Tam ilmihal Seadet-i Ebediyye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tam ilmihal Seadet-i Ebediyye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kadın da, erkek de, para kazanmak için harâm işlememelidir

 Kadın da, erkek de, para kazanmak için harâm işlememelidir ve hiçbir nemâzı kaçırmamalıdır. Ezelde ayrılmış olan rızk değişmez. Aynı rızk, halâlden istiyene halâl yoldan gelir. Harâm işliyerek istiyene de, harâm yoldan gelir. Câhillerin, (Bu zemânda kızım okumazsa aç kalır. Oğlum fâiz almazsa, işi bozulur) demeleri doğru değildir. Harâm işliyerek kazanmamalı demek, boş oturmalı, çalışmamalı demek değildir. Halâl yoldan çalışıp kazanmalı demekdir. Harâm yoldan kazanan, hem büyük günâhları işlemiş olur, hem de kazandıklarının hayrını görmez. Kazandıkları, hekîme, hâkime ve düşmanlarına gider ve günâh işlemekde kullanılır, insanı felâkete sürükler. Kazançları şübheli olan, hediyyeleşmeli ve ödünc almalı, aldıklarını kullanmalıdır. Hediyye ve ödünc gelen şeyler halâldir. 

(Se’âdet-i Ebediyye)

MUHABBET

“Bir kimse, bir âlimin güzel bir kitâb yazdığını duysa ve fakat o kitâbda yazılanları bilmese, onun ma’rifeti kosa ve kısıtlıdır. Bu yüzden o kitâbın sâhibine muhabbeti de o kadar olur. Ama, ilim ve akıl sahibi bir kimse, o kitâbı dikkatle okuyub, içindeki sağlam ve yüksek bilgilere erişirse, o müellife karşı muhabbeti artar.”


(Nadir Risaleler I; Rûhu’ş-Ârifîn, sf 242)

NEFS VE AKIL

(Tefsîr-i Azîzî)de, Fâtiha sûresini açıklarken, (Sırât-ı müstekîm)i uzun bildirmekdedir. Çok kısaltılmışı şöyledir: Allahü teâlâ, insanların ve hayvanların, yaşayabilmeleri ve üremeleri için, onlarda iki kuvvet yaratdı. Biri, muhtâc oldukları, lezzet aldıkları şeyleri istemek, onlara kavuşmak kuvvetidir. Bu kuvvete, (Şehvet) denir. İkincisi, yaşamalarına zarârlı olan, canlarını yakan şeylerden kaçmak, bunlara karşı savunmak kuvvetidir. Bu kuvvete, (Gadab) denir. Allahü teâlâ, insanların ve hayvanların yaşamaları, üremeleri için muhtâc oldukları şeyleri her tarafda, bol bol yaratmış, bunlara kolayca kavuşmalarını ve bulduklarını kolayca kullanabilmelerini ihsân etmişdir.

Allahü teâlâ, insanlarda şehvet ve gadab kuvvetlerini yaratmış, insanların muhtâc oldukları şeylere kavuşmaları için ve bulduklarını kullanabilmeleri için ve korkduklarına karşı savunabilmeleri için, bu iki kuvveti ihsân etmişdir. En lüzûmlu olan havayı her yerde yaratmış, ciğerlerine kadar kolayca girmesini ihsân etmiş, ikinci derecede lüzûmlu olan suyu, her yerde bulmalarını ve kolayca içmelerini de ihsân etmişdir. İhtiyâc maddelerini elde etmeleri ve elde etdiklerini kullanabilecekleri hâle çevirmeleri için, insanları çalışmağa mecbûr kılmışdır. İnsanlar çalışmazlarsa, muhtâc oldukları, gıdâ, elbise, mesken, silâh, ilâc gibi şeylere kavuşamazlar. Yaşamaları, üremeleri çok güç olur. Bir insan, muhtâc olduğu bu çeşidli maddeleri yalnız başına yapamayacağı için, birlikde yaşamağa, iş bölümü yapmağa mecbûr olmuşlardır. Allahü teâlâ, insanlara merhamet ederek, seve seve çalışabilmeleri, çalışmakdan usanmamaları için, insanlarda üçüncü bir kuvvet dahâ yaratdı. Bu kuvvet, (Nefs-i emmâre) kuvvetidir. Bu kuvvet, şehvetlere kavuşmak ve gadab edilenlerle döğüşmek için insanı zorlar. Fekat insanın nefsi, bu işinde bir sınır tanımaz. Yapdığı işler, hep aşırı, hep zarârlı olur. Meselâ hayvan susayınca, temiz suyu kolayca bulur, içer. Doyunca, artık içmez. İnsanın nefsi, doydukdan sonra da içirir. Sığır aç olunca, çayırda otlar. Doyunca, yatar, uyur. İnsan aç olunca, çayırda otlayamaz. Bulduğu otlar arasında seçim yapması, seçdiğini soyup, temizleyip, pişirmesi lâzımdır. Nefs, bu yorucu, usandırıcı işleri seve seve yapdırır. Fekat, hoşuna gideni, doydukdan sonra da yidirir. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, nefsin insanı felâkete sürüklemesine mâni’ olmak istedi. Hem nefsin arzûlarına uymağı sınırlıyan, hem de nefsi temizleyip emmârelikden ya’nî aşırı, taşkın olmakdan kurtaran emrler ve yasaklar gönderdi. Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile gönderdiği bu emr ve yasakların toplamına, (İlâhî din)ler veyâ (İslâmiyyet) denir. Bir insan, işlerini yaparken, islâm dînine uyarsa, nefsi, emmârelikden kurtulup, (mutmainne) olur. Bu zemân, şehveti ve gadabı fâideli olarak çalışdırır. Kitâbımızın üçüncü kısmının ellinci maddesinde yazılı olan, (Mektûbât)ın ikinci cildinin ellinci mektûbunda, nefsin temizlenmesi bildirilmekdedir. Nefs-i emmâre, şehveti ve gadabı aşırı çalışdırdığı için, buna uymak insana tatlı gelir. İslâmiyyete uymak ise, bu arzûları frenlediği, tahdîd etdiği için, insana acı, zor gelmekdedir. Bunun için insan, islâmiyyete uymak istemez. Nefse uymak ister. Se’âdete kavuşmak istemez. Felâkete sürüklenmek ister. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, insanlarda, se’âdeti felâketden, doğruyu iğriden ve fâideliyi zarârlıdan ayırabilen bir kuvvet de yaratdı. Bu çok kıymetli kuvvet, (Akl)dır. Şaşmıyan, yanılmıyan akla (Akl-ı selîm) denir. Akl-ı selîm sâhibi olan kimse nefsine uymaz. İslâm dînine uyar. Aklı dinlemiyen kimse ise, nefsine uyar. İslâm dînine uymak istemez. İslâm dînine uyana, (Müslimân) denir. Müslimân olmak için evvelâ (Îmân) etmek lâzımdır.


“Tam ilmihal” 

🌹Hüseyin Hılmi Işık ’rahmetullahi aleyh’🌹

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu zamanda, beş vakit namâzını doğru dürüst kılan kimse, *100 Şehîd* sevâbı alır. Onun için biz çok şanslıyız kardeşim, çok bahtiyârız. 


Arkadaşlardan birine sordum efendim. *Seâdeti Ebediyye kitâbını okudunuz mu?* dedim. Evet efendim okudum, dedi. *Kaç defâ okudunuz?* dedim. *Bir kere* dedi. Şaşırdım efendim. 


Bir kere okumakla ne olur ki? Çünkü bu, *İlim* kitâbıdır, bir defâda hiçbir şey anlaşılmaz. Onun için kendisine; *Bu kitâbı bir kere okuyan, hava alır*, dedim. 


*Böyle bir kitap, bir defâda anlaşılır mı kardeşim? Ben yirmi kere okudum, zevkini alamadım, hâlâ da okuyorum*, dedim. 


********


Bir gün, bir arkadaş geldi. Ona bir *Hadîs-i şerîf* öğretdim efendim. Birkaç defâ tekrar edince *Ezberledi*. Ona dedim ki: 


Ben size bir tâne *Hadîs-i şerîf* öğretdim. Siz de hergün *Bir tâne* öğrenseniz, otuz günde *Otuz* tâne eder. Bir senede *Üçyüz altmış*, on senede *Üç bin* eder, daha ne istiyorsunuz, dedim. 


Bilmiyorum ne yapdı? Her gün bir tâne öğreniyor mu acabâ? İnşallah öğreniyordur. 


********


Herkes *Ölüp* de kabrine konulduğunda, *Toprak* onu sıkacak kardeşim. Bu, herkese olacak, yâni herkes kabre girince, kabri onu *Sıkacak*, ama herkesi *Farklı* sıkacak. 


Meselâ mü’minleri, *Ana* şefkatiyle, yâni *Severek*, *Muhabbet* le sıkacak. Bir anne, yavrusunu severken nasıl sıkarsa, öyle sıkacak. Ama *Kâfirleri* böyle değil.


Onları *Azâb-ı ilâhî* olarak sıkacak, Allah korusun. *Azap* olarak sıkacak, *Acıtacak*, öyle ki kemikleri birbirine geçecek efendim. 


Yâni mü’minleri, *Sevgi* ile, *Muhabbet* le sıkacak, kâfirleri ise, *Nefret* ile ve *Gadab* ile sıkacak. Allah muhâfaza etsin.

TÜTÜN GÜNÂH MIDIR?

(Dürr-ül-muhtâr)ın beşinci cildinde buyuruyor ki:


Şâfi’î mezhebindeki âlimlerden Necmeddîn-i Gazzî diyor ki: (Tütün, önceleri yok idi. İlk olarak, 1015 [m. 1606] de, Şâmda kullanıldı. İçenler, serhoş etmediği­ni iddi’â ediyorlar. Buna inanılsa bile, gevşeklik verdiği meydândadır. Bu ise, ha­râm olmağa sebeb olur. Çünki imâm-ı Ahmedin, Ümm-i Selemeden “radıyallahü anhâ” bildirdiği haberde, (Serhoş eden ve gevşeklik veren şeyler yasak edildi) bu­yuruldu. Bir iki kerre içmek günâh olmaz. Hükûmet yasak edince, harâm olur. De­vâm edilirse, büyük günâh olur. Çünki, küçük günâhlara devâm etmek büyük günâhdır).


Hanefî mezhebine gelince; büyük âlim İbni Nüceym-i Mısrî “rahmetullahi te­âlâ aleyh”, (Eşbâh) kitâbında buyuruyor ki, (Âyet-i kerîmede ve hadîs-i şerîfler­de harâm olduğu bildirilmiyen şeyler, aslı üzere halâl olur. Veyâ halâl ve harâm di­ye hükm olunamaz. Hanefî ve Şâfi’î âlimlerinin çoğu “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, böyle şeyler halâl olur dedi. İbni Hümâm, (Tahrîr) kitâbında da böyle söylüyor. Bunun için, Besmele ile kesildiği bilinmiyen hayvâna ve zararı görülmi­yen ota halâl denir). Tütün de böyledir. Âlimlerin çoğuna göre, halâldir. Birkaçı­na göre ise, hükm verilemez. [(Uyûn-ül-besâir)de, Hamevî (Eşbâh)ı şerh ederken, (Bundan, tütün içmenin halâl olduğu anlaşılmakdadır) buyuruyor.] Hanefî âlim­lerinden, Şâm müftîsi, Abdürrahmân İmâdî, (Hediyye) adındaki kitâbında, (Tü­tün; soğan, sarmısak gibi mekrûhdur) buyurdu. İbni Âbidîn, bu satırları açıklar­ken buyuruyor ki:


(Vehbâniyye) şerhinde, (Tütün içmek ve satmak yasak edilmelidir) diyor. [Dör­düncü Murâd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, tütün içilmesini yasak etmişdi. Bu­nun zemânında bulunan Şernblâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” de, (Halîfe mubâh­ları yasak edince harâm olur) diyenler gibi, tütüne yasak demişdir. Dikkat edilir­se, yasak edilmelidir, dediği hâlde, yine harâm veyâ mekrûh dememişdir.]


Tütün içmek, orucu bozar. İsmâ’îl bin Abdülganî Nablüsî, (Dürer) şerhinde di­yor ki, (Zevcenin soğan ve sarmısak gibi ağzı kokutan şeyleri yimesi yasak edile­bilir. Tütün kokusunu sevmiyen kimse de, tütün içmesini men’ edebilir).


Mısrda, Mâlikî âlimlerinin büyüklerinden Alî Echürî, tütünün halâl olduğunu bildiren kitâb yazmış, burada dört mezheb âlimlerinin, tütünün halâl olduğunu bil­diren fetvâlarını nakl etmişdir. Allâme Abdülganî Nablüsî de tütünün mubâh olduğunu bildiren, (Essulh-u beynel-ihvân) kitâbını yazmışdır. Bu kitâb ve terce­mesi, Nûr-i Osmâniyye kütübhânesinde vardır. Harâm ve mekrûh diyenlere ce­vâb vermekdedir. (Ba’zı kimselere zarar verirse, yalnız bunlara harâm olur. Baş­kalarına harâm olmaz demekde ve bal, safra hastasına zarar verir. Fekat, başka­larına harâm değildir. Hattâ şifâdır. Herşey aslında halâldir. Harâm veyâ mekrûh diyebilmek için, delîl lâzımdır. Şerâb habîslerin en kötüsü olduğu hâlde ve Resû­lullah “sallallahü aleyhi ve sellem” islâmiyyetin bildiricisi olduğu hâlde, şerâba ha­râm diyemedi. Âyet-i kerîme ile yasak edilmesini bekledi. O hâlde, tütün içmek mubâhdır, halâldir. Kokusu mekrûhdur. Tab’an mekrûhdur. Şer’an mekrûh değil­dir) demekdedir.


İbni Âbidîn, devâm ederek buyuruyor ki, (Tütün içmek Şâfi’î mezhebinde ha­râm değildir. Kitâblarında, tenzîhen mekrûh denilmekdedir. Hattâ, zevce tütünü bırakınca, zarar görmezse, meyve gibi olur. Zevcin, tütün parası vermesi lâzım olur. Tütünü bırakınca, kadın zarar görürse, ilâç gibi olur. Tütün parasını vermesi, vâ­cib olmaz dediler. Câmi’ içinde tütün içmek, soğan, sarmısak yimek harâmdır.)


Tütüne harâm diyenlerin dayandığı, vesîka olarak ileri sürdükleri, (Berîka) ki­tâbının sâhibi Hâdimî “rahmetullahi teâlâ aleyh” seksenbeşinci sahîfesinde diyor ki: Âyet-i kerîmede, (Habîs olan şeyler harâmdır) buyuruldu. (Vâhidî) tefsîrinde, (Âyet-i kerîmedeki habîs, leş, kan ve domuz eti demekdir. Âyet-i kerîme, bu üçünü harâm etmekdedir) diyor. Hâlbuki, habîs olan herşey harâmdır. Her harâm habîsdir. Meselâ şirk, zulm, fâiz ve rüşvet habîsdir. İnsanın iğrendiği, pis dediği her­şey habîsdir denildi. Buna göre tütün de habîs ve harâm olur.


Yüzotuzüçüncü sahîfede diyor ki: İbâdet için, sevâb kazanmak için olmıyan bid’atlere, (Âdetde bid’at) denir. Un eleği, kaşık kullanmak gibi. Âdetde bid’at olan şeyleri yapmak, dalâlet, yoldan sapmak değildir. Vera’, takvâ sâhibleri de bunla­rı zarûret olunca kullanır. Kullanması günâh değil ise de, kullanmamak iyi olur. Ba’zıları, (Tütün ve kahve kullanmak da, âdetde bid’atdir. İkisi de harâm değil­dir ve mekrûh da değildir. Doğrusu da budur. Bunlara harâm diyen, bid’at-i âdiy­yeyi harâm etmiş olur. Sultânın yasak etmesine gelince, islâmiyyete uygun olan emr­leri dinlenir. Tabî’atine ve nefsine uyarak verilen emrleri değil) dedi. Bize göre, kah­ve belki böyledir. Fekat, bunu da, kullanmamak dahâ iyidir. Çünki, hakkında söz birliği yokdur. Tütüne gelince, harâm olmadığı doğru ise de, mekrûh olduğunda şübhe yokdur. Çünki, halâl olmasında söz birliği yokdur. Sultân, umûmun fâide­si için, bir mubâh şeyi yasak edince, dinlemek vâcib olur. Söz birliği olmıyan şeyi yasak edince, elbette vâcib olur. (Telvîh) kitâbında diyor ki, (Şübhe edilen şeyler harâm olur).


Binikiyüzkırküçüncü sahîfesinde diyor ki: Yimeği ve içmeği harâm eden sebeb­ler altıdır: Serhoş edenler, şerâb gibi. Necs olanlar, bevl ve kan gibi. Zarar veren­ler, kum, toprak gibi. İğrenç olanlar, menî ve sümük gibi. Habîs olanlar, tahta ku­rusu [biti] gibi. Öldürücüler, zehrli maddeler gibi. Tütün içmeği âdet edinenlere gelince, tütün bunlara zarar verir denildi. Çoğunun hastalığa yakalandığı görülmek­dedir. Böyle şeylerde, cinse, umûma bakarak karâr verilir. Birkaç kişiye göre ka­rar verilmez. Tütün ba’zı hastalıklara fâideli olmakdadır. Meselâ balgam, safra sök­mekdedir deniliyor. Fekat bu, câhillerin sözüdür. Doktorlar kullanmıyor. Müte­hassıslar böyle yazmıyor. Tersini bildiriyorlar. Ba’zı doktorlardan işitdik ki, tütün olmasaydı, Âdem oğlu bin sene yaşardı demişlerdir. [Mütercim fakîr, doktorlar­dan nakl olunan bu sözü, akla uygun bulmamakda ve hayret etmekdedir. Çünki, tütün ortaya çıkmadan önce de, insanlar, tabî’î ömrlerine uygun olarak yaşamış­dır. Asr-ı se’âdetden beri, bin sene yaşıyan bir kimse işitilmemişdir.]


