Fazlullah Hurûfî

 Fazlullah Hurûfî


TRT1’de “Fetihler Sultanı Mehmed” dizisinin son bölümlerinde Hurûfilik konusu işlenmeye devam ediyor. Hurûfîler de Şiiler gibi takıyye yapmayı çok iyi beceren bir grup olduğundan Osmanlı sarayına sızmayı başarmışlardı. Dizide şimdilik bu sızma girişimleri ve Fatih’i elde etme çabaları anlatılıyor. Biz Fatih dönemine geçmeden önce Hurûfîlik ile kurucusu olan Fazlullah Hurûfî ve akıbeti hakkında bilgi verelim.

 

“Hurûfî” kavramı, 'harf'in çoğulu olan 'hurûf’tan türetilmiştir. Sözlükteki anlamı harflere tâbi olan, harflerle uğraşan demektir. Hurûfîliğin temeli, eski çağlardan gelen ve harflerle sayıların kutsallığını kabul edip bunlara çeşitli sembolik anlamlar yükleyen anlayışa dayanır. Bazı Şiî âlimler bu konuda ilk iddiaları ortaya atmışlardır. Meselâ hicri II. (VIII.) yüzyılda aşırı Şiîlerden Mugire bin Saîd el-İclî, Allah’ı harflere benzetmişti. Fakat İslâm dünyasında Bâtınî düşüncelerin ışığında Hurûfîliği bir sistem şekline sokan ve bir fırka hâlinde yayan kişi Fazlullah Hurûfî olmuştur.

 

Fikirleriyle Ehli-sünnet İslam dünyasını karıştıran Fazlullah Hurûfî, 1340 senesinde İran’ın kuzeyindeki Esterâbâd şehrinde doğdu. Nesli hakkında kaynaklarda çok farklı görüşler mevcuttur. Asıl adı Abdurrahman’dır. Babasının adı Bahaüddin Hasan’dır. Ailenin, aslen bir Acem Yahudisi olduğunu yazan eserler de bulunmaktadır. Abdurrahman Fazlullah daha çok Hurûfî lakabı ve Tebrizî ismiyle de meşhur olmuştur.

 

Fazlullah Hurûfî’nin ilk eğitimine dair bilgi yoktur. 18-19 yaşlarında tasavvufa ilgi duymuş, zamanının çoğunu ibadetle geçirmeye başlamıştır. Bu yıllarda hac maksadıyla çıktığı yolculuk münasebetiyle sırasıyla Mekke, Harizm ve Horasan’a uğramış ve nihayet İsfahan’da Tohçi denen yere yerleşmiştir. Gençliğinde Batınî dâîlerinden Şeyh Hasan’ın yanında yetişti. Hasan Sabbah’ın kurduğu İsmâiliye Devleti 1256 senesinde Moğollar tarafından yıkılınca, Bâtınîler çeşitli yerlere dağılarak el altından fikirlerini yaymaya başladılar.


Şeyh Hasan’ın talebesi olan Fazlullah Hurûfî de bu fikirlerin etkisi altına girdi. İran’ın Esterabad şehrinde gizlice faaliyete başladı. Kendisine dokuz yardımcı bulup nokta ilmi diye bir şey ihdas etti. “Nokta çift geldi, bu iş mubahtır”. “Nokta tek geldi, falan şey haramdır” gibi sözlerle insanları etkilemeye başladı. Harflere bazı manalar vererek birtakım işaretlerle, anlaşılmaz bir şekilde olan “Câvidân-nâme” adındaki kitabını yazdı.

 

Hurûfîliğin ana kaynağı Fazlullah’ın bu eseri olacaktır. Hurûfîliğe dair daha sonraki dönemlerde yazılan eserlerde ve ortaya konan prensiplerde hep Câvidân-nâme esas alınmıştır. Câvidân-nâme, Hurûfîlerce Kur’ân’ın bir çeşit tefsiri sayılmaktadır.

 

Fazlullah, Kur’ân’ın gerçek manasının ancak kendisi tarafından anlaşıldığına inandığı için; Neml suresi 40. âyetinde geçen “nezdinde kitabdan bir ilim bulunan zat” ifadesiyle bahsedilen kişinin kendisi olduğunu iddia etmiştir. Yine o, Kur’ân’da geçen bütün “fazl” kelimelerinden kendisinin kastedildiğini, insanın yüzünde de “fazl” isminin okunduğunu ileri sürmüştür.

 

Emîr Timur’dan darbe!

Fazlullah Hurûfî, yolunu ve fikirlerini yaymak için pek çok yer gezdi. Sonra Tebriz’i kendine merkez edindi. İran ve Azerbaycan bölgelerinde fikirlerini yaymaya başlayan Fazlullah, ilk müritlerini etkileyici rüya yorumlarıyla kazandı. Şöhreti Tebriz ve Isfahan civarında yayılmaya başlamış ve kısa zamanda İran’ın her tarafına ulaşmıştır. Âlimler, vezirler, kadılar ve idareciler dâhil olmak üzere bütün halk rüyalarını tabir ettirmek için ona gelmeye başlamıştır.


Fazlullah için vahiyden sonra en önemli bilgi kaynağı rüya idi. Müritlerini bu yolla avlıyordu. Ona göre hiçbir peygambere vahiy ve ilham yoluyla aşikâr olmayan hakikat ve sırlar, rüya yoluyla kendisine aşikâr oluyordu.

 

Kırklı yaşlarına gelince Tebriz’de güya yeni bir rüya görmüş, kendisine harflerin gizli anlamlarının ve nübüvvetin mahiyetinin izhar edildiğini öne sürmüştür. Buna göre Hazreti Âdem, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed Allah’ın halifeleri, kendisi ise Mehdi ve Mesih’tir. Peygamberlerin ve velilerin sonuncusudur. Görmüş olduğunu iddia ettiği bu rüyayı açıkladıktan sonra Tebriz uleması kendisini küfürle itham etmiştir.

 

Öte yandan Emîr Timur’un saltanatı döneminde (1370-1405) İran, Harizm, Azerbeycan ve Irak bölgeleri çeşitli tarikatlar ve şeyhlerin yaygın şekilde faaliyet gösterdiği muhitlerin başında geliyordu. Ayrıca ilim ve tarikat ehline değer veren Timur’un hoşgörüsü de bu tür faaliyetlerin yayılmasını kolaylaştırmaktaydı. Fazlullah Hurûfî işte böyle bir kültür ortamında sistemini kurmuş ve düşüncelerini yaymıştır.

 

Söylediği sözler ve yaymaya çalıştığı fikirler Müslümanların itikadını bozup, fitnelere sebep oluyordu. Fakat siyasi bakımdan dağınık olan bölge ona büyük hareket serbestisi tanıyordu. Oysa Timur’un orduları İran bölgesini etkisi altına aldığı zaman Müslümanlar bunun fitnesinden kurtarması için Emîr Timur’a müracaat ettiler.


Bunun üzerine Fazlullah Hurûfî, Timur’un oğlu Miranşah tarafından yakalatıldı. Fikir ve düşünceleri İslâm Dini’ne aykırı bulunduğundan, Şeyh İbrahim’in fetvâsı üzerine, Timur’un emriyle 1394 senesinde Esterabad’da idam edilerek öldürüldü. Bir rivayete göre ise Alıncak Kalesi’nde idam edildi. Tekkeleri dağıtıldı. Böylece İslâmiyet, bu bozuk fikir sahiplerinin tasallutundan kurtarıldı. Gittikçe büyümekte olan bir fitne belki de tam zamanında söndürüldü.

 

Bozuk fikirleri

Hurûfîlik yolunun mensupları Fazlullah Hurûfî’ye ilâh, tanrı demektedirler. Cavidan adlı kitaplarında; “Tanrılık, ezelde görünmez bir kuvvet idi. Önce harfler, sonra peygamberler şeklinde göründü. Melekler bunun için Âdem’e secde etti. Dört kitabının manasını Cavidan da bildirdi” diye yazılıdır.

 

Onlara göre bütün dinler birdir. Hepsi on altı kemer içinde toplanmıştır. On altı kemerden her biri bir peygamberin dînidir. O kemeri kullanan, o peygamberin şerîatine uymuş olacaktır. Bunun için ibadet yoktur. “Ömrü boyunca namazı bir kerre kılmak, orucu bir gün tutmak yeterlidir. Gusül de ömürlerinde bir kere farzdır. Gusledip de, vücudunuzu hırpalamayınız” demektedirler.

 

Bütün haramlara ve yalan söylemeğe caizdir demektedirler. Baba denilen uluları vardır. Herkese mal, rütbe, evlât verilmesi, insanların ölmesi, hastaların iyileşmesi, babaların elindedir.


Hurûfîler harflerle sırlarla çok meşgul olduklarından ilgilendikleri kimselere İslamiyet’ten çıktığı takdirde bu sırları açıklayacaklarını ifade ederler. Böylece bilgisiz kimseleri meraklandırarak yollarına katmaya çalışırlardı. Fikirlerini kabul edene her kötülük ve fuhuş sana mubah oldu, diyerek haram yollara sevk ederlerdi.

 

Hurûfîlerin babaları papazlar gibi günâh çıkarırlardı. Günâh sanılan bir şeyi yapan kimse Baba'nın önüne gelir ve boyun bükerdi. Baba da onun kulağını çekerek affederdi. Günâhı büyük ise; “Al malını, gör yolunu” der veya yalvarırdı. Baba da; “Kırklar kurbanı kes yahut üç yüzler nezri ver” dedikten sonra kendisinden bir miktar para alıp; “haydi affettim” derdi.

 

Netice olarak Hurûfîler, insanları; Allahü teâlayı inkâra ve İslâm dînini ortadan kaldırmaya, Fazlullah’a tapınmaya sürüklemekteydiler. Uygulamaları ile İslâm ahlâkını temelinden yıkmakta, İslâmiyet’i hiçe saymakta, sefâheti, içkiyi ibâdet yerine koymakta idiler.

 

İşte Emîr Timur böyle bozuk itikatlı birisinin faaliyetlerini durdurmuş ve kendisine hak ettiği cezayı kesmiş bulunuyordu. Bu sebeple Hurûfî tarîkatinin mürîdleri, Emîr Timur’u her vesile ile karalamayı iftiralar atmayı dinî bir vecibe gibi saymışlardır. Aksak Timur, Topal Timur, Zalim Timur diyerek ve daha nice sıfatlarla karalayarak bu büyük Türk cihangirini aşağılamaya çalışmışlar ve bunda da ne yazık ki başarılı olmuşlardır.

 

Fazlullah Hurûfî’yi yakalatıp öldürten Miranşah ise bazı Hurûfî kaynaklarında “Mâr Şah” veya “Mârân Şâh-ı Pelîd” diye isimlendirilmiştir. Bu ifade “Yılanların alçak şâhı” anlamına gelmektedir


Fazlullah Hurûfî’nin eserleri ve fikirleri, halifeleri aracılığıyla İran ve Azerbaycan’ı aşmış, Anadolu ve Balkanlara kadar yayılmıştır. Hurûfîliğin Anadolu’da yayılmasına ve Fatih Sultan Mehmed dönemindeki hadiselere inşallah haftaya değineceğiz...

 

TEFEKKÜR

Hûy-i bed âdet-i bed meşreb-i bed

Eder erbâbını merdûd-i ebed

 

                                             Nâbî

 

(Kötü huy, kötü gelenek, bozuk itikat

Sahibini sonsuza dek kovulmuş eder.)


Prof.Dr. Ahmet Şimşirgil

Edeb

 Edeb, haddini, sınırını bilmektir.Dinini öğrenmeyen sınır tanımaz..

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

İmanla ölmek çok zordur

 Eskiden haramlar ve helaller ayrı idi, şimdi karmakarışık oldu. Büyük âlimlerden Abdülhakim-i Arvasi hazretleri; “Otuz sene, sadece imanı anlattım. İnsanlar imanla ölsünler diye uğraştım”

buyurmuştur.İmanla ölmek çok zordur. Bu zamanda imanla ölen, ahirette Pehlivan diye gösterilecektir.İmanı kurtarmak için, imanlılarla beraber olmak şarttır. Çünkü “Üzüm üzüme baka baka kararır” demişlerdir.

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

Namazda sözbirliği olmadı

 Kardeşlerim, ibadetler imandan parça değildir. Yalnız, namazda sözbirliği olmadı.Fıkıh imamlarından bir kısmı ve birçok büyük âlimler, bir namazı amden, yani bile bile kılmayan kimsenin imanı gider, dediler.O halde, ey din kardeşim, bir namazını kaçırma ve gevşek kılma! Seve seve kıl! Allahü teâlâ kıyamet günü, bu âlimlerin ictihadlarına göre ceza verirse ne yaparsın?

(Seyyid Taha-yı Hakkâri “kuddise sirruh” hazretleri)

Haram ateştir

 Haram ateştir. Haram konuşursan,  yersen,Harama el uzatırsan, ateşe el uzatmış olursun. Harama gidersen, ayağını ateşe atmış olursun. Haramı yersen, midene ateş doldurmuş olursun.Bir Müslüman, bile bile nasıl ateşe gider?Ama biz neyi görüyoruz ki? Bu gözle bakarsan göremezsin tabii. O ateş, bu gözle görünmez.Vaktiyle bu gözle bakanlar, Peygamber efendimize de “aleyhisselam” inanmadılar. Evet, Muhammed aleyhisselamı gördüler. Ama bu gözle baktıkları için Onu “Peygamber” olarak değil, sadece “Abdullahın oğlu” olarak gördüler ve iman şerefinden mahrum kaldılar.

(Seyyid Muhammed Salih “kuddise sirruh” hazretleri)

Ahir zamanda bütün dünyayı küfrün zulmeti kaplar

 Kardeşlerim, ahir zamanda bütün dünyayı küfrün zulmeti kaplar. Herkes bu havayı teneffüs etmeye mecbur olur.Bundan kurtulmanın yolu, birkaç arkadaş bir araya gelince dinden, imandan, büyüklerden bahsetmektir.Böyle yapınca, insan bu zulmetten kurtulur, temizlenir, rahatlar.

(Seyyid Muhammed Salih “kuddise sirruh” hazretleri)

Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı ilmihal kitaplarından her gün mutlaka okuyun

 Kardeşlerim, iman edilecek şeyleri ve farzlardan, haramlardan lüzumu kadar öğrenmek her Müslümana farzdır. Bunları öğrenmemek haramdır.Öğrenmeye önem vermemek küfür olur.Yani imanı gider.Evlatlarım, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı ilmihal kitaplarından her gün mutlaka okuyun.Hiç olmazsa bir iki sayfa okuyun. Ama mutlaka okuyun, feyz alırsınız.

(Seyyid Muhammed Salih “kuddise sirruh” hazretleri)

Atın onu Cehenneme!

 Ahirette bir âlim getirilir. Allahü teâlâ sorar meleklere:- Bu âlimi nereye götürüyorsunuz?- Cennete götürüyoruz ya Rabbi.- Neden?

- Çünkü bu kişi, dünyada iken çok dini kitaplar yazdı yâ Rabbi, çok ilimler öğrendi, çok talebeler yetiştirdi.Hak teâlâ buyurur ki:- Doğru ama bunların hiçbirini benim için yapmadı. Kendisine âlim desinler diye, meşhur olayım diye, herkes tanısın diye yaptı. Ve bütün bu istediklerinin karşılığını dünyada aldı. Benden ne istiyor? Atın onu Cehenneme!

(Seyyid Sıbgatullah-i Hizani “kuddise sirruh” hazretleri)

Mal, iyi yerlerde kullanılırsa iyi, kötüye kullanılırsa kötüdür

 Mal, iyi yerlerde kullanılırsa iyi, kötüye kullanılırsa kötüdür. Mal ve mevki, bir deryaya benzer. Çok kimse, bu denizde boğulmuştur.Bu denizde boğulmamak için takvaya sarılmalıdır. Zira Allahü teâlâdan korkmak, bu deryanın gemisidir.Hadis-i şerifte; (Dünyada, kalıcı değil, yolcu gibi yaşamalı! Öleceğini hiç unutmamalı!) buyuruldu.İnsan, dünyada baki değildir. Dünya zevklerine daldıkça, dertler, üzüntüler, güçlükler artar.

