Seyyid Taha-i Hakkari etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Seyyid Taha-i Hakkari etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin Seyyid Tâhâ hazretlerine yazdığı bir mektûb

 Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, kendisine yazdığı Fârisî mektûplarından birinde şöyle buyurdular: “Kıymetli Seyyid Tâhâ! Allahü teâlânın emânında olunuz! Âfet olan şöhretten dâima çok sakınınız! Kişi için, talebelerin çokluğu büyük belâ olabilir. Allahü teâlâ sizi o âfetten korusun! Âmîn. Kalbin acem beldelerine meylini, öldürücü, rûhu kurutucu zehir biliniz! Nerede kaldı ki, onların yanına gidilsin. Onlara yakın olmaktan, tatlı, idâreli dil kullanmaktan çok uzak olmalıdır. İnşâallah bir araya gelmezsiniz. Eğer şah bile bizzat da’vet ederse, gitmemelidir. Nerede kaldı ki, başkalarının da’vetine gidilsin. Böyle da’vete verilecek cevap şudur: “Biz derviş kimseleriz. Bizim işimiz, dünyâdan kesilmek ve İslâm pâdişâhına duâ etmek, insanların dînine hizmettir. Devlet reîslerinin meclisinin edeblerini bilmeyiz.” Sana emrettiğim üzere ol, muhalefet etme! Molla Mustafa Eşnevî’ye de fakirin selâmını söyle ve bu yazdıklarım aynı zamanda onun içindir. Fitne olan yerden çok uzak olup, dîne hizmet edecek yerde bulunmak ve yerleşmek zarurîdir. Bizden birşey gizli tutulmasın ki, helake sebep olur. Kulların en za’îfi Hâlid-i Nakşibendî Müceddidî.”


Dört şey getirdim

Bu beyitin Şeyh Sa'di Şirâzi hazretlerine ait olduğu rivayeti olduğu gibi anonim olduğu rivayeti de vardır. Seyyid Fehim Arvasi kuddise sirruh hazretleri Nehri'ye mürşidi Seyyid Taha-i Hakkari kuddise sirruh hazretlerini ziyarete gittiği zaman mürşidi seyyid Taha hazretleri hediye olarak bize ne getirdiniz diye sorar. Seyyid Fehim kuddise sirruh ise cevaben bu beyiti söyler. 


Çâr çîz âverdeem şâhâ ki der genc-i tû nîst;

Nistî u hâcet u özr u günâh averdeem.


Mana itibariyle ise şöyledir:

Ey padişah! Dört şey getirdim senin hazinende olmayan:

 (Ki bunlar) yokluk, ihtiyaç, özür ve günah..." ( getirdim )

Aşağıdaki hat ise bunun Fârisi olarak yazılmış hâlidir. Seyyid Abdülhakîm Arvasi hazretlerinin bir müridi tarafından deftere not edilen sohbetlerinin bulunduğu risaleye fotokopi yoluyla konulan bu çerçevedeki yazı ise ( sorup öğrendiğimiz kadarıyla ) Seyyid Abdülhakîm Arvasi ( Üçışık ) kuddise sirruh hazretlerinin el yazısıdır.

Pîrimiz Seyyid Taha hayattadır

Vaktiyle Derviş Bey diye biri, Müküs kaymakamıydı... Bir gün bir suç işledi... Erzincan Müşiri de onu vazifeden aldı ve hapsedilmesi için emir çıkarttı.

Derviş Bey çaresizdi...

Seyyid Fehim hazretlerine gidip “Efendim, vazifeden alındım ve hapsedileceğim... Erzincan Müşirine bir mektup yazsanız da beni affetse” diye arz etti.

Seyyid Fehim de;

“Pîrimiz Seyyid Taha hayattadır. Ona arz et, o hâlleder” dedi.

Derviş Bey Nehri'ye koştu.

Ve arz etti bunu o büyüğe.

Seyyid Taha “Üzülme… İnşallah işin hâllolur” buyurdu ve müşire bir mektup yazıp verdi Derviş Bey’e.

Derviş Bey mektubu aldı.

Ve acele Erzincan’a vardı.

Vakit gece yarısıydı... "Şimdi bir otele ineyim, mektubu yarın arz ederim" dedi.

Bir otele yaklaşırken iki memurun beklediğini gördü kapı önünde... Meğer her otelin önünde iki memur bekliyormuş kendisini.

Sordu memurlar:

“Derviş Bey siz misiniz?”

“Evet, benim.”

“Buyurun, müşir bey sizi bekliyor” dediler.

Müşir, Derviş Bey’in boynuna sarılıp; “Seyyid Taha, sekiz gecedir rüyama giriyor ve ‘Sana, çok sevdiğim birini gönderiyorum... İşini hâllet’ diye emrediyor” dedi.

Ve mektubu aldı.

Açıp okudu... Saygıyla öpüp sürdü yüzüne gözüne… Derviş Bey'i affedip gönderdi eski vazifesine...

SEYYİD TAHA-Î HAKKARİ HAZRETLERİ

Osmanlılar zamanında Anadolu’da yaşayan evliyânın en büyüklerinden. İnsanları Hakka da’vet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuzbirincisidir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin onbirinci torunudur. Ya’nî Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) soyundan olup, seyyiddir. Hâlid-i Bağdâdî’nin talebelerinin büyüklerindendir. Rûh bilgilerinin mütehassısı, Rabbanî ilimlerin hazinesidir. Mevlânâ Hâlid’in talebesi olan Seyyid Abdullah’ın kardeşi Molla Ahmed’in oğludur. Lakabı; Şihâbüddîn, İmâdüddîn ve Kutb-ül-irşâd vel-medâr’dır. Hocası tarafından Şemdinân’da Nehri kasabasında ders vermeğe me’mûr edildi. Bütün İslâm âlimleri gibi, gecelerini gündüzlerine katarak İslâmın güzel ahlâkını yaymış, herkesi iyilik yapmağa teşvik eylemiştir. 1269 (m. 1853) senesinde Nehrî’de vefât eyledi.


Seyyid Tâhâ, çocukluğundan itibâren büyük bir istidâd, vekar ve heybet sahibi idi. Onu her gören ilerde pek büyük bir zât olacağını söylerdi. Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsiline başladı. Süleymâniye, Kerkük, Irak, Erbîl, Bağdat gibi ilim merkezlerine giderek şöhretli âlimlerden; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri, zamanın fen ve edebiyat bilgilerini öğrendi.


Seyyid Tâhâ, daha ilim talebesi iken, birgün Bağdat’a yakın bir yerde, çok küçük bir akarsudan abdest alıyordu. Arkadaşları; “Bu su çok azdır, bununla abdest olmaz” deyince; “Bu, mâ-i câridir, ya’nî akar sudur. Dînimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim talebesisiniz, bunları bilirsiniz. Sonra bu suda balık bile yaşar” buyurdu ve elini orada biriken su birikintisine sokup çıkardı. Arkadaşlarına uzatarak; “Bakın bu suda kocaman balıklar yaşamaktadır” deyip elindeki balığı gösterdi. Bu büyük kerâmeti gören arkadaşları; “Bundan sonra sen ne yaparsan yap, bir daha sana i’tirâz etmiyeceğiz” dediler.


Onüçüncü asrın kutbu olan Mevlânâ Hâlid, Hindistan’a giderek, Gulâm Ali Abdullah Dehlevî’nin huzûru ile şereflenip, lâyık ve müstehak oldukları fazilet ve kemâlâti aldı. Sonra, Allahü teâlânın kullarına doğru yolu gösterip Hakka kavuşturmak için vatanına döndü. Her taraf, Mevlânâ’nın kalbinden saçılan nûrlar ile aydınlanmağa başladı. Bu sırada arkadaşı olan Seyyid Abdullah da, Süleymâniye’de bulunan Mevlâna’yı ziyârete gitti. Onun da sohbetle bulunarak, kemâle geldi ve halîfe-i ekmeli ya’nî en olgun halîfesi oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye, biraderi oğlu Seyyid Tâhâ’nın, harikulade ve yüksek istidâdını anlattı. Mevlanâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri de, bir daha gelişinde, onu beraber getirmesini emir buyurdu. Seyyid Abdullah bir dahaki ziyâretlerinde yeğeni Seyyid Tâhâ’yı da götürdü. Mevlânâ hazretleri, Bağdat’ta Seyyid Tâhâ’yı görür görmez, hemen Abdülkâdir-i Geylanî hazretlerinin kabr-i şerîfine gidip istihâre etmesini emr eyledi. Seyyid Tâhâ da kabre gidip istihâre eyledi. Ceddi Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, Allahü teâlânın izniyle kabr-i şerîfinden kalktı ve onu çok iyi karşıladı. Sonra; “Benim yolum büyük ise de, şimdi ehli kalmadı. Mevlânâ Hâlid ise, zamanının âlimi, evliyânın en büyüğüdür. Hemen ona git, teslim ol, onun emrine gir” buyurdu.


Seyyid Tâhâ, büyük dedesi Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin ma’nevî emri ve izni üzerine, Mevlânânın huzûruna geldi. Bu öyle bir gelişdi ki, pek az kimselere nasîb olmuş, nasıl ve neler elde ederek gideceği, bu başlangıç ve gelişden belli oluyordu. Mevlânâ, Seyyid Tâhâ’nın yetişmesine, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, kalblerin düşünemediği manalara erişmesine himmet gösterip yardım etti. İleride zamanın en büyük âlim ve velîsi olacak tarzda, ihtimam ve ciddiyetle onu terbiye etti. Riyâzet ve mücâhedesinde hiç eksiklik etmedi. Nefsin istediklerini yaptırmayıp, istemediklerini yaptırdı.


Mevlânâ Hâlid hazretleri, yetiştirme ve terbiye esnasında, Seyyid Tâhâ’ya dağdan istincâ taşları getirttirdi. Bu hâl, talebeleri arasında, taaccüble karşılanır; “Hocamız Mevlânâ, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) Ehl-i beytine çok fazla bağlı olduğu hâlde, Seyyid hazretlerini dağa göndermesinden hikmet nedir?” derlerdi. Hazret-i Mevlâna ise, bu husûsda konuşmaz sükût ederdi.


Seyyid Tâhâ hazretleri, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin yanında seksen gün kaldıktan sonra, evliyâlıkta pek yüksek derecelere kavuştu. Keşf ve kerâmet sahibi olarak hilâfet-i mutlaka ile şereflendi.


Seyyid Tâhâ hazretleri, hilâfetle müşerref olup Berdesûr’a hareket edeceği zaman, hazret-i Mevlânâ onu büyük bir cemâatle teşyî’ etti, uğurladı. Vedâdan sonra, Seyyid Tâhâ, Mevlânâ’nın ayrılmış olduğunu hissedip, atına binmek istediğinde, üzenginin bir kimse tarafından tutulduğunu anladı. Baktığında, üzengiye yapışan ve onu tutanın hocası Mevlânâ’nın olduğunu gördü. “Estağfirullah” deyip, geri çekildi. Hazret-i Mevlânâ, Seyyid Tâhâ hazretlerine hitaben; “Bir zaman nefsinin terbiyesi için size dağdan taş getirtiyordum. Şimdi Resûl-i ekremin Ehl-i beytine olan bağlılığım hasebiyle, üzengini benden başka kimse tutamaz. Siz de bundan kaçınamazsınız” buyurdu. O da sıkılarak, “Emîr edebden üstündür” sözü gereğince ata bindi. Bir müddet binlerce âlim, sâlih, talebe ve halkın katıldığı uğurlama merasimi ile yürüdü. Sonra, Mevlânâ durdu. Elindeki dizginleri, Seyyid Tâhâ’ya verip; “Bundan sonra dizginlerin senin elindedir. Terbiye ve yetişmende kusur etmedim. Cenâb-ı Hak yardımcın, büyüklerin rûhları sığınağın olsun” buyurdu. Tâhâ-i Hakkâri hazretleri Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin halîfesi olarak Berdesûr’a geldi.


Seyyid Abdullah, Nehrî’de talebe yetiştirmek ile meşgûl iken, oraya çok yakın olan Berdesûr’a Seyyid Tâhâ’nın da gönderilmiş olmasının hikmetini anlayamayan birçokları; “Böyle iki büyük halîfenin bir yere gönderilmesinin sebebi nedir?” dediler. Fakat bunu, kısa bir süre sonra Seyyid Abdullah vefât ettiğinde anladılar. Bunun üzerine, oranın halkı tarafından Seyyid-i Büzürk (Büyük Efendi) diye bilinen Seyyid Tâhâ hazretleri, Nehri kasabasına gelip talebe yetiştirmeğe başladı. Burada kırkiki sene, ilim talebesine, Hak âşıklarına ve Hakkı arayanlara feyz ve nûr saçtı. Âşıklar, uzaktan yakından pervane gibi bu irşâd ve nûr kaynağının etrâfına toplandılar. Nehri, Cennet bahçelerinin gıbta edeceği bir gülistan oldu ki, Allahı arayanların arzusu ve rûhlarının mıknatısı hâline geldi. Şimdi birkaç harab evin bulunduğu Nehri’de, o zaman nüfus onaltıbine yükseldi. Nehri, birkaç câmi, mescid, medreseler, çarşı ve diğer dükkân, han, hamam ve benzeri binalarla o civarın merkezi idi.


Seyyid Tâhâ hazretleri, vefa ve sadâkatte Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’ı, şecaatte ve adâlette Hazreti İmâm Ömer’i, haya ve hilmde Hazreti Osman’ı, vilâyet-i kübrâda Hazreti İmâm Ali’yi (r.anhüm) temsil ederdi. Tıpkı Resûlullaha yakın Eshâb-ı Kirâmdan birisi gibi idi.


Seyyid Tâhâ hazretlerinin, murâkabe etmesinin çokluğundan, boynundaki kemik, dışarıya doğru eğilmiş gibi görünürdü. Vekâr ve heybetinden mübârek yüzüne bakılmazdı. Yüzündeki heybet şuası, ondördüncü gecedeki ay gibi gözleri kamaştırırdı. Alnı geniş, kaşları kesif (sık), iki kaşları arası açık, mübârek gözleri siyah, yüzleri yuvarlak, sakalı top, orta boylu bir nûr parçası idi. Gönül sahibleri görünce, rûhen âşık olurlardı. Hülâsa, ilâhî nûrun tecellîsi idi. Sohbetlerinin ehli olanlar, aşkla kendilerinden geçerlerdi. Nehri hududuna girildiğinde, feyz ve muhabbet kokuları, akıllı olanları ve gönül sahiplerini istilâ ederdi. Ziyâretçiler, abdestsiz olarak Nehrî’ye giremezdi. En büyük halîfelerinden meşhûr Molla Tâhâ ki, “Halîfe Köse” lakabıyla tanınır, o buyurdu ki: “İki yerinden başka Nehrî’nin bütün taşları, ağaçları, herşeyi nûrdur. Biri, yahudi mahallesi, öbürü Mûsâ Bey ismindeki bir münâfığın kalesidir.”


Seyyid Tâhâ hazretleri, teheccüd namazını ekseriya saâdetli hânesinde, ba’zan kendi mescidlerinde eda ederlerdi. Kuşluk namazını dâima câmide kılardı. Her gün medreseleri kontrol eder, müderris ve talebelerin tahsillerini tedkik buyururdu. Müderrislerin müşkil mes’elelerini hallederdi. Nehri, karınca yuvası gibi, dâima sâlih kişiler ve talebelerle dolu idi. Binlerce gönül sahibleri feyz almak için boyunlarını büküp, o dergâha akın ederlerdi. Gece-gündüz o makamın, zikr, fikr, ibâdet ve tâatsız bir ânı bulunmazdı. Seyyid Tâhâ hazretleri dergâha teşrîflerinde, herkesin gönülleri, inci saçılan dillerinden çıkacak sözlere bağlanırdı. Nehri kasabası binyediyüz hâne iken, hiçbir evde yemek söz konusu değildi. Hepsi tekkeden yer, içerdi. İkindi namazından sonra “Hatm-i hâcegân-ı kebîr”, sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin “Mektûbâtı okunurdu. Seyyid Fehîm hazretleri Nehrî’de ise ona, yok ise, muhterem dâmâdları ve halîfeleri Seyyid Abdülehad hazretlerine okuturlardı. Bu arada ba’zı kelime veya cümle üzerinde geniş bir îzâh, sohbetlerinin mevzû’unun esâsı olurdu. Nehrî’de misâfirlerden, faraza sadrâzam olsa dahî, akşamla yatsı arasında yemek fasılası yoktu. Bu müddet zikr, fikr ve ibâdetle geçirilirdi. Akşam yemeği, akşam üzeri yenirdi. Talebelere teveccüh edip makamlarını yükseltme vakitleri, Seyyid hazretleri tarafından ta’yin buyurulur, gün, saat ve şartlarını îlan ederlerdi. Ba’zan bu teveccühü halîfelerinden birisine yaptırırlardı. Kendisini sevenlerden ve talebelerinden kimseyi unutmazlar, herkesin hâlini genişçe suâl buyururlardı. Kimin bir sıkıntısı olursa, hemen gidermeğe çalışırlardı. Sıla-i rahme ehemmiyet verir, muhtaç olanların ihtiyâçlarını karşılardı. Hocasının tavsiyelerine binâen devlet ricali ile temas buyurmazlar, ancak ba’zı müslümanların zararını önlemek üzere mektûp yazarlardı. Hâlbuki başta Sultan Abdülmecîd Hân olmak üzere, bütün devlet ricali her emirlerine amade idi.


Seyyid Tâhâ hazretleri, bütün cihâna hükmeden bir hükümdâr olsa, dünyâyı en güzel şekilde idâre edebilirdi. Aklı, idrâki, idâre ve intizâmı akıllara hayret verirdi. Dünyâ ve âhırete âid ilimlerdeki maharet ve ihtisası, herkesten üstün idi. Hülâsa, madden ve ma’nen, İslâm âlemine bahşedilen ilâhî lütuflardan bir büyük ni’met idi.


Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin babasının dedesi olan Seyyid Muhammed, o zaman Van’dan gelip, bu kaynakdan feyz aldı. Seyyid Tâhâ, Van’ı şereflendirince, Seyyid Muhammed’in evinde misâfir olurdu. Seyyid Muhammed’in birâderi Molla Lütfî’nin oğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de, Hizân’dan Van’a gelince, Seyyid Tâhâ’ya talebe oldu. Çok feyz ve bereketlere kavuştu. Sonra Hizan’a babasının yanına gitti. Bundan sonra, yüzlerce talebesi ile, her yıl Nehri’ye Seyyid Tâhâ hazretlerini ziyârete giderdi.


