*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
*Duâ-i zahr-ül gayb icâbete makrûndur*. Ne demek bu? Yâni, insanın *Kendi* ne yapdığı duâ kabûl olmıyabilir. Fakat birinin arkasından, *Gıyâb* ında yapdığı *Duâ* kabûl olur.
Onun için hepimiz birbirimize *Duâ* edeceğiz kardeşim. Ben, her *Namâz* ımda, hepinize duâ ediyorum.
Efendi hazretleri de, en çok *Ziyâ Beye* duâ ederdi. Çünkü Onu çok *Sever* di. Ben şâhidim. Meselâ bir gün ellerini kaldırıp, şöyle duâ etti.
Yâ Rabbî, *Ziyâ* kulunun bana yapdığı *İyilik* lere, bir karşılıkda bulunamıyorum. Onun *Mükâfât* ını, sen sonsuz *Rahmet* hazînelerinden ver. Onu, sana *Havâle* etdim! diye duâ etdi.
● ● ●
Hazret-i Ömer, mîzâcen *Sert* tabîatlı bir zât idi, hatır dinlemezdi. Meselâ *Bedr gazâsı* nda, kâfirlerden *Yetmiş* kişiyi esîr aldılar. Peygamber Efendimiz, Eshâba sordu: *Ne yapalım bu esîrleri?* dedi.
Hazret-i Ömer; Yâ Resûlallah, onlar seni *Esîr* alsalardı, hemen öldürüp *Şehîd* ederlerdi. O hâlde bize emret, yetmişini de *Öldürelim*. Ebû Bekre söyle, *Oğlu* nu öldürsün. Alî’ye söyle, *Amcası* nı öldürsün, dedi.
Hazret-i Alî’nin ve Efendimizin amcası *Hazret-i Abbâs* da esîrler arasında idi. Öyle deyince, Peygamber aleyhisselâmın mübârek *Yüzü* buruşdu, üzüldü, sıkıldı.
Ve Hazret-i Ebû Bekre dönüp; *Yâ Ebâ Bekr, sen ne dersin bu hususda?* diye sordu. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömerin aksine *Yumuşak* tabîatlı idi.
Efendimize cevaben; Yâ Resûlallah! Senin Eshâbın olan bizler *Fakîr* iz. Medîne ahâlîsinin ekserîsi *Çoban*, yiyecek ekmek *Para* ları bile yok, dedi. Ve sözüne devamla;
Bunlara söyliyelim, bize *Bin altın* vereni *Serbest* bırakalım. Çünkü bunların içinde hepimizin *Akrabâ* sı var. Onun için öldürmiyelim, *Para* alalım, o paraları eshâbına dağıt, eshâbın *Zengin* olsun, dedi.
Bu cevap, Peygamber aleyhisselâmın *Hoşuna* gitdi. Esîrlerin her birinden *Bin Altın* istediler. Buna, *Esîrler* de sevindiler tabii, çünkü öldürülmiyeceklerdi.
Hemen Mekke’deki akrabâlarına mektup gönderdiler ve; *Beni bırakmaları için (bin altın) gönderin!* dediler. Parası olan gönderdi, olmıyan da etrafdan topladı.
*Bedir* de alınan *Esîrler* arasında bir de kim vardı? Peygamber aleyhisselâmın amcası *Abbâs*. İşte o, Resûlullah Efendimize;
*Yâ Muhammed, benden (bin altın) istiyorsun. Utanmıyor musun? Beni Mekke sokaklarında el açıp dilencilik mi yapdırmak istiyorsun?* dedi.
Bakın, *Peygamber* demiyor da, *Muhammed* diyor. Niçin böyle diyor? Çünkü Onun Peygamber olduğuna inanmıyor ki.
Peygamber Efendimiz de, hazret-i Abbâsa cevâben buyurdu ki: Ey amca, sen *Beni* ve *Müslümân* ları öldürmek için, Mekke’den çıkacağın gece yarısı, *Hanımı* na dedin ki:
*Bak, şu çekmecede şu kadar (altın) var. Eğer sağ sâlim dönersem, bu altınları senden isterim. Eğer ölürsem, senin olsun!*
Böyle demişdin ya, işte şimdi *Mektup* yaz hanımına, o altınlardan *Bin tâne* göndersin deyince, *Abbâs* ın ağzı açık kaldı. Peygamber aleyhisselâma dedi ki:
Yâ Muhammed, sen *Bunu* nerden haber aldın? Ben bunu, gece yarısı söylerken kimse *Yokdu* yanımızda. Sen bunu nerden biliyorsun? dedi.
