İmam-ı Azam Ebû Hanîfe hazretleri

_*Ebû Hanîfe hazretleri bir zengine tevazu etmişdi_*.

_Onun yanında kendini aşağı görmüşdü. Fakat bu tevazu da, o kimsenin imânlı olması sebebiyle idi._ 

Bununla beraber: 

_*«Bu hareketimin keffâreti için bin kere Kur'ân-ı kerîmi hatmetdim»_* buyurdu.

Allahü teâlâ benim ümmetime, Ramazân-ı şerîfde beş şey ihsân eder

Hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Allahü teâlâ benim ümmetime, Ramazân-ı şerîfde beş şey ihsân eder ki, bunları hiçbir Peygambere vermemişdir:


1-Ramazânın birinci gecesi, Allahü teâlâ mü'minlere rahmet eder. Rahmet ile bakdığı kuluna hiç azâb etmez.

2-İftâr zamânında, oruclunun ağzı kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan dahâ güzel gelir.

3-Melekler, Ramazânın her gece ve gündüzünde, oruc tutanların afv olması için düâ eder.

4-Allahü teâlâ, oruc tutanlara, âhıretde vermek için, Ramazân-ı şerîfde Cennetde yer ta'yîn eder.

5-Ramazân-ı şerîfin son günü, oruc tutan mü'minlerin hepsini afv eder)


Tam İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye

İnsanların nasıl olduklarını araştırmayın

 Siz, insanların nasıl olduklarını araştırmayın. Siz sadece, kimlerle beraber, ne yazıyor, ne okuyor, ona bakın.

(Hüseyin Hilmi Işık “kuddise sirruh” hazretleri)

Mü’min rahatsız olursa

 Mü’min rahatsız olursa, hasta olursa, bir din kardeşinin evine gitsin. Onunla biraz sohbet etsin, kitap okusun, mutlaka iyileşir.

(Hüseyin Hilmi Işık “kuddise sirruh” hazretleri)

İşin temeli kalbdir

 Biliniz ki, işin temeli kalbdir, gönüldür. Bu gönül, Allah'tan başkasına tutulmuş ise, yıkılmış demektir. Bir işe yaramaz.

(Ebül Hasen-el Kusi hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Sen dünyada iken ellibin kişiyle alışveriş yapmışsın

 Büyüklerden biri, bir bakkalı rüyada görüp;- Allahü teâlâ sana ne yaptı? diye sordu.Bakkal;- Önüme ellibin sayfa koydular.- “Bu sayfalar kimlerindir?” dedim.

- Sen, dünyada iken ellibin kişiyle alışveriş yapmışsın. Her bir sayfa, bunların birisiyle olan muameleni göstermektedir, dediler.Baktım, her sayfada bir kimse ile olan muamelemin inceden inceye yazılmış olduğunu gördüm.Bir kuruş hile yapan, bir kuruş hak yiyen, cezasını çekecektir.

(Said bin Cübeyr hazretleri “rahmetullahi aleyh“)

Alimlerin aleyhinde bulunma

 Allahü teâlâ kimi felâkete düşürmek isterse, ona âlimlerin aleyhinde bulunma hasletini verir.

(Ebû Türâb Nahşebî Hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Sohbette kalbi temiz olana uyku basar

 Sohbetlerin, sözlerin hülasası hep Mektûbâtdadır. Kitap okumak, sohbetin yarısıdır.Sohbette kalbi temiz olana uyku basar.

(Hüseyin Hilmi Işık “kuddise sirruh” hazretleri)

Ömer bin Abdülazîz'in "rahmetullahi aleyh" son Cumâ hutbesi

 Ömer bin Abdülazîz'in "rahmetullahi aleyh" son Cumâ hutbesi şöyleydi:


Ey muhterem cemâat!


Muhakkak biliniz ki; mahşer gününde emniyet ve korkusuzluk, bugünden o günü düşünüp de Allah'tan korkan, küfür ve günahtan sakınan ve bu fânî âlemi bekâ âlemi olan âhirete üstün tutarak, şehvânî hislerinin esiri olmayanlar içindir. Bunun aksi harekette bulunanlar muhakkak aldanır.


Hayat ve ömür sermâyesini haksızlık ve yolsuzluk arkasında tüketen, eli boş ve nedâmet, pişmanlık içinde kalır. Bugün; siz, sizden öncekilerin yerini tutuyorsunuz. Fakat elbette sizin de yerinizi tutacaklar var. Görüyorsunuz ki, gelenler durmuyor, gidenler geri dönmüyor. İster istemez gideceğimiz bu mahal, her şeye sâhib olan cenâb-ı Hakk'ın huzûrudur.

Seyyid (evlâd-ı resulden) olmak, günah işlemeye, bid’at ehli olmaya engel değildir

 Hüseyin bin said hazretleri  Buyurdular ki:

Seyyid (evlâd-ı resulden) olmak, günah işlemeye, bid’at ehli olmaya engel değildir. Bid’at da neticede bir günahtır. Mesela İran’da siyah sarıklı olanlar seyyid olarak bilinir. Seyyid Sıbgatullah Hizanî “kuddise sirruh” hazretlerine, “Bid’at ehli seyyidlere nasıl davranalım?” diye sormuşlar. Zâtına hürmet, sıfatlarını sevmemek lâzımdır, buyurmuş (Minah). Nasıl fâsık kötü amelinden dolayı sevilmez, ama imanından ve başka iyiliklerinden dolayı sevilirse, aynen böyledir.

Tevbe ve İstiğfar

_*Birşeyin bütünü ele geçmezse, hepsini elden kaçırmamalıdır_* buyuruldu. 

_Yâ Rabbî, bize beğendiğin şeyleri yapmak nasîb eyle! Peygamberlerin en yükseği, efendisi, izzet, şeref yolcularının reîsi olan Muhammed Mustafânın “aleyhi ve aleyhim ve alâ âl-i küllin minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ” sadakası olarak, bizleri senin dîninde bulunmakdan ve sana itâ’at etmekden ayırma!”_

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri bâzen elini bana uzatır ve *Sık!* buyururlardı. Ben de sıkardım. Az sonra, Efendi gözlerini kapatırdı. Ben, *Uyudu* zannedip, elimi gevşetirdim.


O zaman gözünü açar ve yine *Sık!* buyururdu. Bu *Büyükler* in her bir hücresi zikredermiş efendim. Demek ki, kendi hücrelerindeki o *Zikr* bana da geçsin diye öyle yapardı Mübârek. 


Bu hususta *Râbıta* da var, ama o kolay birşey değil. Herkes yapamaz. Efendi hazretlerinden, râbıta için izn istemeye gelenlere; *Ona da sıra gelir, daha vakti var* deyip, geçişdirirlerdi. 

********

Ben her şeyi, Efendi hazretlerinden öğrendim. Yalnız arabça kitapları değil, türkçe kitapları bile Ondan öğrendim. *Mâlûmât-ı Nâfia* diye bir kitap vardı.


Onu bana verip, *Bunu oku, fâidelidir* buyurdu. Biz onu şimdi basdırdık. *Bir* numaralı kitâbımız oldu. *Fâideli bilgiler*. Efendi hazretleri tavsiye etdi bize onu. 


Velhâsıl hep Abdülhakim Efendi hazretlerinin methetdiği, tavsiye etdiği kitapları basdırdık. O büyüklerin ismini bile söylemek kârdır. *İnde zikrissâlihîn tenzîlürrahme*. 


Hadîs-i şerîfdir bu. Peygamber Efendimiz, bu hadîs-i şerîfde ne buyuruyor? *Allahü teâlânın sevdiklerinin, yâni Evliyâ kullarının ismi bir yerde söylenirse, oraya rahmet yağar* buyuruyor. 


Elhamdülillah, Rabbimize çok şükür. Mübârek ramezânda Cum’a namâzı kılmak ne büyük seâdet, ne büyük bahtiyârlık. Cenâb-ı Hak bize *İhsân* etdi. 


Abdullah ibni Abbâs hazretleri buyuruyor ki: Günlerin en kıymetlisi *Cum’a* günüdür. Ayların en kıymetlisi *Ramezân-ı şerîf* ayıdır. Amellerin en kıymetlisi de ihlâs ile kılınan *Namaz* dır. 


Elhamdülillah, bugün işte bize üçü de nasîb oldu. *Ne güzel, ne güzel, ne güzel*. Ne kadar şükretsek azdır kardeşim. 

********

Allahü teâlâ bâzı kullarına *Hâdî* ismiyle tecellî etmiş, yâni *Hidâyet* nasîb etmiş. Bunları kendi hizmetinde kullanıyor. Kullarının hidâyetine vesîle ediyor. 


Bâzı kullarına da *Mudil* sıfatıyla tecellî etmiş. Bunlar da, dalâlete vesîle oluyorlar, yıkıcıdırlar, bölücüdürler. *El-hamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah*. Rabbimiz bizi onlardan etmemiş. 


*Elhamdülillah elhamdülillah elhamdülillah*, Rabbimiz bizi *Hâdî* ismiyle şereflendirdiği, mes’ud, bahtiyâr kulla-rından eylemiş. Ne büyük *Seâdet*, ne büyük *Müjde* efendim.

ABDESTSİZ NÖBET TUTMAM

Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, Sarayda gece gündüz nöbet tutan hassa askerleri vardı. Bu nöbetçilerin geleneksel olarak geceleyin bir seslenişleri yankılanırdı etrafta:

- Kimdir o?

- Kim var orda?.. Hiç kimse yoktur ama onlar sanki birilerini görüyormuş gibi, belli aralıklarla hep seslenirlermiş... Böylece devamlı uyanık durduklarını ve vazife başında olduklarını duyururlarmış. Ayrıca bu askerler her saat başı nöbeti başka arkadaşlarına devrederlermiş. Bir gece, yine nöbet yerinden sesler duyar Padişah:

- Kimdir o?

- Kim var orda?..

Aradan 1 saat geçmesine rağmen, yine aynı ses bağırır:

- Kimdir o?

- Kimdir var orda?..

Padişah'ın dikkatini çeker. Bu ses, bir saat geçtiği halde değişmemiştir. Halbuki her saat başı nöbetçi değişmelidir. Bir müddet bekler ve tekrar sese dikkat kesilir. Hayret, ses önceki sestir. Nöbetçi niçin değişmemiştir? Sultan Abdülhamid Han, hemen ilgilileri çağırtır ve durumu öğrenmek istediğini söyler. Çünkü kendisine karşı düzenlenmiş müthiş bir bombalı suikasttan kıl payı kurtulmuştur. Ve bu olay daha çok yenidir. Acaba yine bir Ermeni oyunu mu tezgâhlanıyor?

Biraz sonra saatinde değişmeyen nöbetçi, Padişah'ın huzurundadır. Heyecan ve korku ile yüzü yerde beklemektedir. Padişah sorar:

- Sen kaç saattir nöbettesin?

- Bir buçuk saate yaklaştı, Hünkârım.

- Niçin saat başında vazifeni devretmedin?

- Hünkârım, benden sonraki arkadaş rica etti, onun yerine de nöbet tutuyorum.

- Niçin? Neden usulü çiğniyorsun?

O yiğit Mehmetçik utançla indirir mübarek başını. Ürkekliği iyice artar, söylemek istemez. Fakat Padişah'ın ısrarı üzerine şöyle konuşur:

- Padişah'ım, benden sonraki nöbetçi ihtilâm olmuş. "Ben bu halde iken Halife-i Müslimîn'in korunmasında vazife alamam. N'olur, sen benim yerime de nöbet tut, sonra da ben senin yerine tutarım" dedi. Ben de kabûl ettim.

Mehmetçiğin bu inceliği Sultan Abdülhamid Han'ın çok hoşuna gider. Sabahleyin hemen gusülsüz nöbet tutmayan askeri huzuruna getirtir. Geceki davranışından duyduğu memnuniyetini ifade eder.

Bu denge bozukluğunu gidermenin ilacı da eczanelerde satılmıyor

 Enver Ören “rahmetullahi aleyh” Ağabeyimiz* Buyurdu ki:

Sabahtan akşama kadar hep yemek yiyoruz, su içiyoruz, her türlü gıdalarımızı alıyoruz. Vücudumuzu beslediğimiz gibi eğer rûhumuzu beslemezsek, onu aç bırakırsak, o da ölür. Rûh, âlem-i emrden, vücut, topraktan yaratılmıştır. *Vücut; topraktan yaratıldığı için gıdası toprak maddeleri, rûh; âlem-i emrden yaratıldığı için onun da gıdası, âlem-i emrdendir. Yani Kur’ân-ı kerîm okumaktır, din kitabı okumaktır, namaz kılmaktır, sohbet etmektir. Velhasıl dengeli insan, olgun insan, kâmil insan, bedeni ve  rûhu sıhhatte olan insandır.* Bu asırda stres hastalığı, bunalım yaygın. Her ailede bu dert var. Sebep? Beden besleniyor, rûh beslenmiyor, denge bozukluğu meydana geliyor. Bu denge bozukluğunu gidermenin ilacı da eczanelerde satılmıyor. Dünyada kurulan bütün hastaneler, tıp fakülteleri, buna bir çare bulamıyor.

Rabıta (İrtibat kurmak)

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O *Büyük*’lerin ruhlarından istifâde etmek, onları sevmeye bağlı. Ne kadar seversen, o kadar *Feyz* alırsın. Onun için, bir araya geldiğimizde, o büyüklerin ismini anıyoruz.


Çünkü onların *İsmi* nerede hürmetle anılırsa, ruhları orada hâzır olur. Bakın, *gelir* demiyorum. Çünkü zâten orada, bir yerden gelmiyecek ki. Radyo dalgaları gibi, devâmlı her an mevcut. 


Yalnız irtibât kurmak için *İsmi*’nin anılması lâzım, o kadar. Peki, nasıl irtibât kuracağız? Ruhlarına, üç *İhlâs* bir *Fâtiha* okuyup, hürmetle isimleri söylenince, irtibat kurulmuş olur. 


*Râbıta* ile *Sohbet*, aynı şeydir kardeşim. Her an, tâbi olduğumuz büyük zât ile râbıta hâlinde olmak çok iyidir. 


Meselâ, her işimizde; *Mübârek hocam olsaydı, bu işi nasıl yapardı?* diye düşünmek, râbıtadır işte. Onu düşününce irtibât kuruluyor, râbıta da irtibât kurmakdır zâten. 


Aynen radyonun düğmesini çevirmek gibi. Radyo dalgası zâten orada var. Düğmeye basınca, İrtibât kuruluyor, onun gibi. 


Ancak bir şey var. Ne duâ edecekseniz, onların ismini söyler söylemez, nefes almadan hemen söylemeli ki, irtibât kesikliği olmasın. Böyle yapılırsa, mutlaka kendilerine arzedilmiş olur. 

*******

Bir gün, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri ile berâber gidiyorduk. Eyüp câmiinden dergâha doğru, o yokuşda yürüyorduk. Birden karşımıza iri bir *Köpek* çıkdı. 