Seyyid Tâhâ hazretleri zamanında, İran Şahı, Şemdinan’a yakın 145 pare köyü, her şeyi ile beraber Seyyid Tâhâ’ya bağışladı. Bu haberi kendisine getirdiklerinde, bir an başını eğip kaldırdıktan sonra; “Elhamdülillah” dedi. İran şahı ölünce, oğlu bu köyleri geri aldı. Haberi Seyyid Tâhâ’ya getirdiklerinde, yine başını eğip bir an sonra kaldırdı ve; “Elhamdülillah” buyurdu. Köse Halîfe; “Efendim! Köyleri size hediye ettikleri zaman da hamd ettiniz. Geri aldıklarında da hamd ettiniz. Hikmeti nedir?” diye arzedince; “Hediye ettikleri zaman kalbimi yokladım. Dünyâ malına sevinmediğimi gördüm, bunun için hamd ettim. Şimdi geri aldıklarında, yine kalbime baktım. Hiç üzüntü bulunmadığını gördüm. Yine hamd ettim” buyurdu.


Seyyid Tâhâ hazretlerinin, Köse Halîfe nâmıyla ma’rûf, âlim, âmil ve veliy-yi kâmil bir talebesi var idi. Seyyid Tâhâ’nın halîfelerinden olup ismi Tâhâ idi. Edebinden, “İsmim Tâhâ’dır” demeğe haya ederdi. Üstadından kendisine bir isim vermesini düşünür, fakat arzedemezdi. Sakalı biraz seyrek idi. Birgün, bu düşüncesini ve utancını keşfeden hocası, bir talebesine; “Bizim Köse buraya gelsin” buyurdu. Buna çok sevinip, bu ismi üzerine aldı ve hilâfetle şereflendikten sonra da ismi, “Köse Halîfe” kaldı.


Seyyid Tâhâ-i Hakkâri’nin kerâmetleri pekçoktur. Bunlardan ba’zıları:


Musul taraflarında şeyhlik iddiasında bulunan bir kimse, talebesinden birini Seyyid Tâhâ hazretlerinin yanına gönderdi ve; “Seyyid Tâhâ’ya, sünnete uymayan bir iş işletmeden, buraya dönme” dedi. O da kalkıp Nehrî’ye geldi. Bir ikindi namazından sonra, Seyyid Tâhâ hazretlerinin mescidin kapısında duran ayakkabılarından sol ayağınınkini uzağa koydu. Bununla mescidden sağ ayakla çıkmasını ve sünnete uygun olmayan bir iş yapmasını düşünmüştü. Fakat Seyyid Tâhâ hazretleri, kalabalık içerisinde, o kişiye hitâb edip; “Aldığın ayakkabıyı yerine koy! Senin aradığın şey, bu kapıda yoktur” buyurdu.


Bir gece hırsızın biri, Seyyid Tâhâ hazretlerinin anbarına girip bir çuval un almak istemişti. Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar boşalttı, yine kaldıramadı. Biraz daha boşalttı. Yine kaldırıp götüremedi. O sırada, Seyyid Tâhâ hazretleri anbara geldi ve; “Ne o, çuvalı kaldıramıyor musun? Yardım edeyim” deyince hırsız, donakalıp birşey diyemedi. Seyyid hazretleri çuvalı kaldırıp, hırsızın sırtına verdikten sonra; “Bunu al git, bizim adamlarımız görmesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyâcın olursa, anbara değil, bize gel” buyurduğunda hırsız tövbe edip, sâdık talebelerinden oldu.


Seyyid Tâhâ hazretlerinin kayınpederi, Nehri kadısı idi. Bu mübârek dâmâdını o kadar çok severdi ki, kabrinin, onun kabrine girişte yapılmasını ve; “Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrini ziyâret etmek isteyen Hak âşıkları, benim mezarıma uğrayıp da geçsinler. Belki o mübârek zâtı ziyâret edenlerin hürmetine Allahü teâlâ beni affeder. Yahut onu ziyârete gelenlerin ayaklarına mezarımın toprağı değmekle teberrük ederim” buyurdu. (Gerçekten o mezar, Seyyid Tâhâ hazretlerinin mübârek kabirlerinin tam girişindedir.)


Bir ermeni. Seyyid Tâhâ hazretlerine gelip; “Çocuğum olmuyor, sizin büyük bir zât olduğunuza inanıyorum. Duâ edin de, çocuğum olsun” dedi. Seyyid Tâhâ hazretleri, talebesinden birine; “Git bir beze iki tane koyun kılı koy, sar, getir!” buyurdu. Talebesi emri yerine getirdi. Seyyid Tâhâ, ermeniye; “Bu bezi beline sar, hiç çıkarma” buyurdu. Aynı ermeni beş sene sonra gelip; “Efendim, her bâtında iki çocuk olmak üzere, beş senede on tane çocuğum oldu. Artık yeter” dedi. Seyyid Tâhâ da; “Belindekini artık çıkarabilirsin” buyurdu.


Seyyid Sıbgatullah, Arvas’dan Hizân’a halîfe olarak gönderilmeden önce, Van’a gitmişti. Van vâlisi, Vanlılara nasihat etmek için Van’da kalmasını çok rica etti. O da; “Hocam Seyyid Tâhâ hazretleri müsâade ederlerse kalırım” dedi. Nehrî’ye varınca, vâlinin ricasını ve ilâveten; “Van halkı nasîhata çok muhtaçdır” diyerek arzetti. Seyyid Tâhâ: “Molla Sıbgatullah! Van halkı âsîdir. Ne sen onları ıslah edebilirsin, ne de ben. Ancak bana ma’lûm olduğuna göre, sizin hânedandan büyük âlim ve fâzıl Seyyid Fehîm isminde bir zâtın gizli te’sîrli himmetleri ile Van halkı muvakkaten ıslâh edilecektir. O zâtın şu anda hayatta olup olmadığını bilmiyorum” buyurunca, bu hikmetli beyânlarına karşılık Seyyid Sıbgatullah; “Evet efendim, o zât benim amcazâdemdir. Cezîre’de Şeyh Hâlid Cezîrî’nin yanında, ilim tahsiline devam etmektedir. Gerçekten buyurduğunuz gibi ilim ve fazileti ile meşhûrdur” dedi. Hazret-i Seyyid Tâhâ, bu îzâha çok memnun olup; “İkinci gelişinizde onu mutlaka bana getireceksiniz” buyurdu.


Bir müddet sonra, Seyyid Muhammed, oğlu Seyyid Fehîm’in Seyyid Tâhâ hazretlerinden ilim tahsil etmesi için onunla Nehrî’ye doğru yola çıktılar. Yolda; “Yavrum Fehîm! Huzûruna çıkacağın Seyyid Tâhâ, çok büyük zâtdır. Vilâyet derecelerinin en yükseğindedir. Feyz almadıkça, kemâle ermedikçe, ondan sakın ayrılma” dedi. Nehrî’de Seyyid Tâhâ hazretlerinin elini öptüler. Seyyid Fehîm-i Arvâsî ayakta iken, Tâhâ-i Hakkâri hazretleri bir vazîfe verip, ta’lim buyurdu. Sıcak bir günde anlattıklarını tekrar ettirdi. Seyyid Fehîm, hepsini olduğu gibi söyleyip, yalnız “Hatt-ı tûlânî” yerine “Hatt-ı tûlf” dedi. Seyyid Tâhâ, onu hemen düzeltti. O zaman Seyyid Fehîm pek genç idi. Medrese derslerini henüz bitirmemişti.


Seyyid Tâhâ hazretleri, birgün talebeleriyle birlikte, Ahmed-i Cüzeyri hazretlerinin “Dîvân”ından okuyordu. Bir beytin ma’nâsını talebelerine sordu. Herkes birşeyler söyledi. O zaman, Seyyid Fehîm çok genç idi ve oraya yeni gitmişti. “Sen ne dersin Molla Fehîm?” buyurdu. Seyyid Fehîm hazretleri de, anladığını söyledi. Nihâyet Seyyid Tâhâ; “Söyleyenler içerisinde, Cüzeyrî’nin muradına en yakın olanı Seyyid Fehîm’in söylediğidir. Bununla beraber, onunla, Cüzeyrî’nin muradı arasında yerle gök kadar mesafe vardır” buyurdu. (Cüzeyrî büyük velîlerden ve Hak âşıklarından olup, yaslandığı taş, kalbinin hararetinden, aşkının ateşinden ısınırdı. Oradan ayrılınca, ihtiyâr bir kadın o taşa hamurunu koyar, biraz sonra hamur pişerek ekmek olurdu. Çok garîb kerâmetleri, çok ince ve yanık ma’nâlı şiirleri vardır. “Dîvân”ı, doğu illerimizde asırlardır okunmaktadır.)


Tâhâ-i Hakkâri hazretleri, Seyyid Fehîm’i öyle yetiştirmişti ki, oğlu Habîb vefât edince, Seyyid Fehîm hazretlerine; “Bir bak bakalım, bizim evlâd nasıldır, ne ile meşgûl oluyor?” buyurdu. Seyyid Fehîm hazretleri, kabrinde murâkabe edip geldi ve; “Oğlunuzu, rahat ve dağılmış inci tesbîh tanelerini toplayıp, bir ipliğe dizmeğe uğraşır gördüm” dedi. Bunun üzerine Seyyid Tâhâ; “Ben de öyle gördüm, onları ancak kıyâmete kadar dizer” buyurdu. (Bu oğullarının kabri, kendi kabirlerinin bitişiğindedir.)


Seyyid Tâhâ, birgün, câmi duvarına dayanarak otururken, oraya Seyyid Fehîm geldi. Seyyid Tâhâ hazretleri mübârek eli ile işâret ederek, onu yanına çağırdı ve buyurdu ki; “Sen zekî bir talebesin. Mutavvel’i okumalısın!” O da; “Efendim kitabım yok. Hem de, memleketimizde okunan bir kitap değildir” deyince, Seyyid Tâhâ kendi kitabını verdi. Seyyid Fehîm tahsilini bitirmek için, Muş’un Bulanık kazası, Âbirî köyünde, Molla Resûl-i Sübkî’nin yanına gitti. Mutavvel’i bunun huzûrunda okuyup, bitirdi. Vilâyet derecelerinde yükselmek için de her yıl iki kerre Nehrî’ye ya’nî Şemdinân’a geliyordu. Her gelişinde, Seyyid Tâhâ’nın çeşitli iltifâtlarıyla şerefleniyordu. Meselâ birgün, câmi sofasında “Mektûbât” okunuyordu. Dinleyenler çok kalabalıktı. Seyyid Fehîm ise uzakta ayakta dinliyordu. Seyyid Tâhâ, kitapdan başını kaldırarak; “Molla Fehîm! Acaba şimdi hiç üstâd yok mu?” buyurunca, Seyyid Fehîm cevap vererek; “Şimdi bulunan üstâd gibi, hiç gelmemiştir” deyiverdi.


Seyyid Tâhâ hazretleri, Seyyid Fehîm’in kemâle gelip olgunlaştığını görünce ona, talebe yetiştirmek üzere mutlak icâzet verdi. Seyyid Fehîm ise, bu işi görmeğe lâyık olmadığını bildirdi. Seyyid Tâhâ ise, ısrarla bu vazîfeyi alması için uğraştı ve kabûl ettirdi. Memleketi olan Arvâs’a gitmesini emir buyurdu. Seyyid Fehîm, Nehri’deki dağın tepesine çıkıp giderken, tekrar çağırdı. Kitapların içindeki mektûplarını kendisine göstererek; “Bu ihlâs ve sevgi, sizin değil midir? Niçin bu vazîfeden kaçınıyorsun” buyurdu.


Seyyid Tâhâ hazretleri, bir gece rü’yâsında Resûl-i ekrem efendimizi ( aleyhisselâm ) uçsuz-bucaksız bir sahrada ilerlerken gördü. Önlerinde, yanlarında ve arkalarında, şefaat isteyen pekçok insan vardı. Kimi eteklerine tutunmuş, kimi önlerine geçip dize gelmiş ve başını eğmişti. Seyyid Tâhâ hazretleri bir kenarda bekliyordu. Allahın Resûlü ( aleyhisselâm ) onu görünce, ona doğru yöneldiler. Ona iltifâtlarda bulundular.


Yine bir gece rü’yâsında, dağdan bol bir suyun aktığını ve herkesin ondan içmeğe koştuğunu gördü. Kendisi ise o gün, suyu kaynağından içmek için dağın tepesine tırmanıyordu. Bir de gördü ki, suyun kaynağında Allahın Resûlü ( aleyhisselâm ) var. Ve bütün sahrayı kol kol dolaşan sular, O’nun mukaddes parmaklarından akmaktadır... Seyyid Tâhâ, suyu o mübârek parmaklardan ve fışkırış noktasından içmek saadetine erişmek için yaklaştı ve içti.


Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, kendisine yazdığı Fârisî mektûplarından birinde şöyle buyurdular: “Kıymetli Seyyid Tâhâ! Allahü teâlânın emânında olunuz! Âfet olan şöhretten dâima çok sakınınız! Kişi için, talebelerin çokluğu büyük belâ olabilir. Allahü teâlâ sizi o âfetten korusun! Âmîn. Kalbin acem beldelerine meylini, öldürücü, rûhu kurutucu zehir biliniz! Nerede kaldı ki, onların yanına gidilsin. Onlara yakın olmaktan, tatlı, idâreli dil kullanmaktan çok uzak olmalıdır. İnşâallah bir araya gelmezsiniz. Eğer şah bile bizzat da’vet ederse, gitmemelidir. Nerede kaldı ki, başkalarının da’vetine gidilsin. Böyle da’vete verilecek cevap şudur: “Biz derviş kimseleriz. Bizim işimiz, dünyâdan kesilmek ve İslâm pâdişâhına duâ etmek, insanların dînine hizmettir. Devlet reîslerinin meclisinin edeblerini bilmeyiz.” Sana emrettiğim üzere ol, muhalefet etme! Molla Mustafa Eşnevî’ye de fakirin selâmını söyle ve bu yazdıklarım aynı zamanda onun içindir. Fitne olan yerden çok uzak olup, dîne hizmet edecek yerde bulunmak ve yerleşmek zarurîdir. Bizden birşey gizli tutulmasın ki, helake sebep olur. Kulların en za’îfi Hâlid-i Nakşibendî Müceddidî.”


Seyyid Tâhâ hazretleri, halîfesi Seyyid Sıbgatullah Arvâsî’ye yazdıkları Fârisî bir mektûpda şöyle buyuruyor: “Adı güzel, feyz ve fâide menbâı Molla Sıbgatullah! Selâm eder, duâlarımı bildiririm. Gönderdiğiniz güzel mektûbunuz geldi. Bizi sevindirdi. Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, dünyâ ve âhıret saadetinin sermâyesi olan fukaraya (evliyâya) muhabbetiniz hiç sönmemiş, kızıl kor gibi durmaktadır ve ayrılık günleri onu hiç etkilememiş. İki şeyi muhafaza etmek lâzımdır: Bu dînin sahibine son derece bağlılık ve hocasına ihlâs ve muhabbet üzere olmak. Bu iki şey olunca, ne verilirse ni’mettir. Bu ikisi kuvvetli olup, başka birşey verilmezse, hiç üzülmemelidir. Sonunda verilecektir. Eğer, Allah korusun, bu iki şeyden birinde halel (ârıza, sakatlık) olursa, bununla birlikte hâller ve zevkler bulunsa da, bunları istidrâc bilmeli, kendinin harablığı görmelidir. Doğru yol budur. Allahü teâlâ muvaffak eylesin!”


İkinci mektûplarında da; “Duâcınızın hâllerini sorarsanız, Allahü teâlâya hamd olsun ki, sevdiklerimizin istediği şekildedir. “Kardeşimin oğlu, birkaç kimse ile birlikte huzûrunuzla şereflenmek isterler, izin var mıdır?” diyorsunuz. Buyursunlar! Fakat kendinizi onlara karşı yetersiz göstermemek şartıyla. Her zaman geliniz. Canınız istediği kadar kalınız. Ne zaman gitmek isterseniz gidersiniz. Vesselâm ved-duâ! Kulların en za’îfi Seyyit Tâhâ Hâlid-i Nakşibendî.”


Birgün Seyyid Tâhâ hazretlerine; “Amcanız Seyyid Abdullah hazretlerinin üzerinde türbe vardır. Başkalarında ise yoktur. Acaba hikmeti nedir?” diye sordular. Seyyid Tâhâ hazretleri de şöyle buyurdu: “Biz Berdesûr’dan Nehrî’ye gelmeden önce, basit bir şekilde örtmüşler. Amcam sağ olsaydı, babasının üstünü dahî örtmezdi. Madem ki, siz örttünüz, biz birşey demiyoruz. Ama bizim üzerimiz örtülmeyecektir.” (Gerçekten bu emir devam etmektedir. Başkale’de, Gayda’da, Arvas’da, Van’da, Ankara’da ve diğer yerlerdeki ona bağlı seyyidlerin hiçbirinin üstü örtülü ya’nî türbe içinde değildir.)


Seyyid Tâhâ hazretleri Şehîdân dağını her yıl iki kere ziyâret ederdi. (Bu dağ, Şemdinli’nin doğusunda, hattâ babalarının medfûn bulunduğu Meleyân köyünün de doğusundadır. İran hududuna yakındır. Hazret-i Ömer ( radıyallahü anh ) zamanında, Eshâb-ı Kirâm, o belde ve ülkeleri feth için buraya gelmişler ve bu dağda şehîd olmuşlardır. O zamandan beri bu dağın ismi Şehîdân (şehîdler) dağıdır.


Irak’ın Revândız havâlisinde, Berzend kabilesi ile Hayderî kabilesi arasında bir husûmet meydana gelip, birbirlerine harb îlân ettiler. Irak’ta, sözleri geçen bütün halk araya girdiği hâlde, bu fitne ve kavgayı önleyemediler. Önemli mes’ele olduğundan, Seyyid Tâhâ hazretlerine; “Bunu siz hâlledersiniz” dediler. Sulh ve barıştırma dînî bir emir olduğundan, hemen Irak’a, ya’nî Revândız’a hareket eyledi. Her iki taraf Seyyid Tâhâ hazretlerini görünce, birlikte karşılayıp ellerini öperek emirlerine uydular. Bunları barıştırıp, Nehrî’ye geldiklerinde, âdetleri olduğu üzere, Nehri yolunda bulunan nehir kenarındaki Zî Tûvâ Çeşmesi başında istirahat ettiler. Beraberlerinde bulunan bin kişiye öyle bir teveccüh ettiler ki, bunlardan beşyüz kişi derhal, o anda hâl ve kerâmet sahibi oldu. (Bu büyük kerâmet, irşâd târihinde ender zevata nasîb olmuştur. Zî Tûvâ Çeşmesi, bugünkü kaza merkezi ile, Nehri arasındaki dere kenârındadır.)


Irak’tan iki seyyid genç, altı katırı hediyelerle yükleyip, Nehrî’ye, Seyyid Tâhâ hazretlerine getirmek için yola çıktılar. Hârûnân köyünden geçerken, Seyyid Tâhâ hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden Mûsâ Bey adındaki bey, katırları yükleri ile birlikte gasbetti. Gençler ağlayarak Nehrî’ye gelip Seyyid Tâhâ hazretlerini haberdâr ettiler. Seyyid Tâhâ, Mûsâ Bey’e haber gönderip; “Bu katırların yükleri bana âit olduğundan, yükler senin olsun. Bu gençler seyyiddirler. Onlara merhamet et, katırlarını teslim et” buyurdu. Mûsâ Bey emirlerini dinlemedi. Katırları vermedi. İkinci defa haber gönderip; “Benim nâmıma ve hatırıma versin” buyurdu. Buna da karşı çıkınca, Seyyid Tâhâ büyük hiddetle; “Cum’a gecesi gelsin de o vermesin görelim” buyurdu. Cum’a gecesi, Nehrî’den, talebeler gidip, neticeyi öğrenmek için nöbet beklediler. Meğer Bey, divanhânesinde kendine inananlarla oturmuş, Seyyid Tâhâ’nın evliyâlığını inkâr husûsunda konuşuyormuş. Bu fısk meclisinin bitişinden sonra, yatak odasına girip yatağına uzanırken, mi’desine bir ağrı girdi. “Karnım!.. karnım!..” diye bağırarak can verdi. Vaziyeti anlayan dokuz oğlu hemen Nehrî’ye gelip, katırları yükleri ile birlikte teslim ederek Seyyid Tâhâ’ya sığındılar. “Lütfen, merhameten babamızın defin merasiminde bulunup, duâ buyurunuz” dediler. Onlara cevaben; “Benim bulunmam, ona bir menfaat sağlamaz buyurdu. Çocukları çok ısrar ettiler. Hazret-i Seyyid nihâyet kalkıp, cenâzeye gitti. Cenâzenin kapkara kömür gibi olduğu görüldü. Definden sonra, Seyyid Tâhâ; “Benim gelişimden zerre kadar menfaatlenmedi” buyurdu. Cenâb-ı Hak, bir seyyide hakaret etmenin onu üzmenin cezasını verdi. Bunu herkes açıkça gördü.


Herkî aşiretinden Molla Abdullah isminde bir müderris, iki talebesi ile birlikte ziyâret için Nehri’ye giderken, çayın başında oturdular. Molla Abdullah, talebelerine; “Herkes abdest alarak Nehri’ye gider. Abdestsiz kimse gitmez. Ben bu âdeti bozup, abdest almadan gideceğim” dedi. Talebeleri; “Hocam, biz bu âdeti bozmayalım, abdest alıp da gidelim” dedilerse de Hoca Efendi: “Sanki bu dînî bir hüküm müdür? Ben yapmam!” dedi. Bu arada elini yüzünü yıkarken, koltuğundan bastonu suya düşdü. Elini uzatıp, bastonu almak isterken, hikmet-i ilâhî baston, onun başına, yüzüne vurarak yüzünü gözünü kan içinde bıraktı. Sonra baston gayb oldu. O da, böyle söylediğine pişman oldu. Yaralarını sarıp, abdest aldı. Nehri’ye gitti. Seyyid hazretlerinin dergâhına girince, bastonu duvarda asılı gördü. Gözleri bastona takılıp kalınca, Seyyid Tâhâ hazretleri; “Herhalde bu bastondan dayak yemişsiniz” buyurdu. Molla Abdullah yaptıklarına pişman olup, tövbe etti, talebelerinden olmakla şereflendi.


Berzencî seyyidlerinden Seyyid Mûsâ, kervanabaşı olarak İran’a gidiyordu. Gayet sarp bir yerde, ayağı kayan katırı uçuruma yuvarlanırken; “İmdâd yâ Seyyid Tâhâ!” diye bağırdı. O anda bir el, hayvanı olduğu yerde durdurdu. Çekip yola çıkardılar. Seyyid Mûsâ, bir müddet sonra ziyâret için Nehri’ye gitti. Seyyid Tâhâ hazretleri; “Yâ Seyyid Mûsâ! Bir katır için bizi İran’a çekiyorsunuz” buyurdu.


Van’ın Gürpınar kazasından bir zât, Nehri’ye gidip, Seyyid Tâhâ’ya talebe olmak istedi. Kabûl edilince de geri dönüp evine geldi. Talebe olduktan birkaç gün sonra, hayvanlarının bir kısmını kurt kaparak telef etti. Şeytan; “Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi” diye vesvese verdi. O talebe nihâyet Seyyid Tâhâ hazretlerinin daha önce kendisine hediye ettiği tesbihi iade etti. Maksadı hocasından ayrılmaktı. Tesbih, Seyyid Tâhâ’ya takdim edildiğinde, tebessüm buyurdu. Aradan günler geçmişti. Birgün öğle vakti namaza kalkarken, birden mübârek ellerini uzatıp; “Def ol, yâ la’în” buyurup namaza başladılar. Namazdan sonra Köse Halîfe; “Efendim, mübârek ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi?” diye suâl etti. O da: “Gürpınar’da bir müslüman sekerâtta iken, şeytan aleyhilla’ne imansız gitmesine çalışıyordu. Büyüklerin bereketiyle defedildi. Adam îmânla vefât etti” buyurdu. Köse Halîfe; “Tesbihi iade eden olmasın?” dedi. “Evet, odur” buyurdu. “Efendim, o edebsizlik ve terbiyesizlik etmişti” deyince de; “Bir zaman bize muhabbeti var idi” buyurdular.


Seyyid Tâhâ hazretleri, birgün câmide büyük bir cemâate namaz kıldırmak için ayağa kalkmıştı. Niyetten önce, mübârek sağ elini birden ileri uzattı. Geri çektiğinde bir miktar su, mübârek cübbelerinin kolundan döküldü. Canlı bir balık da yere düştü ve çırpınmağa başladı. Cemâat hayrette kaldı. Namaz kılındıktan sonra Köse Halîfe cesâret edip; “Efendim, bu su ve balık nereden geldi?” diye arz etti. Seyyid Tâhâ hazretleri cevaben; “Kızıldeniz’de bir gemi batıyordu. Talebelerimizden birinin “İmdât yâ mübârek hocam” diye çağırması üzerine, yardım edip, gemiyi düzelttik. Büyük âlimlerimizin himmeti, bereketiyle kurtuldular. Bu su ve balık oradandır” buyurdu.


Sultan Abdülmecîd Hân zamanında, Müks kaymakamı Derviş Bey, yaptığı bir hatâ sebebiyle kaymakamlıktan çıkarılmış, ayrıca yakalandığında hapse atılması için emir verilmişti. Bu sebeple Derviş Bey, gece gündüz saklanıyor dışarı çıkamıyordu. Kaymakam Derviş Bey’in hatırına, Arvas’ta Seyyid Fehîm hazretleri geldi. Hemen huzûruna gidip, tövbe ettiğini vazîfesine yeniden iade edilmesini, kendisinin affedilmesi için Şark bölgesinin askerî idâre âmiri olan Erzincan müşîrine şefaatçi olmasını yalvardı. Seyyid Fehîm hazretleri kendisine sığınan kaymakama; “Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun ki, seyyidimiz ve mürşidimiz hayattadır. Böyle mühim mes’elelere karışmam doğru olmaz. Seni bir mektûpla ona göndereyim. İnşâallah te’sîrini muhakkak görürsünüz” diye müjde verdi. Kaymakam Derviş Bey, Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna varınca, takdim olunan mektûbu okudu. Sonra, Seyyid Tâhâ, hemen Erzincan müşîrine şu meâlde bir emirname yazdı: “Derviş Bey’i sana gönderiyorum, işini mutlaka yap. Senin de bana bir işin düşerse yaparım, vesselâm.” Mektûbu Derviş Bey’e verdi. Derviş Bey mektûbu okudu, tatmin olmadı. Fakat; “Bundan başka çâre yoktur” deyip, Erzincan’a yollandı. Bir gece yarısı Erzincan’a ulaştı; “Şimdi bir otele ineyim, yarın müşirle görüşürüm” deyip, bir otele gitti. Hemen karşısında polisleri gördü. Meğer bütün otellerin kapısındaki polisler, Derviş Bey’i bekliyormuş. İsmini sordular. Derviş olduğunu anlayınca, hürmet gösterip; “Hemen müşîr Bey’e gidelim” dediler. Derviş Bey; “Gecedir, yatıyor, rahatsız etmiyelim” dediyse de, polisler; “Bize verilen emir ve talimat şudur: “Müks’lü Derviş Bey hangi saatte gelirse, derhal bana getirin, uykuda isem uyandırın.” Derviş Bey’i hemen götürüp, müşîre haber verdiler. Müşîr derhal kalkıp, Derviş Bey’in boynuna sarıldı ve; “Bu sekizinci gecedir, hazret-i Seyyid Tâhâ bir an bile uyku ve istirahatime müsâade buyurmadılar; “Derviş Bey’i gönderiyorum, işini mutlaka yap, serbest olsun, aksi takdîrde helak olursun” buyuruyor” dedi. Hemen telgrafla Derviş Bey’in tahliye edilmesini, affedildiğini, vazîfesine iade edildiğini bildirdi. Serbest olarak eski yerine gönderdi. Derviş Bey, dönüşünde teşekkür için Nehri’ye Seyyid Tâhâ hazretlerine gidip, elini öptü; “Sizin yolunuza girip talebeniz olmak istiyorum” deyince, Seyyid hazretleri; “Arvas’a git, Seyyid Fehîm Efendi, yapacağın vazîfeyi söylesin” buyurdu.


Misâfirlerin hizmetlerine me’mûr levazım âmiri, bir akşam üzeri Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna gelerek; “Efendim! Bu fakîr, bu akşam üzeri, bin erkek ve beşyüz kadın misâfirlerin yemeklerini çıkartıp yedirdim. Şu anda beşyüz kişi Nehrî’ye girmektedir. Anbarlarda un kalmadı, ne yapayım?” diye arzedince, Seyyid Tâhâ; “Anbarlarda olması lâzım” buyurdu. “Efendim, süpürdüm, birşey kalmadı” deyince; “Bir daha bak” diye emretti. Bunun üzerine âmir gidip baktığında, anbarların unla dolu olduğunu hayretle gördü.


Seyyid Tâhâ, Nehrî’nin alt tarafında bir değirmen yapmayı düşündü. Bu değirmenin plânı ve projesini bizzat kendisi hazırlayıp, yapılışı esnasında talebeleriyle beraber sırtında taş taşıdı. Günlerce çalıştıktan sonra nihâyet değirmenin inşâsı tamamlandı. Değirmen öyle san’atlı, öyle muntazam yapılmıştı ki, hazne kısmına buğday konulduğunda kendiliğinden çalışmaya başlar, haznede buğday bittiğinde de dururdu. Bunu görenler, Seyyid Tâhâ hazretlerinin aklının çokluğuna hayran kalırlardı. Nitekim halîfelerinden Seyyid Sıbgatullah şu beyti söylemiştir:


“Gözümüz revak gibi sizin eşiğinizdedir,

Kerem et, kalbime gir; evim sizin evinizdir.”


Seyyid hazretleri beyti işitip, iltifâtla yanlarına teşrîf buyurdu.


Bir kimse şehîd olmuş ve büyük bir velînin yanına defnedilmişti. Seyyid Tâhâ onun şehîdlik mertebesini görüp; “Bu kimsenin, şu büyük velîden aşağı olduğu söylenemez” buyurdu.


Seyyid Tâhâ hazretleri, kendisini Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye götüren velîni’meti amcası Seyyid Abdullah hazretlerine, bu büyük ni’metin şükrü olarak, hep hürmet ve hizmet etti. Onu hep iyilikle andı ve rûhuna pekçok sevâblar hediye etti. Ayrıca buyurdu ki: “Vefât ettiğimde benim kabrimi kabristanın en üst tarafına yapınız ki, sırf beni ziyârete gelenler, amcam Abdullah hazretlerinin kabrine uğramak mecbûriyetinde kalsınlar.


Onu da ziyâret ederek mübârek rûhuna sevâblar hediye etsinler.” (O kabristanın bir yolu vardı. Seyyid Abdullah’ın kabri girişte idi. Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrine gitmek isteyen Seyyid Abdullah’ın kabrinin yanından geçmesi lâzımdı.)


Seyyid Tâhâ hazretleri, öyle yüksek dereceli bir âlim idi ki, onu gören müslim veya gayr-i müslim, o anda Allahü teâlâyı hatırlarlardı.


Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Beni, Seyyid Abdullah ve Seyyid Tâhâ’dan üstün zannetmeyin” buyurunca, meclisinde olanlar; “Efendim! Siz ikisinin de hocasısınız” dediler. “Benim onlar yanındaki yerim, bir sultanın çocuklarını yetiştiren bir hoca gibidir. Onlar sultanın çocukları olduğu için, bu hocadan üstündürler” buyurdu.


Seyyid Tâhâ hazretleri Seyyid Sıbgatullah’a buyurdular ki: “Molla Sıbgatullah! Üstadına muhabbet ve onunla sohbet, her şeyden üstündür. Çünkü üstâd, kemâl mertebelerinin en yükseğine kavuşturmak ve ona ma’rifetleri vermekle, talebesinin hastalıklarını izâle eder, giderir” buyurdu.


Yine şöyle buyurdu:


“Şâh-ı Nakşibend hazretleri, yolunun esâsını Eshâb-ı Kirâmın (aleyhimürrıdvân) yolu üzere kurdu. Onlar Resûlullahın ( aleyhisselâm ) muhabbeti ile yetindikleri gibi, bize de üstada muhabbet yeter.”


“Bana Cennet ve Cehennemden bahsetmek işi verilmedi. Bu kapıda olanlara bu ikisi te’sîr etmez.” Bu sözü açıklarken halîfesi Seyyid Sıbgatullah Arvâsî şöyle buyurdu: “Ebrâr, ya’nî iyi mü’minler âhıretleri için amel ederler, mukarrebler, ya’nî Allahü teâlâya yakın olan ve hep O’nunla bulunmaktan zevk alan seçkinler, sâdece Allahü teâlâ için amel ederler.”


“Zikr yapılmaksızın yalnız rabıta ile Hakka kavuşmak mümkündür. Zikr ise, rabıtasız kavuşturucu değildir.”


Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri, Seyyid Tâhâ hazretlerine; “Nefehât gibi ba’zı kitaplarda, ba’zı evliyâ için (kuddise sirruh) ba’zıları için (r.aleyh) deniyor; hikmeti nedir?” diye suâl edince, şöyle buyurdu: “Birincisi, nefsinden tamamen kurtulanlar, ikincisi kendinde, nefsinden birşeyler kalanlar içindir. Nefsden tamamen kurtulmak, irşâdın şartı değildir. (R.aleyh) denenlerden de bir çoğu, irşâd makamına oturmuşlar, büyüklerin yolunda olup, fâideli olmuşlardır.”


Halîfesine şöyle buyurdu: “Halka önce işâretle muâmele et. Bu fâide vermezse ibâre ile (söz ile) söyle. Bu da fâide vermezse, ondan yüz çevir. Sen birinden yüzünü çevirirsen, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) kadar bütün “Silsile-i aliyye” büyükleri ondan yüz çevirir.”


“Münkirden (inkarcıdan) aslandan kaçar gibi kaçın! Münkirin ekmeğini yiyenin kalbi, zikre karşı kırk gün ölür. Bu münkirler, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) zamanında olsaydı, ona îmân etmezlerdi.”


Seyyid Tâhâ hazretleri ba’zan; “Misvakla kılınan bir rek’at namaz, misvaksız kılınan yetmiş rek’attan hayırlıdır” hadîs-i şerîfini okurdu. “Hadîsdeki sivâk, “misvâklamak” ma’nâsına geldiği gibi “sensiz” ma’nâsına da gelir. O zaman hadîs-i şerîfin ma’nâsı; “Sensiz, ya’nî kendini düşünmeden Rabbinle olduğun bir rekat, kendinle olduğun yetmiş rek’attan fâidelidir” buyururdu.


Birgün, kendilerine; “Nehrî’de sâdık talebeniz kimdir?” dediler. “Molla Muhammed Münhanî’dir” buyurdu. “O, katı tabiatlıdır” dediler. Bunun üzerine Mevlânâ Ahmed Cüzeyrî’nin Dîvân’ındaki şu beyti okudu:


“Ehl-i tarik, makamları seyr ederken renk renktir,

Bir kısmı ilâhi cemâl, bir kısmı celâldedir.”


“Amellerinizi ucb (kendini beğenmek, ibâdeti kendinden bilmek) ile örtmeyiniz, yok etmeyiniz.”


“Bizim yolumuzda ucb ve riya yoktur. Riya ve ucba helâl diyen, yolumuzda değildir.”


“Bizim yolumuzun yolcularının fâideleri, ana ve babalarına dahî ulaşır.”


Evliyânın vefâtından sonra istifâde hakkında; “Kılıç kınından çıkmadıkça, (ruh, bedenden çıkmadıkça) kesmez” buyurdu.


Seyyid Tâhâ hazretleri, 1269 (m. 1852) senesinde bir ikindi vakti, Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkide talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet ânında kendisine iki mektûp arzedildi. Bunları kıymetli dâmâdı Abdülehad Efendi’ye okuttuktan sonra; “Abdülehad! Şöhret âfettir. Artık bizim dünyâdan gitmemizin zamanı geldi” buyurdu. Abdülehad da; “Aman Efendim, Şam’dan gelen bu iki mektûp nedir ki?” dedi. O gün sohbetten sonra hâne-i saadetlerine gitti ve orada hastalandı. Onbir gün hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mümkün olduğu kadar ayakta kılmağa çalıştı. Hastalığının onikinci, Cumartesi günü talebeleri ve yakınları ile helâllaştı, vedâlaştı, vasıyyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Sâlih hazretlerini çağırttı. Onun için; “Birâderim Sâlih, kâmil, olgun bir velîdir. Herkesin başı onun eteği altındadır” buyurdu. Yerine kardeşi Sâlih hazretlerini halîfe bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin Yâsîn-i şerîf tilâvetleri arasında, mübârek rûhunu Kelime-i tevhîd getirerek teslim eyledi.


Mübârek mezârı Nehrî’dedir. Onu seven âşıkları, uzak yerlerden gelerek, mübârek kabrinden fışkıran nûrlardan, feyzlerden istifâde etmekte, bereketlenmektedirler.


Seyyid Tâhâ hazretlerinin iki oğlu vardı. Biri genç yaşta vefât etti. İsmi Habîbullah idi. Bu oğlunu çok severdi. Diğer oğlu Seyyid Ubeydullah hazretleri olup, babasından istifâde ettikten sonra, amcası Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerinden hilâfet aldı. Amcasından sonra, büyük bir metanet ve adâletle Nehri makamını, irşâd ve hükümdârlıkla idâre etmişti. Daha sonra Mekke-i mükerremeye gönderilmiş, Tâifde kendisine konak verilmişti. Mekke-i mükerreme’de hazret-i İbrâhim aleyhisselâmın makamında, tavaf sünnetinin son secdesinde, büyüklere yakışan bir tarzda vefât edip, Cennet-i Mu’allâ kabristanında defnedilmiştir.

GAVS

 Seyyîd-i Büzürk Tâhâ-i Hakkârî (kaddesallahu teâlâ sirreh) hazretlerinin büyük halîfelerinden;

 ilim, amel, hârikalar ve tasarruflar sahibi,

Gavs-i Hizânî diye bilinen,

Seyyîd Sıbgatullah-i Arvâsî (kaddesallahu teâlâ sirreh) hazretleridir.

Tasarrufu çok kuvvetli olup, çocuklarda, hatta hayvanlarda bile eseri görülürdü. Bir baktığı kimse  kendini gayb ederdi. Sohbetinde bulunanların ve teveccühüne mazhar olanların hepsinin kalbinde muhabbet ateşi yanardı.

Şeriate son derece bağlı olup, sünnet-i seniyyeden hiç ayrılmazdı.

”Evliyâ menkıbeleri muhabbeti arttırır. Eshâb-ı kirâmın hallerini okumak, dinlemek îmânı kuvvetlendirir ve günahları mahv eder”

buyururdu.

(Son Halkalar I, sf 242-243)

...

KAPININ EŞİĞİNDE KAVUŞULAN NİMET

Hazret-i şeyh Seyyid Fehîm-i Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) Seyyid-i Büzürk Tâhâ-i Hakkârî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerine olan muhabbetlerinde çok ileri idiler.

Seyyid-i Büzürk hazretlerinin yattıkları odanın dış tarafında pencereye mukabil, sabaha kadar ayakta bekler, onun güneş gibi nûr saçan feyizlerinden istifade ederdi. Bununla da yetinmeyip, soğuk bir gecede şiddetli kar yağarken, kapının dışında uzanır, mübarek başını kapının eşiğine koyarak yatar. Şiddetli yağan kar, vücudunu örter. Ama o, muhabbetle yanan kalbi ile, kar altında çeşit çeşit feyz ve bereketler ile ısınmaktadır.

Seyyid Tâhâ (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri teheccüd namazını, husûsî mescidlerinde eda etmek maksadıyla gece kalkar. Ayağını kapıdan dışarı atınca, hazret-i Şeyhin üstüne basar. Seyyid Fehîm (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri hemen kalkıp edeb tavrını takınır.

Seyyid-i Büzürk ciddî bir edâ ile;

“Yeter molla Fehîm! Benim kanaatime göre siz bugün ilimde bir ummansınız. Seyyid Şerif Cürcânî’den (rahmetullahi teala aleyh) sonra, Seyyidlerin yüzünü, ilimde siz güldürdünüz. Bu kadar ilmi, bu kadar yere sermeğe hakkınız var mı?”

diye sorar. Hazret-i şeyh cevaben;

“Ben kendi menfaatimi düşünüyorum”

der 

“Nasıl yani?”

Hazret-i şeyh buyurur;

“Bu kadar ilimden bütün istifadem, hazretinizin bir nazarıyla, yahud şu kapınızda bir yatışımla olana yetişemez.”

Bunun üzerine Seyyid Tâhâ (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri onu muhabbetle kucaklar ve bu kalblerin üst üste gelmesiyle ona, o gecenin karanlığında cihanı aydınlatacak, göktekileri ve yerdekileri imrendirecek nûrlar bahşeder ve kolkola husûsî mescidlerine gelirler.”

(Son Halkalar, sf 100, Süleyman Kuku)

Ben seni evimde soyacağım

“Herkes âlemi, yâni insanları dağda soyuyor, ben seni kapımın önünde, evimde soyacağım. Senden Seyyid Fehîm’i alacağım”buyurdu Seyyid Tâhâ hazretleri, Seyyid Sıbgatullah hazretlerine (kaddesallahu teala esrarehum).Öyle de oldu.

AHIRDAKİ ŞEYHÜLİSLÂM

Vaktâ ki Seyyid Tâhâ (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri ile Irak’taki Şeyhülislâm arasında bir husûmet peydâ oldu ve bir müddet görüşülemedi.

Şeyhülislâm, Seyyid Tâhâ hazretlerine gelmek istedi “İzin versinler Nehrî’ye gelip el ve ayaklarına kapanayım” 

diye haber gönderdi. Seyyid Tâhâ hazretleri 

“Onlarla meşveret edin ve onlara muhalefet edin” hadîs-i şerifi mucebince 

“Zevcemle meşveret ettim. Şeyhülislâm efendinin gelmesini tensîb ettiği için muhalefet ettim” 

şeklinde cevab gönderdiler.

Şeyhülislâm efendi durur mu! Atlayıp Nehrî’ye gelir. Doğruca ahıra girer. Seyyid Tâhâ hazretleri ayakkabılarını giymeğe vakit bulamadan çorablı olarak, ardından gidip; 

“Aman Şeyhülislâm efendi! Buyrun!” 

diyerek istikbâl eylemek (karşılamak) istediler. 

Şeyhülislâm efendi, ahırda ineğin bağını kendi boynuna geçirdi.

Seyyid-i Büzürk: 

“Ne yapıyorsunuz Şeyhülislâm efendi? Dîvânhâneye buyurun”

dediler. 

Şeyhülislâm;

“Allah’a yemin ederim ki (seni afv ettim) sözü mübârek ağzınızdan çıkmadıkça bu ip boğazımdan çıkmaz!”

diye arz ve  iltica etti.

Ve Seyyid-i Büzürk (Seyyid Tâhâ) hazretleri (kaddesallahu teala sirreh);

“Seni afv ettim” 

buyurdular.

HALÎFE MUSTAFA



Halife Mustafa (kaddesallahu teala sirreh) Seyyid Tâhâ  (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin halîfesi idi.

“Müminin ferasetinden sakının! Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.” 

hadîs-i şerifinin ma’nâsına kavuşmuş mü’min-i kâmil ve mürşid-i kâmil idi. Öyle ki evliyâlık nûru ile bir kimsenin yüzüne baksa, mesela hangi namazı kaçırdığını anlardı.

İlm ve ma’rifet ehli olup, çok kerim ve kuvvetli amel sahibi idi. Dînin yayılması için bütün varlığı ile çalışırdı. 

Âlimleri çok sevdiğinden, fazîletli büyük âlim Abdülhakîm Siyalkutî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerinin ismini evladına verdi.

İşte o evladı mürşid-i kâmil-i mükemmil Esseyyid Abdülhakim Arvâsî (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri idi.

Allahu teala şefaatlerini ihsan buyursun.

Amin.

MERDİVENDEKİ EDEB



Seyyid Taha (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri, kendisini Mevlana Halid-i Bağdadi'ye (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerine götüren velinimeti amcası Seyyid Abdullah-i Şemdînî hazretlerine bu büyük nimetin şükrü olarak, hep hürmet ve hizmet etti. Onu hep iyilikle andı ve ruhuna pek çok sevaplar hediye etti. 

Buyurdu ki: 

"Vefat ettiğimde benim kabrimi kabristanın en üst tarafına yapınız ki, sırf beni ziyarete gelenler, amcam Abdullah hazretlerinin kabrine uğramak mecburiyetinde kalsınlar. Onu da ziyaret ederek mübarek ruhuna sevaplar hediye etsinler." 

O kabristanın bir yolu vardır. Seyyid Abdullah'ın  (kaddesallahu teala sirreh) kabri giriştedir.

...

Fotoğrafta görülen türbe ve kabir Seyyid Abdullah-i Şemdînî (kaddesallahu teala sirreh) hazretlerine ait olub, yukarı çıkan merdivenler ile Seyyid Tâhâ-i Hakkârî ile kardeşi ve halîfesi Seyyid Muhammed Sâlih (kaddesallahu teala esraruha) hazretlerinin kabirlerine ulaşılır.

...

Allahu teala şefaatlerini ihsan buyursun.

Amin.

Tasavvuf Ve Bir Mutasavvıf Olarak Seyyid Sıbğatullah Arvasi

Genel Bakış

Ameli ve nazari ciheti ile tasavvuf ilminde mütehassıs, tasavvuf tarihi hocalarından Seyyid Abdulhakim Arvasi (1865-1943) (kuddise sirruh) "Er-Riyadüt-Tasavvufiyye" adlı eserinde tasavvufun risalet ve nübuvvetle başladığını,kaynağının nübuvvet ve risalet olduğunu ifade etmektedir.Gerçekten her peygamber tebliğ vazifesi yanında nefis tezkiyesi de yapmıştır. Zaten tasavvufun konusu da kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesidir.İslami ilimler tedvin edilmeden önce, ayeti kerimeler ve hadisi şerifler tasavvuf konuları arasında yer alan zühd ve takva kavramlarını, nefsin tezkiyesi ve kalbin kötülüklerden arındırılması olarak belirtmiş ve bu hallerin yaşanması emredilmiştir.Hüküm yönüyle emir vucubiyeti gerektirir.Tasavvufun amacı da bunun tahakkukudur. Zira maksada ulaştıran her şey maksat hükmündedir.Usulsüzlük, Vusulsüzlüktür.

1-Tasavvuf Kelimesinin Ve İlminin Menşei

Tasavvuf kelimesinin menşei hakkında çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Hangi mastardan türetildiği müştak(türemiş) olup olmadığı hususu itilaf konusu olmuştur.Tasavvuf kelimesinin camid (türetilmeyen) bir kelime olduğu üzerinde durulmuştur.Ancak bazı alimler kelimenin  "Safa"dan türetildiği hususunda görüş bildirmiştir. Bunu yanında kelimenin yün giysisi anlamına gelen “Suf”tan türetildiğine dair görüş de bir ihtimal olarak değerlendirilmektedir. Kalb tasfiyesini, nefis tezkiyesini konu alan tasavvufun kelime olarak sadece yün giysisinden türediğini iddia etmek bizce tartışmaya açık bir konudur. Nitekim Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi isimli eserinde  tasavvufu,  (Dünyanın safası gitti kederi kaldı) hadisi şerif üst başlığı altında zikrettikten sonra konu olarak işler. Sırrı Sakati Hazretleri tasavvufun safa kelimesinden müştak(türemiş) olduğunu kesin olarak ifade etmektedir.[2]

Tasavvuf ile alakalı kitapların tedvini, bu ismin ortaya çıkması Hicri ikinci asrın başlarında  olmuştur. İslami ilimlerle iştigal edenler mesela, tefsir ilmiyle uğraşanların Müfessirun, hadis ilmiyle uğraşanların Muhaddisun, nahiv ilmiyle uğraşanların Nahviyyun, fıkıh ilmiyle uğraşanların Fukaha, nefis tezkiyesi zühd ve takva ile meşgul olanların Mutasavvıf lakapları ile meşhur oldukları erbabınca bilinmektedir.

Nitekim, tasavvuf kelimesinin doğuşu ve isimlendirmesi hususunda, nazari ve ameli yönden tasavvuf muallimi olan es-Seyyid Abdulhakim Arvasi Hazretleri merhum Necip Fazıl Kısakürek’in (1905-1983)“Tasavvuf Bahçeleri” olarak sadeleştirdiği er-Riyadu-t Tasavvufiye adlı kitabında şu ifadelere yer vermektedir:

“Safa” kelimesi, her lisanda övülen ve zıddı olan “keduret-bulanıklık” ise kınanan hallerden sayılmıştır.”

Rivayet edilmiştir ki, Allah’ın Resulü (aleyhisselatu vesselam), mübarek peygamberlik simalarında açık bir hüzün ve değişiklik eseri olduğu halde, eshabın meclisini şereflendirmişler ve “Bu dünyanın safası gitti, kederi kaldı” buyurmuşlardır. Bu Hadis-i Şerif’te “tasavvuf” kelimesinin, “sufi” ve “mutasavvıf” kelimesinin, “safvet”den geldiğine bir remz ve işaret vardır. “Safv” kelimesinde “f” harfinin önce gelmesi, “sufi” de ise sonra gelmiş olması, bu kelimelerin değişik köklerden geldiğini gösterirse de, tasavvuf kelimesinin çokça kullanılmasından, “f” harfinin “v”harfinden önce söylenmesinin kelimeye hafiflik kazandırmak için olduğu, yani bir telaffuz galatı bulunduğu bazı tasavvuf kitaplarında zikredilmiştir. Hatta, peygamberlerin (aleyhimusselam) “safvet”le vasıflanmış olmalarındandır ki, Kur’an da “Istıfa, Estafi, Yestafi, Mustafa” kelimeleri ile onların üstün halleri bu meyanda zikredilmiştir. Demek ki, tasavvufi hakikatlerle vasıflanmak, bütün Resul ve Nebilerde görülmüş ve bu durum muteber olagelmiştir.

“Her nebinin kendi zamanında, şeriatı yürürlükte olduğu, her nebi ümmetinin seçkinlerine, kendisinin manevi hallerinin üstün meziyetleriyle de donanmayı da, feyizleriyle ifade buyururlardı. Bu bağlamda manevi safvet, risalet ve nübüvvetle başlamıştır. Tasavvuf, şeriatların manevi kıymetlerini kazandırıcı ve onları kolaylaştırıcıdır.

Üstad Ebul Kasım der ki: “Bu taife için sufi (sofi) tabiri, galip halde çokça kullanılmış ve filan kimse sufidir, falan cemaat sufiyye ve mutasavvifedir denilmiştir. Yoksa bu isim için, bu manada kullanılışına dair Arapça da herhangi bir işaret bir kıyas ve bir kelime türemesi söz konusu değildir. Açık olan şey, bu ismin yani sufi isminin bu taifeye lakap olarak kullanılmasıdır.”

Bazıları, “kamis” giyenden bahsedilirken “tekammus” denildiği gibi, bu taife de “sof-yün” elbise giydiklerinden, onlardan bahsedilirken “sofi” denildiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bu çevrenin yalnızca sof elbise giymediği biliniyorsa da, bu sebebin ileri sürülmesi hükmün çokluğa bina edilmiş olmasına göredir.

Şeyh Sühreverdi’nin “Avarif” isimli eserinde şöyle denilmiştir: “Bazıları “sufi” kelimesinin isim olarak kullanılmasındaki münasebeti tetkik ederken demişlerdir ki; kıymette en düşük ve tevazua en yakın bulunan ve çok zaman Peygamberlerin giydikleri sof elbiseler taşıdıklarından onlara Arapça kıyasa bakmayarak “sufi” lakabı verilmiştir.”

Gerçekten Kainatın Efendisi de, yetmiş kadar peygamberin sof giydiklerini haber vermişlerdir. İsa aleyhisselamın, softan elbise giydikleri malumdur. Hasan Basri hazretleri, “Ben Bedir Eshabı’ndan yetmiş kadarıyla görüştüm ki, hepsinin de elbisesi softandı.” demiştir. Ebu Hureyre ve Feddal bin Ubeyd,(radıyallahu anhum) Bedir sahabilerini (radıyallahu anhum ecmain) anlatırken bütün elbiselerinin softan olduğunu söylemişlerdir.

Bazıları da nasıl “Kufi” , Kufe’ye mensup demekse, “sufi”de “suf”a mensuptur demişlerdir. Suf (sof), bir çeşit yünden mamul hırka demektir. Bazıları ise, bu ismi ariflerin ilahi huzurda “saf” olmalarına nisbet etmişlerdir. Bunlar mana bakımından tezlerinde doğruysalar da, lügat bakımından “sufi”, “saf”a nisbet edilemez.

Bazıları da “sufi”yi Mescid-i Suffe’ye nisbet etmişlerse de nisbetin kaideye aykırılığından dolayı bu görüş reddolunmuştur.