Efendimiz aleyhisselâm da; *Bana, Rabbim haber verdi, Rabbim bana bildirdi!* dedi.
Öyle deyince, *Abbâs* dondu kaldı ve hemen; *Ben inandım ki, sen Allahın Peygamberisin!* dedi ve müslümân oldu.
Ama Peygamber Efendimiz, yine de Ona; *Bin altını vermezsen, seni salmam, geri göndermem!* dedi. Niçin böyle söyledi?
Çünkü bu sefer de, amcasına iltimas etdi demesinler diye, hazret-i Abbâsa; *Herkesden aldığımızı senden de isteriz!* buyurdu.
Bedir esîrleri arasında bir de *Kim var?* Peygamber aleyhisselâmın *Dâmâdı*, yâni büyük kızı *Zeyneb* in efendisi var.
*Zeyneb* Mekke’de kalmış, *Efendisi* de müslümânları öldürmek için *Bedir’e* gelmişdi. O da mektup yazıyor Mekke’ye. *Amân Zeyneb! bana (Bin altın) gönder ki beni salsınlar, bıraksınlar!* diyor.
Hazret-i Zeyneb, *Beyi* ni serbest bıraksınlar diye, *Bin Altın* yerine, boynundaki *Altın Gerdanlığı* nı gönderiyor. Peygamber Efendimiz bir bakıyor ki, *Zeyneb* in gerdanlığı.
Tanıyor hemen. Kaç sene evvel, kızı Zeyneb *Gelin* olurken, hanımı *Hatîce* vâlidemizin, kızının boynuna, *Kendi* eliyle takmış olduğu *Gerdanlık*.
Peygamber Efendimiz onu görünce başlıyor ağlamaya. Çünkü *Hatîce* vâlidemizi çok severdi. Onun mübârek *Eliyle* takdığı gerdanlığı görünce, Peygamber Efendimiz ağlıyor.
*Ey Eshâbım, bu gerdanlığı bana bağışlar mısınız? Evet sizin hakkınız, ama bunu tekrar kızıma hediye edelim diyorum, ne dersiniz?* diye soruyor.
Eshâb-ı kirâm; *Fedâ olsun yâ Resûlallah* diyorlar. Ve böylece Efendimiz, dâmâdını *Serbest* bırakıyor. Tam gideceği zaman, onu çağırıyor ve o gerdanlığı kendisine geri verip;
*Bu gerdanlık, Hatîce vâlidenizin mübârek eliyle Zeyneb’e takdığı gerdanlıkdır. Bunu, tekrar kızıma geri götür!* diyor. O da alıyor gerdanlığı, *Zeynebe* geri götürüyor.
Zeyneb onu görünce, çok duygulanıp başlıyor ağlamaya. Efendisiyle birlikde, ikisi de *Müslümân* oluyorlar. *Îmâna* geliyorlar. İşte bu, Peygamber aleyhisselâmın *Merhameti* sâyesinde oluyor kardeşim.
● ● ●
Bir hadîs-i kudsîde Peygamber Efendimiz ne buyuruyor? *Âdi nefseke*; nefsinize düşman olun. Kim diyor bunu? Allahü teâlâ söylüyor.
Ey insanlar, nefsinize düşman olun! buyuruyor. *Feinnehâ*; çünkü sizin o nefsiniz, *İntesabet*; benim karşıma dikilmişdir, *Li mu’âdâtî*; düşman olarak.
Yâni, *Nefslerinize uymayın, çünkü sizin nefsiniz bana düşmandır!* buyuruyor Allahü teâlâ. Öyleyse nefsimize uymıyacağız, islâmiyete uyacağız kardeşim.
Nefs, insana dâima *Zararlı* şeyleri emreder. Mahlûkların en ahmağı, insanın *Nefsi* dir. İşte nefs, dâima *Kötü* şeyleri ister. O hâlde *Ahmak* dır.
Çile çekmeden hiç bir *Hizmet* yapılamaz. Bir dâvâ ne kadar *Çileli* ve ne kadar *Sıkıntılı* olursa, o kadar uzun *Ömürlü* olur. İslâmiyetin başlangıcında çekilen sıkıntılar belli.
Nitekim Peygamber Efendimiz aleyhisselâm; *Gelmiş veyâ gelecek bütün insanların çekdiği çileden daha çoğunu ben çekdim!* buyuruyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder