Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

CENNETE GİRMEYECEK SEKİZ TAİFE KİMLERDİR

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

 

Îbn-i Ömer radıyallahu anh buyurur ki; ben Resûl-ü zişân aleyhi ve âlihi salâvatullah-il-Mennân efendimizden işittim: 

“Hak teâlâ, cenneti yarattığı zaman buyurdu: “Söyle ey cennet!” Cennet, Allâhu azim-üş-şânın desturu ile söyledi: “Bana giren kişi said oldu.”


Hak teâlâ buyurdu: “İzzetim hakkı için, sekiz tâife sende sakin olamayacaklardır:  

1 - İçki içen ve tövbesiz ölenler. 

2 - Zinâ eden ve tövbesiz ölenler. 

3 - Dedikoducular.  

4 - Karısını kıskanmayan deyyuslar.  

5 - Livatâ edenler. 

6 - Muhannisler (Yeminlerini bozanlar)  

7 - Ana-baba ve hısım akrabadan ziyareti kesenler. 

8 - Allah’a yemin olsun ki şu işi yaparsam deyip yine de o işi yapan.


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî hazretleri)

YALANCI VE OYUNBAZ KÖLE

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Bir gün, bir adam kölesi olan genç bir çocuğu pazara götürdü ve tellâla:  

— Ben, bunu ayıbı ile satacağım, diye söyle dedi. Birisi talip oldu: Tellâl:  

— Bunun ayıbı vardır, dedi.  

— Ayıbı nedir? diye sordu.  

— Yalancı ve dedikoducudur, dediler. Yalan-gerçek, işitsin, işitmesin ağzına geleni söyler, evde işittiklerini dışarıda söyler, dışarıda işittiklerini gelir evde söyler, diyerek ayıbının mahiyetini açıkladılar.  Alıcı olan zat:  

— Bu kusur değildir, dedi ve genç köleyi alıp evine götürdü.  

Aradan birkaç gün geçti, geçmedi. Genç köle evin hanımına:  

— Söylemeye utanıyorum ama söylemeden de edemeyeceğim. Bizim efendi seni sevmiyor, senin üzerine bir başka kadın veya cariye almak istiyor, diye bir yalan uydurdu. Zavallı kadıncağız, her kadın gibi bu konuda hassas olduğundan onun bu sözlerine inandı ve sordu:  

— Yâ öyle mi? Peki, şimdi ben ne yapayım?  

Köle, oyunu kafasında tasarlamıştı, hemen cevap verdi:  

— Ben sana bir ilâç yaparım. Fakat, bana efendinin sakalından birkaç kıl getirmen lâzım, dedi.  

Akılsız kadın, buna da inandı ve gece uyurken sakalından kesip getireceğini söyledi. Köle bu defa da efendisine gitti:  

— Başımıza gelenleri hiç sorma, dedi. Senin karın meğer bir başka adamı severmiş, onun için de seni öldürmek istiyor.  

Adam şaşırdı:  

— Sen bunu nereden biliyorsun? diye sordu.  

Köle, hemen ona da fitneyi soktu:  

— İnanmazsan, bir gece uyur gibi yap ama sakın uyuma. Gör bakalım, söylediklerim doğru mu yalan mı? dedi.  

O gece, adam yatağına girdi, gözlerini kapadı ve uyur gibi yaptı. Derken, karısı elinde bir ustura olduğu halde sessiz sedasız kocasına yaklaştı ve adamın sakalından birkaç kıl koparmak için üzerine doğru eğildiği sırada, kocası gözlerini açtı ve karısının elinde ustura ile gırtlağını keseceğini sandı ve kölesinin sözlerinin doğru olduğuna hükmederek, kadının elinden usturayı aldı ve talihsiz kadını hemen oracıkta boğazladı ve öldürdü.  


Kadının kardeşleri meseleyi duyunca intikam hevesine düştüler ve onlar da eniştelerini öldürdüler. Bir saat içinde iki cinayet işlendi ve o zamana kadar gayet mutlu olan ve iyi geçinen bir karı-koca bu yalancı ve dedikoducu kölenin kötü huyuna kurban oldular.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Sırrı ifşa etmek

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Bilmiş ol ki, dilin bir âfeti de halkın sırrını açıklamak ve ötede beride söylemektir. Bir de herhangi bir sözü başına “Sen böyle demedin miydi?” demektir. Bir kimse, bir kimseye bir gizli söz söylese ve (Aman, sakın bu sözü kimseye söyleme!) dese, o kimse karşısındakini emin edinmiş ve ona kıymetli bir şeyini emanet etmiş gibidir. Bu gizli sözün de tıpkı bir emanet gibi saklanması ve kimseye söylenmemesi gerekir. Eğer, söylenirse emanete hıyanet edilmiş olur ve o kimse hain durumuna düşer. Oysa, müminin mümine karşı hain olması haramdır. Diğer taraftan, kitabın başında münafıkları tarif ederken de açıkladığımız gibi, münafıklığın bir alâmeti de emanete hıyanet etmektir. Şu hâlde, bir kimsenin gizli bir sözünü, bir başkasına söylemek hainliktir.


Ebrârın kalpleri, sırların kabirleridir. (İyilerin kalpleri, sırların kabridir), sırların saklanacağı en emin yerdir. Bazıları SUDUR-ÜL-AHRÂR da demişlerdir. Hür insanların kalpleri anlamına gelir ki, her ikisinde de SADR (Göğüs) kalp manasında kullanılmıştır, ölüler nasıl ki mezarda gizli olurlarsa, sırlar da salih ve mütteki insanların kalplerinde gizlenirler. Bu itibarla, bir mü'min diğer bir mü’ minin sırrını saklamayarak ötede beride söylerse, haram işlemiş ve Allâhu teâlânın azabına müstahak olmuş bulunur. Sırrı hemen söylenildiği yerde unutmak gerekir. Hatta, o sırrı söyleyen kişiye dahi söylenilmesi câiz değildir. Bu mealdeki Hadis-i şerif, yukarıda geçmişti.


Bu güzel Hadis-i şeriflerin tekrarında çok fayda vardır. “Müminlerin sırlarını, canlarını vermek pahasına açıklamayan erenler, nefsi emmâre bağlarından kurtulmuş olanlardır. Bunların, yarın cehennem ateşinden de kurtularak, cennette didâra karşı mükâfatlandırılacakları muhakkaktır.” Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bu gibilere: AZAD ERENLER buyurmuştur. Zira, AHRAR'ın mânası HÜR'ler, AZAD olmuşlardır. Fakat, ne yazık ki günümüzde öyle er kişiler vardır ki, bu konuda kadınlardan daha zayıf ve fenadırlar. Sır saklamazlar, dedikodu yaparlar ve kadınlardan beter boş boğazlıkta bulunurlar.  


Şimdi aziz: Canını, nefs elinden azad etmek istersen, işittiğin sözleri sakla, kimselere söyleme, zamanının çoğunu susmakla geçir, tesbih, tehlil veya istiğfar et! Unutma ki, her kişinin azaları, cennete veya cehenneme gitmesine sebep olacaktır. İnsan vücudunda yedi aza vardır ve her birisinin iki tarafı bulunmaktadır. Bir tarafı nefsanî, cismanî, dünyevî ve şeytanîdir ki, cehenneme gider. Bir tarafı da rahmanidir, akılânedir ve cennete gider, öyleyse, bu yedi azayı bu saydığımız âfetlerden korumak gerektir, ki şeytan insanı azdırıp cehenneme götürmesin.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)

ALLÂH-Ü TEÂLÂ'NIN MİSAFİR OLARAK GELMESİ

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

HAZRETİ MUSA’NIN HİKAYESİ

(ALLÂH-Ü TEÂLÂ'NIN MİSAFİR OLARAK GELMESİ)

Hz. Musa aleyhisselâmın, haberlerde gelen şu hikâyesini hiç duymadın mı?  Musa peygamber aleyhisselâm, bir gün münâcat ederken niyazda bulundu:  

— İlâhi! Seni misafirliğe davet ediyorum, dedi. Yâ Rab! Lütfet de misafirim ol, sana konukluk edeyim, dedi.  

(Allah u azim-üş-şân, gitmekten ve gelmekten münezzehtir. Fakat, bu kıssada biz kullarına bazı hususları göstermek ve bildirmek murat buyurmuştur.)  

Hak teâlâ, buyurdu:  

—  Yâ Musa! Filân gün hazır ol ve tedarik gör ki, o vakit beni misafir edesin. Musa aleyhisselâm, sevinçle döndü, elinden geldiği kadar tedarik ve hazırlıklar yapıldı. O gün, aşçılar geldi, koyunlar kesildi, ocaklar kuruldu, kazanlar vuruldu ve etrafa haber salındı:  

— Musa, Allah’ı davet etmiş misafir edecekmiş 


Halk, bölük bölük ziyafet yerine akın etti. Herkes, Allâhın nasıl geleceği merakı içerisinde bulunuyordu. İkindi vaktine kadar, bekleşti durdular. Ne gelen oldu ne giden. İkindiden sonra, çok yaşlı bir ihtiyarcık çıkageldi. Sırtında eski püskü bir aba, ayaklarında çarıklar, belinde ipten bir kuşak vardı. Toza toprağa bulanmış ve çok yorgun görünüyordu. Geldi, bir kenara oturdu, hiç kimse onunla ilgilenmedi. 


Garip ihtiyar, bir müddet sessiz sedasız bekledikten sonra, ev sahibine:  

— Yâ Musa! dedi. Karnım aç, çok yorgunum. Bana bir şeyler ihsan et yiyeyim, karnımı doyurayım,  

Musa aleyhisselâm, beklemekten bezmiş bir halde ihtiyara cevap verdi:  

— Şimdi sırası mı? dedi. Neredeyse, Tanrı gelecek, al şu testiyi de git su doldur getir, dedi.  

İhtiyarcık, testiyi aldı gitti, suyu getirdi. Musa aleyhisselâm, halkın uğultusundan o ihtiyarı çoktan unutmuştu. Garip ihtiyar, bir müddet daha bekledi ve kimsenin bir şey vermeyeceğini anlayarak, sessizce çekildi ve gitti. Saatler ilerliyor, beklenen misafir bir türlü gelmiyordu. Musa aleyhisselâm halka karşı mahcup olmuş ve çok zor bir duruma düşmüştü. Halk, hava karardıktan sonra artık ümidi keserek birer ikişer dağılmaya başladı.  


Ertesi gün, Musa aleyhisselâm yine Tur'a gitti ve:  

— Yâ Rab! Vaad buyurdun, teşrif eylemedin. Halka karşı mahcup kaldım, geldiler saatlerce yolunu gözlediler ve teşrifin vuku bulmayınca dağıldılar. Acaba neden teşrif buyurumadın? diye niyazda bulundu. Hak sübhanehu ve teâlâ buyurdu:  

— Yâ Musa! Ben, yalan söylemiyorum yalancıları da sevmem. Sana geldim, karnım aç dedim, hiç itibar etmedin ve su getir dedin. Suyu getirdim, yüzüme bile bakmadın ve beni aç gönderdin.  


Hz. Musa aleyhisselâm şaşırdı ve yalvardı:  

— Aman yâ Rab! Nasıl olur?  

Hak celle ve âlâ buyurdu:  

— Hani, sırtında eski bir aba, ayağında çarıklar, üstü başı toz toprak içinde bir ihtiyarcık geldi ve senden yiyecek bir şey istedi de sen su almağa gönderdin, işte ben onunla beraberdim. O ihtiyarın gönlü, benim muhabbetimle dopdolu idi ve onun gönlünde benden gayrı hiçbir şey yoktu, onu sana ben gönderdim. Eğer, onu misafir etmiş olsaydın, beni misafir etmiş olurdun. Yoksa, ben gelmekten, gitmekten, misafir olmaktan münezzeh ulu padişahım. Yâ Musa! Bilmez misin ki, dostlarımın hoşnutluğu, benim hoşnutluğumdur, dostlarımı ağırlamak, beni ağırlamak gibidir. Musa aleyhisselâm gayet utandı ve kendisini müdafaa edecek söz bulamadı.  

Demek oluyor ki, hiç kimseyi hor görmemeli ve özellikle hiç kimse ile alay etmemelidir.

(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)

DİLİN AFETLERİ

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Ey aziz: Dilin afetleri pek çoktur. Hepsini söylersek, kitap çok uzun olur, maksattan uzaklaşılır. Ben sana birkaç tane yaramazını söyleyeyim de bu gibi yaramaz sözlerden Allâhu teâlâya sığınasın ve kalanından da Allâhu azim-üş-şân seni korusun. Bu dilin bir âfeti de yalan veya gerçek sevdiklerini anmak ve methetmektir demiştik, onu söyleyeyim. Evet, sevdiklerini methederken, mübalâğa ederek: (Salih’tir, cömerttir.) dersen, bu sözler karşıdakinin hoşuna gider. Yahut zemmeder ve dedikodusunu yapıp, ona desinler istersin.  


Sözün kısası övmek veya yermek konusunda söylediklerin o kişilerde olsun veya olmasın, ulu orta sözler söylersin. Oysa, düşünmezsin ki, o söylediğin sözler o kişide yoksa, yalancı olur ve yalancılar defterine yazılırsın. Ey biçare: Sen o kimseyi övdüğünü sanırken, bakarsın ona sövmüşsün. Çünkü, onu mutlaka bir maksatla ve kendine göre bir sebeple övdüğün için, üstelik münafık da olursun ki, münafıkların yerleri cehennemdir. 


Eğer, riyâ ile översen ve duysun da bana muhabbet etsin, gözüne ve gönlüne gireyim dersen bu takdirde de iki yüzlü olursun ki, iki yüzlülerin yerleri de cehennemdir. Riyâ, şirk-i hafidir. Bir zâlime, zâlim olduğunu bile bile âdil dersen veya yolunu yordamını bilmez bir suret hırsızına derviş yahut sofi dersen, gerçeğini bilmediğin bu sözlerinden Allahu teâlânın hışmına uğrarsın veya uğramaya müstahak olursun. Kaldı ki, övdüğün bir fâsık veya zâlim ise, suçun daha da ağırlaşır.  


Ey kardeş: Bu fısk dedikleri, yalnız içki içmek değildir. Belki, dedikodu eden de fâsıktır. İftira eden de fâsıktır. İki yüzlü olan da fâsıktır. Hâsılı, Allahu teâlânın haram ettiği şeyleri işleyenlerin hepsi fâsıktırlar. Eğer, helâl olduğunu söyleyerek işlerse kâfir olur. Bir kimse, bir kâfir veya fâsıka (Salih kişidir) derse, yalan şahitlik etmiş olur. Fâsıkı övdüğünden ötürü ayrıca azaba müstahak olur. Zira, fâsıkı medh edene, Allahu teâlâ hışım eder. Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimiz:  “Fâsıkları övenlere, Allahu teâlâ gazap eder, buyurmuşlardır.”  Zâlimleri kötü kişileri methederek âdil olduklarını söylemek de böyledir. Bir kimse, böylelerini yüzlerine karşı sevindirmek ve memnun etmek için överse, Allahu teâlânın hışmına uğrar.  


Bunları öğrendikten sonra, şunu da bilmiş ol ki, dilin bir âfeti de insanlarla alay etmek ve eğlenmektir. Maskaralık ederek halkı güldürenler de bu âfete tutulanlardır. Olur olmaz şakalara gülmek, gönlü öldürmektir. Gönlü ölen kişi, Ne’ûzü billah şaki olur ki, şakiler de cehennem ehlindendirler, Şekavetin bir nişanı da çok gülmek, olur olmaz her şeye, her şakaya, her maskaralığa gülmektir.  


Nitekim, Hak teâlâ Kur'an-ı kerimde buyurur: “Artık onlar kazandıkları küfür ve nifakın (geçimsizlik) cezası olmak üzere (Dünyada ve âhirette hallerini düşünerek) az gülsünler ve çok ağlasınlar.”  (Tevbe sûresi: 82) Evet, Allahu teâlâ (Az gülün ve çok ağlayın!) buyurmaktadır. Ey gafil! Sen ise, yılda bir kere olsun, günahlarını hatırlayarak ağlamazsın. Fakat, nefsine hoş gelen şeyleri, günde birkaç defa hatırlayarak kahkahayla gülersin. Oysa, bilmez misin ki Yahya peygamber aleyhisselâmın, ağlamaktan yanaklarının eti çürümüştü. Hak teâlâ, ferah olanları sevmediğini, Kur'an-ı aziminde açıkça beyan buyurmaktadır:  “Zira, Allâhu teâlâ şımarıkları sevmez.”  (Kassas sûresi: 76)


Maskaralık ederek halkı güldürmek, evvelâ gönlü öldürür. Sonra, kin hâsıl eder. Nihayet, kişinin heybet ve hürmetini giderir. Halk arasında yerli yersiz şaka yapanlar, herkesi güldürenler, herkesle alay edenler insanların yüzlerinden hayâ duygusunu giderirler. Hayâ duygusu olmayan insanda ise, Allâh korkusu da olmaz. Çünkü, onun gönlü ölmüştür. Bu gibi kimseler, iki cihanda da zarara uğramışlardan ve mahrum kalmışlardan olurlar. Nitekim, Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz: “Eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, çok ağlar ve az gülerdiniz.” buyurmuşlardır. Şunu, muhakkak olarak bilmiş ol ki, bir mecliste kahkaha ile gülünse, dedikodu edilse veya dünya sevgisini artıracak sözler söylense, Allahu teâlâ o mecliste bulunanlara rahmet etmez (El-iyâzü billahi teâlâ).  


Fakat, kişinin ehliyle ara sıra lâtife etmesi caizdir. Şu kadar ki, bunda da çok kahkaha ile gülmek olmaz. Hem de yalan yanlış şakalarla ve halkı güldürmek için yapılan lâtifelerle gülmekten de 'sakınmalıdır. Zira, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:  “Yazıklar olsun o kimselere ki, halkı güldürmek için yalan söylerler. Yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun.” buyurmuşlardır.  


Dikkatinizi çekerim: O Habib-i hazret ve şefi-i ümmet üç defa bu gibi kimseler için (Yazıklar olsun!) buyurmuştur. Şu hâlde, bunu öğrenip bildikten sonra, yerli yersiz, manalı manasız şakalarla halkı güldürmek, herhangi bir kimseyi övmek veya yermek yasaklanmış ve bunlara dilin âfeti tâbir olunmuştur, bunları da iyice aklına koy! Yukarıda, dilin bir âfeti de herkesle alay etmek, eğlenmektir demiştim. Evet, bir kimseyi veya bir topluluğu alaya almak haramdır. Zira, Hak teâlâ Kurân-ı kerimde Hucurât sûre-i celilesinin 11. âyetinde: (İçinizden bir kimse, başka bir kimse ile alay etmesin. Olur ki, Allâhu teâlâ indinde alay edilenler, alay edenlerden daha hayırlıdır.) buyurulmaktadır. Demek ki, hiç kimse ile alay etmek câiz değildir, alay edilen kimsenin Hak teâlâ katında mertebesi ve menzili daha yüce olur, sen bundan gaflet edersin, bu yüzden davranışın Allahu teâlânın hışmına sebep olabilir.


Evet, tekrar ediyoruz: Bu dili, kendi bildiğine kapıp salıvermek olmaz. Şaka ile, alay ile kimseyi incitmek olmaz. Zayıfları alaya alanlar, herkesle yerli yersiz şakalar yaparak eğlenenler, yarın kıyamet gününde herkesin maskarası ve eğlencesi olacaklardır. Ona, cennetten bir kapı açacaklar ve diğer bir kapıdan dışarı çıkaracaklardır. Böylece, birçok defalar girip çıktıktan, boş yere koşturup durduktan sonra, aciz kalarak iki dizinin üstüne çökecektir. Sonunda, ona bir kapı daha açacaklar ve oraya çağıracaklardır. Sürüne sürüne gidip bu kapıdan girmeye davrandığı zaman, kendisine:  

— Sen, dünyada herkesle alay eder, onları maskara haline getirir ve gönül eğlendirirdin. Halkı bu şekilde alaya alanların ve onun haline gülenlerin cezası cennet değil, cehennemdir. Sen, cennetten mahrum oldun, diye kovarlar ve zebaniler yetişip onu tutar, yüzü üstüne sürükleye sürükleye cehenneme götürür ve atarlar.  


Kardeş:  

Düşünebiliyor musun, ne büyük zarardır bu âhiret zararı? Ne yaman musibet olur, âhiret musibeti? Ne müşkül iş olur, halkı alaya almak ve herkesle eğlenmek?


Bilmiş ol ki, dilin bir âfeti de halkın sırrını açıklamak ve ötede beride söylemektir. Bir de herhangi bir sözü başına “Sen böyle demedin miydi?” demektir. Bir kimse, bir kimseye bir gizli söz söylese ve (Aman, sakın bu sözü kimseye söyleme!) dese, o kimse karşısındakini emin edinmiş ve ona kıymetli bir şeyini emanet etmiş gibidir. Bu gizli sözün de tıpkı bir emanet gibi saklanması ve kimseye söylenmemesi gerekir. Eğer, söylenirse emanete hıyanet edilmiş olur ve o kimse hain durumuna düşer. Oysa, müminin mümine karşı hain olması haramdır. Diğer taraftan, kitabın başında münafıkları tarif ederken de açıkladığımız gibi, münafıklığın bir alâmeti de emanete hıyanet etmektir. Şu hâlde, bir kimsenin gizli bir sözünü, bir başkasına söylemek hainliktir.


Ebrârın kalpleri, sırların kabirleridir. (İyilerin kalpleri, sırların kabridir), sırların saklanacağı en emin yerdir. Bazıları SUDUR-ÜL-AHRÂR da demişlerdir. Hür insanların kalpleri anlamına gelir ki, her ikisinde de SADR (Göğüs) kalp manasında kullanılmıştır, ölüler nasıl ki mezarda gizli olurlarsa, sırlar da salih ve mütteki insanların kalplerinde gizlenirler. Bu itibarla, bir mü'min diğer bir mü’ minin sırrını saklamayarak ötede beride söylerse, haram işlemiş ve Allâhu teâlânın azabına müstahak olmuş bulunur. Sırrı hemen söylenildiği yerde unutmak gerekir. Hatta, o sırrı söyleyen kişiye dahi söylenilmesi câiz değildir. Bu mealdeki Hadis-i şerif, yukarıda geçmişti.


Bu güzel Hadis-i şeriflerin tekrarında çok fayda vardır. “Müminlerin sırlarını, canlarını vermek pahasına açıklamayan erenler, nefsi emmâre bağlarından kurtulmuş olanlardır. Bunların, yarın cehennem ateşinden de kurtularak, cennette didâra karşı mükâfatlandırılacakları muhakkaktır.” Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bu gibilere: AZAD ERENLER buyurmuştur. Zira, AHRAR'ın mânası HÜR'ler, AZAD olmuşlardır. Fakat, ne yazık ki günümüzde öyle er kişiler vardır ki, bu konuda kadınlardan daha zayıf ve fenadırlar. Sır saklamazlar, dedikodu yaparlar ve kadınlardan beter boş boğazlıkta bulunurlar.  


Şimdi aziz: Canını, nefs elinden azad etmek istersen, işittiğin sözleri sakla, kimselere söyleme, zamanının çoğunu susmakla geçir, tesbih, tehlil veya istiğfar et! Unutma ki, her kişinin azaları, cennete veya cehenneme gitmesine sebep olacaktır. İnsan vücudunda yedi aza vardır ve her birisinin iki tarafı bulunmaktadır. Bir tarafı nefsanî, cismanî, dünyevî ve şeytanîdir ki, cehenneme gider. Bir tarafı da rahmanidir, akılânedir ve cennete gider, öyleyse, bu yedi azayı bu saydığımız âfetlerden korumak gerektir, ki şeytan insanı azdırıp cehenneme götürmesin.  


Bilmiş ol ki, dilin afetlerinden bazıları da yalan söylemek, dedikodu ve iftira etmek, yalan veya gerçek yere and içmek, VALLAHİ demektir. Dilini, and içmeye alıştırmaktır, ki bu da büyük bir afettir. Zira, gerçek konuşurken VALLAHİ demeye alışan bir kimsenin, bir gün aynı alışkanlıkla yalan yere de VALLAHİ demesinden korkulur. Aklı başında ve kendi halinde birçok insanlar dahi, bundan son derece sakınırlar ve bir gün ağızlarından hata sayılabilecek bir söz çıkarak, bütün amellerinin zayi olmasından ve yarın kıyamet gününde hak huzuruna kara yüzle varılmasından ve cehennem azabına müstahak olunmasın dan korkar ve çekinirler. 


Bir kişi, yalan söz söyler ve birisine gidip: (Filân kişi, senin için şöyle söyledi) der. Bu aynı zamanda dedikoduculuktur. Bu şekilde kasten yalan söyleyenin ağzından öyle çirkin ve kötü bir koku çıkar ki, omuzlarında bulunan melekler o kokudan incinerek kaçarlar ve: “Yalan ile imân bir yerde durmaz. Yalan, imânı giderir” derler. Hele, bir kişiden bir kişiye söz ve haber götürmek, dedikodu ve bilhassa iftira etmek, çok büyük günahtır. 


Hak teâlâ, Kur'an-ı kerimde: “Onu duyduğunuzda, bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Bu büyük bir iftiradır demeli değimliydiniz”  (Nûr sûresi-16) Buyurmakta ve diğer bir âyet-i kerimede de: “O halde pislikten, putlardan sakının, yalan sözden sakının” (Hâc sûresi-30)  buyurulmaktadır ki, bu takdirde iftira küfre yakın bir günahtır. 


Aziz: İftira olunan kişiye MEBHÛT derler. Çünkü: (Sen, şöyle bir iş yapmışsın.) veya: (Sen, böyle demişsin) denilince, âdeta sersemleşir, şaşırır ve kalır. İşte böylelerine MEBHÛT denir.  


Şunu da bilmiş ol ki dedikoduculuk da türlü türlüdür. Birisi, yukarıda bahsolunan iftiradır. Diğeri, bir kişiden işitilen sözün, diğer bir kişiye söylenmesidir ki, asıl dedikoduculuk da budur. Onlar hakkında Fahr-i-âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Şerli olanlarınız iki yüzlülerdir. Onlar birine bir yüzle ve diğerine başka bir yüzle gelirler.”  buyurmuşlardır.


Bir gün, bir adam kölesi olan genç bir çocuğu pazara götürdü ve tellâla:  

— Ben, bunu ayıbı ile satacağım, diye söyle dedi. Birisi talip oldu: Tellâl:  

— Bunun ayıbı vardır, dedi.  

— Ayıbı nedir? diye sordu.  

— Yalancı ve dedikoducudur, dediler. Yalan-gerçek, işitsin, işitmesin ağzına geleni söyler, evde işittiklerini dışarıda söyler, dışarıda işittiklerini gelir evde söyler, diyerek ayıbının mahiyetini açıkladılar.  Alıcı olan zat:  

— Bu kusur değildir, dedi ve genç köleyi alıp evine götürdü.  

Aradan birkaç gün geçti, geçmedi. Genç köle evin hanımına:  

— Söylemeye utanıyorum ama söylemeden de edemeyeceğim. Bizim efendi seni sevmiyor, senin üzerine bir başka kadın veya cariye almak istiyor, diye bir yalan uydurdu. Zavallı kadıncağız, her kadın gibi bu konuda hassas olduğundan onun bu sözlerine inandı ve sordu:  

— Yâ öyle mi? Peki, şimdi ben ne yapayım?  

Köle, oyunu kafasında tasarlamıştı, hemen cevap verdi:  

— Ben sana bir ilâç yaparım. Fakat, bana efendinin sakalından birkaç kıl getirmen lâzım, dedi.  

Akılsız kadın, buna da inandı ve gece uyurken sakalından kesip getireceğini söyledi. Köle bu defa da efendisine gitti:  

— Başımıza gelenleri hiç sorma, dedi. Senin karın meğer bir başka adamı severmiş, onun için de seni öldürmek istiyor.  

Adam şaşırdı:  

— Sen bunu nereden biliyorsun? diye sordu.  

Köle, hemen ona da fitneyi soktu:  

— İnanmazsan, bir gece uyur gibi yap ama sakın uyuma. Gör bakalım, söylediklerim doğru mu yalan mı? dedi.  

O gece, adam yatağına girdi, gözlerini kapadı ve uyur gibi yaptı. Derken, karısı elinde bir ustura olduğu halde sessiz sedasız kocasına yaklaştı ve adamın sakalından birkaç kıl koparmak için üzerine doğru eğildiği sırada, kocası gözlerini açtı ve karısının elinde ustura ile gırtlağını keseceğini sandı ve kölesinin sözlerinin doğru olduğuna hükmederek, kadının elinden usturayı aldı ve talihsiz kadını hemen oracıkta boğazladı ve öldürdü.  


Kadının kardeşleri meseleyi duyunca intikam hevesine düştüler ve onlar da eniştelerini öldürdüler. Bir saat içinde iki cinayet işlendi ve o zamana kadar gayet mutlu olan ve iyi geçinen bir karı-koca bu yalancı ve dedikoducu kölenin kötü huyuna kurban oldular.


Görülüyor ki, dedikoducu büyücüden de şerlidir. Zira, dedikoducunun bir saatte becerdiğini, büyücü bir yılda beceremez, demişlerdir. Hatta, dedikoducunun zararı, şeytanınkinden de fazladır. Çünkü, şeytan ne yaparsa vesvese ile yapar ama dedikoducu insanın yüzüne baka baka yalan söyler ve ortalığı karıştırır. Ebi Abdullah Kureyş'ten rivayet olunur ki: 


Bir gün, birisi 700 fersahlık uzak yoldan geldi ve yedi şey öğrenmek istedi: Allâhu teâlânın sana ihsan buyurduğu ilimden, Allâh için bana öğret, dedi. Ebi Abdullah sordu:  

— Neyi öğrenmek istersin?  

— Bana onu öğret ki, göklerden ağır ve yerlerden hafif, taştan katı ve ateşten sıcak, zemheriden soğuk ve denizlerden zengin, yetimden zayıf olan şey nedir?  

— Göklerden ağır olan iftiradır. Yerden hafif olan haktır, yani hak olan şeylerdir. Taştan katı olan kâfirlerin gönülleridir. Ateşten sıcak olan, hırstır. Zemheriden soğuk olan bir hacet istenildiği zaman vermeyendir. Denizden zengin olan, kanaat ehlinin gönülleridir. Yetimden zayıf olan, dedikoducuların halleridir, yüzü yerle beraber olduğu halde dedikoduculuk ederler.


Îbn-i Ömer radıyallahu anh buyurur ki; ben Resûl-ü zişân aleyhi ve âlihi salâvatullah-il-Mennân efendimizden işittim: 

“Hak teâlâ, cenneti yarattığı zaman buyurdu: “Söyle ey cennet!” Cennet, Allâhu azim-üş-şânın desturu ile söyledi: “Bana giren kişi said oldu.”


Hak teâlâ buyurdu: “İzzetim hakkı için, sekiz tâife sende sakin olamayacaklardır:  

1 - İçki içen ve tövbesiz ölenler. 

2 - Zinâ eden ve tövbesiz ölenler. 

3 - Dedikoducular.  

4 - Karısını kıskanmayan deyyuslar.  

5 - Livatâ edenler. 

6 - Muhannisler (Yeminlerini bozanlar)  

7 - Ana-baba ve hısım akrabadan ziyareti kesenler. 

8 - Allah’a yemin olsun ki şu işi yaparsam deyip yine de o işi yapan.


Hasan Basri rahmetullahi aleyhi buyurur ki: “Başkalarından sana ve senden de başkalarına haber götürüp getiren kimselerin yüzlerini, kâğıt gibi karalamak ve karartmak gerektir. Zira, bu gibiler iki yüzlü kâğıt gibidirler. Onun için, bunların iki yüzlerini de karartmak lâzımdır ki, artık ne sana haber getirebilsin ne de senden başkalarına haber götürebilsinler. İki yüzünü karartmak demek, böyle bir kimse sana gelip dedikoduculuk ettiği zaman, kendisine: “Senin bu yaptığın iş, Müslümana yakışır iş değildir. Söylediğin, yalansa; Hucurât sûresinin 6. âyeti olan (Eğer, bir fâsık size bir haber getirirse, hemen inanıp kapılmayın, onu araştırın) kavl-i celiline uymuş oldun. Eğer, söylediklerin doğru ise, bu takdirde Kalem sûresinin 11. âyeti olan: (Daima halkın ayıbını araştıran, gammazlıkla lâf götürüp getiren) hükmü cehline uymuş oldun, demelidir.  


Ey aziz kardeş: Dedikodu yalan olursa Ne’ûzü billâh, doğru olursa da gayet fenadır. Her ikisinin de hallerini söyledim, öğrendin ve dilin afetlerinden birisinin de dedikoduculuk olduğunu anladın. Dilin bir âfeti de zem etmek yani sevmediğini yermek ve onun aleyhinde sözler söylemektir, ki işitince o kimse incinir. Hak teâlâ, her insan için bir melek yaratmıştır. Daima, onunla beraber gezer yürür. O kimse, başka bir kimseyi zemmetse o melek derki: “O şerrin hepsi senin üzerine olsun ki, Allahu teâlânın kulunu kötülükle andın, o kötülük sendedir.” Bir kimse de başka bir kimseyi hayır ile anarsa, o melek bu defa da: “Allâhu teâlâ senden razı olsun ki, Allâh’ın kulunu hayırla andın, o hayır seninle de beraber olsun,” der. Böyle olunca, hiç kimse hakkında fena söz söylemek iyi değildir. Bir kimse, diğer bir kimseden ne kadar fenalık görse de onu hayra hamletmek gerektir: Müminin hayrı seçmesi vaciptir. 


Dilin bir âfeti de sevmediklerini lanetle anmak, haklarında kötü ve çirkin sözler söylemektir. Böyleleri, kıyamet gününde hakkın emriyle mahşer yerine getirilirlerken, görenlerin iğrendiği bir halde ve ve ateşten kilitler vurulmuş, kan ve irin akarak getirilirler. Mahşer halkı, bunların ağızlarından yayılan çirkin ve pis koku ile bunalırlar. Melekler derler ki: “Bunlar dünyada iken edep yerlerini daima ağızlarına alır, herkese bu sözlerle söver, fena küfürler ederlerdi. İşte, cezaları da budur. Cehennemde de daha büyük azap göreceklerdir.”


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Dünyâ dedikleri bir hiçten ibârettir

Dünyâ dedikleri bir hiçten ibârettir.


"Hiç olan dünyâya gönül verenler ve hiç olan şeyi isteyenler de bir hiçten ibârettirler!"


Eşrefzâde-i Rûmî hazretleri Anadolu'da yaşayan büyük velîlerdendir. İsmi Abdullah olup, babasınınki Eşref'dir. Babasının ismi ile şöhret buldu. Babası, Mısır'dan İznik'e göç etti. Eşrefoğlu Rûmî İznik'te doğdu. 1484 (H. 889)'da İznik'te vefât etti. Önce İznik'te sonra Bursa'da medreselerde tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimleri tahsil etti. Buradan mezun olunca, Çelebi Mehmed Han Medresesinde bir müddet ders verdi. Tasavvufta ilerlemek için Emîr Sultan'ın huzûruna gitti. Emîr Sultan, onu Ankara'daki Hacı Bayrâm-ı Velî'ye gönderdi. Sonra, Ankara'ya gidip, yeni hocasına tam teslim oldu. Sonra Hacı Bayrâm-ı Velî ona “Şeyh Hüseyin Hamevî'nin huzûruna gidip, Kâdirî yolunu öğreniniz" buyurdu. Şam’a giderek ondan feyiz aldı. İcazet alarak İznik’e döndü.

 

Eşrefzâde Rûmî bir vaazında şöyle buyurdu:

 

-Ey Müslümanlar! Dünyâ dedikleri bir hiçten ibârettir. Hiç olduğu şuradan anlaşılıyor ki, sonucu hiçtir. Hiç olan dünyâya gönül veren, yolunda ömrünü çürüten ve hiç olan şeyi isteyenler de bir hiçten ibâret kalacaklardır. Amma hiçi hiç sayan âriftir... Azîzim! Sen o sultanları gözünün önüne getir ki, onlar dünyâya geldiler. Lâkin dünyâya itibâr etmediler. Dünyânın arkasına düşüp hırsla dünyâlık toplamaya çalışmadılar. Âhiret amelleriyle meşgûl oldular. Onlar, bu dünyânın âhiret yolunun üzerinde bir yol uğrağı olduğunu anladılar. Buna aldanmak olur mu? Yol tedârikinde bulunup kâfileden ayrılmadılar. Bu dünyâya gönül verip aldanmadılar...

 

Azîz kardeşim! Temiz ve pak erler ile aziz canları gör. Onlar bu dünyâya aldanmadılar. Allahü teâlâ kendilerine ne verdi ise nefislerinden kestiler. Kendi nefislerine vermeyip fakirlere dağıttılar. Açları doyurup, çıplakları giydirdiler. Muhtaçları arayıp buldular. Kapılarına gelenleri mahrum etmediler. Darda kalanların gönüllerini ferahlattılar, işlerini gördüler. Şu hadîs-i şerîfi kendilerine düstûr edindiler: "Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaştırır. Bir kimse, bir Müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntılı zamanlarında Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır."

 

Akıllılar bu dünyâda şu üç şey ile meşgul olurlar. Böylece onlar herkesin üzüldüğü gün, bayram ederler: 1) Dünyâ seni terk etmeden sen dünyâyı terk edesin. 2) Her şeyden kurtulasın. 3) Rabbinle buluşmadan, Rabbin senden râzı olsun. Bunlara riâyet eden kimse, Allahü teâlâ ile görüşüp kabrine öyle gider.

AZ KONUŞMANIN FAYDALARI, VE ÇOK KONUŞMANIN ZARARLARI

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ  

Ey aziz: Bilmiş ol ki, çok söylemek kişiyi çok ziyana uğratır. Müslüman olan kişinin, dilini nereye olursa olsun, kapıp koyu vermemesi gerekir. Dilini koruması ve kendisini bu zararlardan muhafaza etmesi lâzımdır ki, dilinin afetlerinden emin olabilsin!  


Hz. Ebû-Bekir-is-Sıddıyk radıyallahu anh efendimiz, ansızın olmayacak bir söz söyleyivermek endişesi ile, mübarek ağzında daima bir taş bulundururdu.  


Aziz kardeş: Bu dil, kişide ne din bırakır ne amel, hepsini bozar gider. Eğer, saklamazsan küfür söyler- Ne'ûzü billah- kâfir olur ve sonunda dünyadan âhirete imânsız götürür. Kişiye, başlar kestiren ve kanlar döktüren hep bu dildir.  


Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Her kim, susarsa kurtulur, buyurmuşlardır.” Susan, hiçbir şey söylemeyen gerçekten selâmettedir. Şunu muhakkak olarak bilmiş ol ki, dillerine sahip olup, ağızlarına geleni söylemeyenler, keramete erişirler.  


Ukbe ibn-i Amir radıyallahu anh buyururlar ki: Cenab-ı fahr-i risâlet efendimize sordum:  

— Yâ Resûlallah! İki cihanda kurtuluş ne iledir?  

Efendimiz saadetle buyurdular:  

— Diline sahip olmak, günahların için çok ağlamak ve halkın arzusuna fazla karışmamak iledir. Yâ Ukbe! Bir kimsenin dili doğru olmayınca imânı da doğru olmaz.  


Demek ki, dillerine sahip olamayanlar ve ağızlarına gelen her şeyi söyleyenlerde ne din kalır ne imân ne de âhiret. Hepsi harap olur, gider. Onların dillerinden Müslümanlar incinirler, bilhassa komşuları incinirler ki, komşusunu incitmek gayet büyük bir günahtır.  


Hak teâlâ, Resûl-ü zişâna buyurdu:  

— Yâ Muhammed! Ümmetine söyle, komşuları ile iyi geçinsinler. Komşularına ikram etsinler.  

Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz:  

“Allâhu teâlâya ve âhiret gününe imân edenler, komşusuna ikram etsin.” Buyurmuşlardır.  


Haberlerde gelmiştir ki; her sabah bütün âzalar dile şöyle seslenirler:  

— Ey dil! Allâhu Teâlâ’dan kork ve Resulünden utan. Ağzına geleni söyleme, bizi mihnete bırakma! Ne zaman ki, sen Hakka ve halka doğru olursan, bizler de doğru oluruz. Sen, eğrilirsen bizler de eğrilir ve günahkâr oluruz. Ey dil! doğru dur, sakın eğilme, yoksa hem kendin cehennemde yanarsın hem de bizleri yakarsın, derler.  


Bir gün, bir arap huzur-u Resûlullah’a geldi ve:  

— Yâ Resûlallah! dedi. Bana öyle bir amel haber ver ki, onunla cennete gireyim.  

Aleyhissalâtü vesselam efendimiz saadetle buyurdular:  

— Git; açları doyur, susuzlara su dağıt, muhtaçlara el uzat, Hak teâlânın kullarını hayırlı yollara ilet.  

Arap özür diledi:  

— Yâ Resûlallah! Bu buyurduklarının hiç birisi benim elimden gelmez, dedi. 

Efendimiz şöyle buyurdu:  

— Öyle ise, diline sahip ol. Ağzına gelen her şeyi söyleme! Konuştuğun zaman da sözün hayır olsun.  


Hak teâlâ, Kur'an-ı azim-ül-bürhanında buyurur:  

“Onların fısıldanmalarının çoğunda hayır yoktur. Meğer ki, sadaka vermeyi, bir iyilik etmeyi veya insanlar arasını islâh etmeyi emredenlerin ki olsun.”  (Nisâ sûresi: 114)


Enes bin Mâlik radıyallahu anh buyurur ki: Uhud gazasında bir yiğit şehit oldu. Resûl aleyhisselâmın huzurunda elbisesini aradılar ve açlıktan bunalmamak için karnına bir taş bağlamış olduğunu gördüler. Bu sırada, şehidin anası geldi ve evlâdının üzerine kapanarak:  

— Ey oğul! Saadet senindir. Resûl aleyhisselâm önünde şehit düşerek, cennet ehlinden oldun, diye ağlamaya başladı.  

Efendimiz, kadının bu sözlerini duyunca:  

— Nereden bildin cennet ehlinden olduğunu? Olabilir ki; boş, manasız ve faydasız sözler söylemiştir, buyurdular.  

Bundan da anlaşılıyor ki; boş manasız ve faydasız sözlerden çok korkmak ve çekinmek gerektir, özellikle, haram ve kötü sözler söylemekten ve dedikodu etmekten son derece sakınmak lâzımdır. Dedikodu yapmaması kendisine ihtar edilen bir kimse eğer: (Benim bu sözlerim, dedikodu değildir!) diyecek olursa, Ne'ûzü billah kâfir olur.  


Halkın dilinde söylenilen söz dört mertebedir:  

1) Haramdır.  

2) Helâldir.  

3) Haram ile helâl karışıktır.  

4) Ne haramdır ne de helâldir.  


Haram olan söz, zehir gibidir. İnsanı derhal helâk eder. (Yalan söylemek, şirke dair sözler söylemek, kötü sözler söylemek, ölüler üstüne sayı saymak, evinde birkaç günlük yiyeceği varken halka şu yoktur, bu yoktur gibi sözler söylemek gibi sözlerin hepsi haramdır, gönül öldürücüdür, zehirleyen ve derhal öldüren zehirlerden nasıl sakınırlarsa, bunlardan da sakınmalı ve çekinmelidirler. 


Helâl olan söz, zehirlerin etkisini gideren panzehir gibidir. Günahları hatırlayarak tövbe etmek, LÂ İLÂHE İLLALLAH demek, EL-HAMDÜ LİLLAH VALLAHU EKBER demek, Resûl aleyhisselâma salavat getirmek, Kur'an-ı kerim okumak veya okutmak, ihlâs ile halka vâ'zü nasihatte bulunmak, hak için halkı hak yola davet etmek, hepsi helâl sözlerdir.  


Haram ve helâl karışık olan sözler hem kâr hem de zarar olan sözlerdir. Yani, zehir ile panzehir gibidir. Fakat, bu gibi sözlerin yararından çok zararı vardır. Zararını sahibi dahi karşılayamaz. Meselâ, kişi dünya ve âhiret sözleri söyler, hayırları emredip, kötülüklerden sakındırırlar, yani bir bakıma halka nasihat eder. Bu sözler, panzehir gibidir. Fakat, bu sözler riyâ veya şöhret için ve: “Maşaallah ne bilgili ne hoş ne zâhit kişi imiş” desinler, hürmet ve riayet etsinler niyeti ve maksadı ile söylenmişse, o zaman bu sözler zehir gibi olur. Sahibini helâk eder. Çünkü, riyâ ve şöhret için söz söylemek haramdır ve afettir: Nitekim, EŞ-ŞÖHRETÜ ÂFETÜN yani şöhret afettir, duyurulmuştur.  


Ne haram ne de helâl olan sözler ise ne kâr ne de ziyan verir. Bir cemaat bir yerde toplanır ve bir memleketin sıcaklığını, soğukluğunu, ucuzluğunu, pahalılığını, bağını, bahçelerini, mescitlerini, tekkelerini, birbirlerine anlatırlar, bu sözlerine hiç yalan katmazlar ve arada kimseyi övmez ve yermezler, gördüklerini beyan ederlerse, bu gibi sözler ne haram ne de helâl olur ne kâr getirir ne de ziyan ettirir. Ancak, övmenin ve yermenin yani medh veya zem etmenin de ziyanı çoktur. Onu da inşa’allahu teâlâ söyleyeceğiz.  


Fakat, hepsinden iyisi dilini böyle boş ve faydasız sözlerden sakınmaktır. Nefesini boş yere harcamamaktır. Hâk teâlâ âdemoğullarının nefeslerini hesap ile verir ve yine hesap ile alsa gerektir. Her kişinin üzerine iki melek memur etmiştir. Bunlar, o kişinin o sayılı nefesleri gece veya gündüz nereye harcadığını hesap eder ve deftere yazarlar. Yalan söylersen, bir türlü cezası var. Bir kimseyi zemmedersen, bir türlü cezası var. İftira edersen, bir türlü cezası var. Yalan yere yemin edersen, bir türlü cezası var, Bir fâsıkı yüzüne karşı medh edersen, bir türlü cezası var. Bir kimse ile eğlenir, alay edersen, bir türlü cezası var. Bunların hepsi dilin afetleridir. Her birinin, âhirette ayrı ayrı cezaları verilecektir. Onları da söyleyeyim de inşa’allahu teâlâ bu kitapta eksik bir şey kalmasın.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

AÇLIĞIN FAYDALARI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Şimdi aziz: Aklı olana şu sözüm yeter. Şirkin kaynağı midedir. Her ne fesat koparsa, karında kopar. Her ne iyilik olursa, oda bu karından olur. Zira, karın tok olunca, bütün azalar açılır ve acıkır, yani fesat başları baş kaldırarak fesada başlar. Fakat, kırk gün aç kalırsa, bütün âza doyar ve dilsiz olur. Yukarıda, bunlardan bahsedilmişti. Şimdi, tokluğun zararlarını işittin, gel bu defa da açlığın faydalarını anlatalım.


Hak sübhanehu ve teâlâ, ne zaman ki nefsi yarattı, ona sordu:  

— Bildin mi, ben kimim ve sen kimsin?  

Nefs, cevap verdi:  

— Sen sensin, bende benim!  


Nefs, Allahu teâlânın huzurunda senlik- benlik davasında bulunduğundan beri bu dâvayı bırakmamıştır. Bunun üzerine, Hak celle ve âlâ, nefse hışım etti ve o hışmın parıltısından cehennem yaratıldı. Buyurdu ki, cehennemi üç bin yıl yaksın ve ısıtsınlar, öyle karardı ve karanlık oldu ki, cehennemin içinde göz gözü görmez oldu ve iyice ısındı. Hak teâlânın buyruğu ile nefsi cehennemin içine attılar, orada bin yıl yandı. 


Sonra, cehennemden çıkararak Hakkın huzuruna götürdüler yine soruldu:  

— Ey nefs! Bildin mi sen kimsin, ben kimim?  

Nefs, yine cevap verdi:  

— Ben benim ve sen sensin!  


Hak teâlâ buyurdu, bin yıl daha cehennemde yaktılar, yine aynı soru soruldu ve aynı cevap alındı, götürüp bin yıl daha yaktılar, cehennemde azap ettiler, aynı cevabı tekrarladı. Görüyor musun? Nefs-i emmâre üç bin yıl cehennemde yandığı halde senlik- benlik dâvasından vaz geçmedi. Bu defa, Hak teâlâ gıdasının kesilmesini irade buyurdu. 


Gıdasını kestiler. Aradan üç gün geçmeden, nefs feryada başladı:  

— Beni Rabbime götürün!  

Cehennem ehli buna şaştı, kaldılar. Kendi kendilerine:  

— Bu ne acayip sırdır ki, bu nefs üç bin yıl cehennemde yandı, türlü türlü azaplar gördü de bir kere (RABBÎM SENSİN) demedi. Senlik- benlik dâvasından vaz geçmedi. 

Üç gün gıdası kesilmekle (BENÎ RABBİME GÖTÜRÜN, BANA MEVLAM GEREKTİR, BAŞKA HİÇBİR ŞEY GEREKMEZ) demeye başladı.  


Cehennem mâlikleri, Hak teâlâya niyaz ettiler:  

— İlâhi! Sen, allâm-ül-guyûbsun. (Gaipleri bilicisin.) Şu nefs, cehennemde üç bin yıl yandı da hiç kimseye baş eğmedi. Şimdi, üç gün aç kalınca (BENİ RABBİME GÖTÜRÜN.) diye feryada başladı, dediler.  

Hak teâlâ, huzuruna getirilmesini irade buyurdu ve nefse sordu: .  

— Yâ nefs! Bildin mi? Ben kimim ve sen kimsin?  

Nefs, bu defa şu cevabı verdi:  

— Ent-el Mevlâ ve ene abdük-el za'if (Sen, benim Mevlâmsın. Ben, senin zayıf kulunum) dedi.  


Bunda, acayip sırlar vardır. Birisi de budur ki, kişi nefsini bilmelidir. Onun kötü ve çirkin sıfatları arasında üstünlük taslama ve başkaldırma bulunduğunu da öğrenmelidir. Açlığın ise, nefsi islâh etmeye sebep olduğunu, Allahu Teâlâ’yı bilmeye ve kendisinin aczini anlamağa kâfi geldiğini daima hatırlamalı, serkeşlik edip başkaldırmanın Hak teâlânın hışmına ve kahrına sebep olduğunu her an göz önünde bulundurarak nefsini islâh etmek çarelerini araştırmalıdır.  


Rabbini bilmek, nefsini bilmeye mevkuftur (bağlıdır);  

Bu kısım genc-i mahfi âşıka mâruftur. (Gizli sırra sahip âşıklar bilir) 


Nefs, aç olmayınca benlik dâvasını bırakmaz, kulluğa bel bağlamaz, Allahu teâlâya muti olmaz. Bu konuda söz çoktur, eğer hepsini yazarsak kitap gayet uzun olur. Maksat, bu gerçeği bilmek ve açlığın nefsi, emmârelikten kurtarıp serkeşlikten de koruduğunu ve nefse Mevla’sını bildirdiğini hatırlatmaktır.  Hak teâlânın nefse bu şekilde muamele yaptırmasından muradı, nefsi açlıktan başka hiçbir şeyin acze düşüremeyeceğini ve kulluk makamına getiremeyeceğini bildirmektir.  


Şunu da iyi bil ki, az yemek gönlü saflaştırır, nefsin karanlık ve bulanıklığını giderir. Kişinin zihni pâk ve kuvvetli olur. Gönül yumuşak olur, gönlü yumuşak olanın eli açık olur. Az yiyen kişiler, ibadet ve tâatlerin den zevk ve lezzet bulurlar. Zikirden, tesbihten, namaz ve oruçtan ve bütün hakkani işlerden sefa alırlar. Bütün bâtıllardan kaçınır, nefsini dilediği gibi çeker çevirir ve kendileri nefislerine asla uymazlar. Açlık, kişinin gafletini giderir, kin, cimrilik, haset, nifak, hiyânet bırakmaz. Az yiyenler, alçak gönüllü ve merhametli olurlar, gece- gündüz hakkı zikrederler, dillerinde daima hayır kelâm olur, gözlerinde ve gönüllerinde hikmet bulunur, kendi acizliklerini bilirler, ölümü unutmazlar, günahlarından ötürü pişman olurlar ve çok açlık çeken kişiler ârifi billah da olurlar, çok açlık çektiklerinden dolayı kendilerine mârifet kapıları açılır. Az yiyen kişiler, nefsani gıdalardan kesilir ve ruhanî gıdalara erişirler, gönüllerine hakkın muhabbeti dolar, o muhabbetin nuru beyinlerine çıkar. Nitekim, yukarıda çok yemenin de gafleti ve karanlığı yürekten beyine çıkartarak akıl nurunu hafiflettiği ve aklın tasarrufunu bedenden alarak nefse teslim ettiği ve bütün tasarrufun nefsin eline geçtiği belirtmiştik.  


Evet; az yemekle gönüle hakkın muhabbeti dolar, bu muhabbetin nuru varıp beyini de nurlandırır, ondan imdat alır ve kuvvetlenir ve bunun neticesi olarak bedenden nefsin tasarrufu alınır ve akla verilir ve artık tasarruf tamamen akılda olur. Böyle olunca da bu nur beyinden bütün azaya yayılır. Nitekim, çok yemenin buharının da aynı şekilde beyne yayıldığı ve oradan bedene dağıldığı ve ibadete engel olduğu yukarıda anlatılmaya çalışılmıştı. Bu takdirde, bütün tasarruf nefiste olduğu gibi, Allah muhabbetinin nuru beyinden bütün azaya yayılınca da bunun tam aksi olur ve bu defa tasarruf nefsten akla geçer, bütün âza ibadet ve tâ’atte kuvvetli olur ve ibadetten başka bir şeyden zevk ve sefa bulmaz.  


Bir yandan da karanlığın yolu bağlanıp işlemez olur ve artık o gönüle karanlık gelmez. Muhabbetullah nuru ile bir nazarda, iki cihanda ne varsa bakar ve hepsini görür. Zira, basiret gözü açılır ve ona gizli hiçbir şey kalmaz. Bu sebeple, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: "Amellerin efendisi açlıktır." buyurmuşlardır. Aziz: Bütün bu saadetler hep az yemekten elde edilir. Bütün mihnetler de çok yemekten başa gelir. Hak teâlâ, İsa aleyhisselâma buyurdu: (Eğer, beni görmek istersen aç ol!) O halde, ebedî saadeti isterseniz, açlığı irade ediniz. Şu birkaç günlük ömrü, az yemekle ve nefis mücahedesi ile geçiriniz, ki gidip orada cennet nimetleri ile doyasınız, Allâhın cemâli ile müşerref olup, sultanlık bulasınız.  


Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz buyurmuşlardır ki:  

“Cennet kapılarını vurmakta tembellik etmeyiniz ki, cennet kapıları sizlere açılsın.”  


Ashab-ı kiram sordular:  

— Yâ Resûlallah! Cennet kapılarını vurmak nasıl olur? Şimdilik cennet kapıları görünür yerde değil ki, gidip vurabilelim.  


Efendimiz saadetle buyurdular:  

— Cennet kapılarını vurmak açlık ve susuzlukla olur. Açlığa ve susuzluğa dayanın, nefsinizle cihad edin ki, Hak teâlâ sizlere cennet kapılarını açsın.  


Bir diğer Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:  

“Açlık ve susuzluğa karşı nefsinizle cihad eyleyin. Açlığa ve susuzluğa dayananlara, Allah yolunda cihad etmiş gaziler gibi ecir verilir.”  


Şeyh Seni ibn-i Abdullah Tüsterî rahmetullahi aleyh buyurmuşlardır ki: “ Tokluktan cahillik ve mâsiyyet hâsıl olur ama açlıktan ilim ve marifet hâsıl olur.” Seni ibn-i Abdullah hazretleri, on beş günde bir yemek yerlerdi. Ramazan aylarında ise, bütün ramazan boyunca yalnız bir kere yerdi. Fakat, her gece bir yudum su içerdi. 


Ebû Ali Dekkak rahmetullahi aleyh buyurmuştur ki: “Zahirini mücahede ile süsleyenin, batınını da Hak teâlâ müşahede nurları ile süsler.” Yine buyurmuşlardır ki: “Yüksek makamlara vasıl olmanın sebepleri, açlıktır.”  


Şimdi ey aziz kardeş: Açlığa kendini alıştır ve bunu mutlaka âdet et! Nefsine, riyazet ve mücahedeyi öğret ki, mücahede insanı müşahedeye erdirir. Şunu, muhakkak olarak bil ki, açlık Nebilerin hasletidir. Tokluk ise, kafirlerin, münafıkların ve hayvanların hasletidir.  


Şeyh Sâfi rahmetullahi aleyh buyururlar ki: “Bir kişi, yemeğe BİSMİLLAH diye başlasa ve o yemeği ibadet etmeğe kuvvet bulmak niyeti ile yerse ve sonunda EL-HAMDÜLİLLÂH derse, o yemek nura dönüşür. Eğer, nefsinin hazzı için yerse, ne kadar az olsa da o yemek karanlıklara tebdil olunur.” Az yemenin acayiplikleri çoktur. İnşa’allahu teâlâ sırası geldikçe onlardan da bahsedeceğiz.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Az yemenin faydaları

(MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ)

AÇLIK NE DEMEKTİR?  

Ey aziz kardeş! Ey din yolunda bana yoldaş! Hak teâlâ, bizlere tevfik ve yardımını refik eylesin. O diyeceğim yedi şeyin birincisi açlıktır, daha doğrusu AZ YEMEKTİR, HELÂL YEMEKTİR. Hak teâlâ, Kur'an-ı kerimin de böyle buyurur: “Pâk ve helâl şeyleri yiyin ve sâlih ameller işleyin.”  Resûl-ü ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz de buyurmuşlardır ki: “İbadet on kısımdır. Dokuzu helâl yemektir.” 


Âdem peygamber aleyhisselâm ile Havva anamız radıyallahu anha, duymadın mı karınları yüzünden nice mihnetlere düştüler? Allahu teâlâ: (O ağaçtan yemeyin!) buyurdu, onlar yediler, sırtlarından hülleleri gitti ve başlarından taçları düştü, bu hal ile cennetten çıktılar ve geldiler bu dünya zindanında nice yıllar gözyaşları döktüler, nice türlü mihnetler çektiler. İşte, onların çocukları olan bizler de aynı mihnet ve meşakkatleri çekmekteyiz.


Başımıza gelenlerin çoğu, midelerimiz yüzündendir. Şunu iyi bil ki, iyilik veya kötülük, salâh veya fesat ne varsa hep mideden ve karından kopar, bütün azaya dağılır ve yayılır. Karın denilen şey su musluğuna benzer. Borudan gelen su musluğuna dökülür, o musluktan dört yana çeşmelere dağılır. Ne zaman ki, borudan su gelmese ve musluğa dökülmese, bütün çeşmeler kurur, harap olur. 


Artık, o çeşmelerin yanına kimse uğramaz, atlı veya yaya gelenler, gelmez olurlar. Mideye, yemek de boğazdan gelir ve bütün vücuda yayılır. Yani, yenilen yemek boğazdan gelip mideye indikten sonra, göze görmek olur, kulağa işitmek olur, dile söylemek olur. 


Demek ki, çok yiyince mideye çok yemek iner, bütün uzuvlarda şehvet galip olur. Dil, çok söylemek ister. Çok söyleyince de arada yalan, gerçek, dedikodu, küfür, boş ve manasız lâflar her ne ki dilin ucuna gelirse konuşulur. El de vurmak, kırmak, tutmak ve eli altında bulunanları incitmek, nerede şer iş varsa alıp satmak, haram helâl tanımamak, hatta eliyle koymadığı şeyleri bile — Ne'ûzü billah— almak diler.


Ayak da fısk meclislerine, çalgı ve hengâmelere, oyunlara, nerede fenalık ve fesat olursa oralara, zalimlerin meclislerine gitmeyi diler. Gözler de harama ve helâle, güzel kadınlara, genç çocuklara bakmayı, herkesin sırlarını ve ayıplarını görmeyi gezinti yerlerinde güzel manzaralar izlemeyi ister. Kulaklar da yasaklanan şeyleri, küfürleri, dedikoduları, nefse hoş gelen müzikleri dinlemek diler. Burun da haram veya helâl güzel kokular almak diler. Nefs de haram ve helâl ne olursa olsun çiftleşmeyi, elinden geldiği ve gücünün yettiği kadar kadınlar ve cariyeler almayı ve nefsanî şehvetlerle meşgul olmayı diler. Bütün bunlar olunca da gönül kararır, ibadet ve tâ’atten zevk almaz; olur, ki bu fenalıklar hep çok yemekten ileri gelir.  


Fakat, ne zaman ki, boğazdan mideye az yemek inerse, bütün bu uzuvlarda da şehvet duygusu azalır, zayıflar. Yemeği ve içmeyi büsbütün kesip azaltınca, bütün şehvetler kesilir ve azalır. Bunları zorlayan kuvvetler de azalır. Dil, haram şöyle dursun, doğruyu bile söylemek istemez. El, haramı tutmak şöyle dursun, helâle yapışmak istemez. Göz de haramı bırak helâle bakmadan zevk almaz, sözün kısası bütün bütün uzuvlar haram şöyle dursun, helâle bile bakmaz olur.  


Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin: “Amellerin efendisi açlıktır. Nefsin zilleti, yün elbise giymekle olur.”  Buyurmaları buna işarettir. Demek ki, aç kalınca bütün azalar da şerden kesilirler. Bu azalar, şerden kesilince bâtın gözünde perde kalkar basiret gözü açılır, ona gizli bir şey kalmaz olur ve bâtın kulağı da açılır. Rabbani ilhamı ve hitab-ı sultaniyi ve meleklerin muhatap oldukları hususları işitir olur. İçerden gönül dili açılır, zâhir olur. Bu dil, gönüle tercüman olur, hakkın hikmetini ve marifetini söyler. Bâtın eli, ilâhi hazinelere erişir ve bâtın ayağı da bir adımda doğuyu ve batıyı seyran eder. Bâtın gözü de doğudan batıya her şeyi görür ve bâtın kulağı da doğu ile batı arasındaki fısıltıları bile duyar. Bâtın eli, nice günlük yoldan elini eriştirir, bâtın ayağı da bir hareketle doğudan batıya varır gelir, tayyi mekân eyler. Belki, seyri yere ve göğe bile yetişir ve ona gizli ve örtülü hiçbir şey kalmaz:  Batın alemini keşfedenlere velayet sahibi denir.  


Şimdi aziz: Bu söz sana acayip gelmesin!  Hz. Ömer radıyallahu anh, Medine-i münevvere'den parmağını uzatıp Rum kayserinin bir gözünü çıkardığını duymadın mı?  Bir başka gün de Sâriye adında ünlü bir pehlivan vardı, kâfir ile cenk ediyordu. Kâfirler, tam Sâriye’ ye galip gelmek üzere idiler ki, o sırada Hz. Ömer radıyallahu anh da Medine-i Münevvere’ de hutbe okuyordu. Sâriye'nin mağlûp olmak üzere bulunduğunu o kadar yoldan gördü ve seslendi: “El-cebelü. El-cebelü...” (dağa, dağa,) Sâriye, yedi günlük yoldan Hz. Ömer'in sesini duydu, askerleri ile dağa doğru çekildi ve kâfirlerden kurtuldu. Bundan da anlaşılıyor ki, kişinin batini kuvvetleri duyunca, doğu ile batı arası dünya, ona bir el ayası gibi gelir, bâtın âlemi gözlerinin önüne açılır ve serilir.  


Velâyet üç kısımdır: Bir kısmı velâyet-i umumidir. Bunun yerden göğe kadar seyir ve bilgisi vardır. Bir kısmı velâyet-i hâs'tır. Bunun da arştan ferşe varıncaya kadar ne kadar yaratılmış varsa bilgisi, seyri ve tasarrufu vardır. Bir kısmı da velâyet-i hâssül-hâs'tır. Bunlardan öte, öylesine bilgi ve kudreti vardır ki, haddini ve nihayetini ancak kendisi bilir.  


Bâtını açık olana VELÎ de derler. Sözü uzattık yine maksada gelelim: Evet; ne zaman ki, yemek az yenirse nefs zayıf olur. Nefs zayıf olunca, bedenden yani bütün azalardan nefsin tasarrufu kesilir ve tasarruf aklın olur. Akıl nuru, göz nuru gibi değildir ki, duvarın arkasında olan şeyi görmesin. Fakat, yemek çok yenirse, aklın nuru zayıf olur, azadan aklın tasarrufu kesilir ve tasarruf nefsin olur. Oysa, nefs-i emmâre tasarrufu ile olan işler hep hatadır. Çok defa şeriata aykırıdır.


Demek ki, çok yemek gönlü karartır, yani basiret gözünü körleştirir. Nitekim Fahri âlem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz: “Çok yemek yenilmedikçe kalp ölmez, buyurmuşlardır.” 


Ama çok acayiptir ki bu çok yeme âdeti şimdi rehberlerde, âlimlerde ve şeyhlerde, yani gerçeği bilenlerdedir. Halk, bunların daim nimetler içinde bulunduklarını, ziyafetten ziyafete koştuklarını, pilâvlar, helvalar ve türlü türlü nefis yemeklerle soğuk pınar başlarında, gezinti yerlerinde kebaplar ve kuzu çevirmeleri yaptıklarını, büyük bir iştiha ile bunları atıştırdıktan sonra, soğuk sular içerek nefislerini doyurup, tenlerini semirttiklerini görür ve iyi bir iş yaptıklarını sanırlar ve onlar da güçleri yettiği kadar çok yemek ve içmekle meşgul olurlar böylece gönüllerinde kasvet galip olur, salih amelleri terk edip yönlerini nefs-i emmâreye döndürürler ve hak yönünden uzaklaşırlar.  


Hak teâlâ, Tevrat'ta Musa peygamber aleyhisselâma buyurur:  

“Yâ Musa! Ben, vücudu şişman olan âlimi düşman edinirim.”


Lokman Hekim oğluna nasihat eder:  

“Ey oğul! Sakın, mideni yemekle doldurma! Aklın eksik ve anlayışın kıt ve zayıf olur.” 


Hak teâlâ, mideleri doluncaya kadar yiyenleri, Kur'an-ı azim-ül-bürhanda zemmeder:  

“Yâ Muhammed! Onları bırak, dünyada yesinler. Lezzet ve şehvetle geçinsinler. Emelleri onları oyalasın, imân ve tâ’atten geri bıraksın. Yakında, hallerinin akıbetini, cezalarını görecek ve fena hareketlerini bileceklerdir.”  (Hicr sûresi: 3) Evet, doyuncaya kadar yemek ve bağırsaklarını doldurmak, kafirlerin ve münafıkların sıfatıdır. Hem de çok yemek gönülden hikmeti keser.

  

Ebû-Tâlip Mekki radıyallahu anh buyurur ki: “Bu karın denilen şey, o kamışa benzer ki, boş olduğu zamanlar gayet hoş sesler verir. Fakat, ne zaman dolu olursa, hiç ses vermez.” İnsanın karnı söyleyicidir. İçi boş olduğu zaman, söylediği hep ilim ve hikmet olur. Her ne söylerse hoş gelir. Karnı boş olanlar, az uyurlar ve seherlerde uyanık bulunurlar. Oysa, çok yiyenler kuşluğa kadar uyurlar. Nasıl uyumasınlar ki, midede yedikleri yemeğin buharı vardır, dimağa vurur ve onları sarhoş gibi eder. Fikirleri dağılır, zihinleri zayıflar, nefisleri akla galip gelir, nefs-i emmârelik sıfatı sıkı sıkı onlara yapışır, kuvvetlenir, kötü ve çirkin sıfatları arttırır.


Yahya peygamber aleyhisselâm, bir gün şeytana rastladı:  

— Yâ mel'un! Söyle bakalım, âdemoğullarını azdırmağa ne vakit fırsat bulursun?" diye sordu. Şeytan-ı lâ'iyn cevap verdi:  

— Yâ Yahya! Ben, âdemoğullarını azdırabilmek için, karınları tok olduğu zaman fırsat bulurum.  

Yahya aleyhisselâm, onun bu itirafı üzerine:  

—  Allahu teâlâ şahit olsun ki, ömrümün sonuna kadar, senin gibi eski bir düşmanıma fırsat vermemek için karnımı doyurmam, diye ahdetti.  


Şeyh Zünnûn-u Mısrî rahmetullahi aleyhi buyurur ki:  

- "Ben, tâlip olduğum günden beri doyuncaya kadar yemek yemedim. Kanıncaya kadar su içmedim."  


Hz. Aişe radıyallahu anha validemiz de buyurmuşlardır ki:  

“Resûl aleyhisselâmdan sonra, bu ümmet arasında zuhur edecek ilk bid'at çok yemektir. Diğer bid'atler onu takip ederler.”  


Yoksa, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında, ümmet çok yemeğe korkarlardı. Çok yersek, imanın tadını ve islâmın lezzetini bulamayız, derlerdi. Çok yemenin, bedene ziyanı da çoktur. Yemek çok yenilince, su da çok içilir. Mide, çok yemek ve çok su ile dolunca, elbette bedene türlü türlü illetler meydana gelir. Bunlardan birisi de KUSMA dır. Daha buna benzer birçok illetler de peyda olur. Sonunda, tabipler eline düşer, ömrünün sefası gider ve dertten derde düşerek çeke çeke usanır ve ölümü temenni etmeye başlar ve sonunda çok sevdiği dünyacığından da ayrılır, hasretler içinde nasipsiz âhirete gider.  


Nasıl nasipsiz gitmesin ki, her gün ve her gece tıka basa karnını doldurur, nefes alamayacak hale gelir ve âdeta tokluk sarhoşluğu içinde ibadete davranamamış, Allahu teâlânın zikrinden yüz çevirmiştir.  Karnına kul oluğundan her sabah, nefsi kendisini acındırarak gelir: (Aman çabuk bana sevdiğim ve istediğim yemekleri yetiştir, yoksa can vereceğim) diye boğazına yapışır, o da can kaygısı ile yalan- gerçek ağzına ne gelse söyler, halkı aldatır, kendisini cehenneme atar, çalışır, didinir ve nefsinin istediklerini alır verirdi.


Kişi ilim ehlinden ise, Allahu teâlânın kapısını bırakıp, zalimlerin ve Allâh düşmanlarının kapılarına düşer, ağlar, sızlar, yalvarır, yakarır: “İlim sahibiyim, şu dünyada hiçbir şeyim yok, fakirim, muhtacım, dervişim.” der, devlet ve millet malından yiyebilmek için meselâ kadı olur, halka zulmeder, rüşvet yer, bâtıl veya zayıf delillerle ve sözlerle, yalancı şahitlerle haksızı (Allâh korusun) haklı çıkarır, bilerek ve isteyerek hakka uymayan hükümler verir. 


Yahut müderrislik ister, birçok kapılarda özgürlüğünü bırakıp zelillik çeker, Allah- Peygamber bilmez ama kâfiri Müslümanı bilir, istediğini koparabilmek için baş vurmadık kul kapısı bırakmaz, ilmin ve âlimin hürmet ve itibarını korumaz. Bunları elde edemezse, âh ile vah ile gider mescitlerde nasihat eder, halkı şevke getirir, toprak dalaşı karnını doyurabilmek ve bu sayede emeksiz lokma bulabilmek maksadına hizmet ederdi.  


Sözün kısası ister kadı ister müderris, isterse vaiz veya başka bir meslek sahibi olsun, bunların maksatları yalnız gırtlaklarına ve karınlarına hizmet edebilmek, günde üç öğün midelerini tıka basa doldurabilmek bunu temin etmek için de her çareye baş vurmaktır. Bunun için de Allâh tarafını terk ederler ve yönlerini tamamıyla dünyaya, dünya beylerine ve paşalarına döndürürler, dünya izzeti uğruna âhireti ti unuturlar ve sonunda imânsız ölür, giderler. Giderken de -Ne'ûzü billah- hakkın huzuruna elleri boş ve yüzleri kara olarak varırlar.  


Ey aziz: 

Lokma ve şöhret düşkünü olmak kötü ve çetin haldir, ölmeye sebeptir. Üveys-ülKaranî radıyallahu anh ne zaman karnı açıksa: “Yâ ilâhi! midemden sana sığınırım.” diye niyazda bulunur, hemen kalkar, abdest alır, namaza dururdu. Allahu teâlâ da ona hiç ummadığı yerden rızkını hazır ettirirdi. Bu lokma düşkünleri acaba hiç düşünmezler mi ki: “Er-rızku alallâh” Rızkı veren Allâhtır. 


Bu cihanda, aç olan için bir lokma ve bir hırka yeter. Kalanı, ya nimetidir, çok yemek, çok içmek ve çok iyi giyinmek içindir. Şu gerçekten de haberleri yoktur ki, kanaat iki cihana da yarayan hayırdır: Tamah uğruna, kişinin kendisini nereye olursa olsun bırakması doğru olmaz: 


Kanaat geçidine meğer erişmedi elin,  

Ama üçün nefsin ucundan bıraktın mihnete canın,  

Gel, özün mihnete satana, bu fâni zevke aldanma!  

Serabı su sanıp kalma, sözün işitme şeytanın.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Onlarla birlikte oturanlar şaki olmazlar

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Ebû Hûreyre rivayet ile, (RA) Fahr-i kâinat sallâhü aleyhi ve sellem efendimiz buyurmuşlardır ki: Hak teâlâ hazretlerinin, bir bölük melekleri vardır. Bu melekler, yeryüzünde yollarda tavaf ederek, doğudan batıya seyrederler ve zikir, ehlini arayıp, bulmak ve onları ziyaret etmek isterler. Zikir ehlini bulunca, bir müddet dinleyip gelin aradığımız bunlardır diye birbirlerine seslenirler. Gelirler ve zikreden bu topluluğu semaya kadar kanatlarıyla kuşatırlar. Zikir meclisi dağılınca, bu melekler de makamlarına yükselirler.  


Hak teâlâ hazretleri, o meleklere:

 — Nereden geliyorsunuz? diye sorar. Halbuki, o gizli ve aşikâr her şeyi bilen ulu padişahtır. Meleklere bu sorusu, melekleri konuşturup zikir ehlini tâ'zim edip yüceltmek içindir. Zikir ehlinin makam ve mertebelerinin yüceliğini bildirip açıklamayı murat buyurmuştur. O Allâm-ül guyub padişah sorar:  

—Kullarım ne işler yapar ve ne söylerler.  

Melekler cevap verirler:  

— Yâ Rabbî Sana hamd ederler, tesbih, tehlil, tekbir ve temcid (tâ’zim) ederler. 

— Onlar beni gördüler mi?  

— Vallahi onlar seni görmediler,  

—  Beni görseler; halleri nice olurdu? 

— Seni görseler halleri daha güzel olur, daha çok ibadet ve tâat yaparlardı.  

— Onlar benden ne dilerler?  

— Onlar, senden cennetini isterler.  

— Onlar cenneti gördüler mi?  

— Hayır Yâ Rabbi vallahi, görmediler. Eğer görseler daha çok tâlip olurlardı ve rağbet ederlerdi. Onlar neden korkarlar?  

— Cehennemden korkarlar.  

— Onlar cehennemi gördüler mi? 

— Hayır Yâ Rabbi vallahi, görmediler.  

— Onlar cehennemi görselerdi, halleri nice olurdu? 

— Cehennemi görmüş olsalardı, daha çok korkarlardı.  

— Ey meleklerim, tanık olunuz ki ben onları bağışladım. Hepsine istediklerini verdim, onları korkularından emin edip kurtardım.  

— Yâ ilâhi! Onlarla birlikte bulunan falanca kulun, onlardan değil di. Bir ihtiyacı dolayısı ile o meclise gelmiş ve onlarla birlikte oturmuştu. 

Diğer bir rivayete göre de o kişi tesadüfen o meclise katılmıştı derler.  

— Onlar, öyle bir topluluktur ki, onlarla birlikte oturanlar şaki olmazlar, onun için o günahkâr kulumu da zikir meclisinde bulunduğundan dolayı bağışladım.


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Kimi seversen kıyamet günü onunla beraber olursun

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

SÛFİLER 

Enes bin Malik radiyallahu anh buyurur ki:  

Bir kişi, huzur-u Resûlullah'a geldi ve dedi ki:  

— Yâ Resûlallah! Kıyamet ne zaman kopacaktır?  

Efendimiz, kendisine cevap vermediler ve kalkıp namaza durdular. Namazdan fariğ olunca buyurdular:  

— Kıyameti soran kimdi?  

Soru sahibi cevap verdi:  

— Ben idim yâ Resûlallah!  

— Ey kişi, kıyameti sorarsın; ne hazırladın o gün için?  

— Çok namaz ve oruçlar hazırladım. Hem de ben Allah ve Resulünü çok severim. Efendimiz, saadetle buyurdular: Kişi, onun ameli ile amel etmese de sevdiği ile beraberdir.  

Yani, kişi kimi severse, onunla haşr olunacaktır. 

Çünkü, gönülleri arasında yakınlık vardır. Bu Hadis-i şerifle, Aleyhissalâtü vesselam efendimiz, Salihleri ve hayırlı kişileri sevmeyi ve onlardan ayrılmamayı teşvik buyurmuşlardır. O kişiye: Sen, sevdiklerinle berabersin ve onlarla haşr olacaksın, demişlerdir. Yani, kimi seversen kıyamet günü onunla beraber olursun, demek olur. Enes bin Mâlik radıyallahu anh buyururlar ki: “Müslümanlar, imân ve İslâmdan sonra bu habere sevindikleri gibi hiçbir şeye sevinmediler.”

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Sûfi nedir?

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Îmam-ı Gazali rahmetullahi aleyh hazretleri buyururlar; 

— Zâhir âlimlerinin ilimleri çalışarak kazanılır. Sûfilerin ilimleri ise keşfidir.   

Şeyh Cüneyd-i Bağdadî rahmetullahi aleyh de buyurur.  

— Biz, tasavvufu Kıylu Kâl’den almadık. Alışkanlıklarımızı ve beş duyumuzu terk ederek aldık. Hak teâlânın aşk ateşi ile yanıp kemale ererek aldık. 


Şu hâlde, Sûfi ve Sûfilik denilen şey, kötü huyları terk edip iyi ahlaka sahip olmak, güzel sıfat ve edepler le süslenerek "ZÜHD" (dünyaya rağbet etmemek) halini yaşamakla olur.


Kimi irfan ehli buyurmuşlardır ki, 

SUFİ adı dört harften ibarettir: 

Sad – Vav – Fe - Ye. 

Sad: Sefa’dan, 

Vav: Vefa’dan, 

Fe: Fena’dan, 

Ye: Yakin’den.


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

İstikameti iste, kerameti değil

[Müzekk-in Nüfus Dersleri]

Şeyhlerden biri rüyasında, Resûlü ekrem sallallâhu aleyhi ve sellemi görür; 

— Yâ Resûlallah! Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı buyurmuşsunuz. Hûd sûresindeki nebilerin kıssaları mı, yoksa ümmetlerinin kıssaları mı sizi ihtiyarlattı? 

— Efendimiz, tasdik buyurmuşlar: Yâ şeyh, beni “O halde seninle birlikte tövbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi istikamet üzere ol” âyeti kerimesi ihtiyarlattı buyurur. 


Nitekim, Resûlullah Aleyhissalâtü vesselâm efendimiz müşahedatın başlangıcından sonra bu hitaba muhatap olmuş ve kendilerinden istikametin hakikatleri istenmiştir. Hak teâlâ; Zahitler, Sûfi şeyhler, mukarrebler denilen ahiret alimlerine daha işin başında iken bir haz ve nasip verir, istikamet üzere bulunmalarını ilham eder. Şüphesiz onlarda Hakkın gösterdiği istikamet üzerine olmayı bütün her şeyin en faziletlisi, şerefli bir görev olarak bilir.  


Nitekim, Şeyh Ebû-Ali Cürcâni rahmetullahi aleyh buyurur: “İstikameti iste, kerameti değil.” Zira kerameti nefsin ister, Rabbin ise senden istikamet talep eder. Şu hâlde, Rabbinin talep ettiğini istemek, nefsinin talep ettiğini istemekten daha iyi ve güzel olur.


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

GÖNÜL ÜÇ KISIMDIR

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Şunu da bilmiş ol ki, bu gönül denilen şey de üç kısımdır:  

1 - Biri, yalnız dünya ile meşgul olur. 

2 - İkincisi, yalnız âhiret işleriyle meşguldür. 

3 - Üçüncüsü, Allâhu teâlânın muhabbetiyle dolmuştur yalnız Allahu teâlâ ile meşguldür.  


Yalnız dünya ile meşgul olana, âhiret işlerinden bir iş gelse şaşırır kalır ve ne yapacağını bilemez. Çünkü, hep dünya ile meşgul olmuş ve âhiret işlerini ihmal etmiştir. Yalnız âhiret işleriyle olana da dünya işlerinden bir iş gelse, şaşırır ve ne yapacağını bilmez. Yalnız Allâhu teâlâ ile meşgul olanlar ise ne dünya ne de ahiret işlerini becerir. Zira onlar Allâh deyip öylece kalmışlardır. Sûfi şeyhler, diğer hususlarda olduğu gibi istikamette de Resûl aleyhisselâma uydukların dan ötürü, Hak teâlâ onların önlerine ilim kapılarını açıverir.


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

ÖFKEYE SABRETMENİN FAYDALARI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Ey kardeş ve ey din yolunda bana yoldaş: Hak teâlâ, sana ve bana tevfik (uygun duruma getirsin) versin, dost ve yoldaş etsin. Bilmiş ol ki, bu öfke denilen şey öyle "bir ateştir ki, her kim bu ateşi ölçebilse, o ateşin cezasını görürdü. Bu ateş, nereye düşerse yakar helâk eder. Nasıl ki, şu ahşap evler de bir kıvılcımla yanar kül oluverirler. Bu ateş düşünce, hele rüzgâr da olursa nasıl bütün bir mahalleyi yakar yıkarsa, öfke ateşi de hava ile karışınca -Ne'ûzü billah- sahibini kâfir eder, adam öldürtür, kan döktürür; elinden geleni, gücünün yettiğini işletir.  


Demek oluyor ki, öfke geldiği zaman, sabr-ı-cemil ile bu ateşi savurmak ve korku suyu ile söndürmek gerekir. Yani, o öfkeyi bastırmak ve yenerek men etmek gerekir. Tâ ki, bütün bir mahalleye, koca bir köye zararı dokunmasın ve öfkesini yendiğin den dolayı sahibi de Hak Teâlâ’nın hesapsız ecirlerine nail olsun: “Ancak; hicrete, mihnete ve tâat meşakkatine sabredenlerin ecri hesapsızdır.” (Zümer sûresi: 10)

 

Buyurulmuştur ki, bu husus ancak sabır ile vücut bulur. Ey aziz: Öfkesini yenenleri, Hak teâlâ bak nasıl övüyor: “Öfkelerini yenerler (Zarar gördükleri kimselere karşı güçleri yettiği halde intikam almaya kalkışmazlar) ve insanların suçlarını affeder, bağışlarlar.” (Al-i İmran sûresi: 134) 

  

Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de buyurur: “Her kim, öfkesini yense ve gücü yettiği halde öfkelendiği kimseden öç almağa ve böylelikle nefsini memnun etmeğe sabretse, Hak teâlâ onun gönlünü imânla doldurur.” Aleyhissalâtü vesselam efendimiz, buyurmuşlardır ki: “Cehennemde büyük bir kapı vardır, o kapıdan halka nefsi için öfkelenen kimseleri cehenneme atarlar. O kimseler ki, öfkelendikleri zaman sabrederler, kendilerini korurlar, kimsenin gönlünü yıkmazlar, kimseyi azarlamaz, kimseyi eliyle vurarak incitmez ve suçunu affederse, Hak teâlâ kıyamette onun suçlarını yüzüne vurmaz.” 