Hülasa, “sufi” kelimesi bir sebep ve münasebet aranmaksızın, kalp safasına, gönlü bütün yabancılardan arındırma ve ilahi zikirle ruhu donatmaya malik olanlara isim olarak verilmiştir. Bu üstün taife ise, “ehemmi takdim” ölçüsüne riayetle böyle kıyas ve kelime iştikakiyle meşgul olmaktan kaçınmışlar ve kıymetli vakitlerini pek az faydası olan bu gibi şeylerle zayi etmemişleridir.”[3]

Meşhur Cibril hadisinde Efendimize (aleyhissalatu ve selam) üç soru yöneltilmiştir. İman, İslam ve İhsan. İman meseleleri ile ilgili itikadi mezhepler, İslam hususları ile ilgili fıkhi mezhepler, İhsan konuları ile alakalı da tasavvufi mezhepler oluşmuştur. İşte yol anlamına gelen tarikatlar kaynağını ihsandan alan tasavvufi birer mezheptirler. Zahiri ilimleri tahsil etmek, batıni ilimlerden kişiyi müstağni kılamaz. Nitekim mütekaddimin alimler (öncekiler) mütehhirin alimler (sonrakiler), ve  muhakkikin alimler, tasavvuf  ilmini hem nazari (teorik) ve hem de ameli (pratik) olarak tahsil etmişler ve yaşamışlardır. Mesela;

Hanefi İmamlarından;  

İbni Hümam     (Kemaleddin Muhammed – M. 1386-1457 – H.788-861)

İbni Şibli          (Cafer ibni Şibli – M. D.861-247 – M. V.945-334- H.247-334)

Şürün Bilali,Hayrettin Remli,Hamevi (Hamevi Şazli –D. M.1468-H. 873 – V.M. 1530-H.936)

Şafi Alimlerinden;

Sultan-ı Ulema İzz b. Abdusselam        (Muhammed b.Mühezzib – D.H.577-M.1181 – V.H.660-M.1262)

İmam-ı Gazali              (Muhammed b. Ahmed – D.M.1058-H.450 – V.M.1111-H.505)

Taceddin Subki            (Ebu Nasr – V.771-1370)

İmam-ı Suyuti              (Muhammed b. Sabık el-Hudeyri – D.H.849-M.1445 – V.H.911-M.1505)

Şeyh ul İslam Kadı Zekerriya

Alleme Şiyab ibni Haceri Heytemi        (Muhammed b.Hacer Heytemi – D.899-1494 – V.974-1566)

Maliki İmamlarından;

Ebul Hasan Eş-Şazeli (D.H. 553-M.1196 - V.H. 655-M.1257)

Şeyh Ebul Hasan el-Mersi

Şeyh İbn Ataullah el-İskenderi (V.M.1309)

Hanbeli İmamlarından;

Abdulkadir el-Cili (Seyyid Abdulkadir Geylani, D.H.471 – V. H. 561)

Şeyhul İslam Abdullah el-Ensari el-Herevi ve diğer şahsiyetler. (V.H. 481)

Aynı şekilde Yusuf Hemedani, Şahı Nakşibend, Alaaddin Attar, İmam-ı Rabbani, Mevlana Halid Şehrezuri (keddesellahu esrarehum) gibi şahsiyetler zahiri ilimlerde zirveye ulaştıkları halde tasavvufla meşgul olmuşlar ve bu yolda insanlara yol gösterici rehber olmuşlardır. Yaptığımız araştırmalarda şu kanaate vardık :

 Mezhepler hakkında lakayd davrananlar ve mezhepleri hafife alanlar tasavvufu da inkar  etmektedirler.

Fıkıh için İlmul Evrak veya Fıkhı zahiri, tasavvuf için ise İlmul Ezvak veya Fıkhı batıni denilmiştir. Tasavvufsuz fakih yerilmiş, fıkıhtan mahrum olan sufi ise hiç kabul görmemiştir.İmam-ı Şafii (rahmetullahi aleyh) bir şiirinde şunu ifade etmişlerdir:

"Fakih ve Sufi ol, sadece ikisinden biri olma,

Allah hakkı için ben sana nasihat ediyorum.

Çünkü O (fakih) katıdır O’nun kalbi takvayı tatmamıştır.

Bu (sufi) ise cahildir, cahil olan nasıl ıslah eder.”[4]

 Fıkıh ölçülerinin dışındaki zevklerin, şevklerin ve vecdlerin hiçbir kıymetinin olmadığını tasavvuf alimleri bildirmektedir. Nitekim Ebu Said el-Harraz bu durumu "Zahiri hükümlere aykırı olan her batın batıldır."[5] şeklinde ifade etmektedir. Beyazıd Bistami: "Bir adamın havada bağdaş kurup oturacak kadar keramete sahip olduğunu görseniz, o adamın Allah'ın emir ve yasaklarına, hududullahı muhafazası ve şeriata riayet hususunda nasıl hareket ettiğini tetkik edinceye kadar ona aldanmayınız." İmam Rabbani hazretleri “Bizim yolumuzda bir adaba riayet ve mekruhlardan ictinab, zikirden, fikirden, teveccühten birkaç derece üstündür. Bunlara riayetle beraber zikir, fikir olunca o zaman nur üstüne nurdur” şeklinde buyurmaktadır. Mutasavvıflardan Murtaişe’ye (V. H. 328) söylendi: Falan su üzerinde yürüyor. Şöyle cevap verdi: Heva ve hevesine nefsinin kötülüklerine karşı sabır gücüne sahip olan kimse su üzerinde yürümekten daha büyüktür." Bu bakımdan mutasavvıflar için fıkıh tasavvufun olmazsa olmazlarındandır.

2-Tasavvufun Tarifi:

Tasavvufun çokça tarifleri yapılmıştır. Tariflerinden bir tanesi şöyledir: 

Tasavvuf, ebedi saadete nail olmak için nefsi tezkiye, ahlakı tasfiye, zahir ve batını tamir hallerinden bahseden bir ilimdir.[6]

Nasrabadi (rahmetullahi aleyh) demiştir ki; Tasavvufun temelini şunlar oluşturur: Kur'an ve Sünnet'e yapışmak,kötü arzuları ve bid'at türü işleri terk etmek,şeyhlere hürmet göstermeyi önemsemek, halkın özürlerini kabul edip kendilerine müsamahalı davranmak, evrada devam etmek. ruhsatları ve (açık hükümlerin dışındaki) yorumları terk etmek.[7]

Yukarıda özet sadedinde tasavvufla ilgili vermeye çalıştığımız bilgiler muteber tasavvuf kitaplarından ve mutasavvıfların mübarek sözlerinden iktibas edilmiştir.

 Bir Mutasavvıf Olarak Seyyid Sıbğatullah Arvasi 

1-Seyyid Sıbğatullah Arvasi’nin Kısaca Hayatı:

Bölgede ve bölge dışında ilim, ahlak, edeb ve fazilet yönü ile tanınan Seyyid Sıbğatullah Arvasi(kuddise sirruhu)  Van’ın Bahçesaray (Müküs) ilçesinin Arvas köyünde dünyaya gelmiştir. İsmi Sıbğatullah olup, Arvasi ailesine mensubiyetinden dolayı Seyyid Sıbğatullah Arvasi, Hizan'da medfun olması sebebiyle de "Ğavsı Hizanı Seyyid Sıbğatullah Arvasi" olarak şöhret bulmuş,  Ğavsul Azam, Ğavsı Hizani veya kısaca Ğavs lakabıyla tanınagelmiştir. Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruh) kardeşleri arasında mümtaz bir şahsiyet sahip olup, o güne kadar bölgede kendisine verilen isme benzeyen bir ismin olduğuna dair herhangi bir rivayete rastlanamamıştır. Her isimden sahibine bir nasip vardır.

Seyyid Sıbğatullah’ın halifelerinden Şeyh Halid Oreki (kuddise sirruh) Sığbatullah isminin, Bakara suresinin 138. ayetinden iktibas ettiği rivayet edilmiştir. (Rengi Allah’ın renginden daha güzel kim vardır.)[8]

 1870 yılında Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı Gayda köyünde vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir. Nesebi İmam Ali Rıza (rahmetullahi aleyh) yoluyla  Hz. Ali (kerremellahu vechehu) ulaşmaktadır. Büyük dedeleri Bağdat’tan Anadolu’ya hicret etmişlerdir. Babasının adı el-Hac Seyyid Lütfullah, dedesinin adı Abdurrahman-ı Kutub’tur. Seyyid-i Büzürk(Büyük Seyyid) Seyyid Taha Hazretleri bu zat hakkında “Abdurrahman-ı Nikunam, Kutbi Arvasi" yani “adı güzel şan ve şeref sahibi” şeklinde beyanda bulunmuştur. Seyyid Sıbğatullah Nakşıbendi tarikatı silsilesinde ise aşağıda belirtildiği üzere 32. halkayı teşkil etmektedir.

2-Seyyid Sıbğatullah’ın Tahsil Hayatı Ve İlmi Şahsiyeti:

Seyyid Sıbğatullah son derece feyizli ve alim bir aileye mensubtur.Küçük yaşlarda doğum yeri olan Arvas'ın geniş ilmi ortamı içerisinde yetişir. Bütün hocalarının isimleri hususunda kesin bilgimiz yoktur. Ancak Artuklu Üniversitesi Öğretim üyelerinden Prof.Dr. Abdulkadir YILDIRIM “Halidi’lik” konulu bir televizyon programında Seyyid Sıbğatullah’ın Mollakentli Molla Abdurrahman’ın yanında tedris ettiğini belirtmiştir. Molla Abdurrahman’ın ise Molla Yunus’un yazmış olduğu “Terkiba Mela Yunus” adlı eser üzerinde haşiye yazdığını biliyoruz.Seyyid Sıbğatullah Arvasi hazretlerinin halifelerinden Şeyh Halid eş-Şirvani el-Oreki'nin O’nun sohbetlerinden derlenerek kaleme aldığı “Minah” isimli eserde Seyyid Sıbğatullah’ın (kuddise sirruhu) mütekaddimin ve müteahirin  olmak üzere elli üç alim ve mutasavvıfa atıf yaptığını görmekteyiz. Bu da Seyyid Sıbğatullah Arvasi hazretlerinin ilmi seviyesinin çok yüksek olduğunu ve ilmi eserleri tetkik ettiğini göstermektedir. Minah isimli eserle alakalı Şeyh Fethullah Verkanisi’nin (kuddise sirruhu)oğlu Şeyh Aladdin (kuddise sirruhu) (D.H.1299-M.1882 – V. H.28 Safer 1369- M.1949) manzum bir methiyye yazmıştır. Methiyeyi tercümesinin yararlı olacağı kanaatiyle aktarmak istiyoruz.

Müeyyid (destekleyici) Kerim olan Allah’ın zihin açmasıyla

Övgüye layık olan parlak fikir sahibinin zihni cömertlik etmiştir.

O Halid’dir ki, ilmi ile, yüksek irfanı ile, zühd ve takvası ile

İnsanlar arasında üstünlük sağlamıştır.

O (Halid) şeyhinin bazı kelam ve işaretlerini açıklamıştır.

O ( yani Seyyid Sibğatullah) ki müceddidin (İmam-ı Rabbani muceddidi elfi sani kuddise sirruhu) yolunun binasının sağlamlayıcısıdır.

Öylesine bir kitap ki, sağlam (muhkem) olan yola doğru

İrşadıyla ve üslub güzelliği ile tüm kitaplara üstünlük sağlamıştır.

O (Minah) gümüş sahifelere, yakutdan kalemlerle ve altınla (mürekkep) yazılmaya layıktır.

Yeri gelmişken şunu ifade etmemiz yerinde olacaktır. Bazı kimseler hiçbir bilgiye dayanmadan, Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruhu)'ın ilmi seviyesinin yüksek olmadığını, hatta “Şerhil Muğni” isimli esere  kadar okuduğuna dair sözler sarf etmişlerdir. Halbuki “Şerhil Muğni” meselesi kendisiyle halifesi Şeyh Halid arasında geçen şu olaydan kaynaklanmaktadır:

Birgün Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruhu) seyr u sülukünü henüz tamamlamayan Şeyh Halid'e sorar: "Molla Halid senin ilmin ne kadardır?” O da: “Efendim! Elhamdulillah. Seyyid Şerif Cürcani ve Teftezani kadar ilmi bilgiye sahibim.”diye cevap verir.Molla Halid dışarı çıkınca sohbette bulunanlar onu yadırgamaya başlarlar. “Sen Ğavsın yanında nasıl böyle cevap verirsin? Bu ne cesaret?” dediklerinde O da: “Soruyu soran benim mürşidim Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruhu) olunca ben gerçek neyse onu söylemek zorundayım, gerçeği gizleyemem. Bunda tevazu benim için zillet olurdu. Ama eğer bu soruyu siz sorsaydınız ben de size ilmimin Şerhul Muğni okuyan bir talebe seviyesinde olduğumu söyleyecektim." diye cevap verir.

Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruh)'ın Kur'an, hadis ve fıkıh ilimlerine son derece vakıf olduğunu, zaman zaman ayet ve hadislere işari manalar verdiğini de eser ve sohbetlerinden anlıyoruz. Ayrıca İmamı Rabbani’nin (kuddise sirruhu) Mektubat’ında yer alan bir mektuba Dürretül Beyda (Beyaz İnci) ismini verdiğini ve “Bu beyaz inciyi yazın” emrini verdiğini Kelimat’ul Kudsiye adlı eserden anlıyoruz. Bunun yanında Hafız-ı Şirazi'nin, Ahmed-i Cüzeyri’nin divanına ve buna benzer manzum eserlere de son derece hakim olduğunu, güçlü te'vil ve yorumlar getirdiğini biliyoruz. Kendisine tabi olan şahsiyetlerin kendi dönemlerindeki akranlarından çok üstün derecede ilmi seviyeye sahip olmaları Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruh)'ın ilmi seviyesinin çok yüksek olduğunu göstermektedir. Şu kadar var ki, O’nun Sünnet-i Seniyye’ye bağlılığı ve ameli, ilminin önünde olduğu için, ilmi adeta perde arkasında kalmış, ameli ön plana çıkmıştır. Zaten ilmin amacı da ameldir. İlim amel içindir.

3-Mürşidleri:

Küçük yaşlarda bile kendisinde harikulade hallerin meydana geldiğini, dünya kelamı ile meşgul olanların sohbetinden sıkıldığını ve böyle ortamlarda çirkin kokuların kendisini rahatsız ettiğini, bu nedenle kendisinin zaman zaman insanlardan uzak kalarak inzivaya çekildiğini gerek yazılı menkıbelerden ve gerekse şifahi rivayetlerden öğreniyoruz. Seyyid Sıbğatullah tasavvufi hayatında değişik mürşidlerin hizmetlerine girmiş ve onlardan istifade etmiştir.

Bunlardan bir kaçı:

a- Şeyh Muhyeddin (kuddise sirruh):  Van'da ikamet eden, bu zat Abdullah-ı Dehlevi'(kuddise sirruh)nin halifelerinden Derviş Muhammed'in halifesidir. Kendisi ile alakalı çok fazla malumatımız olmamakla beraber Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruh) bu zata hicri 1245 tarihinde gider ve yanında ilk Nakşi tarikat eğitimini alır.Şeyh Muhyeddin kendisine “Artık sen ehlulullah'ın ruhaniyetinden istifade edecek dereceye geldin, bundan sonra buraya gelmenize gerek kalmamıştır.” şeklinde ifadesinden sonra Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruh) onun vefatına kadar o hal üzere devam eder.

b- Bitlis'li Şeyh Musa Efendi: Şeyh Muhyeddin'in vefatından sonra kendisine intisab eder. Seyyid Sıbğatullah bu zatı çok över. Kendisine“Şeyhin kimdir? diye sorulduğunda “ Şeyhi Uryan (çıplak şeyh)dır.Nitekim Seyyid Sıbğatullah :”Eğer ben Seyyid Taha'yı (kuddise sirruh) görmeseydim, bu zattan ayrılmazdım.” demiştir.

c- Şeyh Abdulkadir el-Bitlisi (kuddise sirruh) :

d-Şeyh Halid el-Cezeri (kuddise sirruh): Bu zat, Mevlana Halid-i Bağdadi’nin (kuddise sirruh) halifelerindendir. Seyyid Sıbğatullah’a “Sen ilim menbaı bir ailedensin buraya niçin geldin?” diye sorulduğunda; “Eğer elindeki kabı dolduramıyorsam doldurmak için başka bir yere yönelmek zorundayım.” diye cevap verir. Seyyid Sıbğatullah şeyh Halidi Cezeri’nin vefatına kadar yanında kalır, vefatından sonra şeyh Salih Sıbkiye yönelir.

e-Seyyid Taha-i Hakkari (kuddise sirru): Seyyid Sıbğatullah, Salih es-Sıbki’nin (kuddise sirruh) yanında iken, Seyyid Taha hazretleri,talebelerinden Molla Ömer el-Horosi ile vasıtasıyla bir mektup gönderip “Artık dostlarınla beraber yuvana dön.” emrini verir. Bu söz Seyyid Sıbğatullah Arvasi Hazretlerini kutlu yolun büyükleri olan sadat-ı kiramın arasına katılmaya davet anlamı taşıyordu.  Bu emir üzerine Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruh) hiç tereddüt göstermeden büyük bir şevk ve iştiyakla emelinin gerçekleşeceği Nehri’ye gider. Böylece hakiki ve esas yuvasına kavuşur. Seyyid Taha’nın paha biçilmez sohbetlerini çölde susuz kalmış kimseler gibi ruhuna hayat verici bulur. 1256/1840 yılından mürşidi Seyyid Taha hazretlerinin 1269/1853 yılındaki vefatına kadar tam on üç yılını onun irşad halkasında geçirir.

4-Seyyid Sıbğatullah Arvasi(kuddise sirruh) 'nin Nakşi Tarikatına Dair Silsilesi:

                                                                                       Medfun Oldukları Yer         

1- Hz. Muhammed Mustafa (sallalahu aleyhi vesselam)              (571 - 632)   

2- Ebubekir es-Sıddık (radıyallahu anh) (573 - 634)                     Hücre-i Seadet

3- Selman-i Farisi(radıyallahu anh)       (V.654)                           Medayin, Irak

4- Kasım Muhammed bin Ebubekir es- Sıddık   (650 - 725)           Kudeyd (Mekke –Medine arası)

5- Cafer-i es-Sadık bin Muhammed Bakır (rahmetullahi aleyh)  (699 - 765)Cennet ül Baki

6- Bayezid-i Bistami   (777 - 848)                                                 Bistam, İran

7- Ebu'l Hasan el-Harakani   (963 - 1033)                                      Harkân, İran

8- Ebu Ali el-Fadl el-Farmedi  (1010 - 1084)                                   Meşhed, İran

9- Ebu Yakub Yusuf el-Hemedani   (1049 - 1140)                           Merv,Türkmenistan

10- Abdulhalik el-Gucdüvani  (1179 - 1220)                                    Buhara, Özbekistan

11- Arif er-Rivegeri      (V.1237)                                                     Buhara, Özbekistan

12- Mahmud el-İncir el-Fagnevi          (V.1286)                               Buhara, Özbekistan

13- Hoca Azizan Ali Ramiteni  (V.1321)                                         Daşoğuz,Türkmenistan

14- Muhammed Baba Semmasi           (V.1335)                             Buhara, Özbekistan

15- Seyyid Emir Külal                         (1281 - 1370)                       Buhara, Özbekistan

16- Şah-i Nakşibendi Muhammed el-Buhari   (1318 - 1389)               Buhara, Özbekistan

17- Alaudin el-Attar                (V.1400)                                           Denov, Özbekistan

18- Yakub el-Çerhi                 (V.1447)                                           Duşanbe, Tacikistan

19- Hoca Ubeydullah el-Ahrar  (1404 - 1490)                                    Semerkand, Özbekistan

20- Muhammed ez-Zahid        (V.1529)                                           Denov, Özbekistan

21- Derviş Muhammed es-Semerkandi  (V.1562)                              Kitab, Özbekistan

22- Muhammed el-Hacegi el-Emkengi  (1512 - 1600)                        Kitab, Özbekistan

23- Muhammed Bakibillah       (1564 - 1603)                                    Delhi, Hindistan           

24- İmam-i Rabbani Ahmed Faruki es-Serhendi   (1564 - 1624)          Serhend, Hindistan

25- Muhammed Masum Serhendi Urvetul Vuska  (1599 - 1668)          Serhend, Hindistan

26- Muhammed Seyfeddin  Serhendi  (1639 - 1684)                           Serhend, Hindistan

27- Seyyid Nur Muhammed el-Bedayuni  (V.1722)                             Delhi, Hindistan

28- Habibullah Mirza Can-i Canan Mazhar  (1701 - 1781)                    Delhi, Hindistan

29- Şeyh Abdullah Dehlevi  (1743 - 1824)                                          Delhi, Hindistan

30- Diyaeddin Zul Cenaheyn Mevlana Halid   (1779 - 1827)                  Şam, Suriye

31- Seyyid Taha en-Nehri el-Hakkari  (V.1853)                                   Nehri, Şemdinli

32- Seyyid Sıbgatullâh-i Arvâsî            (V.1870)                                 Ğayda, Bitlis

Seyyid Sıbğatullah Arvasi’nin (kuddise sirruh) hayatından bahseden eserler genellikle el yazması olup, matbu değildir. Fakat bu eserlerin bir kısmı da tercüme edilmiş olup basılmıştır. On risaleden oluşan "El-Kelimatul Kudsiyye" adlı eserde başta kendi eseri olan Minah bulunmakta, diğer bölümler ise konusuna göre kendisinden atıflar da yapılmıştır.

