Allahü teâlânın habîbi, sevgilisi, yaratılmış bütün insanların, mahlûkâtın her bakımdan en üstünü, en güzeli, en şereflisi, Allahü teâlânın medhettiği ve bütün insanlara ve cinne peygamber olarak seçip gönderdiği, son ve en üstün peygamber. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olup, her şey O’nun hürmetine yaratılmıştır. Mübarek ismi; “Pek çok, tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş” mânâsına gelen Muhammed’dir. Ahmed, Mahmûd, Mustafâ gibi başka mübarek isimleri de vardır. Hicretten 53 sene önce Rebî’ül-evvel ayının on ikisinde Pazartesi gecesi, sabaha karşı Mekke’de doğdu. Tarihçiler, bu günün, mîlâdî sene ile 571 senesinin yirmisine rastladığını bildirmişlerdir. Doğmadan bir kaç ay önce babası, altı yaşında iken de annesi vefat etti. Bu sebepten Peygamber efendimize Dürr-i Yetîm (Kâinat sedefinde bulunan tek büyük ve en kıymetli inci) lakabı da verilmiştir. Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’in; onun ölümü üzerine ise amcası Ebû Tâlib’in yanında kaldı. Yirmi beş yaşında Hadîcet-ül-Kübrâ validemiz ile evlendi. Bu hanımından doğan ilk oğlunun adı Kasım idi. Arablarda künye ile anılmak âdet olduğundan, Peygamberimize de Ebü’l-Kâsım yâni Kâsım’ın babası denildi. Kırk yaşında, bütün insanlara ve cinne peygamber olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirildi. Üç sene sonra herkesi îmâna davet etmeye başladı. Elli iki yaşında iken mi’râc vuku buldu. Mîlâdî 622 yılında 53 yaşında, Mekke’den Medîne’ye hicret etti. Yirmi yedi kerre muharebe yaptı. 632 (H. 11) senesinde Rebî’ül-evvel ayının on ikisinde Pazartesi günü öğleden evvel, Medîne’deki Mescîd-i Nebî’nin bitişiğindeki zevcelerinden hazret-i Âişe’nin (radıyallahü anhâ) odasında 63 yaşında vefat etti. Vefat ettiği yere defnedildi.
Allahü teâlâ, bütün peygamberlerine ismi ile hitâb ettiği hâlde, Muhammed aleyhisselâma; Habîbim (Sevgilim) diye iltifat etmiştir. Âyet-i kerîmede meâlen; “Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ sûresi: 107) ve bir hadîs-i kudsîde de; “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, mahlûkâtı yaratmazdım.” buyurdu. Her peygamber, kendi zamanında kendi mekânında, kendi kavminin hepsinin her bakımdan en üstünüdür. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ise, dünyâ yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar; her zamanda, her memlekette, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünü, en fazîletlisidir. Hiç bir kimse hiç bir bakımdan O’ndan üstün değildir. Cenâb-ı-Hak, O’nu öyle yaratmıştır.
Allahü teâlâ her şeyden önce, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın mübarek nurunu yarattı. Tefsîr ve hadîs âlimlerimiz bildirdiler ki: “Cenâb-ı Hak, önce Muhammed aleyhisselâmın nurunu yaratıp, ondan bütün kâinatı sırası ile vücûda getirdi.”
Nûr-ı Muhammedî, Âdem aleyhisselâmın kalbi ve cesed-i şerîfi yaratılınca, iki kaşı arasına kondu. Adem aleyhisselâm kendisine ruh verilince, alnında yıldız gibi parlayan bir nur olduluğunu farketti. Bu nur, Âdem aleyhisselâmdan îtibâren temiz babalardan ve temiz analardan geçerek, Peygamber efendimize kadar geldi.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Kureyş kabîlesinin Hâşimoğulları kulundandır. Babası Abdullah’dır. Onun da babası Şeybe’dir. Peygamberimizin dedesi olan Şeybe, Medîne’de doğdu. Şeybe, Muttalib’in kölesi anlamına gelen Abdülmuttalib lakabıyla meşhûr oldu. Abdülmuttalib’in alnında, Allahü teâlânın habîbi Muhammed aleyhisselâmın nuru parlar, etrafına hayırlar, bereketler saçardı. Hanîf dîninde olup, müslüman idi. Bu din, dedelerinden İbrahim aleyhisselâmın dîni idi. Bu sebeble, hiç bir zaman puta tapmadığı gibi yanlarına bile yaklaşmadı. Kabe’nin etrafında Allahü teâlâya dua eder. İbâdetini yapardı.
İki cihanın efendisi olan Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın nurunu alnında taşıyan Abdullah doğduğunda, kitab ehli birbirine; “Âhir zaman Peygamberinin babası Mekke’de dünyâya geldi” diye haber verdiler. Abdullah bulûğ çağına ulaşınca, gerek ahlâkının, gerekse yüzünün güzelliği ile insanlar arasında seçkin bir şahıs oldu.
Uzak yakın herkes, ona kızını vermek için yarışa girdi. Nice hükümdarlar, Abdülmuttalib’e gelerek kızlarını oğluna alması teklifinde bulundular ve böyle olduğu takdirde her fedâkârlığa katlanacaklarını bildirdiler.
Abdülmuttalib ise, Benî Zühre kabîlesinin büyüğü Vehb’in kızı Âmine’nin hüsn-ü cemâlini, iffet ve hayasını, dînine bağlılığını işitmişti. Zâten akraba idiler. Nihayet on sekiz yaşında bulunan oğlu Abdullah’ı, on dört yaşındaki Vehb’in kızı Âmine ile evlendirdi.
Server-i Âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, mübarek nuru, annesine geçtiği zaman kurtlar, kuşlar birbirlerine; “Kâinatın efendisinin dünyâyı teşrifleri yaklaştı. O, yeryüzünün emîni, zamanın güneşidir” diyerek müjde verdiler. O gece, Kabe’deki bütün putlar yüz üstü düştü. O zamanlar Mekke-i mukerremede kıtlık vardı. Senelerdir yağmur yağmamıştı. Ağaçlarda yeşil bir yaprak yoktu, mahsûlden eser görünmez olmuştu. İnsanlar sıkıntı içinde ne yapacaklarını bilemez hâle gelmişlerdi. Sevgili Peygamberimizin mübarek nuru, hazret-i Abdullah’dan hazret-i Âmine’ye geçtikten sonra o kadar yağmur yağdı, o kadar mahsûl oldu ki, o seneye bolluk senesi diye isim verdiler.
Âmine validemiz hâmile iken, kocası Abdullah ticâret için Şam’a gitmişti. Dönüşünde hastalandı. Medine’ye gelince, dayıları Neccâroğullarının yanında on sekiz yaşında iken vefat etti. Peygamber efendimizin babası Abdullah, oğlu doğmadan vefat edince, melekler; “Ey Rabbimiz, Resûlün yetim kaldı” dediler. Allahü teâlâ; “O’nun koruyucusu ve yardımcısı benim” buyurdu.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin doğumundan iki ay evvel, Fil vak’ası meydana geldi.
Fahr-i kâinat efendimiz doğmadan önce, bütün âlem, manevî yönden müthiş bir zulmet ve karanlık içinde idi. İnsanlar hadsiz, hudutsuz derecede azgınlaşmışlar, Allahü teâlânın gönderdiği dinler unutulmuş, ilâhî hükümlerin yerini, insan kafasından çıkan fikirler, düşünceler almıştı. Bütün mahlûklar, insanların vahşet ve zulmünden iyice bunalmıştı. Yeryüzünde bulunan bütün milletler, Allahü teâlâyı unutmuş; huzurun, saadet ve sevincin kaynağı olan Tevhîd inancı ortadan kalkmıştı. Küfür fırtınası, kalblerden îmânı söküp atmış, insanlar putlara tapmaya başlamışlardı. İsrâiloğulları birbirlerine düşmüş, Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği din unutulmuş, Tevrat bozulmuştu, Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hakîkî din de bozularak, din ile hiç bir alâkası kalmamıştı. Papazlar istedikleri gibi değiştirdiklerinden, İncîl’in aslı kaybolmuş, teslis, yâni üçlü tanrı fikri kabul edilmişti. Böylece her iki kitap da, Allah kelâmı olmaktan çıkmıştı. Mısır’da bozulmuş Tevrat’ın hükmü, Bizans’da yine değiştirilmiş hıristiyanlık vardı, İran’da ateşe tapılıyor, ateşperestlerin ateşi bin senedir söndürülmüyordu. Çin’de Konfüçyüsizm, Hindistan’da Budizm gibi uydurma dinler hüküm sürüyordu. Arabistan’ın insanları da karanlık içinde idiler. Yeryüzünün merkezi olan mübarek Mekke’de, küfür sel gibi akıyor, Beytullah’ın içine; lât, uzzâ ve menât gibi yüzlerce put dolduruluyordu. Zulüm son haddine varıyor, ahlâksızlık, iftihar vesilesi sayılıyordu. Netîce itibariyle o zamanın insanları arasında şefkat, merhamet, iyilik ve adalet gibi güzel hasletler yok olmuş gibiydi.
Ayrıca bu zamanda Allahü teâlâya inanan ve putlardan uzak duran hazret-i İbrahim’in dînine bağlı Hanîfler de vardı. Peygamber efendimizin babası Abdullah, dedesi Abdülmuttalib, annesi ve bâzı kimseler, bu din üzere idiler. Hanîflerden başka bütün gruplar bâtıl yolda olup, büyük bir zulmet ve karanlık içinde idiler.
Yedi kat yer, yedi kat gök, kısacası âlem, büyük bir hürmet ve sevinç içinde Seyyid-il-Mürselîn, Hâtem-ül-enbiyâ, Habîb-i Huda olan efendisini beklemekte idi. Hicretten 53 sene evvel, Fil vak’asından iki ay kadar sonra, Rebî’ul-evvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke’nin Hâşimoğulları mahallesinde, Safa tepesi yakınında bir evde, Muhammed Mustafâ sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem doğdu. O’nun teşrifiyle âlem, yeniden hayât buldu. Karanlıklar dağıldı. Âlemler aydınlandı...
Peygamber efendimizin doğumu ânında annesine yardım eden Safiyye Hâtûn şöyle anlatmıştır: “Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada, her tarafı bir nur kapladı. Doğunca, mübarek başını kaldırıp açık bir dil ile; “La ilahe illallah, innî resûlullah” dedi. O’nu yıkamak istediğimde, biz O’nu yıkanmış olarak gönderdik denildi. Doğduğu zaman göbeği kesilmiş ve sünnet edilmiş görüldü. Doğunca secde etti. Secdede iken hafifçe bir şeyler söylüyordu. Mübarek ağzına kulağımı yaklaştırdım; “Ümmetî, ümmetî! (Ümmetim, ümmetim!)” diyordu...”
Dedesi Abdülmuttalib, sevgili Peygamberimiz doğduğu sırada Kabe’de Allahü teâlâya yalvarıp dua ediyordu. Bir çok hâdiselere şâhid oldu. Kendisine müjde verdiler. Abdülmuttalib, bu müjdeye çok sevinip Mekke halkına üç gün ziyafet verdi. Ziyafet sırasında; “Çocuğa ne isim koydun?” diyenlere; “MUHAMMED (sallallahü aleyhi ve sellem) ismini verdim” dedi.
Resûl-i ekrem efendimizin doğduğu gece Kabe’deki putların hepsi yüz üstü yere kapandı. İran Kisrâsının Medâyin’deki sarayının burçları yıkıldı. Mecûsî, yâni ateşe tapanların bin seneden beri yanan kocaman ateş yığınları aniden sönüverdi. Mukaddes sayılan Sâve gölünün o gece suyu çekilerek kurudu. Şam tarafında bin yıldan beri kuru bir vadi olan ve suyu akmayan Semâve nehri vadisi, dolup taşarak akmaya başladı. Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceden itibaren şeytan ve cinler artık Kureyş kâhinlerine, hâdiselerden haber veremez oldu. Kehânet sona erdi...
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem doğduğu geceye Mevlid Gecesi denir. Mevlid, doğum zamanı demektir. Bu gece Kadr gecesinden sonra en kıymetli gecedir ve bu gecede sevgili Peygamberimiz doğduğu için sevinenler affolunur (Bkz. Mevlid)
Âmine validemiz, yavrusunu dokuz gün emzirdi, sonra Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe Hâtûn bir kaç gün süt annelik yaptı.
O zamanda Mekke halkı, âdet olarak, çocuklarını bir süt anneye verirlerdi. Havası iyi, suyu tatlı olan civar yerlerdeki yaylalara gönderilen çocuklar, bir müddet süt annelerinin yanında kalırlardı. Peygamber efendimizin doğduğu sene de yaylalarda yaşayan Benî Sa’d kabîlesinde bir çok hanım, süt anneliği için Mekke’ye geldi. Peygamber efendimize süt anne olmak şerefi Halîme Hâtun’a nasîb olmuştu.
Halîme Hâtûn, kocası ile birlikte, Muhammed aleyhisselâmı alıp, Mekke’den yola çıktıkları andan îtibâren, O’nun bereketine kavuşmaya başladılar. Ağır, aksak yürüyen çelimsiz merkebleri, küheylan kesilmişti. Birlikte geldikleri kafile, onlardan önce yola çıkıp çok uzaklaşmış olmasına rağmen, kafileye yetişip onları geride bırakmıştı. Benî Sa’d yurduna vardıktan sonra görülmemiş bir bolluğa ve berekete kavuştular. Sütü az olan hayvanlarının memeleri dolup taşıyordu. Bunu gören komşuları hayret edip, bunun, emzirmek için aldıkları çocuk sebebiyle olduğunu açıkça anlamışlardı.
Peygamberimiz dört yaşına basmıştı. Bir gün süt kardeşleriyle kıra çıktı. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlattı: “Evden çıktıktan sonra yeşil elbiseli iki kişi gördüm. Birinde gümüş bir ibrik diğerinde ise yeşil zümrütten bir leğen vardı. Leğen, kardan beyaz bir şey ile dolu idi. Beni dağ başına götürdüler. Biri, arkam üzere yatırdı. Ben seyrederken göğsümü göbeğime kadar yardı. Hiç acı ve elem duymadım. Elini sokup içimde ne varsa çıkardılar. O beyaz şey ile yıkayıp yerine koydular. Biri diğerine, “Kalk, ben de hizmetimi yerine getireyim” dedi ve elini sokup yüreğimi çıkardı. İki parça etti ve içinden siyah bir şey çıkarıp attı. Ve; “Senin vücûdunda şeytanın nasîbi bu idi. Çıkarıp attık. Ey Allahü teâlânın sevgilisi! Seni vesveseden ve şeytanın hîlesinden emîn ettik” dedi. Sonra yüreğimi yanlarındaki latîf ve yumuşak bir şey ile doldurup nurdan bir mühürle mühürlediler. Hâlen o mührün soğukluğu, bütün azalarımda mevcuttur. Onlardan biri, elini yarılan yere koyunca yaram iyileşti.” Yarılan yer, mübarek göğsünde belli idi. Sevgili Peygamberimizin başından geçen ve Kur’ân-ı kerîmin İnşirah sûresinin birinci âyet-i kerîmesinde bildirilen bu hâdiseye Şakk-ı sadr yâni göğsünün yarılması denir.
Halîme Hâtûn, dört yaşından sonra O’nu Mekke’ye götürüp annesine verdi.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, altı yaşına kadar da annesinin yanında büyüdü. Altı yaşında iken, annesi, Ümmü Eymen adındaki câriye ile birlikte, akrabalarını ve babası Abdullah’ın mezarını ziyaret için Medîne’ye gittiler. Bir ay kaldıktan sonra Mekke’ye dönmek üzere yola çıktılar. Ebvâ denilen yere geldiklerinde, hazret-i Âmine validemiz hastalanarak vefat etti.
Muhammed aleyhisselâm, sekiz yaşına kadar dedesinin yanında büyüdü. Abdülmuttalib vefat edeceğine yakın, oğullarını toplayıp; “Artık dünyâdan göç etme vaktim geldi. Tek düşüncem bu yetimdir. Keşke ömrüm uzun olaydı bu hizmeti severek devam ettirseydim. Fakat elden ne gelir? Ömür vefa etmeyecek. Şimdi gönlüm ve dilim bu hasret ateşiyle yanıyor. Bu inci tanesini sizden birinize emânet etmeyi isterim. Acaba hanginiz lâyıkı ile O’nun haklarını gözetir ve hizmetinde kusur etmez” dedi. Sonra sevgili Peygamberimize dönerek; “Ey gözlerimin nuru! Senin hasretinle âhirete yöneldim. Bu amcalarından hangisini tercih ediyorsun?” diye sordu. Peygamber efendimiz o an kalkarak Ebû Tâlib’in boynuna sarılıp dizine oturunca, Abdülmuttalib çok ferahladı ve; “Allahü teâlâya hamdolsun. Benim istediğim de bu idi” dedi.
Dedesinin vefatından sonra, Kâinatın efendisi sallallahü aleyhi vesellem, sekiz yaşından itibaren amcası Ebû Tâlib’in yanında kalmaya başladı ve onun himayesinde büyüdü.
Her bakımdan insanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, kendisine peygamberliği bildirilmeden önce de; güzel ahlâkı, insanlara görülmemiş bir şekilde iyi davranması, sakinliği, yumuşaklığı ve diğer üstün halleriyle sevilmiştir. İnsanlar bu hasletleri sebebiyle O’na hayran olmuştur. Mekke halkı, gördükleri şaşılacak derecedeki doğru sözlülük ve güvenilirlikten dolayı, O’na El-Emîn, yâni kendisine her zaman güvenilir lakabını verdiler. Böylece gençliğinde bu isimle meşhûr oldu.
Peygamberimizin gençlik yıllarında, Arablar alabildiğine bir câhiliyetin içine düşmüşlerdi. Puta tapmak, içki, kumar, zina, faiz ve daha bir çok çirkin işler aralarında yaygınlaşmıştı. Muhammed aleyhisselâm onların bu bozuk hâllerinden son derece nefret eder ve kötülüklerinden dâima uzak dururdu. Bütün Mekke halkı, O’nun bu hâlini bilirler ve hayret ederlerdi.
Mekkeliler öteden beri ticâretle uğraşarak geçimlerini bu yoldan sağlarlardı. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem amcası Ebû Tâlib de ticâretle uğraşırdı. Sevgili Peygamberimiz yirmi beş yaşlarında iken, Mekke’de geçim sıkıntısı iyice artmıştı. Bu sebeple Mekkeliler, Şam’a gitmek üzere büyük bir ticâret kervanı hazırladılar. Mekke’nin eşrafından Hadîce Hâtûn da ticâretle uğraşır, anlaştığı kimselerle ortaklık yapardı. O sene kervanı götürecek bir kimse arıyordu. Ebû Tâlib, hazret-i Hadîce validemizle konuşup, onun kervanını ücretle Peygamber efendimizin götürmesini istedi. O da kabul etti.
Bu yolculukta kervandakiler, âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimizin üzerinde, O’nu gölgeleyen bir bulutun ve kuş şekline giren iki meleğin, O’nunla birlikte sefer bitinceye kadar hareket ettiğini gördüler. Yolda yürüyemeyecek derecede yorulup kervandan geri kalan iki devenin ayaklarını eliyle sığamasından sonra, hayvanların birden sür’atlenmesi gibi nice hâllerine şâhid olunca, O’na sevgi besleyip, sânının yüce olacağını anladılar.
Götürülen mallar, Busra pazarında satıldığı gibi Peygamber efendimizin bereketiyle her zamankinden kat kat fazla kâr edildi. Bir müddet sonra kervan Mekke’ye döndü. Hizmetine verilen Meysere, hazret-i Hadîce validemize, yolculuklarında Peygamber efendimizin gölgelendirildiğini, râhib Nastûra’nın söylediklerini, zayıf develerin nasıl sür’atlendirildiğini ve gördüğü nice fevkalâde hâlleri bir bir anlattı. Peygamber efendimizi dili döndüğü kadar medh etti. Hadîce validemiz, bu işittiklerini haber vermek üzere akrabasından ilim sahibi olan bir zât olan Varaka bin Nevfel’e gitti. Olanları büyük bir hayranlıkla dinleyen Varaka; “Ey Hadîce, bu anlattıkların doğru ise, Muhammed aleyhisselâm, bu ümmetin peygamberi olacaktır” dedi.
Peygamber efendimiz ticâret için; 12 yaşında amcası Ebû Tâlib ile Busra’ya kadar, 17 yaşında amcası Zübeyr ile Yemen’e, 20 yaşında Şam’a ve 25 yaşında da hazret-i Hadîce’nin mallarını satmak üzere yine Şam’a olmak üzere tam dört defa seyahate çıktı. Bu seyahatlerinden başka hiç bir yere sefere çıkmadı.
Hazret-i Hadîce validemiz, Muhammed aleyhisselâmın peygamberliği hakkında Varaka bin Nevfel’in müjdesine ve sevgili Peygamberimizin güzel hasletlerine bakarak, hizmetiyle şereflenmeye meyi etti. Nihayet düğünleri yapılıp evlendiler (Bkz. Hazret-i Hadîce). Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Hadîce (radıyallahü anhâ) validemizle evlendikten sonra da ticâretle meşgul oldu. Kazançlarıyla; misafirleri ağırlarlar, yetimlere ve fakirlere yardım ederlerdi.
Resûlullah efendimiz otuz beş yaşında iken, Kabe hakemliği yaptı. O zaman, yağmur ve seller Kabe’nin duvarlarını, iyice yıpratmıştı. Ayrıca çıkan bir yangın, Kabe’yi tahrib etmişti. Binayı yeniden yapmak lâzımdı. Bunun üzerine Kureyş kabilesi, Kabe’yi İbrahim aleyhisselâmın yaptığı temele kadar yıkıp, yeniden yapmaya başladı. Her kabileye bir bölümünü vererek duvarları yükselttiler. Bu işin büyük bir şeref olduğunu bilen kabileler, Hacer-ül-esved’i yerine koyma hususunda anlaşamadılar. Kabe’ye açılan Benî Şeybe kapısından ilk giren Peygamber efendimizin hakemliğine razı oldular. Durum, sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma anlatılınca, bir örtü istedi ve yere sererek Hacer-ül-esved’i üzerine koydu. “Her kabileden bir kişi bir ucundan tutsun” buyurdu. Taşı konulacağı yere kadar kaldırttı. Sonra kendisi kucaklayıp yerine koydu.
Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, otuz yedi yaşında iken, gâibden; “Yâ Muhammed!” diye kendisini çağıran sesler duyardı. Otuz sekiz yaşına girince, birtakım nurlar görmeye başladılar ve hâllerinden sâdece hazret-i Hadîce validemize haber verdiler.
Nihayet sevgili Peygamberimize, önce sâdık rüyalar gösterilmeye başlandı. Rüyasında gördükleri aynen çıkıyordu. Bu hâl, altı ay devam etti. Vahy gelmesi yaklaşınca; “Yâ Muhammed” diyen sesler çoğaldı. Bundan sonra yalnızlığı sevip, insanlardan uzaklaşarak, Hira dağındaki bir mağarada tefekküre dalmaya başladı. Bâzan Mekke’ye gelir, Kabe’yi tavaf eder ve saâdethânelerine giderdi. Hâne-i saadette bir müddet kalıp, yanında biraz yiyecekle tekrâr Hira dağındaki mağaraya döner; tefekküre dalıp ibâdet eder, hattâ burada günlerce kaldığı olurdu. O zaman da hazret-i Hadîce yiyecek gönderir veya getirirdi.
Peygamber efendimiz kırk yaşında iken, yine bir Ramazân ayında, Hira dağındaki mağaraya çekilmiş ve tefekküre dalmıştı. Ramazân’ın 17. Pazartesi gecesi, gece yarısından sonra, adını çağıran bir ses işitti. Başını kaldırıp etrafa bakınca, ikinci defa aynı sesi duydu ve her tarafı anîden bir nurun kapladığını gördü. Sonra Cebrail aleyhisselâm karşısına geldi ve “Oku!” dedi. Efendimiz, ona; “Ben okumuş değilim” cevâbını verdi. O zaman melek, tutup takati kesilinceye kadar sıktı ve; “Oku” dedi. Yine; “Ben okumuş değilim” cevâbını verdi. Bir daha sıkdı ve; “Oku!” dedi. “Ben okumuş değilim” buyurunca, üçüncü defa sıktı. Sonra bıraktı ve; “(Ey Muhammed!) Herşeyi yaratan Rabbin Allah’ın ismi ile oku! O, insanı pıhtılaşmış kandan (alakdan) yarattı. Oku, Allah büyük kerem sahibidir. O, kalemle öğretir, insanlara bilmediklerini öğretir” meâlindeki Alak sûresinin ilk beş âyet-i kerîmesini getirdi. Muhammed aleyhisselâm da onunla beraber okudu.
Sevgili Peygamberimize, peygamberliğinin bildirildiği ilk vahy böyle gelmişti. Sonra kesildi ve üç sene gelmedi. Bu arada İsrafil aleyhisselâm gelip, bâzı şeyler öğretti. Bunlar vahy değildi. Bu zaman zarfında, ara sıra Resûlullah efendimiz çok sıkılırdı. Efendimiz üzüldükçe, Cebrail aleyhisselâm görünerek; “Ey Habîbullah! Sen Allahü teâlânın peygamberisin” der ve üzüntüsünü yatıştırırdı.
Müddessir sûresinin; “Ey örtüye bürünen Peygamber! Kalk da kavmini Allah’ın azabı ile korkut!” meâlindeki emri gelince, Peygamber efendimiz, insanları İslâm’a davete, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını tebliğe başladı.
İlk vahyin gelmesiyle, peygamberlik vazifesini îfâya başlayan Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, İslâm’ı tebliği yirmi üç sene devam etti. Bunun on üç senesi Mekke; on yılı da Medine’de geçmiştir.
Kur’ân-ı kerîm, 22 sene 2 ay 22 gün gibi bir zamanda vahyedilip tamamlanmıştır.
Muhammed aleyhisselâm ümmî olup, kitap okumamış, yazı yazmamış ve kimseden ders görmemişti. Mekke’de. doğup büyümüş, belli kimseler arasında yetişmişti.
Peygamber efendimize, ilk vahyin gelmesinden sonra, ilk îmân eden hazret-i Hadîce vâlidemizdir. Hiç tereddüd etmeden İslâmiyet’i hemen kabul edip, ilk müslüman olmakla şereflendi. Hazret-i Hadîce’den sonra yetişkinlerden ilk müslüman olan, Resûlullah efendimizin yakın arkadaşlarından hazret-i Ebû Bekr’dir.
Peygamber efendimiz, bir gün hazret-i Hadîce validemizle namaz kılarlarken, hazret-i Ali onları gördü. O zaman on yaşında idi. Namazdan sonra Resûlullah’ın huzuruna gelerek; “Yâ Resûlallah! Bana İslâm’ı öğret” dedi ve müslüman oldu. Hazret-i Ali, müslüman olanların üçüncüsüdür.
Resûlullah efendimiz, Müddessir sûresinin nazil olmasıyla, insanları islâm dînine davete başlamıştı. Bu daveti gizli yapıyordu. Bir müddet sonra da; “Yakın akrabanı Allahü teâlânın azabı ile korkutarak, onları hak dîne çağır” (Şu’arâ sûresi: 214) meâlindeki âyet-i kerîme nazil oldu. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm, akrabasını dîne davet etmek için hazret-i Ali’yi gönderdi ve hepsini Ebû Tâlib’in evine çağırdı. Söze başlayıp; “Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallahi, Arablar içinde benim size getirdiğim, dünyâ ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden (yâni bu dinden) daha üstününü ve daha hayırlısını kavmine getirmiş bir kimse yoktur. Ben sizi, dile kolay gelen, mizanda ağır basan iki kelimeyi söylemeye davet ediyorum. O da; Allah’dan başka ilâh olmadığına ve benim O’nun kulu ve Resûlü olduğuma şehâdet etmenizdir.” Allahü teâlâ sizi buna davet etmemi emretti. O hâlde, hanginiz benim bu davetimi kabul eder ve bu yolda yardımcım olur?” buyurdu. Kimseden ses çıkmadı, başlarını önlerine eğdiler. Peygamber efendimiz, bu sözlerini üç defa tekrarladı. Her söyleyişinde hazret-i Ali ayağa kalkıyordu. Üçüncü defasında; “Yâ Resûlallah! Her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de, sana ben yardımcı olurum” dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, hazret-i Ali’nin elinden tuttu. Diğerleri hayret içinde dağıldılar.
Bi’setin dördüncü yılında Hicr sûresinin 94. âyet-i kerîmesi nazil oldu. Meâlen; “(Ey Habîbim!) Sana emrolunan şeyi (emir ve yasakları) açıkla, hak ile bâtılın arasını ayır. Müşriklerden yüz çevir! (Onların sözlerine iltifat etme)” ilâhî emri gelince, sevgili Peygamberimiz, Mekkelileri açıktan açığa İslâm’a davet etmeye başladı. Bir gün Safa tepesine çıkıp; “Ey Kureyş halkı! Buraya toplanıp sözlerimi dinleyiniz!” buyurdu. Kabîleler toplandıktan sonra da; “Ey kavmim! Hiç benden yalan söz işittiniz mi?” buyurunca hepsi birden; “Hayır işitmedik” dediler. Buyurdu ki: “Allahü teâlâ bana peygamberlik ihsan etti ve beni size peygamber olarak gönderdi.” Sonra da; “(Ey Habîbim!) Onlara de ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize gelmiş, Allahü teâlânın Resûlüyüm. O Allahü teâlâ ki, yerlerin ve göklerin sahibi ve idarecisidir. O’ndan başka ibâdete müstehak yoktur. Her canlıyı öldüren ve dirilten O’dur...” meâlindeki A’râf sûresinin 158. âyet-i kerîmesini okudu. Dinleyenlerden, amcası Ebû Leheb kızarak; “Kardeşimin oğlu dîvâne olmuş! Bizim putlarımıza tapmayanın, dînimizden ayrılanın sözünü dinlemeyiniz” diye, küfürde direterek bağırdı. Orada bulunanlar dağıldı ve hiç kimse îmân etmedi. Peygamber efendimizin, doğru sözfö; yüksek ahlâklı olduğunu bildikleri hâlde, yüz çevirdiler ve düşman kesildiler.
Sevgili Peygamberimiz, bu davetlerden sonra nerede bir kimse veya bir topluluk görse, onlara İslâm’ı anlatırdı. Böylece hakîkî kurtuluşun; nefse uymaktan, zulümden, haksızlıktan ve her türlü kötü işlerden uzaklaşmakla ve Allahü teâlâya îmân etmekle mümkün olacağını bildirdi. Nefslerinin isteklerine, şehvetlerine uyanlar, zayıfları ezenler ve azgınlıkta aşırı gidenler buna şiddetle karşı çıktılar. Bütün bu bozuk işlerine son verileceğini görerek, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerini inkâr ettiler. O’na ve inananlara düşman oldular.
Müşrikler, önce alay ediyorlardı. Sonra baskı ve işkencelerini arttırmaya karar verdiler. Mü’minleri sindirmek, İslâm dâvasını söndürmek istiyorlardı. Başlarında; Ebû Cehl, Utbe, Şeybe, Ebû Leheb, Ukbe bin Ebî Mu’ayt, As bin Vâil, Esved bin Muttalib, Esved bin Abdi Yagves, Velîd bin Mugîre... vardı.
Kureyş’in ileri gelen müşrikleri, Peygamber efendimizi yalnız görünce, üzerine saldırırlar, hakaret etmeye, hattâ dövmeye kalkışırlardı. Eshâbına da işkence yapmaktan geri durmazlardı.
Peygamber efendimizin evi, Ebû Leheb ile Ukbe bin Mu’ayt adlı iki azılı müşrikin evleri arasında idi. Bunlar her fırsatta sevgili Peygamberimize eziyet ederlerdi. Hattâ, geceleri hayvan işkembelerini Resûlullah efendimizin kapısının önüne atarlardı. Amcası Ebû Leheb, bununla yetinmez, komşusu Adiy’in evinden O’na taş atarak eziyet ederdi. Karısı Ümmü Cemil ondan aşağı kalmaz, topladığı dikenli ağaç dallarını Resûlullah’ın mübarek ayaklarına batması için geçeceği yollara dökerdi.
Ebû Leheb ve karısının bu eziyetlerinden sonra, onlar hakkında; “Ebû Leheb’in elleri kurusun, zâten kurudu...” meâlindeki âyet-i kerîme ile başlayan Tebbet sûresi nazil oldu.
Kâinatın sultânı, bir gün Kâbe-i muazzamayı tavaf ederken, Cebrail aleyhisselâm geldi ve; “Ben onların (alay edenlerin) hakkından gelmek üzere emir aldım” dedi. Sonra oradan geçerlerken her birinin bir yerine işaret ederek; “Yakında bunların her biri bir belâya uğrar” dedi. Bunlardan As bin Vâil’in ayağına diken battı. Ne kadar ilâç yaptılarsa derdine çâre bulamadılar. Nihayet ayağı deve boynu gibi şişip; “Muhammed’in Allah’ı beni öldürdü” diye feryâd ederek can verdi. Esved bin Muttalib’in gözleri kör oldu. Başı ağaca çarpılarak Cebrail aleyhisselâm tarafından helak edildi. Esved bin Abdiyagves, Bâd-ı semûm denilen yerde iken, yüzü ve gövdesi simsiyah oldu. Evine gelince tanımadılar ve kapıdan kovdular. Kahrından başını evinin kapısına vura vura öldü. Haris bin Kays da tuzlu balık yemişti. Harareti arttıkça arttı. Ne kadar su içtiyse kanmadı. Sonunda çatladı. Velîd bin Mugîre’nin de baldırına demir parçası battı. Yarası iyileşmedi, çok kan kaybetti ve “Muhammed’in Allah’ı beni öldürdü” diye feryâd ederek can verdi. Böylece her biri yaptıklarının karşılığını görmüş oldu. Ayrıca, müşriklerin ebedî olarak Cehennem’de kalacakları, âyet-i kerîmelerle bildirildi.
Müşrikler, Peygamber efendimize eziyet ettikleri gibi, O’nun şanlı Eshâbına da işkence yapıyorlardı. Bilhassa fakîr, kimsesiz olanları tercih ediyor, ellerinden gelen, akla hayâle sığmayan baskı ve zulmü hiç çekinmeden yapıyorlardı. Böyle zulme uğrayanlardan biri de Bilâl-i Habeşî idi (radıyallahü anh). Ümeyye bin Halef, öğle vakti güneş tam tepeye geldiğinde, onu soyar, sıcaktan kavrulmuş taşları, çıplak vücûduna koyarak dağlardı. Ateş gibi yanan taşların bir kısmını arkasına, bâzısını da karnı üzerine yığdıktan sonra; “İslâm dîninden dön!... Lât ve Uzzâ putlarına îmân et!” der. Bilâl (radıyallahü anh) ise; “Allahü teâlâ birdir! Allahü teâlâ birdir!” diyerek îmânını bildirirdi. Vücûdundan akan kanlara aldırmadan “Allahım! Senden gelene razıyım” der ve îmânında sebat gösterirdi.
Habbâb bin Eret hazretleri de dîninden döndürülmek için zulmedilenlerdendi. Müşrikler, bir gün toplanıp bir meydana ateş yaktılar. Hazret-i Habbâb’ı bağlayıp, getirdiler. Soyarak, ateşin üzerine yatırdılar. Ya dîninden döndürecekler veya ateşte yakacaklardı. Ateşin ortasına sırt üstü yatırılan hazret-i Habbâb; “Allah’ım! Hâlimi görüyor, durumumu biliyorsun. Kalbimdeki îmânı sabit et, büyük bir sabır ihsan eyle” diye dua ediyordu....
Hazret-i Ammâr’ın babası Yâser, annesi Sümeyye, kardeşi Abdullah (radıyallahü anhüm) ailece müslüman olmuşlardı. Müşrikler, hazret-i Ammâr’a yaptıkları işkencelerden daha fazlasını annesine, babasına ve kardeşine yaparlardı. İşkence sırasında, küfür olan sözlerini bunlara söyletmek isterler, onlar da; “Derimizi yüzseniz, etimizi dilim dilim doğrasanız, sizi dinlemeyiz” diye cevap verirler; “La ilahe illallah, Muhammedün Resûlullah” derlerdi.
Yine böyle bir işkence netîcesinde hazret-i Yâser’i ve oğlu hazret-i Abdullah’ı okla şehîd ettiler. Ebû Cehl, hazret-i Sümeyye’nin mübarek ayaklarını iple bağlattı, iplerin uçlarını da iki deveye bağlatıp, ayrı istikâmetlerde sürerek hazret-i Sümeyye’yi parçalatarak şehîd etti. Merhametsiz, gaddar, zâlim Ebû Cehl ve diğer müşriklerin, işkencelerle Yâser ailesini şehîd ettikleri haberini Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kiram aleyhimürrıdvân duyduklarında, pek ziyâde üzüldüler. Bu olay, Eshâbın birbirlerine daha çok bağlanmasına ve kenetlenmesine sebeb oldu. Bu misâller, müşriklerin yaptığı işkencelerden sâdece bir kaçı idi.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, müşriklerin, Eshâbına (radıyallahü anhüm) yaptığı zulüm ve işkencelere çok üzülüyorlardı. İslâmiyet’in yayılması ve öğrenilmesi için emniyetli bir yer lâzımdı. Efendimiz, bu mukaddes vazife için hazret-i Erkâm’ın evini seçti. Habîb-i ekrem efendimiz, bu evde Eshâbına İslâmiyet’i anlatıyordu. Yeni müslüman olacaklar buraya gelip İslâmiyet’le şereflenirler, Resûlullah efendimizin gönüllere deva olan mübarek sözlerini dinlemekle bereketlenirlerdi. Peygamber efendimizi, sanki başlarına kuş konmuş da konuşunca uçacakmış gibi, nefesleri kesilmişcesine dinlerlerdi. Mübarek sözlerini, adetâ yutarcasına, hiç bir kelimesini kaçırmadan ezberlerlerdi. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, gündüzlerini Erkâm’ın evine ayırıyor ve sabahtan akşama kadar Eshâbını yetiştirmekle meşgul oluyorlardı. Burası müslümanların ilk karargâhı, Dâr-ül-İslâm idi. İlk müslümanlar burada toplanırlar, müşriklerin her türlü kötülüklerinden korunmaya çalışırlardı.
Eshâb-ı kiram (radıyallahü anhüm), namaz kılacakları zaman kimsenin bulunmadığı yerlere giderler, orada ibâdetlerini gizlice yaparlardı. Yine böyle bir gün; Sa’d bin Ebî Vakkâs, Sa’îd bin Zeyd, Abdullah bin Mes’ûd, Ammâr bin Yâser, Habbâb bin Eret (radıyallahü anhüm) Mekke vadilerinden Ebû Düb denilen mevkîde namaz kılıyorlardı. O sırada, onları tâkib eden Ahnes bin Şerik ve bâzı müşrikler yanlarına gelip ibâdetleriyle alay etmeye, kötülemeye başladılar. Buna dayanamayan hazretti Sa’d bin Ebî Vakkâs ve arkadaşları, müşriklere hücûm ettiler. Hazret-i Sa’d, eline geçirdiği bir deve kemiğini, kâfirlerden birinin kafasına vurarak yardı. Müşrikler korkarak kaçtılar böylece müslümanlar ilk defa, kâfir kanı akıtmış oldular.
Müşriklerin ileri gelenleri, çeşitli hîle ve zulümlerle insanların îmân etmesine mâni olurlardı. Mekke halkını, Muhammed aleyhisselâmın okuduğu âyet-i kerîmeleri dinlemekten men ederlerdi. Kendileri ise, geceleri gizlice, Muhammed aleyhisselâmın bulunduğu evin yanına gelerek bir köşeye saklanıp dinlerlerdi. Sabaha doğru etraf aydınlanmaya başlayınca, birbirinden habersiz, gece Kur’ân-ı kerîmi dinlemeye geldiklerini gören müşriklerin ileri gelenleri, birbirlerini ayıplarlar; “Bir daha böyle yapmayalım” derlerdi. Ancak kendilerini alamayarak birbirlerinden habersiz gidip bir köşeye saklanarak tekrar dinlerlerdi. Sabah olunca da birbirlerini görüp şaşırırlardı. Bir daha böyle yapmamak üzere yemîn ederek ayrılırlar, fakat bundan vazgeçemezlerdi. Ancak nefslerine uyup, üstünlük taslayarak, diğermüşriklerin kendilerini ayıplamalarından çekinerek ve daha bir çok boş düşüncelere kapılarak îmân etmediler. Başkalarına da mâni oldular. Üstelik sokaklarda; “Muhammed sihirbazdır” diye bağırdılar.
Resûlullah efendimizin peygamberliğinin beşinci yılında bütün bu işkencelere rağmen, müslümanların sayısı gittikçe artıyordu. Fakat müşrikler de çok işkence edip, ellerinden geleni yapıyorlardı. Peygamber efendimiz, Eshâbının dayanılmaz işkencelere uğramasına, develere bağlanıp, parçalatılmasına çok üzülüyordu. Bu işkenceler, her geçen gün daha da şiddetleniyor, merhamet dolu kalbi, bunlara tahammül edemiyordu. Bir gün Eshâbını (radıyallahü anhüm) topladı ve; “Ey Eshâbım! Şimdi yeryüzüne dağdınız. Allahü teâlâ, yakında sizi yine bir araya toplar” buyurdu.
Server-i âlem Muhammed Mustafâ sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, böylece Eshâbının işkencelerden kurtulmasına ve Mekkeli müşriklere karşı mücâdelesini tek başına sürdürmeye karar vermişti. Bu müsâade üzerine, Eshâb-ı kiramdan bir kısmı, vatanlarından ayrılarak hicret ettiler. Fakat sevgili Peygamberimizden ayrıldıkları için, üzüntüleri artıyordu.
İslâmiyet günden güne sınırlarını genişleterek yayılmasına devam ediyordu. Bu hâl, Kureyşli müşrikleri çıldırtıyor, bütün gayretlerine rağmen, islâmiyet’in yayılmasına mâni olamıyorlardı.
İslâm dîni devamlı yayılıyor, Kur’ân-ı kerîmin nuru, ruhları aydınlatıyordu. Günahkâr insanlar, Allahü teâlânın ihsanı olarak îmân ediyor, hidâyete kavuşuyorlardı. Eshâb-ı kiramdan olmakla şereflenen bu mübarek zevat (radıyallahü anhüm); el ele, gönül gönüle verip, Resûlullah efendimizin etrafında pervane gibi dönüyorlardı. O’nun küçücük bir arzu ve işaretini büyük bir emir biliyor, yerine getirmek için yarışıyor, hattâ bu uğurda canlarını feda etmekten asla çekinmiyorlardı. Müşriklerin telaş ve endişeleri ise, had safhaya varmıştı. Çünkü parmakla gösterilen kahramanlardan hazret-i Hamza ve hazret-i Ömer de müslüman olmuş ve Resûlullah’ın saflarında yer almışlardı.
Hazret-i Ömer müslüman olunca, Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kiram ile beraber Harem-i şerîfe geldi. Oradaki müşriklere; “Ey Kureyş! Beni, bilen bilir! Bilmiyen bilsin ki, ben Hattâboğlu Ömer’im... Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen varsa, yerinden kıpırdasın! Kımıldayanı, kılıcımla doğrayıp yere sererim!...” deyince, Kureyşli müşrikler bir anda dağılıp oradan uzaklaştılar. Resûlullah ve yüce Eshâbı saf tutup, yüksek sesle tekbir aldılar. Mekke semâları, Eshâb-ı kiramın; “Allahü ekber!...” nidaları ile çınladı. İlk defa Harem-i şerîfte açıktan namaz kılındı.
Müşrikler, İslâm’ın kalblere nüfuzunu ve yayılmasını önlemek için durmadan çabalıyorlardı. Müslümanlara yapılan işkence vezulümler, onları yollarından döndürmüyor, aksine birbirlerine daha çok sarılmalarına, kenetlenmelerine sebeb oluyordu. Hiç birisi dîninden dönmüyor, Resûlullah efendimizin uğrunda canlarını feda etmekten çekinmiyorlardı. Bunu işiten Mekke dışındaki kabîlelerin merakları artıyor ve islâm’ın ışıkları daha uzak yerlere vuruyordu. Müşrikler, Habeşistan’a gönderdikleri kimselerin isteklerine kavuşamadıklarını, hattâ Necâşî Eshame’nin müslüman olduğunu ve müslümanları koruyup onlara güzel muamelede bulunduğunuöğrenince, çılgına döndüler. Bunların acısını fazlasıyla çıkarmak, İslâm’ın kökünü kurutmak için toplanarak, şu müthiş karârı aldılar: “Her nerede olursa olsun, her nerede görülürse görülsün, Muhammed aleyhisselâm mutlaka öldürülecektir!...” Kâfirler bunun için yemîn üstüne yeminler ettiler.
Müşrikler, Peygamber efendimizin ve Eshâbının, Ebû Tâlib mahallesinde toplandıklarını görünce, tekrar bir araya geldiler. Sonra şu karârı aldılar:
“Muhammed aleyhisselâm öldürülmek üzere Kureyşlilere teslim edilinceye kadar; Hâşimoğullarından kız alınmayacak! Onlara kız verilmeyecek!... Onlarla hiç bir alış verişte bulunulmayacak!... Onlarla bir araya gelinip konuşulmayacak, görüşülmeyecek!... Evlerine, mahallelerine girilmeyecek!... Onlardan gelecek bir barışma isteği asla kabul edilmeyecek!.. Hiç bir zaman onlara acınmayacak!..” Mensur bin İkrime ismindeki müşrikin bir kağıda yazdığı bu karârı mühürlediler. Herkesin görüp uyması için Kâbe-i muazzamanın duvarına astılar.
Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Cehl ve Ebû Leheb, tüccarların yanına varıp; “Ey tüccarlar! Muhammed’in Eshâbına karşı fiyatlarınızı çok yükseltiniz, öyle ki, pahalı olmasından dolayı kimse bir şey satın alamasın! Bundan dolayı mallarınız satılmayıp, elinizde kalırsa biz hepsini almaya hazırız” derlerdi. Onlar da mallarına yüksek fiyat söyler, müslümanlar alamadan geri dönerlerdi...
Bu durum karşısında sevgili Peygamberimiz, hazret-i Hadîce validemiz, Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh) ve diğer Eshâb-ı kiram efendilerimiz, bütün mallarını bu yolda harcayıp; çocukların açlıktan göklere çıkan feryatlarını dindirmeye çalıştılar. Elde avuçta olanlar bitince, otları, ağaç yapraklarını yiyerek rızıklarını te’mine çalıştılar. Çocukların ağlamalarını kesmek için kurumuş deri parçalarını ıslatıp ateşte pişirerek yedirdiler. Başta Peygamber efendimiz ve diğer Eshâb-ı kiram efendilerimiz açlıktan mübarek karınlarına taş bağladılar. Anneler bir deri bir kemik kalmışlardı. Müşriklerden biri acıyıp da gizlice bir şey getirseydi, onu döver ve çok hakaret ederlerdi. Hâsılı geliş-gidiş, her türlü alışveriş kesilmiş, müslümanlar zor duruma düşmüşlerdi.
Allahü teâlâ, bir gün Peygamber efendimize vahy ile; “Kabe’de asılı bulunan sahifeye bir ağaç kurdunu (güvesini) musallat ettiğini ve güvenin Allahü teâlânın isminden başka bütün yazıları yediğini bildirdi. Müşrikler heyecanla Kabe’nin duvarından sahifeyi indirip getirdiler. Ebû Tâlib; “Okuyunuz!” deyince, içlerinden biri okumak için sahifeyi açtığında, “Bismike Allahümme’den gayrı bütün yazıların yok olduğunu gördü. Müşrikler ne diyeceklerini ve ne yapacaklarını şaşırdılar. Hattâ bâzılarının vazgeçmesi üzerine, üç senedir devam eden unutulmaz acıları bırakarak, gönüllerde derin yaralar açan bu şiddetli muhasarayı kaldırdılar. Fakat düşmanlıklarından bir türlü vazgeçmediler, üstelik daha da sert davrandılar. İslâmiyet’in yayılmasına mâni olmak için her yolu denediler.
Müşriklerin, müslümanlara uyguladıkları üç senelik ablukanın bitmesinden sonra, Necrân’dan bir grup, Resûlullah efendimize geldi. Bunlar yirmi kadar olup, Habeşistan’a hicret eden Eshâb-ı kiramdan İslâmiyet’i işitmişler; İslâmiyet’i öğrenmek ve Peygamber efendimizi görmek saadetine kavuşmak için Mekke’ye gelmişlerdi. Kâbe-i muazzamanın yanında Resûlullah efendimizle görüştüler. Pek çok suâller sorarak, arzu ettiklerinden daha güzel ve pek mükemmel cevâblar aldılar. Kureyşli müşrikler etraftan onları seyrediyordu. Alemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz, onlara Kur’ân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeler okudu. Bundan pek fazla etkilendiler ve gözyaşlarını tutamayarak ağladılar. Sonra da Efendimizin daveti üzerine büyük bir sevinç ve memnuniyetle Kelime-i şehâdet getirip müslümân olmakla şereflendiler.
Hazret-i Hadîce validemiz, dert ve üzüntülerle geçen üç senelik muhasaradan sonra, hicretten üç sene önce, Ramazan ayının başında, 65 yaşında vefat etti. Fahr-i kâinat sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, hazret-i Hadîce validemizi kendi mübarek elleriyle defn eylediler. Onun ayrılığından, çok hüzünlendiler. Aynı sene içinde hazret-i Hadîce validemizin ve amcası Ebû Tâlib’in vefatı, Peygamber efendimizi üzüntüye boğmuştu. Bundan dolayı bu seneye Senet-ül-hüzn yani hüzün senesi denildi.
Müşrikler, sevgili Peygamberimizden pek çok mucizeler gördükleri hâlde, inâdlarından îmân etmiyorlar, üstelik müslüman olan çocuklarına, kardeşlerine, akraba ve arkadaşlarına eziyet ve zulümden geri kalmıyorlardı. Onların gittikçe şiddetlenen bu zulüm ve işkencelerine, sevgili Peygamberimiz çok üzüldüler. Mekke yakınlarında bulunan Taife giderek, halkını İslâm’a davet etmeyi düşündüler. Bu sebeple, yanlarına Zeyd bin Hârise’yi alarak Taife vardılar. Şehrin ileri gelenlerinden Amr’ın oğulları; Abd-i Yâlîl, Habîb ve Mes’ûd ile görüştüler. Onlara İslâm’ı anlatıp, Allahü teâlâya îmân etmelerini istediler. Onlar îmân etmedikleri gibi, hakarette bulundular. Ayrıca alay ettiler, işkence yaptılar ve yuhaladılar. Çocukları ve gençleri, geçeceği yol kenarlarına dizerek taşa tuttular ve üzerine saldırttılar. Tâifli gençlerin attığı taşlara hazret-i Zeyd, vücûdunu siper ederek Peygamberimize bir zarar gelmesini önlemeye çalışıyordu. Zeyd hazretleri, sevgili Peygamberimizin etrafında dört dönüyor, taşların O’na değmemesi için çırpınıyordu. O’nun mübarek vücûduna bir zarar gelmesin diye kendisine gelen taşlara aldırmıyordu. Bu hâdiseden sonra Mekke’ye döndüler. İnsanları hak yola davet etmeye devam ettiler. Bu durum karşısında, müşrikler eskisinden daha çok işkence ve zulüm yapmaya başladılar. Bunun üzerine cenâb-ı Hak, Peygamber efendimize, ziyaret mevsiminde Kabe’ye gelen Arab kabîleleriyle görüşüp, onları İslâm’a davet etmesini emreyledi. Sevgili Peygamberimiz, bu emir üzerine, Mekke civarında kurulan Zülmecâz, Ukâz ve Mecenne panayırlarına giderek, kabîleleri, Allahü teâlânın birliğine ve O’na ibâdete davet eder, kendisinin peygamber olduğunu kabul etmelerini söylerdi. Kabul ettikleri takdirde, cenâb-ı Hakk’ın, onlara Cennet’i vereceğini bildirirdi. Peygamber efendimizin, yalvarırcasına yaptığı bu davetlere, ne yazık ki, hiç birisi kulak asmaz, bâzıları kaba davranıp hakarette bulunur, bâzıları da suratını asardı. Kureyş müşrikleri de O’nu tâkib ederek kabîleleri ifsâd ederlerdi.
Resûl aleyhisselâm, Arab kabilelerinin kondukları yere varır; “Ey filân oğulları! Taptığınız şu putları atarak, Allahü teâlâya hiç bir ortak koşmadan ibâdet etmenizi, bana inanıp beni tasdik etmenizi, Hak teâlâ tarafından gönderilmiş olduğum vazifeyi açıklayıp yerine getirinceye kadar beni korumanızı size emreden Allahü teâlânın Resûlüyüm!..” buyururdu. Peşi sıra giden şaşı gözlü, saçı örgülü bir adam da; “Ey filânoğulları! Bu sizi, putlarımız lât ve uzzâ’ya tapmaktan men edip, kendisinin uydurduğu bir dîne davet ediyor!.. Sakın O’nu dinlemeyiniz ve itaat etmeyiniz!..” diyordu. Bu, amcası Ebû Leheb idi.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bu şekilde gördüğü her kabîleye, İslâm’ı anlattı. Kendisini himaye edip, insanlara İslâm’ı tebliğ etmesinde yardımcı olmalarını istedi. Fakat hiç kimse müslüman olmadığı gibi yardıma da yanaşmadı. Ayrıca hakaret, zulüm, işkence ve alay edip, yalanladılar. Âlemlerin efendisi çok yorgun, aç, susuz, üzüntülü ve pek hüzünlü idi. Gündüzleri böyle geçiyor, gece geç vakitlere kadar bu hâl devam ediyordu. Mekkeli müşrikler, devamlı peşlerinde geziyor, Kabe’yi ziyarete gelen insanların müslüman olmasını engelliyorlardı. Artık Resûlullah efendimiz İçin gidilecek bir yer yoktu. Her taraf düşman idi. O gece doğruca amcası Ebû Tâlib’in kızı Ümm-i Hânî’nin, Ebû Tâlib mahallesindeki evine geldi. Ümm-i Hânî, o zaman îmân etmemişti. “Kimdir o!” deyince, Resûlullah efendimiz; “Amcan oğlu Muhammed’im. Kabul edersen, misafir geldim” buyurdu.
Ümm-i Hânî; “Senin gibi doğru sözlü, emîn, asîl, şerefli misafire can feda olsun. Yalnız, teşrifinizi önceden bildirseydiniz, bir şeyler hazırlardım. Şimdi yedirecek bir şeyim yok” dedi.
Resûlullah efendimiz; “Yiyecek, içecek istemem. Hiç biri gözümde yok. Rabbime ibâdet etmek, yalvarmak için bir yer bana yetişir” buyurdu.
Ümm-i Hânî, sevgili Peygamberimizi içeri alıp; bir hasır, leğen ve ibrik verdi. Gelen misafire ikram etmek, onu düşmandan korumak, Arablar için en şerefli vazife sayılırdı. Bir evdeki misafire zarar gelmesi, ev sahibi için büyük yüz karası olurdu. Ümm-i Hânî; “Bunun Mekke’de düşmanları çok. Hattâ öldürmek isteyenler var. Şerefimi korumak için, sabaha kadar O’nu gözeteyim” diye düşündü. Babasının kılıcını alıp, evin etrafında dolaşmağa başladı.
Resûlullah, o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmağa, af dilemeğe, kulların îmâna gelip, saadete kavuşmaları için duaya başladı. Çok yorgun, aç ve üzüntülü idi. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi.
O anda Allahü teâlâ Cebrail aleyhisselâma; “Sevgili Peygamberimi çok üzdüm. Mübarek bedenini, nâzik kalbini çok incittim. Bu hâlde, yine bana yalvarıyor. Benden başka hiç bir şey düşünmüyor. Git, Habîbimi getir! Cennet’imi, Cehennem’imi göster. O’na ve O’nu sevenlere hazırladığım nimetleri görsün. O’na inanmayanlara, sözleri, yazıları ve hareketleri ile O’nu incitenlere hazırladığım azâbları görsün. O’nu ben tesellî edecek ve kalbinin yaralarını ben saracağım” buyurdu.
Cebrail aleyhisselâm, Resûlullah’ın yanına gelip önce Kabe’ye sonra da bir anda Mescid-i Aksâ’ya, oradan yedi kat göklere çıktılar. Cennet’i, Cehennem’i gördüler. Peygamberimiz, yolculuğa tek başına devam ederek zamansız, mekansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı gördü. Gözsüz, kulaksız, vasıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Pek çok nimetlere kavuşmuş olarak Kudüs’e, sonra da Mekke’ye geldi (Bkz. mîrâc).
Hicretten bir yıl önce, Receb ayının 27’sinde Cum’a gecesi vuku bulan bu mucizeye mîrâc denir. Resûlullah, mîrâca, ruh ve bedeni ile uyanık bir hâlde çıktı. Mîrâc gecesinde O’na nice ilâhî hakikatler gösterildi ve beş vakit namaz bu gecede farz kılındı. Ayrıca Bekara sûresinin son iki âyet-i kerîmesi ihsan edildi. Mîrâc Kur’ân-ı kerîmde, İsrâ ve Necm sûreleri ile bâzı hadîs-i şerîflerde bildirilmektedir.
Peygamberliğinin on birinci senesi idi. Panayırda, Kabe’yi ziyaret için gelen Medine halkından bir toplulukla karşılaştı. Onlara; “Sizler kimlersiniz?” diye sorunca, Medîneli ve Hazrec kabilesinden olduklarını söylediler. Peygamberimiz, Hazredi bu altı kişi ile bir müddet oturup, onlara İbrahim sûresinin 35-52. âyet-i kerîmelerini okudu ve İslâmiyet’i anlattı. Bu dîne girmeleri için davette bulundu. Kabilesinin büyüklerinden ve Medine’de yaşayan yahûdîlerden, yakında bir peygamberin geleceğini duyan bu insanlar, Resûlullah’ın huzurunda Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldular.
Bu altı kişi gerçekten inanmış, Allahü teâlânın Peygamberimize tebliğ ettiklerini kabul ve tasdik etmişlerdi. Yurtlarına dönmek için, Peygamberimizden izin alıp ayrıldılar.
Bunlar Medine’ye kavimlerinin yanına dönünce, hemen İslâmiyet’ten ve Peygamberimizden anlatmaya; halkı, İslâm dînine girmeleri için, davete başladılar. Bunda o kadar ileri gittiler ki; Medine’de, içinde Peygamberimizin ve islâmiyet’in konuşulmadığı bir ev kalmadı. Böylece islâmiyet, Hazrec kabilesi arasında yayıldığı gibi, Evs kabilesinden bâzı kimseler de müslüman oldular.
Resûlullah efendimize, peygamberlik vazifesi tebliğ edileli 13 sene olmuştu. Mekkeli müşriklerin, müslümanlara zulmü son haddine varmış ve dayanılmaz bir hâl almıştı. Medine’de ise, Es’ad bin Zürâre ile Mus’ab bin Umeyr’in (radıyallahü anhümâ) hizmetleri sayesinde, Evs ve Hazrecliler, müslümanlara kucak açacak, onları bağırlarına basıp uğrunda her fedâkârlığı yapacak aşk ve şevkin içindeydiler. Resûlullah efendimizin de bir an önce Medine’ye teşriflerini arzuluyorlar; O’nun uğrunda mallarını ve canlarını esirgemeyeceklerine dâir söz veriyorlardı. Hac mevsimi gelmişti. Mus’ab bin Umeyr ile beraber, Medîneli 73 erkek ve 2 kadın müslüman, Mekke’ye geldiler. Hacdan sonra, hepsi Akabe’de tekrar” peygamberimiz ile buluştular. Es’ad bin Zürâre ve 12 temsilci, kabileleri adına Peygamberimizin Medine’ye hicret etmelerini rica ve teklif ettiler. Resûlullah efendimiz, Kur’ân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeleri okuduktan sonra, kendi canlarını, çoluk ve çocuklarını nasıl koruyup gözetirlerse, O’nu da öyle koruyacaklarını te’min etmek üzere onlardan kesin söz aldı (Bkz. Akabe bî’atları).
Son Akabe bî’atıyla Medine; müslümanlara, huzur bulacakları ve sığınacakları bir yer olmuştu. İkinci Akabe bî’atını duyan Mekkeli müşriklerin tutumları, çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hâl almıştı. Müslümanlar için Mekke’de kalmak tahammül edilemeyecek derecede idi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve selleme durumlarını arz ederek, hicret için müsâde istediler. Bir gün, sevgili Peygamberimiz, sevinçli bir hâlde Eshâb-ı kiramın (radıyallahü anhüm) yanına gelip; “Sizin hicret edeceğiniz yer bana bildirildi. Orası Yesrib (Medîne)dir. Oraya hicret ediniz” ve; “Orada müslüman kardeşlerinizle birleşiniz. Allahü teâlâ onları size kardeş yaptı. Yesrib’i (Medine’yi) size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı” buyurdu. Resûlullah efendimizin izni ve tavsiyesi üzerine müslümanlar, Medine’ye birbiri ardınca bölük bölük hicret etmeye başladılar.
Bu arada hazret-i Ebû Bekr de hicret için izin istedi. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi vesellem efendimiz; “Sabr eyle. Ümidim odur ki Allahü teâlâ bana da izin verir. Beraber hicret ederiz” buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr; “Anam-babam sana feda olsun! Böyle ihtimâl var mıdır?” diye sorunca, Peygamberimiz; “Evet vardır” buyurarak onu sevindirdiler.
Resûlullah’ın da hicret edip müslümanların başına geçeceği ihtimâliyle, Mekkeli müşrikler telâşa kapılmışlardı. Mühim işleri görüşmek için bir araya geldikleri Dâr-ün-Nedve’de toplandılar. Kureyş’in reîsi olan Ebû Cehl; “Her kabileden kuvvetli bir kimse seçelim. Ellerinde kılıçları ile Muhammed’in üzerine saldırsınlar. Kılıç vurup kanını döksünler. Kimin öldürdüğü belli olmasın. O zaman mecburen diyete razı olurlar. Böylece, diyetini verir, sıkıntıdan kurtuluruz” dedi. Necdli bir ihtiyar kılığında toplantıya iştirak eden şeytan da, bu fikri beğendi; hararetle teşvik ve tavsiye etti.
Müşrikler bu hazırlık içindeyken Allahü teâlâ, Resûlüne hicret emri verdi. Peygamber efendimiz de hazret-i Ebû Bekr’le Medîne’ye hicret etti (Bkz. Hicret).
Medîneli müslümanlar ve Muhacirler, Efendimizin hicretine pek ziyâde sevindiler.
Sevgili Peygamberimizin, bî’setin on üçüncü yılı, mîlâdî 622 senesinde Rebî’ul-evvel ayının on ikinci günü Medîne’ye hicreti ile on sene sürecek olan Medîne devri başladı.
Peygamber efendimiz, Medine’de, devesinin çöktüğü yere en yakın akrabası olan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin evini teşrîf edince, alt katta oturmayı tercîh ettiler ve buraya yerleştiler. Böylece Kâinatın efendisini ağırlama ve evinde bulundurma şerefi bu mübarek zâta nasîb oldu.
Peygamber efendimiz, Medîne-i münevverede daha sıkı bir bağlılığın te’sisi için, hicret eden Muhacirleri ve onları evlerinde barındıran Ensârı birbirlerine kardeş yaptılar. Hazret-i Ali en sona kalınca, unutuldum sanarak; “Yâ Resûlallah! Beni unuttunuz mu?” diye sordu. O zaman Âlemlerin efendisi; “Sen, dünyâda ve âhırette benim kardeşimsin” buyurdu. Bu kardeşlik maddî ve manevî yardımlaşma esâsına dayanıyordu. Böylece yurtlarından, yuvalarından ve akrabalarından ayrı kalmanın mahzunluğu bir mikdâr da olsa giderilmiş olacaktı. Zâten Medîneli müslümanlar (radıyallahü anhüm), Allahü teâlânın dînini yaşayabilmek ve yayabilmek için memleketlerini terk eden Muhacir kardeşlerine kucaklarını açmışlar, evlerine buyur etmişler, onlara her türlü yşrdımı yapmak için canla başla çalışmışlardı. Bu kardeşlik te’sisi ile birbirlerine daha candan sarıldılar. Resûlullah efendimiz, her Muhaciri, mizacına uygun bir Ensâr ile kardeş yapmıştı, öyle ki bu kardeşlik, babalarından kalan malı paylaşacak seviyede idi.