Ben o zaman gencim, subayım, Efendi hazretlerini korumam lâzım. Böyle düşündüm, ama gayr-i ihtiyârî hemen Efendi hazretlerinin arkasına geçdim, oraya saklandım. 


Elimde olmıyarak öyle yapdım. Efendi hazretleri bastonuyla *Hoşt! Hoşt!* dedi, köpeği kovdu. Köpek de gitdi efendim. 


Ben kendi kendime; *Benim öne geçmem lâzımdı, benim Efendi hazretlerini korumam lâzımdı*, dedim. 


Ama öyle yapmadım, ben Ona sığındım. Neden? Çünkü evlât, babasının arkasına saklanır, evlât babasına sığınır, evlât babanın önüne geçer mi?

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, bu hizmetlerden dolayı bana bir imkân verirse, meselâ *Cennetini* nasîb ederse, içeri girmem efendim. Kapısında dururum. 


*Yâ Rabbî, bu hizmetleri, ben tek başıma yapmadım. Dünyâda kardeşlerim vardı, arkadaşlarım vardı. Bu hizmetleri, onlarla birlikde yapdık. Onları da isterim!* derim.


Ve mahşer meydanına geri dönüp, arkadaşların hepsini tek tek alırım. Hep birlikde gelir, Cennete gireriz.

*******

*Şeref-ül mekân bil mekîn*. Ne demek bu? Bir yerin şerefi, içinde oturanlarla ölçülür. Ama *üç şey* müstesnâ. O üç yer, aksine içindeki insanlara *Şeref* verirler. 


Çünkü Allahü teâlâ onları zâten şerefli yaratmışdır. Biri *Câmiler*. İkincisi, *Kâbe-i şerîf*. Bir de Medîne-i Münev-veredeki, *Kabr-i seâdet*. 


Allahü teâlânın dînini yayan mücâhidler ve onların yapdığı bu hizmetler de çok *Şerefli*’dir kardeşim. 


Allahın dînine hizmet edenler de çok kıymetlidir. Sizler de çok kıymetlisiniz. Neden? Çünkü kıymetli işle uğraşanlar da *Kıymetli* olurlar. 

*******

En büyük bayram, o *Büyük*’leri tanımakdır kardeşim. Çünkü bu ni’met, dünyâ ve âhiret ni’metlerinin en büyüğüdür, bundan büyük ni’met yok. Niçin? Çünkü Cennete girmek, buna bağlı. 


O büyükleri görmiyen, kitaplarını okumıyan kimsenin, kurtulması çok *Zor*’dur. Meselâ biz, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini görmeseydik, belki şimdi müslümân bile değildik, yâhut da *Sapık* bir müslümândık.


Din ve dünyâ seâdeti, bu *Büyük*’leri tanımakdır kardeşim. Allahü teâlâ dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ kerîmdir. *Kerîm*’in, ufak bir sebeple keremi coşar, yayılır her tarafa. 


Ömürler geçiyor kardeşim. Vaktiyle Abdülhakim Efendi hazretlerinin huzûrunda el pençe dururken, şimdi bu nimetin *Hayâli* kaldı. Hayâle kaldık. 


Hepimiz, gâyemize doğru gidiyoruz. Gâye nedir? Rabbimize kavuşmak. Yâni O’nun *Rızâsı*’na ve *Sevgisi*’ne kavuşmak. İnşallah kavuşuruz kardeşim.

Kâmil mümin kendinin kâmil olduğuna inanmaz

Sohbet-i salihin;

Hocamız Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyurdular:

İmam-ı Gazâlî hazretleri Kimyâ-i Se'âdet kitâbında buyuruyorlar ki; Birine yapacağınız en büyük beddua üç şeydir. Yâ Rabbî, çok ömür ver, çok sıhhat ver, çok para ver. Niye? Çünki onlar varken Allah demez. Onların bir arada olması, Allah demeye uygun değil, münâsib değil, yahşi değil. Onun için hep isteyici olmayalım, hayırlısını isteyelim. Biz hayırlısının nerede olduğu bilemeyiz.


Yine buyurdular ki: Bir mü'minin kemâlde olması, kendisinin kemâlde olduğuna inanmamasıdır. Ya'nî günâhlarını düşünür, âhıret bakımından sıkıntılarını, üzüntülerini düşünür. İşte bu, kâmil bir müslimândır. Eğer kendisinde zerre kadar bir üstünlük, meziyyet, sıfat düşünse, o, kâmil bir mü'min değildir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben Ankara’dan, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerini görmek için İstanbul’a gelirken, çoğu kere trende yer bulamayıp, *Ayakda* gelirdim. 


Yine bir defâsında, ayakda geldim. Sonra vapurla Eyüp Sultâna ve doğruca *Dergâha* varıp gördüm ki, içerisi kapıya kadar dolu. Kapıdan içeri girip, hemen *Boş* bir yere oturdum. 


Kapıdan içeride olduğuma şükretdim. Şimdi siz de, bu kapının içindesiniz ya, ister *Divan* da olun, ister *Yerde* oturun, neresi olursa farketmez kardeşim. 

********

*Kur’ân-ı kerîm* okumak, ibâdetlerin en *Kıymetli* sidir. Çünkü bu, Allahü teâlâ ile konuşmak oluyor. Namaz, niçin çok efdâldir ? Çünkü namazda *Kur’ân-ı kerîm* var. 


*Mevlid* okumak niçin çok sevapdır? Çünkü mevlidde *Kur’ân-ı kerîm* okunuyor. Kur’ân-ı kerîm okumak bütün ibâdetlerin en efdâlidir. 


Hadîs-i şerîfde ne buyuruldu? *Namazda okunan Kur’ân-ı kerîm, namâzın hâricinde okunan Kur’ân-ı kerîmden daha efdâl ve daha hayrlıdır*. 

********

Bizler dünyânın en bahtiyâr insanlarıyız kardeşim. Niçin? Çünkü Rabbimiz bizi *İnsan* yaratmış. Sonra *Müslümân* yaratmış. Sonra Habîbine *Ümmet* yaratmış. Ne büyük seâdetdir bu. 


Sonra, sevdiklerini tanıtmış ve onların *Yolu* nu göstermiş, onun için çok bahtiyârız. Allahü teâlânın dînine hizmet edecek *Mücâhid* ler yetişiyor, elhamdülillah. 


Kim yetişdiriyor bunları? Allahü teâlâ. Nitekim kendisi, Kur’ân-ı kerîminde; *Bu dîni, ben muhâfaza ederim. Muhâfaza etmek için de sebebini yaratırım* buyuruyor. 


Pekii, o sebep nedir? İşte bu *Mücâhid* lerdir. Yâni sizlersiniz. Sizin gibi mücâhidler, İslâma hizmet edecek, bizim de mezarda rûhumuz *Şâd* olacak. 


Siz islâma hizmet ederken, bizim de mezarda çürümüş vücûdumuz, rûhumuz inşallah *Şâd olur*. Çünkü biz kabirde iken, sizin bu hizmetlerinizden haber alırız, melekler *Haber* verirler kardeşim.

Biz onları anlayamayız

 Bir gün Hazreti Bâyezîd’e “Peygamberler hakkında ne buyurursunuz?” diye sordular. Cevâbında buyurdu ki: “Biz onlar hakkında bir şey söyliyemeyiz ve onları anlıyamayız. Hâllerini anlamakdan âciziz. Onlar, bizim anlıyabildiğimizden çok daha yüksekdirler. Diğer insanlar, büyük velîleri ne kadar anlıyabilirse, velîler de peygamberleri ancak o kadar tanıyabilirler.”

Efendim siz bütün mahlûkâta şefaat etseniz yine fazla sayılmaz

 Bir gün sohbetinde bulunanlara, “Kalkınız, Allahü teâlânın velî kullarından birini karşılamaya çıkalım” buyurup, kalktılar. Yola çıktıklarında, İbrâhîm bin Şeybe-i Hirevî ile karşılaştılar. Hazreti Bâyezîd ona, “Hatırıma, seni karşılamak ve Allah katında sana şefaat etmek geldi” buyurdu. O da, “Efendim siz bütün mahlûkâta şefaat etseniz yine fazla sayılmaz” dedi.

Onun ayağının tozunu, gözüne sürme yap

 Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir defasında şöyle anlattı: Bizim rûhumuzu, semâlara götürdüler. Cenneti, Cehennemi gösterdiler. Hiçbir şeye bakmadım. Hep Allahü teâlâyı düşünüyordum. Nice makamlardan geçirdiler. Nihâyet ezeliyyet ağacını gördüm. Sonra “Yâ Rabbî! Sana gelebilmem için beni benliğimden kurtar” diye yalvardım. Bana bildirildi ki: “Ey Bâyezîd! Benliğinden kurtulup bana yaklaşman, Sevgili Peygamberime tâbi olmana bağlıdır. Onun ayağının tozunu, gözüne sürme yap. Onun bildirdiği hükümlere uymaya devam et. (Tasavvuf ehli arasında bu menkıbeye Bâyezîd’in mi’râcı” denir.)

Sana Sultân-ül-ârifîn olmak hil’atini ve bana da köpeklik postunu giydirdiler

 Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir gün, talebeleri ile birlikte, gayet dar bir sokaktan geçiyorlardı. Hazreti Bâyezîd, karşıdan bir köpeğin gelmekte olduğunu gördü ve geri çekilip köpeğe yol verdi. Talebelerinden birinin hatırına şöyle geldi: “İnsanoğlu hayvanlardan şereflidir. Hem bizim üstadımız, Sultân-ül-ârifîndir. Hem de etrâfındakiler onun, her biri çok kıymetli sâdık talebeleridir. Bütün bunlara rağmen, üstadımızın bu köpeğe yol vermesinin hikmeti acaba nedir?” Bunun üzerine Hazreti Bâyezîd buyurdu ki: “Şu köpek, hâl lisânı ile bana dedi ki, “Sana Sultân-ül-ârifîn olmak hil’atini ve bana da köpeklik postunu giydirdiler. Bunun tersi de olabilirdi.” Bunun üzerine ben de ona yol verdim.”

Sen bize öyle bir şeyle gel ki, o bizde olmasın

Bir defasında Hazreti Bâyezîd’in kalbine şöyle ilham olundu: “Ey Bâyezîd! Hazinelerim, başkaları tarafından yapılan ibâdetlerle ve güzel hizmetlerle doludur. Sen bize öyle bir şeyle gel ki, o bizde olmasın.” Hazreti Bâyezîd, “Yâ Rabbî! Hazinende bulunmayan şey nedir?” Kalbime ilham olundu ki, “Acizlik, zavallılık, çaresizlik, zillet ve ihtiyâç.”

Allahü teâlâya olan muhabbetinin hakîkî olup olmadığının alâmeti

“Bir kimsenin, Allahü teâlâya olan muhabbetinin hakîkî olup olmadığının alâmeti, kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevâzu gibi üç hasletin bulunmasıdır.”

(BÂYEZÎD-İ BİSTÂMÎ "Kuddise sirruh")

En büyük nimet müslüman olmak nimetidir

 En büyük nimet,“Müslüman olmak” nimetidir. Bundan büyük nimet yoktur. Nimetin bize gelmesine vesile olan kimseye teşekkür etmeliyiz önce.Eğer teşekkür etmezsek, o zaman Allahü teâlâ şükrümüzü kabul etmez. Çünkü insanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olamaz.

(Emir Gilan-ı Vaşi hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Bilmeden Müslümanlık olmaz

 ***"İman" ve "ibadet" bilgilerini öğrenmeden önce, roman, hikaye ve benzeri kitapları okumak lüzumsuz ve çok zararlıdır.Emri yapmakta gecikmek, inatçılık ve edepsizlik olur.İslamiyet’i öğren evladım. Bilmeden Müslümanlık olmaz çünkü.Ehl-i sünnet alimlerinin yazdığı "ilmihal kitapları”nı okursan öğrenirsin oğlum.Din, ancak hakiki İslam alimlerinin kitaplarından öğrenilir. Olur olmaz kimselerin, para kazanmak için yazdığı kitapları okursan, zehirlenirsin. Onun için din kitabı alırken, yalnız kitabın ismine değil, kitabı yazanın ismine de bakmayı ihmal etme!

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi hazretleri ”rahmetullahi aleyh“)

Din hırsızlarına aldanmayalım

 Ehl-i sünnet denilen icazetli o büyük alimlerin,bildirdiği imandan, kıl kadar ayrılanın,azaptan kurtulması, asla mümkün değildir.Zira Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerde böyle buyruluyor.Ve din büyüklerimiz böyle haber verdiler.Bunun böyle olduğu, pek kati ve bellidir.Yani ehl-i sünnetten biraz ayrılanların,maksatları din değil, dünyalık olanların;Sözleri, kitapları, zehir gibidir.Onlara aldananlar, imanını yitirir.Dünya makamı için, dini alet ederek;kendine, din adamı edasını vererek,her aklına geleni söyleyip yazanların,Hepsi din hırsızıdır, onlara aldanmayın. Bunlar, yazdıkları kitap ve dergiler ile,okuyan kimselerin, imanını çalarlar.Bu bozuk kitaplara aldanan nice insanlar vardır ki, kendisini Müslüman sanır.Oruç tutar ve beş vakit namazını kılar.Bilmez ki,dinini, imanını çaldırmıştır.Yaptığı ibadetler, indallah kabul görmez.Hiçbir iyiliğine, sevap, ecir verilmez.İmansız kimselere faideleri olmaz.O ise, imanını çaldırmış, haberi yok ki.O halde her Müslüman, uyanık olmalıdır.

Bu kabil kitapları, hiç okumamalıdır.Bir kitabı alırken,sırf kapağına değil , bilhassa (kim yazmış?) olduğuna bakmalıdır.(İcazetli) Ehl-i sünnet bir âlim yazmışsa, almalıdır.Çünkü o âlimlerden, insana fayda vardır.Dinde reformcu veya bid’at ehli bir insan yazmışsa,o kitabın yanından kaçmalıdır .Çünkü bugün ancak, iki cihanda saadete kavuşmak,Ehl-i sünnet olmaya bağlıdır.Bu da, Hak teâlânın resulü, sevgilisi,dünya ve ahiretin iyisi, efendisi olan Resulullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” uymakla olur mümkün.Bu da, ehl-i sünnetin yoludur ancak.Mühim olan, doğru bir iman ve itikattır.Sonra, ibadetleri öğrenmek ve yapmaktır...

