Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hiç *Cehennem*’e girmiyecek olan, doğrudan doğruya *Cennet*’e gidecek olanlar, sâdece *Ehl-i sünnet* yolunda olan *Müslümân*’lardır. 


Bu *Yol*, Peygamber aleyhisselâmın *Yolu*’dur. Ehl-i sünnet ne demek? Ehl-i sünnet, *Dört mezheb’den birinde bulunmak demekdir*. 


Elhamdülillah, Rabbimiz bize *Ehl-i sünnet*’den olmayı *Nasîb* etmiş. 


Allahü teâlâ bizi *Cehennem*’den kurtulacak olan ve doğrudan *Cennet*’e gideceklerden eylemiş. Ne büyük *Ni’met*. 


Onun için *Rabbimiz*’e ne kadar *Şükr*’etsek azdır kardeşim. Allahü teâlâ hepimize *Din* ve *Dünyâ* seâdeti versin. 


Bu günlerimizi aratmasın. Dünyâda *Cennet hayâtı* yaşıyoruz kardeşim. O kadar *Râhat*’ız ki, Allah *Enver âbi*’den râzı olsun, 


O'nun sâyesinde *Râhat* ediyoruz. Enver âbi, *Kuleli*’den benim talebemdir. *Talebe*’lerimin içinde en çok onu *Beğenir*’dim. 


Onun için, onu kendime *Dâmâd* seçdim. Bütün bu *Müessese*’leri ben kurdum. *Gazete*’yi ben çıkardım. Ama hepsine *Enver âbi*’yi vekîl etdim. 


Ve dedim ki: *Enver bey benim her işte vekîlimdir. Onun sözü benim sözümdür*. 


Enver bey bize namaz kıldırsın. Hepimizin *Emîr*’i Odur. O, *Emîr-ül mü’minîn*’dir. Ben hayâtdayken de, vefâtımdan sonra da *Vekîl*’imdir. 


Başda, vekîlim *Enver bey* olmak üzere, bu hizmete *İştirak* eden bütün kardeşlerime, hepinize *Duâ* ediyorum.


Hepinizin, *Sıhhat*, *Âfiyet* ve iki cihânda *Necât* bulmanız için ve bu *Hizmet*’lerin elemsiz, kedersiz devâm etmesi için *Duâ* ediyorum.

Muhammed (Sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)

 Muhammed (Sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) insandır. Melek değildir. Arabdır. Kureyş aşîretindendir. Hâşımî kabîlesindendir. Muttalibî hânedânındandır. Mekke-i mükerremede tevellüd buyurmuşlar, kırk yaşında nebî ve kırk [üç] yaşında Resûl olmuşlardır. On sene sonra emr-i ilâhî ile Medîne-i münevvereye hicret buyurmuşlar ve on sene sonra da vefât etmişler. Âişe (radıyallahü teâlâ anha) vâlidemizin hücrelerinde [odalarında] defn olunmuşlardır. Cemi'-i mahlûkatın [bütün varlıkların] bütün kemâl sıfatları Aleyhissalâtü vesselâmın kemâl sıfatlarına nisbetle bir kum dânesinin kum deryâsına nisbeti gibidir. O tekdir. Sâdık,masduk Peygamberdir (Aleyhissalâtü ves-selâm).

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Kur'ân-ı Azîmüşşân

 Kur'ân-ı azîmüşşân, kırâat itibâriyle Kur'ândır, yazılmak itibâriyle mushafdır. Hak ve bâtılı tefrik etimek [ayırmak] itibâriyle Furkan'dır.

Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî

Karz-ı Hasen

 -Karz-ı hasen [kârsız borç] îmân kefâleti dolayısıyla kefâlet-i ilâhiyye ile verildiğinden, sadakadan efdaldir.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her *Gün*, her *An*, dünyânın her yerinde *Namaz* kılınıyor ve o namaz kılanlar, bize *Selâm* ve *Duâ* ediyorlar. Şu anda biz burada otururken, uyurken, bize *Duâ* ediyorlar. 


Aynı şekilde, biz de namâza duruyoruz, bütün *Eshâb-ı kirâm*’a, bütün *Melek*’lere, bütün *Evliyâ*’lara ve dünyâdaki bütün *Müslümân*’lara duâ ediyoruz. 


Velhâsıl biz, her an, *Binler*’ce, *Milyon*’larca müslümandan *Duâ* alıyoruz. Yine her namazda biz de *Milyon*’larca müslümana *Duâ* ediyoruz. 

● ● ●

*Mürşid-i kâmil* olan evliyânın *Kalp göz*’ü açıkdır kardeşim. Onlar, *Kabir*’de olanları görüyorlar, *Mahşer*’de olanları görüyorlar, *Sırat* köprüsünü, *Mîzân*’ı, yâni *Terâzi*’yi görüyorlar.


Hattâ *Cennet*’i görüyorlar, *Cehennem*’i görüyorlar. Çünkü âhiretde *Zaman* yok. Zaman, bu *Dünyâ*’da var, orada yok. 


Meselâ Peygamberimiz aleyhisselâm, *Mîrâc*’da hazret-i *Osmân*’ın, koşarak *Cennet*’e girdiğini gördü. Hâlbuki hazret-i Osmân henüz ölmemişdi, *Dünyâ*’da yaşıyordu. 


Orada zaman olmadığı için, hazret-i Osmânı *Cennet*’e girerken gördü. Çünkü bu dünyâ bir *Hayâl*. Ne demek hayâl? Yâni, *Ayna*’daki bir *Görüntü*. Aslı olmasa, görüntü olmaz.


Dünyâ, *Asıl* değil ki. Asıl olan, *Âhiret*’dir. Hazret-i Osmânın gerçek *Hayât*’ı, âhiretde. Burada zaman olduğu için *Ölüm*’ü bekliyor. Niçin? Öldükden sonra o gerçek hayâtda *Cennet*’e gitsin diye. 


Âhirette zaman yok. *Ezel* ve *Ebed*, orada bir *An*’dır. *Mebde* ve *Müntehâ*, yâni baş ve son, *Milyar*’larla sene, orada bir *An*’dır. Biz zamanlı yaratıldık. Zamanlı *Doğduk*, zamanlı *Büyüdük*. 


Onun için *Zamansız*’lık ne demek, aklımız ermez. Aklımız ermiyor bizim bu işe. İşte *Kalp gözü* açık olanlar, *Kıyâmet*’i de görüyor, *Cennet*’i de görüyor, *Cehennem*’de yananları da görüyor. 


Şimdiki *İslâm* düşmanları geberip de Cehenneme gidiyorlar ya, onların *Cehennem*’de yandıklarını, *Kalp gözü* açık olanlar görür efendim. 


Nasıl görürler? *Kalp*’lerinden âhirete bir *Pencere* açılır, o pencereden *Âhiret*’i görürler.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Üniversite*’de okurken, Cumartesi günleri *Bâyezid* câmiine gider, en önde *Yer* kapar, Efendi hazretlerinin tam *Karşısı*’nda oturur, *Zevk*’le dinlerdim. 


Ne *Güzel* günlerdi yâ Rabbî! Şimdi *Hasret*’iyle yanıyorum Efendi’nin. O günlerin bereketiyle bu *Kitap*’lar yazılıyor kardeşim. 


*Arabî* ve *Fârisî* kitapları okumak kolay mı? Hele de *Yazmak!* Çok zor, çook. Bu, ancak *Büyük*’lerin himmetiyle, onların *Yardımı*’yla oluyor.

● ● ●

Her hafta, *Cumâ Namâzı*’ndan sonra, beş on dakîka *Sohbet* yapıyoruz. Ne konuşalım? *Fitne fesat* zamânında ne konuşulur? 


Peygamber Efendimiz buyuruyorlar ki: *Huzûr* on kısmdır, dokuzu *Susmak*’dadır. Fitne fesat zamânında *Ne* yapmak lâzım? 


Onu da Peygamber aleyhisselâm *Haber* veriyor. Peygamberimiz *Ne* dediyse, *Ne* buyurduysa, biz de *Onu* yapacağız kardeşim. 


Peygamber aleyhisselâm buyuruyor ki: Ümmetim arasında *Fitne Fesat* yayıldığı zaman, bir kimse benim *Sünnet*’ime yapışırsa, ona yüz *Şehîd Sevâbı* var. 


Yine Peygamber aleyhisselâm buyuruyor ki: *Men temesseke bi sünnetî, inde fesâdi ümmetî. Elehu ecürü mieti şehîd*, buyuruyor. Ne demek bu?


Yâni *Men*, bir kimse, *Temesseke bi sünnetî*, benim sünnetime yapışırsa, *İnde fesâdi ümmetî*, ümmetimin arasında *Fitne Fesat* yayıldığı zaman.


Yâni şimdi, bu zamanda, kim benim sünnetime yapışırsa. *Elehu ecürü mieti şehîd*, ona, yüz *Şehîd* ecri, yüz *Şehîd* sevâbı var. 


*Yüz* şehîd sevâbı, *Şaka* değil. Sünnete yapışmak ne demek? Bunu da *Hadîka* ve *Berîka* kitapları yazıyor, bizlere bildiriyor. 


Sünnete yapışmak demek, *Îtikâd*’da ve *Amel*’de ehl-i sünnet *Âlim*’lerinin bildirdiği *Yol*’a, yâni ehl-i sünnetin *Yolu*’na yapışmakdır.

Peygamber efendimize getirilen salavât kesin olarak kabul edilir

 *Takrîb - ül Usûl*'de der ki : İnsanların bütün amelleri ya kabül edilir , ya tard edilir . Ancak Resûl-i ekreme ( sallallahü teâlâ aleyhi ve sel lem ) salavật okumak böyle değildir . Çünkü Ona salavật , Ona ikrâmen kesin olarak kabûl edilmektedir . Alimler bu hususta ittifak etmişlerdir . 

*“Allahümme salli ve sellim, alâ seyyidina, Muhammed’in ve alâ âli seyyidina Muhammed”*

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretlerine her gidişimde, hemen bir *Kitap* verirdi elime. Bakardım, *İslâm* harfleri ile yazılmış. Evet, ben *İslâm Harfleri*’ni tanıyordum o zamanlar.


*Okuma*’sını da biliyordum. Ama Efendi’nin verdiği o kitapları *Türkçe* olsa bile okuyamıyordum. Çünkü *Eski Zaman* türkçesiyle yazılmış. 


Ben okuyamayınca, Efendi hazretleri bana *Yardım* ediyordu. Ben *Okuyor*’dum, O *Tashîh* ediyordu. Ben okuyordum, O *Düzeltiyor*’du. 


O zamanlar Onunla okuduğumuz *Kitap*’lardan biri de *Mevlânâ Hâlid* hazretlerinin *Dîvân*’ı idi. *Fârisî* idi o da. Bana *Fârisî*’yi de öğretdi Mübârek. 


Her *Kelime*’sini anlatırdı. Ben de kurşun *Kalem* ile kendime göre *Not*’lar alırdım. O *Kitap* şimdi evde, burada. Bugün onu alıp bakdım.


Bana, kaç sayfa *Okumuş*, *Okut*’muş, *Yazdır*’mış, *Anlat*’mış Mübârek, Hiç üşenmemiş. Aldım o *Kitâb*’ı, yüzüme gözüme *Sürdüm* sahîfelerini. 


Efendi hazretleri *Bizi* yetişdirmek için çok *Emek* verdi kardeşim, çoook. *İbni Âbidîn*’den okuturdu. *Arabî*’yi ne bileceğim ben. 


Onları, böyle yavaş yavaş *Okut*’du, *Öğret*’di. Her şeyi Ondan öğrendik. Velhâsıl Efendi hazretlerinin sâyesinde bu *Hizmet*’ler meydana geldi.


Elhamdülillah. Bütün bu *Kitap*’lar, hep Onların *Himmet*’leriyle, *Gayret*’leriyle yazıldı kardeşim. Onu tanımasaydık, bu kitaplar meydana gelmezdi.

● ● ● 

İnsanın *Çene*’sinin altında bir mânevî *Zincir* vardır. Bir de *Burnu*’nun üstünde bir mânevî *Zincir* vardır. 