 Kendisi ile alakalı değişik ansiklopedi ve arşivlerde malumatlar bulunmaktadır. Mürşidi Seyyid Taha hazretlerinin kendisine gönderdiği bazı mektuplarında Seyyid Taha hazretlerinin mührü bulunmaktadır. Bazı mektuplar ise mektub suretidir.[9]

Seyyid Sıbğatullah birgün Seyyid Taha tarafından cevaplamasını istediği çok önemli bir konu hakkında özel postacısıyla bir mektub gönderdi. Hazreti Seyyid Taha’dan cevabi mektubu getiren şahsın köye yaklaştığı kendisine haber verilince Hazreti Ğavs dama çıkarak Molla Ahmed el-Cuzeyri hazretlerine ait şu beyitleri tekrarladı:

Kasıd bı meksudame hat, ba müjde u emru berat

Nişan hınarın hem xelat ev padşehı gülgun qeba

(Elçi arzuladığımız maksadımızla müjde ile, emir ve beratla geldi

Gül renkli aba (giysi) sahibi padişahtan hem nişan ve hem de ödül getirdi.)

5-Halifeleri

    Abdurrahman Taği: Evliyanın büyüklerindendir. Norşinli’dir. Üstad-ı Azam ismiyle meşhurdur. 1304 (M.1886) yılında vefat etti. Sultan Abdulhamid Han, asrının müceddidi olduğunu bildirmiştir.
    Oğlu Seyyid Bahauddin:
    Şeyh Halid Şirvani: Şark vilayetinin adliye müfettişi iken Seyyid Sıbğatullah Arvasi hazretlerine intisap etmiştir. Vaktinin Sibeveyh’i olarak meşhur olmuştur. (Hz. Ömer’in soyundan geldiği için Ömeri, Şirvan’da doğup büyüdüğü için Şirvani lakabıyla anılmıştır. Molla Halidi Oreki olarak da bilinir. Bu meşhur zatın ne yazık ki doğum ve vefat tarihi kayd edilmemiştir. Ancak 93 harbinde (1877-1878 Osmanlı – Rus savaşında Doğubeyazıt cephesinde Seyyid Sıbğatullah Arvasi hazretlerinin abisi olan Seyyid Abdulğaffar Arvasi hazretleri ile beraber cihad ederken şehiden vefat etmiştir. Zaten kendisi birgün şeyhine şehid olma arzusunda olduğunu da bildirmiş, bu arzusu da gerçekleşmiştir. Şeyhi kendisine: “Bizden de Bedir ve Uhud şehidlerine selam söyle.” demiştir. Mudakkık ve muhakkık bir alim olan Şeyh Halid’e zamanın Şafii’si de denmiştir. Tefsir, fıkıh gibi zahiri ilimlerde İbni Hacer ve Seyyid Şerif Cürcani hazretleri kadar alim olduğunu bizzat kendisi şeyhine itiraf etmiştir. Seyyid Sıbğatullah kendisine seyda diye hitap ederdi.
    Şeyh Abdurrahman Behtani:
    Sofi Mustafa Külati: Birgün Ğavs, kendisine, “Sus!” demişti. Bundan sonra ölünceye kadar ona cevap vermekten başka bir şey konuşmadı.
    Ali Can Külpiki[10]

6-Evlatları

Seyyid Sıbğatullah’ın Sekiz evladı vardı. Bunların isimleri şöyledir:

    Şeyh Celalüddin: Kardeşi Şeyh Bahauddinden sonra babasının yerine o geçmiş ve bu hizmeti yürütmüştür. 1294/1877 yılında vefat etmiştir.
    Şeyh Bahauddin: Şeyh Celalüddin’in küçüğüdür. Babasının halifesi olup, babasından sonra yerine geçti. İki ay irşad yaptıktan sonra vefat etti.
    Sultan Veled
    Seyyit Bahri
    Burhaneddin
    Şeyh Hamza
    Seyyid Nur Muhammed: Şeyh Celalüddin’den sonra tarikat hizmetinde bulunmuş ve birçok müridi olmuştur.
    Şeyh Hasan: Melami Meşrebli değişik halleri vardı.Şeyh Fethullah Verkanisi hazretlerinin halifesidir.

    Seyyid Sıbğatullah Arvasi (kuddise sirruh)’nin Ğavs Oluşu İle İlgili Bazı Tesbitler

 Şeyh Muhammed Asım hazretlerinin Birkatul Kelimat adlı el yazması eserinin 17. Sahifesinde Ğavsiyeti ile ilgili şöyle ifade etmektedir:

            “Kendi döneminde alimler onun Ğavsiyeti hususunda delillerle ittifak etmiş ve delilleri ile Ğavsiyetini izah etmişlerdir.”

    Abdurrahman Taği (kuddise sirruh)’nin Tesbiti:

   a) Abdurrahman Taği (kuddise sirruhu) “Ben Onun Ğavs olduğuna dair yemin ederim. Çünkü biz onun ebdalları arasında idik. Ebdallar dönemin Ğavsının emri altındadırlar. Şöyle ki; Bizleri ebdallık vazifesi için uzak yerlere gönderirdi. Bu esnada bize “Tayyı Mekan” vaki olurdu. Ayaklarımıza taşlar,ağaçlar değdiği halde bunu hissetmezdik. Döndükten sonra Ğavsın ayaklarının yaralandığını ve kanadığını müşahede ederdik.

   b) Ğavs, mühim bir mesele olunca Seyyid Taha’dan sorar, emri ondan alırdı. Çünkü O umumi Kutub idi. Seyyid-uI Fedevi’nin vefatından sonra Mevlana Halidin halifesi Şeyh Osman et-Tavili’ye gönderirdi.Onun da vefatından sonra Seyyid Nureddin Birifkiye, o da vefat edince artık kimseye sorma ihtiyacı duymadı. Biz de bundan kutubluk makamının kendisine geçtiğini anladık.

      2. Halifelerinden Şeyh Halid-i Oreki, (Şirvani)’nin Tesbitleri:

Zamanın Allamesi, asrının birtanesi  Şeyh Halid eş-Şirvani el Ureki hazretleri ise onun Ğavsiyeti hususunda şöyle demiştir:

“O’nun Ğavs olduğunu bildiğim halde mel’un içime bir vesvese düşürdü. Ben de eğer O  Ğavs ise alimin ilmini selb (geçici olarak unutturur) eder diye söylendim. Ezan okundu. Ben hücremden çıktım. Namaz için acele ettim. Ğavs: “Üstat gel bize namaz kıldır.” dedi. Öne geçtim niyyet ettim. Hiçbir şey hatırlayamaz oldum. Namaz kıldırmak üzere bir kişi yerime tayin ettim dışarı çıktım. Şu beyti terennüm ettim:”

Rehnuma u Şeyhi Piri Sıbğatullah el meded                        

Şahi Sultan-ı Seriri ĞAVS’İ AZAM el Meded                    

         3-Diğer Bazı Tesbitler :

Abdurrahman Taği’nin (kuddise sirruh) daha önce Kadiri halifesi iken Seyyid Sıbğatullah’a intisab etmesi, Halid-i Oreki’nin onu imtihan etmek için hazırladığı on soruyu o henüz sormadan Ğavs’ın cevaplaması, müridleri ile arasında meydana gelen bazı harika haller ve kendi döneminde yaşayan çevrede halk üzerinde nüfuz sahibi olan bazı kimselerle olan münasebetlerinde cereyan eden hadiseler onun Ğavsiyetini ayrıca ispat etmektedir.

Şeyh Asım bin Şeyh Alaaddin bin Şeyh Fethullah Verkanisi (kuddise sirruhum) (D.1921 – V. 12 Temmuz 2011) özetle şöyle zikretmiştir:

“Ğavs ile alakalı hal ve durumların onun dışında hiçbir Meşayihi Kiramdan vaki olduğu duyulmamıştır.”

    Seyyid Sıbğatullah hazretlerinin manevi şahsiyeti:

Şeyh Halid eş-Şirvani El-Ureki bir defasında O’nun Ğayda’daki kabrini ziyaretinde olağanüstü hallerle hallenmiş, bunun üzerine aşağıdaki Farsça dizeleri kaleme almıştır. Bu dizelerin bir kısmı önce Latin harfleriyle daha sonra orijinal Arabi harflerle mezar taşına yazılmıştır:

       “Ben kimim ki, yüzünü görmeyi dileyeyim. Keşki (kaşki) felek gibi onun haremini tavaf (ziyaret) edebilseydim.

       Her kim ki, yüzünü gözleriyle bizatihi görürse Celaleddin-i Suyuti’nin “Tenvirul Halak’ta ne dediğini anlayacaktır.

       Nübuvvet dışında beşere verilen ne kadar kemalat (üstün sıfatlar) varsa  O’nun için çekinmeden söyleyebilirsin. Zira bana felek ilminden fetva verilmiştir.

       Eğer Meşhedini (makberini) ziyaret edenlerin gözlerinden  manevi perde kaldırılsaydı, Kıyamete kadar meleklerin onun üzerindeki izdihamını göreceklerdi.    

       Ey Halid onunun kamet ve bedenine sözlerden bir elbise dikmeye kalkışırsan yakıştıramazsın.                                                        

       Sahban ve Kıss (meşhur terziler) telekten (kuş tüyünden)  bile dikse yine üstüne oturtamaz.”

   Not: Telek ve Çelek kelimeleri Tıl ve Cıl’den, sonundaki kaf harfi tek manasını ifade eder. İkisi de elbise için kullanılmıştır.

  (“Tenvirul Halek fi Ru’yet’in Nebiyyi vel Melek”, İmam Suyuti’nin bazı olağanüstü halleri uyanık iken görme ile ilgili  telif ettiği,kendi alanında değerli bir kitaptır.)

Muhammed Sami Erzincani hazretlerinin mürid ve aşıklarından olan Salih Baba da divanında;

Himmeti evliya bize yar iken

Şahı Nakşibendi ser hünkar iken

Seyyid Taha Sıbgatullah var iken

Kabe kavseyne dek seyranımız var

Başka bir şiirinde ise :

“İltica edelim Sibgatullaha

Kendi boyası ile boyaya bizi” demek suretiyle Seyyid Sıbğatullah Arvasi’den iştiyakla  bahsetmektedir.

Bunun yanında Seyyid Sıbğatullah,  aşağıda belirtildiği gibi mutad olarak okunan silsilelerde sekiz elkab- sıfat ile  zikredilmektedir.

“Sultan ul Kubara ul Mutakaddimin (Geçmiş büyüklerin sultanı)

Ve Kudvetul Kubara ul Mutaehirin (sonradan gelenlerin kudvası, önderi)

Ğavsul Ammeti vel haifin (Allah’ın emirlerine karşı gelmekten korkan ve muttakilerin ve umumun yani herkesin Ğavsı)

Kutbul eimmeti vessalikin (Önder ve süluk ehli olanların Kutbu)

Muğisul müsteğisin (Kendisinden yardım dileyenlere yardım edicisi)

Munisul ğuraba-ı vel aşikin (Garip ve aşıkların kendisinden ünsiyet, rahatlık bulduğu)

Şeyhina el Uveysi (Uveysi şeyhimiz)

Mevlana hazreti eş-Şeyh es-Seyyid Sıbğatullah Arvasi”

Şeyh Muhammed Asım Hazretlerinin Birketu’l Kelimat adlı eserinde Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruh) hazretleri hakkında yazdığı bölümden bazı seçmeler:

            “Medreselerden zahiri ilmi tahsil ettikten sonra büyük bir iştiyakla (h.1245) batıni marifetler ve ruhi riyazatlara yönelerek bütün vasıfları haiz meşayihlerin hizmetine girdi.H. 1256’da Seyyid ul Fedevi Seyyid Taha’nın kendisine gönderdiği davet mektubu üzerine Seyyid Taha’ya yöneldi. Bu arada Allah u Teala’dan başka hiç kimsenin bilemeyeceği makamlara ulaştı. Her sene şeyhini iki defa Nehri’de ziyaret ederdi. Hicri 1268’de şeyhin vefatına kadar bu hal böyle devam etti. Bu ziyaret adeti Seyyid Taha’nın kardeşi Seyyid Salihin (V. H.1280)vefatına dek sürdü. Ondan sonra insanları irşat ederek gönülleri fethetmeye başladı.  Sohbetine 400 den fazla salih erkekler ve saliha hanımların katılımıyla gerçekleştiği olmuştur. Sabah namazından sonra özellikle Pazartesi ve Perşembe günleri teveccüh yapılırdı. Teveccühe çok önem verirdi. Teveccühten sonra çorba dağıtılırdı.

Oğlu Şeyh Celaleddin’in Nehri’de karşılaştığı bazı durumlar ve Seyyid Taha’nın (kuddise sirruhu) kendisine iltifatları:

            Seyyid Sıbğatullah Hazretleri bir defasında oğlu Şeyh Celaleddini de beraberinde Nehri’ye götürdü. Bu seyahatte Nehri de değişik bazı olaylar vuku bulmuştur. Birkaçını aktarmakta yarar mülahaza etmekteyiz:

            a) Nehri’deki değirmenin yapımı sırasında, değirmen taşının bir tarafta Şeyh Celaleddin, diğer tarafta 7 kişi ile beraber yerine yerleştirilmesi manzarası karşısında, Seyyid Taha’nın “Sen benim hamilim yükümsün, yani bana aitsin.” diye hitap etmeleri

               b) Şey Celaleddin’in tavan arasından yılanı çekip alması:

            Sohbet esnasında tavan arasında görülen bir yılan sebebiyle mecliste bulunanlar Seyyid Taha hazretlerini oradan uzaklaştırmak için ayaklandıklarında Şeyh Celaleddin “Oturunuz, bu iş bana aittir. Çünkü siz defalarca bunu gördünüz fakat bir şey yapamadınız der  ve güçlü bir şekilde yılanın boğazından sıkmış ve yılanı öldürmüştür.

              c) Kuşun Seyyid Taha’dan imdat dilemesi:

            Seyyid Taha yazlıkta sohbet esnasında iken, onun omuzlarına bir kuşun konduğunu görür. Kuş sağa sola bakınır. Seyyid Taha kuşun, kendisine yumurtadan yeni çıkan yavrularına bir yılanın musallat olduğunu söyler. Seyyid Taha mecliste hazır olan Şeyh Celaleddine işaret eder. Şeyh Celaleddin ağaçlar arasında bulunan yılanı etkisiz hale getirir.

            d) Şeyh Celaleddin’in Nehri’ye yaklaşırken cezbe ile hallenmesi :

Bir defasında Seyyid Sıbğatullah (kuddise sirruh) Nehri’ye giderken Şeyh Celaleddin kafileden ayrı olarak tek başına kafileyi takip ediyordu. Nehri yakınlarında Ğavs atından indi, abdest almak için bir eve gitti. Bu esnada Şeyh Celaleddin uzak bir yerde durmakta ve şu şiiri terennüm etmekteydi:

“Ez xezalım, xezalım xezala wé beriyé

Dewé mın lı çériyé guhımin lı gaziyé

Xeziya bu mıra bı buya kısmetémın

Awu beré wé Nehriyé

Ben bu ovanın ceylanıyım, ceylanıyım ceylanı.

Ağzım otlakta, kulağım çağrıda.

Keşke benim için, bana kısmet olsaydı,

Nehri’nin suyu ve taşı. (kayalıkları)”

Ğavs bu şiiri işitince onu yanına çağırdı ve beraber emellerinin kabesine kavuştular.

 Ğavs, Şeyh Celaleddin’i, galebe çalan yiğitliği ve tabiatının şiddeti sebebiyle Hz. Seyyid-i Fedeviyye şikayet ettiğinde Seyyid Taha Ğavs’a “Senin bütün oğulların senin olsun Celaleddin de benim oğlum olsun.”cevabını almıştır. Nehriden ayrılma vakti geldiğinde Şeyh Celaleddin, mübarek eyvanının sütunlarına dayanarak “Ben sizinle gelmeyeceğim. Ben Hazreti Seyyid’in oğluyum, burada kalacağım.” demiş bunun üzerine  Seyyid ul Fedevi Seyyid Taha hazretleri:

  -Sen babanla git yine benim oğlumsun. buyurmuştur.”[11]

C-Seyyid Sıbğatullah’ın Minah Adlı Eserinde Hikmetli Bazı Sözler

            Ğavs’ın en önemli eseri Minah adlı eseridir. Minah (Hediye edilen, bağışlanan, Allah tarafından verilen vergiler, nimetler, hikmetler anlamını taşır.) Bu eser Sıbğatullah Arvasi’nin halifelerinden Allame Halid-i Şirvan el-Oreki tarafından derlenmiş, kaleme alınmıştır. 1979 yılında “Kelime-i Kudsiyye Lisadati Nakşibendiyye” ismiyle Arapça olarak medrese hocalarından oluşan bir komisyon tarafından el yazısı ile tekrar yazılmış ve teksir edilmiştir.  Eser, ilk defa 1982 yılında Urfa Halilurrahman Camii İmamı merhum Yahya PAKİŞ tarafından tercüme edilmiş, İstanbul’da neşr edilmiştir. Bunun yanında Seyyid Sıbğatullah’ın sözlerinin yer aldığı, kendisinden sıkça atıflar yapıldığı 10 risaleden oluşan EL-KELİMAT’UL KUDSİYYE isimli eser Salih UÇAN tarafından “Nakşibendi Şeyhlerinin Hikmetli Sözleri” 1983 yılında  tercüme edilmiştir.[12]

            Minah 2013 yılında Siraceddin ÖNLÜER – Hüseyin OKUR tarafından tekrar tercüme  edilmiş, Semerkand yayınları, Hacegan klasikleri arasında yayımlanmıştır.