(Seyyid Muhammed Salih “kuddise sirruh” hazretleri)

Ağaç yaş iken eğilir

 Her Müslümanın birinci vazifesi, çocuklarına İslamiyet’i ve Kur’an-ı kerim okumasını, namaz kılmasını, imanın ve İslamın şartlarını öğretmektir.Eğer, çocuğunuzun Müslüman olmasını, dünyada ve ahirette rahata, huzura kavuşmasını istiyorsanız,Öyleyse, onlara mutlaka İslamiyet’i öğretiniz. Çünkü atalarımız, “Ağaç yaş iken eğilir” demişlerdir. Yaşlanınca eğmeye, bükmeye çalışılırsa, kırılır, zararlı olur.

(Seyyid Taha-yı Hakkâri “kuddise sirruh” hazretleri)

Üzüntülü olsak da etrafımıza neşeli görünmeliyiz

 Sevgili Peygamberimiz “aleyhisselam”; “Müminin kederi kalbinde, neşesi yüzündedir” buyuruyor.Üzüntülü olsak da etrafımıza neşeli görünmeliyiz. 

(Ebu Midyen Mağribi hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

İmanla ölmek için

 İmanla ölmek için “Ehl-i sünnet alimleri”ni çok sev ve onların kitaplarını çok oku oğlum.Bir Müslüman, bu kitapları alıp, hürmetle bir rafa koysa ve her gün bir miktar okusa, o kitaplar bereketiyle Allahü teâlâ, o kimsenin “imanla ölmesi”ni nasip eder.

(Hace Muhammed İmkenegi hazretleri "kuddise sirruh")

İSLÂM ŞEREFİ

Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) hilâfeti zamanında, Şâm şehrine gitmek icab etmişti. Saadet ve izzetle, Eshâb-ı güzînden (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în) bir cemaati de yanlarına alıp, Medîne-i Münevvereden çıkıp, yola revân oldular. Hazret-i Ömerin bir deveden başka bineceği yokdu. Mugîre adlı bir köle var idi. Bir sâat hazret-i Ömer (radıyallahü anh) o deveye binerdi. Mugîre piyâde olunca [yaya kalınca], deveyi yederdi. Bir sâat Mugîre binerdi. Hazret-i Ömer önünde piyâde olurdu. 


Allahü teâlânın hikmeti, Şâm şehrine girecekleri vakit, deveye binmek nöbeti Mugîreye gelmişdi. Eshâb-ı güzîn, hazret-i Ömere geldiler, dediler ki, efendim, ihsân eyleyin. Bu sâatde deveye saadetle sizin binmenizi ricâ ederiz. Hazret-i Ömer buyurdu ki, önce nöbet benim idi, bu sâat nöbet Mugîrenindir. Deveye niçin ben bineyim. Eshâb-ı güzîn dediler ki, bugün Şâm şehrine girilecekdir. Şâm şehrinin bütün ileri gelenleri, cenâbınıza karşı çıkarlar [sizi karşılamağa gelirler]. Onlar atlı, siz halîfe iken yaya yürümek münâsib değildir. Lutfunuzdan ümmîd ederiz ki, ricâmızı makbûl tutup, red etmeyiniz. 


Hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) huzursuz olup, dedi ki, siz bu evhâmdan kurtulmadınız mı? İslâm dîninin kadrini böyle mi anladınız. Bize islâm şerefi yetmez mi. İslâm dîninden ekrem ve eşref bir nesne var mıdır. Bu saadet ve bu devlet ve bu izzeti Allahü teâlâ hazretleri bize ihsân eylemişdir. Dîn-i islâm tâcını başına koymak, kime müyesser olmuşdur. Resûlullahın (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) getirdiği islâm elbisesini arkamıza giydirdi. Kelime-i şehâdeti dilimize çırağ eyledi. Kur’ân-ı azîm ile kalbimizi münevver eyledi. İslâmiyetin kadrini acaba niçin anlamamışsınız ki, kendinizi halka, at ile, don ile göstermek istersiniz. Yalnız Habîb-i ekremin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) ümmeti olmak şerefi size yetmez mi, diye cevâb verince, kimse söze kâdir olamayıp, bir şey diyemediler.


 [Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn]

Herkes yanında olandan verir

 Bir gün, İsa aleyhisselama birisi çok hakaret etmiş.Ağza alınmayacak şeyler söylemiş.İsa aleyhisselam;- Ben Allahü teâlânın Peygamberiyim, buyurmuş. Bir derdin varsa, söyle gidereyim.- Hiçbir derdim yok.- Hastan varsa iyi edeyim.- Hastam da yok, demiş.Ve çekip gitmiş.Havariler şaşırmış ve;- Ey Allah’ın Nebisi, demişler. O adam size hakaret etti. Siz ona iyi şeyler söylediniz.Cevaben;- Herkes, yanında olandan verir, Kötülük eden, kendine eder, buyurdu. Unutma, idrar, idrarla yıkanmaz. Kan, kanla temizlenmez.Bir kimsenin gönlünde “dünya sevgisi” varsa, onu kimse sevmez. Eğer yoksa, herkes sever.Başkalarının eline, avcuna bakanın itibarı olmaz. Veren sevilir, isteyen sevilmez. Ölçü budur.İnsanı dünyada ve ahirette üç şey kurtarır.İlim, amel ve ihlastır.İlimden maksat,İslamiyet’i öğrenmek ve başkalarına öğretmektir. Ama öğrendiğini öğretmek (icazetli alimlerin kitaplarından nakletmektir), kafadan söylemek değildir.Hem sonra yanlış kitap okumayın. Rastgele yüz kitap okuyacağınıza, doğru bir kitabı yüz defa okuyun.“İhlas”, Allahü teâlâ için yapmak, Allahü teâlâ için yaşamak demektir. İhlaslılara müjdeler olsun. Onların her şeyleri Allahü teâlâ için olur.Allahü teâlâ için konuşur, Allahü teâlâ için yaşar, Allahü teâlâ için ölürler.

(Behaeddin Zekeriyya "rahmetullahi aleyh" hazretleri )

Kötü arkadaş nefsden çok daha tehlikelidir

  *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

*Kötü arkadaş*, Nefs’den çok daha *Tehlikeli*’dir. Sonra kötü arkadaş, yalnız *İnsan*’dan olmaz. Ahlâk bozan ne varsa, hepsi *Kötü arkadaş*’dır. 

Meselâ Gazete, kitap, dergi, hattâ filim, radyo, televizyon, bunlar *Zararlı* ise, hepsi de *Kötü arkadaş*’dır. 

Gerçek *Dost*, seninle aynı *Îmânı* paylaşan, aynı *Şey*’e inanan, aynı *Zât*’a muhabbeti olan kimselerdir.

Yine gerçek *Dost*, aynı *Kaynak*’dan istifâde eden, ehl-i sünnet vel cemâatın *Kitapları*’nı okuyan ve okutan *Din kardeşi*’ndir. 

Senin, ondan başka *Dost*’un yokdur. Onun için *Dost* seçerken çok dikkat etmek lâzım kardeşim. Meselâ namaz kılmıyan biriyle *Arkadaş* olmak, çok *Tehlikeli*’dir. 

Neden? Çünkü bizim büyüklerimiz; *İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibidir*, buyuruyorlar.

● ● ● 

Kim ki seni sever, ebedî ölmez

 * Fârisî'den:

Ne güzeldir ol can ki ma'şuku sensin 

Kim ki seni sever, ebedî ölmez.

Dermanı sen isen derdin, o dert tatlıdır.

İlâcı sensen hastanın, o hasta ölmez.


(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Dostu dostuna kavuşturan an

 *Fârisîden:

Ne güzel vakittir, ne güzel zaman 

Bir dostu dostuna kavuşturan an. 

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Kemâl ve mizac

 *Hiçbir kemâl, mizacı - tabîati- değiştiremez. 

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Kâinât kitabı dört sahîfeden ibarettir

*Kâinât kitabı dört sahîfeden ibarettir.

1-Adem [yokluk] ki, [yaratılmadan] evveldir. 

2-Dünya

3-Kabir

4-Ahıret

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

Paslanmış bir hâl alan gönüller için çâre

 Ahmed Yesevi hazretleri buyuruyor ki;


"Çeşitli günahlar sebebiyle, paslanmış bir hâl alan gönüller için çâre şudur ki, Allahü teâlâya çok tövbe, istiğfar etmeli. Her zaman Allahü teâlâyı düşünmeli, O’nun râzı olduğu, beğendiği işleri yapmalı, hiçbir zaman O’ndan gâfil olmamalıdır.” “Malının çokluğu dillere destan olan Karun bile, malının hayrını, fâidesini göremedi. Nihâyet toprak altında yok olup gitti.

Asıl cömertlik nedir?

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

*Cömertlik*, sâdece cebindeki parayı vermek, elindeki maldan vermek, insanların gönlüne hoş gelsin diye para dağıtmak değildir. Evet, bunlar bir nevî cömertliktir.

Ama asıl cömertlik, insanlara *Îmân* vermekdir. Allahın kullarını *Küfr*’den kurtarıp, îmân etmelerini, müslüman olmalarını sağlamakdır.

Meselâ *Ebû Bekr-i Sıddîk* radıyallahü anh Resûlullaha geldi, *Îmân* edip müslümân olunca, hemen ardından; *Yâ Resûlallah!* dedi.

*Benim gibi îmân edecek altı arkadaşım daha var. Gidip onları getireyim, onlar da bu îmâna kavuşsunlar*, dedi. 

İşte *Cömert*’lik budur. Yâni kendisinin sevdiği bir şeye, kendi kavuşduğu bir ni’mete, bir başkasının da kavuşmasını istemek. Asıl cömertlik budur işte. 

Onun için, bizim bu kitapları basanlar, yayanlar, bu yolda çalışanlar, ne için çalışıyorlar? İşte bu cömertliklerinden çalışıyorlar. Millet istifâde etsin, Cehennemde yanmasın diye! 

Kaza namazı borcu var iken, nafile kılmak ahmaklıktır

 Kaza namazı borcu var iken, nafile kılmak ahmaklıktır. 

(Bey ve Şira risalesi s.6 ;Fütuh-ul-gayb m.48) 

***Kaza borcu olanın nafileleri kabul olmaz.

( Mektubat-ı Ma'sumiyye, Nevâdir-i fıkhıyye fi mezheb-il-hanefiyye)

***Beş vakit namazın sünnetleri ve diğer vacib olmayan namazlar, nafiledir. Müekked olan ve olmayan, bütün sünnetler nafiledir. 

(Dürr-ül-muhtâr, Redd-ül-muhtar, Halebi,Cevhere, Hidaye,Dürer,N. Fıkhiyye,Tahtavi,Nimet-i İslam,Eşbah,Uyun-ül besair,Mezahib-i erbea,S. Ebediyye)

Hazret-i Ali'nin “radıyallahü teâlâ anh” rivayet ettiği hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Farz namaz borcu olanın nafile kılması, doğurmak üzere olan hamileye benzer. Doğumu yaklaşmışken, çocuğu düşürür. Artık bu kadına, hamile de, ana da denmez. Bu kimse de böyle olup, farz namazlarını ödemedikçe, nafile namazları kabul olmaz.) [Fütuh-ul-gayb m.48] (Bu hadisi açıklayan Hanefî âlimlerinden Abdülhak-ı Dehlevî “kuddise sirruh” hazretleri buyuruyor ki:Bu hadis-i şerifi gösteriyor ki, farz borcu olanın, sünnetleri de kabul olmaz. Çünkü sünnetler de nafiledir. Bu hadis-i şerif, Zahire-i Fıkh kitabında da vardır.)

Peygamberlerin hepsine iman etmek lazımdır

 Peygamberlerin birincisi hazret-i Adem aleyhisselam, sonuncusu ise, bizim Peygamberimiz hazret-i Muhammed aleyhisselamdır.Peygamberlerin hepsine iman etmek lazımdır. Hepsini masum, yani günahsız ve doğru sözlü bilmelidir. Bunlardan birine inanmamak, hepsine inanmamak demektir.Çünkü, hepsi aynı imanı söylemiştir. Yani, hepsinin dinlerinin aslı, temeli, yani iman edilecek şeyleri birdir.

Bazıları, Adem aleyhisselam için; “O peygamber değil” diyorlar ,Böyle diyen ve inananların imanı gider.

(Kâdî Muhammed Zâhid “kuddise sirruh” hazretleri)

*( [2004] hacılara ücretsiz dağıtılan Ehl-i sünnet vel-cemaat inancı isimli kitapta, Hazret-i Nuh aleyhisselamdan önceki Peygamberler inkâr ediliyor...Hacılara dağıtılan kitaplar böyle yanlışlıklarla doludur. Böyle kitaplar okunmamalıdır.(d.islam)

Dinimiz kadına çok kıymet vermiştir

 Dinimiz kadına çok kıymet vermiş, erkeğe de çok mes’ uliyet yüklemiştir.Kadın ev işlerini yapmağa mecbur değildir. Yapmazsa günaha girmez. Kocası, bunları zorla yaptırmaz. Hizmetçi tutup yaptırması lâzımdır. Müslüman kadınları, ev işlerini kocalarına teberru ve ihsân olarak yapıyorlar ve çok sevap kazanıyorlar. Erkek de hanımının mecbur olmayarak, bir ihsân olarak yaptığı bu hizmetlere karşı ona nafakasından fazla ihsânda bulunur.Kadın,ev içinde ve ev dışında çalışmağa, para kazanmağa mecbur değildir. Evli ise kocası, evli değilse babası, kadına lâzım olan şeyi getirmeğe mecburdur. Babası da yoksa yakın akrabaları bakmağa mecburdur. Kimsesi olmayan kadına devletin yardım sandığı bakar.Dinimizde para kazanmada hayat müşterek değildir. Erkek kadını tarlada, fabrikada, şurada, burada çahştırmağa zorlayamaz. Eğer kadın isterse, kocası da razı olursa, yapabileceği münasip işlerde çalışır. Fakat kazandığı kadının olur. Erkek ondan, rızasız olarak bir şey alamaz. Kadının kendi ihtiyaçlarını kendisinin alması için zorlayamaz. Ya’ni para kazanıyorsun, kendi ihtiyacını kendin al diyemez.


Bir erkek, nafaka bırakmamışsa, hanımından izinsiz hacca gitmesi harâm olur. Nafakasını bıraksa da izinsiz nafile hacca gidemez ve izinsiz sefere çıkamaz. Altını süs olarak kullanmak erkeğe harâm kadına caizdir.Hanımı zengin olsa bile, bunun nafakasını vermek kocasına farzdır.İslâm dini kadını en yüksek dereceye çıkarmıştır. 


İslâmiyetin kadına verdiği kıymeti, hiç bir din, hiç bir düşünce vermemiştir. Komünistler, erkeğin kadınla bedenen eşit olduğunu ve erkeğin bütün haklarına malik olduğunu söylüyorlar. Bunun için de, zayıf yaratılıştaki kadına ağır işler yaptırıyorlar. Demir fabrikalarında, yer altındaki maden kuyularında, taş ocaklarında, Sibirya’nın soğuk ormanlarında, beton dökmekte, toprak kazmakta, insafsızca boğaz topluğuna zorla çalıştırıyorlar. Hayatları zehir içinde sürünüp gidiyorlar. Fakat lslâm dininde kadına kocası veya yakın akrabaları bakmağa mecbur olduğu için islâm kadını geçim derdinden, düşüncesinden muaftır. Her şey onun ayağına gelir. Fakat kadının, dininin esaslarını iyice öğrenmesi farzdır. Babasının veya kocasının ona bu ilimleri öğretmesi lâzımdır. Öğretmezlerse büyük günaha girerler. 0 zaman kadının gidip dışarıdan öğrenmesi lazım olur. 