(Ebu Ali Rodbari hazretleri “rahmetullahi aleyh” ;Abdurrahman-ı Tahi hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Ho-parlörle Ezân Okumak

 ***(İbni Âbidîn)de, imâmın, yüksek sesle okuması vâcib olan yerde, başkalarını râhatsız edecek kadar bağırması günâh olduğu yazılıdır. Ho-parlörle okuyanlar, bu bakımdan da günâha giriyorlar.Ezânın, insan sesinden fazla sesle okunması lâzım olsaydı, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunun çâresini emr ederdi. Çünki, dinde lâzım olan herşeyi bildirmesi, yapdırması vazîfesi idi. Nemâz vaktlerinin geldiğini, hıristiyanlar gibi çan çalarak veyâ yehûdîler gibi boru ötdürerek uzaklara duyuralım diyenler oldu. Kabûl etmedi. (Biz böyle yapmayız. Yüksek yere çıkıp ezân okuyunuz!) buyurdu.Böylece,insan sesinin varamıyacağı yerlere tek bir ezân sesinin ulaşdırılmasına lüzûm olmadığı anlaşıldı. Ho-parlörle uzaklara duyurmağa lüzûm yokdur. Şimdi, ezânı ho-parlör ile okuyorlar. Ho-parlör sesleri birbirine karışarak, ezân oyuncak hâlini alır. Görülüyor ki, ho-parlörle okumak, lüzûmsuz ve zararlı olmakdadır. İslâmiyyetin emrine uyarak her müezzin minâreye çıkıp, sünnete uygun ezân okuyunca, herkes kendine yakın ezânı çok iyi işitir. Uzaklardan ho-parlör sesini duymağa lüzûm olmaz. Ezânı ho-parlörle okuyarak, sesin uzaklardan işitilmesini istemek,ezânın bir yerde okunmasını,her câmi’de okunmamasını istemek demekdir. Zemânımızda,minâresine çıkılıp sünnete uygun ezân okunan bir câmi’ görünmez oldu. Minârede okumamak şehrlere de, köylere de yayıldı.teypden ve radyodan okunan ezân sahîh olmaz. Minâreye çıkıp ho-parlörle okumak da, sünnete uygun değildir.Kur’ân-ı kerîm okumak sünnetdir. Harâma, hattâ mekrûha sebeb olan sünneti terk etmek lâzım olduğu, fıkhda, temel bilgilerden biridir.Kur’ân-ı kerîmi, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın okudukları gibi okumak ve dinlemek ibâdet olur. Başka dürlü okumak ve bunu dinlemek, ibâdeti değişdirmek olur, bid’at olur. Bid’at ise, günâhların en büyüğüdür.......

(Se’âdet-i Ebediyye)

İbadetlerin makbul olması için

 Hüseyin bin said hazretleri Buyurdular ki:İbadetlerin makbul olması için sahih olması, şartlarına uygun olması lâzım. Binaenaleyh, şartlarını öğenmek lâzım, ibadetlerin. Şartlarını. Onlara uygun yapmak lâzım. Bir de ihlas ile yapmak lâzım. Niyet, halis niyet ve ihlas. Allahü teâlâ için, Allahü teâlâ emrettiği için, hem şartlarına uygun yapacağız, ibadet sahih olsun diye... Hem de Allah için yapacağız, makbul olsun diye, makbul. Sahih olur ama makbul olmaz, niyet bozuk.

Talha bin Ubeydullah (Radıyallahü anh)

Talha bin Ubeydullah hazretleri, İlk îmâna gelenlerden ve aşere-i mübeşşeredendir. "Talha, ile Zübeyr, Cennette komşularımdır" hadîs-i şerîfi ile medhedildi... Bu mübarek sahabî, son derece sevimli idi. Orta boylu, geniş göğüslü, yakışıklı bir zattı. İsraf ve aşırılığa kaçmadan iyi giyinirdi. Onun ahlâkının güzelliğine bir misâl olarak şu hadise anlatılır: Ümmi Ebân'la evlendi Eshâb-ı kirâmdan birçok zât güzelliği dillere destan olan Ümmi Ebân hatunla evlenmek için teklifte bulunmuşlardı. Fakat O hiçbirisini kabul etmedi. Talha bin Ubeydullah teklifte bulununca kabul etti. Sebebi sorulduğu zaman: -Onun ahlâkını bilirim. Evine girerken güler yüzle girer, evinden çıkarken mütebessim olarak çıkar. Kendisinden istenildiğinde verir, kendisine bir iyilik yapıldığı zaman teşekkür eder. Bir kusur görünce affeder, diye cevap vermiş ve Hz. Talha ile evlenmişti. Hz. Talha çok büyük bir zenginliğin içinde bulunmasına rağmen gayet az yer, son derece sade giyinirdi. İsraf etmez ve israf edenleri sevmezdi. Bazen de çok güzel elbiseler giyerdi. Hz. Talha, ahlâk, edep ve fazilet bakımından çok yüksek idi. Kalbi Allahü teâlânın korkusuyla ve Resûlünün muhabbetiyle doluydu. Bu muhabbeti aşk derecesinden de çok ötelerde idi. O bu aşkının en güzel isbâtını Uhud ve diğer gazâlarda göstermiştir. Hz. Talha bin Ubeydullah, Uhud Savaşında üstün gayretler, kahmanlıklar göstermişti. Savaş anını kendisi şöyle anlatır: "Gördüm ki, Eshâb-ı kirâm dağıldı. Müşrikler hücûm ettiler ve Resûlullahı her taraftan kuşattılar. Resûlullahın önünden mi, arkasından mı, sağından mı, yoksa solundan mı gelen taarruzlara karşı duracağımı bilemiyordum. Bir önden gelenlere bir arkadan gelenlere koştum onları uzaklaştırdım. Nihayet dağıldılar..." 

Uhud Savaşında aldığı ağır yaralar sebebiyle komaya girdi, Resulullahın duasıyla iyileşip, birlikte Medine'ye döndü. Resulullahın vefatından sonra da çok üzülüp tenha bir köşeye çekildi. Yıllar sonra "Cemel Vakası"nda şehid oldu. Hz. Ali harp meydanını gezerken Hz. Talha'yı ölenler arasında görünce çok üzüldü, pek çok ağladı. Kucağına aldı. Yüzündeki toprakları sildi ve "Ey Talha semânın yıldızları altında seni toprağın üzerinde serilmiş olarak görmek bana pek ağır geldi, beni kalbimden vurdu. Keşke yirmi yıl önce ölseydim" buyurdu. Hz. Ali, bizzat namazını kendi kıldırdı...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İçimizde en günâhkâr olan kim, biliyor musunuz? *Benim, Been!* En günahkâr benim. Niçin? En yaşlınız benim de onun için. 


Çünkü insanın, Allahü teâlâyı unutarak, gafletle aldığı, verdiği her nefes, *Günâh* yazılır kardeşim. Hepimiz gaflet içindeyiz. 


Gafletle alınan ve verilen nefesler, hep *Günâh* yazılır. İçinizde, en fazla nefes alıp veren benim, öyleyse içinizde en *Günahkâr* olan da benim. 

*******

Büyüklerden feyz alabilmek için bir yol var efendim. Nedir o? Kendini acındırmak. 


*Feyz* almak istiyorsan, kendini büyüklere acındıracaksın. Niçin? Çünkü onlar, acırlarsa verirler. Acıdıklarına lütfederler, ihsânda bulunurlar. 


Acımadıklarına vermezler. Onların acıyarak bir şefkatli nazarı, kalbleri temizler. Her şeyin bir yolu vardır ya, büyüklerden *Feyz* almanın yolu da budur işte. 


Bu gün, atom bombasının yapmadığını, *Güler yüz* ve *Tatlı dil* hâllediyor efendim. Yâni herkesle iyi olmak, iyi geçinmek. Buna diplomasi diyorlar. Bu haslet kimde varsa, o başarılı olur. 


Onun için Enver âbi hep başarılı oluyor. Çünkü o, güler yüzlü, tatlı sözlüdür. Zâten bu, mü’min olmanın alâmetidir. *Mü’min*, güleryüzlü olur, tatlı dilli olur. *Münâfık* ise, somurtkan ve asık suratlı olur. 

*******

İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlânın, bir kuluna vereceği en büyük ni’met, sevdiği bir *Dost*’unu ona tanıtmasıdır. Aynen Eshâb-ı kirâma Peygamber Efendimizi tanıtdığı gibi. 


Onun için bu gün, o büyükleri tanıyanlar, Peygamberimizin zamânında dünyâya gelselerdi, hepsi *Eshâb-ı kirâm* olurlardı. Ve bu gün, o büyükleri inkâr edenler, o zaman dünyâya gelselerdi, *Ebû Cehil*’den beter olurlardı. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini görmeseydik, Onu tanımasaydık, ne biz olurduk, ne de bu hizmetler olurdu. Çünkü cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde öyle diyor. 


Yâni, *Ey habîbim, eğer bu din gelmeseydi, siz evvelce olduğu gibi, kabîleler arasında kavga ederdiniz, birbirinizi öldürürdünüz*, buyuruyor.

O KİTABI BANA GÖSTERİN

Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri, Tebe-i tâbiînden olup, Basra’da yaşamıştır. 805 (H. 189) senesinde vefât etmiştir. Kıymetli nasihatleri vardır... 

Abdülvâhid bin Zeyd, yaşadığı bir hadiseyi şöyle anlatır: 

Bir defâsında deniz yolculuğuna çıkmıştık. Bindiğimiz gemi fırtınaya tutuldu. Sonunda dalgalar bizi bir adaya sürükledi. İnip dolaşmaya başladık. Puta tapan bir adama rastladım. “Neden bu puta tapıyorsun. Bu ne fayda ne de zarar verir!” dedim.

“Siz kime taparsınız?” diye sorunca; “Her şeyi yaratan, her şeye kâdir olan Allahü teâlâya ibâdet ederiz” dedim. “Bunu size kim bildirdi?” dedi,

“Allahü teâlâ bize kerîm bir peygamber gönderdi, o bildirdi” dedim. 

“O peygamber nerededir?” dedi, “Bize Allahü teâlânın gönderdiği dîni bildirip, tebliğ vazîfesini tamamladıktan sonra vefât etti. Allahü teâlâya kavuştu” dedim.

“Ondan hiçbir alâmet kaldı mı?” dedi, “Evet O, Allahü teâlâdan bir kitap getirdi. Bizim yanımızdadır” dedim. Aramızda geçen bu konuşmadan sonra:

*“O kitâbı bana gösterin” deyince Kur’ân-ı kerîmi ona gösterdim. “Ben bunu okumasını bilmiyorum” dedi. Sonra açıp bir sûre okudum. Ben okudukça o ağladı. Sûreyi bitirince; “Lâyık olan şudur ki, kimse bu kelâmın sâhibine âsi olmasın!” diyerek hemen Müslüman oldu...* 

Ona Kur’ân-ı kerîmden birkaç sûreyi ve kendisine yetecek kadar din bilgisi öğrettik.

O gece yatsı namazını kıldık. Yatma zamânı gelince O yatmadı ve sabaha kadar ibâdet etti. Talebelerime; “Bu yeni Müslüman oldu. Aramızda biraz para toplayıp verelim de sıkıntı çekmesin” dedim. Parayı toplayıp götürdüğümüzde; “Bu nedir?” dedi. “Bunu al, kendine nafaka alırsın, sıkıntı çekmezsin” dedim. *“La ilâhe illallah. Ben daha önce bu adada iken, puta tapardım. Allahü teâlâyı bilmezdim, fakat O beni zayi etmedi, korudu. Şimdi ise O’nu tanıyorum. Beni hiç zâyi eder mi?”* dedi...


Üç gün sonra onun hastalanıp yatağa düştüğünü haber aldım. Hemen yanına koştum. “Bir isteğin var mıdır?” dedim. *Benim ihtiyâcımı, her ihtiyacı gideren Allahü teâlâ karşıladı”* dedi.

Bu görüşmemizden bir gün sonra da vefât etti. O gece onu rüyâmda bir bahçe içinde gördüm. Yanında da bir hûri vardı. Meâlen; “... *Melekler de her kapıdan yanlarına vararak şöyle diyeceklerdir: Sabrettiğiniz için, size selâm olsun! Âhiret saâdeti ne güzeldir!” (Ra’d sûresi: 23-24) buyrulan âyet-i kerîmeyi okuyordu...*

SULTAN AHMED VE MEHMED EMİN TOKADİ HAZRETLERİ

 Hattat Mehmed Râsim Efendi anlatır;

"Cennetmekân Üçüncü Ahmed Hânın vefâtından sonra, şöyle bir rüyâ gördüm. Geniş bir sahrada orduyu hümâyûn kurulmuştu. Bir tepe üzerinde de sultanlara mahsûs bir çadır, çadırın etrafında ise büyük bir kalabalık vardı. Kalabalıktan bir kişiye yaklaşıp; "Bu ordunun kumandanı kimdir?" diye sordum. O da; "Âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâmdır." dedi. Cehennem'e götürülecek bâzı kimseler bu büyük çadıra götürülüyor, buradan şefâat edilirse Cehennem'den kurtuluyordu. Yine birisine; "Peygamber efendimiz nerede bulunuyor?" diye sorduğumda; "Tepedeki büyük çadırda" dedi. Hemen çadırın yanına koştum. Çadırın kapısına vardığımda, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerini çadırın kapısında gördüm. Şefâat istiyenleri çadırın içine götürüp, getiriyor du. Çok şaşırdım. Biz bu zâtı anlayamamışız diye çok üzüldüm. O anda elleri bağlı birini çadırın kapısına doğru getirdiklerini gördüm. "Bu kimdir?" diye sorduğumda, Sultan Ahmed'dir dediler. Sonra çadıra yaklaşıp, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine teslim ettiler. O da önüne düşüp çadırın içine girdiler. İçeride Peygamber efendimiz kendisine iltifât buyurdu. Çadırdan çıktıklarında Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri; "Şefâat buyurulup affolundun, müjde olsun!" diye bağırdı. Dışarda sultanlara mahsus süslü bir at duruyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazret leri, sultânı tâzim ve hürmetle çadırdan çıkarıp, bekleyen süslü ata bindirdi. Etraftakilerin tebrikleri arasında, süratle oradan uzaklaştı.Bu rüyâyı gördükten sonra ertesi gün talebelere hat dersi veriyordum. Mehmed Emîn Efendi bâzı günler teşrif ederdi. O gün de dershânemizi teşrif etti. Hemen karşılayıp elini öptüm. Bu sırada bana; "Hoca Efendi, akşamki seyrâna ne dersin?" buyurdu. O gece gördüğüm rüyâyı hatırlayıp ağlayarak ellerine kapandım. Mehmed Emîn Efendi de ağladı. Sonra şükredip bana; "Ben hayatta iken bu gibi ilâhî sırları yayarak, bizim hâlimizi teşhir etmene rızâ göstermem. Vefâtımdan sonra anlatmanda bir mahzûr yoktur." buyurdu. Vefâtına kadar bunu kimseye anlatmadım. Vefâtından sonra güzel vasıflarını ve üstünlüğünü yâd etmek bakımından yeri geldikçe nakleder oldum."

Bu gazete benim

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, şimdi burda kendi kendime düşündüm, dedim ki: Ben şimdi ölsem, ne yapacaklar beni? Önce *teneşir* tahtasına koyacaklar, yıkayacaklar, sonra da kefenleyip *kabre* koyacaklar. 


Diyelim ki, kabre girdim, oradaki böcekler, yılanlar, akrepler üzerime üşüşdüler. Kimi ısırıyor, kimi kanımı emiyor. Acıdan kıvranıyorum. 



Ben böyle düşünürken bir hadîs-i şerîf hâtırıma geldi. *Kabr-ül mü’mini ravdatün min riyâdün Cenneti*. 

Yâni, *mü’minin kabri, Cennet bahçesidir*. O vakit râhatladım efendim. 


Çünkü Cennetde olan, o haşerelerin eziyetini hissetmez ki. Ben yemîn etsem ve dünyâda iken, *ben Cennete girdim ve çıkdım* desem, bana günâh olmaz efendim. Niçin? 


Çünkü Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerini, kabr-i şerîfine ben koydum. Efendimiz aleyhisselâm ne buyuruyor? *Mü’minin kabri, Cennet bahçesidir*. 


Ben o kabre girdim. Öyleyse ben, Cennet bahçesine girdim. Bu aklıma geldi ve râhatladım efendim. 

*****

Bir gün âilece Bursa’ya gitmişdik. *Sâim Şensöz* kardeşimizin evinde misâfir olduk. Bir akşam oturuyorduk, çay içiyorduk. 1980 senesiydi gâliba. Gazetemiz yeniydi.


Tirajımız azdı. Zannedersem 1500 kadardı. Postayla adreslere gönderiliyordu. *Enver bey* de gençti henüz, şimdiki gibi çok tanınmış değildi. Bir gece rüyâ görmüş efendim. 


Cağaloğlunda, Çatalçeşme sokakta, ikinci kattalarmış. Bir ara kapı açılmış ve *Abdülhakim Efendi hazretleri*, bildiğimiz şekliyle, mübârek sakalı, mübârek sarığı, mübârek pardesüsü ile.


Elinde baston, içeri girmiş efendim. Enver âbi; *Yerimden bir fırladım, elini öptüm*, diyor. Mübârek, tak, tak, tak, gidip, Enver âbi’nin yerine oturmuşlar ve Enver âbi’ye dönüp; 


*Bu gazete benim, bugün burada gazete sâhipleri toplanacak, bu toplantıya ben başkanlık yapacağım. Benden sonra da sen devam edersin*, buyurmuşlar. 


Sonra kalkmışlar. Yine tak, tak, tak, yürüyüp, kapıdan çıkıp gitmişler. Ben Enver âbiye sordum, *Bu gün en meşhur gazeteci kim?* diye. Bir isim söyledi. 


Ben de kendisine; *Hepsinin saltanatı bitecek, bir gün en meşhur gazeteci, Enver Ören olacak ve Enver âbiyi şu Türkiye’de tanımayan kimse kalmıyacak*, dedim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 🥀 💐💕☘🌺🌺☘💕💐🥀

           Hüseyin Hilmi bin Saîd 

              Mübarek Hocamız 

             Rahmetullâhi aleyh

              buyurmuşlar ki: 


İNSANLARDA KUSÛR ARAYANIN DOSTU OLMAZ. KUSÛRU KENDİNDE ARAYANIN HERKES DOSTUDUR. EĞER BİRİSİ GELİR DE SİZE, BİR DÎN KARDEŞİNİZİ KÖTÜLERSE, ALLAHDAN KORK, SUS DERSENİZ, YÜZ ŞEHÎD SEVÂBI ALIRSINIZ. ZA’ÎF KALBLER, ZA’ÎF RÛHLU İNSANLAR, BU ZAAFLARINI GİDERMEK İÇİN, GÜÇLÜ İNSANLARIN ARASINI AÇMAK İSTERLER, BİRİNDEN DİĞERİNE

LAF TAŞIRLAR. SİZ ONLARA KIYMET VERMEYİN VE ONLARI DİNLEMEYİN. 


İslâm âlimleri, bütün istirâhatlerini, menfe’atlerini fedâ ederek, dînimizin bu güzel emrlerini bildirmek

ve torunlarının dînlerini, îmânlarını korumak için, çok sayıda ve çok kıymetli kitâb yazmış ve bizlere

yâdigâr bırakmışdır. Güzel ahlâkı, adâleti, çalışkanlığı, fende, san’atda birinciliği ve yeğitliği dünyâ târîhlerinde, parlak kelimelerle yazılı olan, şanlı ve Şerefli ecdâdımızın, düşman elinin dokunmaması için, mübârek kanını dökdüğü ve bütün temizliği, doğruluğu ile bizlere mîrâs bırakdığı mukaddes dînimizi, yine onların mübârek elleri ile yazdıkları, hâlis ve afîf kitâblarından okuyup öğrenmeliyiz. 


HÂİNLERİN KALEMLERİNDEN ÇIKAN, SÜSLÜ KELİMELERLE ÖRTÜLMÜŞ, ZEHRLİ PROPAGANDALARI OKUYARAK, AZÎZ VE SEVGİLİ ÎMÂNIMIZI KAPDIRMAMAĞA, ALDANMAMAĞA ÇOK DİKKAT ETMELİYİZ!.

İyilik yapmak mecburiyetinde değiliz. İstersen yaparsın, istersen yapmazsın. Ama kötülük yapmamaya mecburuz. İyilik yaparsan iyi; ama yapmazsan kimse bunu niye yapmadın diye sormaz. Nasîbin yokmuş der; ama bir kötülük yaparsan, neden bunu yapdın diye sorarlar. Allah’ü teâlâyı incitmemek için, Onun komşularını incitmememiz lazımdır. 


-İKİ KİŞİ KARŞILAŞINCA MUHAKKAK BİRBİRLERİNE AZ DA OLSA FEYZ GEÇER. MÜRŞİD-İ KÂMİLİN FEYZİ İSE HER YERE GİDER. FEYZİ MÜRŞİD-İ KÂMİLDEN İSTEYECEĞİZ. O, ALLAH’Ü TEALANIN FEYZİNİ VERİR. 


-Mürşid-i kâmili tanıyan, seven, Ondan feyz alır. Tanımıyorsa, itiraz da etmiyorsa, gene ondan feyz alır.

Tanıyor ama sevmiyorsa, o zeman feyz alamaz. 


SİLSİLE-İ ALİYYEYİ OKUYAN, MUHAKKAK FEYZ ALIR ONLARDAN. KALBTEN KALBE YOL VARDIR. “MİNEL KALBİ İLEL KALBİ SEBİLA.” PEYGAMBER EFENDİMİZİN MÜBAREK KALBİNDEN, TÂ SEYYİD ABDÜLHAKÎM EFENDİ HAZRETLERİNİN MÜBAREK KALBİNE KADAR FEYZ YOLU VARDIR. BU FEYZLER, BU NURLAR, BU YOLDAN BİZE KADAR GELİYOR. BİZ DE ONLARI SEVERSEK, SEVDİĞİMİZ KADAR BİZE DE GELİR. SİLSİLE-İ ALİYYEYİ BİR İNSAN SEVEREK OKURSA, KALBİNİN KAPILARI AÇILIR. 


-Rabıtadan maksat, irtibat kurmaktır. İrtibat kurduğun zâttan, sen bilsen de, bilmesen de, anlasan da, anlamasan da, feyz gelir.

-Kitap okuyan o yazarları düşüneceği için, o yazarların kelamı olduğu için, tercüme edenin varlığı orada bulunduğu için, hep rabıta halinde olur. Onların ruhu, anıldığı yerde hâzır olur. Eğer her zaman hazırdır derse, küfre gider. O Allaha mahsustur.

BİRKAÇ MEKTUP BİLE OLSA, ANLASA DA, ANLAMASA DA, MEKTÛBÂT OKUYAN FEYZ ALIR. MANASINI BİLMESE DE FEYZ ALIR.

BİZİM KİTAPLAR, OKUYANA FEYZ VERİYOR. DAĞITANA DAHA ÇOK FEYZ VERİR.

BU BÜYÜKLERİN NAZARLARI, KELAMLARI, RÛHANİYYETLERİ, KALPTE NE KADAR KİR, PAS, GÜNAH VARSA, HEPSİNİ TEMİZLER. 


Kitabevinde oturanlar, kitaplarda isimleri geçen, hâl tercemeleri geçen o büyük zâtların ışınlarının altında tedavi görüyor. Dolayısıyla, mutlaka kitaplarımızın olduğu yerde olmağa çalışın.

-Müslimânın oturduğu evden feyz yayılır. Bu, sokağa te'sîr eder.

-Bir müslimânın evinde okunan Kur'ân-ı kerîmden, kılınan nemazdan hâsıl olan feyz-i ilâhî, pencere aralarından, kapıların altından, mahalleye akar. Böylece dolaşır, neresi müsaitse, oradan içeriye girer. Müsait olmayan yere girmez.

-Büyüklere mensub olan cimâdât (cansız eşya) bile kıymetlidir. Ya kendi elleri... Onlara temas eden

cimâdâta dokunan feyz alır. Mesela hırkalarına, başlıklarına, gömleklerine dokunan feyz alır. Ya kendi

mübarek ellerine dokunan; alır da alır... Biz bilmeyiz; alanla veren bilir onu.

Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin Seyyid Tâhâ hazretlerine yazdığı bir mektûb

 Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, kendisine yazdığı Fârisî mektûplarından birinde şöyle buyurdular: “Kıymetli Seyyid Tâhâ! Allahü teâlânın emânında olunuz! Âfet olan şöhretten dâima çok sakınınız! Kişi için, talebelerin çokluğu büyük belâ olabilir. Allahü teâlâ sizi o âfetten korusun! Âmîn. Kalbin acem beldelerine meylini, öldürücü, rûhu kurutucu zehir biliniz! Nerede kaldı ki, onların yanına gidilsin. Onlara yakın olmaktan, tatlı, idâreli dil kullanmaktan çok uzak olmalıdır. İnşâallah bir araya gelmezsiniz. Eğer şah bile bizzat da’vet ederse, gitmemelidir. Nerede kaldı ki, başkalarının da’vetine gidilsin. Böyle da’vete verilecek cevap şudur: “Biz derviş kimseleriz. Bizim işimiz, dünyâdan kesilmek ve İslâm pâdişâhına duâ etmek, insanların dînine hizmettir. Devlet reîslerinin meclisinin edeblerini bilmeyiz.” Sana emrettiğim üzere ol, muhalefet etme! Molla Mustafa Eşnevî’ye de fakirin selâmını söyle ve bu yazdıklarım aynı zamanda onun içindir. Fitne olan yerden çok uzak olup, dîne hizmet edecek yerde bulunmak ve yerleşmek zarurîdir. Bizden birşey gizli tutulmasın ki, helake sebep olur. Kulların en za’îfi Hâlid-i Nakşibendî Müceddidî.”


Şemsüddîn Muhammed Şâzilî hazretleri

 Vakti en mühim işler ile geçirmelidir...


Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için can atarak gayret göstermek, vakti zikir ve tefekkür ile geçirmek lâzımdır.

 

Şemsüddîn Muhammed Şâzilî hazretleri Mısır'da yetişen büyük velîlerdendir. Önce medresede ilim tahsil etti. Medrese arkadaşlarından biri de, meşhûr muhaddis İbn-i Hacer Askalânî'dir. Sonra tasavvufa yöneldi. Vilâyetin bütün makamlarını geçmiş, ilmiyle âmil, yüksek hâller sâhibi bir kimse idi. Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri buyurdu ki: "Benden sonra, Mısır'da Muhammed Hanefî ismiyle meşhûr bir zât gelecek, bu ülkenin fâtihi olacak, kendisi büyük şân sâhibidir. O, benim beşinci halîfem olacaktır." İmâm-ı Şa'rânî şöyle nakletti: " Şemsüddîn Muhammed Şâzilî hazretleri ölüm hastalığında; "Kimin bir hâceti, isteği olursa, kabrime gelsin; onu yerine getiririm. Çünkü sizinle benim aramda bir karış topraktan başka bir engel yoktur. Bir karış toprak onunla talebeleri ve dostları arasında engel olan kimse velî değildir" buyurdu." Şâzilî hazretleri 1443 (H.847) senesinde vefât etti.

 

Bu mübarek zat, sohbetlerinde buyurdu ki: "Sakın velîlerin kerâmetini inkâra kalkışmayın. Zîrâ kerâmet, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler ile sâbittir. Âdet dışı hâllerin olması, velîler için câizdir. Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebinin îtikâdı böyledir. Çünkü rivâyete göre İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, bir ara duâ etti ve kendisine semâdan bol yemeklerle dolu bir sofra indi."

 

"Velî, (Lâ ilâhe illallah) deyip, bunun şartlarını yerine getiren kimsedir. Bunun şartları; Allahü teâlâyı ve O'nun Resûlünü sevmek ve dost edinmektir."

 

"Bir kimse âhirete yönelirse, Allahü teâlâ keremiyle, onun dünyâ ve âhiret ihtiyaçlarını giderir."

 

"Vakti en mühim işler ile geçirmelidir. Yalnızken ve başkaları ile birlikte iken takvâ ve havf (korku) üzere olmalı ve ölüm ânını düşünüp, tefekkürü terk etmemelidir."


"Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için can atarak gayret göstermek, vakti zikir ve tefekkür ile geçirmek lâzımdır. Gecelerin karanlığını istiğfâr ile aydınlatmalı (geceleri çok tövbe etmeli) ve bu az vakitte (dünyâ hayâtında) âhiret azığını hazırlamalıdır.”

 

"Bid'atler yayılıp sünnetler terk edildiği zulmetli zamanda, İslâm ilimlerinin tahsîli ve neşri en mühim işlerdendir. Ve Muhammed aleyhisselâmın sünnetini yaymak en büyük maksattandır."

 

"Günahlardan hemen sonra tövbe yapılırsa ve tövbe günahtan sonra üç saat içinde yapılırsa o günah amel defterine yazılmaz."

Dört şey getirdim

Bu beyitin Şeyh Sa'di Şirâzi hazretlerine ait olduğu rivayeti olduğu gibi anonim olduğu rivayeti de vardır. Seyyid Fehim Arvasi kuddise sirruh hazretleri Nehri'ye mürşidi Seyyid Taha-i Hakkari kuddise sirruh hazretlerini ziyarete gittiği zaman mürşidi seyyid Taha hazretleri hediye olarak bize ne getirdiniz diye sorar. Seyyid Fehim kuddise sirruh ise cevaben bu beyiti söyler. 


Çâr çîz âverdeem şâhâ ki der genc-i tû nîst;

Nistî u hâcet u özr u günâh averdeem.


Mana itibariyle ise şöyledir:

Ey padişah! Dört şey getirdim senin hazinende olmayan:

 (Ki bunlar) yokluk, ihtiyaç, özür ve günah..." ( getirdim )

Aşağıdaki hat ise bunun Fârisi olarak yazılmış hâlidir. Seyyid Abdülhakîm Arvasi hazretlerinin bir müridi tarafından deftere not edilen sohbetlerinin bulunduğu risaleye fotokopi yoluyla konulan bu çerçevedeki yazı ise ( sorup öğrendiğimiz kadarıyla ) Seyyid Abdülhakîm Arvasi ( Üçışık ) kuddise sirruh hazretlerinin el yazısıdır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir savcı, *Üç* tâne *Suâl* hâzırlamış, *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerine soracakmış. Ehibbâdan Hâlid efendi ile Bâyezid’de buluşup, Eyüp Sultâna gideceklermiş. Savcı câmiye gitmediğinden, kahvede buluşmuşlar. 