            Şeyh Ahmed Taşkesani hazretlerinin oğlu Molla Diyauddin tarafından Minah’a Atiyye ismini verdiği bir haşiyesi de yazılmıştır.

            Seyyid Sıbğatullah’ın Minah’ından Semerkand yayınlarından yayımlanan tercümesinden iktibas ederek, bir kısmını aşağıda sunuyoruz.

3. MİNAH

NAZAR BER-KADEM

Gavs-ı Hizânî Seyyid Sıbgatullah Arvâsî (kuddise sırruhu), Abdülhâlik-ı Gucdüvânî hazretlerinin (kuddise sırruhu),

            “Nazar ber-kadem” sözünü şöyle açıklardı: “Buradaki kadem (?????? ), ‘ayak’ manasına gelen ‘kaf’ harfinin üstün olması iledir. Yoksa ‘kaf’ harfini esre okuyarak, hudûs kelimesinin zıt anlamlısı olan kıdem (?????? ) yani , evveli olmamak’ manasında bir kelime değildir.”Bundan maksat, müridin bakışlarının namaz kılan birinin secde mahalline olan bakışları gibi olmasıdır.

7. MİNAH

İSTİKAMET ÜZERE OLMANIN ÖNEMİ

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) anlatıyor: Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem), “Hûd sûresi beni ihtiyarlattı” buyurmasının nedeni, bu sûrede kendisine, istikamet üzerine olmasının emredilmesindendir. Nitekim bu sûrede Hak Teâlâ,          

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd 11/112) buyurmuştur. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) Yâsin sûresinin,

“Yâsîn. Hikmet dolu Kur’an hakkı için. Sen şüphesiz peygamberlerdensin. Dosdoğru bir yol üzerindesin”(Yasin 36/1-4) âyetlerinin nazil olmasıyla ancak rahatlayabilmişti. Çünkü Allah Teâlâ O'na istikamet üzerinde olduğunu bildirmiştir.

22. MİNAH

ŞEKLİ ve MANEVİ DEĞİŞME

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) anlatıyor: Mesh, şeklî ve manevî olmak üzere iki türlüdür. Şeklî değişme, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi vesellem) hürmetine ümmet-i davetten kaldırılmıştır. Manevî değişme ise devam etmektedir. Ancak günah işlemek suretiyle manevî değişmeye duçar olanlar, manen çevrildikleri hayvanın ahlâkına müptela olurlar. İşte böyle kimselerin tövbe istiğfar etmeleriyle tekrar eski suretlerine dönmeleri mümkün olabileceği gibi, tövbe etmedikleri takdirde bu hal üzerine ölmeleri de mümkündür. Şeklî değişmeye gelince; şeklen değişen bir kimsenin eski haline dönüşüp dönüşmeyeceği hakkında bu fakire (Hâlid- Şirvânî) sordu. Ben “bunun mümkün olup olmayacağı hususunda herhangi bir bilgimin olmadığını” söyledim. Gavs (kuddise sırruhu) kendisi de bu konuda bir açıklamada bulunmadı.

30. MİNAH

GECE İBADETİNİN ÖNEMİ

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) diyor ki: “Hakiki müridler, gece ibadetlerine kalkanlardır. İşte bunlar, sâdâtların iltifat nazarlarına mazhar olanlardır. Diğerleri ise gerçek manada mürid sayılmazlar.”

32. MİNAH

İRŞAD UMUMİDİR

Bir gün Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) hazretlerine, şeyhlik iddiasında bulunan ve avamın zihinlerini bulandıran bazı kişilerin, “İrşad için her şeyhe taksim edilmiş bir bölgenin olduğunu, bu bölgenin dışına çıkıp irşad yapılamayacağını” söylediklerini anlattılar ve bu hususta Gavs’ın fikrini sordular. Gavs (kuddise sırruhu), “Bu asılsız bir iftiradır. Aslı astarı yoktur” dedi ve buna delil olarak, Nefehâtü’l-Üns kitabında tercüme-i hali zikredilen Şeyhülislâm Ahmed-i Nâmekî-i Câmî hazretlerinin Çiştî tarikatına mensup olduğunu iddia eden bazı noksan şeyhlerle yaptığı mücadeleleri gösterdi.

Aynı şekilde Şeyh Tâhir’in (kuddise sırruhu) “Eğer dünya büyüklerini (padişah, vali, hakim vb.) irşad etmekle görevlendirilmiş olmasaydım, dünyada hiçbir şeyhe mürid bırakmazdım” sözünü de nakletti.

39. MİNAH

MİNAHLARIN YAZILMAYA BAŞLANMASI

Bu fakir (Hâlid-i Şirvânî), Gavs’ın (kuddise sırruhu) mukaddes sözlerini kaleme almakta geç kaldığımdan ötürü gerçekten büyük üzüntü duyuyordum. Bu üzüntümün üçüncü gününde Gavs hazretleri, sohbet meclislerinde şu beyiti okudular:

“Bu mesnevi (yazılmakta) bir müddet gecikti.

Ancak kanın süte dönüşmesi için bir müddet beklemek gerekliydi.”

43. MİNAH

BİD’ATLARDAN SAKINMAK

Gavs-ı Hizânî Seyyid Sıbgatullah Arvâsî (kuddise sırruhu), “Sadece farz ibadetleri yapıp bid’atlardan sakınan kimse, bütün ibadetleri yerine getirip birçok hal ve makama ulaşmasına rağmen bir tek bid’at işleyen kimseden çok daha faziletlidir” dedi ve peşinden, bir bedevinin Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi vesellem), “Bu anlattıklarından ne fazlasını ne de eksiğini yaparım” demesinin üzerine, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi vesellem), “ Eğer doğru söylüyorsa kurtulmuştur” diye şahitlik ettiğini gösteren hadisini nakletti.

51. MİNAH

SOHBET VE ÇİLENİN FARKI

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) derdi ki: “Çilehanede kırk gün kalıp çile çeken bir mürid, bazı makam veya hallere ulaşabilir. Ancak Nakşibendi yolundaki bir sâlikin sohbet yoluyla elde ettiği manevi feyiz ve bereket apayrı bir şeydir. Sohbet onu daha olgun hale getirerek kemale erdirir.”

85. MİNAH

GÜNAHKARA DEĞİL GÜNAHINA KIZILIR

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) buyuruyor ki: “Şeriflerden (seyyid) biri, Şiî veya bid’at ehli olduğunda, onun zatına değil vasfına yani yapıp ettiklerine kızılır. Aynı durum münkirlik yapan seyyid için de geçerlidir.”

102. MİNAH

MANEVİ MİRASA SAHİP OLMAK

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) bir sohbetinde şöyle buyurmuştur: “Bir şeyhin kendi oğlunun, babasının silsilesini devam ettirmesi çok az görülmüştür. Bu durum, bizim yüce silsilemizde ise sadece İmam-ı Rabbani’de (kuddise sırruhu) görülmüştür. Nitekim İmam-ı Rabbani’den sonra bu silsile onun oğlu Muhammed Masum (kuddise sırruhu) ile devam etmiş, aynı şekilde Muhammed Masum’dan sonra da oğlu Şeyh Seyfeddin (kuddise sırruhu) silsileyi devam ettirmiştir.

Gerçek manada büyüklere evlat olmak, manen onlara varis olmakla olur. Zahiren onların evladı olmak, onların manevi miraslarına varis olmak için yeterli değildir.”

108. MİNAH

İNSANLARIN EN HAYIRLISI

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu)

 “İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olanıdır” mealindeki meşhur hadisi şöyle yorumlamıştır:

“Hadis-i şerifin ibaresinde hayrunnasgeçmektedir; hayrul insan kelimesi geçmemektedir. Nitekim hadis-i şerifin buyrulduğu lafız üzerine manası, “Arif olan kimselerin en hayırlısı…” şeklindedir. Eğer, hayrul insan lafzı olsaydı arif olmayan, fakat insanlara faydası dokunan her kişinin ‘insanların en hayırlısı’ kapsamına girmesi gerekecekti. Bu da, arif olmayanların, ariflerden üstün olması anlamına gelecekti. Bu şekilde düşünmek ise uygun değildir.”

Gavs hazretleri daha sonra, “Şüphesiz, arif olan kimsenin fayda vermemesi de düşünülemez” dedi.

122. MİNAH

MUHABBETULLAH

Hâlid-i Şirvânî (kuddise sırruhu) anlatıyor: “Yemin etmese dahi sözlerine güvendiğim bir dostum, bana yemin ederek Gavs’ın (kuddise sırruhu) şöyle buyurduğunu anlattı: ‘Allah korkusu (mehafetullah), kalp hastalıklarının tümünü siler, tedavi eder. Muhabbetullah ise kalp hastalıklarını giderdiği gibi küfrü de silip atar.’

Daha sonra Gavs’ın (kuddise sırruhu) bu konuyla ilgili bir hikaye anlattığını söyledi. Bu hikayede, bu taifeden bir müridin, Yahudi bir kadınla olan aşkından bahsetti. Öyle ki kadın bu muhabbetin tesiriyle, o müridle hiç yüz yüze gelmeden Müslüman olmuştu. Yine bu muhabbet vesilesiyle bu tarikatın edep ve adabıyla ahlaklanmıştı.

131. MİNAH

GAVS’IN HAKSIZLIĞA ÖFKESİ

Bir gün Gavs_ı Hizânî’nin (kuddise sırruhu) yüce meclisinde, şeyhlik iddiasında bulunan bir kimsenin, bir başkasının malına el koyduğundan bahsedildi. Bu şeyh, dinen kendisine verilmesi gereken hak sahibi birinin hakkına, kanunların arkasına sığınarak sahip olmuştu. Gavs (kuddise sırruhu) bu anlatılanları işitince öfkelendi ve şöyle dedi:

“Bakınız! Şu birbiriyle asla bağdaşmayan hatta birbiriyle çelişen şu iki iddiaya bakınız… Hem şeyhlik iddiasında bulunuyor hem de dine muhalefet ederek insanların koyduğu kuralların ardına sığınıyor.”

Hâlid-i Şirvânî (kuddise sırruhu) diyor ki: “Gavs hazretlerinin o güne kadar böyle öfkelendiğini hiç görmemiştik. O kadar çok kızdı, öfkelendi ve, ‘Bakınız! Bakınız!’ diye söylendi ki, içimizden keşke sussa diye geçirdik.”

155. MİNAH

TASAVVUFİ KİTAPLARI MÜTALAA ETMENİN EDEBİ

Gerçek Marifet Zevki Olandır.

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu), “Bir kişinin, bâtını (iç alemi), zâhirinden (dış aleminden) daha hayırlı olmadıkça, velayet makamına ulaşamaz” buyurdu ve şu beyti okudu:

“Elbiselerine misk sürmen sana bir fayda sağlamaz.

Sen ki koltuk altının kirlerini temizlemeyen birisin.”

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) bu son mısrayı okuduktan sonra “Giyim kuşam hususunda bid’at söz konusu olmaz. Zira baktığınızda, son asır insanlarının kıyafetlerini ilk asır (sahabe ve tâbiîn) döneminin kıyafetlerine uymadığını görürsünüz. Bid’at sadece taat ve ibadetlerde olur” buyurdu.

159. MİNAH

NÂKIS ŞEYH KÖRELTİR

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) tarikata girmek isteyen kimsenin kâmil bir şeyhe intisap etmesi ve nâkıs şeyhten de uzak durması gerektiğini belirtmek üzere şu noktalara değindi:

“Kâmil olmayan mürşid, tarikata yeni giren kimsenin kabiliyetini köreltir ve şevkini de öldürür. Oysa şevk her türlü gayenin öncüsüdür. Çünkü insandaki şevk, ancak kendisinin içinde bulunduğu durumdan daha yüksek ve yüce hallere vâkıf olmakla gelişir. İşte kâmil olmayan nâkıs ve miskin kimse, tarikata yeni giren kimseler bu yüce halleri göstermeye güç yetiremez.”

Gavs (kuddise sırruhu) daha sonra şöyle buyurdu: “Rücû halinde, âlem-i emirden âlem-i halka dönen ve şevki sönmüş olan sâlik, peygamberlerin kabirlerini ziyaret etmekle kaybetmiş olduğu şevke tekrar kavuşabilir.”

166. MİNAH

HER GÖRDÜĞÜNÜ HIZIR BİL!

Gavs-ı Hizânî Seyyid Sıbgatullah Arvâsî (kuddise sırruhu) müridlerine nasihat mahiyetinde şöyle demişti: “Açıkça günah işlediği bilinen bir kimseye, meclislerde sırt çevirip oturmak ve ona karşı soğuk davranmak caiz ise de, ‘Her gördüğünüzü Hızır bil!’ kaidesince sizler, her gördüğünüzü Hızır biliniz ve kimseye sırt çevirmeyiniz.”

172. MİNAH

VUSÛL İÇİN USÛL

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) bir sohbetlerinde şöyle anlatmıştı: “Bir zaman, akrabalarımızdan bazıları, şeyhimizin değirmeninin inşaatında hizmet ediyorlardı. Tabii ki ben de onların arasındaydım. Bir ara çalışanlardan birine, şeyhimizin kulağına ilişmesi için şu beyti okumuştum:

“Gözlerimizin dikildiği eyvan senin eşiğindir.

Kerem eyle de aşağı buyur; zira hane senindir.”

Şeyhimiz Seyyid Tâhâ (kuddise sırruhu) bu beyti duyar duymaz yanımıza çıkageldi.

Hâlid-i Şirvânî (kuddise sırrıhu) diyor ki: “Anlayabildiğim kadarıyla Gavs (kuddise sırruhu) bu minahta şu hususlara işaret etmek istemişti:

Allah yolunda kendini hizmete adamak, O’na hakkıyla kulluk yapmak ve sır evi olan kalbi mâsivadan (Allah’tan gayri her şey) temizlemekle beraber, müridin dille istemesinin de gayeye ulaşmasında tesiri olduğu muhakkaktır.Ayrıca hedefe varmak isteyen mürid, istenilen hedefin (matlup) isteyene (talip) gelebileceğine itikad etmelidir. Yoksa asıl iş, talibin matluba gitmesinde değildir. Matlubun istenildiği anda tenezzül etmesi de (çıkıp gelmesi) onun ne derece faziletli biri olduğunun göstergesidir.”

177. MİNAH

HASET TEDAVİYE MANİDİR

 Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) kimi zaman kendinden kimi zaman da şeyhi Seyyid Tâhâ’dan (kuddise sırruhu) naklederek derdi ki: “Her münkirin inkârcılığını bırakması mümkündür, ancak hasedinden dolayı inkâr edeninki mümkün değildir.” Bunun üzerine mecliste bulunan sâliklerden biri, “Haset de mürşidlerin gidermeye çalıştıkları diğer kalbi marazlar gibi bir hastalık değil midir?” diye sordu. Gavs (kuddise sırruhu) şöyle cevap verdi: “Evet, dediğin gibidir, ancak haset, mürşidlerin müridlerini tedavi etmesini sağlayan teslimiyete engel olan ciddi bir hastalıktır.”

180. MİNAH

İNKÂRIN ZARARI ZÜRRİYETE DE SİRAYET EDER

Gavs hazretleri bir sohbetinde şöyle buyurmuştu: “Zâhirî âlimlerin bu tarikata ve onun büyüklerine karşı münkirlik yapmaları, halkın kendilerinden ve yazdıkları kitaplardan faydalanmasını kaldırır, engeller. Onlar, bu inkarcılıkları sebebiyle sıkıntıya ve zillete düşerler. Hatta bu hal, Allah Teâlâ’nın dilediği bir müddete dek onların zürriyetlerine dahi sirayet eder.”

Gavs (kuddise sırruhu) daha sonra buna örnek olarak şunları söyledi: “Pek çok zâhirî ilim dalında zamanının mercii olan bir âlim vardı. Bu âlim hemen hemen asrının bütün ilim dallarında kitap kaleme almıştı. Fakat o, bunca ilme rağmen, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdi (kuddise sırruhu) gibi büyük bir veliye münkirlik ediyordu. İşte onun yapageldiği bu münkirlikten ötürü hiç kimse onun kitaplarından faydalanamadığı gibi, kitaplarının varlığından da kimse haberdar olmadı. Bu kişi ikamet ettiği bölgenin en saygın kişilerinden olmasına rağmen ömrünün sonlarında çeşitli bela ve sıkıntılara müptela olmuş ve hatta bu durum onun evlatlarına kadar sirayet etmişti.

Şeyh İsmail Fakîrullah et-Tillovi (kuddise sırruhu) zamanında yaşayan, aynı zamanda bizim de akrabamız olan bir adam vardı. Bu adam Şeyh İsmail’e (kuddise sırruhu) münkirlik ederdi. Bu sebeple ne o ne de evlatları, - onun vefatından bu zamana kadar üç veya dört göbek geçirmelerine rağmen – hâlâ iflah olmuş değillerdir.”

204. MİNAH

HALİFELİĞİN MAKAMLARI

Gavs hazretleri derdi ki: “Halife seçiminin üç mertebesi vardır:

    İşârî (Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi vesellem) veya sâdât-ı kiramın herhangi birinin işaretiyle verilen halifelik). Bu, halifeliğin en üstün mertebesidir.
    İbârî (Mürşidin halifelik vereceği kimseye, bu vazifeyi sözlü, şifahi olarak vermesidir). Bu ise halifeliğin orta derecesidir.
    Kitâbî (Mürşidin, halifelik vereceği kimseye, bu vazifeyi bir kitabe şeklinde yazılı olarak vermesidir). Bu da halifeliğin en alt derecesidir.

211. MİNAH

ARKADAŞANIN RENGİYLE BOYANMAK

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) bir sohbetlerinde şu konuya değindiler: “Arkadaşlık (sohbet) öyle bir haldir ki, arkadaş olanların birbirlerinin renkleriyle (huy, ahlak vb.) boyanmalarını kaçınılmaz kılar. Bu renkle boyanmayı istemese ve hatta bundan kaçınsa da bu böyledir… İstemeseler dahi, bu renk kendisinde veya ona tabi olanlarda mutlaka görülür.”