(Dürer c1,s.313; Rıyâd-un-nâsıhîn s.302; Cevhere c.2, s.108,109; Dâmâd c.1, s.492 Dürr-ül müntekâ c.1,s.492)

Allah’a karşı kötü zan nasıl olur?

 İmam Şafii’ye soruldu;


“Allah’a karşı kötü zan nasıl olur?”


Şöyle cevap verdi; 


“Vesveseli olmak, her an bir musibet gelecek gibi bir korku içine girmek ve elinde bulunan nimetin yok olacağını beklemek, Allah’a karşı kötü zandır.”

Adalet ve İhsan

 Hikmet ehli zatlar Buyurdular ki: Ba’zı insanlara bir meselede ne kadar delil getirilirse, vesika gösterilirse, iki kere ikinin dört ettiği gibi kat’i olarak isbat edilse bile onlar yine inanmaz. Fakat bin kişi de bir kişi, hatta milyonda bir kişi inanacak olsa, hakkı bildirmek lâzımdır. Bizim ihmâlliğimiz yüzünden bir kişi, hidâyete kavuşmazsa, yahut bizim hatâlarımız yüzünden bir kişi, hidâyetten dalâlete düşerse bunların vebalinin altından kalkmak kolay olmaz...Sibirya’daki insanın hayat şartları ile, Amerika’da yaşayan insanların hayat şartları aynı değildir. Allahü teâlâ, her memlekette yetişen kulları için, adâleti fazlasıyle yapmıştır. Ya’ni Akıl ve baliğ olmadan ölen kâfir çocuklarını Cehenneme sokmayacaktır. Akıl ve baliğ olduktan sonra İslâmiyeti duymayan kâfırlere de azap yapmıyacaktır. Bunlar, İslâm dinini, Cenneti, Cehennemi duydukları halde, merak edip öğrenmez ise, inad edip inanmazsa, o zaman azap görecektir.Amerika’daki bir papazın oğlu müslüman olabildiği halde, Türkiye’deki bir hocanın oğlu müslümanlığı bırakabilir. Ya’ni Akıl ve baliğ olanlar, ana babanın,muhitin te’siri altında muhakkak kalır diye bir şey yoktur. Eğer muhakkak kalsaydı, İslâm memleketlerinde Islâm terbiyesi altında yetişen müslüman çocukları, yabancıların yalanlarına, iftiralarına inanmaz, dinsiz. olmazdı. Bu çocuklar Akıl ve baliğ olduktan sonra, hattâ kırkından sonra, hattâ hoca olduktan sonra müslümanlığı yıkmağa çalışmazlardı. Meselâ Cemaleddin Efgani ile tilmizi M. Abduh, mason olmuşlar. İslâmiyeti içinden yıkmak için yıllarca çalışmışlardır.

Bu acı misaller, ana baba terbiyesinin te’sirinin devamlı olmadığını göstermektedir. Ana babanın te’siri varsa da kat’i ve devamlı değildir. Ana baba ve muhitin te’siri devamlı da olabilir. Bir çocuğun müslüman evlâdı olması, müslüman terbiyesi ile yetişmesi Allahü teâlânın bir ihsânıdır. Gayri müslim memleketlerindeki çocuklara bu ihsanı yapmıyor. Fakat kimseye ihsanı yapmağa mecbur değildir. İhsan yapmamak zulüm, haksızlık olmaz. Meselâ, bir bakkaldan bir kilo pirinç alsak, tam bir kilo tartması adâlettir. Noksan tartarsa haksızlık etmiş olur. Biraz fazla verirse ihsân olur. Bu ihsânı istemek kimsenin hakkı değildir. İşte Allahü teâlânın bir kimseyi İslâm memleketinde bulundurması, İslâm terbiyesi ile yetiştirmesi büyük ihsândır. İhsân ettiği kimseler, bu ihsânı teperek İslâm ni’metinden mahrum ölürlerse, cezaları, azapları kat kat olacaktır.

 (Mektûbât-ı Rabbâni c.1, M.259; Din Tahripçileri; Nuhbet-ül-leâlî s.116; Nebrâs)

Şeytânı bile geride bırakmış olan sapık fırka

“İnsanlar için bir imtihan yeri olan ve iyi ile kötünün karıştığı bir meydan olan bu dünyada, doğru yoldan sapmış, kötülüğe kaymış, yetmiş iki çeşit fırka arasında, şeytâna en çok uymuş ve nefsine aldanmış olan, hatta şeytânı bile geride bırakmış olan sapık fırka, Eshâb-ı kirâmı sevmeyen kimselerdir. Bunlardan birçoğu taşkınlıkta daha ileri giderek, Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) ve hattâ, Allahü teâlâdan vahiy getiren, emîn melek olan Cebrail aleyhisselâma da dil uzatmaktadır. Bu kötü hareketlerini ibâdet saymaktadırlar.


Tüccar ismi altında İran'a gelen yahudi din adamları, müslümanları yoldan çıkarmak için, gece gündüz çalışmakta, herkesi kurtarmaya uğraşıyoruz diye övünmektedirler. Çok kurnaz olanları hoca, şeyh şekline girip, köy köy dolaşıyor, gittikleri yerlere bozuk zehirli sözler yayıyorlar. Zenginleri de, bütün mallarını, paralarını bu yolda dağıtmaktadırlar. Müslümanların halifesi, Osmanlı Türklerinin büyük padişahı olan ikinci sultan Abdülhamid hanın yaveri [müşir] mareşal Muhammed Namık paşa dedi ki: (Bağdâd valisi bulunduğum zamanlarda, yahudi din adamlarının, bozuk düşüncelerini yaymak için, yüzbinlerce kitap bastırıp, İran ve Irak köylerine, el altından yaydıklarını gördüm. Bunları toplatıp, nehre attırdım. Böyle yahudi bozuk kitaplarının yazılmasını, yayılmasını önledim). Önlemeye çok uğraşıldığı halde, ortalığı karıştırmaktan, insanları bozmaktan geri kalmadılar. Bugüne kadar, bu yolda mal ve can feda etmekten çekinmediler.”


[Hak Sözün Vesîkaları]

ÖLÜM NEDİR?

Sorulsa ki, bu ölüm ve yaşam yaratılmış mıdır? Evet, İkisi de canavar suretinde yaratılmıştır. 

Nitekim, Hak teâlâ kelâm-ı kadiminde buyurur: 

(ÖLÜMÜ VE DİRİLİĞİ BEN YARATTIM.)

 Fakat, yukarıda da belirtilmeye çalışıldığı gibi, bu ölüm denilen şey, gayet büyük bir şeydir. O kadar büyüktür ki, bütün yaratılmışlardan büyüktür, heybetlidir. Onu kim görürse, görür görmez ölür. Ölümden, söylenebilecek kadarını söyleyeyim ki, ölümü hatırlayınca nasıl büyük ve heybetli bir şey olduğunu da bil ve düşün ve nefsini onunla korkut. Bunun için de kulağını biraz benden yana tut ki, haber vereceğim mesele ÖLÜM’dür.

Ey Aziz: Hak teâlâ, bu ölümü gayet büyük yarattı. O kadar ki, bütün insanlar sayısınca, yeryüzünde bulunan bütün canavarlar sayısınca, ay, güneş ve bütün yıldızlar sayısınca ölüme baş verdi. O başların her birinde ikişer göz, ağız ve kulaklar vardır ve bütün yaratılmışlar gibi elleri vardır. Bu heybet ve heyet içinde gayet ulu olur. Hak teâlâ, ölümü bütün yaratılmışlardan önce yarattı. Bedenlerden dört bin yıl önce de ruhları yarattı. Nitekim, Resûl-ü zişân da böyle buyurmaktadır: Allahu teâlâ, ruhları cesetlerden dört bin yıl Ruhlardan dört bin yıl önce de, yaratılmışların rızıklarını yarattı. Rızıklardan üç bin yıl önce de ölümü yarattı.

Ölüm, bütün ağızları ve dilleriyle bir kere bağırıp gürleyince, bu sesten bütün melekler sersemlediler ve korkuya düştüler. Nihayet, melekler niyaz eylediler: 

— Yâ Rab! Bu gürültü ne gürültüdür ki hepimizi korkuya düşürdü ve tesbihimizi unutturdu. 

Hak teâlâ buyurdu: 

— Bu gürültüyü koparan ölümdür. Yerde ve gökte ne ki varsa, bu ölüm hepsini fani eylese gerektir: 

“Her nefis, ölümü tadıcıdır.” (Âli İmran suresi: 185)

Melekler yalvardılar: 

— İlâhi! Ne olaydı biz onu göreydik. 

Hak teâlâ buyurdu: 

— Hazır olun, şimdi görürsünüz. Sonra, ölüme emretti: 

— Ey ölüm. Bütün kanatlarını aç ve ağzınla gürle! 

Ölüm, derhal harekete geçti ve uçtu ve meleklere kendisini gösterdi. Melekler, bu heybet ve azamette ölümü görüp, gürlemesini işitince her biri olduğu yerde baygın düştü. Bir yıl kadar baygın yattıktan sonra kendilerine geldi er ve dua ettiler; “İlâhi! Bu ölümden büyük ve heybetli bir şey yarattın mı?”

Hak teâlâ buyurdu: 

— Bütün mahlûkatım arasında, bundan büyük kimse yaratmadım. 

Sonra, yine Hak teâlânın emriyle ölüm vardı ve yerinde sâkin oldu. 

Hak teâlâ, Melek-ül-mevte buyurdu: 

— Ya Azrail! Var sen ölümün, üzerine müekkel (vekil) ol. Ne zaman ki kullarımın canını almayı sana emredersem, çek ölümü onun üzerine götür ki, ölümle fâni olsun ve ölümün tadını tatsın. 

— Ey ölüm, dedi. Hak teâlâ, beni sana gönderdi. Hakkın kullarının canlarını alacağım zaman, seni o kimsenin üzerine götüreceğim, sen de bana itaat edeceksin. 

Ölüm, kendisine cevap verdi: 

— Hoş geldin, ben de sana Allahu teâlânın emriyle itaat ederim ama seni de Cebrail’i de İsrafil’i de Mikail’i de ve bütün gök halkını da öldürsem gerektir.

Bu suretle Azrail aleyhisselâma tâbi oldu. Azrail aleyhisselâm da ölümü Allahu teâlânın buyurduğu yere götürür, hem kimin eceli gelirse ölümü görür, fâni olur, toprağa karışarak toprak olur. Evet, bu ölümün vasfı kaleme gelmez. Bu kadar söylediklerimiz kifayet eder. Maksat, nefse ölümün heybetini bildirmek ve bir korku hâsıl etmektir. Nefsi, dünyadan iğrendirip tiksindirmektir. Âhiret amelleriyle meşgul olmasını temin etmektir. Onun için, bu kadarı yeter. 

Fakat, şunu da haber verelim ki, ölümü de Hak teâlâ hazretlerinin emriyle, Yahya peygamber aleyhisselâm cennet ile cehennem arasında boğazlasa gerektir. Ölümün vasfını öğrenmek istersen, ölülere sor ki, sana haber versinler. Şu ölmeden önce ölen kimseler var ya, onlar ölümle buluştular ve: Kanaat kuşağını kuşanıp, dünyanın bütün lezzetlerinden el çekerek ölmeden önce ölmüşlerdir. Onlar, fakir ve sabırlıdırlar. Bu konuda da söylenecek söz çoktur, inşa’allahu teâlâ şimdi işitirsin.

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

[MÜZEKK-İN NÜFUS]

🍃🌸 *KABİR AZABINDAN KURTULMAK İÇİN*

Şimdi ey aziz:  

Bu kabir azabından emin olmak istersen, *şu dört şeye devam et:*  


 *1)* Beş vakit namazını, vaktinde ve cemaatle kıl, hiç kaçırma.  

 *2)* Bildiğin kadar Kur'an-ı kerim oku.  

 *3)* Devamlı olarak sadakayı eksik etme.  

 *4)* Salâvat-ı şerifeye devam et.  


 *Sakınman gereken hususlar da şunlardır:*

  

 *1)* Yalan söyleme.  

 *2)* Bedenine meni ve sidik değdirme.  

 *3)* Emanete hıyanet etme.  

 *4)* Gıybet (Dedikodu) etme.   

 

✍🏻 *EŞREFOĞLU ABDULLAH RUMİ HAZRETLERİ*

IŞIK VE ŞEYTAN MENKIBESİ

Bir gece Eşrefoğlu Rumi Hazretleri, dergâhında ibadet ediyordu. Bu sırada bir ışık peydâ oldu. O ışıktan şöyle bir hitap duyuldu: "Ey kul! Dile benden ne dilersen. Bütün haram olan şeyleri sana helâl kıldım." Eşrefoğlu bir anda Allahü teâlânın izni ile sesin sâhibi olan şeytanı yakaladı. Avucunun içinde sıkmaya başladı. O anda şeytan; "Yâ şeyh! Ne yapıyorsun? Allah bana kıyâmete kadar mühlet vermiştir. Sen ise beni öldürmek istiyorsun." deyince, Eşrefoğlu; "Ey mel'ûn! Sen benim talebelerimin ve dostlarımın îmânlarına kasdetmeyeceğine dâir söz verirsen, salarım." dedi. Şeytan da; "Onların îmânlarına kasdetmeyeceğime söz veriyorum." dedi. Bunun üzerine Eşrefoğlu Rûmî; "Ey mel'ûn! Allahü teâlâ ile olan ahdine vefâ etmedin. Benimle olan ahdine mi vefâ edeceksin. Bildiğin şeyden geri kalma." dedi ve saldı. Talebeleri; "Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?" diye sorunca; "Bütün haramları sana helâl kıldım, deyince anladım. Çünkü Allahü teâlânın haram ettiği şeyler zâta mahsus değildir. Kıyâmete kadar bâkidir." buyurdu. 

Münâkaşa bizde yasaktır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *Büyük* lerin sözlerine lâyık olalım inşallah, *Çok konuşan* bir kimsenin, aklının *Az* olduğu anlaşılır. Ancak *Büyük* lerden anlatmak müstesnâdır. Türkçede bunun bir misâli var. 


Atalarımız; *Kelâmın fıdda ise sükûtun olsun zeheb!* buyurmuşlar, *Fıdda*, gümüş demekdir, *Zeheb* de altın demekdir. Sözlerin *Gümüş* ise, sükûtun *Altın* olsun. 


Hele bu zamanda çok *Mühim* dir bu. Düşünerek konuşun kardeşim. Ben hep düşünerek konuşuyorum. *Lüzûm* suz bir *Söz* söylemiyeceğiz. Hiçbir toplantıda, hiçbir yerde, hiçbir kimseye *Lüzûm* suz bir *Söz* söylemiyelim. 


Hele *Münâkaşa*, çok zararlıdır ve bizde *Yasak* dır. Bizim kitaplarımızda sık sık yazılı; Münâkaşa, *Dostla* da yapılmaz, *Düşman* la da yapılmaz. Çünkü dostla yapılırsa muhabbet *Azalır*, düşmanla yapılırsa düşmanlık *Artar*. 

● ● ● 

*Kandil* geceleri mübârekdir, *Cumâ* gecesi de mübârekdir. Bu iki gece bir araya gelince daha *Kıymetli* olur. Çok *İstiğfâr* etmek lâzım. Günâhlardan sakınmak lâzım. *Dargın* durmamak lâzım. 


Bu, çok mühim. *Üç* gün den fazlasına müsâde yok. Müslümân, *İçki* içmez, *Kumar* oynamaz, *Zinâ* etmez, ama farkında olmadan *Gıybet* edebilir. Bu gibi günâhlardan çok sakınmak lâzım. 


İnsanlar *Üç* sınıfdır kardeşim. Birincisi, *Hayvan* gibi olanlardır. Onların husûsiyyeti, *Benimki benim, seninki de benim!* derler. 