Tütün serhoş eder de denildi. Yeni başlıyanlarda böyledir. Yavaş yavaş alışan­ları serhoş etmiyor. Şerâb da böyledir. İmâm-ı Muhammed, çoğu harâm olanın, azı da harâmdır dedi. Ba’zıları, bu sebeble, tütüne harâm dedi. Ba’zıları da, içmemek iyi olur dedi. Ba’zıları, tütün içmek, başkalarını râhatsız ediyor. Başkasına eziyyet vermek harâmdır dedi. Ba’zısı da, tütün; (Soğan, sarmısak yiyen, mescidimize yak­laşmasın!) hadîs-i şerîfine girer dedi. Fıkh âlimleri dedi ki, pis kokan şeyleri mes­cidden çıkarmak lâzımdır. Tütüne bid’at denildi. Fekat, i’tikâdda, inanmakda ve ibâdetlerde olan bid’at [devrim, değişiklik] harâmdır. Âdetlerde olan bid’atler ha­râm değildir, mubâhdır. Sünnete ve sünnet olmakdaki sebebe uymıyan bid’atler yasakdır. Meselâ, misvâkın sünnet olması, ağızdaki pis kokuyu giderdiği içindir. Tü­tün ise, bu hikmeti bozmakdadır. Dîne fâideli olan bid’atler güzeldir. Tütün böy­le değildir. Tütün habîsdir denildi. Selîm tabî’atli kimse, tütünden iğrenmekdedir. Oyun için, keyf için, kibr için içilir de denildi. Tütün aslında mubâh olsa da, bu se­beble harâm olur. Tütün isrâfdır denildi. Çünki, lüzûmlu değildir. Keyf için mal ver­mekdir. Çok mal verip alan da olur. İbâdetleri, meselâ cemâ’at ile nemâz kılma­ğı bırakmağa sebeb olur. Yalan, gıybet, nemîme, gevezelik gibi harâmlara da se­beb olur. Tütün içenlerin öldükden sonra rü’yâda görülmesi, mezârları açılınca, yüz­lerinin, ağızlarının değişmiş olması, mezârı duman dolmuş olması da bu sözü kuv­vetlendirmekdedir. Görülüyor ki, tütün için sözler ve fetvâlar başka başkadır. Değil câhiller, âlimler de, bu işin içinden çıkamamışdır. Ba’zıları halâldir, mubâh­dır dedi. Ba’zıları tehlükelidir dedi. Halâl diyenlere göre, birşeyin harâm olması için, harâm olduğu açıkca bildirilmiş olmalı veyâ harâm olduğu kolay anlaşılma­lıdır. Tütün, açıkca harâm edilmemişdir. Harâm olduğunu anlamak için de şimdi de müctehid yokdur. Eski müctehidlerin de, tütün için bir sözü yokdur. Müctehid olmıyanların, halâl veyâ harâm demesinin bir kıymeti olmaz. O hâlde tütün içmek, aslı üzere mubâhdır, halâldir. Tehlükeli diyenler ise, dahâ yukarda bildirilen sebeb­leri göz önünde tutmuşlardır. Tehlükeli diyenler, belki dahâ haklıdır. Çünki, bu se­beblerden birkaçı yanlış olsa bile, şübheden kurtulmaz. Hepsi bir araya gelince, kuvvetlenmiş olur. Şimdi müctehid kalmadı demek de, şübhelidir. Mutlak mücte­hid yok ise de, ictihâdları karşılaşdırabilecek (Mes’elelerde müctehid) şimdi bel­ki vardır. Eski müctehidler, tütün için birşey bildirmedi ise de, tütün, onların açık bildirdiği karârlardan birine bağlanabilir. Müctehid olmıyan âlimler, bu işi yapa­bilir. Tütün içmek, nihâyet şübheli kalmakdadır. Şübheliler ise, harâm olur. Ha-dîs-i şerîfde, (Şübheli şeyleri yapan, harâm da işler) buyuruldu. Mubâh veyâ teh­lükeli olan şeyi de çok yapmamak lâzımdır. Tütüne tehlükeli demek insâf olur. Mu­bâhlara fazla dalmak da, küçük günâh olur. Tütüne, aslında halâl desek bile, in­san buna alışıyor. Mubâhlar için de, kıyâmetde hesâb vardır. Tütünü ençok fâsık­lar içiyor. Başkaları, bunlardan görerek alışıyor. İhtiyâtlı davranmak her yerde iyi­dir.


Binüçyüzkırkyedinci sahîfede diyor ki: Hadîs-i şerîfde, (Soğan, sarmısak yiyen, mescidimize gelmesin!) buyuruldu. Çünki, melekler pis kokudan incinir. Pırasa gi­bi pis kokulu şeyleri yiyenler ve cüzzâm, baras hastaları, yarası kokanlar, üzeri ba­lık, et kokanlar da böyledir. Bunlar mescide sokulmaz. Mescide giderken çiğ so­ğan, sarmısak yimek, tenzîhen mekrûhdur. Pişmiş yimek mekrûh değildir. İlâc ola­rak yimek câizdir. (Yahyâ efendi fetvâsı), tütünü içmek de bunun için mekrûh olur dedi. Sâlih olan kimse, bu hadîs-i şerîfden korkarak tütün içmez. (Berîka) kitâbın­dan terceme burada temâm oldu.


(Hadîka)nın [1290] hicrî senesi İstanbul baskısı, yüzkırküçüncü sahîfesinde diyor ki, (Un eleği ve kaşık gibi şeyler zemân-ı se’âdetde yok idi. Sonradan mey­dâna çıkdılar. Böyle, Allahü teâlâya ibâdet etmek ve sevâb kazanmak niyyeti ol­maksızın meydâna çıkarılan şeylere, (Âdetde bid’at) denir. Bunlar, hadîs-i şerîf­de dalâlet, sapıklık olarak bildirilmiş olan bid’atlerden değildirler. Bunları yapan­lara cezâ verilmiyecekdir. Vera’ sâhiblerinin yapmaması dahâ iyi olur. Erkeklerin fazla yiyerek yağ bağlaması da böyledir. İmâm-ı Münâvî, (Câmi’-us-sagîr) şerhin­de, kıyâmet alâmetlerinden biri, erkeklerin yağlanmasıdır dedi. Âdetde bid’atler­den biri de, tütün ve kahve içmekdir. Zemânımızda iyi kötü her insan bunları kul­lanmakdadır. Bunlar için çeşidli şeyler söyleniyor ise de, sözün doğrusu, ikisine de harâm ve mekrûh dedirtecek bir sebeb yokdur. Her ikisi de, (Âdetde bid’at)dir. Herhangi bir sebeb göstererek bunlara harâm diyen kimse, âdetde bid’at olan şe­ye harâm demiş olur. Âdetde bid’ate harâm denilemiyeceğini, cumhûr-i ulemâ bil­dirmişdir. Sultânın emr ve yasak etmesine gelince, bunlar, Allahü teâlânın emr ve yasaklarına uygun olursa, itâ’at vâcib olur. Kendi düşüncesi, görüşü ile olana itâ’at vâcib değildir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bütün emr ve ya­sakları, Allahü teâlânın emr ve yasaklarına uygun idi. Kendiliğinden birşey bildir­medi. Böyle olmasaydı, Onun her sözüne itâ’at vâcib olmazdı. Sultânın, kendi ak­lı, düşüncesi ile verdiği emre itâ’at da, elbette vâcib olmaz. Ancak, emri veren, zulm, işkence yaparsa, milleti sıkışdırırsa, onun şerrinden, öldürmesinden korkan kim­senin, hele kan dökücü başkanın böyle mubâhları yasaklamasına itâ’at etmesi vâ­cib olur. Çünki, bir müslimânın kendini tehlükeye sokması câiz değildir. İşte, böyle yasaklandığı zemân, kahve, sigara içmemek vâcib olur. Fekat, yine, harâm veyâ mekrûh oldukları için değil, kanını, ırzını kurtarmak için içmemeğe niyyet et­mek lâzımdır. Ülül-emre itâ’at demek, müslimân olan âmirlerin, hak üzere olan emr ve yasaklarına uymak demekdir).


İsmâ’îl Hakkı hazretleri, ilk zemânlarında tütünün harâm olduğunu yazmışdı. Çünki, sultân Murâd, tütün içmeği yasak etmişdi. İçen öldürülüyordu. Bu âlim, tü­tünü değil, tütün içmeği, i’dâma sebeb olduğu için harâm demişdi. Hükûmet, tütün yasağını kaldırdıkdan sonra, yazdığı kitâbında, tütünün harâm olmadığını bildirmiş­dir. Mütercim fakîr, Bursada Orhân kütübhânesinde bu kitâbını gördüm.