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) sözlerini şöyle bağladı: “Bu Nakşibendi taifesine ilk girenlerin bir kısmında görülen zikr-i minşârînin (testere zikri) onlara sirayet etmesinin sebebi, Şah-ı Nakşibend hazretlerinin, bazı Türk şeyhleriyle olan arkadaşlığı sebebiyledir. Nitekim bahsi geçen şeyhler minşâri zikir yaparlardı.”

216. MİNAH

SOHBET İMANIN KUVVETLENMESİNE VESİLEDİR

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) şöyle derdi: “Sohbet, müridin dünya ile olan alakalarını keser ve onu hakiki imana erdirir. Nitekim Pîr-i Nessâc Azîzân Râmîtenî (kuddise sırruhu) sohbeti, mesleğine uygun olarak şöyle tefsir etmişti:

 “Sohbet, çözmek ve bağlamaktır.”

Gavs-ı Hizânî hazretleri bazı sahabilerin,

“Gelin bir saat iman edelim” sözlerindeki  (iman edelim) kelimesini yani “imanı”, imanın kuvvetlenmesine sebep olan sohbet ile tefsir etmiştir (Gavs hazretleri (kuddise sırruhu) bu teville, “Gelin bir saat sohbet edelim de imanımız kuvvetlensin” demek istemiştir.)

217. MİNAH

MELEKLER SOHBET MECLİSLERİNE GELİR

Gavs (kuddise sırruhu) bir sohbetlerinde şöyle buyurmuştu: “Melekler, sohbet yapılan meclislere teşrif ederler. Bu nedenledir ki sohbet eden şeyhe, ‘pîr-i muğan’ denilmiştir. Çünkü keşif veya rüya yoluyla görülen muğan, melek diye tabir edilmiştir.”

Bunun ardından mecliste bulunan sâliklerden biri Gavs hazretlerine, “Melekler ne maksatla şeyhlerin sohbetlerine gelirler? Şayet huzur elde etmek içinse, zaten onlar daima huzur halindedirler. Yok, terakki (manevi yükselme) içinse, zaten onların belli bir makamları vardır ve bundan ilerisine de geçemezler” diye sordu.

Gavs (kuddise sırruhu) cevabında şöyle buyurdu: “Onlar bu meclislere lezzet almak için gelirler.”

225. MİNAH

SAHTE ŞEYHİN DURUM

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) münkiri, sahte şeyhlik iddiasında bulunanlara tercih eder ve,

- Münkirin hatasını anlayıp doğru yola dönmesi mümkün iken, iddia sahibi sahte kişinin dönmesi ve iddiasını bırakması mümkün değildir. Çünkü iddiacılık bütün menfaatleri örten bir perdedir, derdi.

234. MİNAH

BÂTINÎ KUVVETİ OLMAYAN ŞEYHLERİN SOHBETİ

Bir gün Gavs hazretleri (kuddise sırruhu) meclislerde kıssa anlatmanın ve vaaz vermenin şeyhlikle bağdaşmayacağını ifade ettikten sonra şöyle buyurdu: “Günümüz halifelerinin, meclislerini vaaz ve hikaye türü şeylerle süslemeleri, onlarda şeyhliğin sermayesi olan bâtınî kuvvet ve nisbet gibi şeylerin yokluğundan ileri gelmektedir. Onların bu yaptıkları silsiledeki meşâyihlerin hiçbirinde görülmemiştir.

Bakınız, bizim tarikatımızın kurucusu Şah-ı Nakşibend (kuddise sırruhu) ne buyuruyor: “Tarikatımız sohbetten ibarettir.”

258. MİNAH

GAFİL KALPLERE TESİR ZORDUR

Gavs-ı Hizânî Seyyid Sıbgatullah Arvâsî (kuddise sırrıhu) bir sohbetlerinde buyurdular ki: “İrşadla görevli şeyhler için, mukaddes yerlerin fethi gayet zordur.”

Gavs hazretleri (kuddise sırrıhu) sâliklerden birine bunun hikmetini bilip bilmediğini sordu. Sâlik,

- Bilmiyorum, ancak bu durum Mekke’nin zor fethedilmesiyle bağdaşıyor, dedi.

Bu cevap karşısında Gavs (kuddise sırruhu) sustu, hiçbir şey söylemedi.

Gavs (kuddise sırruhu) bir defasında da bu konuyla ilgili olarak şöyle demişti: “Şehirlerde ikamet edenlerin kalplerini etkilemek, köylerdekileri etkilemekten daha geç ve zordur.Zira şehirdekiler gafletin istilası altın kalmışlardır.”

288. MİNAH

ALLAH DOSTLARI ÖLÜ DEĞİLDİR

Gavs (kuddise sırruhu) anlatıyor: “Şeyhim Seyyid Tâhâ’nın (kuddise sırruhu) vefatından sonra postuna oturan kardeşi Şeyh Salih (kuddise sırruhu) sohbetlerinde şöyle derdi:

 “Diri kedi ölmüş aslandan iyidir.”

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) buyurdular ki: “Bunun akabinde rüyalarımda şeyhimi gördüm. Şöyle diyordu: “Salih benim ölü olduğumu sanıyor, oysa ben ölü değilim.”

295. MİNAH

KABI DOLDURMAK İÇİN ÇALIŞMAK GEREKİR

Gavs-ı Hizânî (kuddise sırruhu) anlatıyor: “ Bu yolun ilk başlarında Şeyh Hâlid-i Cezerî’nin (kuddise sırruhu) dergâhına gidip gelirdim. Günün birinde, bizim nesebimizi, ev halkımızı iyi bilen adamın biri bana,

- Hayret doğrusu! Herkes bir fayda elde edebilmek için sizin kapınıza gelirken sen başkasının kapısına gidiyorsun, dedi. Ben o adama,

- Kişinin kabında bir şey olmayınca, bunu doldurmak için zahmetlere katlanması gerekir, diye cevap verdim.”

301. MİNAH

GAVS’IN MERTEBESİ

Bir dostumun anlattığına göre Gavs hazretleri şöyle buyurmuştu:

“Ben gerçekten beş letâifin hepsinde de fenâ mertebesine ulaştım.Beş letâifte fena makamına ulaşan veliler pek azdır.

Gavs-ı Hizânî hazretleri, sünnete aykırı bir durum gördüğü zaman, “İslâmiyet’in emirlerini okumadın veya duymadın mı da böyle yaparsın?” derdi. Hatta sünnetlere riayet etme hususunda o kadar titizdi ki, elbisesini veya ayakkabısının sünnete uygun olmayan bir şekilde giyen birini gördüğünde, “Giyerken önce sağ taraftan başlanılacağını ve çıkarırken de sol taraftan başlanılacağını bilmez misin?” buyurdu.

Teheccüd ve evvâbin namazlarına devam ederdi.

     SONUÇ

Seyyid Sıbğatullah’ın bazı şahsiyetlerin tespitlerine göre Bölgenin Mevlana’sı olarak addedilmesi, üzerinde durulması gereken bir husustur. Zira O, ehli tasavvufun takip ettiği yolu takib ederek;

Akaid hususunda;

Selefi salihin yani Ehli Sünnet yolunu takip etmiş

Hüküm konularında;

Fıkha tabi olmuş, ihtiyaç olmadıkça ruhsatlarla amel etmemiş, azimeti ön planda tutmuştur. Ruhsatlara tabiri caiz ise sempati ile hiç bakmamıştır.

Fezailu’l-Amal'da;

Yani amellerin faziletleri hususunda ise hadis ehline, sünneti seniyyeye titizlikle bağlı kalmıştır. Huzurunda Sünneti Seniyye’ye muhalif hareket edenleri ikaz etmiş,bu şahıslara nazar-ı müsamaha ile bakmamıştır.

Adab'da ;

Kalbin ıslahı ile alakalı hususlarla meşgul olmuştur.Zira kalb ıslah olmadıkça bedenin islahı mümkün olamayacağı hadisi şerifte bildirilmiştir."Dikkat edin, bedende bir et parçası vardır. O düzelirse beden düzelir, O bozulursa beden bozulur. Dikkat edin işte o kalbdir"[13] tasavvufun esas konusu kalbin ıslahıdır. Göz,kulak ve dilin ıslahı kalbe bağlıdır. Kalb islah olmadıkça, bedinin diğer organlarının islahının mümkün değildir. Kalb ise, ancak Allah’ı anmakla rahata kavuşur, huzur bulur. Kur’an-ı Kerimde “Biliniz ki, Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”[14] buyrulmuştur.

“Allah’ı zikret, senin için zikir hayattır. Gönül temizliği, Allah’ı zikriledir.”

Kalb ise çok değişkendir. Özelliklerinden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür;

a) Nazargahı İlahi

b) Organların ıslahı kalbe bağlıdır.

c)Kalp çok değişkendir.

d)Kalp fitnelere açıktır.

e) Ameller kalbe göre değerlendirilir.

f)Kalp şeytan için hedeftir.

g) Kalbin hastalıkları gizlidir.

h) İman ile küfrün itibarı kalp iledir.

ı) İlham kalbe gelir.

i) İhlas, Riya, Şirk kalble ilişkilidir.

j) Allah'ı zikir ve ondan gaflet kalp iledir.

k) Ayrıca Rahmet ve Kasvet, ilim cehalet, sevgi nefret, saadet ve şekavet, mutluluk ve mutsuzluk kalp ile alakalıdır.

Sonuç olarak: Allah’u Teâlâ kullarından takva sahibi olmalarını istemekte ve emretmektedir. Takvanın mahalli de kalptir.[15]

Seyyid Sıbğatullah’ın Seyyid Taha ile olan ilişkisi en üst seviyedeydi. Seyyid Taha’nın vefatına kadar her yıl iki defa kendisini ziyaret ederlerdi. Bunun dışında, mürşidiyle sürekli mektublaştıklarını araştırdığımız kaynaklardan öğrenmekteyiz.Seyyid Taha’nın Seyyid Sıbğatullah’ın oğlu Şeyh Celaleddin ile münasebeti bir aile ferdine mahsus ölçüdeydi.

Seyyid Sıbğatullah’ın bölgemizdeki bazı şahsiyetlerin tespitlerine göre “Bölgenin Mevlana’sı” olarak adedilmesi üzerinde durulması gereken bir husustur. Müceddidi ve Nakşi yolunun Bölgemizde,Anadolu’da ve hatta sınır ötesine kadar yayılmasında büyük tesiri olmuştur.

Sosyolog Şerif Mardin, 19. Yüzyılda Bitlis’in Hizan kazası ve çevresinin Nakşibendilik ve Müceddiliğin merkezi haline geldiğini ifade etmektedir.[16]

Gerek Seyyid Taha hazretleri ve gerekse halifesi Seyyid Sıbğatullah hazretleri’nin hayatları ve örnek kişilikleri ile alakalı akademik çalışmaların yapılmasını önemsiyoruz. Zira bu gibi şahsiyetlerin gelecek nesiller tarafından tanınmaları çok önemlidir.Çünkü geçmişten habersiz gelecek inşa edilemez. Seyyid Taha ve halifesi Seyyid Sıbğatullah’ın bir model şahsiyetler olduğu göz ardı edilmemelidir. Kendilerinin de içinde bulunduğu Silsile’de isimleri geçen büyük şahsiyetlerin değişik ırk ve dillere mensubiyetleri bariz bir biçimde görülmektedir. Bu büyük şahsiyetler çoklukta birliği tesis etmişlerdir.

Bu güzel sempozyumun Hakkari’de icra edilmesi ayrıca önemlidir. Bu münasebetle başta Hakkari Valimiz ayrıca bir edib olan Sayın Orhan ALİMOĞLU beyefendiye ve Hakkari Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Ebubekir CEYLAN beyefendiye ve bu organizasyonda emeği geçen tüm akademisyenlere, öğretim görevlilerine ve emeği geçen herkese teşekkür ederim. Muvaffak olmaları için duacıyız.

Saygılarımla.

Belge 1

Mektub

Şeyh Muhammed Asım İbnu Şeyh Aladdin (kuddise sirruhu) İbnu eş-Şeyh Fethullah (kuddise sirruhu) el-Verkanisi Birket ul Kelimat kitabından alınmıştır.

HZ. SEYYİD TAHA’NIN ĞAVS-I AZAM ŞEYH SEYYİD SIBĞATULLAH’A MEKTUBUDUR. (ALLAH SIRLARINI YÜCELTSİN VE ALEMLERİN ÜZERİNE DÖKTÜĞÜ GİBİ BİZİM ÜZERİMİZE DE ONLARIN NURLARINI DÖKSÜN, AMİN)

Lakaplardan müstağni olan (herkes tarafından bilindiği için lakap takılmasına ihtiyacı olmayan) feyz, fayda, (istifade) ve meşihatmeab makamı, Molla Sıbğatullah Cenablarına selam ve dualarımı bildiriyorum. Duadan sonra malum ola ki, elimize ulaşan mektubunuz sevinç vesilesi olmuştur.Her türlü noksan sıfatlardan beri,kemal sıfatlarla muttasıf Allah’a hamd ve minnet olsun. Zira fakirlerin (Seyyid Taha hazretleri kendilerini işaret ediyor.) muhabbeti dünya ve ahiret saadetinin sermayesidir.Anlaşılıyorki, ayrılık günleri bile bu muhabbetın azalmasına tesir etmemiştir.

İki şeyi muhafaza etmek lazımdır. Birincisi, Şeriatın sahibine ittiba (kendisine ve ailesine salat ve selam olsun)ikincisi, uyulan şeyh’e muhabbet ve ihlas. Başka hiçbir şey olmasa bile bu ikisi nimettir. Ve eğer bu ikisi derinleşmişse hiçbir gam keder yoktur. Nihayetinde istenilen  olmuştur. Eğer Allah u Teala muhafaza buyursun, bu ikisinden birinde bir halel (zarar) meydana gelirse ve bununla beraber haller ve zevkler aynı anda devam etse bile bunun bir keramet değil, istidraç olduğunu bilmek gerekir. O zaman harab olduğunu kesin bilmek lazımdır. Doğruluk yolu budur. İnsanı başarıya ulaştıran Allah’tır.

İkinci olarak eğer duacınızın (Seyyid Taha kuddise sirruh) halini sorarsanız, belaları def eden atiyyeleri (nimetleri) veren Allah’a hamd ve şükürler olsun. Selametteyim. Dostların arzuladığı gibiyim. Araştırdım ki, kardeşlerimiz birkaç dille (defa) bu miskinin dergahına gelmek için (icaze) musaade-izin   almak isterler. Hoş ve hayırla gelsinler. Rahatsızlık duymasınlar. Ki Cenabınız buraya nasıl olsa insanlarla birdaha gelecekler. Ne kadar isterlerse yanımızda dursunlar, ne zaman gitmek isterlerse gitsinler. Selam ve dua ile……..

Kulların en zayıfı Seyyid Taha’i Nakşıbendi Halidi.

SEYYİD TAHA HAZRETLERİNİN ĞAVS-I AZAM SEYYİD SIBĞATULLAH’A GÖNDERDİĞİ MÜHÜRLÜ BİR MEKTUBUN TERCÜMESİ

Lakaplarla anılmaya ihtiyacı olmayan Molla Sıbğatullah cenablarına selam ve dua ediyorum.

Onu hakiki hafız (koruyan) Allah’a ve Pirani kiramın (büyüklerin) himmetlerine emanet ediyorum. Malumunuz olsun ki, maksadımıza şafi,(uygun) muhabbet ihtiva eden güzel mektubunuz duacınızın (Seyyid Taha) postacısı Sufi Ali’nin eliyle bize ulaştı.

Güzel sıfatlara sahip zatınızın sıhhat ve selameti bizim için sevinç kaynağı oldu. Molla Nasır  mektubta bütün hususları yazmıştır. Sofi Ali de bu kasdedilen haberi tasdik  ediyor. Molla Celaleddin’e selam ve sonsuz dualar ediyorum. Bu sene duacının (Seyyid Taha) müsamahası oldu. Onun emrinden dışarı çıkmaması gerekir. Duacının (Seyyid Taha) duası,Necati’nın yanında okuması şartı ile  kendisi iledir. Aksi halde duacının (Seyyid Taha) hatırını kıracaktır. Baki selam sizin ve sizin yanınızdaki ihvanın üzerine olsun.

MÜHÜR

Edaful İbad

Seyyid Taha el-Halid-i en-Nakşibendi

[1] Van İl Müftüsü

[2] Şeyhul İslam Zekeriyya b. Muhammed el-Ensari, Vefat 926, Netaicul Efkarul Kudsiye 1. cild s.127 (2000 Beyrut)

[3] KISAKÜREK Necib Fazıl, Esseyyid Abdülhakim Arvasi Tasavvuf Bahçeleri, sf.10, Temmuz 2011Büyükdoğu Yayınları- İstanbul.

[4] İmam-ı Şafii, Divanı, Tahkik ve şerh eden Dr. İmyel Bedi’ Yakub Darul Kutubul arabiye sh.64 Lübnan- Beyrut 2010

[5] İlmihal, Türkiye Diyanet Vakfı 1. Cilt sh.66, 2010 Ankara.

[6] Şeyhul İslam Zekeriyya b. Muhammed el-Ensari, Vefat 926, Netaicul Efkarul Kudsiye 1. cild 104

[7] A.g.e,  2. cild 24

[8] Şeyh Muhammed Asım, Birketul Kelimat ek sh.11.

[9] Belge 1- Belge 2

[10] Abdullatif Uyan, Menkıbelerle İslam Meşhurları Ansiklopedisi, Bereket Yay. Sf.1822, 1983 İstanbul.

[11] Şeyh Muhammed Asım, Birketul Kelimat, sh.14-21 .

[12] Uçan Salih, Nakşibendi Şeyhlerinin Hikmetli Sözleri, sh. 9-122, 1983 İstanbul.

[13] Buhari, İman 39

[14] Ra’d 13/28

[15] Müslim, Bırr 32

[16] Türkiye'de Din ve Siyaset Şerif MARDİN, İletişim Yayınları 2. Baskı 1993 sf.14 İstanbul.


Nimetullah ARVAS

(Bu makale 24-26 Mayıs Tarihleri arasında Hakkari’de Düzenlenen “Uluslar arası Seyyid Taha-i Hakkari Sempozyumu’na tebliğ olarak sunulmuştur)