Her Medîneli; arazisini, bağını, bahçesini, evini, mallarını... nesi varsa, ikiye ayırıyor, böylece yarısını muhacir kardeşine seve seve veriyordu.
Ensâr ve Muhacirin, bu yeni İslâm merkezinde el ele, gönül gönüle vererek; İslâm dîninin kuvvetlenmesi için her fedâkârlığa katlanmak ve sonunda şehâdet mertebesine kavuşmak üzere söz verdiler. Bu şekilde, Resûlullah’ın etrafında toplanıp, İslâm dîninin esâslarına uyarak, yeni bir nizâm ve mes’ûd hayât kuruyorlardı. Artık İslâmiyet, hicret hâdisesi ile; “Devlet” olma yolunda ilk adımını atmıştı. Medîne-i münevvere ise İslâm dîninin beşiği ve merkezi hâline geliyordu.
Medîne’de; Eshâb-ı kiramdan başka hıristiyanlar, yahûdîler ve puta tapan müşrikler de vardı. Yahûdîler; Benî Kaynuka, Benî Kureyzâ ve Benî Nadr olmak üzere üç kabîle olup, İslâm’a ve bilhassa sevgili Peygamberimizeziyâdesiyledüşman idiler.
Mekkeli müşrikler, Medîneli müşriklere ve yahûdîlere; “Eğer bizim adamımızı şehrinizden çıkarmaz veya öldürmezseniz, üzerinize yürür, sizleri öldürür, kadınlarınızı hizmetimize alırız!...” diyerek tehditlerde bulundular.
Bunun üzerine Medîneli müşrikler, Abdullah bin Übey münafığının etrafında toplanıp, fırsatını buldukları an Resûlullah efendimize zarar yapmak üzere karâr aldılar.
Müslümanlar bu durumu öğrenince; sevgili Peygamberimizi korumak için ellerinden gelen bütün gayreti gösterip, O’nun etrafında kenetlendiler.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Medine’ye teşrif ettiklerinde ilk iş olarak Eshâbını yetiştirecek, cemaatla namaz kılacak bir mescidin yapılmasını arzu ediyorlardı. Bu sırada Cebrail aleyhisselâm gelip; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana, kendisi için taştan ve kerpiçten bir beyt (mescit) yapmanı emrediyor” dedi. Habîb-i ekrem efendimiz, hemen devesi Kusvâ’nın Medîne’ye geldiklerinde çöktüğü yeri sahiplerinden satın alıp mescid yaptılar.
Mescid-i Nebî inşâ edildikten sonra, namaz vakitlerinde, vaktin girdiğini bildirip, müslümanları camiye davet etmek için ezan okundu.
Peygamber efendimiz, Mescid-i Nebî’nin kuzey duvarına hurma dallarıyla bir gölgelik yaptırdı. Burada Mekke’den hicret eden, malı-mülkü bulunmayan bekâr sahâbîlerin yatıp kalkmalarını emir buyurdu. Sayıları on ile dört yüz arasında değişen bu sahâbîler, Resûlullah efendimizin yanlarından hiç ayrılmaz ve sohbetlerinden asla geri kalmazlardı. Gecegündüz Kur’ân-ı kerîm okurlar, ilim öğrenirler, hadîs-i şerîfleri hıfz ederlerdi. Günlerinin çoğunu oruç tutarak geçirirler; ibâdet ve tâattan bir an ayrılmazlardı. Bunlara Eshâb-ı suffe denirdi (Bkz. Eshâb-ı suffe).
Gün geçtikçe islâm’ın nuru yayılmaya,” Resûlullah efendimizin mübarek ismi işitilip kalblerde yer tutmaya başladı. O’nun geleceğini kitaplarda okuyup hasretle bekleyen ilim ehli kimseler, arayış içinde ve heyecanla Medîne’ye koşarak îmânla şerefleniyorlardı.
Resûlullah efendimizin hicretinden önce, Medîne’deki Hazrec kabilesinin reîsi Abdullah bin Übey, Medîne’ye hükümdar seçilecekti. Akabe bî’atları, daha sonra da hicret hadisesiyle Evs ve Hazrec kabilelerinin çoğu müslüman olunca, Abdullah bin Übey’in hükümdarlığı gerçekleşmedi. Bu sebeble Abdullah bin Übey, başta Peygamber efendimize ve muhacir olan Eshâb-ı kirama, sonra Medîneli sahabeye diş biliyor, fakat bunu açıkça gösteremiyordu. Kendisi gibi bir kaç kimse ile, münafıklar zümresini teşekkül ettirdi. Bunlar, müslümanların yanında İslâm dînine girdiklerini söylüyor, fakat arkalarından alay ediyorlardı: Gizliden gizliye nifak tohumları ekmeye ve fitne çıkarmaya başladılar. Bunda öyle ileri gittiler ki, Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin mübarek sözlerini tersine nakletmeye ve değiştirmeye kalkıştılar.
Düşmanlıklarını içinde saklıyan yahûdîler, Peygamber efendimize gruplar hâlinde geldiler. Kendilerince çok zor sorular sordular. Aldıkları cevaplardan, O’nun hak peygamber olduğunu anladıkları hâlde; inâd ve kıskançlıklarından îmân etmediler.
Mekkeli müşrikler; Medine’deki müşrikleri, münafıkları, yahûdîleri ve Medine’nin çevresindeki kabileleri durmadan tahrik ve tehdide devam ediyorlardı. Bir an önce İslâm’ın nurunu söndürmeye çalışıyorlar, sevgili Peygamberimizin mübarek vücûdunu ortadan kaldırmanın yollarını arıyorlardı.
Münafıkların ve müşriklerin bu şekilde hareketlerine karşı, Resûlullah efendimiz hep sulh yoluna gidiyordu. Eshâb-ı kiramdan (radıyallahü anhüm) bâzıları, artık düşmana karşı çıkmanın lâzım geldiğine inanıyor ve; “Yâ Rabbî! Bizim için, senin yolunda şu müşriklerle mücâdele etmekten daha kıymetli bir şey yoktur. Bu Kureyşli müşrikler ki, Habîbinin peygamberliğini yalanladılar ve Mekke’den çıkmaya mecbur ettiler. Allah’ım! Her hâlde onlarla harp etmemize müsâade edersin!...” diye dua ediyorlardı. Resûlullah efendimiz ise, bu yolda Allahü teâlânın emrini bekliyordu. Artık zamanı gelmişti. Cebrail aleyhisselâmın getirdiği vahyde meâlen buyuruluyordu ki: “Size karşı harb açanlarla, siz de Allahü teâlânın yolunda çarpışın.” (Bekara sûresi: 190)
Bu ilâhî emir üzerine Fahr-i kâinat sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Medine’nin asayişini korumak, düşmanların durumunu kontrol etmek için seriyyeler yâni küçük askerî birlikler tertipledi.
Yapılan seriyyelerde, Eshâb-ı kiramın (radıyallahü anhüm) başarılı olması, kâfirleri korkutmaya başladı. Artık kervanları kafileler hâlinde ve yanlarında askerlerle sefere çıkıyordu. Hicretin ikinci yılında, Mekkeli müşrikler her aileden sermâye alıp, bin develik bir kervanı Şam’a gönderdiler. Başlarında Mekke’nin ileri gelenlerinden Ebû Süfyân vardı ve henüz müslüman olmamıştı. Kervanı korumak için kırk kadar da muhafız vazîfelendirilmişti. Mallar satıldıktan sonra, kazancın tamamıyla silâh alacaklar ve bunları, müslümanlarla yapılacak savaşta kullanacaklardı. Ebû Süfyân, Şam’da malları satıp, kazancın tamâmına silâh satın aldı. Peygamber efendimiz kervandaki silâhların müşriklerin eline geçmesine mâni olmak için üç yüz on üç Eshâbı ile müşriklerin üzerine yürüdü. Mekke’den gelenlerle birlikte sayıları bin civarına ulaşan müşriklere Bedr’de galip geldi. Ebû Cehl öldürüldü (Bkz. Bedr Gazası).
Müşriklerin Bedr’de hezimete uğrayıp, perişan bir vaziyette harp meydanından kaçmaları, Mekke’de büyük bir şaşkınlık meydana getirdi. Hiç beklemedikleri, hattâ hiç akıllarından geçmeyen bir netîce ortaya çıkmıştı.
Bedr zaferi, müslümanları büyük bir sevince garketti. Müşrikler ise, büyük bir üzüntü ve hüsrana düşmüşlerdi. Habeşistan meliki Necâşîde, Resûlullah efendimizin muzaffer olduğunu işitince, hemen ülkesindeki Eshâb-ı kiramın yanına gidip; “Allahü teâlâya hamdolsun ki, Resûlünü Bedr’de muzaffer kılıp, zafer ihsan eyledi” diyerek müjde verdi.
Mekkeli müşrikler, Bedr gazasında uğradıkları bozgundan ders almadıkları gibi, bunun acısını da bir türlü unutamıyorlardı. Kureyş, ileri gelenlerinden bir çoğunu bu savaşta kaybetmişti. Ayrıca, Şam ticâret yolunun, müslümanların kontrolüne geçmesi çileden çıkmalarına sebeb oluyordu. İntikam almak, müslümanları Medine’den çıkarmak, sevgili Peygamberimizi ortadan kaldırmak ve islâmiyet’i yok etmek gayesi ile müşrikler, civar kabileleri de dolaşarak asker topladılar.
Nihayet Mekke’de, 3000 kişilik büyük bir ordu hazırlandı, bunların 700’ü zırhlı, 200’ü atlı olup, 3000 de develeri vardı. Bu büyük güç ile Medine’ye yürüdüler. Bu haber Medine’ye ulaşınca, Peygamber efendimiz yedi yüz kişilik bir ordu ile müşrikleri Uhud’da karşıladı. Müthiş bir mücâdeleden sonra, müşrikler yetmiş ölü vererek Mekke’ye kaçtılar (Bkz. Uhud Gazası).
Hicretin beşinci senesinde, Mustalık oğullarının reîsi Haris bin Ebî Dırâr, Peygamber efendimizle çarpışmak için pek çok adam toplamıştı. Onları silâhlandırarak, Medine üzerine yürüyecekti. Bu haber, sevgili Peygamberimize ula şınca, hemen yedi yüz kişilik bir birlik ile Mustalıkoğullarına karşı sefere çıkıldı. Müreysi kuyusu başında yapılan gazada, zafer yine müslümanların oldu (Bkz. Benî Mustalık Gazası).
Hicretin beşinci yılı idi. Medîne-i münevvereden sürülen fitne ve fesat kaynağı yahûdî Nâdircğulları gruplara ayrılmış, bir kısmı Şam’a, bir kısmı da Hayber’e gitmişlerdi. Fakat, islâm’a ve Peygamber efendimize olan kin ve intikam duyguları kalblerini bürümüştü. Reisleri Huyey, kavminin ileri gelenlerinden yanına topladığı yirmi adamı ile Mekke’ye gitti. Ebû Süfyân ile görüşüp, sevgili Peygamberimizin mübarek vücûdunu ortadan kaldırmak üzere anlaşmaya vardılar. On bin kişilik büyük bir ordu ile Medine üzerine yürüdüler. Peygamber efendimiz Medine’nin etrafına hendek kazarak, düşmanı karşıladı. Bir aya yakın süren Hendek gazasında gâlib geldi (Bkz. Hendek Gazası).
Hendek gazasında galip gelen Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi vesellem efendimiz, Medîne-i münevvereye dönünce, hazret-i Âişe validemizin evine geldi. Silâhlarını vezırhmı çıkardı. Mübarek vücûdu tozlanmıştı. Yıkandı. O anda hazret-i Dıhye suretinde, üzerinde zırhı ve silâhları olduğu hâlde bir süvari geldi. Bu, Cebrail aleyhisselâmdı. Peygamber efendimiz yanına vardığında; “Ey Allahü teâlânın Resûlü! Cenâb-ı Hak, Kureyzâoğullarının üzerine hemen yürümeni emrediyor!” diyerek emri tebliğ etti.
Habîb-i ekrem efendimiz, Eshâbının arasına varıp emri bildirdiler. Kureyzâ yahûdîlerinin bulunduğu kaleyi kuşattılar. Bir ay süren muhasara neticesinde yahûdîler teslim oldular ve Medine’den temizlendiler (Bkz. Benî Kureyzâ).
Hicretin altıncı senesinin Zilkade ayı idi. Bir gece Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz rüyasında, Eshâb-ı kiram ile Mekke-i mükerremeye gidip Kâbe-i muazzamayı tavaf ettiklerini, bir kısmının saçlarını kısalttıklarını, bir kısmının da kazıttıklarını gördü. Resûlullah efendimiz, bu rüyasını Esbabına anlattığında, çok heyecanlandılar. Hicretten bu yana, doğup büyüdükleri, acı tatlı hâtıralarla dolu, o güzel yurtlarına, Mekke’ye gide çeklerdi. Beş vakit namazda yönlerini döndükleri ve hasretini çektikleri mukaddes Kabe’yi ziyaret edip tavafta bulunacaklardı. Bu ne güzel bir müjde idi... Eshâb-ı kiram, sevgili Peygamberimizin; “Siz, muhakkak Mescid-i Harâm’a gireceksiniz?” müjdesini alır almaz, hemen hazırlıklara başladılar.