Hâlid efendi demiş ki: *Abdülhakim Efendi hazretlerinin câmide sohbeti var, Onu dinleyip, sonra berâber yanına gideriz*. Hâlid efendinin zoruyla, savcı câmiye girmiş. Abdülhakim Efendi hazretleri de sohbete başlamış.


Ve o sohbetin içinde, savcının bütün suâllerine de bir bir cevap vermiş efendim. Çıkdıkdan sonra, savcı; *Gitmemize lüzûm kalmadı, bütün suâllerimin cevâbını tek tek aldım ve tatmîn oldum*, demiş. 

*****

Eyüp Sultân’da, *Hüseyin efendi* diye meşhur bir *Şeyh* vardı. Abdülhakim Efendi hazretleri oraya gelince, bu Hüseyin efendi merâk etmiş. Kendi kendine;


*Benden büyük şeyh olur mu? Kimmiş bu Vanlı Hoca, gidip bir göreyim*, demiş. Abdülhakim Efendi hazretlerinin yanına cübbeyle, sarıkla gelmiş, kendini tanıtmış. 


Efendi hazretleri, *Buyurun!* deyip, yanına oturtmuşlar. Herkes bir geri kaymış. Hüseyin efendi kendi kendine; *Kıymetimi bildi, yanına oturttu*, demiş. 


Fakat biri dahâ gelince, onu da yanına oturtmuş. Hüseyin efendi de dâhil, herkes bir geri kaymış. Her gelen, Efendi hazretlerinin yanına oturduğundan, Hüseyin efendi kendini kapının eşiğinde bulmuş. 


Fakat sohbeti dinleyince herşeyi anlamış efendim. Ertesi gün cübbeyi, sarığı çıkarmış, Efendi hazretlerine gelmiş. Efendi hazretleri; *Hüseyin Efendi sen misin, niçin geldin?* diye sormuş. 


Hüseyin Efendi; Efendim, ben kendimi *şeyh* zannederdim. Meğer ben, *Eşşeyh* değil, *Eşşek*’mişim, size kul köle olmağa geldim, demiş ve o gün dergâhta hizmete başlamış. 


Hanımına ve kayınvâlidesine de; *Siz de gelin, dergâhda bulaşık-çamaşır yıkayın*, dermiş. Biz onları, orada hizmet ederken gördük efendim.

Bu büyükleri seven kimseye kabir azabı olmaz

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu büyükler, gelen talebelerde kâbiliyet aramazlar. Zîra onlar, bir *Taş*’a teveccüh etseler veyâ dokunsalar, hattâ sâdece baksalar, o taş *Feyz* alır, feyz verir. Hattâ *bin sene* geçse bile, o feyz, o taşdan gitmez efendim. 


O büyüklerin tahmînî konuşmaları, *Allahü a’lem* demeleri, yâni *Allah bilir ki*, demeleri veyâ öyle zannediyorum ki, demeleri *Kat’iyyet* ifâde eder. 


Çünkü onlar, *Mutlak böyledir* demezler, bir açık kapı bırakırlar. 


Meselâ Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri; *Bu gün, dünyâda bir mürşid-i kâmil, şurada yok, şurada yok, şurada yok, belki Hindistân’da vardır*, buyurdular. 


İşte o *Belki* kelimesi, kat’iyyet ifâde eder. O gün Hindistân’da vardı efendim, İsmi de, *Ehlisünnet Hân*. Hattâ bu zât, bir kitap yazmış. Ben okudum o kitâbı. 


Bir yerinde yazmış ki: *Bizi seven, yolumuzu seven, bu büyükleri seven kimseye, kabir azâbı olmaz*. Öyle buyurmuş Mübârek. 

*******

Bir kadıncağız, kocasına devâmlı söylermiş, dermiş ki: *Ne olur, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine söyle, ben Ona bağlanmak istiyorum*. O da; Söylerim hanım! dermiş, ama gidince unuturmuş. 


Ertesi gün bir daha sormuş: *Söyledin mi efendi?* Aaa, Vallâhi unutdum hanım. *Niye unutdun?* Hanım, bu gün öyle bir sohbet vardı ki, Vallâhi aklıma bile gelmedi. Hanımı; *Bâri bugün söyle*, demiş. 


Adam da; Hayhay hanım söylerim, demiş, ama gene unutmuş. Derken hanım vefât etmiş efendim. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri namâzını kıldırmış ve *Allahü a’lem, bizi sevenler kabir azâbı çekmez*, buyurmuş. 


Ertesi gün, bu kadıncağızı rüyâda görüyorlar. Diyorlar ki: Allahü teâlâ sana ne muâmele etdi? 


Kadıncağız sevinç içinde; *O zâtı sevdiğim için kabir azâbı çekmiyorum*, demiş. Kabir azâbı yok. Niçin? O zâtı sevdiği için. Sevmek kâfi, ne büyük *müjde* kardeşim.

Din ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenilir

 ***Dini meselelerde güvenilir ve ehil kimselerden duymadıkça bir şey söylememelidir.Yoksa insan günaha girer.(Abdullah İbni Mesud Hazretleri)

***Müctehid olmayan âlime nâkil, yâni haber iletici denir. Müctehid olmayan müftîler mukalliddir. Avâm(halk), hadîs-i şerîflerden doğru mânâ çıkaramaz. Bunun için müctehidlerin anladıklarına uymaları, yâni onları taklîd etmeleri lâzımdır. (Feth-ul-kadîr Hazretleri)

***Dînî mes'elelerde, şöyle veya böyle yapılabilir şeklinde ruhsat (izin vermek) avâmın sözü ile olamaz. Burada ancak müctehidler yetkilidir. (Reddül-Muhtâr)

***Naklî ilimler, aklın, insan dimâğı gücünün dışında ve üstündedir. Bunlar hiçbir zaman kimse tarafından değiştirilemez. Dinde reform olmaz sözünün mânâsı budur.Din bilgileri nakl ile öğrenilir. Din bilgilerini önce gelen âlimler sonra gelenlere bildirmişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri)

***Ehl-i sünnet îtikâdını ortaya koyan, Resûlullah efendimizdir. Îmân bilgilerini Eshâb-ı kirâm bu kaynaktan aldılar. Tâbiîn-i ızâm da, bu bilgileri Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece,Ehl-i sünnet bilgileri bizlere İslâm âlimlerinin kitaplarından nakil yoluyla geldi. (İbn-i Halîfe Alîvî Hazretleri)

***Allahü teâlânın izni ile ilmim o kadar genişledi. O kadar çok şey biliyorum, fakat bütün bunları öğrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesîle, vâsıta olan mübârek hocama karşı edebe riâyet ederek, edepte noksanlık olmaması ve daha çok ihsânlara kavuşmak için, hep hocamdan naklederek konuşuyorum. Lâyık ve uygun olan da budur.(Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî Hazretleri)

***Din bilgileri, zamanla değişmeyen ilimlerdir. Bu bakımdan din hakkında türedi yazarların yeni fikirlerine ihtiyâç yoktur. islâm âlimleri, açıklamadık konu ve mes'ele bırakmamışlardır. Yapılacak iş, islâm âlimlerinin kitaplarını bugünkü gençliğin anlıyacağı şekilde tercüme etmektir.(Milel-nihâl c.2, s.116,218; Mir'ât-ül-usûl son kısmı)

***Dînini bilen, seven ve kayıran mübârek insanların ilmihâl kitaplarını alıp, çoluk-çocuğuna öğretmesi, her müslümanın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren,câhil ve sapık bir kimsenin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeye kalkışmak, kendini Cehennem'e atmaktır. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri)

***Pis borudan şifa gelmez.(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri)

***Mukaddes dînimizi, şanlı ve şerefli ecdâdımızın mübârek elleri ile yazdıkları hâlis ve afif (temiz) kitaplarından okuyup öğrenmelidir.(Hüseyin Hilmi Işık "rahmetullahi aleyh")

***Cüneyd-i Bağdadi hazretleri buyurdu ki:Bu din edep dinidir,ahde vefa dinidir.Kendiliğimden bir şey söylemedim. Hocamdan naklettiklerimi,kendi bilgim gibiymiş gibi anlatsaydım,hırsızlık etmiş olurdum.Büyükler evden bir şey getirmezler,hırsızlık etmezler,kendilerine mal etmezler.

***Fıkıh kitablarına uymayan fetvâlar yanlıştır. Bunlara bağlanılmaz. (Abdurrahmân Silhetî hazretleri)

***Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine; "Benim dînimde sen nasıl fetvâ verdin, nasıl söz söyledin?" suâlini sormıyacağını zannediyorsa, dinde gevşeklik etmiş olur. (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri)

****Ehl-i sünnet îtikâdında olmayan din adamlarının yazılarını okuyanın kalbi kararır.(Süleymân bin Cezâ hazretleri)

***İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: İmanın alameti,dinin emirlerini seve seve yapmaktır.Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda gitmedikçe,kurtuluş imkânsızdır.

***Bir kimsenin kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşîdi yoksa, büyük zâtların (Ehl-i sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve onlara uysun. (Ferîdüddîn Şeker Genc hazretleri)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâm zamânında münâfıkların başlarından biri, Peygamber Efendimizi kastederek; *Ey Kureyşliler! Bunun yüzünden ne bu başımıza gelenler?* demiş.


Sonra da –Hâşâ- *Bu Zelîli indirelim, bir Azîzi başa çıkaralım*, demiş. Sahâbeden *Zeyd bin Erkam*, o vakit çocuk imiş. Bunu duymuş ve gidip Peygamber aleyhisselâma söylemiş. 


Bu münâfığın oğlu *Hâris* radıyallahü anh da, bunu duyar duymaz hemen babasına koşmuş. 


Ve hiddetle; *Eğer böyle bir şey dediysen, git Peygamberimizden özür dile. Demediysen, demediğini söyle!* demiş. 


O da korkup *inkâr* etmiş. Bir de *yemîn* etmiş. Ama *Hâris* radıyallahü anh babasının bunu söylediğini iyi biliyormuş. Efendimize koşup, babasını öldürmek için *İzin* istemiş. 


Fakat Peygamber Efendimiz buna izin vermemişler. Bunun üzerine bu münâfık şehre girerken, oğlu *Hâris* radıyallahü anh koşup yolunu kesmiş. 


Ve babasının karşısına dikilip; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demedikçe, şehre giremezsin! demiş. 


O da korkusundan; *Ben Zelîl’im, Muhammed Azîz’dir* demek zorunda kalmış. 

,,,,,,,,,,


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri gözlerinden râhatsızlardı. Bâzı talebeleri ameliyat olmasını söylediler. Efendi hazretleri bir gün bana; *Sen bu ameliyat husûsunda ne dersin?* diye sordu. Benimle istişâre etdi. 


Ben de cevâben; *Efendim, sizin onların eline teslîm olmanıza dayanamayız. Hem netîcesi de kesin değil*, diye arzetdim. 


Efendi hazretleri; *Biz de öyle düşünüyoruz*, buyurdu.


Abdülhakim Efendi hazretlerinin tanınmamasına  biz üzülürdük kardeşim. *Böyle derin bir âlim tanınmıyor, bilinmiyor, buralarda yazık oluyor*, derdik. 


Şimdiki Lise hocaları hep çocuk. Bizim zamânımızda oturaklı hocalar vardı. Meselâ bir fransızca hocamız vardı ki, Galatasaray Lisesinde senelerce müdürlük yapmışdı. 


Bu hoca, benim gözümde *Büyük*’dü. Ama ne zamana kadar? Efendi hazretlerini görünceye kadar. Ne zaman ki *Efendi hazretlerini* gördüm, *Sohbet*’ini dinledim.


İşte o zaman, o hocanın ve onun gibilerin, Efendi hazretlerinin yanında ne kadar *Küçük* olduğunu anladım. Bütün bu ni’metler, büyüklerin karşısında *Edebli* oturmamızdandır kardeşim.

İMAM-I NABLÜSÎ

İMAM-I NABLÜSÎ (Abdülganî bin İsmâil) Vefatı , 5 mart 1731

Osmanlılar devrinde yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimi ve kerâmetler sahibi bir velî. İsmi, Abdülganî bin İsmâil bin Abdülganî bin İsmâil bin Ahmed bin İbrâhim en-Nablüsî ed-Dımeşkî’dir. 1050 (m. 1640) senesi Zilhicce ayının beşinde Şam’da dünyâya geldi. Oniki yaşında iken babası vefât etti. Yetim olarak büyüdü. Zamanının en büyük âlimlerinden ilim tahsil etti. Edebiyat, fıkıh, tefsîr, hadîs ilimlerinde ve tasavvufta çok derin âiim olarak yetişti. Kadirî ve Nakşibendî yollarına intisâb etti, bağlandı. Yirmi yaşında ders okutmaya ve kitap yazmaya başladı. İstanbul, Mısır ve Hicaz’da ders verdi. Çeşitli ilimlerde ikiyüzden fazla değerli kitap yazdı. İmâm-ı Birgivî’nin “Tarîkat-ı Muhammediyye” kitabının şerhi olan, “Hadîkat-ün-Nediyye” kitabı çok kıymetli olup, meşhûrdur. Şam matbaasında ilk basılan eser onun “Evrâd” kitabıdır. “Keşf-ün-nûr an eshâb-il-kubûr” kitabında, evliyânın öldükten sonra da kerâmet sahibi olduklarını ve rûhlarından istifâde edileceğini çok güzel anlatmaktadır. “Hülâsat-üt-tahkîk” kitabı, mezheblerin birleştirilemeyeceğini isbât etmektedir. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin eserlerini gayet dikkatle okumuştur. Zamanındaki ba’zı velîler ile görüşerek, zâhir ve bâtınını nûrlandırmıştı. 1143 (m. 1731) senesi, Şa’bân ayının yirmidördüncü günü Şam’da vefât edip, oraya defnedildi.

Abdülganî Nablüsî’nin annesi hâmile iken, babası İsmâil bin Abdülganî İstanbul’a gitmişti. O zaman, Şam’da bulunan evliyâdan Şeyh Mahmûd adında bir zât, İsmâil bin Abdülganî’nin hanımına bir dirhem gümüş hediye gönderip, bir erkek çocuğu olacağını müjdeledi ve; “Bu çocuğun ismini Abdülganî koysun. Çünkü o Allahü teâlânın ihsânına ve iltifâtına kavuşacaktır” diye haber verdi.