O kimse, kendini yükseltir, *Yukarı* çekmeye çalışırsa, yâni *Kibir*’lenirse, çenesinin altındaki zincir, onu *Aşağı* çeker. O kimse, herkesden *Aşağı* olur. 


Bir kişi de *Tevâzû* sâhibi olsa, kendini *Aşağı* görse, burnunun üzerindeki zincir, onu *Yukarı* kaldırır, yâni *Yüksel*’tir. O kişi, Allahü teâlânın indinde ve insanların gözünde *Büyük* olur.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Sebeb*’e teşebbüs etmek lâzım. *Esbâb*’a yapışmak lâzım. Allahü teâlâ, her *Şeyi* bir sebeple gönderir. Meselâ duâ ediyoruz, *Yâ Rabbî, Sen benim gözüme şifâ ver!* diyoruz. 


Allahü teâlâ *Şifâ*’yı nasıl verir? *Sebeb*’ini gönderir. Onun için sebebe yapışacağız, *Sebeb*’ini arıyacağız. Allahü teâlâ *Elbette* sebebini gönderir. 


Ama *Duâ* edene gönderir. Duâ etmiyen, istediği kadar arasın, *Sebeb*’ini bulamaz. Ama *Duâ* eden, sebebini bulur. Allahü teâlânın *Âdet*’i böyledir. 


Ne diyor Allahü teâlâ? *Cihad için, düşmanlarınızda bulunan silâhların hepsini, hattâ atınızın ipine varıncaya kadar hazırlayın!* buyuruyor.


Meselâ *Bosna*’daki müslümânlar, bu *Emr*’e uymamışlar, *Silâh* hazırlamamışlar. 


Onlar da, *Elli sene*’den beri çalışsalardı, *Düşman*’larında, *Sırp*’larda ne *Silâh* varsa, aynısını onlar da yapsalardı, o *Felâket*’ler başlarına gelmezdi. 


Allahü teâlâ, her *Şey*’i bir sebeple gönderir. Kur’ân-ı kerîm bunu emrediyor. *Düşmanda olanı siz de yapınız!* buyuruyor. 


Demek ki, *Sebeb*’e yapışacağız. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde; *Li külli şey’in sebebâ!* buyuruyor. Yâni, *Ben her şeyi, sebeple yaratıyorum*, buyuruyor. 


Sen sebebe yapışma, sonra da; *Yâ Rabbî sen bana ver!* de. Yâhut namaz kılma, sonra da; *Yâ Rabbî, sen benim günâhlarımı affet!* de. Olur mu öyle şey? 


*Sebeb*’e yapışmayı Cenâb-ı Hak bize *Emr*’ediyor. Sebebe yapışanları Allahü teâlâ sever. *Helekel müsevvifûn!* diyor Peygamber Efendimiz. 


*Sebebe yapışmıyan, yarın yaparım, öbür gün yaparım, Allah kerîmdir diyen, mahv olur!* buyuruyor Peygamberimiz. 


Sen *Ders*’lerine çalışma, sonra de *Sınıf*’ı geçeceğim diye bekle. Olur mu öyle şey? 


Allahü teâlâ; *Sebebe yapışın!* diyor. Allahü teâlâ herkesin *Mükâfât*’ını verir. Ama sebebe yapışanlara *İhsân* eder.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretleri, zaman zaman; Biz, *Bî-kes* kaldık! derdi. Bunu *Çok* söylerdi. Zaman zaman buyururdu ki: 


*Herkesin var bir kesi. Ben bî-kesin yok kimsesi. Ben bî-kesin sen ol kesi. Ey kimsesizler kimsesi!* 


Şimdi o *Kes*’e ne diyorlar? *Dayı* diyorlar. Bunun *Dayısı* var! diyorlar. Yâni *Arka*’sı var, *Dayanağı* var. 


*Herkesin var bir kesi. Ben bî-kesin yok kimsesi*. Yâni ben kimsesizim. Benim kimsem yok, dayım yok, arkam yok. 


*Ben bî-kesin sen ol kesi, ey kimsesizler kimsesi!* Allahü teâlâya böyle yalvarırdı Mübârek, *Nûr* içinde yatsın. Biz, her *Şey*’i Efendi hazretlerinden işitdik kardeşim. 


Efendi hazretlerini görmeseydik, hâlimiz *Harâb*’dı. Meselâ ben, *Küfr* içinde yuvarlanıyordum. Çünkü *Öyle* yetişdirdiler bizi. 


Ama Efendi hazretleri *Elimiz*’den tutdu, *Ayağa* kaldırdı ve bizi *Küfr*’den kurtardı, halâs eyledi, elhamdülillah. 


Yoksa *Nefs*’imize uymuşduk. Nefsimizin *Esîr*’i idik. Efendi hazretlerini görmeden evvel, *Nefs*’imin elinde *Esîr*’dim ben. 


Bizi, *Nefs*’in esâretinden *Halâs* eyledi, kurtardı. Nefs, insanın *Düşman*’ıdır. İnsana evvelâ *Kibr*’i emreder. Yâni kendini beğendirir. *Nefs*’den gelir bu. 


Ben o zaman *Askerî Lise*’de idim, hem de sınıfın *Birinci*’siydim. Çok çalışkandım. Onun için kendimi çok *Beğenir*’dim.


Öyle ki, bir yerlerde *Konuş*’sam da, herkes beni dinleyip *Alkış*’lasa derdim. 


Sonra bir yerde bir *Apartman* görsem, içimdan; *Benim de böyle bir apartmanım olsa!* derdim.


Yine bir yerde *Otomobil* görsem, yine içimden; *Ah, benim de bir otomobilim olsa!* derdim. 


Ama Efendi hazretlerinin *Sohbet*’inde, bunların hepsi *Eridi*, gitdi hiç kalmadı elhamdülillah. Aynen *Kar* gibi. Kar, dayanabilir mi temmuz *Güneş*’ine? 


Efendi hazretlerinin bereketiyle, *Nefs*’in elinden, onun *Pençe*’sinden kurtardı beni Allahü teâlâ.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İstiğfâr* duâsı çok mühimdir kardeşim. *İstiğfâr* okunan yere, orada oturan insanlara, *Rahmet-i ilâhî* nâzil olur. 


Allahü teâlâ, hepsinin murâdlarını *İhsân* eder, günâhlarını *Afv*’eder. Oturduğu yerler, *Kıyâmet* gününde ona *Şefâat* eder. 


Geçdiği *Sokak*’lar şefâat eder. Molla *Nâmık-i Câmî* hazretleri böyle diyor. Onun için *İstiğfâr* duâsını her gün okumalı kardeşim. 


Peygamber Efendimiz de; *Bu duâ, her derde devâdır. Düşmanların zararından korunmak için de, her gün yüz kere okumalı*, buyuruyor. 


Meselâ, beş vakitde kılınan namazlardan sonra, bir miktâr, *Estağfirullah el azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyel kayyûme ve etûbü ileyh*, diye okumak lâzım. Kısacık. 


*Seâdet-i Ebediyye*’de yazılı bu hadîs-i şerîf. Muhammed Ma’sûm hazretleri de; *Ben kime tavsiye etdimse, dertlerden kurtuldu*, diyor. Çok tecrübe etdim, buyuruyor. 

● ● ●

*Dünyâ*’nın bir ucundan bize *Mektup*’lar geliyor kardeşim. Diyorlar ki: *Kur’ân-ı kerîm*’de Allahü teâlâ buyuruyor ki:


*Kıyâmet*’e kadar, benim *Râzı* olduğum *Yol*’da olan, bu *Yol*’da çalışan müslümânlar olacak. Bunların *Düşman*’ları *Çok* olacak. 


Fakat o düşmanlar, onlara bir *Şey* yapamıyacak. *Kur’ân-ı kerîm*’de böyle buyurduğuna göre, sizin düşmanlarınız *Çok*’dur, diyorlar bize yazdıkları mektuplarda. 


Hakîkaten *Hıristiyan*’lar bize düşman, *Yehûdî*’ler düşman, *Mezhebsizler de düşman. Ama yine de bizim *Kitap*’lar bütün dünyaya yayılıyor. *Allah*’ın büyüklüğü bu. 


Bizim kitaplar, bizim değil ki, o *Büyük*’lerin kitaplarıdır. Bunları okuduğumuz zaman, kalplerimize *Rahmet-i ilâhî* nâzil olur, kalplerimiz *Nûr*’lanır. 


Efendi hazretlerini görmeseydik, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacakdı. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri *Veliyy-i kâmil*'dir ve *Seyyid*’dir ve Resûlullahın *Vârisi*’dir.


Efendimiz aleyhisselâmın mübârek kalbinden fışkıran *Nûr*’lar, Onun *Kalb*’ine geldi. Resûlullahın *Feyz*’leri ve *Nûr*’ları, onların kalbine, böyle *Ceyhun nehri* gibi akıyor. 


*Gürül gürül* akıyor. İşte onları *Sevip* de etrâfına üşüşenlere, toplananlara da, o *Feyz*’lerden, o *Nûr*’lardan muhakkak nasîb olur kardeşim

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:


Elhamdülillâh ki, Allahü teâlâ bize, dînine Hizmet etmek, Onun kullarını Cehennem Ateş inden kurtarmak vazîfesini verdi. Bu vazîfe, ancak Peygamberlere verilir.


Bir de Onun Vârisleri ne verilir. O hâlde bu Hizmete tâlip olanlar, bu hizmet için koşduranların hepsi, Peygamberimizin Vârisleri olurlar.


İşte sizler, bu Kitap ları dağıtıyorsunuz kardeşim. Siz hepiniz, Onun Vârisi oluyorsunuz. Bu Ni’met in kıymetini bilin.


Âlim in mürekkebi, âhiretde Şehîd in kanı ile tartılacak, mürekkep daha Ağır gelecek efendim.


Ama hangi Mürekkep? Kitâbı yazmış, Rafa koymuş, öylece duruyor. Hiç kimse bundan İstifâde etmiyor. Bu mürekkep tartılmaz.


Orada kastedilen Mürekkep, milletin istifâdesine sunulan kitapların mürekkebidir. İnsanların dînini öğrendiği Kitaplar ın mürekkebidir efendim.


O hâlde, bizim kitapların mürekkebine, hem Yazan, hem Satanlar, hem de Dağıtan lar dâhildir. Yâni bütün arkadaşlar dâhil kardeşim.


Peki niçin? Bizim Kitapları dağıttıkları için. İşte Sizler bizim kitapları dağıtıyorsunuz. Sizin dağıttığınız o Kitaplar dan, insanlar okuyup istifâde ediyorlar.


İslâmiyeti öğreniyorlar. Yâni bu kitapları dağıtmakla Emr-i mâruf yapıyorsunuz. Bunun için, siz de bu Mürekkep den payınızı alacaksınız kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretleri *Nere*’ye gitse, ben de *Peşin*’den giderdim. Bâzan herkes *Bahçe*’de oyalanırken, ben Efendi hazretlerinin *Dizi*’nin dibinden ayrılmazdım. 


Ondan, hiç duymadığım *Şey*’leri duyardım. Onları defterime *Not* eder, ezberlerdim. Efendi hazretlerine olan muhabbetim de *Ben*’den değildi. 


Beni, kendisi *Cezb* ederdi. Yâni *Cezb* etmek de Efendi hazretlerindendi. Sanki *Elli Sene* sonrasını, yâni *Bu gün*’leri görmüş gibiydi Mübârek. 


*Yemek*’de, *Namaz*’da, *İstirâhat*’de, bir yere gitmekde, *Efendi*’den hiç ayrılmazdım. Her hareketine *Dikkat* ederdim ve hep Onu dinlerdim. 


Bir dakîkanın *Boş* geçmemesi için *Çırpınır*’dım. Her fırsatda *Yanına* giderdim. Başka câmilerdeki *Vaaz*’larına da giderdim. 


