mektûbların özetleri, yukarıda yazıldı. Bunlardan biri üzerinde geniş bilgi edinmek istiyenin özet başındaki mektûb numarasını,(MÜNTEHABÂT EZ MEKTÛBÂT-I MA’SÛMİYYE) kitâbında bularak, bu sıra numaralı mektûbu okumalıdır. Bu kitâbı, (HAKÎKAT KİTÂBEVİ) basdırmışdır.


Velhamdü lillâhi Rabbil’âlemîn.

MÜNTEHABÂT EZ MEKTÛBÂT-I MA’SÛMİYYE

İkinci cild, 11.ci mektûbda diyor ki, (Hak teâlâ, insanları başıboş bırakmadı. Emrler ve yasaklar verdi. Nefsine uyarak, emrlere uymazsa gazab-ı ilâhiyyeye sebeb olur. Azâblara düçâr olur. Aklı olan, fânî lezzetlere dalarak, ebedî lezzetleri kaçırmaz. Evvelâ, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi îmân eder. Sonra farzlara ve harâmlara uyar. Farzların en mühimmi, nemâzdır ki, dînin direğidir ve mü’mini kâfirden ayırır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Her gün beş vakt nemâz kılana Cennet kapıları açılır, Allahü teâlâ ile arasındaki perdeler kalkar) ve (Beş vakt nemâza devâm eden, sırât köprüsünden şimşek çakar gibi geçecek ve sâbık denilen Evliyâ ile haşr olacakdır) buyuruldu. Zekâtı, emr olunan kimselere vermelidir ve Ramezân orucunu seve seve tutmalı ve şartları bulununca Kâ’beye giderek hac yapmalıdır. Hadîs-i şerîfde, (Hac ve umre fakîrliği ve günâhları yok eder) buyuruldu. İslâmın binâsının beş direğinden birincisi, kelime-i tevhîdi söylemek, ya’nî, LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESÛLULLAH demekdir. Îmânı düzeltdikden ve emrlere, yasaklara uydukdan sonra, (Tarîka-i sôfiyye)ye bağlanmak lâzımdır. Ma’rîfet-i ilâhiyyeye bununla kavuşulur ve nefsin şerrinden bununla korunulur. Ma’rifet-i ilâhiyye, (fenâ fillah) ile hâsıl olur. Ya’nî, kul, kendini yok bilmelidir).


12.ci mektûbda diyor ki, (Tevbe ediniz. Afv ve magfiret isteyiniz!).


26.cı mektûbda diyor ki, (Aslının adem ve şer olduğunu düşünmelidir. İnsanın kemâli, asldan emânetdir. Bunun için, kelime-i tevhîdi çok okumalıdır. Dünyâ yokluk âlemidir. Varlık âhıretdedir. Nefse tapınmağa son vermelidir).


29.cu mektûbda diyor ki, (İstihâre yapıp, kalbde hâsıl olana tâbi’ olunuz! Fenâ düşünceler sebebi ile hayrlı işleri terk etmeyiniz. İ’mel vestagfir!).


33.cü mektûbda diyor ki, (Dünyâ istirâhat yeri değildir. Tâ’at ve ibâdet için çalışmalıdır. Dünyâda sıkıntı çekmek, âhıretde râhat etmeğe sebeb olur. Vaktleri fikr ve zikr ile ma’mûr etmelidir. Kalbin huzûru için, çok kelime-i tevhîd söyleyiniz! Bin ile beş bin arası olmalıdır. Her nemâzdan sonra ve yatarken Âyet-el kürsî, istigfâr ve İhlâs ve Kul e’ûzüleri ve her sabâh ve akşam yüz kerre (Sübhânallah ve bi-hamdihi) ve on def’a Lâ havle okuyunuz! Her sabâh, (Allahümme mâ esbeha bî min ni’metin ev bi-ehadin min halkıke fe minke vahdeke lâ şerîke leke fe-lekel hamdü ve lekeşşükr) okumalı, akşamları mâ esbeha yerine mâ emsâ demelidir ve her gün, (Estagfirullah el’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüverrâhmânürrahîm el hayyül kayyûm ellezî lâ yemûtü ve etûbü ileyh Rabbigfir lî) okumalıdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bu istigfârı, hergün yirmibeş kerre okuyanın evine, şehrine hiç zarar gelmez) ve hâcetlere kavuşmak için, beşyüz kerre (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah) okumalıdır).