Şeyh Mahmûd, bu çocuğun doğumundan günlerce önce vefât etti. Doğduktan sonra, ona bu zâtın söylediği isim kondu. Babası, küçük yaşta iken ona Kur’ân-ı kerîmi okutup öğretti. 1062 (m. 1652) senesinde babası vefât etmesine rağmen, ilim tahsiline ara vermedi. Fıkıh ve usûl-i fıkıh ilimlerini; Hanefî âlimi Şeyh Ahmed-i Ka’î’den, nahiv, me’ânî, beyân ve sarf ilimlerini; Şam’da oturan Şeyh Mahmûd-i Kürdî’den, hadîs ve ona âit ıstılâhları; Hanbelî mezhebi âlimlerinden Abdülbâkî’den tesfsîr ve nahvi; Şeyh Mahmûd-ı Mehâsinî’den okudu. Bütün bu hocaları, ona icâzet (diploma) verdiler. Ayrıca Necmüddîn-i Gazzî’nin dersine de devam edip, ondan da icâzet aldı. Bunlardan başka; Şeyh Muhammed bin Ahmed el-Üstüvânî, Şeyh İbrâlüm bin Mensûr el-Fettâl, Şeyh Abdülkâdir bin Mustafa es-Safûrî, Şam’da Nakib-ül-eşrâf Seyyid Muhammed bin Kemâleddîn el-Hüseynî el-Hasenî bin Hamza, Şeyh Muhammed el-Aysâvi, Hüseyn bin İskender er-Rûmî, “Şerh-ut-Tenvîr” kitabının müellifi Şeyh Kemâleddîn-i Aradî ve Muhammed bin Berekât el-Kevâfî gibi pekçok âlimden ders alıp, ilim tahsil etti. Mısır’da, Şeyh Ali Şebrâmelisî de ona icâzet vermişti. Tasavvufta, Kâdiriyye yolunu Seyyid Abdürrezzâk el-Hamevî el-Geylânî’den, Nakşibendiyye yolunu da, Şeyh Saîd el-Belhî’den ta’lîm eyledi. Bu iki yolun feyz ve ma’rifetlerine kavuştu. Evliyâlıkta yüksek derecelere erişti.

Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ) medheden, öven çok güzel bir şiir yazdığında, ba’zıları bu şiirin kendisine âit olmadığını iddia edip, ona şerh yazmasını teklif ettiler. O da bu teklifi kabûl edip, bir ay içinde bu şiirine bir cild hâlinde çok güzel şerh yazdı. Bundan başka bir şiir daha yazdı. Böyle olan meşgûliyeti bir müddet devam etti.

Abdülganî Nablüsî hazretleri sabahleyin erkenden Câmi-i Emevî’ye gidip, çeşitli dersler okutur ve ikindiden sonra da, Câmi-i Sagîr’de devam ederdi. Sonra da, İmâm-ı Nevevî’nin, Hadîs-i Erba’în, Ezkâr-in-Neveviyye ve başka eserleri okuturdu. Sonradan bu hâlini terk ederek yedi sene müddetle, Şam’daki Emeviyye Câmii yakınında bulunan evinden dışarı çıkmadı. Evinde, Muhyiddîn-i Arabî’nin ve Afîfüddîn-i Tilmsânî’nin tasavvufla ilgili eserlerini tetkik ve mütâlâa etti. Bu yüksek zâtların feyz ve bereketlerine kavuştu. Devamlı ibâdet ve istiğfar ile meşgûl olunca, kendisini yüksek hâller kapladı. Şaşılacak hâller içinde kaldı. Ledünnî ma’rifetlere erişti. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yükseldi. Rabbinin ihsânları, yağmur gibi üzerine yağdırıldı. Kalb gözü açıldı. Şamlılardan onun bu hâlini çekemeyenler, aleyhinde uygunsuz sözler söylemeye başlayınca, tekrar ortaya çıkıp, kendisine müracaat edenlere kapısını açtı. Yeniden ilim öğretmeye, va’z ve nasîhata, insanlara doğru olanı anlatmaya başladı. İkbâli ve şöhreti o kadar yükseldi ki, onun kapısı, feyz ve bereketlerine kavuşmak isteyenlerle dolup taştı. Uzaktan ve yakından, bölük bölük insanlar ona geldiler. Herkes ondan ilim öğrenmeye ve makbûl olan duâsından istifâde etmeye çalışıyordu. İlim talebeleri ve tasavvuf yolcuları, onun evini sığınak yapmışlardı.

Abdülganî Nablüsî, 1075 (m. 1664) senesinde İstanbul’a gelip, bir müddet burada kaldı ve ders okuttu. 25 yaşlarında iken Bağdat’a gittiği ve orada da kaldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Daha bu yaşlarında, tasavvufta yüksek derecelere kavuşması, onu çok meşhûr etti. Gerek zamanının meşhûr evliyâsını tanımak ve sohbetlerinde bulunmak, gerekse önceki evliyânın kabirlerini ve mukaddes makamları bulup ziyâret etmek maksadı ile, birçok yerlere gidip, bilhassa kendi memleketi dâhilinde çok seyahatler yapmışmıştır. 1100 (m. 1688) senesinde Bikâ’ya, bir sene sonra Lübnan’a, Kudüs’e ve Halîlurrahmân’a, 1105 (m. 1693) senesinde Mısır’a, 1108 (m. 1696) senesinde Hicaz ve 1112 (m. 1700) senesinde Trablus’a gitti. 1114 (m. 1702) senesinde yeniden Şam’a gelerek, eski yeri olan Sâlihıyye’ye yerleşti. Bu ziyâretlerini ve seyahatlerini kitap hâlinde yazdı.

Nablüsî, 1119 (m. 1707) senesinde, Şam’daki Selîmiyye Câmi-i şerîfinde, Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin mezarı yanında, Beydâvî tefsîrini okutmaya başlamıştı. O, kendisini güzel ahlâk, beğenilen sıfatlar ve huylar ile süslemişti. Herkese iyilik etmek için elinden geleni yapardı. Torunlarından Kemâlüddîn Muhammed el-Gazzî el-Âmirî, tercüme-i hâlini anlatan müstakil bir kitap yazmıştır.

Yûsuf-i Nebhânî, “Câmi’u kerâmât-il-evliyâ” adındaki eserinde diyor ki: “Abdülganî hazretleri, Hanefî mezhebi âlimlerinin büyüklerinden, ma’rifet sahibi evliyânın meşhûrlarındandır. Çok hârika ve kerâmetler sahibidir. En büyük kerâmeti, sayılamayacak kadar çok kitap yazmasıdır. Eserlerinin hepsi de güzeldir. Hayatında ve vefâtından sonra çok kerâmetleri görülmüştür. O, zamanının kutb-ı aktâbı idi.”

110 adet yazdığı kitaplarının isimleri ve çok uzun hayatı vardı bu kadarını paylaştık. 

ŞAFİİ MEZHEBİNDE NAMAZIN FARZ VE SÜNNETLERİ

KIYAM  ( FARZ )


1- Niyet edip İftitah Tekbiri getrmeki, niyeti iftitah tekbiri ile bitişik yapmak (FARZ)

2- Elleri kulak hizasına kaldırmak (SÜNNET)

3- El ayasını kıbleye çevirmek (SÜNNET)

4- Tekbirin bitmesiyle el bağlamak (SÜNNET)

5- Elleri göbek üstünde bağlamak (SÜNNET)

6- Sağ eli sol el üzerine koyup bilekten kavramak (SÜNNET)

7- Kıyamda iken secde yerine bakmak (SÜNNET)

8- İlk rekatta Fatihadan önce “Veccehtu Vechiyellezi…“ duasını okumak (SÜNNET)

9- Kunutu kıyamda iken okumak(SÜNNET)

10- Kunuttan sonra kıyamda iken Peygamber efendimize, al-i beytine ve ahabına selatu selam okumak(SÜNNET)

11- Kıraetten evvel Euzu okmak (SÜNNET)

12- Fatihadan evvel Besmele okumak (FARZ)

13- Her rekatta kıratte FATİHA okumak (FARZ)

14- Farzların ve sünnetlerin ilk iki rekatında kısa bir sure veya üç kısa ayet veyahut üç kısa ayet uzunluğunda bir ayet okumak (SÜNNET)

15- Zammı sureden önce besmele okumak (SÜNNET)

16- Rükua giderken ALLAHÜ EKBER demek (SÜNNET)

17- Fatihadan sonra Amiin demek (SÜNNET)

18- Kıraatin Sesli okunması geren yerde sesli sessiz okunması gereken yerde sessiz okumak(SÜNNET)… (Sesli okumak: sabah, akşam, yatsı, Cuma, bayram  ve teravih namazı cematle kılınınca sadece imam tarfından sesli okunur. Cemaat ise her zaman sessiz okur.

19- İftitah tekbiri alırken, rükua varırken,rükudan ve teşehüdden kalkarken elleri çık olarak ve başparmağı omuzun hizasına gelecek şekilde kaldırmak (SÜNNET)

20- Her rekatın başında ve ve iftitah duasından sonra her kırat için euzu okumak (SÜNNET)                                     


RÜKU (FARZ)​


1- Rükua Allahu Ekber diğerek eğilmek ve rükuda elleri dizleri üzerinde parmakları açık olarak koymak (SÜNNET)

2- Rükuda ayak parmaklarına bakmak (SÜNNET)

3- Rükudan kalkarken tam doğrulmak (FARZ)

4- Rükuda üç defa sübhane rabbiyelazim demek (SÜNNET)

5- Rükudan kalkınca semiallahü limen hamideh demek (SÜNNET)

6- Rükudan kalkınca Semiellahu limen hamideh demek (SÜNNET)

7- Rükdan kalkarkek Rebbena velekelhamd demek (SÜNNET)

8- Rükudan kalkıktan sonra kıyamda tam doğrularak en az bir defa sübhanellah diyecek kadar beklemek (FARZ)

9- Sabah namazının farzının ikinci rakatında  rükudan kalkıktan sonra ititalda iken iki el ayasını semaya kaldırarak “ Allahümmehdini fimen hedeyt…“ diye başlayan kunut duasını okumak (SÜNNET- i MÜEKKED) Terki halinde sehiv secdesi gerekir

10- Kıyamda ve rükuda ayakların arasında bir karış kadar açıklık bulunması (SÜNNET)

11- Secdeye varırken Allahüekber demek (SÜNNET)

                           

 SECDE (FARZ)


1-Secdeye inerken sırasıyla önce sağ diz, sol diz,  sağ el, sol el , burun alını yere koymak (SÜNNET)

2- Burnu ve alnı yere koymak (FARZ)

3- Secdede avuç içlerinin ve ayak parmaklarının alt taraflarının yere değdirilmesi (FARZ)

4- Secdede şu yedi uzuv : Alın, burun, iki diz, iki avucun içi, ve iki ayağın parmaklarının içten iç        

    kısmları yere tam olarak temas etmesi (FARZ )

5- İki secdeyi birbiri ardınca yapmak (FARZ)

6- Secdeden kalkarken Allahü Ekber demek (SÜNNET)

7- Secdede üç kere “Sübhane rebbiye-l a‘la“ demek (SÜNNET)

8- Secdededen kalkarken ALLAHÜEKBER demek (SÜNNET)

9- İki secde arasında elleri dizler üzerine koymak (SÜNNET)

10-Secde ve tahiyattan (Ka’de) kalkarken eli yere dayıyarak kalkmak.(SÜNNET)

12- Üç ve dört rekatlı namazların ikinci rekatından sonra birinci tahiyata oturmak (SÜNNET-İ MÜEKKEDE) Terki halinde sehiv secdesi gerekir.

 

KA’DE-İ AHİRE (SON TAHİYYAT)


1-Üç ve dört rekatlı namazların ikinci rekatlerinde tahiyyatı okuyacak kadar oturmak  

   (SÜNNET-İ MÜEKKEDE)

2-Son rekatta tahiyyatı ve Peygamberimiz ve aline selatu selam okuyacak kadar oturmak        

   (FARZ)

3-Tahiyata otururken elleri dizler üzerine koymak (SÜNNET)

4-Son teşehütte tahiyattan sonra Peygamber efendimiz ve aline salatü selam getirmek  

  (FARZ)

5-Otururken dizlerin üzerine bakmak (SÜNNET)

5-Tahiyattan sonra sağa selam vermek (FARZ)

6-Sola selam vermek (SÜNNET)

7-Namazın rükünleri (içindeki farzlar) arasında tertibe uymak (FARZ)


(HAZIRLAYAN: EMEKLİ MÜFTÜ SAİD EMİN ARVAS)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her zaman söylüyorum, münâkaşa *Yasak*. Nasıl olur da bir mü’minin kalbi incitilir efendim. Muhammed Mâsum hazretleri, *Mektûbât*’ında bunun zararlı olduğunu bildiriyor ve *Münâkaşa etmeyiniz!* diyor. 


Bir mü’minin, bir mücâhid kardeşinin kalbini incitmenin, *Kâbe*’yi, yedi kerre yıkmakdan daha büyük günâh olduğunu, dînimiz bildiriyor. Onun için, buna çok dikkat edeceğiz kardeşim. 


Birbirimizin kusûrunu affedeceğiz ve sabredeceğiz. *Sabredenin gideceği yer neresidir?* Peygamber Efendimiz bunu bildiriyor. Hadîs-i şerîfde; *Sabredenin gideceği yer, Cennetdir*, buyuruyor. 


Onun için birbirimizi incitmiyeceğiz. Birimiz, birimizi incitirsek dahî, karşıdakinin buna *Sabr*’etmesi lâzım. Hattâ ona *Duâ* etmesi lâzım. Dînimiz böyle emrediyor. Müslümânlık budur, kardeşlik budur. 


Her zaman söylüyorum. *Kimseyle münâkaşa etmeyin!* diyorum. Münâkaşa *Zararlı*'dır. Dostun muhabbetini azaltır, düşmanın da düşmanlığını artdırır. 


Bir vazîfe ile *Burgaz* mağaralarına keşfe gitmişdim. O akşam da Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine iftâra dâvetliydim. Vakt geç oldu, dönecek vâsıta yok. Durakda beklerken, bir *Taksi* gelip yanımda durdu.


Onlar da İstanbula gidiyorlarmış. Beni de aldılar. Edirnekapıda indiğimde, akşam ezânı yeni okunmağa başladı. Koşarak dergâha gitdim. 


Abdülhakim Efendi hazretleri beni görünce; *Hilmi, önce namâzını kıl, biz seni bekleriz*, buyurdular. İftârdan sonra Burgaz’da neler gördüğümü sordular. 


Ben de anlattım ve *Orada çok mağara var*, dedim. 


Bunun üzerine; *O mağaralar nasıl meydana geldi biliyor musun?* diye sordular. Bilmiyorum efendim, dedim. 


*İstanbul’un surları ne ile yapıldı? Surlar yapılırken Bizanslılar oralardan kireç çıkardılar. Bunları keşif raporuna yaz*, buyurdular. 


Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri; *İbrâhim aleyhisselâm ateşe atıldığında ben oradaydım. Üfledim, ateş söndü*, buyurmuş. 


Bunun gibi, *Abdülhakim Efendi hazretleri* de, o surlar yapılırken orada olabilir. Birden cevâplaması bunu gösteriyor kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:


Askerî okulda, lisede okurken, ben namâzımı kılardım. Başka kılan yokdu. Ben hademelerin odasına gider kılardım. İlmihâl’de de yazdım ya; Bir kadir gecesi uyuyamadım, yatağımdan fırlayıp kalkdım ve duâ etdim.


O gece rüyâda, Allahü teâlâ bana Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri’ni gösterdi. Bir câminin kubbesinin etrâfında Nûr şeklinde idi. Daha sonra, bir gün dersden çıkınca, Bâyezid câmiine namaz kılmağa girdim.