*Arabî* ve *Fârisî* okutmadan evvel, bâzı *Türkce* kitaplardan *Ders* verdi bana. Sonra *Arabî* ve *Fârisî* okutdu. Emsile, avâmil, simâî masdarları öğretdi. 


*Emâlî Kasîde*’sini, Mevlânâ Hâlid *Dîvânı*’nı, İsaguci denilen *Mantık* kitâbını ezberletdi. Bir *Şey* öğretmediği *Gün* olmamışdı. 


Efendi hazretleri, İmâm-ı Begavî'nin *Kazâ-Kader* hakkındaki yazısının, *Arabî*’den *Türkçe*’ye tercümesini yapdırdı bana. 


O gece *Evde* yazdım, ertesi gün götürüp *Arz* etdim. Sonuna kadar okuyup; *Çok iyi, doğru tercüme etmişsin, hoşuma gitdi!* buyurdu. 


Bu tercüme, Bizim *Seâdet-i Ebediyye* kitâbının *412*.ci sayfasındadır. 

 

Sen bizi *Şeytan* şerrinden ve *Düşman* şerrinden ve *Nefs*’imizin şerrinden muhâfaza eyle yâ Rabbî. Evlerimize *İyilik*’ler ver, helâl ve hayrlı *Rızık*’lar ihsân eyle yâ Rabbî. 


Hastalarımıza *Şifâ*, dertli olanlarımıza *Devâ* ihsân eyle yâ Rabbî. Sen bizleri, *Yevm-i Cumâ*’nın ve *Leyle-i kadr*’in şefâatine ve bereketine nâil eyle yâ Rabbî. 


Bizleri, *Cennet*’inle *Cemâl*’inle müşerref eyle, *Günah*’larımızı ve *Kusur*’larımızı affeyle yâ Rabbî.

Sidret-ül Müntehâ

 Sidret-ül müntehâ, ağaç şeklinde bir mahlûk-ı ilâhîdir. Kökleri âlem-i halkı, dalları âlem-i emri setr etmiştir. Sanki bütün mahlûkatı ihâta etmiştir [kuşatmıştır].

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Mevlânâ *Hâlid-i Bağdâdî* hazretleri rahmetullahi aleyh öyle büyük bir *Zât*’dır ki, eğer Efendimiz aleyhisselâmdan sonra peygamber gelmesi *Câiz* olsaydı, o hâliyle *Peygamber* olurdu.


Yâni bütün *Kemâlât-ı nübüvvet* kendisinde mevcutdu. Sâdece o *Mansab* verilmemişdi, yâni o *Mertebe* verilmemişdi. 


Mansab ve mevkî verilmemiş, ama *Kemâlât*’ı verilmiş. O hâliyle *Peygamber* olurdu. O kadar büyük *Evliyâ* idi Mevlânâ Hâlid hazretleri.

● ● ●

Geçen gün *Enver âbi*’ye söyledim. Şimdi insanlar *Nefs-i mücessem* olmuş. Yâni *Nefs*’ler, cisim olmuş, *İnsan* şeklinde görülüyor. 


*Nefs*’in elinden kurtulmak ise çok *Zor*. Ancak, bizim arkadaşlar *Nefs*’inden kurtulmuşdur. 


*Enver âbi*’yi tanımak ve bizim *Kitap*’ları bilmek ve okumak, çok büyük *Ni’met*’dir. Neden? Çünkü bu kitapların hepsi, *Ehl-i sünnet* âlimlerinin yazılarıdır.


Onların *Kitap*’larından alınmış, yazılmışdır. *Allah Adamları*'nın yazıları bunlar kardeşim. Bu kitapları okumak kime *Nasîb* olursa, ne kadar *Bahtiyâr*’dır. Çok sevinsin. 


Sizinle müsâfeha edelim kardeşim, *Tekrâr-ı hasen*’dir. Benim için sizinle müsâfeha etmek ne *Şeref*’dir. Nerde bulacağız bu devirde, böyle mübârek *Müslümân*’ları. 


Bizim *Kitap*’larımız, Allahü teâlânın *Sevdiği* kullarının yazılarıdır kardeşim. Ben bâzen, yeri gelince diyorum ki: 


*Bizim kitaplarımız çok kıymetli, çoook. Her kitapdan daha kıymetlidir*. Peki niçin çok *Kıymet*’lidir? 


Çünkü bizim *Kitap*’larımızın içinde, *Bana* âit bir *Yazı* yok da onun için efendim. Hep o *Büyük*’lerin yazıları. Onun için kıymetli. 


Bize âit yazılar, *Pırlanta*’nın yanında, *Cam parçası* gibidir. Bizim *Kitap*’larımızda eğer bana âit birkaç satır *Yazı* olsa, pırlantaların arasına *Cam* parçalarını karışdırmış oluruz. 


O zaman hiç *Kıymet*’i kalmaz. Elhamdülillah, bize âit hiçbir *Yazı* yok. Nasıl olsun ki efendim. *Büyük*’lerin meydânında *Küçük*’lerin ne işi var?.

Nûh aleyhisselâmın gemisi

 Nûh aleyhisselâmın gemisi Recebin onuncu günü hareket etti. Muharremin onuncu günü durdu. Geminin uzunluğu binikiyüz zira' [600 metre], eni altıyüz zira' [300 metre] idi. Ve üç kat idi.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Nuh aleyhisselâma îman edenler

 Nûh aleyhisselâma îman eden üç oğlu ile seksen insandır ki, bunlara Eshâb-ı seb'în derler. Bu seksen kişi bilâ veled [çocuksuz] vefât ettiler. Ancak Nûh aleyhisselâmın üç oğlu kaldı. Bütün insanlar bunlardan türedi.

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Peygamber efendimizin ilmi

 Peygamber efendimizin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) ilmi başlıca iki kısımdır: Biri zahir, diğeri batın ilmidir. Zâhir ilmi ikidir: Biri arz,biri semâvât. Arz ilmi yüzyirmi dörttür. Semâvât [gökler] ilmi yirmidir. Bâtın ilmi yirmi dokuzdur. 

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Elhamdülillah, sizin gibi *Mücâhid*’lerle müsâfeha edince, hep içimden, kalbimden; *Yâ Rabbî! Şu kardeşimin hürmetine, benim günâhlarımı affeyle!* diye duâ ediyorum kardeşim. 


*Ene celîsü men zekeranî!* buyuruyor Allahü teâlâ. Ne demek bu? Yâni *Ben*, her zaman ve her yerde, Beni *Zikr* edenlerin yanında bulunurum, demekdir.


Allahü teâlâ, her zaman ve her yerde *Hâzır* ve *Nâzır*’dır. Yâni merhameti, rahmeti *Hâzır* olur. Ama *Zikr* edenlere, *Rahmet*’le ve *Muhabbet*’le tecellî eder. 

● ● ●

Bir gün Cumâ namâzına *Eyüp câmii*’ne gitdim. Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri *Vaaz* verecek. Câmi *Tıklım tıklım* dolu, oturacak *Yer* yok. Oturacak yer bulamadım.


Abdülhakîm Efendi hazretleri, bir *Rahle*’nin yanında oturuyordu. Ben de gitdim, tam Mübâreğin *Karşısı*’nda, cemâatin *Önünde* diz çöküp oturdum.


*Yâsîn* kelimesinin mânâsını anlatıyordu. *Ey benim bahr-i yakînimin sebbâhı olan Habîbim. Benim rahmet deryâmın dalgıcı olan Habîbim!* diye başladı anlatmağa. 


*Yetmiş Sene* oldu. Bunu hâlâ unutmamışım. Ben rahlenin tam önünde oturuyorum. *Askerî* talebeyim. Biraz sonra, *Dersimiz burada kalsın!* dedi. 


Ben icimden; *Ne çabuk bitdi?* dedim. Meğer *Bir Sâat* sürmüş. Bana, sanki *Beş Dakîka* gibi geldi. 

Kapıdan çıkarken ayakkabılarımı bağlıyordum ki;


*Küçük efendi, ben seni sevdim. Bizim evimiz yukarıda, mezarlığın arasındadır. Arada bir gel, seninle sohbet ederiz*, diye bir ses işitdim. 


Meğer bunu diyen, Efendi hazretleriymiş. Beni ilk görüşde, *Seni sevdim!* dedi. Hâlbuki evliyânın *Sevgi*’sine kavuşmak için *Yirmi* sene, *Otuz* sene *Hizmet* etmek lâzımdır. 


Beni ise, daha ilk görüşde, *Küçük efendi, ben seni sevdim!* dedi. Neden? Çünkü *Kalb*’i okur onlar. Ben de, *Baş üstüne!* dedim. O günden beri Efendi hazretlerinden *Feyz* aldık kardeşim, çok şükür.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Komşu*’ya eziyet etmek *Harâm*’dır kardeşim. Seâdet-i Ebediyye’de *Komşu Hakkı*, bir sahîfe anlatılıyor. 


Komşu olsun, olmasın, *Din kardeşine eziyet eden, Kâbeyi yıkmış gibi günâha girer!* diyor Peygamber Efendimiz. 


Din kardeşinin *Kalb*’ini kıran, *Kâbe*’yi yıkmış gibi günâha girer. Bir de şimdiki *Komşu*’lara bakın. 


Gürültü yapıp, diğer komşuları *Râhat*’sız ediyorlar. Eskiden bir kimse evini *Tâmir* edeceği zaman, komşusuna *Haber* verirmiş. 


Yâni,  *Komşu, hayrlısı ile evde biraz tâmirat yapacağım!* deyip izin alır, öyle *Tâmir*’ini yaparmış. Nerde şimdi öyle komşu? İnsan hakkı *Yok* olmuş. 


Bırakın *Komşu*’luğu, şimdi *Din Kardeş*’liği bile kalmadı! Peki, ne yapacağız? Hiç kimseye bir *Zarar* vermiyeceğiz. 


Niçin sâdece *Din kardeşi* demiyoruz da, *Komşu hakkı* diyoruz? Çünkü *Yahûdî* komşu da olur, *Hristiyân* komşu da olur. 


Onların da *Komşu*’luk hakkı var. Yahûdî komşuyu da incitmiyeceğiz. Hep *Tatlı* söyliyeceğiz, *Olgun* hareket edeceğiz. Nerde şimdi, nerdeee? 


Şimdiki insanlar ne *Komşu hakkı* biliyorlar, ne de *Din kardeşliği*’nden haberleri var. Mâmafih yine de hâlimize *Şükür*’ler olsun kardeşim. 

 

Eskiden; *Ev alma, komşu al*, denirdi. Müslümânların arasında oturmak *Mühim*’dir. Müslümânın oturduğu evden *Feyz* yayılır, *Nûr* yayılır. Bu, sokağa da *Te’sîr* eder. 


Meselâ bizim *Sokak*’da, hemen hemen her evde *Âbiler* var. Hepsinden *Nûr* yayılıyor. Kur’ân-ı kerîm *Mekteb*’i var. Böyle mahalle hiç *Terk*’edilir mi? 


Bu *Sokak*’da oturanlara *Müjde*’ler olsun. *Âbiler*’den biri, bu sokakdan taşınmış, *Karagümrüğe* gitmiş. Bunu duyunca çok *Üzüldüm* kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Mazhar-ı Cân-ı Cânân* hazretleri, tanıdıklarından birine, bir *Mektûb*’unda şöyle yazıyor: Sizin, *Ömre*’ye gitmeye karar verdiğinizi işitdim. 


Sizin gibi, her *Hâli* islâmiyete *Uygun* olan ve bir mürşid-i kâmili görerek kalbi *Nûr*’lanmış olan bir zâtın, bu *Karar*’ını işitince çok şaşırdım. 


Çünkü *Nâfile* hacca, yâni *Ömre*’ye gidecekmişsiniz. Bir kerre bu, *Farz* olan bir hac değil, *Nâfile* hacdır. *Ömre*’ye niçin gideceksiniz? 


Zâten *Fakîr*’siniz. Fakîr olana, hac zamânı olsa bile, hac *Farz* olmaz. Hem ananız babanız *Hasta*, evde yatıyorlar. Onların *Hak*’ları var. 