36.cı mektûbda diyor ki, (Resûlullahın yapdığı ibâdetleri yapmak için, kimseden izn almak lâzım değildir. Hâcetlere kavuşmak, tehlükelerden kurtulmak için izn almak iyi olur. Peygamberin ve Evliyânın rûhları, her yerde, cesed şeklinde görünür. Kabrleri hiç boş kalmaz. Kabrlerinde diridirler. Fekat bu, dünyâ hayâtı değildir. Hatm düâsına Peygamberi katmak şart değildir. Fekat fâidesi vardır. İmâm-ı Alî, kimseye la’net etmedi. La’net etmek ibâdet değildir. Şeytâna la’net edilmez. Şerrinden korunmak için, istigfâr olunur. Kimsenin îmân ile öldüğüne hükm olunmaz. Hüsn-i zan olunur. Kâ’benin aslı Evliyâyı ziyârete gider. Binâsı gitmez. Hiçbir velî Peygamberin derecesine yükselmez. Hızır aleyhisselâmın Peygamber olması haberi dahâ kuvvetlidir.


Peygamberlerin adedi kat’î ma’lûm değildir).


37.ci mektûbda diyor ki, (Akşam yemeği bulunmıyan fakîrin dilenmesi halâldir. Leş ve domuz eti yimek de böyledir. Zarûret olunca harâmlar, halâl olur).


38.ci mektûbda diyor ki, (Allah ile kul arasında en büyük perde, kulun nefsidir. Mürşid-i kâmile muhabbet, feyz gelmesine sebebdir).


51.ci mektûbda diyor ki, (Diri kimsenin kabrini hâzırlaması mekrûhdur. Peygamberimiz doyuncaya kadar yimezdi. Yemeğe besmele ile başlamak sünnetdir. Resûlullahın gözleri uyur, kalbi uyumazdı. Nefîs elbise de giyerdi. Resûlullah, Pazartesi günü öğleden sonra vefât etdi. Salıyı çarşambaya bağlıyan gece defn olundu).


59.cu mektûbda diyor ki, (Fenâ ve bekâ kelimelerini evvelâ Ebû Sa’îd-i Harrâz söylemişdir. Bir sâat düşünmek, bin sene ibâdetden hayrlıdır. Tarîkatlar, imâm-ı Ca’fer Sâdıka bağlıdır. İmâma, babalarından hazret-i Alînin nisbeti, analarından hazret-i Ebû Bekrin nisbeti gelmişdir).


61.ci mektûbda diyor ki, (Ulemânın ma’rifeti, nazar ve istidlâl iledir. Evliyânın ma’rifeti, keşf ve şühûd iledir. Fenâ derecesi yüksek olanın îmânı kâmil olur).


63.cü mektûbda diyor ki, (Sünnetler yerine kazâ kılmak lâzımdır. Kazâ nemâzı olmıyan, sünnet yerine kazâ kılarsa, sünneti kılmış olur. Sünnet olarak niyyet etmesi lâzım değildir. Sünnet sevâbına kavuşmak için, sünnet olarak da niyyet edilir).


71.ci mektûbda diyor ki, (Karanlık geceleri ağlamak ile ve istigfâr ile aydınlatınız. Dünyâ arzûlarından kurtulmak için, kelime-i tevhîdi çok okuyunuz!).


72.ci mektûbda diyor ki, (Keşflerden, tecellîlerden kurtulup, cehâlet ve hayrete varmalıdır. Bunun için kelime-i tevhîdi çok okumalıdır).


75.ci mektûbda diyor ki, (Vefât edenlere düâ ve Fâtiha okumalıdır).


77.ci mektûbda diyor ki, (Mevtâlara yetmiş bin kelime-i tevhîd okumak fâidelidir).


80.ci mektûbda diyor ki, (Belâlardan kurtulmak için, istigfâr okuyunuz. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Çok istigfâr okumak, insanı sıkıntıdan kurtarır. Nemâzlardan sonra yetmiş kerre okumalıdır.) İmâm-ı Rabbânî, 174.cü mektûbda diyor ki, (Kelime-i Temcîd, ya’nî Lâ havle okumak, insanı cinden ve sihrden korur.).)


83.cü mektûbda diyor ki, (Dînin sâhibine uymak ve üstâdı sevmek, insanı feyz almağa kavuşdurur. Bu ikisinden biri olmazsa, hâller ve kerâmetler bir şeye yaramaz. İstidrâc olurlar. Kazâ ve kader üzerinde konuşmamalıdır. İnsanın her işi Allahın takdîri ve irâdesi ile olmakdadır. Takdîr, halk ve îcâd demekdir. Mu’tezile ve Kaderiyye, câhil ve alçak olduklarından kazâ ve kaderi inkâr etdi. İnsan kendi kuvveti ve ihtiyârı ile, işlerini yaratıyor dedi. Bunlar, ateşe tapanlardan dahâ fenâdır. Önce insan birşey yapmak ister. Sonra Allahü teâlâ bunu halk eder. İnsanın irâdesine, istemesine (kesb) denir. Cebriyye mezhebinde olanlar, irâde ve ihtiyârı inkâr etdi. İnsanları mecbûr sandı. Bu sözleri küfrdür. Mürciyye bunlardandır. Mel’ûndurlar. İnsanda ihtiyâr olmasaydı, Allahü teâlâ zâlim demezdi. Allahü teâlâ kerîmdir. İnsana yapamıyacağı şeyi emr etmemişdir. Kaderiyye fırkası kazâ ve kaderi inkâr ediyor. Cebriyye fırkası irâde ve ihtiyârı inkâr ediyor. Her ikisi de ehl-i bid’atdir. İrâde başkadır, râzı olmak başkadır. Allahü teâlâ küfrü ve günâhları irâde ediyor, fekat râzı değildir. Ezeldeki takdîr, insanın kendi ihtiyârı ile yapacağını gösteriyor. Ezeldeki takdîr, ihtiyârı göstermeseydi, Hak teâlâ muhtar olmaz, mecbûr olurdu).