Bir de bakdım, câminin Bâyezid meydanına bakan kapısının yanındaki demir parmaklıklı bölmede, bir Hoca Efendi va’z ediyor. Çok kalabalık bir cemâat de, Onu dinliyordu. 


Câminin ortasına kadar cemâat dolu idi. Oraya doğru yürüdüm. Parmaklıkların arkasında, nûr yüzlü, sevimli bir Hoca Efendi, bir kitâbdan birşeyler anlatıyordu. 


Hoca Efendinin karşısından gidersem Edebsiz’lik olur diye düşündüm ve Hoca Efendinin karşısından yürüyüp gitmeye utandım. Evimden de öyle terbiye almışdım. 


Onun için arkadan dolaşıp, demir parmaklıkların yanına geldim. Hoca Efendi, demir parmaklıklara arkası dönük vaziyette oturuyordu. 


Parmaklıkdan atlayıp, tam Onun arkasında oturdum. Kucağını, arkadan seyrediyordum. Hiç duymadığım, bilmediğim, çok merak etdiğim Konu’ları anlatıyordu. Biraz sonra ezân okundu. 


Hoca Efendi; Dersimiz burada kalsın, deyip, kitâbı kapatdı. Bakdım, pırıl pırıl, çok güzel bir kitâbdı. Hiç arkasına dönmeden o kitâbı alıp, arkaya, yâni bana uzatdı ve; Bu kitap, küçük efendiye benim hediyem olsun, dedi. 


Çok şaşırdım, hayret ettim. Çünkü hiç arkasına bakmamışdı, beni görmemişdi. Arkasında küçük efendi olduğunu nerden bildi? Sonra hep berâber namâza kalkıldı. 


Ben, biraz sonra derse gidecekdim. Onun için namâza kalamadım ve ayrıldım. Fakat kendi kendime; Bu zât kimdir, nerde bulunur? dedim. Merak etdim, araşdırdım, cemaate sordum. 


Bana cevâben; Cum’a günleri Eyüp Sultân câmiinde va’z eder, dediler. Sevindim ve Cum’a gününü sabırsızlıkla bekledim. Cum’a namâzına Eyüp sultâna gitdim. Maksadım, o Hoca Efendi’yi görmekdi. 


Onu görebilmek için câminin en ortasına oturdum. Fakat Onu göremedim. 


Biraz daha bekledim, gene göremedim. Sabırsızlanıyordum. Yanımdaki oturan kişiye; Abdülhakîm Efendi nerdedir? dedim. 


O da bana; O, yan tarafdaki bölmede va’z eder. Orada olur. Buraya gelmez, dedi. Bekliyemedim, hemen ayakkabılarımı alıp, yan bölmeye geçdim. 


Orada da aradım, göz gezdirdim, bulamadım. Yine yanımdakine dönüp; Abdülhakîm Efendi nerdedir? diye sordum. 


Dedi ki: O zât, yukarıda mezarlıkların arasında bir câminin imâmıdır. Orada Cum’a namâzını kıldırdıkdan sonra, va’z etmek için buraya gelir, dedi. 


Namâzı bitirince etrâfa bakdım, gene göremedim. Çıkıp, dışarda bekliyeyim, diye düşündüm. Namâzın duâsını beklemeye sabredemeyip, hemen dışarı çıkdım. Bakdım ki gelmiş. 


Bir kitâbcı tezgâhının yanında, ayakda, kitapları tedkîk ediyordu. Hemen yanına gitdim, karlı bir havaydı. Çok kar yağmışdı. Kitapçının yanında, oturmak için bir Bank vardı. 


Kitapcı, kaba bir şekilde; Hoca! Niye ayakda duruyorsun, otursana şuraya! dedi. O da, Peki, deyip, tam oturmak üzereydi ki, ben fırladım hemen. 


Bir dakîka efendim, oturmayın! dedim. Ve hemen üzerimdeki parkayı çıkardım. Bankdaki karları elimle temizledim. Parkayı katlayıp, bankın üzerine koydum ve Şimdi oturun efendim, dedim. 


Ama Abdülhakim Efendi, parkanın üzerine oturmayıp; Al onu oradan! dedi. Benim parkamın üzerine oturmadı diye üzüldüm. Parkayı alınca, bankın üzerine oturdular ve; Onu üzerime ört, buyurdular. 


Oooh! Çok sevindim. Hemen parkamı Abdülhakim Efendi hazretlerinin üzerine örttüm. Câmi dağılınca, Efendi hazretleriyle berâber câmiye girdik.


Yan tarafındaki küçük bölmeye geçdik. Ben, en önde, Abdülhakim Efendi hazretlerinin tam önünde oturdum. Burun buruna oturduk. Dikkatle Efendi’nin anlatdıklarını dinliyordum. 


Hiç bilmediğim bilgileri, rahle üzerindeki bir Kitap’dan anlatıyordu. Hiç işitmemiş olduğum, çok merâk etdiğim bilgileri zevkle dinlerken, sanki Defîne bulmuş bir Fakîr gibiydim.


Yâhut Serin Su’ya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idim. Gözlerimi Seyyid Abdülhakîm Efendi’den hiç ayırmıyor, Onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeye doyamıyordum.


Söylediği, her biri Pırlanta gibi kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış, kendimden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebimi, her şeyi unutmuşdum. Kalbimde, tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyordu.


Sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri, beni mestetmişdi. Efendi hazretleri, İmâm-ı Rabbânî hazretleri dediğinde, ben içimden; İmâm-ı Rabbânî kim acabâ? diye düşündüm.


Hiç bu ismi işitmemişdim. Kendi kendime; Rabbânî dediğine göre, Allahü teâlâ ile ilgili mi acabâ? dedim. Hemen not defterimi çıkardım, araşdırmak için bu İsmi yazdım. Efendi hazretleri anlatmaya devâm ediyordu. 


Biraz sonra da; Mevlânâ Hâlid hazretleri o kadar yüksek bir zât idi ki, peygamberlik devâm etse idi, hiçbir şey eklemeden, o hâliyle peygamber olurdu, buyurdu. 


Bunu işitince yine şaşırdım. Bu defâ içimden; Bu zât kim acabâ? dedim. Bu ismi de hiç duymamışdım. Mevlânâ dediğine göre bu da Allahü teâlâ ile ilgili olabilir, dedim. 


İkisini de çok merak ediyordum. Kendi kendime; Buradaki türbede yatan zâta, Hâlid bin Zeyd diyorlar. Herhâlde bu türbedeki zâtdan bahs ediyor, diye düşündüm. 


Hemen Mevlânâ Hâlid ismini de not defterime yazdım. Bu iki ismi araşdırıp kim olduklarını öğrenecekdim. İşte böyle kardeşim.


Efendi hazretlerinin sohbetlerinde devâmlı bulunmakla, her şeyi Efendi hazretlerinden öğrendim. En mühimi de, Kim sevilir, kim sevilmez? Bunu öğrendim Ondan. 


Bir sâat geçmiş, ama bana bir an gibi gelmişdi. Ders bitdiğinde, rüyâdan uyanır gibi kendime geldim. Ders esnâsında herşeyi unutmuşdum. Dışarı çıkmak için kapıya geldim. 


Askerî postallarımın iplerini bağlamaya uğraşıyodum ki, arkamdan birinin bana bir şey dediğini işittim. Çok tatlı bir ses tonu ile; 


Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz yukarıda, mezarlığın arasındadır. Ara sıra bizim eve gel, sohbet ederiz, diyordu. 


Bir de dönüp bakdım ki, böyle söyliyen, biraz önce va’zını zevkle dinlediğim Hoca efendi bu. Beni, evine dâvet ediyordu. Çok sevindim. Bu, benim için çok büyük Ni’met idi. 


Tabii o zaman büyüklüğünü bilmiyordum. İşte böyle, Allahü teâlâ istiyen herkese verir. İstemiyenlerden de seçdiğine verir. İşte ben, istedim de kavuşdum elhamdülillah. 


Dışarıda yağmur yağıyor. Bizim İlmihâl’de, Bir üniversiteliye Cevap bahsinde yazdık bunu. Gökden rahmet, yağmurla iner. Yağmura da bereket, Şimşek’deki elektrikden gelir. 


Fakat şimşekden de bereket geliyor. Dışarıya maddî rahmet yağıyor, içeriye ise görünmiyen mânevî rahmet yağıyor. 


Mânevî rahmet yağdığını nereden biliyoruz? Silsile-i aliyye’nin son satırı neydi? Sâlihlerin ismi söylenince yağar rahmet-i ilâhî. Biz de sâlihlerin isminden bahs etdik. 


İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden, Abdülhakîm Efendi hazretlerinden, Ebül Hasan-i Harkânî hazretlerinden, Bâyezid-i Bistâmî hazretlerinden bahs etdik.


Yine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinden "kaddesallahü teâlâ sirrehül azîz" bahsetdik. Bu büyüklerin ismini andık. Onun için şimdi buraya da Mânevî Rahmet yağdı kardeşim. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri beni daha ilk görüşte; 


Küçük efendi, ben seni sevdim. Evimiz mezarlığın içinde, yukarıdadır. Arada bir gel de, seninle sohbet ederiz, buyurup, beni evine dâvet etdi. 


Ben de dâvet etmesinden cesâret alıp, evine gitdim. Dâvet etmeseydi gidemezdim kardeşim, çekinirdim. O zaman Cum’a günleri tâtil idi. Bir sonraki Cum’a gününü sabırsızlıkla bekledim. 


Cum’a günü olunca, heyecanla evine gitdim. Bahçe kapısından girince, tam karşıdaki kabirlerin üstünde bir Köşk vardı, orada sohbet etdiğini öğrendim ve o köşke girdim.


Bahçe kapısından girince, tam karşıdaki kabirlerin üstünde bir Köşk vardı. İdris köşkü diyorlardı oraya, III. Selîm Hân yapdırmış. Kapıdan girince hemen karşıdaydı. 


Abdülhakîm Efendi hazretleri, o köşkde sohbet ediyordu. İçeriye girdim. Efendi hazretleri köşeye, sedirin üstüne oturmuşdu, önünde de bir Rahle vardı. 


Kayınpederim Ziyâ Bey de hemen önünde diz çöküp oturmuşdu. Ve rahledeki kitapdan okuyor, Abdülhakim Efendi hazretleri de, Ziyâ beyin okuduklarını açıklıyor ve anlatıyordu. 


O zaman Ziyâ beyi tanımıyordum tabii. Oturacak yer yokdu, salon mahşer gibi kalabalıkdı, her yer dolu idi. Zâten Edeb’imden içeriye giremedim, utandım. 


Kapının dış tarafına, Sofa’ya oturup dinlemeye başladım. Daha bir dakîka geçmeden, Efendi hazretleri başını kaldırıp beni gördü ve Küçük efendi, sen buraya gel! diye beni yanına çağırdı. 


Hemen kalkıp gitdim. Ayaklarının dibinde bir kişilik boş yer vardı. Beni oraya oturtdu Mübârek. Edeb’imden yüzüne bakamadım. Ancak arada sırada kaçamak bakardım. 


Velhâsıl biz bütün kazandıklarımızı, Edeb’imiz sâyesinde kazandık kardeşim. O gün Efendi’nin sohbetine gitmeğe başladım ve artık hiç bırakmadım. Efendi hazretlerini tanıdığımda, Onsekiz yaşında bir gençdim. 


Elhamdülillah, daha ilk görüşde teveccüh etdi bana. Teveccüh demek, Sevmek demekdir. Yâni ilk görüşde sevdi beni.


İnde zikris sâlihîn tenzîl-ür rahme. Ne demek bu? Yâni Evliyânın ismi anıldığı yere rahmet yağar. Bütün arkadaşlar müsâit oldukları zamanlarda toplanıp, Kitap okusunlar. 


Kitap okumak şartdır. Öğreneceğiz kardeşim. İslâmiyetin en büyük düşmanı Cehâlet’dir. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? Beşikden mezara kadar ilm öğreniniz! buyuruyor. 


İlm öğrenmek Farz’dır. İlimden maksat da, İslâmiyet'dir. Farzları öğrenmek farz, vâcibleri öğrenmek vâcib, sünnetleri öğrenmek sünnet, harâmları öğrenmek de farzdır. 


Öğreneceğiz ki, sakınacağız kardeşim. Farzı ve sünneti de öğreneceğiz ki, amel edeceğiz. Taleb-ül ilmi farîzatün alâ külli müslimin ve müslimetin. 


Ne demek bu? Yâni, erkek olsun, kadın olsun, bütün müslümânların ilm öğrenmesi, yâni İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmesi Farz’dır, diyor Peygamber Efendimiz.

Dârülharbde bir hırsızlık yapılırsa

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Dârülharbde bir hırsızlık yapılsa, o yer sonradan dârülislâm olsa, hırsızlık yapan kişiye ceza verilmez.Had suçları, dârülislâmda işlenirse cezalandırılır. Diğer Hanefî dışındaki üç mezhebde, dârülislâm vatandaşı bir müslümanın, dârülharbde işlediği hırsızlık, zina, şarap içme gibi had suçuna, dârülislâmda ceza verilir.

 *Cennette yaşlı-genç herkesin 30, 33 veya 35 yaşında olacağı hakkında hadis-i şerifler vardır.

Mürtedin Nikâhı

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Erkek mürted olursa, nikâh bozulur. Tekrar tevbe ederse, yeniden nikâh gerekir. Şâfiî’de ise, iddet içinde tevbe ederse, nikâh gerekmeden zevcesine dönebilir. Kadın mürted olursa mezhebin esas prensibine göre nikâh bozulur ise de, sonra gelen mezheb ulemâsı, nikâhın bozulmayacağı, kadının tevbeye zorlanacağı, tevbesi hâlinde zevciyet münasebetinin devam edeceği istikametinde fetvâ vermiştir. İrtidad sebebiyle nikâhın feshinde, talâk sayısı azalmaz.

Kurşun dökmek ilaç kullanmak gibidir

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Kurşun dökmek ilaç kullanmak gibidir. Câizdir. 

*Âyet-i kerimede, sarhoşun, ne söylediğini bilecek hâle gelinceye kadar namaz kılmaması emrolunuyor. Yürürken sallanacak vaziyette olan sarhoşun abdesti de bozulur. Devamlı bu halde ise namaz kılamaz. Ayıldıktan sonra tevbe ve kaza etmesi gerekir.

*Namazda imam efendi kahkaha ile gülerse ;İmamın abdesti ve namazı bozulur. Cemaatin yalnızca namazı bozulur; yeniden kılar. (İbni Abidin, Namazın Adabı bahsi)

*Erkeğin, zevcesine, dört ay veya daha çok zaman veya zaman söylemeyerek, "Sana yaklaşmayacağım" diye yemin etmesine îlâ denir. Dört ay içinde zevcesine yaklaşıp yemin kefareti verir. Aksi halde, bir talâk-ı bâin ile boşanmış olurlar.

Kocası karısına hakkım sana haram olsun derse ne olur ?

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Mızraklı İlmihal’de yazan bir hadis-i şerife göre insana fakirlik getiren şeylerden biri de fakirden ekmek almaktır. 