Onları böyle *Bırakıp* da nereye gidiyorsunuz? *Zevce*’nizin haklarını da *Ayak*’lar altına alıp *Nere*’ye gidiyorsunuz? Böyle diyor mübârek zât. 


Ne kadar doğru kardeşim. Nâfile *İbâdet* yapmak için ana-baba hakkı *Çiğneniyor*. Ailesinin, zevcesinin hakkı *Ayak*’lar altına alınıyor. 


Sonra, yollarda namazlar *Kazâ*’ya kalıyor. Hâlbuki bir *Farz*’ı yapmıyan kimse, *Bin*’lerle nâfile ibâdet yapsa, o *Farz*’ı ödiyemez. 


Farz, o kadar *Mühim* kardeşim. Bizim *Müjdeci Mektuplar* kitâbında yazılı bu. *Farz*’ların yanında nâfileler, *Deniz* yanında bir *Damla* su bile değildir, buyuruyor. 

● ● ●

Allahü teâlânın kazâsına *Rızâ* lâzımdır kardeşim. *Kazâ* ve *Kader* meselesi, *Esrâr-ı ilâhî*’dir. Yâni Allahü teâlânın *Sır*’larından bir *Sır*’dır. 


Bunun üzerinde konuşmayı, hadîs-i şerîfler *Men* etmişdir. Yâni *Kazâ* ve *Kader*’den bahsetmek şer’an *Yasak*’dır. 


Bu meselede, *Ehl-i sünnet* âlimleri ne demişse, onu öğrenip *İnanmak*’dan başka çâre yokdur. Kafa yormak, düşünmek, mantık yürütmek *Doğru* değildir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber Efendimiz; *Kıyâmetde Cehennemin en derin çukuruna, dîni yanlış anlatan ve kendileri ibâdet yapmıyan din adamları gidecek*, buyuruyor. 


Dünyâda en zor iş, Karar vermekdir. Yâni, Peki mi diyecek, Hayır mı? Eğer, Peki denmesi îcab eden yerde, Allah korusun Hayır derse, Küfr’e girer. 


Hayır denmesi îcab eden yerde Peki derse, îmânı Gider, Allah korusun. Onun için, bu dünyâda bun-dan daha Mühim ve daha Zor bir iş Yok’dur. 


*Âlim*, çok kitap okuyan, çok şey bilen kimse değil, *Hakk*’ı *Bâtıl*’dan ayıran kişidir. Yâni bu *Eğri*, bu *Doğru*, veyâhut da, bu *Sevilir*, bu *Sevilmez* diyebilendir. 


Dolayısıyla, çok *Kitap* okuyan, çok büyük *Âlim* olur diye bir kâide yokdur. Peki efendim, *Âlim* kime denir? Anlatayım:


Şimdi bu odanın her tarafı *Raf* olsa ve bu raflarda binlerce *Kitap* olsa, bir kimse de, bu kitapların hepsini *Okumuş* olsa. 


Eğer ki, bu *Doğru*, bu *Yanlış* veyâ şu *Sevilir* şu *Sevilmez* diyemiyorsa, bu kimse *Âlim* değildir. 


Çünkü *İlim*’den maksat, bu *Doğru*, bu *Eğri* diyebilmekdir. Veyâhut da bu *Yanlış*, bu *Doğru* diye ayırabilmekdir. 


Yâni *Hak* olanı *Bâtıl* olandan ayırmakdır. Bunu da, ancak *Ehl-i sünnet* âlimi yapabilir. Yoksa çok *İlim* sâhibi, çok *Amel* sâhibi değil. 


Bu iş, kendi kendine *Okumak*’la da olmaz. Peki, nasıl olur? Bu, ancak bir *Mürşid-i kâmil*’in anlatmasıyla, öğretmesiyle olur. 

● ● ●   

*Cömert*’lik, güzel bir huydur kardeşim. *Mekkî Efendi* de anlatırdı. Derdi ki: 


*Cömert*’lik, Cennetde olan bir *Ağaç*’dır. Bu ağacın kökü *Cennet*’de, dalları ise *Dünyâ*’dadır. Bu dallar, *Cömert*’leri kendilerine yapıştırır.


Ve *Cennet*’e çekerler. Onlar, istese de, istemese de o *Dallar*’a yapışırlar. Çünkü kendi *İrâde*’leriyle olmaz bu iş. *Mıknatıs*’ın metali çekdiği gibi çekilirler. 


*Cimri’lik* de öyle bir *Ağaç*’dır. Onun da kökü *Cehennem*’de, dalları *Dünyâ*’dadır. Bu dallar da, *Cimri*’leri kendine yapıştırır ve *Cehenneme* çeker.


Yine *Mıknatıs* gibi. *Mekkî âbi* böyle anlatırdı efendim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben *Lise*’de iken, okul *Birinci*’siydim. Onun için, her yerde *Ben* konuşayım, herkes *Beni* dinlesin, isterdim. 


Bir *Apartman* görsem, veyâ bir *Araba* görsem, hemen içimden; *Bu, benim olsa*, derdim. Buna, *Enâniyet* denir. Şimdi *Benlik* diyorlar. 


Ama Efendi hazretlerini tanıyınca, bu *Hâl*’ler gayb oldu, gitti. *Kibir* ve *Azamet*, Allaha mahsûsdur. Nitekim Allahü teâlâ; *Gururlu’yu ve Kibirli’yi yakarım!* buyuruyor. 

● ● ●

*İmâm-ı Şâfi’î* hazretlerine; İmâm-ı Mâlik hazretlerini nasıl bilirsin? diye sormuşlar. İmâm-ı Şâfi’î hazretleri cevâben; *O, çok büyük âlimdir*, demiş.


Çünkü bir gün, Ona, *Seksen*’den fazla *Suâl* sordular. Bu suâllerin yarıdan fazlasına; *Bilmiyorum, araşdırayım, öğrenince bildiririm*, diye cevap verdi. 


Onun bu *Bilmiyorum* sözünden, büyüklüğünü anladım, buyurmuş. 


Şimdi herkes, her *Aklı*’na geleni söylüyor, yazıyor. Hâlbuki söylediklerinin ve yazdıklarının *İslâmiyet*’le hiç alâkası yok. *Kendi* kafasından çıkan şeyleri yazıyor.


Biz, bir *Kelime* yazabilmek için, kaç tâne *Kitap* karışdırıyoruz, defâlarca *Tashîh* yapıyoruz. 


Başka yerde, başka bir *Şey* görünce, tekrar değişdiriyoruz. Allah’ın dîninde *Söz* söylemek kolay mı? 

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bâzı *Mektup*’larında bunu bildiriyor. 


Diyor ki: Bir kimse, senin *Üstâd*’ının bir sözünde bir *Kusûr* bulursa, sen de onu *Beğenir*’sen, onu *Sever*’sen, sen de *Köpek*’den daha aşağı olursun, diyor. Böyle buyuruyor kardeşim

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *Büyük*’lere kavuşan, hattâ bunların *Sâdık* talebelerine kavuşan, kurtulur efendim. *Nebî, Sıddîk ve Selmân, Kâsım, Ca’fer, Bistâmî* diye gelen bu büyüklerin çok üstün bir *Âdet*’leri vardır. 


Bu, diğer hiçbir *Yol*’da yokdur. Diğer yollarda olanlar, kendilerini sevenleri ana caddeye çıkartırlar ve *Bu yolun sonu Cennetdir, devâm et, çalış, Cennete gir!* derler. 


Onlar da çalışırlar. Kavuşan kavuşur, kavuşamıyan *Yol*’da kalır. Bu yolun *Büyük*’leri ise böyle değildir. Bu yolun büyükleri, kendilerini sevenlerin *Eli*’nden tutar.


*Kolu*’na girer, *Cennet*’in içine sokuncaya kadar bırakmazlar. Hattâ *Kendi Cenneti*'ni de ona gösterip; *İşte, şu köşk senin!* der, sonra bırakırlar. 

● ● ●  

İnsan oğlunun tek sermâyesi, *Âciz* olmasıdır. İnsan âhirete giderken ne *Malı*’nı, ne *Mülkü*’nü, ne çoluk çocuğunu, hiçbir *Şeyi*’ni götüremiyor. Sâdece Allah için olan *Amel*’lerini götürüyor. 


Seyyid *Tâhâ-i Hakkârî* hazretleri, Seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerine; *Bize ne getirdin?* diye sormuş. Seyyid Fehîm hazretleri de; 


*Size, sizde olmıyan birşey getirdim, günâhlarımı getirdim*, demiş. Biz Cenâb-ı Hakka ne götüreceğiz? Dağlar kadar *Günâh*’lar, Everest Tepesi kadar *Kusûr*’lar. 

● ● ●  

Mürşid *Olgun*, mürîd *Uygun* olunca, yâni mürşid, kâmil ve mükemmil olunca, mürîdde de *Sevgi* ve *Muhabbet* varsa, *Sene*’lerin işi, *Sâat*’lere ve *Sâniye*’lere döner. Mürşid-i kâmilin bir *Bakış*’ı yeter. 


Diğer *İlimler*’de de aynı kâide vardır. Yâni *Hoca*, mâhir ve müşfik olursa, *Talebe* de zekî ve çalışkan olunca, öğrenilmiyecek hiçbir *İlim* yokdur. 


Efendi hazretleri bize husûsî *Emek* verirdi. Biz ne öğrendiysek, hepsini *Efendi*’den öğrendik kardeşim.

KÂMUS

Eskiden ilm ehlinin başvuru lugati idi; Kâmus-i Okyanus, kısaca Kâmus.
Merhum Süleyman Kuku Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh);
“Kâmus okuyan belki âlim olmaz, ama çok büyük malumat sahibi olur”
demişlerdi.
İş bu Kâmus’un tercemesi (Osmanlı Türkçesi) de mevcud olub, isteyen internetten e kitab olarak bulabilir. Biz, Toronto Üniversitesi kütüphanesinden bulduk.
Meraklısına tavsiye ederiz.

(Dursun Cihan)

Not: Bu eser  Yazma Eserler kurumunca basılmıştır.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâma emir vermiş. *Kazma'yı, küreği al, dağa çık. Orada bir mezar var, onu kaz, bak ne var içinde?* demiş. 


İbrâhim aleyhisselâm bu *Emr*’i alınca hemen o tepeye çıkmış. Bakmış ki, orada büyük bir *Mezar* var. Onu *Kazmış*, içinden bir *Levha* çıkmış. Levhada şöyle yazıyormuş: 


Ben, *Âd Kavmi*’nin pâdişâhıydım. *Bin Sene* yaşadım, *Bin Ordu*’yu yendim, *Bin defâ* evlendim, *Bin Çocuğum* dünyâya geldi. *Servet*’imin sınırı yok. 


Artık bana kimse dokunamaz, derken, *Devâ*’sı olmıyan, *Şifâ*’sı bulunmayan bir *Hastalığa* yakalandım. Her tarafdan, ne kadar *Doktor* varsa getirtdim. 


Onlara; Ne isterseniz vereceğim, yeter ki beni bu hastalıkdan kurtarın, dedim. Bakdılar, etdiler, sonunda; *Biz bu işten âciz kaldık, bir şey yapamıyacağız*, dediler. 


Velhâsıl bu *Dünyâ* beni kandırdı, aldatdı, bâri *Sizi* aldatmasın. Dünyâ bana; *Senin servetin var, sana bir şey olmaz!* dedi. Ona inandım. 


Ama bakdım ki, meğer ben ne kadar *Âciz*’mişim. Bütün *Varlığım*, *Şöhret*’im, *Servet*’im, her *Şey*’im, bu hastalığa *İlâç* olmadı. Onun üzerine bunları yazdırdım. 

● ● ●  

*Büyük*’lerin rûhlarından *İstifâde* edebilmek için bâzı şartlar vardır. Birincisi *Tanımak* ve *Bilmek* dir. 


Ama bu tanımak, *Şeklen* değil, falan yerde bir *Zât* varmış da değil. Ya nasıl? O zâtın büyük bir *Velî* olduğunu, *Mürşid-i kâmil* olduğunu bilecek. 