Habîb-i ekrem efendimiz, hazırlıklarını bitirdikten sonra, Umreye niyet ederek, Mukaddes belde Mekke’ye doğru yürüdüler. Bunu haber alan Mekkeli müşrikler, bir ordu kurdular. Peygamber efendimizi Mekke’ye sokmamak üzere karar alıp Resûlullah efendimize bildirdiler. Uzun görüşmelerden sonra anlaşma yapıldı (Bkz. Hudeybiye sulhnâmesi.)
Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellem daha sonra çevredeki hükümdarlara elçiler gönderip, İslâm’a davet etmeyi düşündüler. Dıhye-i Kelbî’yi (radıyallahü anh), Rum beldesine; Amr bin Ümeyye’yi (radıyallahü anh), Yencıâme’ye; Şücâ’ bin Vehb’i (radıyallahü anh), Gassân’a; Abdullah bin Huzâfe’yi (r. anh) İran hükümdarına gönderdiler. Bu elçiler, Eshâb-ı kiramın en seçkinleri olup yüz ve söz güzelliğinde en ileri gelenleriydiler. Her bir hükümdara, ayrı ayrı İslâm’a davet mektupları yazıldı. Sevgili Peygamberimiz mektupların altını, gümüş yüzüğünün kaşında üç satır hâlinde “Allahü teâlânın Resûlü Muhammed aleyhisselâm” yazılı mührü ise mühürledi. Hükümdarlara gönderilecek elçiler, sabah, Peygamber efendimizin bir mucizesi olarak, gidecekleri devletin lisânını öğrenmiş olarak kalktılar. (Bkz. Dıhye-i Kelbî, Hatîb bin Ebî Belteâ.)
Bu elçiler vazifelendirildikten ülkelere gidip, hükümdarlara Peygamber efendimizin mektubunu takdim ettiler. Onları islâm’a davet ettiler. Böylece, altı İslâm elçisi vazifelerini yapmış, zamanın büyük devletlerine İslâmiyet’in varlığını duyurmuşlardı. Onlara hakîkî saadeti haber vermişler, kıyamet gününde; “Biz duymamıştık” sözlerine yer bırakmamışlardı. Habeş hükümdarı Eshame (radıyallahü anh) müslüman olup, Eshâb-ı kiramı görmekle ve Peygamber efendimizin mübarek duasına kavuşmakla şereflenmişti. Rum İmparatoru Herakliüs ve Mısır Sultânı Mukavkıs, müslüman olmamışlar, fakat gelen mektuplara çok hürmet edip yumuşak cevaplar vermişler, elçilere iyi davranmışlar ve Resûlullah efendimize hediyeler göndermişlerdi. Gassân ve İran hükümdarları elçilere iyi davranmamışlar, düşmanlıklarını açıkça belirtmişlerdi. Yemâme hükümdarı ise, İslâm elçisine mülayim davranmıştı.
Resûlullah efendimize suikast tertiblemeleri sebebiyle yurtlarından çıkan yahûdîler, Medine’den sürülünce, Arabistan’ın kuzey taraflarına gitmişlerdi. Bunlardan bir kısmı, Hayber’de kalıp yerleştiler. Bir kısmı da Şam’a gittiler. Fakat müslümanlara karşı içlerindeki kin, hırs ve intikam duygulan hiç bir zaman sönmedi. Hattâ günden güne şiddetlendi. Bir an önce Kâinatın sultânı olan Allahü teâlânın Habîbinin hayâtına son vermek için, çevredeki yahûdî kabîlelerini ve Gatafanlıları yardıma çağırdılar. Sâdece Gatafanlılardan çok sayıda seçme savaşçı gelip, Hayber’de hazırlıklara başladı.
Onlar bu hazırlıkları yaparken, Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, yahûdîlerin durumlarından haberdâr oldu. Hicretin yedinci yılında Medîne’de yerine vekil olarak, Gıfâr kabîlesinden Sibâ’ hazretlerini bıraktılar ve bin altı yüz eshâbıyla Hayber’e hareket ettiler. Hazret-i Ali’nin büyük kahramanlıklar gösterdiği bu savaşta Hayber fethedildi (Bkz. Hayber Gazası).
Bu fetihden sonra, küçüklü-büyüklü pek çok kabîle, müslüman olmak için Medîne-i münevvereye gelip. Eshâb-ı kiramdan olmakla şereflendiler. Hattâ Gatafanlılar bile... Yola gelmeyen bâzı kabîleler ise kuvvet gönderilerek itaat altına alındılar.
Hudeybiye sulhu üzerinden bir sene geçmişti. Kurban bayramına bir ay kala, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Eshâb-ı kirâmına, umre için hazırlık yapmalarını emrettiler. Umre için Hudeybiye’ye gidip Bî’at-ür Rıdvan’a katılanlardan vefat edenler hâriç, hazır bulunacaklardı. Bu emir üzerine, iki bin sahâbî hazırlıklarını tamamladılar. Kurban edilmek üzere yetmiş deve alındı. Mekke’ye varılarak Hudeybiye sulhünde belirtildiği şekilde umre yapıldı.
Sevgili Peygamberimize, Ebtah’da deriden bir çadır kurulmuştu. Sahâbîler de etrafındaki çadırlarda üç gün ikâmet ettiler. Namaz vakitlerinde Beytullah’da toplanıyor, cemâatle namazlarını kılıyorlardı. Diğer vakitlerde akrabalarını ziyaret ediyorlar, İslâm’ın kendilerine bahşettiği güzel ahlâk ile onlara örnek oluyorlardı. Onlar da, Eshâbm bu güzel hâlleri karşısında adetâ eriyorlar, hayranlıklarını gizliyemiyorlardı. Bu üç gün zarfında, Mekke sanki içten fethedilmişti.
Hicretin sekizinci yılında âlemlere rahmet olan Server-i kâinat aleyhi efdal-üs-salevât efendimiz, İslâmiyet’in yayılması için yine çeşitli kabilelere, devletlere elçiler gönderdiler. Bunların bâzılarından müsbet neticeler gelmiş, fakat Busrâ valisine gönderilen Haris bin Ümeyr hazretleri, Şam’ın Belkâ nahiyesinin Mûte köyünde hıristiyan askerleri tarafından tutuklanmıştı. Şam valisi Şürahbil bin Amr’ın yanına götürülen hazret-i Haris, elçi olduğu hâlde, katledilip şehîd edilmişti.
Bu habere sevgili Peygamberimiz çok üzülmüşler ve derhal kahraman Eshâbının toplanmasını emir buyurmuşlardı. Bu emri alan Sahâbîler, çocuklarıyla helâlleşip acele Cürf ordugâhında toplandılar. Şanlı Sahâbîler, Mûte isimli köye geldiklerinde, yüz bin kişilik Rum ordusuyla karşılaştılar. Yapılan çarpışmada Rum ordusu hezîmete uğradı. Mücâhidlerden sâdece on beş kişi şehîd olmuştu (Bkz. Mûte Gazası).
Hicretin sekizinci senesi idi. Hudeybiye sulhnâmesinin bir maddesi de: “Her iki tarafın dışında kalan Arab kabileleri, istedikleri tarafın himayesine girebilecekler, müslümanlar veya müşriklerle birleşmekte serbest olacaklar” idi. Buna göre; Peygamber efendimizin müttefiki olan Huzâa kabilesi, müslümanlar; Benî Bekr kabîlesi de müşrikler tarafında yer almışlardı. Huzâa kabîlesi ile Benî Bekrler eskiden beri düşman olup, fırsat buldukça birbirlerine saldırırlardı. Hudeybiye sulhüne göre, onlar da bir müddet için saldırılarını durdurmuşlardı. Fakat, buna Benî Bekrler iki sene uyabilmişlerdi. Benî Bekrler ile Mekkeli müşrikler birleşip Huzâa kabilesinden yirmi kişiyi öldürerek Hudeybiye sulhnâmesini bozdular. Bunun üzerine Peygamber efendimiz on iki bin kişilik bir ordu ile Mekke üzerine yürüdü. Neticede Resûlullah efendimiz Mekke’yi fethetti. Mekkelileri affetti. Bu büyük merhamet karşısında Mekkeliler hep birden müslüman oldular (Bkz. Mekke-i mükerreme).
Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Mekke’yi fethetmek niyetiyle Medine’den çıktıkları zaman, Mekke çevresinde oturan Hevâzin ve Sakîf ismindeki iki büyük kabile, müslümanlar bizim üzerimize yürüyecek zannı ile savaşmak için hazırlık yapmaya başladılar. “Bizim üzerimize yürümeden, biz onların üzerine yürüyelim de harbetmek nasıl olurmuş gösterelim!” dediler. Hevâzin reîsi. Mâlik bin Avf kumandasında, yirmi bin kişilik çok güçlü bir ordu ile harekete geçtiler. Askerlerinin cesaretini arttırmak ve zoru görünce kaçmamaları için bütün kıymetli mallarını, kadın ve çocuklarını da beraber götürüyorlardı.
Bu haber kısa zamanda Mekke’de duyuldu. Resûl-i ekrem efendimiz, derhal şanlı Eshâbını topladı. Mekke’ye yirmi yaşındaki Attab bin Esîd hazretlerini vali yaparak sür’atle yola çıktı. On iki bin kişilik ordusu ile müşrik Hevâzin bin Sakîf kabileleri üzerine yürüdü. Huneyn’de yapılan müthiş bir mücâdeleden sonra Peygamber efendimiz gâlib geldi. Altı bin esir ve pek çok ganîmet ele geçti (Bkz. Huneyn ve Tâif Gazası).
Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Mekke’den Medine’ye dönünce, çeşitli devletlere elçiler gönderip onları İslâm’a davet eyledi. Umman, Bahreyn hükümdarları teb’asıyla müslüman olmakla şereflendiler. Ayrıca bir çok kabilelerden hey’etler gelerek, Alemlerin efendisine tâbi olduklarını bildirdiler ve saadete kavuştular.
Artık İslâmiyet büyük bir hızla yayılıyordu. Çevre kabilelere, devletlere dînin esaslarını öğretmek üzere muallimler, onları idare etmek için valiler gönderiliyordu. Hicretin dokuzuncu senesinde Medîne, müslüman olan hey’etlerin akınına uğradı.
İslâmiyet’in Arab yarımadasında hızla yayıldığı bu dokuzuncu senede “İslâm Devleti”ni kıskanan ve büyümesini engellemek isteyen Bizans İmparatoru Herakliüs’e, hıristiyan Arablar; “Şu peygamberlik dâvası ile ortaya çıkan kişi vefat etti. Müslümanlar şimdi kıtlık ve yokluk içindeler. Eğer, onları dînine çevirmek istiyorsan, şimdi tam sırasıdır!” diye mektup yazdılar. Bu mektup üzerine Herakliüs, Kubâd kumandasında kırk bin kişilik bir orduyu, müslümanlarla savaşmak için yola çıkardı.
Bu durumu haber alan Fahr-i kâinat efendimiz, Eshâbını toplayarak harbe hazırlanmalarını emir buyurdu. Hazırlıklarını bitiren Resûlullah efendimiz, Seniyyet-ül-Vedâ’dan Tebük’e hareket ettiler.
Tebük’e geldiklerinde, Bizanslılarla, Amile, Lahm ve Cüzam gibi hıristiyanlaştırılmış Arab kabilelerinden müteşekkil Rum ordularını karşılarında bulamadılar. Mûte’de üç bin mücâhide karşı, yüz bin kişilik Rum ordusu mağlûb olmuştu. Şimdi ise, karşılarında otuz bin m’ücâhid vardı ve komutanları Kâinatın efendisi idi. Rumlar, sevgili Peygamberimizin kahraman Eshâbını toplayıp geldiğini duyunca, her biri kaçacak yer aramışlardı.
Resûlullah efendimiz, Eshâbıyla istişare ederek Tebük’ten öte gitmediler. Bu sırada o bölgede oturan bâzı kabileler ve devletler, İslâm ordusunun geldiğini işitmişlerdi. Korkularından Peygamber efendimize birer hey’et gönderip, cizye vermek üzere emân dilediler. Peygamber efendimiz, merhamet buyurup, tekliflerini kabul eyledi ve her biriyle ayrı ayrı andlaşma yapılarak emniyette oldukları bildirildi.
Server-i kâinat aleyhi efdal-üs-salevât efendimiz, yirmi güne yakın düşmanı bekledi. Tebük’te Eshâb-ı kirâmıyla nice sohbetler edip, her zaman olduğu gibi şimdi de gönüllerini nur deryası ile yıkadı. Mübarek kalbinden fışkıran feyz ve bereketleri onların kalblerine akıttı.
Sevgili Peygamberimizin Tebük seferi dönüşünden iki ay sonra, münafıkların başı Abdullah bin Übeyy öldü. Bundan sonra münafıkların birlikleri bozulup dağıldılar.
Böylece sâdece münafıkların değil, Arabistan’da müşriklerin ve yahûdîlerin de başları ezilmiş, İslâm’a karşı durma, engelleme faaliyetleri söndürülmüş oldu.