Bunun sebebi; Fakir ekmeği satarsa, ihtiyacı olduğu halde satmış demektir. Muhtaç kimseden, ihtiyacı olan şeyi almak uygun değildir. Bu ekmekten hayır gelmez. Ekmeğini almadan, yardım etmek lazımdır.

*Koca karısına hakkım sana haram olsun derse, kadın kocasının getirdiği yemeği yer, verdiği parayı kullanır.

Çünkü; Bu söz mecazdır. Yemesi caizdir, zira nafaka kadının evlilikten doğan hakkıdır. Koca bunu haram edemez.

Saç uzatmak

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Kadınların erkekler gibi kısa saç kestirmesi ve erkeklerin de kadınların uzattığı gibi saç uzatması caiz değildir. Hazret-i Peygamber efendimiz aleyhisselam o devirde erkeklerin uzatması âdet olduğu mikdarda, yani arkadan boynuna, yandan kulakları üzerine düşecek kadar uzatmıştır. Her devrin ve yerin âdetine uymak icab eder. Erkeğin saç uzatması hoş karşılanmayan yerde, sünnet mikdarı bile saç uzatmak doğru değildir. Zira âdette sünnettir. Şöhrete, parmakla gösterilmeye sebep olur.

Bir başkasına ait şifresiz wireless bağlantısına bağlanmak caizdir

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Huşu sebebiyle veya ahenkli okumak için Kur’an-ı kerim okurken sallanmak mahzurlu değildir. Namazda kasden ileri geri veya öne arkaya sallanmak, Yahudilere benzemek olduğundan mekruh görülmüştür.

*Şu kadar para verirsen, sana bir haber vereceğim” demek; Rüşvet değil, mükâfat sayılır. Helâldir. Ama hakkı olan bir şeyi söylemek için para isterse, rüşvet olur. Meselâ bir kimse, bir başkasına git felancaya şunu söyle dese, o da gitse ve para istese câiz olmaz. Zira vazifesidir. Talebe işlerindeki memur, para verirsen, notlarını söylerim dese, yine böyledir. 

*Bir başkasına ait şifresiz wireless bağlantısına bağlanmak caizdir. Şifre koymamışsa, başkalarının kullanmasına izin verdiği anlaşılır. Etrafı çevrilmemiş tarladan geçmek gibidir. Ama sürati azalttığı ve başka mahzurlara yol açtığı için kullanmamak iyi olur.

Cihad fetih için yapılmaz

Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Cihad fetih için yapılmaz. Ama meşru cihaddan sonra fetih olabilir. Düşmanın menkul ve gayrımenkul malları, İslâm devletine ganimet olur. Hatta İbni Âbidin gibi fıkıh kitaplarında, “Cihada çıkmadan düşmana Müslüman olması teklif edilir. Olursa muharebe biter. Müslüman olmazsa, zimmî olarak İslâm devleti hâkimiyetinde yaşaması teklif edilir. Bunu kabul etmezse savaşılır. Bu teklifi yapmak şarttır. Böylece Müslümanların maksadının toprak fethetmek olmadığı anlaşılır” diyor. 

İçilmesi haram veya kendisi necis olan bir şey tedavide kullanılabilir

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Bazı kişiler insanın kendi idrarının yara, siğil ve benzeri yaralarda faydalı olabileceği ve eskiden bu usulle birçok tedavinin yapıldığını söylediler.Tabib-i müslim-i hâzık, yani mütehassıs müslüman tabib söylerse veya tecrübe ile anlaşılmışsa caizdir. İçilmesi haram veya kendisi necis olan bir şey tedavide kullanılabilir. Nitekim Hazret-i Peygamber efendimiz aleyhisselam zamanında sıtmanın deve idrarı ile tedavi edildiğine dair rivayet vardır. Harblerde yaralara mikrop öldürücü olduğu için idrar yaparlardı.

Cezalar şahsîdir

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Cezalar şahsîdir. Kimse kimsenin suçunun veya günahının cezasını çekmez. Çocuğun başına gelen musibet, çocuğun suçunun cezası değildir. Anne-babasının suçunun anne-babasına cezası olabilir. Cenab-ı Hak dilediğini yapar. İnsana musibet verir. Ama bunlardan anne-baba acı duyar. Bu onlar için cezadır. Veya anne-babanın suçunun bereketsizliği, uğursuzluğu, çocuğa ve sonra gelenlere de tesir eder. Âdet-i ilahiye böyledir. Her koyun kendi bacağından asılır ama kokusu bir mahalleye sıkıntı verir.

Kendisine ait tarlanın içinden çıkan define

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Kendisine ait tarlanın içinden çıkan define : Üzerinde İslâmî işaretler varsa, lukatadır; beytülmâlin; beytülmâl yoksa, fakirlerin hakkıdır. Kendisi fakirse kullanabilir; fakir olan zevcesine, çocuklarına, akrabasına verebilir. Böyle değilse, yani İslâmî işaretler taşımıyorsa, meselâ üzerinde Roma alâmetleri varsa veya hiç alâmet yoksa, tarla sahibinindir; sahipsiz yerde bulunmuşsa, bulanındır.

Nazar haktır

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki: 

Nazar, bazı kişilerin gözünden çıkan zararlı şuaların, isabet ettiği kimseye veya nesneye zarar vermesi demektir. İslâm inancına göre nazar haktır. Âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerle sâbittir. Buna karşı korunmak da meşrudur. Bu bakımdan isabet-i ayn’dan, yani nazar değmesinden söz edebilmek için, nazar eden kişinin nazar edileni görmesi şarttır.

Namazla ilgili bazı mes'eleler

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki;

İki kişi cemaatle namaz kılarken, imamın burnu kanayıp abdesti bozulsa, diğeri Namazı tek başına tamamlar. Burnu kanayan abdest alıp namazını öbürüne uyarak veya tek başına tamamlar. 

*Namazda secdeyi yanlışlıkla üç defa yapan birisi ; Farzı veya vâcibi tehir ettiği için, sağa selâm verdikten sonra secde-i sehv yapar.

*İmama uyarken ikindi vakti olduğu halde sehven öğle namazına niyet eden kimse; Namazın içinde hatırlarsa, bozup tekrar imama uyar. Namaz bittikten sonra anlamışsa bu namaz nafile olup, ikindi namazını baştan kılması gerekir. 

*İmam abdesti bozulunca kenara çekilir, arkadan birini öne getirir, getirmezse arkadan biri yürüyerek öne geçip namazı kıldırır. Namaz bozulursa cemaatinki de bozulur. Ayağını yerde sürümeye gerek yoktur. Namaz içinde kıbleye karşı bir saf boyu meşru sebeple yürümek namazı bozmaz.

Makine bıçak gibidir

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki;

Makine bıçak gibidir. Her hayvan kesilirken besmele söylemek gerekir. Makine ile aynı anda birkaç tavuk kesiliyorsa, hepsi için düğmeye basarken tek besmele yetişir. Zira bu tek bir fiil sayılır. Ama makine tavukları peşpeşe kesiyorsa, o zaman her tavuk kesilirken ayrı besmele gerekir. Zira her biri ayrı bir fiil sayılır. Hanefî mlezhebinde, besmele kasden terk edilirse, o hayvan yenmez. Unutarak terk edilmişse, yenir. Şaâfiî mezhebinde kasden de, unutarak da olsa besmele çekilmemiş hayvanı yemek câizdir. Piyasada satılan tavukları, bir Müslüman besmele ile veya ehl-i kitab kendi dinine göre Allahü teâlânın ismini söyleyerek kesmiş diye hüsnü zan ederek yemek câizdir. Araştırmak lâzım değildir. Besmele çekilmediği iyi bilinen bir hayvanı, Şâfiî mezhebini takliden yemek câiz olur. (İbni Abidin, Zebâih)

Allah veya peygamber lafzı yazıldığı zaman cc veya sav yazmak hürmet olmaz

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Allah veya peygamber lafzı yazıldığı zaman c.c veya s.a.v yazmak hürmet olmaz.Hürmetsizlik olur.Allahü teâlâ ve Resulullah aleyhisselâm yazılır. Bu kelimeler uzun değildir. Arabî ve Fârisî kitaplarda bu hürmet ifadeleri açık yazılmaktadır. Bunun yerine cc veya sav yazmak kifâyet etmez.

Artı işareti haç değildir

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Saat üzerinde artı işareti vardır.Artı işareti haç değildir. Haçın hususiyetleri başkadır. Seyyid Fehim Arvasi “kuddise sirruh” hazretleri, talebeleri ile namaz kılarken, önlerindeki duvarda artı işareti şeklinde iki tahta çakılı imiş. Hemen sökmeye davranmışlar. Şeyh Fehim hazretleri ehemmiyet vermemiş. “Siz nasıl görürseniz, öyledir”buyurmuş. Câmi pencereleri de artı şeklindedir. Bunun sonu gelmez.

Nikâha dair bazı mes'eleler

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Eşler arasında on sene gibi uzun müddetli küslükler veya ayrılıklar yaşansa, nikâha bir zarar gelmez. Ancak erkek, dört ay veya daha fazla bir zaman için zevcesine yaklaşmayacağına yemin etse, yani îlâ yapsa, bu zaman içinde de yaklaşıp yemin kefareti vermez ise, müddetin bitiminde nikâh bozulur, talâk vâki olur.

Suyun oturarak içilmesini emir buyurmuştur

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

*Resulullah efendimiz aleyhisselam,suyun oturarak içilmesini emir buyurmuştur. Kendisi ayakta su içmiş ise de, bunun zemzem olduğu ve hürmeten ayakta içtiği veya seferde oturacak yer bulamadığı için ayakta içtiği bildirilmiştir. Şu halde zemzem, abdestten artan su ve ilaç için içilen su dışında suyun oturarak içilmesi sünnettir.

*Elifbayı, cünüb bile tutabilir. Zira Mushaf hükmünde değildir. Yalnızca mushafı veya içinde ayet-i kerimelerin fazla olduğu cüz ve tefsir gibi kitapları abdestsiz tutmak câiz değildir. Torba içinde veya bitişik olmayan havlu gibi bir şeyle tutmak câizdir.

*Avret mahalli kapalı olsa bile, gusl abdesti için herhangi bir dua bildirilmedi.

Ebced hesabı mes'elesi

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Ebced hesabı, Arab alfabesinde harflerin rakam değeri bulunduğu faraziyesine dayanan bir sanattır. Daha ziyade hâdiselere tarih düşürmek için edebiyatta kullanılır. İnsanların karakteri, olmuş veya olacak hiçbir hâdise buna bağlanamaz..Binaenaleyh aklen ve dinen ciddiye alınacak bir husus değildir. İnsanların burcu, doğum tarihi değil; genetik hususiyetleri, doğup büyüdüğü çevre, karakterinde çok daha tesirlidir. *

Bir kimsenin, övüldüğü zaman estağfirullah demesi : Nezâket ve tevâzu icabı söylenen bir sözdür. Ben bu övgüye lâyık değilim; böyle sanmaktan dolayı Allahü teâlâdan istiğfar dilerim demektir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Kadınlar, saçlarını deve hörgücü gibi yapmaktan hadis-i şerif ile men ediliyor. Bundan kastedilen : Uzun saçı örmek, at kuyruğu yapmak ya da ensede toplamak caizdir. Tepede toplamak hadis-i şerif ile men edilmiştir.*Üzüm çekirdeğinin zararlı olduğu dinî âdâb kitaplarında yazıyor. Tabibler de tavsiye ediyor..Âdâb kitaplarında men edilen, bütün olarak yenilmesidir. Çiğnenerek veya ezilerek yenebilir. *Talâkla alâkalı hükümlerde :Nikâh hangi mezhebe göre kıyılmış ise, şartları ve hükümleri de ona göre tayin edilir. *Ezanı ve Kur’an-ı kerimi harflerini değiştirmeksizin güzel ses ve makamla okumanın müstehab olduğu hadis-i şerif ile sâbittir. Osmanlılarda her vaktin ezanı farklı bir makamda okunurdu.

Himmet nedir?

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Himmet, gayretini arttırmak mânâsına gelir. Evliyanın himmeti, bir işin tahakkuk etmesi veya etmemesi için teveccühünü teksif etmesi demektir. Himmetü’r-ricâl takla’ul-cibâl (Büyüklerin himmeti, dağları yerinden oynatır), hadis-i şeriftir.

Süt akrabalığı emen çocuk içindir

 Hüseyin bin said hazretleri buyurdular ki:

Üç erkek kardeş olsa, bunların en büyüğü bir kadını emse, en küçük erkek kardeş bu kadının kızı ile evlenebilir mi?.Süt akrabalığı emen çocuk içindir. Çocuğun akrabaları işin içine girmez. Birinci erkek, kızın süt kardeşidir. Diğer erkekler değildir. Nikâh caizdir. *Başka elbisesi varsa veya temizleme imkânı varsa tozlu veya kirli elbise ile namaz kılmak mekruhtur.

Abdülhakim Arvâsî sayesinde

 *1985 yılının Kurban bayramında Hocamız, Cağaloğlu'ndaki gazete merkez binasına ziyarete gelmişlerdi. "Belki de bu birlikte oluşumuzun sonuncusu olabilir" dediler. Bunun üzerine Hasan doğar çok ağladı. Beraber resim çektirdik. O resim çekildiğinde, Enver abi Hocamız'a benim Ankara'ya gideceğimi arz etti. Hocamız bana, Efendi hazretleri'ni ziyaret etmemi emredip, selâmlarını ilettiler.

* Ankara'ya gittiğimde Efendi Hazretleri'ni ziyaret ettim. O gece Arif Güneş Abi'nin evinde, rüyamda, İstanbul'un tepelerinde milyonlarca kişi gördüm. Kendime "Maşallah, bu insanlar Hocamız sayesinde ne kadar şanslı" dedim. Arkamda duran, kendisini görmediğim bir kimseler, "Abdülhakim Arvâsî sayesinde" dediler. Sabah kalktığımda Arif Güneş'e rüyayı anlatıp, Abdülhakim Arvâsî diye birisi var mı diye sordum. " Dün ziyaret ettik ya" dedi. O zaman Efendi Hazretleri'nin, Abdülhakîm Arvâsî ile aynı kişi olduğunu anlamıştım. Enver Abi'ye rüyamı anlattım. "Hak bir rüya. Tüm nimetler bizden önceki büyüklerden bize geliyor" dedi. Sabah namazından bir müddet sonra tekrar yatmıştık. Yine öyle mübarek bir rüya görmek istiyordum. Abdestli ve sağ yanıma yatmıştım. Rüyamda Hocamız'ı gördüm. Çok güzel bir çardakta idim. Hocamız geldi ve dizlerinin dibine oturmamı söyledi. Ona pür dikkat bakarken, gözlüklerimi aldı ve bana onların yerine yenisini yapıp vereceğini ama, bunda tek bir cam olacağını söyledi. Tamamlandığında tekrar bir araya girip çay içeceğimize söz verdiler. 

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf: 13]

(Abdullah Yerebakan ağabeyin hatıralarından bir kesit)