(Feth-ur-rahîm) kitâbının yirmidokuzuncu sahîfesinden başlıyarak diyor ki: Mâ­likî âlimlerinden Alî Echürî (Gâyet-ül-beyân) kitâbında, şeyh Halîlden alarak bu­yuruyor ki, (Aklı götürüp hissi gidermiyen ve keyf veren maddeye (Müskir), ya’nî serhoş edici denir. Aklı giderip, hissi gidermez ve keyf vermezse (Müfsid), uyuşdu­rucu, heroik denir. Aklı da, hissi de gideren maddeye, (Mürkıd) veyâ (Münev­vim), uyutucu, hipnotik denir. Serhoş eden maddeyi içene Had cezâsı vurulur ve ser­hoş etmiyen az mikdârını içmek de harâmdır ve bu maddeler necsdir. Abdüllah-i Me­nûfî, esrâr otu veyâ haşîş denilen, hind keneviri otunun yaprakları için, müskirdir, çünki, esrâr almak için evinin eşyâsını satıyorlar dedi. Keyf vermeseydi, böyle yapmazlardı dedi. Şâfi’î âlimlerinden Zerkeşî de böyle dedi. Esrârın azı da, çoğu da harâmdır dedi. Şeyh Ebül-Hasen “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Müdevvene) şerhin­de ve allâme İbni Merzûk ve Şehâb Karâfî ise, esrârın, müfsid, uyuşdurucu olduğu­nu bildirdiler. Çünki, bunu alanlar kavga etmiyor, uyuşup kalıyorlar. Şâfi’î âlimle­rinden İbni Dakîk-ul İyd “rahmetullahi teâlâ aleyh” de böyle söyledi ve haşhaşdan elde edilen afyon, esrârdan dahâ kuvvetlidir. Çünki, afyonun az mikdârı serhoş edi­yor. Hâlbuki, necs olmadığında sözbirliği vardır dedi. Esrâr da necs değildir. Şerâ­bın serhoş etmiyen az mikdârını içmek harâm olduğu hâlde, esrârın serhoş etmiyen az mikdârının harâm olmadığını imâm-ı Nevevî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mü­hezzeb) şerhinde bildirdi. Benc ya’nî Jüskiyam [ban otu] ve afyon da, esrâr gibi olup, serhoş etmiyen az mikdârını yimek câizdir. [Fazla alındığı zemân, aklı ve a’sâbı bo­zan böyle otlardaki zararlı maddeleri ayırıp, bunları ve benzerlerini hap ve iğne hâ­linde keyf ve zevk ilâcı ismi ile talebelere, işcilere ve futbolculara satıyorlar. Ahlâk, nâmûs, din ve îmân ve vatan sevgisi gibi mukaddes bağlarımızı koparan bu uyuştu­rucu maddeleri satın almak ve kullanmak harâmdır. Büyük günâhdır.]


Tütün içmeğe gelince, aklı gidermiyor. Necs de değildir. Böyle olunca, tütün iç­mek harâm değildir. Başka dürlü zararlara sebeb olursa harâm olur. Zarar vermi­yen kimseye harâm değildir. Güvenilen bir ârifin [ya’nî mütehassıs tabîbin] haber vermesi ile veyâ kendi tecribesi ile zarar verdiğini anlıyana harâm olur. İslâmiyye­tin bildirmediği şeylerde ahkâm değişir. Zarar verince harâm olur. Zarar vermezse, harâm olmaz. Tütünü yeni içenlerde gevşeklik yapması, sıcak suya girende veyâ müs­hil ilâcı içende gevşeklik hâsıl olması gibidir. Yoksa, aklı giderdiği için değildir. Ak­lı giderdiği için gevşeklik yapıyor denilse bile, yine müskirdir denilemez. Çünki, keyf vermemekdedir. Afyonu, aklı gidermiyecek az mikdârda yimek câiz olduğu gibi, tü­tünü de aklı gidermiyecek mikdârda içmek câiz olur. Bu ise, insanlara göre ve içi­len mikdâra göre değişir. Bir kimsenin aklını gideren mikdâr, başkasının aklını gi­dermez. Görülüyor ki, tütün harâmdır, diyip kesin söylenemez. Bunu ancak din câ­hili veyâ inâdcı, müte’assıb olan söyler. Aklı gidermeyince, halâl olduğu anlaşılmak­dadır. Tütün, ispirto ile yıkanıp temizlendiği için necsdir de denilemez. Çünki bu söz, tütünün değil, ispirtonun harâm olduğunu göstermekdedir. İspirtosuz temiz­lenenlerin harâm olmadığı anlaşılır. Tütün, isrâf olduğu için harâmdır da denilemez. Çünki, mubâh olan şeyi almak için verilen mal isrâf olmaz. Zararlı olduğundan ha­râmdır demek de ilmî bir söz değildir. Çünki, zarar verene harâm olur. Zarar ver­miyene harâm olmaz. Herkese zararlıdır demek ilme ve tecribeye uygun değildir. Ba’zı hastalıklara fâidesi olduğu da görülmüşdür. Hanefî âlimlerinden şeyh Muham­med Nihrîrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, tabîb-i müslim-i ârifin sözü ile veyâ tec­ribe ile zarar verdiğini anlıyan kimseye tütün içmek harâm olur. Böyle kesin an­laşılmadıkca, halâl olduğuna fetvâ vermişdir. Bir başka fetvâsında da, aklını gi­deren veyâ zarar veren kimseye harâm olur. Başkalarına harâm olmaz, demişdir.


Tütün hakkında bir hadîs-i şerîf yokdur. (Pis kokulu ağaçdan yiyen, mescidimi­ze yaklaşmasın! İnsanlara eziyyet veren şeyi melekler de sevmez) hadîsinde bildi­rilen ağacın, soğan, sarmısak olduğu (Eşi’a) üçyüzyirmisekizinci sahîfede yazılıdır. Şâfi’î âlimlerinden Alî bin Yahyâ Ziyâdî fetvâsında, aklını giderene harâm olur. Baş­kalarının içmeleri harâm olmaz dedi. Büyük Şâfi’î âlimi Abdür-Raûf-i Münâvî de böyle fetvâ verdi. Şâfi’î âlimlerinden Şems-üd-dîn Muhammed bin Ahmed Şevbe­rî de böyle cevâb yazdı. Tütün, başka mubâhlar gibidir. Ya’nî kendisi harâm değil­dir. Aksini bildirenlerin ellerinde hiçbir vesîka yokdur. İnâd etmekdedirler dedi.


Hanbelî âlimlerinden Mer’î bin Yûsüf Mukaddisî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Tahkîk-ul-burhân fî-şân-id-duhân) kitâbında, başka zarar vermedikce tütünün ha­râm olmadığını, ateş dumanını ağza çekmek gibi olduğunu, bunun harâm olaca­ğını ise kimsenin bildirmemiş olduğunu yazmakdadır.


Yeni meydâna çıkan birşey, mubâha benzerse mubâh olur. Harâma benzerse ha­râm olur. Aklı olan bir din adamı, tütünü elbet mubâhlara benzetir. Zarara sebeb olmadıkca harâm diyemez.


Abdür-Raûf-i Münâvî, tütünü kötüliyen bir hadîs-i şerîf yokdur dedi. Görülü­yor ki, aklı gidermiyecek kadar tütün içmenin harâm olmadığını dört mezheb âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir). Alî Echürînin sözü burada temâm oldu.


1355 [m. 1936] senesinde, İskenderiyyede basılan (Celâl-ül-hak fî keşf-i ahvâl-i şirâr-il-halk) kitâbında ve Zerkânînin (İzziyye) şerhinde diyorlar ki, Alî Echürîye “rahmetullahi teâlâ aleyh” soruldu: Tütün için, (Şerâbdan ve yeşil otdan sakınınız!) hadîsi vardır. Çünki, Huzeyfe “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Resûlullah “sal­lallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile gidiyorduk. Bir ot görüp başını salladı. Sebebi­ni sordum. (Âhır zemânda, bu otun yapraklarını içecekler. Onunla serhoş olup, ne­mâz kılacaklar. Onlar kötü kimselerdir. Benden uzakdırlar. Allahü teâlâ onları sev­mez) buyurdu. Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” bildirdiğine göre, (Onu içen­ler, Cehennemde sonsuz kalacaklardır. Şeytânın arkadaşıdırlar. Tütün içenle mü­sâfeha etmeyiniz! Boynuna sarılmayınız! Ona selâm vermeyiniz! Çünki o, benim ümmetimden değildir) buyurdu. Bir habere göre de, (Onlar, eshâb-ı şimâldendir. Tütün, şakîlerin içkisidir. İblîsin bevlinden yaratılmışdır. Allahü teâlâ, sevdiğim kul­larımı aldatamazsın buyurunca, bevl yapmışdı. Ondan tütün otu hâsıl oldu) deni­liyor. Bunlara ne dersiniz? Alî Echürî hazretleri, cevâbında buyurdu ki, (Bunların hiçbiri hadîs değildir. Hadîs âlimleri, bunların yalan ve iftirâ olduklarını bildirdi­ler. Hem de, bu sözlerin düzgün ve edebiyyâta uygun olmaması da, Resûlullahın mu­bârek ağzından çıkmadıklarını göstermekdedir. Rebî’ bin Haysem buyurdu ki, güneşde ışık olduğu gibi, hadîs-i şerîflerde de nûr vardır. İftirâ olarak uydurulan söz­lerde ise, zulmet vardır. Hadîs uyduran, Cehenneme gidecekdir. (Buhârî) ve (Müs­lim)de yazılı hadîs-i şerîfde, (Söylemediğim birşeyi hadîs diyerek yalan söyliyen, Ce­hennemde ateşden kazık üzerine oturtulacakdır) buyuruldu. İmâm-ül-Haremeyn Abdülmelik “rahmetullahi teâlâ aleyh”, hadîs uyduran kâfir olur dedi ise de, küfr değil, büyük günâhdır. Tütün içmek aklını giderir veyâ zarar verirse yâhud nafaka­sı vâcib olanın nafakasını terke veyâ nemâzın vaktini kaçırmağa sebeb olursa, bu kimseye harâm olur. Başkalarının içmesi harâm olmaz.)


Müfsid, ya’nî uyuşdurucu olan maddelerin aklı gidermiyecek kadar az mikdâr­larını satmak ve her ilâcı satmak câizdir. Tütünü de, aklını gidermiyen kimselere satmak câizdir.