88.ci mektûbda diyor ki, (Karanlık geceleri zikr ve fikr ile ve ağlıyarak ve istigfâr ederek nûrlandırınız!).


89.cu mektûbda diyor ki, (Şevk ve taleb, müjdedir. Talebi mürşide bildirmelidir. Sohbet, feyz almağa sebebdir. Sohbet nasîb olmazsa, yalnız muhabbet de feyze kavuşdurur. Bid’at sâhibleri ile sohbet etmeyiniz! Hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibleri, Cehennemin köpekleridir) buyuruldu).


91.ci mektûbda diyor ki, (Nefsin zararı, şeytânın zararından çokdur.


Nefs, itminândan sonra hepsinden üstün olur. Tesavvufdan maksad, insanın aslının adem olduğunu anlamasıdır).


106.cı mektûbda diyor ki, (Sohbete kavuşuncaya kadar, (Lâ ilâhe illallah) okuyunuz. Bunun yarısı mâsivâyı nefy eder. Yarısı da ma’bûdu isbât eder ki, tesavvufdan maksad budur. İyi kötü herkes, hayrlı iş yapar. Sıddîklar, günâhdan sakınır. Güzel elbise, müntehîlere zarar vermez. Büyükler, zînetli elbise giymişlerdir).


108.ci mektûbda diyor ki, (Var olan yalnız Allahü teâlâdır. Âlem, hakîkatde yokdur. Bir görünüşdür. Vücûd hayrlara kaynakdır. Adem şerlerin menşe’idir. Noktanın dâire şeklinde görünmesi gibidir).


110.cu mektûbda diyor ki, (Şeytân, bid’at sâhiblerine ağlamak ve korku verir ve ibâdet yapdırır. Bunun için, bid’at sâhiblerinin ibâdetleri kabûl olmaz. Günâhlar, üç sâat yazılmaz. Tevbe edilirse hiç yazılmaz. Hadîs-i şerîfde diyor ki, (Elini göğsüne koy. Kalb, halâl ile sâkin olur. Harâm ile çarpıntı yapar.) Evliyâ, tatlı dili ve güzel ahlâkı ile ma’lûm olur. Dosta, düşmâna tatlı dil, güler yüz göstermelidir).


113.cü mektûbda diyor ki, (Yürek dediğimiz bu kalb, gönül dediğimiz kalbin yuvasıdır. Gönüle (Hakîkat-i câmi’a) da denir ki, âlem-i emrdendir. Zikr ederken, zâtı düşünmeli, hiçbir sıfatını düşünmemelidir. Rûh, göğsün sağ tarafına tealluk eder. Murâkaba, intizâr demekdir. Râbıta zikrden dahâ fâidelidir. Zikr nasıl yapılır?).


123.cü mektûbda diyor ki, (Dedikoduyu, ya’nî nemîmeyi dinlemek, nemîme yapmakdan dahâ fenâdır. Doğruluğunu araşdırmamalıdır).


124.cü mektûbda diyor ki, (İnsan, ibâdet yapmak için yaratıldı. Az bir ibâdet ile ebedî se’âdet ele geçer. Çok zikr yapmalıdır).


125.ci mektûbda diyor ki, (Sâlih niyyet ile yapılan her iş zikr olur).


137.ci mektûbda diyor ki, (İnsanda on latîfe vardır. Beşi âlem-i halkdan, beşi âlem-i emrden. Nefs, âlem-i halkdandır. Bunların reîsi, nefsdir. Tesavvuf, nefsi islâh içindir. Evvelâ levvâme, sonra mülheme, nihâyet mutme’inne olur).


140.cı mektûbda diyor ki, (Farzların kurbu, nâfilelerin kurbundan dahâ kâmildir. Fekat, bunun şartları vardır. Farzların kurb hâsıl etmeleri için, nâfileleri yapmak şartdır).