Hz. Ömer-ül-Faruk radıyallahu anh buyurur ki: 

Bir gün, huzur-u Resûlullah’a vardım ve: “Yâ Resûlallah! Bana öyle bir amel söyle ki hem az olsun hem de gönlümü illetten kurtarsın.  

Efendimiz, saadetle buyurdular: 


“Suçlunun suçunu affet, kimsenin onurunu kırma! Bir kimse, suçlunun suçunu affetse ve onun onurunu kırıp küçük düşürmezse, Allahu teâlâ da mahşerde onun suçunu affeder ve halk arasında onurunu kırıp küçük düşürmez, suçunu yüzüne vurmaz, suçu ne kadar büyük olursa olsun affeder.”  

Tekrar sordum:  

— Kim olursa olsun, herkese karşı öfkeye sabreyle, buyurdular.  

Bir daha sordum:  

— Öfkeni yen! buyurdular.  

Üçüncü defa sordum:  

— Yâ Resûlallah! Beni, Hak teâlânın hışmından hangi şey korur?  

O iki cihan fahri Hz. Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi ve sellem saadetle buyurdu:  

— Yâ Ömer! Öfkelendikleri zaman, Öfkelerini yenemeyerek karşısında bulunana vurmağa kasteden, kendisini cehenneme atmış gibidir, öfkelendiği insan olsun, hayvan olsun bu böyledir. Hele, o öfkelendiği ve hışım ettiği ve hatırını yıktığı sâlih bir kişi olursa -Ne'ûzü billah- öfkelenen kişiyi Hak teâlâ düşman tutar, cehennemine atar ve rahmetinden mahrum eder.  


Aziz: Sonra teselli ederim diyerek öfkelenmek ve karşısındakinin hatırını kırmak olmaz. Zaman olur ki, teselli edemezsin, o kişinin hatırını yapamazsın, mahcup ve mahrum kalırsın. Zira, gönül denilen şeyi, Hak teâlâ kendi kudret eliyle yapmıştır. Ne lüzum var ki, Hak teâlânın yaptığını yıkıp, öfkenin ateşine yakasın? Demek oluyor ki, aklı başında olan kişiler, kimseye öfkelenmezler, öfkelendikleri zaman öfkelerini yenip sabrederler. Kimseye zarar vermez ve dokunmazlar. 


Aziz kardeş: Öfkelenmek, müşkül iştir. Birazcık sabretmeyerek öfkesine uyarsa, öfkelendiği kimseyi helâk eder, ya kendisi de kâfir olur veya müşkül duruma düşer.  


Şeytan aleyh-il-lâ'ne der ki; “Ne vakit ki, Hak teâlâ beni huzurundan kovdu, niyaz ettim: “Yâ Rab! Ben de senden birkaç şey dilerim.” Hak teâlâ buyurdu: “Dile melun ne dilersen?” Dedim ki: “Önce bana asker gerekir.” Hak teâlâ buyurdu: “Git, şu sokaklarda dolaşan kadınlar senin askerlerin olsun.” Yine niyaz ettim: “Bana bir de duracak yer gerektir.” Hak teâlâ buyurdu: “Git, hamamlar ve içerisinde günah işlenen evler senin durağın olsun.” Yine niyaz ettim: “Bana, bir yer göster ki, benim ehlim oralarda bölük bölük toplansınlar, boş ve manasız sözler ve işlerle orada otursunlar.” Hak teâlâ buyurdu: “Git, pazar yerleri senin ehlinin yerleri olsun.”  


Bundan dolayı, salihler pazar yerlerinde oturarak boş ve faydasız sözlerle uğraşmazlar, ihtiyaçları her ne ise alır ve hemen oradan ayrılırlar. Zira, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Sokak ehli, cehennem ehlidir,” buyurmuşlardır.” Her neyse, biz şeytanın isteklerini anlatmaya devam edelim. 


Tekrar niyazda bulundum: “Yâ Rab! Bana, üzerine binmek için bir eşek gerektir.” Hak teâlâ buyurdu: “Emirlerimi tutmayan ve namaz kılmayanlar senin eşeğin olsun.”  


Onun için, Resûl-ü zişân efendimiz:  

— Yahudi’ye ve Hristiyan’a selâm verin. Fakat, benim ümmetimin Yahudilerine selâm vermeyin, buyurdukları zaman sordular:  

— Yâ Resûlallah! Senin ümmetinin Yahudileri kimlerdir? Efendimiz buyurdular:  

— Ümmetimin Yahudileri, namaz kılmayanlardır.  


Ne zaman ki, yolda bir namaz kılmayana rastlarsanız, şeytanın onunla birlikte bulunduğunu muhakkak biliniz. Evet, şeytan niyazlarına devam etti: “Yâ Rab! Bana maskaralar da ver, onları kendime maskara edineyim, nasıl İstersem Öyle hareket ettireyim.” Hak teâlâ buyurdu: “Git yâ mel'un, şu öfkelenenler ve öfkelerini yenip sabredemeyenler ve öfkelerine uyanlar da senin maskaran olsunlar.”  Şu hâlde, öfkelenerek şuna buna saldıranlar, şeytanın maskarası olurlar.  


Aziz: Bunun çaresi şudur: Kişi öfkelendiği zaman hemen hilm (sakinlik, serinkanlı olma) talep etmelidir. Yani, birazcık sabretmeli, hiç sesini çıkarmamalı ve buna tahammül etmelidir. Yavaş yavaş buna alışır, ya hiç öfkelenmez olur veya öfkelense bile çabucak öfkesini yener, halim olur.  


Nitekim, Aleyhissalâtü vesselam efendimiz buyurmuşlardır: “Mim, taallüm ile ve hilm tahallüm ile olur”. Yani, ilim okuyup öğrenmekle ve hilm ki yumuşak başlılıktır, buna alışmakla olur,” demektir, öfkelendikleri zaman sabredenler, gitgide halim olurlar. Hak teâlâ, halim kullarını sever. 


Yarın kıyamet gününde, bütün halk mahşer yerine dolunca, münâdiler çağırırlar: “Fazilet ehli olanlar gelsinler!” Bir de bakarlar ki, bir bölük insan, cennet yolunu tutmuş gidiyor, melekler hemen arkalarından yetişir ve sorarlar: “Siz kimlersiniz böyle cennet yolunu tutmuş gidiyorsunuz? Halk, bu sıcak günde bu kadar zahmet ve meşakkat ve susuzluk çekiyor. Siz, bu zahmetlere ve kavgalara uğramadınız, hemen cennet yolunu tuttunuz, böyle şey olur mu?” 


Bunlar, meleklere cevap verirler:  

— Bizler, fazilet ehliyiz. Onun için, bu zahmet ve kavgalara uğramadan cennete gideriz.  

Melekler sorarlar:  

— Dünyada sizin fazlınız ne idi?  

Onlar cevap verirler:  

— Bizler, dünyada iken herhangi bir zulme uğrayınca, mukabele etmez, sabrederdik. Bize kötülük düşünene, bizler iyilik düşünürdük. Suç işleyeni azarlamazdık, suçlarını bağışlardık. Bize sövene, alçak gönüllülükle ve tatlı sözlerle cevap verirdik. Haktan gelene sabır ve şükür ederdik.  


Melekler, bu cevaba çok memnun olurlar ve derler ki:  

— Varın, cennet sizlerindir. Hak teâlâ cennetini sizin gibilere vaad etmiştir.  Onlar da gider, cennette yeme içme ile meşgul olurlar. Bu sırada halk mahşer yerinde, sıcak terler dökerek kavurucu sıcağın altında aç ve susuz yıllarca bekleşirler. 


Şimdi aziz kardeş: Bu faziletleri, öfkelendiğin zaman, gözünün önüne getir, sabret ve öfkeni yut, tahammül eyle ve hilme tâlip ol ki, Hak teâlâ keremiyle seni ehl-i fazilet meyanına ilhak buyursun ve mahşer yerinde herkes ağlaşırken seni sevindirsin.  


Ömer ibn-i Abdülâziz adında ulu bir padişah vardı. Bir gün, birisi ağır bir suç işledi ve padişah o kimsenin idam edilmesini ferman etti. Cellât geldi ve tam suçlunun başını vuracağı sırada, padişah bir an durdu ve düşündü, Allah’tan hilm talep etti ve cellâda: “Dur Öldürme!” emrini verdikten sonra, hatırına şu âyet-i kerime geldi: “Öfkelerini yenerler (zarar gördükleri kimselere karşı güçleri yettiği halde intikama kalkışmazlar) ve insanların suçlarını affeder, bağışlarlar.”  

(Âli İmran sûresi: 184) 


Bu âyeti okur okumaz, kendisinden intikam hırsı defolup gitti, kalbine bir yumuşaklık geldi ve cellâda emretti: “Salıver şu adamı varsın gitsin, azad olsun. Olur ki, o da insafa gelir ve bir daha suç işlemez, hem de Hak teâlâ bize bu Öfkemizi yenip def ettiğimiz için âhirette hesapsız ecir verir,” dedi ve o suçluyu serbest bıraktırdı.  


Şimdi aziz kardeş: Öfkesini yenemeyen kişi ile şeytanın misali şuna benzer. Bir çocuk, eline top oynamaya mahsus eğri bir değnek alır, topu önüne koyar ve o değnekle vurur. Top, ne tarafa vurulursa, bir o yana bir bu yana yuvarlanır durur, öfkesini yenemeyen ve öfkesine sabredemeyen kişi de, tıpkı o çocuğun elindeki top gibidir. Kendisini şeytanın önüne bırakmıştır. Şeytan değneğiyle ona bir dokunur, nereye isterse oraya yuvarlar. Adeta şeytanın oyunu ve oyuncağı olur.  


Şu hâlde, öfkelenen kişiye tahammül edip, sabretmek, Hilm talep etmek gerektir. Kendisini şeytanın değneği altına koyuvermemek gerekir, öfkesini yenmek ve öfkelendiği kişiyi, velev ki suçlu bile olsa affetmek gerektir. Ey aziz: Kişinin öfkesini yenmesinin ve karşısındakini incitmemesinin çareleri ve sebepleri vardır. Onları da sana söyleyeyim, belki faydası olur ve bu kitapta müşkül kalmaz.  


Bilmiş ol ki, kişiye öfkelendiği zaman, sabretmenin ve öfkesini yenmenin ve defetmenin altı türlü çaresi ve sebebi vardır. Bu çare ve sebepleri, öfkelendiğin zaman kendine siper eder ve bunlarla amel ederek kendine hal edinirsen, öfkeni yener ve hesapsız ecirlere nail olursun. Şimdi bu çare ve sebepleri sayıyorum:  


BİRİNCİSİ: 

Yukarıda zikrettiğim âyet-i kerime ve Hadis-i şerifleri düşünür ve Hak teâlânın öfkelerini yenenlere ve sabredenlere ne büyük ecirler vadettiğini aklına getirir ve tahammül edersin.  


İKİNCİSİ: Hak teâlânın öfkelerini yenemeyenlere ve intikam almak sevda ve hevesine düşenlere karşı azabının ve cezasının şiddetli olacağını düşünürsün ve Allahu azim-üş-şânın hitab-ı izzetini aklına getirirsin. Rabbimiz ne buyuruyor:  

— “Ey âdemoğlu! öfkelendiğin zaman beni hatırla ve sabrederek öfkeni yen ki, hışım vaktinde ben de seni affedeyim ve suçlarını bağışlayayım.”  

Daha daha ne buyuruyor:  

— “Ey âdemoğlu! öfkelendiğin zaman, öfkelendiğin kişinin suçunu affet, onu azarlayıp incitme, vakıf olduğun gizli sırlarını halka açıklama! Ta ki, mahşer günü senin de gizli sırların halk arasında açıklanmasın.”  


Sonra, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin şu Hadis-i şeriflerini de hatırlat Resûl-ü zişân ne buyuruyor: “Ebrârın kalpleri, sırların kabirleridir.” Öyle ise, her kim nefsinin, elinden azad olmayı dilerse, öfkelendiği kişinin sırlarını açıklamasın. Çünkü, gerçek erenlerin kalpleri, sırların gizlenecek yerleridir. Bu konuda da söylenecek söz çoktur. Bu Hadis-i şerif, inşa’allahu teâlâ aşağıda daha birkaç yerde zikir olunacaktır, o zaman öğrenirsin.  


ÜÇÜNCÜSÜ: Bunun sonu neye varır diye düşünmelidir. Bu öfke ile işleyeceğin işten düşmanlık mı olur? öfkelendiğin o kimse de sana öfkelenir ve seni incitir ve üzerse, onunla başa çıkabilir misin? Ya, seni Allahu teâlâ kıyamette üzer ve incitirse, halin nice olur? İntikam almaktan sana ne fayda hâsıl olur? Öç almanın, dünyevî veya uhrevî bir yararı var mıdır? Yoksa, zararı mı vardır? İşte, bütün, bu hususları düşünmeli, eğer dünya izzeti hâsıl olacaksa, o işi Allahu teâlâya havale etmelidir. Zira, Hak teâlâ dilediğini aziz ve dilediğini zelil ve hor hakir eder. Şu hâlde, bu dünya için âhireti yıkmamak lâzımdır, sonucuna varmalı ve öfkeni yenmelisin.  


DÖRDÜNCÜSÜ: Öfkelenen ve şuna buna saldıran kişilere ibrette bakmaktır. Yüzleri nasıl sararır, elleri ve ayakları nasıl titrer, renkten renge girerler. İşte, öfkelendiğin zaman, kendinin de bu hallere düşeceğini göz önüne getirmeli ve düşünmelisin. Dosta, düşmana karşı böyle mahcup vaziyete düşmekten, kızarıp bozarmaktan ise, öfkeni yenip oturmanın daha akıllıca bir iş olacağını hatırlamalısın. Şunu da unutmamalısın ki, öfkelenmek hele sık sık öfkelenmek, insana hafakan (Yürek çarpıntısı) hastalığını getirir ve bu hastalık insanı ansızın öldürür. Birçoklarının kalp hastalıklarından ölüp gittiklerini görmez misin?  


Bu kitabın müellifi der ki:  

Gözlerimle gördüm, birisi karısına öfkelendi, hafakan illetine tutuldu, üç gün yaşadı ve bu derdine derman bulamayarak öldü, gitti. Öfkelendiğin zaman şunu da düşünmelisin ki, öfkelenmek kuduzdan bir budaktır. Zira, öfkelenen yırtmak, yaralamak, vurmak ve öldürmek ister. Eliyle, diliyle, ayağı ile çırpınır durur. Elini tutsan, ayağı ile vurmağa yeltenir, onu da beceremezse ısırmaya kalkar, nasıl gücü yeterse öyle yapar.  


Demek oluyor ki, insanın kudurması öfkelenmektir. İşte, kişi öfkelendiği zaman bunu da düşünmeli, öfkenin kuduzluk olduğunu, kuduzluğun ise yalnız köpeklere mahsus bulunduğunu, öfkeye uymanın insana zarar getirmekten başka bir şey olmadığını, bahusus öfkeyi yenmenin ve sabretmenin peygamberler sıfatı olduğunu hatırlamalıdır. Zira, onlar öfkelerine uymadılar. Sen de kuduz köpekliğe özeneceğine, peygamber sıfatına özensen ve öfkeni yensen fena mı olur?  


BEŞİNCİSİ: Öfkelenen kimse, sabretmek isterse birazcık öfkesini yatıştırıp, hilm talep etmelidir. O zamanda, şeytan gelir ve seni kandırmaya çalışır, ona da aldırmamalısın ki, şeytanın hilesinden uzak kalabilesin. Yoksa, şeytan gönlünden yol bulamazsa, bir adam şekline girer, gelir ve sana: (Yoksa, ondan korkuyor musun?) gibi telkin ve teşviklerle tekrar öfkelendirmeye, öfkeni kuvvetlendirmeye çalışır. Eğer, aldanırsan kızdığın adamın üstüne daha büyük bir şiddetle saldırırsın, elinden geleni yaparsın. Oysa, böyle yapmak doğru değildir. Gerek şeytanın ve gerekse insan kılığına girmiş şeytanın, kadın veya erkek kim olursa olsun seni kışkırtmak isteyenlerin hilelerine aldanmamak ve kendi kendine şöyle demelisin: (Ey nefis! Burada, bir âdemoğlun dan korkmuş olmaktan utanırsın da yarın, kıyamet gününde Hak teâlâ hazretlerinden utanmaz mısın? Hak teâlâ huzurunda namusunun sınanacağını hatırlamaz mısın?) diyerek öfkeni yenmeğe ve sabretmeye çalışmalı ve alışmalısın.  