İkinci şart, *İnanmak*’dır. Bu, geniş mânâlı bir inanmakdır. Şöyle ki, o kişiyi hâtırladığı anda, *Hemen* geleceğine, işiteceğine, yardım edeceğine inanacak. 


*Acaba?* derse, olmaz! Üçüncü şart *Sevmek*’dir, bağlantı kurmakdır. Bu da, başlı başına zâten *Tasavvuf* demekdir.

Yâdigâr mektûblar 53.mektûb

 Bu iki mektûb, Kuleli'den Hüseyin Yaşar'a Arabî harflerle yazılmıştır.

17 Cemâzi'l-Âhire Pazar 1378 [29.12.1958]

Ve aleyküm selâm kıymetli kardeşim Yaşar Efendi

Mektûbunuzu okudum. Ruhunuzun çırpındığı, figân etdiği ma'lûm oluyor. Nur ile zulmet bir arada sükûnet bulur mu? Nur ne kadar nûrânî ise, zulmet de ne kadar çok şiddetli ise, ızdırab o nisbette fazla olur. Cenâb-ı Hakka sonsuz şükrler olsun ki bizlere hakkı tanıtdı ve bâtıldan nefret duyurdu. Hakkı, bâtılı, fâideliyi, zararlıyı ayırabilmek en büyük bir ni'metdir, en büyük seâdetdir. Kalbin pası giderse, nûrâniyyeti zâhir olursa, zulmetin sıkleti his olunmağa başlar. Cenâb-ı Hak hepimizi zulmetten, dalâletden kurtarsın ve zulmet ve dalâlete alışmak felâketinden muhâfaza buyursun. Peygamber efendimiz, bugünün mü'minlerine müjdeler veriyor, zemânımızı bize haber veriyor ve âhır zemân fitnelerinden kurtulmanın en büyük seâdet olduğunu müjdeliyor. O halde hâlimize çok şükr edelim, hem yalvaralım, hem şükr edelim.

Seâdet-i Ebediyye'yi hepiniz her zemân okuyunuz. İlik, kemik, bütün vücud, Seâdet-i Ebediyye kitâbının tadını tatmalı, onu ezber etmelidir. Sarf ve avâmili okumak, bugün Cenâb-ı Hakkın seçdiği, sevdiği kimselere nasîb olmakdadır. Birgivî Vasıyyetnâmesi çok lâzımdır ve çok fâidelidir. Fârisî'yi şimdilik bırakınız, hoca bulunca okursunuz.

Fenâ zan ve düşünceler günâh değildir. Fakat şeytanın tekarrubunun [yaklaşmasının] alâmetidir. Bunun için Kul eûzüleri okumalıyız. Nemâz kılmayan, zararlı arkadaşlarla güler yüzle konuşmalı, fakat yakın arkadaşlık etmemeli ve Seâdet-i Ebediyye'nin 36 ve 42'nci maddelerine göre hareket etmelidir. Cenâb-ı Hak size ve oradaki müslimân kardeşlerinize maddî ve ma'nevî iyilikleri ihsân buyursun ve nefs ve İblis ve sû-i karîn [kötü arkadaş] şerrinden muhâfaza buyursun. Âmin.

Abdülhamid Han'ın Seyyid Fehim Arvâsî hazretlerine hediyye ettiği saat

Sultan Abdülhamid Han'ın Seyyid Fehim Arvâsî hazretlerine hediyye ettiği saat.

"Çektiğimiz sıkıntılar Sultan Abdülaziz'in ahıdır. Sultan Abdülhamid Han'ın ahına daha sıra gelmedi."

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)


Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, insanlar *Rızk*’ını arar, rızık da, *Sâhib*’ini arar. Hiç kimse, rızkını *Bitirme*’den ölmez. Hiç kimse, hiç kimsenin *Rızk*’ını yiyemez. 


Neden? İsmi yazılı değil çünkü. Herkes, kendi *İsmi* yazılı olan *Rızk*’ı yiyebilir, değilse kursağında kalır. Cenâb-ı Hakkın *Ni’met*’leri, bizi peşimizden *Tâkib* eder. 


Ama *Biz* onları görmeyiz, bilmeyiz. Cenâb-ı Hak onlara emretmişdir; *Sen falancanın rızkısın!* diye. O rızık, bizi *Tâkib* eder. 

 

Nitekim bir adam *Pilâv* yerken bir *Pirinç* tânesi, boğazına *Takılmış*. Kursağında kalmış, bir türlü çıkmıyor. Çıldıracak.


Doktorlar; *Yarmamız* lâzım, sen en iyisi bir *Hoca*’ya git, diyorlar. O da gidiyor bir *Hoca*’ya. Hoca diyor ki: Bu işi, ancak *Bağdat*’daki falan *Hoca* hâlleder, sen oraya git. 


Adam kalkıyor, *Bağdat*’a gidiyor. O hoca da vaziyeti görünce; Bu *Pirinç* tânesini çıkaracak olan *Hoca*, *Buhâra*’da, sen oraya *Git*, diyor. O da kalkıyor, *Buhâra*’ya geliyor.


*Tekke*’yi buluyor. Hoca efendi *Sohbet* yapıyormuş. İçerisi kalabalık, *İğne* atsan yere düşmez. Kapının *Eşiği*’nde yer bulup oturmuş. O anda bir *Hapşırık* geliyor adama. 


Hapşırınca, o *Pirinç* tânesi fırlayıp *Önüne* düşüyor. Orda bir *Kedi* yavrusu varmış, o *Tâne*’yi alıp kaçıyor. 


Adam da şaşırıyor. *Bu ne hâl yâ Rabbî!* diyor. Geliyor ilk *Hoca*’ya. Vaziyeti anlatıyor. Hoca diyor ki: 


Allahü teâlâ, bu *Pirinc*’in üzerine, o kedinin *İsmi*’ni yazmış, ben ne yapayım. Seni tâ *İstanbul*’dan getirtdi ki, o *Pirinç* tânesini bu *Kedi* yesin diye.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Molla Câmî* hazretlerinin bir kitâbı var. *Şevâhid-ün Nübüvve*. Orada buyuruyor ki: Allahü teâlâ bir kulunu *Sever*’se, onu *Fıkh* ilmiyle meşgûl eder. 


Sonra da *Fıkh âlimi* olur. Demek ki, *Seâdet-i Ebediyye*’yi, bizim kitapları okumak, Allahü teâlânın *Sevdiği* kulu olmanın *Alâmet*’idir efendim.


*Allah* celle celâlüh, eğer bir kulunu *Sever*’se, pek çok kulunu, onun için *Fedâ* eder, hattâ *Yakar* efendim. Pek çok kulunu, o sevdiği kul için *Telef* eder. Nasıl mı? 


Meselâ o sevdiği kula *İftirâ* ederler, hakkında *Dedikodu* yaparlar, daha *Kötü* şeyler yaparlar. O sevdiği zât, *Sabr*’eder, ama öbürleri de *Helâk* olurlar. 


Çünkü bir *Mü'min*’in kalbini kırmak, incitmek, gücendirmek, *Kâbe*’yi yıkmakdan daha büyük *Günah*’dır. Onu yapanlar *Helâk* olur, ama bu, o mü’minin *Lehin*’e olur. 


Onun için, ne biz *Yanalım*, ne de bizim yüzümüzden bir başkası *Yansın*, tehlikeli çünkü. Peygamber Efendimiz aleyhisselâm; *Susan kurtuldu!* buyuruyor. Hadîs-i şerîfdir bu. 

● ● ●

Eyüplü *Hüseyin efendi* vardı. O bir gün; Size, Efendi hazretlerinin bir *Kerâmet*’ini anlatayım dedi. Ve şöyle anlatdı: 


*Câhillik* işte, biliyorum ki, piyango *Kumar*’dır, kumar da *Harâm*’dır, câiz değildir. Ama kendi kendime, içimden dedim ki: 


Eğer bana piyangodan *Para* çıkarsa, kışın *Odun Kömür* parası yaparım. Yâni *Yanacak* şeye harcarım. O parayla *Yiyecek*, *Giyecek* cinsinden bir şey almam, dedim.


Ve kimse görmeden bir *Piyango bileti* alıp, gizlice *Cüzdan*’ımın içine sakladım. Kimseye de söylemedim. O gün Efendi hazretleri, *Bâyezid* câmiinde *Vaaz* veriyordu. 


Ben de gidip, *Efendi*’yi dinlemeye başladım. Ama ben oturur oturmaz, Efendi hazretleri *Mevzû*’yu değişdirdi ve; 


Ey cemâat! *Harâm*’dan alınan parayı *Yiyecek* için, *Giyecek* için kullanmak harâm olduğu gibi, o parayla *Odun* ve *Kömür* almak da harâmdır, dedi. 


Hem de bunu söylerken *Bana* döndü de söyledi. Bu, Efendi hazretlerinin bir *Kerâmet*’i işte.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Şimdi bir *Dünyâ* var, bir de *Âhiret* var efendim. Dünyâda iken, âhiretden hiç haberimiz yok! Şimdi bâzıları; *Kim gitmiş, kim görmüş?* diyorlar. Kâfirler ne diyor? 


Gidip gören *Var mı?* Cenneti, Cehennemi gören *Var mı?* diyorlar. Hâlbuki dünyâda iken âhireti görmek *Mümkün* efendim. Dünyâda, *Âhiret* nasıl görülür? *Kalp gözü* ile.  


Kalpden bir *Pencere* açılır, o pencereden *Âhireti* seyreder. Hattâ *Sırat* köprüsünü, *Mîzânı* yâni *Terâzi* yi, *Hesâbı*, *Kitâbı*, her şeyi görür. 


Zâten âhiretde *Zaman* yok ki. Zamansızdır orası. Peygamber Efendimiz *Mîrâca* çıkınca, *Hazret-i Osmân* ın koşa koşa *Cennete* girdiğini gördü. 


Peki, Hazret-i Osmân radıyallahü anh koşa koşa *Şimdi mi* girdi Cennete? Hayır, kıyâmet kopunca, *Âhiret* de girecek. 

● ● ●   

Rabbimize *Nasıl* şükredeceğimizi bilemiyorum kardeşim. Çok *Râhat* ız. *Ni’met* ler içinde yüzüyoruz. Nereden geliyor bu *Ni’met* ler? Hep Efendi hazretlerinden. 


Seyyid *Abdülhakîm Arvâsî* hazretlerinden geliyor. O büyüklerin *Himmeti*, onların *Teveccüh* leri, çok şükr bizleri böyle *Mesrûr* ediyor. Öyle seviniyorum ki, nerdeyse uçacağım.


Yâni *Sevinc* imden uçacağım. Bu kardeşlerimizin *Hizmet* leri beni o kadar sevindiriyor ki, Allah *Râzı* olsun. Efendi hazretleri *Nûr* saçıyor, onların *Nûr’u* bunlar. 


*Vücûdumun her zerresi gelse de dile, şükrünün binde birini yapamam bile* buyuruyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. Ne büyük *Ni’met* yâ Rabbî. 


Hak teâlâ, kendi *Dîni* ni yaymak *Ni’met* ini bize nasîb ediyor. Çok büyük ni’mete mazhar olmuşuz elhamdülillah. Bu *Ni’met*, bütün dünyâ ve âhiret *Ni’met* lerinden daha *Üstün* dür. 


Evliyâ-i kirâm, bir *Sofra* ya oturdu mu, Besmelesiz pişen yemeğin *Zulmet* ini görürmüş. *Zulmet var bu sofra* da dermiş.