*Köpek* gibi yâni. Köpekler *Kemik* toplarlar ve gömerler. Bir daha toplarlar gene gömerler, bir daha toplarlar gene gömerler, sonra nereye gömdüğünü *Unutur* lar. 


Bir de *İnsan* sınıfı var. Bunlar; *Seninki senin, benimki benim!* der. 


Üçüncüsü ise *Müslümân* ahlâkında olanlardır. Bunlar; *Seninki senin, benimki de senin!* derler. Söylemesi kolay, yaşaması *Zor* dur 


*Hubb-ı fillâh* ve *Buğd-ı fillâh*, bu dînin esâsıdır kardeşim. Birbirimizi çok *Seveceğiz*, birbirimizin kusurlarımızı *Görmiyeceğiz*. Bunlar, bizim *Kitap* larımızda yazılı, *Büyük* ler böyle buyuruyorlar. 


Ne diyorlar: *Mü’minler, birbirinin arkasından (duâ) ederler, münâfıklar birbirinin arkasından (gıybet) ederler!* Büyüklerimiz böyle buyuruyor kardeşim.

Her sabah evden çıkarken yapılacak niyet

 Her sabah evden çıkarken; (Yâ Rabbi (azze ve celle) , kendimin ve aile efradımın rızkını helalden kazanmak, onları kimseye muhtac bırakmamak için vazifeme gidiyorum) demelidir.O gün, Müslümanlara iyilik, yardım etmeyi, onlara nasihat ve emr-i maruf yapmayı, kalbinden geçirmelidir.Böyle niyet eden bir tüccar veya memur, işçi ve muallim, vazifesinde çalıştığı müddetçe hep sevab kazanır. Her işi, ibadet olur. Dünyada kazandığı şeyler de, caba olur.

(Hâcegi Muhammed Emkenegi “kuddise sirruh” hazretleri)

Tevatür ile bildirilmiş olan din bilgileri

 Zaruri olan ve tevatür ile bildirilmiş olan din bilgilerinde ictihad câiz olmadığı için, böyle bilgilere inanmayan, sözbirliği ile imândan çıkar. 

(Milel-nihal tercümesi S. 69 ; Ibni Abidin S.377)

Kâfirlerin kullandıkları şeyler ikiye ayrılır

 Kâfirlerin kullandıkları şeyler ikiye ayrılır: birisi âdet olarak yapdıkları şeylerdir ki, bunlardan harâm olmıyanları, insanlara faideli olanları yapmak ve kullanmak günah değildir. Ayakkabı giymek, çatal kaşık kullanmak, âdete bağlı şeyler olduğu için mubâhtır. İkincisi ibâdet olarak yaptıkları şeylerdir. Bunları yapan ve kullanan kâfir olur. Mesela kiliseye gitmek, puta tapmak v.s. gibi. 

(Tefsîr-i Şeyhzâde c.1, s.108; İbni Âbidîn c.5 s.481 ve namazda Kıraat bahsi; Birgivî Vasıyyetnâmesi)

Kur’an-ı kerimden kendi anlayışına göre mana çıkarmak

 Hüseyin Bin said hazretleri Buyurdular ki: 

Herkes Kur’an-ı kerimden kendi anlayışına göre mana çıkardığı için, 72 sapık firka meydana çıkmıştır. Alimler topluluğundan ayrılanlar, sapıtmışlardır.“Kur’an varken başka kitaba lüzum yoktur” demek, “Anayasa varken kanunlara, tüzüklere, yönetmeliklere lüzum yok” demekten daha cahilliktir.

Kur'ân-ı kerîmi yanlış anlamak veya şübhe etmek insânın îmânını giderir

 Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şeriflerden islâmiyeti öğren¬meğe uğraşırken, yanlış anlamak veya şübhe etmek insânın îmânını giderir. İslâmiyyet, doğru olarak, ancak, Ehl-î sünnet âlimlerinin kitâblarından hazırlanmış olan ilmihâllerden öğrenilir. 

(Fetâvâ-i Hindiyye c.5, s.377; 

İbni Âbidîn c.l, s.29)

Kur'ân-ı kerîm büyük bir ilimdir

 Kur'ân-ı kerîm büyük bir ilimdir. Ancak onu, o ilmin mütehassısları anlar. Her Arapça bilenin Kur'ân-ı kerîmi anlaması mümkün değildir..Kur'ân-ı kerîm, uçsuz bucaksız büyük bir okyanus gibidir. İnsanlar da o deryanın ortasında bulunan bir gemideki yolcular gibidir. Yolcuların, (Kaptanda insan, biz de insanız, şu gemiyi istenilen sahile çıkarabiliriz) demeleri elbette çok abestir. Tecrü¬beli kaptan bile, elinde pusulası ve diğer lüzumlu aletleri olmasa, istenilen rotayı takip ederek arzu edilen limana gidemez. İşte insanlar, gemideki yolcular gibidir. Bir kaptan olmadıkça istenilen limana gidemezler. Kaptan, İmâm-ı A'zam hazretleri gibi İslâm âlimleridir. Yolcuların kaptana tâbi olmaları gibi, insan¬lar İmâm-ı A'zam “rahmetullahi aleyh” hazretleri gibi bir İslâm âlimine tâbi olmadıkça Kur'ân-ı kerîme göre amel etmiş sayılamaz. 

(Mevdûât-ül-ulûm c.l, s.455; Hadîka c.2, s.339)

Kendi görüşü ile tefsir

 Kendi görüşü ile tefsir, caiz değil¬dir.Resûlullah'tan "sallallahü aleyhi ve sellem" ve Eshâb-ı kirâm'dan gelen haberlere, âlimlerin tefsirlerine ve tefsir ilminin usûlüne bakmadan ve Kureyş lügatini bilmeden ve hakikat ile mecazî düşünmeden mücmel, mufassal ve umumi veya husûsi olanları birbirinden ayırmadan ve âyeti kerîmelerin indirilme sebeblerini ve nasih, mensuh olduklarını araştırmadan verilen mânayı Allahü teâlânın kelâmı olarak söylemek nasıl doğru olabilir?Tefsir, Kelâm-ı İlâhiden, Murad-ı İlâhiyi anlamak demek¬tir. Kendiliğinden verilen mâna; doğru olsa bile, meşru yoldan çıkarmadığı için hatâ olur. Verdiği mâna yanlış ise, kâfir olur. Hadis-i şerifte "Kur'ân-ı Kerîm'e kendi görüşüne göre mâna veren, Cehennemde azap görecektir" buyuruldu.Müfessirin, 15 mühim ilmi bilmesi lâzımdır. Bu 15 ilmi bilen kimselerin Kur'ân-ı kerîmden çıkaracağı ma'nalara tefsir denmez.Te'vil denir. Çünkü bu ma'nalarda kendi görüşü bulunur. Bu görüşü, kitaba, sünnete ve icmaya uygun olmazsa fasittir, bozuktur. Bugün dünyada bu ilimleri bilen insan yok gibidir. 

(Mevdûât-ül-ulûm c.l, s.455; Ta'rîfât Tevil ve tefsir mad¬deleri; Berîka s.1297; Keşkül; Hadîka c.2, s.239-241)

Sen olmadan Cennete girmem

 Bir kimse, (Allahü teâlâ bana, Cennetini verirse,Yine de, sen olmadan Cennete girmem) dese,Veyahut da (Cennete, filan ile beraber,Gir dense, girmem) dese, o dahi küfre girer.Dünya sıkıntısından kurtulup, rahat etmek,kastıyla intiharda, küfürden korkulur.

( Muhammed Hadimi hazretleri “rahmetullahi aleyh“)

En tehlikeli şey

 En tehlikeli şey, dinsiz ve mezhepsiz kimselerle ve bunların kitapları, gazeteleri ve her türlü yayınları ile beraber olmaktır.Böyle bozuk kimselerden ve yayınlardan, aslandan kaçar gibi kaçmalıdır.

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi “rahmetullahi aleyh” hazretleri ;Şeyh İsmail Rumi hazretleri “rahmetullahi aleyh“)

Dördüncü asırdan sonra mutlak ictihad kapısı kapanmıştır

 Dördüncü asırdan sonra mutlak ictihad kapısı kapanmıştır. Ya’ni dört hak mezheb gibi bir mezheb kuracak müctehid gelmemiştir. Ulema (müctehidler) yedi tabakaya ayrılmıştır. Birinci tabaka hariç, zaman zaman diğer tabakalardan müctehidler gelmiştir. Meselâ İbni Âbidîn hazretleri ve Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi hazretleri 7. tabakadan müctehid idi. Çeşitli tabakalardan müctehid gelmiş ve gelebilirse de, yeni bir mezheb kuracak müctehid gelmemiştir ve gelmiyecektir. İstisna olarak Hazret-i Mehdî aleyhisselam âhir zamanda geldiğinde dört hak mezheb tamamen unutulmuş olacağı için, kendisi ictihadda bulunacak ve ictihadı Hanefî mezhebine uygun gelecektir. Mu’teber kitaplarda böyle yazmaktadır. 

(Hucce-tüllah-i alel’âlemîn s.775)

Şalvar giymek

 Şalvar giymek (gözlük kullanmak) gibi bid’attır. Fakat ibâdette değil, âdette bid’at olduğu için günah olmaz. Yani âdet olan yerde şalvar giymekte mahsur yoktur. Âdet olmayan yerlerde giymemelidir.

 (Hadîka c.1, s.143;berîka c.1, s.133)

Hanımınıza karşı yumuşak ve iyi huylu olunuz!

 Hanımınıza karşı yumuşak ve iyi huylu olunuz!Peygamber efendimiz de “aleyhisselam” böyle olanları methediyor.Hadis-i şerifte; (İmanı en kuvvetli olanınız, ahlakı en güzel ve zevcesine karşı en yumuşak olanınızdır) buyuruyor.

(Seyyid Abdullah-ı Dehlevi “kuddise sirruh” hazretleri)

Bu bilgileri öğrenmemek büyük günahtır

 Ey gençler, dünyada ve ahirette saadete kavuşmak için, her şeyden önce (Ehl-i sünnet itikadı)nı öğrenip, imanını buna göre düzeltmek lazımdır.Bundan sonra, ibadet bilgilerini öğrenip, onunla amel etmek ve cenâb-ı Hakkın (celle celâlüh) dostlarını, sevgili kullarını sevmek ve İslam dininin düşmanlarını tanıyıp, onlara aldanmamak lazımdır.Ehl-i sünnet itikadını ve farzlardan ve haramlardan lazım olanları öğrenmek, her Müslümana farz-ı ayndır.Bu bilgileri öğrenmemek suçtur, büyük günahtır.

(Hâcegi Muhammed Emkenegi “kuddise sirruh” hazretleri)

İslâmiyetin terakkiye mani olduğunu söyleyenler

 (İslâmiyet terakkiye (ilerlemeye) manidir, yalnız ibâdet dinidir.) diyenler bu iddiasını ispatlamakla mükelleftir. ispatlayamazsa müfteri olur. Güneş balçıkla sıvanamadığı gibi, İslâmiyetin ilme, fenne verdiği kıymet de inkar edilemez. İslâmiyetin terakkiye mani olduğunu söyleyenler ilimden, islâmiyetten haberi olmayan cahil kimselerdir. 

(Tefsîr-i Kurtûbî)

Bu terazi dünya terazilerine benzemez

 Kıyamet günü, amelleri, işleri ölçmek için, bilmediğimiz bir (Mizan), bir ölçü aleti, bir terazi vardır.Yer ve gök bir gözüne sığar. Sevap gözü, parlak olup, Arşın sağında, Cennet tarafındadır. Günah tarafı, karanlık olup, Arşın solunda, Cehennem tarafındadır.Dünyada yapılan işler, sözler, düşünceler, bakışlar, orada şekil alarak, iyilikler parlak, kötülükler karanlık ve iğrenç görünüp, bu terazide tartılacaktır.Bu terazi, dünya terazilerine benzemez. Ağır tarafı yukarı kalkar. Hafif tarafı aşağı iner. Orada yerçekimi kuvveti yoktur. 

(Mazhar-ı Can-ı Canan “kuddise sirruh” hazretleri)

Mürted kimlere denir?

 Evlatlarım, bu gün Müslüman olmayanlara, yani Resulullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği İslam dinini beğenmeyenlere, zamana, asra ve fenne uymuyor diyenlere ve mürtedlere aldanmayın.Çünkü bunlar,Müslümanlarla ve Müslümanlıkla, açıkça ve alçakça alay ediyor, Müslümanları aşağı görüyorlar. Müslümanlığın dışında kalmak, keyiflerine, şehvetlerine ve içlerindeki kötü isteklerine uygun geldiğinden, Müslümanlığa gericilik, dinsizliğe ise asrilik ve münevverlik diyorlar.Mürted demek, Müslüman evladı oldukları halde, Müslümanlıktan haberleri olmadığından ve hiçbir din âliminin kitabını okumadıklarından, yalnız bir lutfe, teveccühe ve dünyalığa kavuşmak için Müslümanlığı beğenmeyenler ve “İslamiyet, terakkiye manidir” diyenlerdir.

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi “rahmetullahi aleyh” hazretleri)

Hastalıklar Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere bir lütfudur

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Hastalık* lar, Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere bir *Lütf’u* dur kardeşim. Çünkü âhiretde; *Âh, keşke biraz daha hastalık çekseydim de daha çok ni’mete kavuşsaydım!* diyecekler. 


*Cenâb-ı Hak* dan gelen herşey *Hayrlı* dır. Yeter ki biz sebebiyet vermiyelim. *Ve mâ zalemehümullah!* Allahü teâlâ kullarına *Zulm* etmez. 


*Ve lâkin kânû enfüsehüm yazlimûn!* Ancak insanlar, kendi kendilerine zulmediyorlar. Allahü teâlâ *Rahîm* dir. Kullarına dâima *Merhamet* lidir. Ama Onun *Şedîd-ül ikâb* ismi de vardır. 


Yâni çok da şiddetli *Azâbı* vardır. Azâbı, *İsyâna* karşılıkdır. Rahmet ise *Sebeb* siz yağıyor. Gazaba mâruz kalmamak için *İtâat* edeceğiz. İtâat etdin mi, korkma. *Ne gelirse yahşîdir!* diyor Ahmed Yesevî hazretleri. 


Yâni her ne gelirse, *İyi* dir. Âyet-i kerîmede; *Size her ne iyilik gelirse, Allah’dandır. Her ne kötülük gelirse, kendinizdendir!* buyuruluyor. 


Âyet-i kerîmenin sonunda; *Ama hepsi Allah’dandır. Hayr da Allah’dan, şer de Allah’dan!* diyor. Hayrihî ve şerrihî minellâhi teâlâ. 


Hani şer, *Nefs* dendi? Sebep olmak îtibâriyle *Nefs* dendir. Ama yaratmak îtibârı ile *Allah* dandır. *İyilik* ler de, *Kötülük* ler de Allahdandır. Hepsini O *İrâde* eder, O *Yaratır*. 


Eğer Allahü teâlâ bildirmese, Cenâb-ı Hakkı ve sıfatlarını Peygamberler de bilemez. 


Onun için *Cebrâil* aleyhisselâm vâsıtasıyla, kendi râzı olduğu *Yol’u* peygamberlerine bildirmiş, Onlar da ümmetlerine bildirmişlerdir. Allahü teâlânın bildirdiği bu *Yol’* un ismi, *Din* dir. 


Rûhun gıdâsı *Din* dir, kalbin gıdâsı *İlim* dir. İlmi olmıyanın, yâni bir *Ehli sünnet* âliminin yazdığı bir *Kitâbı* okumıyanın veyâ *Sohbet* inde bulunmıyanın gönlü, kalbi *Ölür*. 


Müslümâna gelen her şey *Ni’met* dir, *Hayr* dır. Müslümânları, parayla dahî doyuran, *Sevâba* kavuşur. Allahü teâlâ hepimize *Seâdet-i dâreyn* ihsân eylesin. 


*Vücûdumun her zerresi gelse de dile, şükrünün binde birini yapamam bile!* buyuruyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. 