Yukarıdaki örnek yazılardan anlaşılıyor ki, tütün içmek, alkollü içkiler ve afyon, morfin, esrâr ve benzerleri uyuşdurucu maddeler gibi, harâm edilmemişdir. Bu fa­kîr, tütün dumanından hoşlanmıyorum. Hiç içmedim. Evimde bulunanlar da içmez. Fekat tabî’atim sevmiyor diye, harâm diyemem. Halâller belli, harâmlar bellidir. Müctehidlerin bildirdiği şübheliler de meydândadır. Şübheliler, müctehidlerden bir kısmının halâl, bir kısmının harâm dediği şeylerdir. Harâm diyenlerin, yapma­ması lâzım olur. Câiz diyenlerin de yapmaması, iyi olur. Tütün böyle değildir. Müctehid olmıyanların, üsûl ilmlerini okumıyanların, halâli, harâmı bilmemesi, şüb­heli demek olmaz. (Müctehid olmıyanların sözü, delîl-i şer’î olmaz) buyurulduğu, (Berîka)nın 94. cü sahîfesinde yazılıdır. Birşeyin halâl olması için delîl aranmaz. Fekat, harâm olması için aranır.


Bir cinsden olan şeylerin bütünü, nass ile harâm edilmiş olursa, bunlardan bir­kaçına halâl diyebilmek için, ancak bu zemân, bunların halâl olmasına delîl ara­mak lâzım olur. Harâm olduğu bildirilmiyen birşeye, halâl denir. Buna harâm di­yebilmek için, delîl aramak, isbât etmek lâzımdır. İbni Âbidîn “rahmetullahi te­âlâ aleyh”, (Zebâ’ih) kısmında, En’âm sûresinin yüzkırkbeşinci âyetini ve (Alla-hü teâlânın, halâl ve harâm diye açıklamadığı şey, Allahü teâlânın afv etdiği şey­lerdendir) hadîs-i şerîfini yazarak, harâm olduğu bildirilmiyen ve harâm edilmiş olanlara benzemiyen her şeyin mubâh olduğunu göstermekdedir. O hâlde, tütün için birşey bildirilmedi diyenlerin, tütüne harâm, mekrûh dememeleri, mubâh demeleri lâzımdır. Tütün hakkında hadîs-i şerîf denilen sözlerin iftirâ ve yalan ol­dukları açıkdır. Çünki, asr-ı se’âdetde Arabistânda tütün yokdu. İslâm memleket­lerine 1015 senesinde geldiğini yukarıda bildirmişdik.


Din bilgisi olan bir kimse, tütüne tahrîmen mekrûh diyemez. Çünki, İbni Âbi­dîn, beşinci cildde (İmâm-ı Muhammed buyurdu ki, tahrîmen mekrûh demek, ha­râm demekdir. İki imâm ise, harâma yakındır dedi. Ya’nî, vâcibi terk eden gibi, Ce­hennemde azâb görür ise de, inanmıyan kâfir olmaz dedi. Şübheli şeyler de böy­ledir. Şübheli şey demek, müctehidin, muhkem olmıyan, açık olmıyan, te’vîl edi­len âyet-i kerîmelerden veyâ hadîs-i şerîflerden, yâhud muhkem ise de, bir kişinin bildirmiş olduğu hadîs-i şerîflerden çıkardığı hükm demekdir. Tehlükeli demek, islâmiyyetin yasak etdiği şey demekdir) diyor. Görülüyor ki, tütün içmeğe tehlü­kelidir de denilemez.


Kötü alışkanlık, harâm işlemeğe alışmak demekdir. Harâm olmıyan şeyi kullan­mağa kötü alışkanlık demek, din adamına yakışmaz. Câhil olan, cesûr olur. İslâ­miyyetin izn vermediği sözleri, sıkılmadan söyler. Kendi tabî’atine, görüşüne uy­madığı için, din büyüklerinin sözlerine saçma demekden, Allahü teâlâya sığınırız.


Buğazına düşkün olanlar, yiyeceğe benzetilemez diyerek de tütünü kötülüyor­lar. Tütün bitkisini yakıp, dumanını çekmek, ihtiyâc değildir, câiz olmaz diyorlar. Günnük, ud ağacı, tütsü otunu yakıp koklamağa, acabâ ne diyecekler? Bunlar, yin­mez, içilmez, câiz olmaz mı diyecekler? Ölülerde ve dirilerde kullanılması sünnet olan şeyi de, yakılıp dumanı savruluyor diye, kötüliyecekler mi? Hâlbuki bunlar ve pis kokulu olan birçok otlar, A’râf sûresindeki, (Yerden çıkardığı zînet) kelime­sine dâhil olunmuşdur. Fukahâ-i kirâm “aleyhimürrahme” menâzır-i hasene ve ce­vârî-yi cemîle ile tena’um etmeği bile, (Allahü teâlânın kulları için, yerden çıkar­dığı zînetleri harâm edecek kimdir?) meâlindeki âyet-i kerîmeye dâhil etmişdir. Bu­nun için, câizdir buyurmuşlardır [(Mültekâ), (Mecma’ul-enhür)]. Pis kokulu olan sezâb, ya’nî sedef otunun, soğan kokusunu örtmesi için yinilmesi, (Şir’at-ül-islâm)da emr olunmakdadır. Tütün içmeği, günnük, tütsü otu yakmakdan ve sedef otundan ayırmak, te’assubdan başka ne olabilir? En’âm sûresinin, ellidokuzuncu âyet-i ke­rîmesindeki (Kitâb), Levh-i mahfûz veyâ ilm-i ilâhî olduğu, bütün tefsîrlerde ya­zılıdır. Kur’ân-ı kerîmde de, o kitâbdaki bütün harâmlar bildirilmişdir. Herkes, ilm ve ihlâsı kadar görebilir. Sünnet, icmâ’ ve kıyâs, Kur’ân-ı kerîmde bulunmıyan şey­leri eklemek değildir. Bunlar, Kur’ân-ı kerîmin içinde kapalı olarak bulunan bil­gileri meydâna çıkarmakdadır.


İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Zebâ’ih) kısmı sonunda buyuruyor ki, (Habîs demek, Eshâb-ı kirâmın beğenmediği şey demekdir. Çünki Kur’ân-ı kerîm, bunu onlara bildiriyor. Onlardan sonra meydâna çıkan şeyler, onların iyi veyâ ha­bîs dediklerinden hangisine benziyorsa, o da öyle olur). Tütün habîs değildir. Fıkh kitâbları, uyuşdurucu otlara bile habîs demiyor. (Redd-ül-muhtâr) beşinci cild, ikiyüzdoksanbeşinci sahîfede, (Çok yiyince serhoş eden katı maddelerin, otların aslı tâhirdir, temizdir, mubâhdır) diyor.


Bir kimseye zarar veren mubâh şey, ona harâm olur. Zarar vermediği kimsele­re harâm olmaz. Tütünün zarar vermediği kimseler çokdur. Aşırı içen ba’zı kim­selere zarar verirse, bunların çok içmesi harâm olur. Fekat, bunların az içmeleri­ne ve zarar görmiyenlere de harâm olur denilemez. Çoğu zarar veren şeyin azı da harâm olur demek pek yanlışdır. Herşeyin çoğu zarar verir. Ekmeğin, suyun da ço­ğu, zarar verir. Bunun içindir ki, doydukdan sonra yimek harâmdır. Fekat, çoğu za­rar veriyor diye, az yimek, içmek, harâm olur mu? Hattâ, ibâdet yapacak kadar yi­yip içmek farzdır. Yukarıda yazılı yanlış söz, âlimlerin, (Çoğu serhoş eden şeyin azı harâm olur) sözünden, bir câhilin anladığı şey olabilir. Serhoş eden şeyler zarar­lıdır. Fekat, her zarar veren şey serhoş edici değildir. Bu inceliği anlamak lâzım­dır.


Kendi sevmediği için, kendi düşünüşü ile tütünü harâmların arasına karışdırmak, çok tehlükelidir. Kur’ân-ı kerîmi, kendi re’yi ile tefsîr etmek olur.


(Hadîka) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, yimesi harâm olanları an­latırken buyuruyor ki, (Yimesi, içmesi zararlı olanlar üçe ayrılır: Birincilerinin za­rarını herkes bilir. Bunlar öldürücüdür. Her zehr ve cam tozu, demir ve cıva bile­şikleri, kirec ve benzerleri böyledir. Bunları yimek, içmek harâmdır. İkincilerinin zararlı olduğu bilinir ise de, öldürücü değildirler. Toprak, çamur, kil ve benzerle­ri böyledir. Bunları çok yimek, içmek mekrûh olup, zararsız mikdârları mubâhdır. Üçüncüleri, organlarında za’fiyyet olanlara zarar verirler. Sağlam olanlara zarar vermezler. Ba’zı kimselere balık eti, süt [yumurta, pasdırma, turşu, konserve eti], bal, zeytin yağı, biber zarar verir. Bunlar, yalnız zarar verenlere harâm, mek­rûh olur. Zarar vermiyenlere ise mubâhdırlar). Tütüne zararlıdır diyenler de, üçüncü kısmdan olduğunu söyliyebilmekdedirler. Her içeni öldürücü bir zehr olduğunu bildiren bir ilm adamı yokdur. Çünki, böyle olmadığını herkes bilmek­dedir. Tütünde bulunan (Nikotin) maddesi zehrli olduğu için, günde bir iki siga­ra içmek de, zehrlenmek olur diyen de işitilmemişdir. Çünki bu söz, havada, bo­ğucu olan karbon di-oksid gazı bulunduğu için, nefes almak zehrlenmek olur de-meğe benzer. Nikotinden katkat dahâ zehrli olan siyanür asidi, acı bâdemdeki amig­dalin glikozidinde vardır. Bu zehr bulunduğu için, acı bâdem zehrlidir diyen ve acı bâdem yimek harâmdır, mekrûhdur diyen yokdur. İstanbul diş hekimliği fakülte­si öğretim üyelerinin 1972 senesi toplantısındaki konuşmada, (Günde birkaç si­gara içmekle ağızda meydâna gelen nikotinin diş etlerini koruduğu, fazlasının ise zararlı olduğu) bildirilmişdir. Herşeyi fazla yimek, içmek zararlı olur. Aşırı mik­dârda tütün içenlerin de zarar görecekleri şübhesizdir. Bunu işitenlerin, sigara za­rarlıdır, kansere sebeb oluyor diyerek, günde bir, iki sigaranın da zararlı olacağı­nı sanmaları, bu yüzden harâm olur, mekrûh olur demeleri ilme ve akla uygun de­ğildir.