İslâm’ın beş şartından biri olan hac da, hicretin dokuzuncu yılında farz kılındı. Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Allahü teâlânın bu emrini Eshâbına bildirdi. O sene hazret-i Ebû Bekr’i üç yüz kişilik bir kafileye hac emîri tâyin etti. Bu kafilede bulunan Eshâb-ı kiram, hazret-i Ebû Bekr’in emîrliğinde Mekke’ye gitti.
Hicretin onuncu senesinde Peygamber efendimiz, hac için hazırlanıp, Medine’deki müslümanlata da hazırlanmalarını emir buyurdu. Medîne dışında bulunanlara da haber gönderdi ve binlerce müslüman Medine’de toplandı. Hazırlıklar tamamlanınca, sevgili Peygamberimiz Zilkade ayının 25. günü 40 bin kişilik bir kafile ile öğle namazından sonra Medine’den harekeletti. Kesilmek üzere 100 kurbanlık deve götürdü. On gün süren yolculuktan sonra, Zilhicce’nin 4. günü Mekke’ye vardılar. Yemen’den ve diğer beldelerden hac yapmak üzere gelenlerin de katılmasıyla, müslümanların sayısı 124 bini aştı. Sevgili Peygamberimiz, Zilhicce’nin 8. (Terviye) günü Minâ’ya, 9. (Arefe) günü Arafata gittiler. Arafat vadisinin ortasında öğleden sonra, Kusvâ adındaki devesinin üstünde, Veda Hutbesi’ni okuyup Eshâb-ı kiram ile vedâlaştılar (Bkz. Veda Hutbesi).
Hicretin on birinci senesi idi. Cebrail aleyhisselâm, bu sene geldiğinde, sevgili Peygamberimize, Kur’ân-ı kerîmi iki defa baştan sona okudu. Hâlbuki önceki yıllarda, Kur’ân-ı kerîmi bir defa okumuştu. Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Cebrail aleyhisselâmın, en son tebliğ ettiği; “Allahü teâlânın yardımı ve zafer günü gelip, insanların, Allahü teâlânın dînine (İslâmiyet’e) akın akın girdiklerini görünce, Rabbini hamd ile teşbih et! O’ndan af dile! Çünkü O, tövbeleri dâima kabul eder” meâlindeki Nasr sûresini dinledikten sonra; “Yâ Cebrail! İçimden vefatımın yaklaştığını duyuyorum” buyurdu. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselâm, şu âyet-i kerîmeleri okudu, meâlen; “Âhıret, senin için dünyâdan daha hayırlıdır. Rabbin sana razı oldum deyinceye kadar her istediğini verecek.” (Duhâ sûresi: 4, 5).
Sevgili Peygamberimiz, o gün, Medîne’de bulunan bütün Eshâb-ı kirâmının, öğle namazında mescidde toplanmaları için haber gönderdi. Server-i âlem efendimiz, namazı kıldırdıktan sonra, bir hutbe îrâd ettiler. Bu öyle bir hutbe idi ki, dinleyen bütün kalbler ürpermiş, gözlerden yaşlar boşanmıştı. Daha sonra; “Ey insanlar! Sizin Peygamberiniz olarak beni nasıl buldunuz.” buyurunca, Eshâb-ı kiram; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ, sana bizim tarafımızdan bol bol hayırlar ihsan buyursun. Sen bizim için çok şefkatli bir baba, nasihatte bulunan şefkatli bir kardeş gibiydin. Allahü teâlânın sana lütfettiği peygamberlik vazifesini yerine getirdin. Vahyedilenleri bize ulaştırdın. Râbbinin yoluna, İslâm’a hikmet ile, güzel nasîhat ile davet ettin, çağırdın. Allahü teâlâ sana, en güzel ve en yüksek karşılıklar versin” dediler. Safer ayının son günleriydi. Peygamber efendimiz şiddetli bir sıtmaya yakalandılar. Gittikçe ateşi artıyor, hastalığı ağırlaşıyordu. Nihayet Rebî’ul-evvel ayının on ikinci Pazartesi günü Azrail aleyhisselâm, vazifesini yapmak üzere, hürmetine yaratıldığı Kâinat sultânının huzuruna yaklaştı. Sevgili Peygamberimiz, yanındaki su kabına mübarek iki elini batırıp, ıslak ellerini mübarek yüzüne sürdü ve; “La ilahe illallah! Ey Allah’ım! Refîk-i a’lâ!...” buyurdu. Azrail aleyhisselâm, Âlemlerin efendisinin mübarek ruhunu almaya başladı. Resûlullah efendimizin mübarek benzi bâzan kızarıyor, bâzan sararıyordu. Azrail aleyhisselâma; “Ümmetimin canını da böyle şiddetle ve zorla mı alırsın?” buyurunca, o; “Yâ Resûlallah; Hiç kimsenin canını böyle kolay almadım” cevâbını verdi. Son ânında bile ümmetini unutmayan sevgili Peygamberimiz; “Ey Azrail! Ümmetime edeceğin şiddeti bana eyle! Zira onlar zayıftır, dayanamazlar...” buyurdu. Sonra; “La ilahe illallah! Refîk-i a’lâ!” buyurdular ve mübarek ruhları alındı ve a’lâ-yı illiyyîne ulaştırıldı (sallallahü aleyhi ve sellem).
Peygamber efendimizin hanımları: Hazret-i Hadîce, Âişe, Ümm-i Habîbe, Hafsa, Cüveyriyye, Sevde binti Zem’a, Zeyneb binti Huzeyme, Ümmü Seleme, Zeyneb bint-i Cahş, Safiyye, Meymûne, Mâriye, Reyhâne’dir (radıyallahü anhünne).
Çocukları: Hazret-i Fâtıma, Zeyneb, Rukayye, Ümmü Gülsüm, Kasım, Abdullah, İbrahim’dir (radıyallahü anhüm).
Eshâbından; hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Süfyân Peygamber efendimizin kayınpederleri; hazret-i Osman ve hazret-i Ali de dâmâdları olmakla şereflenmişlerdir.
Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin görünüşünün anlatılmasına Hilye-i seâdet denir.
İslâm âlimleri, Muhammed aleyhisselâmın görünen bütün uzuvlarını, şeklini, sıfatlarını, güzel huylarını, bütün inceliklerine varıncaya kadar hayâtının tamâmını açık bir şekilde senet ve vezikaları ile yazmışlardır. Resûlullah efendimizin mübarek vücûdu bütün insanlardan daha güzel yaratılmıştır. Allahü teâlânın kulları arasında O’ndan daha fasîh ve daha tatlı sözlü kimse görülmemiştir. Mübarek sözleri gayet kolay anlaşılır, gönülleri alır ve ruhları cezbederdi. Güler yüzlü idi. Tebessüm ederek güler ve mübarek ön dişleri görünürdü. Gülünce, nuru duvarlar üzerine aks ederdi. Bütün vücûdunun kokusu, miskten güzel idi. Kırmızı ile karışık beyaz benizli olup, güzel, nurlu ve sevimli idi.
Güzel huyların hepsi, sevgili Peygamberimizde toplanmıştı. Güzel huyları vehbî yâni Allahü teâlâ tarafından verilmiş olup, kesbî yâni çalışarak, sonradan kazanılmış değildi. İnsanların en cömerdi idi. Bir şey istenip de yok dediği görülmemiştir. Mübarek gözleri uyur, kalb-i şerîfi uyumazdı. Aç yatıp tok kalkardı. Hiç esnemezdi. Mübarek vücûdu nûrânî olup, gölgesi yere düşmezdi.
Ebû Hureyre (radıyallahü anh); “Resûlullah’dan daha güzel kimse görmedim; sanki güneş bütün parlaklığı ile yüzünde parlıyordu. Güldüğü zaman, dişleri duvarlara aydınlık saçardı” buyurdu.
İmâm-ı Kurtubî hazretleri şöyle rivayet etmiştir: “Resûl-i ekrem efendimizin güzelliği büsbütün görülmemiştir. Eğer hakîkî güzelliği görünseydi, Eshâb-ı kiram O’na bakmaya takat getiremez ve hiç kimse bakmaya dayanamazdı.”
Yûsuf aleyhisselâm, zahirî; Resûlullah efendimiz de, bâtınî güzellikleriyle insanlara göründüler. Yûsuf aleyhisselâmın cemâli görülünce eller kesildi. Resûlullah efendimizin güzelliğini görselerdi kalblerini keserlerdi. O’nun kemâli ile zünnârlar kesildi, putlar kırıldı ve küfür bulutları dağıldı.
Resûlullah’ı sevmek, bütün müslümanlara farz-ı ayndır. O serverin sevgisi bir gönüle yerleşirse, islâmiyet’i yaşamak, îmânın ve İslâm’ın tadına, doyulmaz zevkine ermek, çok kolay olur. Bu sevgi, iki cihanın Efendisine tam uymaya sebeb olur. Bu sevgi ile, Allahü teâlânın, Habîbine ikram ettiği sonsuz ve anlatılması mümkün olmayan nîmetlere ve bereketlere kavuşmakla şereflenilirdi. Küçük-büyük her müslümanı, doğrudan doğruya Resûlullah’ın sevgisine götüren Ehl-i sünnet âlimleri ve kitapları, bu bereketlerin senetleridir.
Resûl aleyhisselâmın mübarek ismini anan veya duyan mü’minin, Resûlullah’ın şerefli meclisinde bulunuyormuş gibi, sükûnet, edeb, kalb ve bedenle tazim üzere bulunması vâcibdir.
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmm, Allahü teâlânın peygamberi olduğunu gösteren mucizeler, sayılamayacak kadar çoktur, Allahü teâlâ; “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” buyurdu. Bütün varlıklar, Allahü teâlânın varlığını, birliğini gösterdikleri gibi, Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğunu ve üstünlüğünü de göstermektedir. Ümmetinin evliyasında hâsıl olan kerametler, hep O’nun mucizeleridir. Çünkü, kerametler, O’natâbi olanlarda, O’nun izinde gidenlerde hâsıl olmaktadır. Hattâ, bütün peygamberler O’nun ümmetinden olmak istedikleri için, daha doğrusu, hepsi O’nun nurundan yaratıldıkları için, O’nların mucizeleri de Muhammed aleyhisselâmın mucizelerinden sayılır. Mucizelerinin en büyüğü Kur’ân-ı kerîmdir.
Binlerce mucizesi görüldü, bunu; dost-düşman herkes söyledi. Bu mucizelerin en kıymetlisi, edebli ve güzel huylu olması idi.
Resûlullah’ın ilmi, irfanı, Fehmi, îkânı, aklı, zekâsı, cömerdliği, tevazuu, şefkati, sabrı, gayreti, hamiyyeti, sadâkati, emâneti, şecaati, mehabeti, belagatı, fesahati, fetâneti, melâhati, verâı, iffeti, keremi, insafı, hayası, zühdü, takvası bütün peygamberlerden daha çoktu. Dostundan ve düşmanından gördüğü zararları, eziyetleri affederdi. Hiç birine karşılık vermezdi. Uhud gazasında kâfirler, yanağını kanatıp, mübarek dişlerini şehîd ettikleri zaman, bunu yapanlar için “Yâ Rabbî! Bunları affet! Cahilliklerine bağışla” buyurmuştur.
Kabrinde şimdi diridir. İbâdetle meşguldür. Vazifeli bir melek tarafından, ümmetinin salât ve selâmları kendisine bildirilmektedir.
Kıyamet gününde, altı yerde şefaat edecektir. Birincisi, Makâm-ı Mahmûd denilen şefaati ile, bütün insanları mahşerde beklemek azabından kurtaracaktır. İkincisi, şefaatle çok kimseyi Cennet’e sokacaktır. Üçüncüsü, azâb çekmesi lâzım olanları azâbdan kurtaracaktır. Dördüncüsü, günâhı çok mü’minleri Cehennem’den çıkaracaktır. Beşincisi, sevabı ve günâhı müsâvî olup, A’râf denilen yerde bekleyenlerin, Cennet’e gitmelerine şefaat edecektir. Altıncısı, Cennet’te olanların derecelerinin yükselmesine şefaat edecektir.
Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vâsıtası ile sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği İslâm dîni, insanların dünyâda ve âhırette rahat ve mes’ûd olmalarını sağlıyan, usûl ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler ve faydalı şeyler, İslâmiyet’in içindedir. Eski dinlerin görünürgörün-mez bütün iyiliklerini İslâmiyet kendinde toplamıştır. Bütün seâdetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan akılların kabul edeceği esâslardan ve ahlâktan ibarettir.
Server-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimize tam ve kusursuz tâbi olabilmek için, O’nu tam ve kusursuz sevmek lâzımdır. Tam ve olgun sevginin alâmeti de, O’nun düşmanlarını düşman bilmek ve O’nu beğenmiyenleri sevmemektir.
Bu birkaç günlük hayat; eğer dünyâ ve âhiretin sultânı olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse; seâdet-i ebediyye, sonsuz necat, kurtuluş umulur. Yoksa O’na tâbi olmadıkça, her şey hiçtir. O’na uymadıkça her yapılan hayr, iyilik burada kalır, âhırette ele bir şey geçmez.