Bir gencin tövbesi

 Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri nefsin istemediklerini yapma ve haramlardan kaçmada kuvvetliydi. Yıllarca başını yastığa koyup uyumadı. Geceleri ibâdet ve zikirle meşgûl olur, bâzan dışarı çıkıp dolaşır, ihtiyaç sâhibi olanlara yardımcı olurdu. Bir gece Nahşeb'in mahallelerinde dolaşırken, âniden kulağına sesler geldi. Dikkat edince bâzı erkeklerin, bir kadınla tartıştıklarını anladı. Kendi kendine, buraya gitmeliyim, bir mazlum ise ona yardım etmeliyim." dedi. Yanlarına varınca kadın onu gördü ve yanına geldi. "Ey üstâd! Fâsık ve ömrünü kötü şeylerle harcayan bir oğlum var. Yaptığı kötülükler, işlediği günahlar hakîkaten çoktur. Dün gece fısk meclisi kurmak ve şarab içmek istedi. Akşamdan sonra, Allahü teâlâ ona bir hastalık gönderdi. Şimdi hasta yatağında yatıyor. Evimiz mescidin yanındadır. Cemâat geceki sesleri duyup geldi ve onu mahalleden çıkarmamı istedi. Ben de ağır hasta olduğunu bildirdim. Ölürse hepimiz ondan kurtulur, yâhut tövbe eder, kendisi kurtulur. Ölmez ve tövbe de etmezse, o zaman onu şehirden dışarı çıkarın dedim." Ebû Türâb-ı Nahşebî, kadına yardım etti ve kalabalık dağıldı. Sonra aklına o genci görmek ve tövbe ettirmek geldi. Evden içeri girince, genç onu görür görmez feryâd edip ağlamaya başladı. "Allah'ım ne kadar kerîmsin. Benim gibi ömrünü boşa geçirmiş bir zavallının duâsını ânında kabûl eyledin." dedi. "Ey genç! Ne duâ ettin?" dedi. "Üstâdım, bugün seher vaktinde iki duâ ettim. Biri; yâ Rabbî sabahleyin bana, Ebû Türâb'ın yüzünü görmek nasîb eyle, ikincisi; yâ Rabbî, nasûh tövbesi ihsân eyle dedim. Duâmın birini şu anda kabûl edilmiş görüyorum, umarım ikincisi de kabûl edilir. Ey hocam çok günahkârım. Tövbe etsem, kabûl olur mu?" deyince; "Ey genç! Ümitsiz olma! Çünkü Allahü teâlânın rahmet denizleri dalga dalga geliyor. Allahü teâlâ ziyâdesi ile tövbeleri kabûl edici ve affedicidir. Kulların günahlarını bağışlayıcıdır. Âsilerin tövbelerini kabûl edicidir. Âcizlere kâfidir. Düşkünlerin en iyi vekîlidir. Bütün günahlardan tövbe makbûldür." buyurdu. Genç elinde tövbe etti ve gözlerinden yaşlar döküldü. Ebû Türâb oradan ayrılınca, genç annesine; "Ey anneciğim! Sana bir vasiyetim var. Yerine getir." dedi. Annesi; "Evlâdım, ne vasiyetin var, söyle!" dedi. Beni bu yataktan ve yumuşak yastıktan, hakîr ve zelîl toprağa indir. Ebû Türâb'la tövbe ettiğim andan sonra, yerde Allahü teâlâya tekrar tövbe edeyim. Çünkü bu hastalık beni iyice sardı. Artık bu hastalıktan öleceğimi anlıyorum." dedi. Annesi isteğini yerine getirdi ve onu yere indirdi. Genç, yüzünü toprağa sürdü, kalp ve rûhunun derinliklerinden gelen bir ses ile; "Ey Allah'ım! Yaptıklarıma pişman oldum. Tövbe ettim. Senin dergâhından başka kapım yok. Dertlilerin dayanağı, muhtaçların sığınağı sensin. Toprakla bir olmuş, zamânını boşa geçirmiş ben kuluna rahmet et." diye yalvarıp inledi. Onu topraktan kaldırıp, yatağa yatırdılar. Gece olunca genç vefât etti. Ebû Türâb; "O gece rüyâda Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem gördü. Yanında iki yaşlı zât var idi. Onlarla berâber çok kalabalık geldi. Birisi ona; "Bu, Muhammed Mustafâ'dır sallallahü aleyhi ve sellem, diğer taraftaki yaşlı zât ise, İbrâhim Halîlullah'tır (aleyhisselâm), diğer taraftaki ise Mûsâ Kelîmullah'tır (aleyhisselâm). Bu kalabalık ise, yüz yirmi bin küsûr peygamberdir." dedi. Ebû Türâb ileri koştu. Selâm verdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem selâmına cevap verdi. Onunla müsâfeha etti. "Yâ Resûlallah, siz Nahşeb'e gelmiş miydiniz?" diye arz etti. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Ey Ebû Türâb! Dün senin elinde tövbe eden genç, bu gece vefât etti. Allahü teâlâ onu, dostları derecesine kavuşturdu. Ona velîlik makâmı ikrâm eyledi. Beni ve yüz yirmi bin küsür peygamberi, onu ziyârete gönderdi. Ey Ebû Türâb! O gence izzet gözü ile bakın. Cenâzesinde hazır bulunun." Ebû Türâb-ı Nahşebî uyandığında bu halden kalbine bir incelik geldi ve; "Ey Allah'ım! Ne kadar kerîmsin. Daha dün fıskı yüzünden, mahalleden çıkarmak istedikleri bir fâsıkı, bir ağlama ve inleme, bir tövbe ve pişmanlık ile bu dereceye kavuşturdun." dedi. Bu zevk ve halde iken, diğer odadan küçük kızın feryâdını duydu. Ağlıyordu. "Evlâdım, seni ağlatan şey nedir?" dedi. "Babacığım, rüyâmda filan mahallede tövbe eden bir gencin vefât ettiğini ve her kim onun cenâzesine bakarsa, Allahü teâlâ, ona, kendisinden istediği her şeyi verir dendiğini görüp duydum. Babacığım, evden dışarı çıkmayı aslâ istemezdim, fakat şimdi izin verirsen, gidip o gencin cenâzesini göreyim ve Allahü teâlâdan kendim ve diğer kullar için necât, kurtuluş isteyeyim." dedi. Ona izin verdi. Cenâzesine giderken yolda yaşlı bir kadın gördü. Ona; "Ey Ebû Türâb! Hakk'ın rahmetinin neler yaptığını gördün mü? Fıskının çokluğu yüzünden mahalleden çıkarılmak istenen genç, bu gece vefât etti. Evliyâ silsilesine dâhil edildi. Rüyâda bana, cenâzesinde bulunan magfiret olunur diye söylediler." dedi. Başka âlim zât da aynı rüyâyı gördü. İnsanlara bu durum haber verildi. Bütün şehir halkı akın akın gencin cenâzesine katılmak için geldi. Tam bir izzet ve ikrâm ile onun namazı kılındı, sonra defnettiler.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Âhiret*’te zaman yok. *Ezel* ve *Ebed*, orada bir *An*’dır. Mebde ve müntehâ, yâni *Baş* ve *Son*, milyarlarla sene, orada bir *An*’dır. 


Biz zamanlı yaratıldık, zamanlı doğduk, zamanlı büyüdük. *Zaman*’sızlık ne demek, *Aklı*’mız ermez. Aklımız ermiyor bizim bu işe. 


Ama *Kalp* gözü *Açık* olanlar, *Kıyâmet*’i de görüyor, *Cennet*’i de görüyor, *Cehennem*’de yananları da görüyor. 


Şimdiki *İslâm Düşman*’ları geberip Cehenneme gidiyorlar ya, onların *Cehennem*’de yandıklarını, *Kalp* gözü açık olanlar *Görür* efendim. Nasıl görür? 


*Kalp*’lerinden bir *Pencere* açılır, o pencereden *Âhiret*’i görürler. Allahü teâlâ, niçin *Âhiret’e îmân*’ı emretmiş? Hâlbuki âhireti *Saklamış*. Görülmüyor, bilinmiyor. 


Bilinmiyen, görülmiyen, anlaşılmıyan bir şeye *İnan*'mak, *Îmân* etmek çok *Zor*’dur. Oradan bâzı *Şey*’leri bize gösterseydi ya. 


İşte *Onu* da gösteriyor Allahü teâlâ. Onun *Yolu*’nu da bize gösteriyor. *Âhiret*’i görmek mümkün mü? Elbette *Mümkün*. Nasıl mümkün? Bunun *Yol*’u nedir? 


Bunun yolu, *Kalp Gözü*’nün açılmasıdır. Kalp gözü *Açılır*’sa, kalp penceresinden görülür âhiret. Kalp gözü açık olanlar *Âhiret*’i görürler. Efendi hazretleri anlatdılar. 


Bir gün, Mazher-i Cân-ı Cânân hazretleri, bir *Kabristân*’ın önünden geçiyormuş. Bir *Kabir*’de, bir kadının *Fecî* şekilde *Yandığı*’nı görüyor. 


Nasıl görüyor? *Kalp Göz*’ü ile görüyor efendim. Kadın yanıyor, *Feryâd*’ını, insandan gayri her *Mahlûk* işitirmiş. Duruyor Mübârek. 


Ellerini kaldırıp; *Yâ Rabbî, nezdimde okunmuş yetmiş bin kelime-i tevhîd var. Onu, bu kadının rûhuna hediye ediyorum*, diyor. 


Ve yanındakilere dönüp; *Eğer îmânı varsa, azabdan kurtulur*, buyuruyor. Ânında *Te’sîr*’i görülüyor efendim, kadının kabri, o anda *Cennet Bahçe*’si oluyor.

Peygamber efendimizin Sakal-ı şerifi

İki cihan güneşi sevgili Peygamber efendimizin Sakal-ı şerifi... Bu Sakal-ı Şerif İnegöl'ün merkez camii olan İshak paşa camiine cennet mekan Sultan Abdülhamid Han tarafından hediye edilmiştir.

Peygamber efendimizin Bizans İmparatoru Heraklius'a gönderdiği bir mektup

Peygamber efendimizin Bizans İmparatoru Heraklius'a gönderdiği bir mektup.
 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Kıble-i teveccühü müteaddit kılmak, kendini tefrikaya bırakmakdır*. Büyükler böyle buyuruyor. Peki, ne demek bu? Şu demek: 


Yâni bir kimse, kendi *Hoca*’sı varken, başka *Hocalar*’a da soruyor. O *Başka* söylüyor, öbürü *Başka* türlü söylüyor. Kafası karışıyor. 


Böyle olan kimse, tabii ki şaşırır, *Tefrika*’ya düşer. Onun için, sâdece bir *Kimse*’ye güvenmeli, herşeyi ona *Sormalı*. Herkese sordu mu, herkesden *Başka* türlü işitir, ne yapacağını şaşırır. 

● ● ●  

*Âlim*’lerin *Zînet*’i nedir? Âlimlerin zîneti, *Bilmiyorum!* demekdir. İşte bütün hâdise bu. Bilmiyorum demesi, onun *Âlim* olduğuna alâmetdir. 


Büyükler; *El câhil-ü cesûrün*, buyurmuş. *Câhil* ne olur? *Cesur* olur. Her şeye *Cevap* verir. Atar atar, *Söyler*. 


*Âlim* ise, her *Kelime*’sinden korkar. Bir kelime söyliyecek olsa, *Vesîka*’sını bulmadan söyliyemez. Onun için soruyorlar İmâm-ı Şâfiî’ye; 


Sen *İmâm-ı Mâlik*’i gördün, *Nasıl* biriydi? Gerçekden medhetdikleri kadar *Âlim* miydi? diyorlar. 


İmâm-ı Şâfiî de; *Ben Onun, medhetdiklerinden daha fazla âlim olduğunu bir yerde iyi anladım*, diyor. Nasıl anladın? diyorlar. 


Şöyle anlatıyor: *İmâm-ı Mâlik*, bir yerde *Ders* veriyordu, *Sohbet* yapıyordu. Yüzlerce dinleyici vardı. Kendisine *Otuz* tâne suâl sordular. 


O suâllerden *Yirmi iki*’sine cevap verdi. Geri kalanlarına ise, *Bilmiyorum* dedi. Bunların *Cevâb*’ını bilmiyorum.


Araşdırayım, öğreneyim, o zaman *Söylerim*, dedi. İşte ben, Onun *Bilmiyorum* demesinden, derin *Âlim* olduğunu anladım, diyor *İmâm-ı Şâfiî* hazretleri.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Dînimiz emrediyor. Zevcelerinizin kıymetini biliniz! diyor. Hattâ, *Sofrada zevcesinin ağzına bir lokma ekmek koymak, ibâdetdir*, diyor Peygamber Efendimiz.