Hanefî âlimlerinden seyyid Ahmed Tahtâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Dürr­ül-muhtâr) hâşiyesinde diyor ki, (Necmüddîn Gazzî şâfi’î, tütün serhoş etmese de, gevşeklik verdiği için, harâm olur. Bir iki kerre içmek, büyük günâh olmaz dedi. Harâm demesi, küçük günâhdır demekdir. Şâfi’î âlimlerinin çoğu, tenzîhen mek­rûh dedi. Hanefî mezhebinde, soğan, sarmısak gibi, tenzîhen mekrûhdur.)


Tekrâr edelim ki, ictihâd, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sel­lem” bildirmediği şeyleri bulup bildirmek değildir. İctihâd, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde kapalı bildirilenleri anlayıp meydâna çıkarmakdır. Resûlullah “sal­lallahü aleyhi ve sellem” ileride ümmetinin başına gelecek şeyleri bilmiyor mu idi? Yoksa, harâm şeylerin meydâna çıkacağını bilip de, bildirmedi mi? Hâlbuki bildir­mesi farzdır. Herşeyi bildirmesine lüzûm yokdur. Fekat harâmları bildirmesi vazî­fesidir. Harâmların adını ayrı ayrı bildirmeğe de lüzûm yokdur. Tütünün, hadîs-i şerîflerde ve ictihâdlarda açıkca söylenmemesi, onların zemânında bulunmadığı için değildir. O zemânda bulunan birçok şeyin adı da, ayrı ayrı bildirilmedi. Müc­tehidler, kıyâmete kadar meydâna çıkacak herbirşeye halâl veyâ harâm diyebilmek için, umûmî üsûller, metodlar, kâ’ideler kurmuşdur. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde adı bildirilen şeyler, bu üsûlleri kurmağa yarayan temel ölçülerdir. Lü­zûmu olmıyanlar bildirilmemişdir. İşte, Hanefî mezhebinin kavâid ve üsûl-i mez­hebiyyesine göre, harâmlık şartlarını taşımıyan herşey mubâh olur. İbni Âbidîn, abdestin sünnetlerini ve üçüncü cildde, kâfirlerin islâm memleketlerini almasını anlatırken diyor ki, (Pezdevî) üsûlünde denildiği gibi, harâm olduğu açıkca bildi­rilmiyen herşey, sözbirliği ile mubâhdır. Çünki, Allahü teâlâ Bekara sûresinde, (Yer­lerde olan herşeyi sizin için yaratdım) meâlindeki âyet-i kerîmede, hepsinin mu­bâh olduğunu bildirmekdedir. Harâm edilmiyen şeylerin mubâh olduğunu mu’te­zilî olanlar söyler demek de, üsûl kitâblarına uygun değildir. (Tahrîr) kitâbında bil­dirildiği gibi, Hanefî ve Şâfi’î âlimlerinin çoğunluğuna göre, herşey yaratılışında halâldir. Ekmel-üd-dîn, (Pezdevî) şerhinde de böyle bildiriyor ve birşeyin harâm olduğunu işitmiyen kimselerin, o şeyi yimesi mubâhdır diyor. İmâm-ı Muhammed, (Leş ve şerâb, yasak edildikden sonra harâm oldu) diyerek, herşeyin aslında mu­bâh olduğunu, yasak edilince harâm olduklarını bildiriyor.


Tütünü seven yok demek, güneş yok demeğe benzer. Milyonlarca insan seve se­ve içiyor ve övüyor, savunuyor. Tütünü beğenmek, ona karşı aşk i’lân etmek de­ğildir. Zevk alarak içmek demekdir. Müftî, vâ’ız, imâm, âlim, câhil, fen adamı, dev­let adamı, tabîb, kimyâger, beğ, paşa, her zümrenin, zevkle içdiği nasıl inkâr olu­nabilir? Milyonlarla sâlih müslimânın ve halîfe-i müslimînin, şeyh-ül-islâmların kul­landığı şeye, kendi aklı ile ve kendi beğenmediği için, kötü alışkanlık demek, bu­nu harâmlara benzetmeğe kalkışmak, ancak câhillerin yapacağı işdir. İkinci Ab­dülhamîd hân “rahmetullahi aleyh” tütün içerdi. Kendisine Şemdinândan ve İske­çe şehrinden tütün gelirdi. İskeçe, Şemdinân ve Samsun tütünleri, kıyılmış hâlin­de, birkaç karış uzun, sarı ve latîf kokmakdadır. Çubuğa koyup içerlerken, etrâ­fa hoş kokusu yayılmakdadır. Bozuk, karışık tütün içerken iyi kokmazsa, hâlis ve hoş kokulusu kötülenemez. Acı biberi sevmiyen kimse, tatlı biberi, hattâ acısını da kötüliyemez. Bunlara mekrûh diyemez. Eğer derse, sözünün kıymeti olmaz. Her­kes, sevmediği şeye harâm, mekrûh derse, dîn-i islâm, hıristiyanlığa döner. Onun gibi karmakarışık olur.


İsrâf, harâm olan kötü birşeydir. Ceffel kalem, tütün mutlak olarak isrâfdır de­mek, ne büyük cesâretdir. Din âlimlerinin sözlerine temâmen yersiz ve değersiz de­mek ise, aczin, cehâletin ifâdesi olur. Bunları önce anlamak, sonra birer birer ve­sîkalarla çürütmek gerekir. Evet, isrâfın islâmiyyetdeki îzâhını, kısmlarını anlama-yıp, lügat ma’nâsı ile tasarlıyan bir kimse, isrâfın en fenâsı, tütün içmekdir deyip geçer. Çoluk çocuğun nafakasını kesmek suçdur. Bu durumda olanın suçu, niçin yalnız tütüne yükletiliyor da, en büyük sebeb olan tenbellik ve parayı çeşidli ha­râmlara, ihtiyâc olmıyan yerlere harc etmek kötülenmiyor? Zenginin günde bir iki dâne içdiği sigara veyâ fakîrin kendine ikrâm olunan bir sigarayı içmesine harâm diyebilmek için, fakîrin hergün nafakadan kesip tütün alması, sebeb olarak, neden ileri sürülüyor? Bu sözler, tütün düşmanlığını, koyu bir te’assubu göstermekdedir.


Tütünü bırakmak nefs ile mücâdele sevâbı kazandırmaz. Bedene ihtiyâcını ver­memek, zulm olur. Günâh olur. Nefs, ihtiyâca kavuşmakla doymaz. İhtiyâcdan faz­lasını ve harâmları ister. O hâlde, nefsle mücâdele, harâmlardan ve mubâhların faz­lasından sakınmakdır. Günde bir kerre tütün içmemek, nefsle mücâdele değildir. Tütünü, sıhhate ve keseye zararlı olacak mikdârda fazla içmemek mücâdeledir. Yal­nız tütün ile değil, bütün mubâhlarla da nefs mücâdelesi böyle olmak gerekir.