Allahü teâlâ, kendi *Dînini* yaymak *Hizmet* inde kullanıyor bizleri. Yâni çok büyük *Ni’mete* mazhar olmuşuz kardeşim. Elhamdülillah, çok *Şükür* Allahımıza. 


Bu *Ni’met*, bütün dünyâ ve âhiret ni’metlerinden *Üstün* dür Çünkü bu, peygamberlik *Vazîfesi* dir. Bu hizmeti yapanlar, Peygamberlerin *Vârisleri* dir. Cennetdeki melekler buraya *Gıbta* ediyor, imreniyor kardeşim.

Bazı fıkhî mes'eleler

 Farz kazası olanların teşbih namazı kılmaları uygun değil¬dir. 

(Fütûh-ul gayb haşiyesi s.323) 

*Hanefî mezhebinde olduğu gibi, Şafiî mezhebinde de farz namaz kazası olanın sünnetler yerine kaza kılması gerekir. Ancak sabah namazının sünneti vacibe yakın müekked bir sünnet olduğu için sünnet niyyetiyle kılmalıdır. 

(Nevâdîr-i fıkhıyye)

*Kerahatinden şübhelendiği namazları, pek uygun olmayan imamların arkasında kıldığı namazları kaza etmesinde mahzur yoktur. Teheccüd, kuşluk, evvabin gibi namazları kılarken, kazası olan kimse, kaza nama¬zına da niyyet ederse, hem kazası ödenmiş .olur, hem de adı geçen nafile namazların sevabına kavuşulur. 

(İbni Âbidîn c.l,s.542)

*Vacibi geciktirmemek için sünnet terk edilir.(İbni Âbidîn S.316 ve 450)*Vâcib dînin bildirdiği özrlerle terk edilir. O halde, sünnet dînin bildirdiği özrlerle elbet terk edilir. 

(İbni Âbidîn S. 433) 

*Bir kimse, senelerce namaz kılsa, fakat hangilerinin ilk ve son sünnet olduğunu bilmese, hepsini farz niyyet ederek kılsa, hepsi kabul olur. Çünki sünnetlere farz diye niyyet edilirse sünnet kabul olur.

(Fetavâ-i kübra S.26)

*Tatarhaniyye'de kazaya kalmış namazı olup olmadığını bil- miyen kimsenin öğle, ikindi ve yatsının sünnetlerinde zamm-ı sûre okuması daha iyi olur, buyuruldu. Bundan maksat sünnetlere kaza niyyet etmesi ve zammı sûre okuması daha iyi olur demektir.

(Uyun-ül-besair S.103)

Afiyet nedir?

 Âfiyet, dînin ve i’tikâdın bid’atlerden,

amelin ve ibâdetin âfetlerden, nefsin şehvetlerden, kalbin hevâ ve vesveseden ve bedenin hastalıklardan selâmet bulması, kurtulması demekdir. Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” düâların efdali hangisidir diye soruldukda, (Allahü teâlâdan âfiyet isteyiniz. Îmândan sonra, âfiyetden dahâ büyük ni’met yokdur) buyurdu. [Âfiyete kavuşmak için, çok istigfâr etmelidir.] 

İslam ahlakı kitabı sayfa 89

Hıristiyanların teslis inancı

 Hıristiyanların teslis inancına göre, üç tane tanrı vardır. Bunlardan birisine de baba Allah diyorlar. Hıristiyan romanları ile, Hıristiyan filmlerinin te’siri altında kalan insanlar, bilmeden böyle konuşuyorlar. Allahü teâlâ, ihlâs sûresinde kendisinin doğmadığını, doğurmadığını bildirmektedir. Allah baba demek gibi tehlikeli sözlerden kaçmak lâzımdır. Allah baba demek küfürdür.* Allahü teâlâ, mekândan münezzehtir. (yukarıda Allah şahid), veya (Allahü teâlâ gökte görüyor) gibi sözler çok tehlikelidir. İnsanı dinden çıkarmağa kadar götürür. 

(Mektûbât-ı Rabbânî c.1, M.217, 266)

Câmi ve kâbe resmine hürmet

 Câmi ve kâbe resmi gibi hürmet edilmesi icap eden kâğıt, mendil, seccade gibi şeyleri yere atmak, belden aşağı koymak uygun değildir. 

(Hadîka C. 2, S.633)

Allahü teâlânın emirlerine ehemmiyet vermemek iki çeşittir

 Allahü teâlânın emirlerine ehemmiyet vermemek iki çeşittir:

Birincisi, inanılmadığı için ehemmiyet verilmez ki çok tehlikelidir. İkincisi, inandığı halde, tembellikten, gafletten, câhillikten emirlere uyulmaz. İnanılıp da emirlere uyulmamak imânı yok etmezse de, emirlere her zaman isyân imânsızlığa sebeb olur.

( İbni Âbidîn C.3, S 292; Mektûbât-ı Rabbânî C.1, M.270)

Ecel gelmeden ölüm olmaz

 Herkesin eceli bir tanedir. Ecel gelmeden insan ölmez. Ecel gelmeden ölüm olmaz.Bütün ölümler ecel gelince vuk’u bulur. Ecelsiz ölüm olmaz. Kiminin ölümüne hastalık sebep olur, kiminin ölümüne kurşun sebep olur. Kimininkine bir iğne sebep olur.

(Tefsîr-i Kebîr c.17, s.182)

Rabbena lekel hamd

 Peygamber efendimiz aleyhisselâm cemaatle namaz kılarken (Sem' iallahü limen hamideh) ya'ni (Allahü teâlâ, kendisine hamdedenin hamdini işitir, kabul eder) deyince, Hazret-i Muaviye radıyallahü teâlâ anh”, bundan çok duygulanmış, aşka gelerek (Rabbena lekel hamd), ya'ni (Rabbimiz sana hamd olsun) demiş. Peygamberimiz aleyhisselâmda bunu men etmediği için, sünnet olarak kalmıştır. Namaza veya diğer ibâdetlere ilâve yapmak, çıkarmak bid'attir. Dinde değişiklik yapılmaz. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” emri dindir.

 (İbni Âbidîn c.2, s.334; Fetâvâ-i Hindiyye c.l, s.74)

Ehl-i sünnet alimleri kimdir?

 Ehl-i sünnet alimleri”nin kitaplarını okumayanlar,okusa da uymayanlar; onların bildirdiklerini yapmayanlar bidat ve dalalet sellerine yakalanıp boğulur ve dünya ve ahiret felaketlerine sürüklenir.Bilmeyenlerin, öğrenmeyenlerin, uygulamayanların kurtulmaları imkansız gibidir.Helali haramı öğrenmeye lüzum görmeyen, öğrendikten sonra da gereğini yapmaya önem vermeyen kimse, imanını kaybeder.“Ehl-i sünnet alimleri” kendinden önceki alimlerden nakil yapar, kendi kafasından hiçbir şey eklemez. Eklerse, ona alim denmez.

(Muharrem Hilmi Efendi "rahmetullahi aleyh" hazretleri)

Kendi kafasından yazıp söyleyenleri dinlemeyin

 Ehl-i sünnet alimleri”nin kitaplarından nakil yapmayanları,kaynak vermeyenleri ve kendi kafasından yazıp söyleyenleri dinlemeyin sakın.

(Somuncu Dede "rahmetullahi aleyh" hazretleri)

Namazda esnemek

 (İbni Âbidîn) namazın mekruhları bahsinde buyuruyor ki:

Esnemek, midenin dolu olmasından ve bedenin ağırlaşmasından meydana gelir. Bu da şeytandandır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Esnemek şeytandandır. Biriniz esnerse mümkün olduğu kadar ağzını kapatsın!) Namazda esnemeğe başlamadan önce dudak ısırılarak esnemeye, ya'nî ağzın açılmasına ma'nî olunur. Ağız açıldıktan sonra elin dışı ile örtülür. Namazda esnerken dudaklarını dişlerinin arasına alarak ağzını kapaması mümkün iken böyle yap¬mayıp el ile bez ile kapamak mekruhtur. Bahr kitabında diyor ki, (çünkü namazda zaruretsiz ağzı kapamak nehyedilmiştir.) Esnemeyi def etmek mümkün olursa zaruret yok demektir. Namazda iken ayakta sağ el ile, diğer yerlerde sol el ile kapanmalıdır. Peygamberler (aleyhimüsselam) esnemez. Bunu hatırlayarak esnemeyi gidermeğe çalışmalıdır.

Bazı fıkhî mes'eleler

 Diş arasında kalmış, nohuttan küçük bir şeyi yutmak namazı bozmaz. Ağzında kalmış ufak bir şeyi üç kerre çiğneyerek veya eriterek yutmak namazı bozar. 

(İbni Âbidîn c.l, s.418)

Eda edilen bir namazı sebepsiz iade etmek, hadis-i şerifle men olunmuştur. İade etmek yerine, en evvel veya en sonra kazaya kalmış bir farz namazı kaza etmek lâzımdır. İade için sebepten maksat, farzları ve vâcibleri terk etmek veya mekruh işlemek demektir. 

(İbni Âbidîn c.l,s.486)

Kadın ve Namaz

 Kadınlar için, namaz kılarken örtülmesi gereken uzuvların dörtte birisi açık kalırsa namaz bozulur. Meselâ ayak bir uzuvdur. Dörtte birisi, meselâ topuğu açık kalırsa namaz bozulur. 

(Cevhere c.l, s.60; Hîdâye c.l, s.28)*

 Kadının kadına imâm olması mekruhtur.

(Merâkıl-felâh s.166)

BEN BİR, SEN DÖRT GÜNAH İŞLEDİN

Hazreti Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bir gece şehri gezerken bir evden çeşidli sesler işitdi. Ömer hazretleri dama çıkdı. Damdan o eve girdi. Gördü ki, bir kişi bir kadın ile oturmuş. Orta yerde de şarap var. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri dedi: Niçin Allahü teâlâ hazretlerinin emrini tutmazsın. Bu kadar günâhın cezâsını çekmiyeceğini mi zan ediyorsunuz! 


O kişi çok korkup, dedi ki, yâ Emîr-el mü’minîn! Hiç acele etme ki, ben bir günâh işledim ise, sen dört günâh işledin. Birincisi, Allahü tebâreke ve teâlâ buyurdu ki, (Evlere kapılarından giriniz.) Sen damdan girdin. İkincisi, Allahü teâlâ buyurdu ki, (Evlerinizden gayrî evlere izn alıp, ehli üzerine selâm vermeyince girmeyiniz.) Sen fermân dinlemeden girdin. Üçüncü; Allahü teâlâ buyurur: (Tecessüs etmeyiniz.) Sen tecessüs etdin. Dördüncü; Allahü tebâreke ve teâlâ buyurur, (Sû-i zân etmekden sakınınız.) Sen sû-i zan etdin.


Ömer “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitdi. Mubârek gönlüne çok tesir etdi. Pişmân oldu. Onun keffâretine bir köle âzâd etdi. Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin adâleti ve siyâseti bereketi ile, o kişi de tevbe edip, iyiler zümresinden oldu.


[Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn]

İSLÂM DÜŞMANLARININ OYUNLARI

“İslâm düşmanları, asırlar boyunca yaptıkları kanlı ve acı tecrübelerle anladılar ki, imanını yıkmadıkça, Müslüman milleti yıkmaya, imkân yoktur. Her ilerlemenin ve yükselmenin hamisi ve teşvikçisi olan İslâmiyeti, ilmin, fennin, yiğitliğin düşmanı gibi göstermeye yeltendiler. Genç nesillerin, bilgisiz, dinsiz kalmasını, onları manevi cepheden vurmayı hedef edindiler. İlim ve iman silahları çürümüş, hırs ve şehvetlerine kapılmış olan bazı cahiller, kafirlerin bu hücumları ile hemen bozuldu. Bunlardan bir kısmı, isimlerini siper edinip, Müslüman görünerek, fen adamı, kalem sahibi ve din âlimi, hatta Müslümanların hamisi şekline girip, temiz gençlerin imanlarını çalmaya koyuldular. Kötülükleri hüner, imansızlığı moda şeklinde gösterdiler. Dini, imanı olanlara gerici denildi. Din bilgilerine, İslâmın kıymetli kitaplarına, irtica, gericilik diyenler oldu. Kendilerinde bulunan ahlaksızlıkları, Müslümanlara, İslâm büyüklerine isnat ederek, o temiz insanları kötülemeye, evlatları babalarından soğutmaya uğraştılar. 


Tarihimize dil uzatıp, parlak ve şerefli sayfalarını karartmaya, hadiseleri değiştirmeye kalkıştılar. Böylece, gençleri dinden, imandan ayırmaya, İslâmiyeti ve Müslümanları yok etmeye çalıştılar. İlmi, fenni, güzel ahlakı, fazileti ve yiğitliği ile dünyaya şan ve şeref saçan, ecdadımızın sevgisini genç kalplere yerleştiren mukaddes bağları çözmek, gençliği dedelerinin büyüklüğünden mahrum ve habersiz bırakmak için, kalplere, ruhlara ve vicdanlara hücum ettiler. Hâlbuki İslâmiyetten uzaklaştıkça, ahlak bozulduğu gibi, her asrın icab ettirdiği yeni bilgilerde, üstünlüğü kaybediyor, hatta geri kalmaya başlıyorduk. Bu maskeli dinsizler, bir taraftan ilimde, fende geri kalmamıza, diğer taraftan, İslâmiyetten uzaklaşmamıza sebep oluyordu. Garb, batı sanayiine yetişebilmemiz için, bu kara perdeyi kaldırmamız, çöl kanunlarından kurtulmamız lazımdır, diyorlardı. Bu suretle maddi ve manevi kıymetlerimizi yıkarak, vatanımıza, milletimize, dışardaki düşmanların, asırlarca yapmak istedikleri, fakat yapamadıkları kötülüğü yaptılar.”


[Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye]

HACI BAYRAM-I VELİ’NİN SULTAN MURAD’A NASİHATİ

Hacı Bayram-ı Velî hazretleri Edirne'den ayrılırken kendisinden nasihat isteyen Sultan Murâd Hana şöyle dedi:"Tebean içinde herkesin yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun. İlim sâhiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Hiç kimseyi küçümseme ve hafife alma. İnsanlığında kusûr etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe, kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlarla aranızda bâzı beseleler görüşülürse, yâhut onlar bu meselelerde senin bildiğin hilafını iddiâ ederlerse, onlara hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa, ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakîhlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiği cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler."Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret, böylece faydalansınlar. Herkes, öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devâmı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve îtibârlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsâmaha göster. Hiçbir kimseye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran."

İşte Allah’tan böyle korkulur!

Rebî bin Haysem, gözünü haramlardan o derece korur ve etrafına bakınmazdı ki, bazıları onu kör zannetmişlerdir.

Rebî bin Haysem hazretleri Tâbiîn devrinde Kûfe’de yetişen büyük âlim ve velîlerdendir. Kûfe’de doğdu. 687 (H.68) senesinde Horasan’da Tûs şehrinde vefat etti. Abdullah ibni Mes’ud, Ebû Eyyûb el-Ensârî ve birçok Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü anhüm” hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundu. Rebî bin Haysem kimseye bedduâ etmezdi. O, her şeyi Rabbinden bilir, O’ndan gelene sabreder, tevekkülünü bozmazdı. Bir gün namaz kılarken, yirmi bin dirhem değerindeki atının çalındığını gördü. Fakat ne namazı bozdu, ne de üzüldü. Yanında bulunanlar: “Nasıl oldu bu iş, yazık oldu atına!” diye kendisini teselli ediyorlardı. O ise; “Atın yularını çözerken çalan adamı görmüştüm” dedi. Onların; “O hâlde niçin mâni olmadınız?” demeleri üzerine; “Atımdan daha sevimli olan bir şey ile, yâni namaz kılmakla meşguldüm. Onu kaçıramazdım” dedi. Adamlar hırsıza bedduâ etmeye başlayınca, Rebî; “Hayır, bedduâ etmeyin. Ben atımı ona hediye ettim. Sadakam olsun” dedi.