ALTINCISI: Öfkelendiğin zaman nefsine dersin ki: (Ey nefis! Neye öfkeleniyorsun. Hak teâlâ böyle takdir buyurdu. Hep senin dediğin olsun da Hak teâlânın dediği olmasın mı? Eğer, Allahu teâlânın takdirine razı isen, öfkelenme! Razı olmayarak, Öfkelenirsen Allâhın hışmına uğrayacağını iyi bil!) ve bu telkinle birlikte Allah’a sığınır, iki gözünü de bir ân için yumar, hiç hareket etmeden gönlünle ve dilinle: E'ÛZÜ BİLLAHİMİN-EŞ ŞEYTANİR RACİYM dersin, ayakta isen oturursun, oturuyorsan yanın üzerine yatarsın ve kendi kendine şunları düşünürsün: Bu hiddet ve şiddete ne lüzum vardır? Evvelimiz, sidik yolundan gelme bir damla murdar su değil mi? Hani, o murdar su donuna bulaşırsa, onunla namaz bile kılamazsın. Sonun ise, leş olmak değil mi? ölümünden iki gün sonra, en sevdiklerin bile kokun dan yanma gelemezler. Şu hâlde bu iki leş arasında bu böbürlenmek, kibirlenmek, bu öfke neye gerek var? Bu düşüncelerle kendine öğüt verirsin. Eğer, öfken bununla da yatışmazsa, hemen kalkar abdest alırsın. İnşa’allahu teâlâ öfken geçer. Zira, Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyururlar ki: “Sizden biriniz öfkelendiğiniz zaman, hemen su bulsun ve o su ile abdest alsın ki, yürekteki öfke ateşini söndürür.” Eğer, bu altı çare ve sebeple amel edersen ve bu söylediklerimi düşünürsen, öfken yatışır. Vallahu â'lem.   

Sual olunursa ki, her öfke bir midir, yoksa hak için öfkelenmek de var mıdır? Cevap veririz ki, Hak teâlâ için öfkelenmek vardır. Aklın ve şer'in beğenmediği, kitaba ve sünnete uymayan, kötü fiil ve davranışlar görülünce öfkelenilir. Şu var ki, bu ancak mürşitlere gerektir. Zira, hak için öfkelenmekte, nefs muradı karışmaması lâzımdır. Karışacak olursa, o zaman da öfkesini yenmek ve sabretmek gerekir. Ancak, bu değme kişinin işi değildir, meğer Evliyâullahtan ola!  


Nitekim, Hz. Ali kerremallahu vechehu ve radıyallahu anh efendimiz hazretleri, bir kâfirle cenk ediyordu. Bir hamlede, kâfiri yere yıktı ve kendisini dine dâvet etti:  

— İmâna gel seni salıvereyim, dedi.  

Kâfir, cevap verecek yerde Hz. Ali radıyallahu anh efendimizin yüzüne tükürdü. Hz. Ali, onun bu hareket ve hakareti üzerine, derhal ayağa kalktı ve kâfiri serbest bıraktı. Bu defa şaşırmak sırası o kâfire gelmişti:  

— Yâ Ali! Beni bastırdın, altına aldın ve tam öldürecektin ki, serbest bıraktın. Neden öldürmedin da salıverdin?  

Hz. Ali radıyallahu anh, kâfire şu cevabı verdi:  

—Eğer, yüzüme tükürmeseydin, seni Allâh rızası için öldürecektim. Oysa, yüzüme tükürünce araya nefsim girdi, ben de nefsime ve öfkeme uymayarak seni serbest bıraktım, deyince o kâfir derhal oracıkta imâna geldi.  


Şimdi aziz: Demek ki, hak için böyle öfkelenmek ve böyle öfkesini yenmek gerek ama hak için sevmek de gerek! Ne var ki, bunları ihlâs ile yapmak zordur. Onun için, öfkelenmemek daha hayırlıdır, öfkelenerek bir kula vurmak, azarlamak, ırzını yıkarak incitmek, hangi hal ve şartlar altında olursa olsun, reva değildir, Hak katında haramdır. 


Musa peygamber aleyhisselâm, bir kâfiri imâna dâvet etti. O kâfir de Musa aleyhisselâma kötü sözler söyledi. Musa aleyhisselâm, öfkelendi ve kâfire bir şeyle vurdu. Hemen o ânda, Musa aleyhisselâma hitab-ı izzet geldi: “Yâ Musa! Benden destursuz kuluma neden vuruyorsun?” Musa aleyhisselâm utandı ve yaptığına pişman olarak başını önüne eğdi. Görülüyor ki, herkese sabır gerektir. İşitmedin mi? 


Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz; kâfirleri dine dâvet ederken, müşrikler onun mübarek dişlerini kırdılar, öfkelenmedi ve onlar için hidayet diledi: “Ey Allahım! Kavmime hidayet buyur. Onlar, beni bilmezler,” buyurdu. Şu hâlde, kişiye öfkelenmemek ve nefse uymamak, sabretmek gerektir. Evet; mü'min ve Muvahhid ona derler ki, her işte sabreder. Sabretmeyen ayrılığa düşer, işleri acele olur. Unutmamalıdır ki: “El-aceletü min amel-iş şeytan.”  (Acele, şeytan işidir.) 


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

SABIR

Aziz: Sabır bahsinde bir asıl vardır ki, sabrın her nevi onda bulunur. Yukarıda da söylediğimiz gibi, nefse güç geleni ve nefse yaramayanı işlemek ve onun zahmetine katlanmak, ulu sabırdır. Nitekim, Resûl Aleyhissalâtü vesselam hazretleri buyurur: Kendisine kerih gelen şeylere sabredenler, çok büyük hayırlara nail olurlar. Beş vakit namazı yerli yerinde kılmak, tertibine riayet etmek, vakitlerini gözetip şaşırmamak, kış günlerinde soğuk su ile abdest almak, yaz günlerinde oruç tutmak ve susuzluğa katlanmak, akçesinden, devesinden sığırından, davarından, tahılından, pirincinden, üzümünden, pekmezinden, balından öşrünü ve zekâtını vermek, farz olan şeylerden ve özellikle öşrü farz olan şeylerden illetsiz öşrünü ve zekâtını gönül rızası ve rahatlığı ile vermek ve zahmetine sabretmek, müstahak olanlara ulaştırmak, hac farz olursa hacca gitmek, bütün kaideleri ve menâsiki ile hac farizasını yerine getirmek, her biri başlı başına birer nevi sabırdır. 


İbn-i Abbas radıyallahu anh buyurur ki: “Musibete sabretmekte sabr-ı-cemil odur ki, musibet ehlinin halini soranlar, musibet ehlinin kim olduğunu bilmeyip ancak sorarak öğrensinler. Bu, ister küçük, isterse büyük bir musibet olsun, musibet ehlinin zahirinde ve bâtınında bir kınama, bir şikâyet görülmemelidir ki, onun musibete sabretmesi gerçek olsun ve kendisine hesapsız ecir verilebilsin.” Günah işlememek ve küfre sabretmek nasıl olur, yukarıda anlatmıştım. Münasip hikâyeler de söylemiştim. Duydun ve anladın ki, Asiye ve Mâşite hatunlar, din yolunda nice mihnet ve meşakkatlere katlandılar. Şu hâlde, sen de gerektir ki sabır edesin, günah olacak veya -Ne'ûzü billah- küfür sayılacak işleri işlemeyesin. Açlıktan veya hastalıktan korkarak, şöhret veya dünya tamahı veya nefsin hazzı için günah sayılan işleri işlemeyesin. Sonra, pişman olmayıp hesapsız ecirler bulasın. Elinde bulunan malı, manasız ve lüzumsuz yerlere, şöhretlere, hengâmelere, çalgılara, zalimlere harcamayasın ve sabır edesin ki, bu dahi ulu sabırdır.  


Hâsılı, mü'min her belâya sabreder, razı olur ve darılmazsa, Allahu teâlâ da ondan razı olur ve ona darılmaz. Nitekim, Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz buyururlar:  

“Bütün belâlara razı olanlardan, Allâhu teâlâ da razı olur.” Bu sebeple, haktan gelene razı olmak gerektir. Fakir düşünce (Ah, bir zengin olsam.) zenginleşince (Ah, bir fakir olsam.) sağ ve sıhhatte iken (Ah, bir hasta olsam.) hastalanınca (Ah, bir iyileşip sıhhatime kavuşsam.) sevinince (Ah, bir tasalı olsam.) ve tasalanınca: (Ah, bir sevinebilsem.) dememeli, mihnette olunca rahat istememeli, rahatta olunca sıkıntı, mihnet aramamalı, sözün kısası haktan ne gelirse ona şükretmeli, haline razı olmalı, açlık veya tokluk kaygısına bile düşmemelidir. Zira, kul hayır ve fayda nerededir, bilmez: Allahu Teâlâ’nın hayrı, dilediği yerdedir. Şunu iyi bil ki, bir kişiye haktan bir şey geldiği zaman, nefs ondan incinir, kaşlarını çatar, yüzünü buruşturur ve üzülürse, bu da bir tür sabırsızlıktır, incinmektir, şikâyettir.  


Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri’nin (ks)

Müzekk-in Nüfus eserinden alıntıdır.

MÂŞİTE VE ASİYE HATUNLARIN SABRI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Ey aziz: Sabır, gayet güzel bir sıfattır ki kişiyi sevince iletir. Musibete sabredenleri, belâya sabredenleri öğrendikten sonra, Hak teâlâ yolunda nasıl can verdiler, onu da anlatayım:  


Firavunun hazinedarının Mâşite adında karısı vardı. Firavunun kızının dadısı idi. O Mâşite hatun, Musa peygamber aleyhisselâma imân etmişti. Allâhu Teâlâ’yı tevhid eder ve Musa aleyhisselâmı gerçek peygamber bilirdi. Bir gün, hamamda Mâşite hatun Firavunun kızının saçlarını tararken tarak elinden düştü. Eğilip tarağı alırken: “Bismillah! Allah’ı inkâr edene lanet olsun.” Yani: (Allah’a imân etmeyenler helak oldu.) dedi. Firavunun kızı, onun bu sözlerini duydu ve: “Yâ Mâşite, dedi. Ne yaramaz bir söz söyledin. Benim babamdan başka Tanrı var mı ki, böyle dersin? Varayım, babama söyleyeyim de seni cezalandırsın. 


Gerçekten, hamamdan çıkar çıkmaz meseleyi babasına anlattı. Firavun derhal Mâşite hatunu çağırttı ve azarlayarak sordu: “Sen böyle bir söz söylemişsin.” – “Evet, söyledim. Allâh birdir ve Musa aleyhisselâm hak peygamberdir.” Firavun, onu adamlarına yakalattırdı, türlü cezalar verdi ve bu sözünden dönmesini teklif etti, Mâşite hatun, dönmedi ve imanında ısrar edip bütün işkencelere tahammül etti.  


Sonunda onu çarmıha gerdiler ve kızgın güneşin altına bıraktılar, su vermediler. Hepsine sabretti, sözünden dönmedi. Nihayet, iki yavrusunu getirdiler. Büyük olan kızını, annesinin gerildiği çarmıhın önünde ve kanları annesinin ağzına akacak şekilde boğazladılar. “Gel, bu sözden dön kurtul, dediler. Kadıncağız, bu cefaya ve musibete de sabretti: “Lâ ilahe illallah Musa Kelimullah” diye diretti. Bu defa henüz memede bulunan küçük kızını da getirdiler, anasının göğsü üzerine bastırdılar. Yavrucak, meme emmek için anasının kucağına aldığını sandı, iki minik elleriyle anasının memesine yapışmak istedi, pembe dudaklarını uzattı. 


Tam bu sırada, şeytan-ı lâiyn geldi yetişti: “Yâ Mâşite! Şu zavallı yavrun olsun kurtulsun, hem de tatlı canından olma! O sözden vazgeç, hiçbir şey lâzım gelmez, sen yine bildiğini yaparsın. Yeter ki, sen ve yavrun kurtulunuz, diyerek kadıncağızı o halinde imanından ayrılmağa zorladı. O âhiret hatunu ağladı, ağladı ve bir ân şeytanın hilesine kapılır gibi oldu ve: (Evet, ben sözümden döndüm) diyeceği sırada, Hak teâlâ keremiyle o mini mini yavruya dil verdi: “Ey anacığım, diyordu o masum yavru. Sabret, inleyip ağlama! Hak teâlâ, senin için bir saray yaptırdı, o sarayda huriler ve gılmanlar sana müştaktır. Sabret ve Allah'ın rahmetine ulaş.”  


Mâşite hatun, yavrusunun bu ikaz ve ihtarı üzerine artık sesini çıkarmadı. O yavrucağı da anasının ağzında boğazladılar, kadını ve kocasını da içi su dolu bir kazana koydular ve altını ateşlediler. Su, fokur fokur kaynadı: “Bu sözden vazgeçin, sizi kurtaralım. Yoksa, erir gidersiniz, dedilerse de ikisi de aldırmadılar. Lâ ilâhe illallah Musa Kelimullah diyerek imanlarını izhar ve ilân ettiler. Bunun üzerine, kazanı öyle kaynattılar ki, bunların ne eti kaldı ne derisi, hep su oldular, eriyip geçtiler ve vardılar Hak teâlâ hazretleri katında hesapsız ecir buldular. Nitekim Hazret-i Hak azze ve celle buyurur: “Ancak; hicrete, mihnete ve tâat meşakkatine sabredenlerin ecri hesapsızdır.”  İş bu kadarla da kalmadı.


Firavunun karısı Asiye de Hz. Musa aleyhisselâma imân etmişti. Dünyadan bâkire olarak gitti. Çünkü, Hak teâlâ cinnilerden birisini onun suretine koymuştu, tıpkı tıpkısına Asiye'ye benzer yaratılmıştı. Asıl Asiye ise Firavunun yanma hiç sokulmaz, Firavun karısı sanarak hep cin ile düşer kalkardı. Asiye, Firavunun Mâşite hatuna, kocasına ve kızlarına yaptığı zulme çok yanmış, çok üzülmüştü. Din gayreti de galip gelmiş ve bu çirkin cinayetten sonra sarayına dönerek, büyük bir mâ'rifet yapmışçasına sedire yan gelen Firavuna:  “Ey bedbaht, demişti. Sen, bu halkın gerçekten en bedbahtı oldun Mâşite'yi, kocasını ve yavrularını feci şekilde öldürttün. Oysa, onların hepsi de günahsız ve masum idiler. Firavun, kulaklarına inanamıyordu: “Yâ Asiye! Sen de mi? diyordu. Sen de o din üzerine misin? Yoksa, aklını mı kaçırdın, deli mi oldun?”  


Artık, saklanacak ve gizlenecek bir tarafı kalmamıştı. Asiye, nefretle isyan etti: “Ben deli değilim, dedi. Sen de ben de yerin ve göğün bütün yaratılmışları da hepimiz o tek olan Allâhın kullarıyız. Hepimizin Allâhı birdir, ondan başka ilah yoktur. Sen ve ben, âciz birer âdemoğluyuz. Ama, asıl deli sensin ki, Allâhdan korkmuyor, peygamberinden de utanmıyor ve Tanrılık dâvasına kalkışıyorsun. Firavunun kan tepesine çıkmış, gözleri kan çanağı gibi olmuş ve sanki çılgına dönmüştü. Emir verdi ve Asiye’yi de yakalattı. Büyük bir tahta getirtti, Asiye'yi ellerinin ayaların dan ve ayaklarının ökçelerinden o tahtanın üzerine mıhladılar ve götürüp damda kızgın güneşin altına bıraktılar. Firavun, günde birkaç sefer gelir ve sözünden dönmesi için bazan yalvarır, bazan tehdit ederdi: “Gel bu sözden dön, seni yine kabul edip, salıvereyim yine sarayımın sultanı ol, yoksa bu azap içinde kalırsın der. 


Asiye, bütün bu zahmet ve meşakkatlere sabreder ve Rabbine şükrederdi. Nihayet, vücudunda yer yer yaralar peydah oldu, yaralarına kurtlar üşüştü, tenini yemeğe başladılar, güneş sıcağı ve susuzluk ciğerlerini kavurmağa başladı. Mukavemetinin gittikçe azaldığı bir sırada, Hak teâlâ gözlerinden hicabı kaldırdı ve ona cennetteki makamını gösterdi ve kendisine melekler göndererek selâmını bildirdi, hatırını sordurdu ve onu teselli etti. Melekler geldiler: “Hak teâlâ, sana selâm eyledi. O, benim için güneş altında bunca mihnet ve meşakkatlere katlandı, aç ve susuz zahmetler çekti hepsine sabretti ve imanından dönmedi. Bu şarabı içsin ve yüreği tazelensin, benim Hazretime gelsin ve kendisi için neler hazırladığımı görsün buyurdu, dediler. Asiye Hatun da meleklerin elinden cennet şarabını içti ve ruhunu hakka teslim eyledi, İbn-i Kisan der ki: “O hatun, sabrı bereketiyle cennete dahil oldu, halen cennet yiyeceklerini yer ve şaraplarından içer. (Kevâşi tefsirinde böyle zîkr olunmuştur.) Hem, o Asiye hatun âhirette Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerine hatun olacaktır.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

HZ. EYYÛB ALEYHİSSELAMIN SABRI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Belâya sabredenlerden birisi de Eyüp aleyhisselâm dır. Onun sabrı, âlemde meşhurdur. Eyüp aleyhisselâm, ne zaman namaza dursa, hiçbir şey onun gönlünü haktan ayırmazdı. Yani, onun gönlüne haktan gayrı bir şey gelmez ve girmezdi, İbadet ve tâat içinde, onun sabrı o kadar idi ki, Hak teâlâ onu meleklerine överdi. Sabrı ile yer ve gök doldu. Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail aleyhümüsselâm ile arşı taşıyan melekler, Hak teâlâ hazretlerinden Eyüp aleyhisselâmı ziyaret edebilmek için izin istediler. Daha sonra, yerde ve gökte ne kadar melek varsa, hepsi saf saf ziyaretine geldiler.  