Tütünü, afyona benzetmek de, onun herkese harâm olacağını göstermez. Ter­sine olarak, zarar yapmıyacak kadar az içenlere mekrûh bile olmadığını, gösterir. Çünki, derin âlimler, ya’nî müctehidler, afyon gibi uyuşdurucu maddeleri, harâm olan içkilerden ayırmakdadır. (Dürr-ül-muhtâr) üçüncü cild, yüzaltmışaltıncı sa­hîfede, (Benc, ya’nî Ban otu denilen uyuşdurucu otu yimek mubâhdır. Çünki ot­dur. Bununla serhoş olmak harâmdır) diyor. (Hâd-id-dâllîn) kitâbına bakınız! Ban otuna tabâbetde jusquiame ve Hyoscyaunus denilmekdedir. İnsana zararlı ve fâideli te’sîrleri Dr. A.Heraudun fransızca (Plantes medicinales 1927) kitâbında uzun yazılıdır. İbni Âbidîn bunu açıklarken buyuruyor ki, (İmâm-ı a’zam ile, İmâm-ı Ebû Yûsüf mubâh dedi. İmâm-ı Muhammede göre, çoğu serhoş edenin azı da harâm olur. Fetvâ da böyledir denildi. Fekat çoğu serhoş edenin azı da harâm olur sözü, sıvı olan içkiler içindir. Ba’zı kitâblar, böyle olduğunu açıkca bildirmek­dedir. Böyle olmasaydı, safran, anber gibi, fazlası serhoş eden birçok katı madde­lerin az mikdârını yimek de harâm olurdu. Bunlara harâm diyen hiçbir âlim gör­medim. Hattâ şâfi’î âlimlerinden, çok içilince serhoş eden sıvıların, azını içene de had vurulur diyenler, yalnız sıvılar için söylemişlerdir. İmâm-ı Muhammede göre, Ban otu ve safran gibi maddelerin az mikdârını yimek harâm olsaydı, bunlar necs, pis olurdu. Çünki, imâm-ı Muhammede göre, çoğu serhoş edenin, azı da ha­râmdır ve necsdir. Hâlbuki, Ban otu ve benzerlerinin necs olduğunu hiçbir âlim bil­dirmedi. Ban otunun ilâc olarak kullanılması câizdir. Aklı giderip keyf verici ola­rak kullanılması câiz değildir. İmâm-ı Muhammedin sözü mâyı’, ya’nî sıvı hâlde­ki içkiler içindir. Ban otu ve benzerleri, katı oldukları için, ancak serhoş olmak için kullanılmaları harâm olur. Bu da, çok mikdârda kullanılmaları harâm olur demek­dir. Az mikdârda kullanılmaları harâm olmaz. Meselâ, Anberi ve benzerlerini ko­ku için ve Skamonya denilen zehrli mahmûde otunu müshil olarak kullanmak ve diğer katı zehrli ilâcları az mikdârda kullanmak harâm olmaz. Bunların az mikdâ­rını kullanmak câizdir. Zarar veren çok mikdârlarını kullanmak harâmdır). Çok içilince serhoş eden sıvı hâlindeki içkilerin, serhoş etmiyen az mikdârlarını ilâc için kullanmak ise, böyle değildir. Sıvı içkilerin az mikdârını zarûret olmadan, ilâc ola­rak kullanmak, sözbirliği ile câiz değildir, harâmdır. Kırkbirinci maddede tiryâk kelimesine bakınız!


Kötü alışkanlıkların islâmiyyetde yeri yokdur. Çünki, kötü alışkanlık, harâm iş­lemeğe alışmak demekdir. İçki, kumâr, zinâ alışkanlığı böyledir. Tütün harâm değildir ki, kötü alışkanlık olsun. Tütünün harâm, kötü olduğunu isbât için söyle­dikleri bütün sözlere dikkat edilirse, bunlar birer sebeb, vesîka olmayıp, tütünü zâ­ten harâm kabûl ederek, peşin verilen hükmler olduğu hemen görülür. Böyle başlangıclar ise, mantık ilminde, delîl, sened olmakdan uzakdır.


Tütün neden abes olsun? Abes, lehv ve la’b demekdir. Fâidesiz iş yapmağa, boş­yere vakt geçirmeğe denir. Çalgı ile, oyun ile vakt geçirmek böyledir. Tütün, vakt öldüren bir iş değildir ki, abes denilsin. Tütün içmek, fâideli iş yapmağa mâni’ ol­muyor. Tütün içerken kitâb okunur. Müsâfir ile sohbet edilir.


Büyüklerin yanında, câmi’lerde, va’zlarda, muhterem yerlerde içilmemesi de, harâm veyâ mekrûh olacağını göstermez. Büyüklerin yanında yatılmaz. Bunlara ve Kâ’beye karşı ayak uzatılmaz. Va’zda, dersde meyve, ekmek bile yinmez. Böy­le, birçok yerlerde ve sıkıntı duyanların yanında yapılmıyan çok şey vardır ki, baş­ka yerlerde ve yalnız iken hiçbiri harâm veyâ mekrûh değildir. Câmi’de alış veriş etmek, yüksek sesle konuşmak, kan aldırmak mekrûhdur. [Birinci kısmda, yetmiş­birinci maddeye bakınız!]. Fekat bunlar, câmi’ dışında mekrûh değildir. Hattâ dı­şarda alış veriş ibâdetdir. Kan aldırmak, mekrûh değil, sünnetdir. Tütüne abes de­nilemez. Nitekim, çatal, kaşık kullanmak, koku, esans sürünmek de abes değildir.


İhtiyâc deyince yalnız mi’deye giren şeyleri anlamak, pek basît bir görüşdür. Be­denin, rûhun çeşidli ihtiyâcları olduğu, din kitâblarında da, aktüel anlayışda da yer almakdadır. Bütün duyu organlarımızın başka başka ihtiyâcları olduğu gibi, sinir sisteminin, hattâ her organın ayrı ihtiyâcları vardır. Bu ihtiyâcların, ekmek, su gi­bi mühim olduğu, bedîhiyyât hâlini almışdır. Fıkh kitâblarında, akla gelmiyen, çe­şidli ihtiyâclar görüyoruz. Meselâ, (Dürr-ül-muhtâr)da, (Burnu ve teri silmek için mendil satın almak, ihtiyâc için olursa câizdir. Kibr, gösteriş için olursa, tah­rîmen mekrûhdur) diyor. Görülüyor ki, birşeyi kullanmak bile, niyyete göre ihti­yâc olmakdadır. Doydukdan sonra yimek harâmdır. Fekat, oruc tutmak veyâ mü­sâfiri utandırmamak için olunca, halâl, hattâ sevâb oluyor. Müsâfire ikrâm için, ha­râm, halâl oluyor da, harâm olmıyan tütünü ikrâm etmek neden suç olsun? Tütü­nü kötüliyenler, bu hücûmlarını, keşki, islâmiyyetin harâm etdiği şeylere karşı yap­salardı, çok sevâb kazanırlardı. İslâma büyük hizmet etmiş olurlardı. Fekat, şey­tân herkesi bir tarafdan yakalıyor. Hem islâmiyyete saldırtıyor, hem de, ibâdet yap­dığını sanarak, kibre, ucba sürüklüyor. Bunları anlamadan konuşmak, dîne de, söz sâhibine de kusûr getirir. Din adamının önce iyi yetişmesi, bundan sonra konuş­ması ve yazması lâzımdır. Hissî konuşmak, ya’nî kendi görüşlerini, dînin emrleri ve yasakları durumunda göstermeğe kalkışmak ve yapılan işlerin, halâl mi, harâm mı olacağını ayırırken te’assuba kapılıp, nüsûsa dayanmamak, insanı hüsrâna gö­türür. Hele, tütüne harâm demek için, bunun fizyolojik, terapötik ve toksik te’sîr­lerini, (Elbette şöyledir, elbette böyledir) diye kesin açıklamak, pek gülünc olmak­dadır. Tütünün te’sîrlerini bildirmek için, almancadan terceme etdiğim ve Ame­rikan doktorlarının neşr etdiği mütehassıs raporları, üçüncü kısm, ellidördüncü madde sonuna doğru bildirildi. İyi okunursa, bu konudaki söz sâhiblerinin, tütü­ne kötü demediği, birkaç günde bir içilen bir iki sigaranın, alkol gibi zararlı olma­dığı anlaşılır.


Tütüne harâm diyen birkaç âlim ve mekrûh diyenler oldu. Dikkat edilirse, bü­tün bu kitâblarda, tütüne ba’zı şartlar (Nafakadan kesilmesi, dumanı ile başkası­nı râhatsız etmesi, çok içerek bedene zarar vermesi... gibi şeyler) bağlanmakda, bu şartlar için kötülenmekdedir. Yoksa, mücerred tütünün içilmesini kötüliyen hiç­bir âlim yokdur. Hâdimînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Berîka) kitâbından yap­dığım, yukarıda yazılı terceme bunu açık göstermekdedir. Dinde söz sâhibi olmı­yan kimselerin, ilmî kıymetden mahrûm konuşmaları ve duhân risâleleri, şübhe­siz, sözümüzün dışında kalmakdadır. O hâlde, sigara içmenin kötülenmesine se­beb olan şartları taşımıyan bir kimsenin az mikdârda tütün içmesine, harâm ve mek­rûh dememek lâzım gelir. (El-Ukûd-üd-dürriyye)nin ve (Hadîka) ikinci cildinin so­nunda, tütünün harâm olmadığı vesîkalarla isbât edilmişdir. Tahtâvînin (Merâkıl­felâh) hâşiyesi, orucu bozanlarda da uzun yazılıdır.


Şâm âlimlerinden Mustafâ Rüşdünün [1318] senesinde İskenderiyyede basılan (Tuhfet-ül-ihvân mâ kîle fiddühân) kitâbında, insanın sıhhatini bozan, zarar veren şeyleri ve isrâfı uzun anlatıyor. Tütünün böyle olmadığını bildiriyor. Tütüne ha­râm demek, vera’ ve takvâ da olmaz. Vera’ sâhibleri, Allahü teâlânın harâm etme­diği şeye, harâm diyemez diyor. Hanefî âlimlerinden allâme Abdüllah bin Muham­med Nihrîrî ve Şâfi’î âlimlerinden Alî bin Yahyâ Nevreddîn Ziyâdî ve Abdürra­ûf-i Münâvî ve şeyh Alî Şevberî ve şeyh İsmâ’îl-i Sencîdî ve Mâlikî âlimlerinden allâme Küllî ve Hanbelî âlimlerinden şeyh Mer’î “rahmetullahi teâlâ aleyhim ec­ma’în”, tütünün harâm olmadığına fetvâ vermişlerdir diyor. Zararı ve lüzûmu ol­mıyan şey için mubâh, zihn durgunluğunu giderip, hâfızasını kuvvetlendirene mendûb, terk edince zarar verene vâcib, kullanınca zarar verene harâm, içmek is­temiyene, tütün içmesi mekrûh olur, diyor. Şerâb böyle değildir. Şerâba alışan, tev­be etse, şerâbı terk etdiği için hasta olup, ölse, sevâb olur.