Rebî bin Haysem, gözünü haramlardan o derece korur ve etrafına bakınmazdı ki, bazıları onu kör zannetmişlerdir. Yirmi sene Abdullah ibni Mes’ud ile berâber bulundu. Hatta İbn-i Mes’ud’un “radıyallahü anh” câriyesi onu görünce; “Âmâ dostun geliyor” derdi. İbn-i Mes’ud “radıyallahü anh” da onun bu sözüne gülerdi. Çünkü onu içeri almak için kapıyı açtığı zaman gözlerini kapamış ve başını yere eğmiş görürdü. İbn-i Mes’ud ona bakınca; Hac sûresinin “Tevâzu ile yalvaranları müjdele!” meâlindeki 34. âyetini okur. “Vallahi Peygamber efendimiz seni görseydi sevinirdi” buyururdu.

Kimseyle münakaşa etmez, kimseye kötü söz söylemezdi. Bir gün kendisine biri kötü sözler söyleyince, ona; “Söylediklerini Allahü teâlâ duyuyor. Şâyet ben, Cennet ile aramdaki güçlükleri aşıp Cennet’e girersem, senin sözlerinin bana zararı yoktur. Sırat köprüsünden geçemezsem, anlarım ki; söylediklerinden de kötü bir insanım” buyurdu.

Bir gün Rebî bin Haysem İbn-i Mes'ud “radıyallahü anh” ile demirciler çarşısına gitti. Orada körüklerin üfürülüp ateşlerin alevlendiğini görünce, Cehennem ateşini hatırlayarak düşüp bayıldı. İbn-i Mes'ud “radıyallahü anh”, namaz vaktine kadar başı ucunda beklediyse de, ayılmadığını görünce, onu arkasına alarak evine getirdi ve tam 24 saat baygın kaldı. Bu sebepten beş vakit namazını kılamadı. Başından ayrılmayan İbn-i Mes’ud “radıyallahü anh”; “İşte Allah’tan böyle korkulur!” demiştir.

Her bid’at dalâletdir

 ● “Bid’at dalâletdir. Her ne ki, benden sonra olursa merdûddur [red edilir].” Hadîs-i şerîf. 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]

● Bid’at ehlinin aslı dokuzdur. Hâricîler, şî’a, mu’tezile, mürci’e, müşebbihe, cehmiyye, dırâriyye, neccâriyye, kilâbıyye olup, cümlesi, Eshâb ve tâbi’în ve fükahâ-i seb’anın vefâtından sonra, açığa çıkdılar. (Gunye). 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]

● Bid’at ehlinin en kötüsü Eshâb-ı Resûle [Eshâb-ı kirâma] buğz üzere olanlardır. 2/36 [Eshâb-ı Kirâm: 222.]

● Bid’at ehline hurmet göstermek, islâmın yıkılmasına yardım etmekdir. (Bu ise) amelin boşa gitmesine sebeb olur. 2/23 [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]

● Bid’atden ictinâb [kaçınmak] lâzımdır. 1/260 [Mektûbât Tercemesi: 326.]

● Bid’atin terki, sünnetin işlenmesinden dahâ iyidir. 1/313. [Mektûbât Tercemesi: 502.]

● Bid’at, sünneti ortadan kaldırıyor ise, bid’at-ı seyyie, sünnetden sâkıt ise [ortadan kaldırmıyor ise] bid’at-i hasenedir. İkisi de dalâletdir. 1/186. [Mektûbât Tercemesi: 223.]

● Bid’at-i hasene dahî olsa, sünnetin kalkmasına sebeb olur. 2/23. [Se’âdet-i Ebediyye: 775.]

● Bid’at ehli sohbetinin fesâdı, kâfir sohbetinin fesâdından dahâ ziyâdedir. 1/54 [Mektûbât Tercemesi: 90.]

● Bid’at yayılıp, zulmeti, âlemi kuşatmışdır. 3/96.

Bid’at ehlinin en kötüsü

 ● Bid’at ehlinin en kötüsü Eshâb-ı Resûle [Eshâb-ı kirâma] buğz üzere olanlardır. 2/36 

[Eshâb-ı Kirâm: 222.]

Bid’at ehlinin aslı dokuzdur

● Bid’at ehlinin aslı dokuzdur. Hâricîler, şî’a, mu’tezile, mürci’e, müşebbihe, cehmiyye, dırâriyye, neccâriyye, kilâbıyye olup, cümlesi, Eshâb ve tâbi’în ve fükahâ-i seb’anın vefâtından sonra, açığa çıkdılar. 

(Gunye). 2/67 [Se’âdet-i Ebediyye: 54.]

Garîblere müjdeler olsun

● “İslâmiyyet garîb olarak başladı. Garîb olarak döner. Garîblere müjdeler olsun.” Hadîs-i şerîf. 2/39 [Se’âdet-i Ebediyye: 913.]

O bir emir nedir?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamberimiz aleyhisselâm; *İ’mel vestağfir!* buyuruyor. Yâni ne yaparsanız, velev ki *İbâdet* de yapsanız, arkasından *Tövbe* edin, *İstiğfar* edin buyuruyor


Öldükden sonra, âhirette, *Büyük* lerden naklen konuşulanların, birer *Hakîkat* olduğu meydana çıkacak efendim. Eğer buna kıymet verilmemişse; 


*Eyvaah! Bunu ben Seâdet-i Ebediyye kitâbında okumuşdum, orada yazıyordu*. Yâhut da; *Falan âbiden duymuşdum!* diyeceğiz. 


Ama ne fayda. Dünyâya *Geri* dönsen dönemezsin, *Tövbe* etsen edemezsin, *Namaz* kılsan kılamazsın. *İmtihân* bitdi çünkü, yapacak bir şey yok. 


Kendimizi *Ölmüş* bileceğiz kardeşim. *Kabre* konmuş, *Suâl melekleri* gelmiş gibi yaşamalı bu dünyâda. *Ölmeden evvel ölün!* hadîs-i şerîfinin mânâsı, işte bu. 


Her güne, *Ölmüş* de, tekrar dünyâya gelmesine *İzin* verilmiş insan gibi başlamalı. *Bu gün sana izin verildi, yarın gene hesâba çekileceksin!* denilmiş gibi. 


Her gün *Böyle* düşünülmezse, bu günlerin arkası kesilmez ve *Ömür* biter efendim. Öldükden sonra başımıza geleceklerin, *Mutlak* olduğuna inanmak lâzım.


Peygamber aleyhisselâm buyuruyorlar ki: *Ey eshâbım!* Sizler, Allahü teâlânın emir ve yasaklarından, onda *Dokuzu* nu yapsanız, *Birini* yapmaz iseniz *Helâk* olursunuz. 


Yâni, *Yüksek* dereceden bir *Aşağı* dereceye düşersiniz. Ama âhir zamanda gelecek olan ümmetim, emirlerden *Bir tâne* sini yapsalar, *Kurtulur* lar. Efendimiz böyle buyuruyor.


Peki, emirlerin *Onda biri* nedir? Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine sordum. Âhir zamanda gelecek ümmetin kurtulmasına sebep olan o *Bir emir* nedir? dedim. 


Efendi hazretleri, *Îmân* dır buyurdu. Yâni *Doğru Îmân*. Âhir zamanda gelecek olan ümmetin en büyük derdi, *Îmânını korumak* olacak. Neden? Çünkü îmân çok *Hassas* dır. 


Bir kelimeyle *Gelir*, bir kelimeyle *Gider*. İslâmiyetin bir emrini hafife almak ve küfre sebep olan bir kelimeyi söylemek, *Îmânı* götürür. Ama bir *Tövbe* etmekle de *Geri* gelir.

Alim kitapdan söyler

 Hüseyin Bin said hazretleri Buyurdular ki:

Seyyid Ahmet Mekki hazretleri "rahmetullahi aleyh" vazederken 5-6 kişi dinlerdi.Aynı camide başka biri kürsüde vazederken ise yüzlerce kişi dinler.Hop oturur,hop kalkardı.Zira İcazetli bir alim olan;Seyyid Ahmet Mekki Efendi Hazretleri kitaba bakarak,naklederek söyler,kaynaklı söylerdi.hoca ise ezberden,kafadan konuşurdu.Biz bile çantalar dolusu kitabı vefa’dan camiye taşırdık. Mübareklerde “Alim kitapdan söyler” buyurdular.

1928 yılından itibaren binlerce câmi kadro dışı ilan edilip kapatıldı

(Altında reisicumhur Mustafa Kemal Atatürk'ün imzasıda bulunan camilerin satılmasına dair 1936 yılına ait bir belge.)

1928 yılından itibaren binlerce câmi kadro dışı ilan edilip kapatıldı, yıktırıldı, satıldı veya din dışı işlerde kullanıldı. Moğol istilâsını aratmayacak bu devirleri gayet iyi hatırlayanlar az değil.1950’den evvel İstanbul suriçinde sadece üç câmi açıktı: Süleymaniye, Bayezid ve Fatih.Diğerleri başka maksatlarla kullanılırdı. Sultanahmed Câmii, başka yer kalmamış gibi, asker yollama merkezi idi. Askere buradan sevkedilen Beylerbeyi Câmii imamı Hâfız Mustafa Efendi, yoklama için bekleyen bazı askerlerin, dışarı çıkmalarına izin verilmediği için câmi köşelerine siğdiğini anlatırdı. Yeni Câmi’ye katanalar bağlanırdı. Nusretiye Câmii kütük deposuydu. Hatta, kütüğün biri uzun geldiği için câmiin son cemaat yerinin yıktırıldığını, bizzat Refi Cevat Ulunay yazdı. Bütün şehirler böyle idi. Mesela Konya’da sadece Kapı Câmii, Ankara’da Hacıbayram Câmii açıktı. Açık olanlara da iki ayağı çukurda ihtiyarlardan başka giden yoktu. Çünki namaz kılanlara iyi gözle bakılmayan bir devirde, câmiye gitmek cesaret işiydi.1927’den itibaren câmiler tasnif edilmeye başlandı. 1928’de bunun için bir nizamname bile çıkarıldı. Buna göre 500 metre dâhilindeki câmilerden birden fazlası ile cemaati bulunmadığı tesbit edilenler tasnif dışı bırakılacaktı. Tasnif dışı kalan yüzlerce câmiden bir kısmı kapatıldı; bir kısmı din dışı başka işlere tahsis edildi; bir kısmı da yıktırılıp enkazı satılarak Halkevlerine verildi. Memurlar ikindi vaktinin sonu gibi cemaatin bulunmadığı zamanlarda câmileri teftişe gelir; cemaati olmadığı gerekçesiyle câmiyi mühürleyip kapatırdı. Akşam gelen cemaat, câmilerini kapanmış bulurdu. Bu kıyımdan Ayasofya bile kurtulamadı. Câmi bakanlar kurulu kararıyla 1935’te müze hâline getirildi. 


Vakıflar Kanunu’nun “mimarî kıymeti olan câmilerin satılamayacağı” hükmüne aldıran olmadı. Bunun için o zaman kültür bakanlığının işini gören Maarif Vekâleti’nden alınması gereken raporların, istenilen şekilde tanzim edildiği görüldü. Muş’taki tarihî Murad Paşa Câmii’nin minaresinin dinamitle havaya uçurulduğunu eski müftülerden Mehmed Çağlayan gözyaşları içinde anlatırdı. 1935’te “Askerî mektepte câmi olur mu?” denerek Heybeliada Câmii yıktırıldı. Sadece İstanbul’da 1000’in üzerinde câmi yıktırıldı. Böylece 1937’ye gelindiğinde Türkiye’deki câmilerin takriben % 60’ının kadro dışı kaldığı görüldü. Mesela Bursa’da 64 câmiden 40, Anteb’de 39 câmiden 22 tanesi bırakıldı. Bunların hepsi resmî arşivlerdeki malumata dayanır.


1927’den itibaren tasnif dışı bırakılan yüzlerce câmi, ihale ile belediyeye veya hususî şahıslara satıldı. İstim sonradan geldi. 1935 senesinde çıkarılan vakıflar kanunu bu işi tanzim ediyordu. İlk satılan câmi 623 lira 90 kuruş ile Sivas’da Hacı İzzet Paşa Câmii ve 4996 lira 45 kuruş ile Fatih’de Hadice Sultan Câmii oldu. En ucuza satılan câmi 2,5 lirayla Eskişehir Servihisar semtindeki Melikşah mescidi (1940); en yüksek fiyata satılanı ise Kayseri’de 57 bin liraya Hacet Mescidi (1968) oldu. 


Eminönü’nde Sultan II. Mahmud yapısı Hidayet Câmii, ticaret bankası deposu; Küçüksu Mescidi, CHP ocak merkezi; Balıkesir Yıldırım Câmii, Halkevi; İzmit Sâdık Mescidi, meteoroloji binası; Şehzadebaşı Câmii’ne yakın olduğu halde, emsalsiz burmalı minaresi sayesinde kazmadan kurtulan Burmalı Mescid marangozhane olarak kullanıldı. Müze yapılmayan câmilerin ekserisi CHP, askeriye ve toprak mahsulleri ofisi tarafından işgal edildi. Bazıları belediyeden satın alan hususî şahıslar tarafından dükkân, ev, hatta yazlık sinema olarak kullanıldı. Selânik’te sinema salonu yapılan câmiye ağıt düzenlerin, bundan nedense hiç haberi olmadı.


Tek parti devrinde sadece câmiler değil; medreseler, sıbyan mektepleri, kabristanlar, hatta türbeler bile satış mevzuu oldu. Din hizmetlilerinin vazifesine son verildi. Kalanların maaşları düşürüldü. Bunlar başka bir yazıda inşaallahü teâlâ ele alınır. Şimdi bazılarının hâfızası zayıflamış olabilir. Ama bu o günleri görenler hâlâ yaşıyor. Gördüklerini de net bir şekilde hatırlıyorlar. Şair ne demiş: Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın? 1918’de ağababası İttihat ve Terakki’nin yaptığı gibi, Halk Partisi de 1950’de kendi kendini feshetmek büyüklüğünü gösterebilseydi; hem demokrasi muhalifliği, darbe bezirgânlığı, insan hakları ihlalciliği, faşistlik, din düşmanlığı gibi ithamlarla karşı karşıya gelmekten kurtulur; hem de memlekette hakiki bir sosyal demokrat teşekküle imkân verilerek demokrasinin önü açılmış olurdu. 

(02.05.2012 -Türkiye Gazetesi)

Sultan Vahîdeddin hazretleri

 Sultan Vahîdeddin hazretleri zeki ve çabuk kavrayışlıydı. Sakin, ciddî ve tedbirli idi. Az konuşurdu. Mütevazı ve iktisatlı bir yaşantısı vardı. Sultan Hamid hazretlerinin en çok bu kardeşini sevdiği, tahttan indirildikten sonra bir gün: “Vahîdeddin Efendi devleti iyi idare eder. Yaparsa o yapar. Şayet ona da mâni olurlarsa, bizim hâne dağılır, yok olur!” dediği rivayet olunur. Arada Sultan Reşâd olmayıp da, Sultan Hamid’den sonra tahta çıksaydı, belki de İttihatçıların hatalarını önleyecek, felâketlerin önüne geçip, devleti, asrının güçlü devletleri arasına sokacak kudret ve kıymette idi..Eşi az görülebilecek kadar namuslu olduğu, vatanından koparken yanında pek cüz’î şahsî varlığından başka bir şey götürmeyişi, hatta son maaşını da “O ay çalışmadığı” gerekçesiyle hazineye iade edişinden bellidir. Ayrılışının üzerinden henüz 4 yıl geçmeden vefatında esnafa olan borçlarından dolayı tabutu 15 gün haczedilerek cenazesi kaldırılmamış; sağdan soldan toplanan para ile borcu kapatılarak tabut kurtarılmıştır. Yastığı altında parasızlıktan alamadığı ilaç reçeteleri çıktı. 