Onlar *Vedîat*’ullahdır, yâni Allahü teâlânın bizlere *Emânet*’idir kardeşim. *Namâz*’ını kılan ve *Tesettür* eden bir hanım, dünyânın en büyük *Ni’met*’idir, hattâ *Cennet* ni’metidir. 


Çünkü o, *Hayât*’ını bize *Vakf*’etmiş, bizden başka her *Şey*’den ümîdini kesmiş, biz neş’eliysek, o da *Neş*’elidir. Biz üzüntülüysek, o da *Üzüntü*’lüdür. 


Böyle bir müslümânın *Kalb*’ini incitmek, Beytullahı *Yıkmak*’dan daha büyük *Günâh*’dır. Yâa, öyle büyük günâhdır kardeşim. 


Çünkü o, her şeyden *Ümit*’sizdir. Onun, bir tek *Ümîd*’i, Allahdan sonra *Zevc*’idir. Onun için onlara *Sert* söylemiyelim, onların *Kusur*’larını affedelim. 


Onları tatlılıkla *Islâh* edelim. Kusurlu sözlerine de *Sabr*’edelim. Sabredenin gideceği yer, *Cennet*’dir. 

● ● ●  

İmâm-ı Rabbânî hazretleri ne buyuruyor? *Mektûbât*’da yazılı. *Teşebbüs-ül esbâb, min sünen-il mürselîn*, buyuruyor. Ne demek bu? Yâni *Sebep*’lere yapışmak, Peygamberlerin *Yolu*’dur. 


Peygamberin *Yolu*’nda gitmek istiyen, *Sebep*’lere yapışır. Şifâ için de, *Doktor*’lar sebepdir. Kâfirde *Şifâ* olmaz, ama müslümânlarda *Şifâ* olur. 


Peygamber aleyhisselâm; Ey eshâbım, siz Allahü teâlânın *Emir* ve *Yasak*’larının onda dokuzunu *Yapıp*, birini *Yapmaz*’sanız *Helâk* olursunuz. 


Âhir zamanda gelecek *Ümmet*’im, emirlerin onda birini yapsa, *Kurtulacak*, buyurdu. Niçin böyle? Çünkü âhir zamanda, *Din* adamları da bozulacak. 


*Doğru*’yu söylemiyecekler, *Kendi* kafalarına göre söyliyecekler. Onun için bu *Âhir* zamanda, müslümânın *Îmân*’ını kurtarması çok *Zor* kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi Hazretleri, bana daha ilk görüşde; *Küçük efendi, ben seni sevdim!* dedi. Onların *Sevgi*’si, bizim *Sevgi*’mize benzemez. 


Demek ki, kendi *Kalb*’inde bana bir *Yer* ayırmış Mübârek, elhamdülillah. İşte o *Yer* ve o *Sevgi* bereketiyle bütün bu *Hizmet*’ler nasîb oldu kardeşim. 


Şurada toplanmamız bile o *Sevgi* bereketiyle *Nasîb* oldu. Ama ben, *Sevgi* nedir? Bir büyüğün muhabbetine *Mazhar* olmak ne demekdir? Hiç bilmiyordum ki. 


Sonradan anladım. Onların *Kalp*’leri, Resûlullah Efendimizin mübârek *Kalb*’inden açılan bir *Pencere*’dir. O pencereden bakan, Resûlullah Efendimizi görür. 

● ● ●

*Hak*, doğru demek, *Bâtıl* da bozuk demek. Hakkı bâtıldan ayırmak ne *Ni’met*’dir kardeşim. Hele bu zamanda. Aslında, Hakkı bâtıldan ayırmak çok *Zor*’dur. 


Ama Abdülhakîm Efendi hazretleri bize bunu *Kolay*’laşdırdı. *Hak* nedir, *Bâtıl* nedir, bize öğretdi elhamdülillah. 


Elli *Sene* evvel, *Bâyezid* câmiinde *İkindi* namâzından sonra, Efendi *Vaaz* veriyor, bir başka *Vâiz* de kürsüye çıkmış konuşuyor. Ama ne konuşma! 


Heyecanla, *Bağıra Çağıra* birşeyler anlatıyor, öyle ki, *Sesi* kubbeyi çınlatıyor. Hem *Genç* hem de *Çene*’si kuvvetli biriydi. Câmi, *Mihrâb*’dan tâ *Kapı*’ya kadar hınca hınç dolu.  


Bütün cemâat *Kürsü*’nün etrâfında toplanmış, bu adamı dinliyor. Hâlbuki o adam *Bâtıl*’ı anlatıyor. kürsüde ikide bir *Ayağa* kalkıyor, elleriyle bâzı *İşâret*’ler yapıyor, yâni *Kendi*’ni satıyor. 


Ama anlatdığı şeyler hep *Yanlış*, hep *Bâtıl*. Millet de onun anlatdıklarını *Hak* zannedip dinliyorlar. Peygamber aleyhisselâmın bir *Duâ*’sı var. 


Nedir o? *Allahümme erinel hakka hakkan ve erinel bâtıla bâtılan*. Ne demek bu?


Yâni yâ Rabbî! Bana *Hakk*’ı hak olarak tanıt. *Bâtıl*’ı da, bâtıl olarak tanıt. İkisini birbirine karışdırmıyayım, diyor. 


O *Böyle* söylerse, biz *Ne* yapacağız? Biz de, *İhlâs Vakfı*’nın kitaplarını okuyup, *Hak* nedir, *Bâtıl* nedir, öğreneceğiz kardeşim. Bu da, ne büyük bir *Ni’met*.

Kabir sıkması

 Reşahât sâhibi der ki: Mevlânâ hazretlerine dâima gelip giden azîzlerden birisi buyurdu: Birgün Hâce Şemseddin Muhammed Kösevî hazretlerinin va'z meclisinde idik. Hâce hazretleri minber üstünde iken buyurdular: Din âlimleri buyurdular ki, kabir sıkması bir müddet içinde olsa, müminler ve kâfirlere vakı'dır. Kabir sıkmasını öyle anlattılar ki; kaburga kemiklerinin sağındakiler sola, solundakiler sağa geçer. İşbu söz bana çok müşkül gelirdi. Çünkü bu hâl, şübhesiz azab etmenin kendisidir. Bunun için bu ma'nâyı Enbiya ve evliya hakkında, belki sâlih müminler için düşünmek nasıl olabilir derdim. Birden hâtırıma geldi ki, sağı sola, solu sağa getirmekten murad odur ki, cismânîyi rûhânîye iletip, rûhâniyi cismânîye getirirler. Hâce hazretlerinin bu tevili icmâl üzere idi.

Birgün Mevlânâ Câmî hazretlerinden, bu sözün ma'nâsı nedir? Diye suâl olundukta buyurdular ki: Sofiyye (kaddesallahü teâlâ ervahahüm) berzaha kabir derler. Berzah ise, cismânî alem ile rûhânî alem arasında vâsıta olan mertebeden ibârettir. O hâlde rûhânîyi cismâniye iletirler dediklerinin ma'nâsı odur ki, ruhu, misâli bir sûret ile musavver ederler. Ya'nî. Onda nitelik ve nicelik olarak bir sûret peyda olur. Sonra cismâniyi de ruhânî ederler. Burada cisimden murad, kabirde bulunmakta olan değildir. Zirâ mücerred ruh onu tamamen bırakmıştır. Belki murad odur ki, uçan ruha bu kesîf [yoğun] cisimin taalluku bakımından mecâzi olarak derler. Ve bu kesîf cisimden ayrıldıktan sonra inkıta' hevâsında [kesilme zamanında] ona gayet latîf bir başkalık taalluk eder. Bu taalluk itibarı ile ona rûhânî derler.

Bu sözün tevilinden biri de şudur ki, bu âlem cismânî sıfatlar içinde, gizli ve saklı rûhânî sıfatlar taşımaktadır. Görünen cismânî sıfatlardır. Böylece her bir insanda dünyâ âleminde insanî sıfatlar görünmekte, ama yine dünyadakilerden hayvânî ve şehevî sıfatlar görünmemektedir. Dediklerine göre, mâdem ki, öbür dünyada bütün ma'nâlar şekil alacaktır, o hâlde hayvanî ve yırtıcılık sıfatı gibi bir sıfat kendisinde gizli olan kişi, öbür dünyada o hayvan sûretinde görünecektir. Bundan da lâzım gelir ki, rûhânî olan o ma'nevî gizli sıfat, cismânî olacak ve bu âlemde insandan görünen cismânî sıfatlar, orada ruhanî olacak, ya'nî gizli ve görünmez hâl alacak. Bu iki ma'nâ seâdet ehline göre azab vermek olmaz.

(Reşahât)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Yeryüzünde bizim *Kitap*’lar gibisi yok kardeşim. Bu kitaplar, Efendi hazretlerinin *Hediye*’si bize. Onların *İhsân*’ları, *Lutf*’ları bu kitaplar. 


Çünkü *Efendi*’yi görmeseydik, bir *Şey*’den haberimiz olmıyacakdı. Ne biliyorsak, hepsini *Ondan* öğrendik. Velhâsıl bu *Kitap*'lar, ehl-i sünnet âlimlerinin *Yazı*’larıdır. 


Bir gün *Bâyezid* câmiinde, *Abdülhakîm Efendi* hazretleri cemâate buyurdu ki: 


Bu gün, *İslâmiyet*’den bir tek *Kıvılcım* kaldı. Yâni söndü, söndü, söndü, bir kıvılcım kaldı. Bir *Gün* gelecek, bu *Kıvılcım* tekrar tutuşacak. İslâmiyyetin *Nûr*’u bütün dünyâya yayılacak. 


Böyle buyurdu Efendi. Öyle *Zan* ediyorum ki, *Efendi*’nin buyurduğu o *Nûr*, işte bizim *Kitaplar*’dır kardeşim. Elhamdülillah, kitaplarımız bütün dünyâya gidiyor. 


Allahın *Lutf*’ü. Bizim kitapları okuyanlara ne *Mutlu* kardeşim. Niçin? Çünkü onlar, bu *Kitap*’larda adı geçen mübârek *Zevât*’dan *Feyz* alacaklar. 


70 sene evvel *Eyüp* câmiine gitdim. Efendi hazretleri *Vaaz* veriyordu. Tam karşısına diz çöküp oturdum. Anlatdıklarını o kadar *Zevk*’le dinledim ki, *Hazîne* bulmuş gibiydim. 


Herkes *Câmi*’den çıkmağa başladı. Ben de kalkıp *Kapı*’ya gitdim. Ayağımda askerî *Postal*’lar var, onların *İpleri*’ni geçirmekle, bağlamakla meşgûl idim. Biri omuzuma eğildi ve; 


*Küçük Efendi*, ben seni *Sevdim*. Bizim evimiz, yukarda, mezarlık içinde. Arada bir *Gel* de seninle konuşalım, *Sohbet* edelim, dedi. 


Bir de *Bakdım* ki, az önce vaaz veren hoca, *Abdülhakîm Efendi*. Bana; *Seni Sevdim* diyor. Ben hem şaşırdım, hem de sevindim. Bir Hoca efendi beni *Sevmiş*.


Hâlbuki böyle *Büyük* zâtların *Sevgi*’sini, teveccühünü kazanabilmek için Ona senelerce *Hizmet* etmek lâzımmış. Ama ben, *Bedava*’dan kavuştum kardeşim.

Mevlânâ Şemseddin Muhammed Rûcî hazretlerinin ve annesinin rüyası

 Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretlerinin eshabından idiler. Nice yıllar Herat camiinde tâlibleri Hakka da'vet eylediler. Rûc köyündendir. Rûc köyü Herat'ın güneyinde dokuz fersah mesafededir.