Şeytan aleyh-ü-lâ'ne, bu şevket ve azameti görünce kandı ve Hak teâlâya niyazda bulundu: “Yâ Rab! Bu kuluna ne izzet ve ululuk vermişsin ki, bütün melekler azametle gelir ve onu ziyaret ederler.” 

Hak teâlâ buyurdu:  

— Eyüp, benim sabırlı kulumdur. Sabırlı kullarıma bu yapılanlar dahi azdır.  

Şeytan, tekrar niyazda bulundu:  

— Yâ Rab! Benim de senden bir dileğim var, müsaade buyur ben de gideyim ve o kulunu deneyeyim. Eğer, benim tecrübem de doğru çıkarsa senin o kulunun gerçekten sabırlı olup olmadığı belli olur, dedi.  

Hak teâlâ, ferman buyurdu:  

— Yâ mel'un, bir de sen tecrübe et.  


Şeytan, Eyüp aleyhisselâmın bulunduğu yere geldi ve evvelâ onun malına kast etti. (Bundan anlaşılıyor ki, şeytan müminleri yoldan çıkarmak istediği zaman, önce mallarına el atarmış, sonra evlatlarına el atarmış ve nihayet bedeninden tutarmış. Nitekim, Resûl aleyhisselâm da böyle buyurmuşlardır.)  


O yüzü ve bahtı kara şeytan, önce Eyüp aleyhisselâmın malına kast etti ki, malı ile onu yoldan çıkarabileceğini sandı. Eyüp aleyhisselâm ise, başını secdeye koymuş, Mevlâsına münâcat ediyordu. Melekler hisar gibi etrafını sarmışlardı, ta göklere kadar çevresi meleklerle dolmuştu. Bunun için, ona yaklaşıp nükteli söz söylemeye imkân bulamadı.  


Fakat, şeytan mağlûbiyeti kolay kolay kabul eder mi? Bir dağ başına çıktı ve gördü ki, Eyüp aleyhisselâmın davarları orada otluyorlar. Şeytan-ı lâin, bu dağın üzerinden öyle bir haykırdı ve ayağı ile dağı öyle bir sarstı ki, korkudan ovada bulunan hayvanların hepsi helâk oldu, bir tek canlı kalmadı. 


Şeytan, tekrar Eyüp aleyhisselâmın yanına döndü ve gördü ki, yine secdede bulunuyor ve etrafında da melekler oldukları gibi duruyorlar. Uzaktan seslendi: “Yâ Eyüp! Başını secdeye koymuş yatıyorsun ama senin ibadet ve tâatinden Hak Teâlâ vazgeçti. Sana kızdı ve dağdaki bütün davarlarını kırıp geçirdi. Bir tane bile bırakmadı. Burada, başın secdede daha ne kadar yatacaksın?  


Eyüp aleyhisselâm, şeytanın bu sözlerine aldırış bile etmedi. Namazını bitirdi, selâm verdi, hakka hamd-ü senâ eyledi ve sonra şeytana şunları söyledi: “Davarların hepsi helâk oldu diyorsun. Onlarla benim ne ilgim var? Onlar benim neyimdir? Ben, âciz ve zayıf bir kulum, kulun nesi varsa efendisinindir. Efendi, davarlarını kırmış, bana ne? Ben kulum ve kulluğumu bilirim” dedi ve tekrar secdeye vardı.  


Mel'un şeytan mahcup ve perişan baka kaldı ve malını telef etmekle zafere ulaşamayacağını anlayarak; bu defa da çocuklarına kastetti. Kişinin oğlu ve kızı, gönlünün meyvesidir. Gitti, gece vaktine kadar bir tarafa sindi ve hava kararınca, tekrar Eyüp aleyhisselamın evine geldi. Eyüp aleyhisselâmın karısı ile kışlarının bir döşekte yattıklarını gördü. Eyüp aleyhisselâmın dokuz kızı vardı. Şeytan, o masum kızların üzerlerine elini koydu ve öyle bir haykırış haykırdı ki, yavrucukların hepsi korkularından helak oldular. 


Hemen Eyüp aleyhisselâmın yanına koştu ve gördü ki, yine namaza durmuş ve etrafını çepçevre melekler kuşatmışlar. Meleklerin, onun etrafında böyle saf saf durmaları sana acayip gelmesin. Herhangi bir mümin, kalp huzuru ile el bağlayarak Hak teâlâ huzurunda durursa, bu ibadeti sırasında yerde ve gökte bulunan bütün melekler, ona hizmet etmeğe can atarlar. Zira, Allahu teâlâya ibadet edene hizmet etmek, Allâhu teâlâya hizmet etmek gibidir.


Şeytan, bu defa da meleklerden Eyüp aleyhisselâma yaklaşmaya imkân bulamadı ve yine uzaktan seslendi:  

— Yâ Eyüp! Bu senin yaptığın bütün ibadetler, Hak katında bir sinek kanadı kadar değersizdir. Allahu teâlâ, sana kızdı ve bütün kızlarını helâk etti. İnanmazsan git bak, 

hepsi bir döşek içinde cansız yatıyorlar, dedi.  

Eyüp aleyhisselâm yine aldırmadı:  

— Benimle ne ilgisi var? öldülerse. Hüküm, tek ve kahhar olan Allâhu Teâlâ’nındır. Yaratan ve can veren o idi, öldüren de yine odur, dilerse öldürür ve dilerse diriltir, bana ne? dedi ve yine secdeye vardı. 


Şeytan, çok üzüldü ve Eyüp aleyhisselâmı baştan çıkaramadığına çok canı sıkıldı, vardı ve yine Hak teâlâ hazretlerine niyazda bulundu:  

— Yâ Rab! dedi. O Eyüp kuluna ne yüce bir sabır vermişsin. Malını tamamıyla helâk ettim, gönlünü senden ayırmadı, evlâtlarını helâk ettim yine senden gönlünü ayırmadı. Müsaade buyur, gideyim onun bedeninden de tutayım, dedi.  

Hak teâlâ:  

— O kulum ki, kendisini bana ısmarladı ve benim tâatim de önde oldu. Sen, onu kandırmazsın. Şu gönül ki, benim kudretim elindedir, ona girmeye nasıl zafer bulabilirsin? Git, nasıl bilirsen öyle yap, buyurdu. Nitekim, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurur: “Her kim, Allah ile olsa; Allah da onunla olur.” 


Şeytan, döndü baktı ki Eyüp aleyhisselâm Rabi’sine niyaz ve Münâcatta bulunuyor ve melekler de kendisini zevkle dinliyorlar. (Aziz: Bir kul, Rabbine münâcat ve niyazda bulunursa, melekler onu dinlerler ve duası arasında ' ÂMİN derler.) Şeytan, yine azmetti, fakat Eyüp aleyhisselâma yaklaşmaya imkân bulamadı. Zira, melekler göklere kadar etrafını çepeçevre hisar gibi sarmışlardı. Yılmadı, bu defa aşağıya indi, yerin dibine kadar daldı ve yine meleklerin her tarafı sarmış bulunduklarını anladı. Âciz kaldı, bir türlü ona yaklaşamadı.


Nihayet, o habis burnunu yere vurdu ve domuz yeri kazar gibi kazarak içine girdi ve Eyüp aleyhisselâmın secde ettiği yere kadar sokulmaya muvaffak oldu. Eyüp aleyhisselâmın yüzüne bir kere ÜF deyiverdi, Hazreti Eyüp öyle sandı ki bütün gövdesi eridi, doğruldu ve canının acısından başını tekrar secdeye koydu, âdeta kendinden geçmiş gibi yatarken bütün vücudu zehirli yılan sokmuşçasına şişti, yarıldı ve çatladı. Yaralarından irinler ve sarı sular aktı, zamanla kurt üşüştü. Hâsılı, o hale geldi ki, yaralarındaki her kurt bir hıyar kadar büyüdü. Fakat, Eyüp aleyhisselâm bir kere dahi inleyip, sızlanmadı.  


Ey tâlib-i din kardeşim:  

Gör ki, Hak teâlâ dostlarını nice sınar ve onların üzerlerine düşmanlarını nice havale eder. Bütün bunlara rağmen, Eyüp aleyhisselâm bu zahmetlerden incinerek bir gün olsun şikâyet etmedi. Şeytan da onu hiç boş bırakmaz, hekim gibi yanına gelir giderdi. Fakat, Eyüp aleyhisselâm asla tedavi istemez ve yaralarına bakılmasına ve ilâç vurulmasına izin vermezdi.  


Bu zahmet ve mihnetler içinde aradan yedi yıl geçti. Eyüp aleyhisselâmın gövdesinde bir dirhem et kalmadı. Zira, Hak teâlâ kurtlara etini ve yağını yemelerini emretmişti. Yalnız, damarlarını ve sinirlerini yemekten sakınırlardı. Teni âdeta kalbura dönmüştü, güneş ışıkları üstüne vurduğu zaman, bir yanından bir yanına geçerdi. Kokusundan kimse yanına varamazdı. Fakat, tıpkı sağlığında ve sağlamlığında olduğu gibi daima ibadet ve tâ’atle meşgul olur, hiç tembellik ve gevşeklik etmezdi. Bütün bu zahmet ve mihnetlere, metanetle sabrederdi.  


Eğer, Eyüp aleyhisselâmın ne dediğini merak edersen, onu da söyleyeyim O, daima: “Şüphesiz ki ben derde uğradım, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin” (Enbiyâ sûresi: 83) derdi, belâlara sabreder ve asla incinmez, sızlanmazdı. “MESSENNÎD-DURRU” demesi, gerçi incinmek demek olur. Bu âyet-i kerimeyi tefsir ederken, müfessirler ve meşâyih başka başka mâna vermişlerdir.


Bir mânası da budur: Eyüp aleyhisselâm, bir gün güneşe karşı oturmuş, gövdesine üşüşen kurtları seyrediyordu. Kimi büyük, kimi küçük, kimi sarı, kimi ak, kiminin başı kara, hâsılı vücudunda beş bin türlü kurt vardı. İşte, bu kurtların girmesini, yemesini, çıkmasını ve çokluğunu seyrederken, kurtlardan birisi sıçradı ve yere düştü. Eyüp aleyhisselâmın, onun düşmesine gönlü razı olmadı ve onu alıp tekrar düştüğü yere koydu. O kurt, öyle sıkı tutundu ki, tenini kuvvetle ısırdı. O zamana kadar kurtlardan bu kadar acı duymamıştı. 


İşte bu sırada, Eyüp aleyhisselâm niyazda bulundu:  

— İlâhi! Bu kurt yere düştü ve ben onu tekrar elimle düştüğü yere koydum. Halbuki, o beni şiddetle ısırdı ve çok canımı acıttı.  

Hak teâlâ hazretleri buyurdu:  

— Yâ Eyüp! Böyle acıması nedendir bilir misin?  

— İlâhi! Ancak sen bilirsin.  

— Şimdiye kadar böyle bir acı duymamanın sebebi, kurtların senin vücudunu yemeleri belâsı benim emrimle idi. Onun için acısını duymuyordun. Oysa, şimdi kurdu kendi elinle ve kendi dileğinle yaranın üstüne koydun, bu sebeple daha çok canın acıdı. İnsanların kendi dilekleriyle olan şeylerin sonu böyle pişmanlık ve acı olur.  


Ey tâlip kardeş:  

Bunda sır ve mecaz çoktur. Eğer, biraz kafanı yorarsan anlarsın. Eyüp aleyhisselâm, kendi dileği ile, kendiliğinden iş işlediğini bildi ve kendi böyle bir belâyı seçmesinden incinerek MESSENİD-DURRU (Bana hastalık ve zarar İsabet etti) dedi. Yoksa, belâdan ve zahmetten incinip, sabır etmeyerek böyle söylemedi. MESSENNİD-DURRU tefsirinde Şeyh Mâ'ruf-u Kerhi rahmetullahi aleyh, şöyle buyurmaktadır: Hak teâlâ hazretlerine niyazda bulundum: 


— Yâ Rab! Kur'an-ı azim-ül-bürhanda: “Biz, Eyyüb'ü gerçekten (Nefsine, ehline ve malına erişen musibetlere) sabırlı bulduk. O, ne güzel kul idi. Daima Allâhu teâlâya döner, ona sığınırdı.” (Sa'd sûresi) Buyurdun. Şu hâlde Eyyub'un MESSENNİD-DURRU demesi ne idi? Hâtıftan bir nida geldi:  


— Yâ Mâ'ruf! Mihnetlere uğramış ve tenini kurtlar yerken, biz ona her sabah in'am ederdik. Tecelli kılar ve: (Es selâmü aleyk ey benim sabırlı kolum, nice sorayım seni.) derdik. Bu tecelli ve soruşumuz dolayısı ile, Eyyube mihnetleri rahat görünürdü, öyle ki, Eyüp hoşluğa döndü ve hoş olmak alâmetleri belirdi. O tecelli ve hatır soruşların kesilebileceği kaygısına düştü ve bu ayrılık korkusu ile inleyerek İNNÎY MESSENNÎD DURRU dedi.  


Şeyh Bayezid-i Bestamî rahmetullahi aleyh de bu ayetin tefsirinde buyurmuşlardır ki: “Ben, Eyüp aleyhisselâmın: Enbiya sûresi: 83. ayetinde inleyip bana hastalık isabet etti demesine hayret ettim. Hazreti Eyüp aleyhisselamın ruhuna teveccüh edip secde ettim. “Yâ Eyüp! Sen ki, övülmüş peygambersin. Allahu teâlânın verdiği belâdan niçin inlersin?” dedim, secdeye vardım, teveccüh ettim ve hemen o demde Eyüp aleyhisselâmın ruhu ile buluştum. Kendisine selâm vermek ve bu inlemesinin sebebini sormak üzere ileriye vardım, 


Eyüp aleyhisselâm önüme geçti ve bana selâm verdi ve dedi ki: “Yâ Bayezid’i O Hazret, öyle bir Hazrettir ki, kişi neye güvenip dayanırsa, itimat ettiği şey Allâh ile arasında perde ve hicap olur. Kişinin kendisine değil, Allahu teâlânın fazlına dayanması gerektiğini anladım. Oğuldan, kızdan, hısımdan, kavimden, maldan, rızıktan, sağlıktan hiçbir fayda olmadığını da anladım. Yani, sabırdan başka dayanacak bir şeyim olmadığını da sezdim. Ancak bu sabrında, benimle Mevlâm arasında bir perde olduğunu, ulu bir dağ gibi dostumla aramı ayırdığını fark edince, hiçbir şeye sahip olmadan Allah’a varabilmek için bir kere ah ederek o sabır dağını da kül gibi savurup, hiç eyledim. O Hazrete, işte böyle bir hiçlikle vardım. 


Hazret, bana: (Sen kimsin?) buyurdu. Cevap verdim: (İlâhi! ben bir hiçim, bende kimlik kalmadı ki, bir haber verebileyim) Kulluk makamında hiç olduğum için, benim iflâsımı ve yokluğumu kabul ettiler ve beni zâtından ve efalinden sual olunmayan ol padişahın yanma ilettiler. Şimdi, biz onun, oda bizimdir Yâ Beyâzid. Secdede bunları öğrenince bir nara atıp kendisine geldi ve: Peygamberim Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem, şeyhim Eyüp aleyhisselamdır, dedi.  


Bazı müfessirler de Eyüp aleyhisselâmın inlemesini duyan şeytanın fevkalâde sevindiğini ve: “Hah, Eyyub'u aldattım. Şimdi, bilinmişlik ten unutulmuşluğa çıkardım. Mevla’sından şikâyet ettirdim” diyerek memnuniyetini açıkladı. Bunun üzerine Hak teâlâ hazretlerinin, Eyüp aleyhisselâmı gayrete getirmek maksadı ile: “Ben, şikâyet ehli miyim ki, benden şikâyet edersin? İzzetim hakkı için, bir daha ah edersen, muhabbetimin tadını senden alırım ve artık seni yakınıma bırakmam” buyurduğu için değil Eyüp aleyhisselâm yukarıda açıklanan sebep nedeni ile inleyip ah etmişti. 


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)