(10 Kasım 2010-Türkiye Gazetesi)

Bu hâllerden ibret almaz mısınız?

Füâdî Ömer Efendi Osmanlı âlim ve velîlerindendir. Kastamonu’da yetişen büyük velî Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin kurduğu Şâbâniyye yoluna mensuptur. 1559 (H.966) senesinde Kastamonu'da doğdu. Şâbân-ı Velî dergâhı şeyhi olan Abdülbâkî Efendiye talebe olup hizmet etmeye başladı. Onun vefâtı üzerine hocasının yerine geçen Muhyiddîn Efendinin sohbetlerine devâm etti. Muhyiddîn Efendinin vefâtından sonra Şâbân-ı Velî Dergâhına postnişîn seçildi. 1636 (H.1046) senesinde Kastamonu’da vefât etti. Bir dersinde şunları anlattı:

 

Lüzumsuz olarak yaratılmadığınız gibi, yaptığınız işlerden de sorgu ve sorumsuz kalacak değilsiniz. Gelmiş ve nihâyete kadar gelecek insanların toplanacağı bir mahşer ve orada adâlet terâzilerinin kurulacağı bir mahkeme vardır. Onun tek hâkimi, azamet ve kibriyâ sâhibi yüce Allah'tır. Âhiret korkunç bir gündür. Yürekleri parçalayan, çocukları ihtiyar yapan, kişiyi kardeş, evlâd ve iyâlinden kaçıran, peygamberleri, melekleri titreten bir gündür. Cenâb-ı Hakk'ın celâl ve azametiyle tecellî edeceği o günde, kimde kuvvet ve tahammül kalır! Bununla berâber Allah’ın rahmetinden de ümit keserek hüsrâna düşmeyiniz. Muhakkak biliniz ki; mahşer gününde emniyet ve korkusuzluk, bugünden o günü düşünüp de Allah’tan korkan, küfür ve günahtan sakınan ve bu fânî âlemi bekâ âlemi olan âhirete üstün tutarak, şehvânî hislerinin esiri olmayanlar içindir. Bunun aksi harekette bulunanlar muhakkak aldanır. Hayat ve ömür sermâyesini haksızlık ve yolsuzluk arkasında tüketen eli boş ve nedâmet, pişmanlık içinde kalır.

 

Bugün; siz, sizden öncekilerin yerini tutuyorsunuz. Fakat elbette sizin de yerinizi tutacaklar var. Görüyorsunuz ki, gelenler durmuyor, gidenler geri dönmüyor. İster istemez gideceğimiz bu mahal, her şeye sâhib olan cenâb-ı Hakk’ın huzûrudur. Âhiret âlemine gidenleri her gün uğurluyor ve götürdüğünüz kabirlerde kara toprak altında yataksız, yastıksız, tek ve tenha bırakıp dönüyorsunuz. Ölümün acısını duyan o fânîlerin hâli ne kadar merhameti çeker ve ibrete değer. Tanımadıkları bir âleme sefer etmişler, sevdiklerinden ayrılmışlar. Gelip geçici emânet bir hayatın gaflet uykusundan uyanmışlar, ama iş işten geçmiş, telâfi imkânı elden çıkmış, naz ve nîmet içinde beslenmişlerken yatak ve yastıkları kuru toprak olmuş, terk ettikleri dünyâ malından istifâdeleri yok. Düşünmeye değer bu hâllerden ibret almaz mısınız?

Kâmil ve mükemmil bir zâtın bir bakışı şifadır

 Kâmil ve mükemmil bir zâtın bir bakışı, kalbi o kadar temizler ki, uzun riyazetlerle buna kavuşmak pek zordur.

(Ya’kûb-i Çerhî hazretleri “kuddise sirruh” )

Hakîkî îmâna kavuşmak için dört şey lâzımdır

 Hakîkî îmâna kavuşmak için dört şey lâzımdır. Bütün farzları edeble yapmak, helâl yemek, görünen ve görünmeyen bütün haramlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünceye kadar devam etmeğe sabır etmek.

(Sehl-i Tüsterî "rahmetullahi aleyh" hazretleri )

Ebû Bekir sıddık efendimizin rüyası

Hazret-i Ebû Bekir’e Resûl-i Ekrem (aleyhisselâm), Peygamberliğini bildirip müslüman olmasını teklif ettiği zaman, hiç tereddüt etmeden İslâmiyeti kabûl etti. Babası, annesi, çocukları ve torunları da müslümanlığı kabûl etti. Peygamberimizi görüp Eshâb-ı kirâmdan olmakla şereflendiler. Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri, böyle bir şerefe nail olmamıştır. 

O’nun müslüman olacağını işaret eden geçmiş senelerdeki müjdeli olaylar şöyledir: 

Hazret-i Ebû Bekir, İslâmiyeti kabûl etmeden yirmi sene önce, bir rüya görmüştü: “Gökten dolunay inip, Kâ’be-i muazzama’ya gelmiş ve sonra parça parça olmuş, parçalardan her biri, Mekke evlerinden biri üzerine düşmüş, sonra bu parçalar bir araya gelerek gök yüzüne yükselmişti. Ebû Bekir’in (radıyallahü anh) evine düşen parça ise, gök yüzüne yükselmemişti. Hadîseyi gören Ebû Bekir (radıyallahü anh) hemen evin kapısını kapamış sanki bu ay parçasının gitmesine mani olmuştu.”

Ebû Bekir (radıyallahü anh) heyecanla rüyadan uyanmış, sabah olunca, hemen, yahûdi âlimlerinden birisine koşup, rüyasını anlatmıştı. O âlim cevabında: “Bu karışık rüyalardan biridir, onun için tabir edilmez” demişti. Fakat bu rüya, Ebû Bekir’in (radıyallahü anh) zihnini kurcalamaya devam etmiş, yahûdinin cevabı, O’nu tatmin etmemişti. Bundan dolayı bir zaman sonra ticâretlerinden birinde, yolu rahib Bahîra’nın diyarına uğramıştı. Gördüğü rüyasının tabirini Bahîra’dan istemiş ve şu cevabı almıştı. Bahîra: “Sen neredensin?” dedi. Hazret-i Ebû Bekir “Kureyştenim” diye cevap verince, Bahîra: “Mekke’de bir peygamber ortaya çıkıp hidâyet nûru, Mekke’nin her yerine ulaşacak, sen hayatında O’nun veziri, vefâtından sonra da, halifesi olacaksın” deyince Ebû Bekir (radıyallahü anh) bu cevaba çok hayret etmişti. Hatta rahib, O’na şöyle demişti: “Çabuk, şimdi O’na ulaş. Şu anda vahy geldi. Mûsâ aleyhisselâmın da Rabbi olan Allah hakkı için, herkesten önce îmân eyle!” Ebû Bekir (radıyallahü anh) bu rüyasını ve tabirlerini, Peygamber efendimiz, (aleyhisselâm) peygamberliğini açıklayıncaya kadar kimseye söylememişti.

Peygamber efendimiz (aleyhisselâm), peygamberliğini açıklayınca, Ebû Bekir (radıyallahü anh) hemen Peygamber efendimize koşup, “Peygamberlerin, peygamberliklerine delîlleri vardır, senin delîlin nedir?” diye suâl etmişti. Peygamber efendimiz (aleyhisselâm) cevabında: “Bu nübüvvetime delîl, o rüyadır ki, bir yahûdi âlimden tâbirini istedin. O âlim karışık rüyâdır, tâbir edilmez dedi. Sonra Bahîra rahib doğru tâbir etti” buyurarak, Ebû Bekir’e (radıyallahü anh) hitaben: “Ey Ebû Bekir! Seni Hüdâ’ya ve Resûlü’ne davet ederim”buyurmuştu. Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir, “Şehâdet ederim ki, sen Allahü teâlânın resûlüsün ve senin peygamberliğin hakdır ve cihanı aydınlatan bir nûrdur” diyerek, O’nu tasdîk edip müslüman olmuştu.

OTUZBİRİNCİ MEKTÛB

Hâce Abdussamed Kâbilî’ye. Kendi hâline teessüf eder:

*Bismillahirrahmanirrahîm*

Allahu teâlâya hamd, seçtiği kullarına selâm olsun. Binlerce yazıklar olsun ki, çok kıymetli ömür heva ve heves peşinde geçti. Mahrûmluk ve günâhlar uğruna harcandı. Kapılar ve duvarlar bu maksaddan uzağın kötü amellerine ağlamakta, her taş ve toprak lisân-ı hâl ile: _*“Sen bunlar için yaratılmadın ve bu yaptıklarınla emr olunmadın”_* diyor. 

Beyt:

_*Her iki âlem sana ta’ziyet etmektedir,_*

_*Sen günâhda ve onlar gözyaşı dökmektedir._*


Allah’ı zikredin ve Allah’a tevbe edin. Birinci ve ikinci sûra üflemek yakındır. Size ve diğer Allah yolunda olanlara selâm olsun.”

Kalbi Rabbinden gafil olanların akıbeti!

Bütün kötülüklerin başı, kalbin Rabbinden gafil olmasıdır. Ahiret günü haramın azabı olduğu gibi, helâlin de hesabı vardır. İmam-ı Gazâli (rahmetullahi aleyh) İhya-ül Ulum kitabında bu hususta şu ibretlik kıssayı nakleder:

 

Bir adam İsa aleyhisselam ile arkadaşlık yapmak ister. Büyük nebi kırmaz, birlikte yola çıkarlar... Bir miktar yürüdükten sonra su başında dururlar. Yanlarında üç ekmek vardır. Ekmeğin ikisini yerler. İsa aleyhisselam gidip su içer, döndüğünde üçüncü ekmeği göremeyince sorar:

 

-Ekmeğe ne oldu?

 

-Bilmiyorum, cevabını alır...

 

Hazret-i İsa arkadaşı ile yola devam eder. Hayli acıkırlar. İki geyik yavrusuna rastlarlar. İsa aleyhisselam yavrulardan birini çağırır, koşa koşa gelir. Keser, pişirir ve yerler. Sonra "Allahın izni ile kalk" der. Geyik yavrusu dirilip annesinin yanına gider. İsa aleyhisselam arkadaşına dönüp yine sorar:

 

-Sana bu mucizeyi gösteren Allahın adına yemin veriyorum! Söyle o ekmeği kim aldı?

 

-Bilmiyorum.

 

Yola devam eder, bir nehirle karşılaşırlar. Köprü yok, sandal yok. Karşıya geçmeleri lâzım. İsa aleyhisselam adamın elini tutar, burula burula akan coşkun suların üstünde yürürler. Tekrar sorar:

 

-Bana bu mucizeyi veren Allahü teala aşkına söyle ekmek ne oldu?

 

-Bilmem, haberim olsa söylerim.

 

Nihayet ovaya inerler. İsa aleyhisselam bir miktar toprak yığar ve dua eder. Küçük tepecik çil çil altın hâline döner. Bunu üçe taksim eder. "Biri benim" buyurur, "biri senin, üçüncü de kayıp ekmeği yiyenin!" Hemen itiraf eder;

 

-O ekmeği ben yemiştim!..

 

İsa aleyhisselam;

 

-Al üçü de senin olsun, deyip ayrılır. Adam altınları nasıl taşıyacağını düşünürken iki harami gelir:

 

-Bizi de ortak et, eğer eceline susamadınsa...

 

-Zaten üç parça, gelin paylaşalım.

 

Altınları koyacak torba ve yiyecek alsın diye haramilerden birini kasabaya gönderirler. Onun da dünya sevgisi ağır basar, "dur şunları zehirleyeyim" der, "altınların hepsi bana kalsın."

 

Bekleyenler de ihanet içindedirler. "Var mısın onu öldürelim" derler, "üçe değil ikiye bölmek varken..."

 

Nitekim yemeklerle çuvallarla gelen arkadaşlarına saldırır, acımadan katlederler. Sonra oturup yemeği yerler.

 

Zehir kanlarına işler, peş peşe toprağa düşerler...

 

İsa aleyhisselam dönüşte bakar ki altınlar olduğu gibi ortada durmakta ve başında üç ceset yatmakta. İbretle bakar ve şöyle buyururlar: "İşte dünya!"

 

Evet, işte dünya bu!..

OSMANLI TOPRAKLARINDA İLK KADİRİ ŞEYHİ

Eşrefiyye, 15. yüzyılda Anadolu'da Eşrefoğlu Hazretleri tarafından kurulan bir Kadiriyye koludur. Kadiriyye, Abdülkadir Geylani Hazretlerine (ö. 561/1165-66) nispet edilen İslam dünyasının ilk ve en yaygın tarikatıdır. Eşrefoğlu Hazretleri, Bayramiyye tarikatının kurucusu Hacı Bayram-ı Veli'nin (ö. 833/1429-30) damadıdır. Seyru sülukünü Hacı Bayram-ı Veli'nin rehberliğinde tamamlayıp icazetini aldıktan sonra, yine onun yönlendirmesiyle Hama'da bulunan Abdülkadir Geylâni hazretlerinin beşinci kuşaktan torunu Hüseyin el-Hamevi'ye intisap etmiş, Kadiriyye tarikatından da icazet alarak İznik'e dönmüş ve Osmanlı topraklarındaki ilk Kadiri dergahını kurmuştur. Kadiri tarikatının "pir-i sani"si olarak kabul edilmiştir.  

Yâdigâr haberler bunlar

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


İnsan, dünyâda *Kimi* severse, âhiretde *Onun* yanında olacak. Biz de, o *Büyük* leri seviyoruz elhamdülillah. Bu *Sevgi* yi de bize veren, gene onlar. 


*Sevgi*, yukarıdan aşağıya gelir çünkü. Onlar kendilerini *Sevdir* di. Biz *Sevme* yi bilemezdik ki. Zâten ilk gördüğümde *Talebe* idim. 


Abdülhakîm Efendi hazretlerini *Tanımak*, Allahü teâlânın bana en büyük *Lütfu* olmuşdur. 


O'nun yanında *Dünyâ* yı unuturduk. Ömrümün en *Zevkli* dakîkaları, Onunla berâber olduğum zamanlardır. Bana çok *Müjde* ler verdi. 


Meselâ evleneceğim zaman, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine; *Ben evlenmek istiyorum*, dedim. Efendi hazretleri de; *Kiminle evleneceksin?* buyurdu. 


Ben de, *Siz kimi emrederseniz, onunla*, dedim. Efendi hazretleri sevindi. *Öyleyse sen Ziyâ Beyin kızıyla evlen!* buyurdu. Bu, benim için bir *Müjde* oldu. 


Efendi hazretlerinin Ziyâ beye, husûsî *Sevgisi* vardı. Hattâ bir gün ellerini kaldırdı ve; 


Yâ Rabbî, *Ziyâ* kulunun bana yapdıklarına, bir *Karşılık* da bulunamıyorum. Onun *Mükâfât* ını, sen sonsuz *Rahmet* hazînelerinden ver. Onu, *Sana* havâle etdim! diye duâ etdi. 


Biz evlendikden sonra, Efendi hazretlerini ziyârete gittik. Efendi hazretleri bizim hanıma; *Hilmi’den memnûn musun?* diye sordu. 


Bizim hanım da; *Evet memnunum*, deyince Efendi hazretleri; *Sen benim hem kızımsın, hem de gelinimsin!* buyurdu. 


Bu da, benim için çok büyük bir *Müjde* oldu. *Sen benim gelinimsin* ne demek? Yâni, *Hilmi, benim oğlumdur!* demek. Ben bu müjdeyi aldım, elhamdülillah. 


Bunlar yâdigâr *Haber* ler kardeşim. Bunları kitaplar yazmaz, kimseler bilmez. Elhamdülillah, çok büyük *Müjde* ler aldım Efendi’den.