820 Şa'banının ortası, Ber'ât gecesi dünyaya geldi. Derler ki, annesinin beş yaşında pek makbûl ve sevgili bir oğlu vefât etmekle, çok üzülmüş, içi yaralanmış, parelenmişti. O gece Risâletpenâhı (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rüyada görmüş ve kendisine buyurmuşlar ki: "Gam yeme! Gönlünü hoş tut! Ki Hak Teâlâ hazretleri sana devlet ve uzun ömür sâhibi bir oğul verse gerektir". Bundan nice zaman sonra Mevlânâ Muhammed dünyaya gelmişlerdir. Anneleri, Mevlânâ Şemseddin Muhammed hazretlerine: "Geleceğin ile beni müjdeledikleri oğul sensin" derlerdi.

Mevlânâ Şemseddin hazretleri çocukluk zamanında bile uzlete ve inkıta'a [insanlardan kesilmeğe] hevesli ve insanlardan ayrı ve uzak dururlardı. Babaları evinde kendine mahsûs bir halvethâne yapıp, vakitlerinin çoğunu orada geçirirdi. Baba ve dedeleri ticâret ve kervân sâhibleri olup ma'işetlerini bu yolla temin ederlerdi.

Mevlânâ hazretleri hiçbir zaman babalarının mesleğine heves etmediler. Buyurdular: Dâima arzum, Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerini rüyada görmekti. O zamana kadar ki, bir gün evimize girdim. Gördüm ki annem akrabamızdan birkaç kadınlar ile oturup bir kitab okurlar. Ben âdetimi bozup onların meclisinde oturdum. Dinledim. Annem kitabdan bir dua okuyordu. Orada diyordu ki, kim bu duayı Cum'a gecesi birkaç kere okursa, elbette Peygamber efendimizi (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) rüyâsında görür. Bunu işittiğim gibi heyecan ve arzum daha da çoğaldı. Rastlantı ya, o gece Cum'a gecesi idi. Anneme, bu gece ben bu duayı okuyacağım. İnşaallah maksadıma kavuşurum dedim. Var, meşgul ol oğlum, ben de meşgul olurum [ya'nî birkaç defa bu duayı okurum] dedi. Sonra kendi halvet odama gidip, o kitabda yazılı olan şartlara riâyet ederek meşgul oldum. Şunu da duymuştum ki, her kim Cum'a gecesi üç bin kere salavat verir, hazreti Risâletpenâhı düşünde görür. Onu da yaptım. Gece yarısı yaklaşmıştı. Sonra başımı yastığa koyup uyudum. Rüyada gördüm ki, kendi evimizin kapısından içeri girdim. Annem kış sofası kenarında duruyordu. Beni gördüğü gibi, dedi ki: Ey oğul,  niçin geç geldin. Seni bekliyorum. İşte hazreti Risâletpenâh (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem)  Bizim evimize gelmiştir. Gel seni huzûr-i şerîflerine ileteyim. Sonra elime yapışıp yaz sofası tarafına yürüdü. Gördüm ki, O hazret sofa kenarında, arkaları kıbleye oturmuşlar ve huzurlarında ve yanlarında ve etraflarında çok kimseler oturuyordu. Birtakım kimseler de ayak üzerinde halka olup duruyordu. O hazret dünyanın her tarafına mektublar gönderiyorlardı. Resûlullah'ın önünde bir kimse oturmuş. O hazretin emr ettiği her mektubu o yazardı. Şöyle anladım ki, o kişi, Rabbânî âlimlerden, kendi zamanının takva ve vera' ile ferîdi [teki] olan Mevlânâ Şerefeddin Osman idi. Kabri şimdi de havas ve avamın ziyâretgâhıdır.

Annem beni o mes'ud huzura iletince gördükleri işi bitirecek kadar durmadı ve hemen ileri çıkıp dedi ki: Yâ Resûlallah, bana devlet ve uzun ömür sâhibi bir oğul söz vermiştiniz. O oğul bu mudur, yoksa değil midir? O Hazret (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) bana doğru bakıp, tebessüm ederek: "Evet, bu çocuk odur" buyurdular. Sonra Mevlânâ Şerefeddin Osman'a müteveccih olup [dönüp] buyurdular ki:  Bunun için de bir mektûb yaz. Mevlânâ eline kağıd ve kalem alıp, yazmaya başladı. Dikkat ettim; üç satır yazı yazdı ve satırların altında senedlerin,akid tutanaklarının altında şâhidler yazdıkları gibi, birbirlerinden ayrı çok isimler yazdı ve mektubu katlayıp benim elime verdi. Bende gittim. O esnada kendi kendime: Mektubun içindekileri bilmezsin. Dön, Cenâb-ı Risâletpenâh  (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) hazretlerine göster de, içinde olanları sana bildirsinler dedim. Geri döndüm. O Hazretin sürûr ve seâdet dolu huzurlarına geldim. Dedim ki, yâ Resûlullah, Bu mektubda ne yazıldığını bilmiyorum. Mektûbu elimden alıp okudular. Ben o Hazretin bir kere okumasıyla, o üç satırı hâtırımda tuttum. Sonra o hazret mektubu katlayıp benim elime verdiler. Bir şey daha suâl etmek istedim. Ama birden kulağıma kapı açılması sesi geldi, uyandım.

Gördüm ki, annem, elinde bir mum, oda kapısından içeri girdi ve dedi ki; " Ey Muhammed, hiç rüyâ gördün mü?" Evet, gördüm dedim. Ben de gördüm dedi ve anlatmağa başladı:  Ben kış sofasının kenarında oturuyordum. Resûlullah (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) evimize geldiler. Yaz sofasında mubârek arkalarını kıbleye verip oturdular. Ben seni gözlüyordum. Birden kapıdan içeri girdin. Ben senin eline yapışıp, o hazretin önüne ilettim ve sordum ki; Yâ Resûlallah, bana sözünü ettiğiniz oğul bu mudur? Evet, budur, buyurdular. Önlerinde birisi oturmuş, yazı yazardı. Hazret (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, senin için de bir kağıd yaz buyurdular. O kimse de bir kağıd yazıp senin eline verdi. Sen de içinde yazılı olanları anlamak için, o kağıdı Hazretin mubârek ellerine verdin. O hazret de içindekileri sana okuyuverip, mektubu yine senin eline verdiler.

Velhasıl benim gördüğüm rüyayı, annem bütün detayları ile bana tekrar eyledi. İkimizinde rüyâsı baştan sona kadar tıpkısının aynısı idi.

(Reşahat) 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Allahümmerzuknî hubbeke ve hubbe men yuhibbüke ve hubbe amelin yukarribünî ilâ hubbike*. Bu ne demek?


Yâ Rabbî, bana, kendi *Sevgi*’ni ver, seni sevenlerin *Sevgi*’sini ver ve sevdiğin amellerin *Sevgi*’sini ver, yâni o amelleri yapmayı bana *Sevdir* yâ Rabbî. 

● ● ●

Mehmed Mâsum hazretleri; *En başarılı mü’min, Büyüklerin şadırvanına musluk olabilendir*, buyuruyor. Yâni *Büyük*’lerden nakledendir. 


Eğer *Kendi*’nden söylüyorsa, ona yaklaşma! Büyüklerin şadırvanından *Su* veriyorsa, yâni ona *Musluk* olmuşsa, ona yapış. O, *Doğru* yoldadır. 


Birini *Sevme*’nin üç alâmeti var kardeşim. Biri, sevdiğin zâtı *Seven*’leri de seveceksin, Onu *Sevmiyen*’i sevmiyeceksin. Bu, çok mühim. 


Meselâ bir kimse, hocanı *Tenkîd* ediyorsa, sen de bunu bildiğin hâlde onunla berâber olabiliyorsan, hiç *Seviyor*’um deme! Zîra *Yalan*’cı durumuna düşersin. 


Çünkü *Hubbu fillâh* ve *Buğzu fillâh* diye bir şey var. *Sevgi*’nin ikinci şartı, *İtâat*’dir. Seven, sevdiğine itâat eder, onun sözünü dinler. 


Ben *Allah*’ımı çok seviyorum, diyorsun, ama *Namaz* kılmıyorsun, *Oruç* tutmuyorsun, her *Günâh*’ı işliyorsun. Buna *Sevgi* denmez. Neden? 


Çünkü sevgi, *İtâat*’i gerekdirir. Seviyorsan, *İtâat* edeceksin. Hem seviyorsun, hem de sözünü dinlemiyorsun, *Olmaz* öyle şey. Demek ki, sen onu *Sevmiyor*’sun. 

● ● ●

Üç türlü *Sevap* var efendim. Birincisi, mü’minin *Kendi*’si için yapdığı ibâdetlere verilen sevap. *İhlâsı*’na göre bir *Sevap* alır. 


İkincisi, *Din* kardeşlerine, maddî veyâ mânevî yapdığı *Hizmet*. Bu, öbüründen daha çok *Sevap*’dır. Üçüncüsü de, Allahü teâlânın *Dîni*’ne yapdığı *Hizmet*. 


En fazla sevâbı, bu *Hizmet*’den alır efendim. Yâni birincisi, *Kendi*’ne yapdığı, ikincisi, din *Kardeş*’ine yapdığı, üçüncüsü de, Cenâb-ı Hakkın *Dîni*’ne yapdığı *Hizmet*. 


Yâni O’nun kulları Cehennemde *Yanmasın* diye yapdığı *Hizmet*. En kıymetlisi de budur. İşte birine, bir ehl-i sünnet kitâbı, meselâ bir *Namaz Kitâbı* vermek, çok *Kıymetli*’dir kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Evyap* sabun fabrikasının sâhibi *Rıfat bey*’in babası Abdülvehhâb Efendi, *Bitlis*’de din tahsîlini bitirip, daha yükseğini okumak için *Siirt*’deki Abdülcelîl Efendi’ye gitmiş. 


Fakat Abdülcelîl Efendinin *Van*’da olduğunu öğrenince, *Van*’a gitmiş. Van’da *Şâbâniye* Câmiinde olduğunu öğrenince de o *Câmi*’ye gitmiş. 


Bakmış ki câmi, mihrapdan kapıya kadar dolu. Kürsüde *Nûr* yüzlü ve *Heybet*’li bir zât *Vaaz* ediyor. Kendi ken-dine; 


Abdülcelîl Efendi herhâlde bu *Zât*’dır, diye düşünüp, en *Arka*’ya oturmuş. Herkes, boynu bükük olarak *Edeb*’le vaazı dinliyor.


Ortalarda bir *Genç* de hizmet ediyormuş. O gence; *Abdülcelîl Efendi* burada mıdır? diye sormuş. O genç de; *İşte şu!* diyerek, önündeki *Kişi*’yi göstermiş. 


O da, herkes gibi boynu *Bükük* olarak vaazı dinliyormuş. Abdülvehhâb Efendi çok şaşırıp; *Peki, kürsüde vâz eden zât kimdir?* diye sorunca; O zât, *Seyyid Fehîm Efendi*’dir, demiş. 


Sonra namâza kalkmışlar. *Seyyid Fehîm* hazretleri imâmete geçmiş. İftitah *Tekbîr*’ini aldığında, herkes *Ceryan*’a çarpılmış gibi titremeğe başlamış. 


Abdülvehhâb Efendide de aynı *Hâl* vâki olmuş. Bu *Vak*’ayı, bizzât Abdülvehhâb Efendi bana anlattı ve dedi ki: O ortalarda *Hizmet* eden genç de, *Abdülhakîm Arvâsî* efendi idi. 

● ● ●  

*Mü’min*’ler bir araya toplanınca, *Kalp*’lerindeki *Nûr*, birbirine *Aks*’eder, *Te’sîr* eder. Hele aralarında bir de Allahü teâlânın sevdiği bir *Velî* kul varsa.


Onun *Kalb*’indeki nûr, şu *Lâmba* gibi herkesi aydınlatır. Aralarında öyle biri *Yok*’sa, öyle büyük bir *Zât*’ın *Sevgisi* de aydınlatır. 


Bunun için o *Zât*’ın, yanlarında olması şart olmadığı gibi, *Diri* olması da şart değildir. *Vefât* etmiş olsa da, Onun muhabbeti, *Feyz* almağa sebep olur.