Kadın da, erkek de, para kazanmak için harâm işlememelidir

 Kadın da, erkek de, para kazanmak için harâm işlememelidir ve hiçbir nemâzı kaçırmamalıdır. Ezelde ayrılmış olan rızk değişmez. Aynı rızk, halâlden istiyene halâl yoldan gelir. Harâm işliyerek istiyene de, harâm yoldan gelir. Câhillerin, (Bu zemânda kızım okumazsa aç kalır. Oğlum fâiz almazsa, işi bozulur) demeleri doğru değildir. Harâm işliyerek kazanmamalı demek, boş oturmalı, çalışmamalı demek değildir. Halâl yoldan çalışıp kazanmalı demekdir. Harâm yoldan kazanan, hem büyük günâhları işlemiş olur, hem de kazandıklarının hayrını görmez. Kazandıkları, hekîme, hâkime ve düşmanlarına gider ve günâh işlemekde kullanılır, insanı felâkete sürükler. Kazançları şübheli olan, hediyyeleşmeli ve ödünc almalı, aldıklarını kullanmalıdır. Hediyye ve ödünc gelen şeyler halâldir. 

(Se’âdet-i Ebediyye)

Mevdûdî bir din adamı değildir

“Mevdûdî, islâmın bütün ana prensiblerini kendi mantığı ile çözmeye kalkışmış, islâm âlimlerinden ve islâm bilgilerinden hep ayrılmıştır. Kitâbları incelenirse, kendi mantığını, kendi düşüncelerini, islamiyet olarak yaymak çabasında olduğu kolayca sezilir. İslâmiyeti, modern hükûmet şekillerine uydurmak için çeşitli kılıklara sokmaktadır. İslâmın hilâfet müessesesine de, kendi hayâline göre şekil vermekte, halîfelerin hemen hepsine hücûm etmektedir. İngilizler ve onların uşakları tarafından, islâm âlimlerinin ve dolayısıyla, islâm bilgilerinin yok edilmesi, bunun sapık fikirlerinin yayılmasını kolaylaştırdı. Mevdûdî, müslümânların bu fetret hâlinden faydalanmasını becerdi. Dîni siyâsete âlet ederek, siyâsî kimselere yanaştı. İslâm âlimlerinin kitâblarını okuyup anlayacak seviyede olmayan câhiller, onu bir âlim ve mücâhid sanıverdi. Onun siyâsî düşüncelerine geniş islâmî bilgi denildi. Mevdûdî bir din adamı değildir. Bir siyâset adamıdır.”


[Fâideli Bilgiler]

Borc ödemek farzdır

 Borc ödemek farzdır. Ödeyemeden vefât edenin, ödemek niyyeti varsa, günâhlı olmaz. Öğünmek için, kibrlenmek için, ihtiyâcdan fazla kazanmak harâmdır.

 (Hadîka)

Îmân iki parçadır

 Safiyyüddîn Erdebilî buyururdu ki:

“Haramı terk etmek vâcibdir. Şüphelileri terk etmek sünnettir. Buna takvâ denir. Zühd, helâlin azıyla kanâat etmektir. Verâ, mubahları ihtiyaç miktârı kullanmaktır. Bu zâhire âit zühddür. Bir de mânevî zühd vardır. O ise dünyâ sevgisini terk etmek, gönlü dünyâ sevgisinden temizlemek ve âhiret ile meşgûl olmaktır.”

“Her şeyi yiyen, her şeyi konuşur. Her şeyi konuşan her şeyi yapar. Her şeyi yapan Cehennem’e gider.”

“Bir kimsenin başına musîbet gelirse, şükretmesi gerekir. Sabır ile şükür, insanın kemâlinin alâmetidir. Îmân iki parçadır. Yarısı sabır, yarısı şükürdür.”

EŞREFOĞLU ABDULLAH RUMİ HAZRETLERİ (1377-1470)

Eşrefoğlu Rumi'nin adı Abdullah; babasının adı ise Ahmed Eşref'tir. Mısır'dan Suriye'nin Hama şehrine, oradan Anadolu'ya göç ederek önce Manisa'ya, ardından da İznik'e yerleşen, aslen Mekkeli ve Hz. Peygamber (sav) neslinden geldiği rivayet edilen bir ailenin çocuğudur. Hicri 779 yılında (Miladi 1377) İznik'te dünyaya gelen Eşrefoğlu'nun çocukluk yılları burada geçmiştir. İlköğrenimini tamamladıktan sonra zahiri ilimleri, Bursa Sultan Mehmed Medresesi'nde tahsil etmiştir. Gördüğü bir rüya üzerine, gönlünde tasavvufa karşı bir meyil olur ve bu nedenle medreseden ayrılır. Abdal Mehmed adlı bir meczuba gönlünden geçen düşünceyi anlatınca, o da kendisine Emir Sultan'a (ö. 833/1429) gitmesini tavsiye eder. 


Bu tavsiye üzerine Eşrefoğlu Hz, kendisini irşat etmesi için Emir Sultan'a müracaat eder, ancak o, yaşlılığını ileri sürerek Eşrefoğlu'nu Hacı Bayram-ı Veli'ye gönderir. Eşrefoğlu Ankara'ya gider ve Hacı Bayram-ı Veli Dergahı'nda on bir yıl kadar hizmetlerde bulunur. Hacı Bayram-ı Veli, bu kabiliyetli dervişinin belli bir merhaleyi aşmış olduğuna kanaat getirdikten sonra, Eşrefoğlu'nu dergaha imam olarak görevlendirir ve kızı Hayrunnisa ile evlendirerek kendisine damat yapar. Ardından icazet verip, şeyh olduğunu sembolize eden alem ve seccade ile doğum yeri İznik'e halife olarak gönderir. 


Daha sonra, Hacı Bayram-ı Veli Hz, “Hama'da şeref-mekin olan, Abdülkadir Geylani'nin neslinden Şeyh Hüseyin'den feyzin mukadderdir" diyerek kendisine Hama'ya gitmesini tavsiye eder. Hama'ya gider ve Hüseyin el-Hamevi'ye intisap ederek onun müridi olur. Hüseyin el-Hamevi, kırk günlük çilesini tamamlattıktan sonra halvetten çıkarıp Kadiriyye icazeti verir. "Bir memlekette iki padişah olmaz; git, seni vatanına halife tayin ettim!" diyerek, irşad hizmetinde bulunması için memleketine dönmesini söyler. 


Eşrefoğlu Hazretleri, İznik’e döndükten sonra kurduğu dergâhında irşada başladı, tarikatı kısa zamanda yayıldı. Bu dergah, Kadiri tarikatının Osmanlı topraklarındaki ilk tekkesidir. Talebelerine ders vermeye, Kâdirî yolunu yaymaya, insanları gurur, kibir, kendini beğenme gibi kalb hastalıklarından kurtarmaya büyük gayret gösterdi. Bu şekilde gayretli çalışmaları çevreden işitilmeye başladı. Bursa’dan, İstanbul’dan ve diğer vilâyetlerden akın akın gelip talebesi olmakla şereflenmek istiyenler çoğaldı. İrşad hizmetleri vefatına kadar devam etti. H. 874 yılında (M. 1469-70) İznik’te vefat etti. Daha sonraları camiye çevrilen dergâhın haziresine defnedildi. Kabri ziyâret mahallidir. Allah şefaatine nail eylesin, amin. 


“MÜZEKKİ’n-NÜFUS” 

En önemli eseridir. 1448 yılında yazılan eser, Anadolu’da Türkçe olarak kaleme alınan dinî, tasavvufî ve ahlâkî nitelikteki eserlerin ilk örneklerindendir. Eşrefoğlu Hazretleri, Müzekki’n-nüfûs’u halkı doğru yola sevketmek amacıyla ve halk tarafından anlaşılması için bilhassa Türkçe olarak kaleme aldığını belirtir. Eseri, “Bütün hayırların başı Allah’tan korkmak ve bütün şerlerin başı korkusuz olmaktır” şeklinde özetlediği prensipten hareketle kaleme alan Eşrefoğlu Hazretleri, genel anlamda insan meselesi ve eşref-i mahlûkāt olarak yaratılan insanın eğitimi üzerinde durur. Yaratılış itibariyle her türlü kötülüğü yapmaya müsait olan insanın çalışıp çabaladığı, gayret gösterdiği takdirde nefsini kötülüklerden arındırabileceğini ve aklı sayesinde hayvanlık derekesinden insanlık derecesine yükselebileceğini söyler.

EŞREFOĞLU RUMİ HAZRETLERİ'NİN TASAVVUF YOLCULUĞU

Eşrefoğlu Abdullah Hazretleri tasavvuf yolu arayışında önce Bursa'da Emir Sultan Hazretlerine bağlanmak ister. Fakat Emir Sultan, ihtiyarladığından bahsederek onu Ankara'ya, Hacı Bayram Veli Hazretlerine gönderir. Bunun üzerine Ankara’ya gelen Eşrefoğlu, Hacı Bayram Veli’ye intisap eder. Onun yanında on bir yıl kalır ve Hacı bayram Veli’nin kızı Hayrünisa Hanım ile evlenerek Hacı bayram Veli’ye damat olur. On bir yıl Hacı Bayram Veli'nin dergâhında kaldıktan sonra, Hacı bayram Veli onu Bayramiye Tarikatını temsil etmek üzere İznik’e yollar. Fakat orada fazla kalamayıp tekrar Hacı Bayram’a başvurur ve: “Seyrü sulukumuzun tamamı bu kadar mıdır? Yoksa dahası var mıdır?” diye sorar. Bunun üzerine Hacı Bayram Veli Hazretleri kendisini Hama'ya Abdülkadir Geylâni hazretlerinin beşinci kuşaktan torunu Seyyid Hüseyin Hamavî Hazretleri'nin yanına ailesiyle birlikte gönderir. Hüseyin Hamavî Hazretleri bu yeni talebesinin önce nefsini terbiye etmek üzere kırk gün halvet için bir hücreye koydu. Sıkı bir riyazet ve mücâhedeye tâbi tutuldu. Kırk gün içinde Hüseyin Hamevî, Abdullah'a ziyade teveccühlerde bulundu. Bu kırk günlük imtihanı başarıyla veren Abdullah, tasavvufta pek yüce mertebelere çıkmış olarak icâzetnâme aldı. Hüseyin Hamevî'nin halîfesi olarak Anadolu'da ve İznik’te Kâdirî yolunu yaymak üzere vazifelendirilir. 

Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” hazretlerinin fetihleri

Eshab-ı kiramdan *Hazret-i Mu’âviye*,  “radıyallahü anh”,


▪︎662’de *Sicistan’ı,*


▪︎663’de *Sudan’ı, /*


▪︎664'te *Afganistan’ı, Kâbil şehrini ve Hindistan’ın kuzey kısmını,*


▪︎665’te *Tunus’u* (Afrikiyye’yi) aldı. 


▪︎668’de gemilerle gittiği *Kıbrıs’ı* ve iki sene sonra da *İran’daki büyük Kuhistan eyaletini* fethetti. 


▪︎Yine aynı sene Bizans İmparatoru Dördüncü Kostantin zamanında, oğlu Yezid’i büyük bir ordu ile *İstanbul’un fethi için* gönderdi ve şehir kuşatıldı. *Kostantin, her sene büyük miktarda vergi vermek şartıyla barış yapmak zorunda kaldı*.


▪︎673’de Ubeydullah bin Ziyad’ı Horasan’daki orduya kumandan yapıp, Ceyhun Nehrini develerle geçerek *Buhara’yı* aldı. 


▪︎Hazret-i Ömer tarafından fethedilen *Kudüs* hristiyanlara geçince, Hazret-i Muaviye şehri tekrar ele geçirdi. 


▪︎ *Yemen, Mısır, Kayrevan, Irak, Azerbaycan, Anadolu, Horasan ve Maveraünnehir'e* hakim oldu.

Elhamdülillah

 İmam-ı Azâm Ebu Hanife Hazretleri (rahmetullahi aleyh), ilmi faaliyetleri yanında ticaretle de meşgul zengin bir zât idi...

Gündüz öğlene kadar mescidde talebelerine ders verir, öğleden sonra da ticaret ile uğraşırdı.

Bir gün ders verdiği sırada bir adam mescidin kapısına gelip;

"Ya İmam! Gemin batmış" dedi.

Büyük imam bir an için durduktan sonra; "Elhamdülillah" deyip dersine devam etti...

Bir müddet sonra aynı adam yeniden gelip; "Ya İmam! Bir yanlışlık olmuş, batan gemi sizin değilmiş." dedi.

İmam-ı Azâm Hazretleri yine;

"Elhamdülillah" buyurdular.

Haberi getiren adam hayretle;

"Ya İmam! Gemin battı dedik elhamdülillah dediniz, batan geminin sizinki olmadığını söyleyince de elhamdülillah dediniz hikmeti ne ola ki?"

Büyük İmam buyurdu ki;

"Sen gemin battı deyince kalbimi yokladım. Dünya malının yok olmasından, elden çıkmasından dolayı en küçük bir üzüntü yoktu. Bu nedenle hamdettim. Batan geminin benimki olmadığı haberini getirdiğinde yine kalbimi yokladım.Dünya malına kavuşmaktan dolayı kalbimde sevinç yoktu. Bunun için de Allahü teâlâya şükrettim."

Hüzün ve keder

 “Kulun günâhları çoğalıp bunlara keffâret olacak ameli de bulunmadığı zaman, Allâhü Teâlâ günâhlarına keffâret olması için ona hüzün ve keder verir.” 

(Hadîs-i Şerîf, Müsned-i Ahmed bin Hanbel)

Habil ve Kabil'in kurbanı

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

Allah yolunda atılan adımlardan hiç endîşe duymayın kardeşim. Çünkü bu adımlar, Allah indinde *Makbûl* dür ve *Kıymetli* dir. 


Bu zamanda *Küfr* ve *Bid’at* her tarafı kaplamış, heryer felâket içinde. Küfr, *Sel* gibi akıyor. Her gün yüzlerce acâyip, bozuk, yamuk kitaplar çıkıyor. 


Dîni bozmak için *Yarış* var âdeta. *Televizyon*, hele *İnternet*, gençlerin îmânını çalmak için nice sinsi tuzaklar kuruyorlar. 


Ben, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine, altıncı cüzü okuyorum. *Sûre-i Mâide* var o cüzde. Efendim, Allahü teâlâ, *Âdem* aleyhisselâma emir verdi; *Hâbil* ve *Kâbil*, birer kurban kessinler! diye. 


*Hâbil*, hayvancılık yapıyordu. Sürüsünün en *İri* ve en *Gösteriş* li koçunu seçip, onu kurban etdi. Allahü teâlâ da, onun kurbânını *Kabûl* etdi. 


*Kâbil* ise, rençberlik yapıyordu. O da, buğdayların içinden, en *Âdi* ve en *Kıymet* siz olanından bir bağ başak getirdi. Allahü teâlâ onunkini *Kabûl* etmedi. 


O zamanki âdete göre, kabûl edilen kurban, gökden gelen bir *Ateş* le yanıyordu. Kabûl edildiği böylece anlaşılıyordu. *Hâbil* in kurbanı yandı. *Kâbil* inki ise yanmadı. 


Öyle olunca, *Kâbil* feryâd etdi; *Neden benim kurbanım kabûl olmadı?* diye. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde bildiriyor efendim. 


Allah celle celâlüh, kendi *Rızâsı* için yapılan hizmetleri ve ibâdetleri kabûl eder. Hâbil, *Allah için* kesti. Kâbilinse, Allah rızâsı *Aklına* bile gelmedi. Cenâb-ı Hak da onun verdiğini kabûl etmedi. 

● ● ● 

Şimdi affetmek zamânı kardeşim. *Güler* yüzlü, *Tatlı* dilli olmak ve *Acımak* zamânı. *Merhamet* zamânı şimdi. 


Çünkü insanlar, *Fevc Fevc* Cehenneme sürükleniyor, felâkete gidiyorlar. *Çok Kötü*, çoook. Enver âbinin çok gidecek yerleri var.


Tesâdüf oldu, *İyi* oldu, sizinle görüşdük kardeşim. Bana müsâde, Allahü teâlâ, daha çok bayramlara, *Sıhhat* ve *Âfiyet* le kavuşdursun inşallah.