Tütünü, alkollü içkilerden dahâ kötü bilenlere ve sigara içenleri sevmiyenlere doğru yolu göstermek için, uzun yazmak zorunda kaldım. Kendi hislerine aldan­mamalı, âlimlerin çoğunun, meselâ şeyh-ul-islâm Ebülbekâ, Ahmed bin Alî Ha­rîrî, İsmâ’îl Mer’aşî, kâdî Abdürrahîm, Ganîm bin Muhammed Bağdâdî, şeyh-ul­islâm Behâî, Muhammed Tarsûsî, Muhammed Kehvâkî, Mısr âlimlerinden Yûsüf Decvî ve Muhammed bin Abdülbâkî Zerkânî, allâme Abdülganî Nablûsî, Abdür­rahmân bin Muhammed İmâdî [978-1051], allâme Alî Echürî, Mahmûd-i Saminî, Osmân Bedreddîn, seyyid Abdülhakîm efendi ve büyük âlim, veliyy-i kâmil mev­lânâ Hâlid-i Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” buyurdukları gibi, zarar ve alışkanlık yapmıyacak kadar az içilen tütüne harâm ve mekrûh demek­den sakınmalı, kesesine ve sıhhatine zarar vermiyecek kadar az içenleri fâsık, gü­nâhkâr bilmemelidir. Türkiye gazetesinin (İnsan ve Kâinât) dergisi, 1986 Mayıs nüs­hasında diyor ki, (78 Amerikan hastahânesinde, beşbin hastada yapılan tecribe­lerde anlaşıldı ki, fazla sigara içenlerde kalb hastalığı tehlükesi üç misli artmak­da, sigarayı bırakdıkdan bir sene sonra, tehlüke yarıya inmekde, iki sene sonra hiç içmiyen gibi olmakdadır.)  

[Tam ilmihal Seâdet-i Ebediyye]

Hurmet-i musâhere nedir ?

 Bakması câiz olan yere, şehvetden emîn olanın dokunması da câizdir. Bir hadîs-i şerîfde, (Ananın ayağını öpmek, Cennet kapısının eşiğini öpmek gibidir) buyuruldu. Fekat, yabancı genç kadının eline ve yüzüne bakmak câiz olduğu hâlde, şehvetden emîn olsa dahî, dokunmak, tokalaşmak câiz değildir. Herhangi kadın ile zinâ etmek veyâ herhangi bir yerine şehvet ile dokunmak, unutarak veyâ yanılarak bile tutsa, hanefîde ve hanbelîde (Hurmet-i musâhere)ye sebeb olur.


Ya’nî, o kadının neseb ile ve süt ile olan anası ve kızları ile o erkeğin evlenmesi, kızın da, oğlanın oğlu ve babası ile evlenmesi ebedî harâm olur. [Bir baba ile kızı arasında hurmet-i musâhere hâsıl olursa, kızın anası ile, ya’nî adamın zevcesi ile adam arasındaki nikâh bozulmaz. Kadın başkası ile evlenemez. Adamın bu kadını boşaması lâzım olur. Bu kadın ile evli kalması ebedî harâm olur. Dâmâd ile kayın vâlidesi arasında hurmet-i musâhere hâsıl olursa, dâmâdın zevcesini boşaması lâzım olur. Dâmâd, bu kadın ile, sonsuz olarak, bir dahâ evlenemez (Bezzâziyye).] Kızlar, kendilerinden emîn olsalar da, yabancı erkeklere dokunmaları câiz değildir. Şehvet ile dokunurlarsa, hurmet-i müsâhere hâsıl olur. Kızın ve ihtiyârların şehveti, kalbinin meyl etmesi demekdir. Şehvete sebeb olmıyacak derecede ihtiyâr kadınla müsâfeha etmek [tokalaşmak] ve elini öpmek, kendinden emîn olana câiz ise de, yapmamak dahâ iyidir.


Erkeklerin, (Ebedî mahrem)leri olan kadınlarla berâber halvet etmeleri ve sefere [meselâ hacca] gitmeleri câizdir. Bir adamın ebedî mahrem olmıyan kadınla (Halvet) [ya’nî tenhâ yerde yalnız kalmak], tarafeyne göre, harâmdır. Başka müttekî erkek veyâ bu adamın ebedî mahremlerinden biri veyâ zevcesi ile birlikde bulunursa, harâm olmaz. Halvet etmekle veyâ önünden başka yerine şehvetle bakmakla, hurmet-i musâhere hâsıl olmaz.

Kaynak: Tam İlmihâl-Se’âdet-i Ebediyye

SETR-İ AVRET ve KADINLARIN ÖRTÜNMESİ

 Mükellef olan, ya’nî âkıl ve bâlig olan insanın nemâz kılarken açması veyâ her zemân başkasına göstermesi ve başkasının bakması harâm olan yerlerine (Avret mahalli) denir. Erkeğin ve kadının avret mahallini örtmesi, hicretin üçüncü senesinde gelen, (Ahzâb) ve beşinci senesinde gelen (Nûr) sûrelerinde emr olundu. Hanefî ve Şâfi’î mezheblerinde erkeklerin, nemâz için avret mahalli, göbekden diz altına kadardır. Şâfi’îde göbek, hanefîde diz avretdir. Buraları açık olarak kılınan nemâz sahîh olmaz. Nemâz kılarken, vücûdün diğer kısmlarını, [kolları, başı] örtmek [ve uzun cübbe ve antâri yoksa, çorap giymek] erkeklere sünnetdir. Açık kılmaları mekrûhdur.


Hür olan kadınların ellerinden ve yüzlerinden başka her yerleri, bilekleri, sarkan saçları ve ayaklarının altı, nemâz için hanefîde avretdir. Ellerin üstü avret değildir diyen kıymetli kitâblar çokdur. Bunlara göre, kadınların bileklerine kadar ellerinin üstü açık kılmaları câiz olur. Fekat, kitâbların hepsine uymuş olmak için, kadınların elleri örtecek kadar uzun kollu nemâzlık veyâ geniş baş örtüsü ile elleri örtülü olarak kılmaları, dahâ iyi olur. Kadınların ayakları nemâzda avret değildir diyen de varsa da, bu âlimler de, nemâzda örtmesi sünnet, açması mekrûhdur dedi. [Sarkan saçın da, ayak gibi olduğu (Kâdîhân)da yazılıdır.] Erkeğin veyâ kadının avret uzvlarından herhangi birinin dörtde biri, bir rükn açık kalırsa, nemâz bozulur. Azı açılırsa bozulmaz. Nemâzı mekrûh olur. Meselâ, ayağının dörtde biri açık olan kadının nemâzı sahîh olmaz. Kendisi açarsa hemen bozulur. (Umdet-ül-islâm)da diyor ki, (Kadının topuk kemiği veyâ bileği veyâ boynu veyâ saçı açık olarak kıldığı nemâzı sahîh olmaz. İnce olup içindeki uzvun şekli veyâ rengi görünen kumaş, yok demekdir). Şâfi’îde kadının iki elinden ve yüzünden başka her yeri her zemân avretdir.


İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh”, (Redd-ül-muhtâr)da buyuruyor ki:


Avret yerini örtmek, nemâzda da, nemâz dışında da farzdır. İpek ve gasb edilmiş, çalınmış kumaşla örtülü olarak nemâz kılmak tahrîmen mekrûhdur. Hiçbirşey bulamıyan bir erkeğin, yalnız ipek bulunca, ipekle de örtmesi lâzım olur. Yalnız iken kılarken de, örtmek farzdır. Temiz elbisesi bulunan kimsenin karanlıkda, yalnız iken de çıplak kılması câiz değildir. Kadınların, nemâz dışında, yalnız iken, diz ve göbek arasını örtmesi farz olup, sırtını ve karnını örtmesi vâcib, başka yerlerini örtmesi edebdir. Evde yalnız iken, başı açık dolaşabilir. Görünmesi câiz olan onsekiz erkek yanında, ince baş örtüsü örtmeleri evlâdır. İyi olur. Yalnız iken avret yeri, ancak özr ile açılabilir. Meselâ halâda açılır. Yalnız olarak gusl abdesti alırken açmak mekrûh olur veyâ câizdir veyâ küçük yerde câiz olur da denildi. Nemâz dışında, necâsetli elbise ile de örtünmek lâzım olur.


(El-fıkh-u-alel-mezâhibil-erbe’a)da diyor ki, (Erkeklerin ve kadınların nemâzda örtmeleri farz olan ve erkeklerin erkeklere ve kadınlara ve kadınların mahremlerine göstermeleri harâm olan yerleri, dört mezhebde aynı değildir. Fekat, kadınların yüzlerinden ve avuç içlerinden ve dışlarından başka yerlerini yabancı erkeklere ve müslimân olmıyan kadınlara göstermeleri ve bunların bakmaları üç mezhebde de harâmdır. Ancak, şâfi’îde, fitneye sebeb olacağı zemân, yüzü ve elleri de, yabancı erkekler arasında avret olur.) Kadınların, yabancı erkeklere yalnız yüzünü ve avuçlarını açması câiz ise de, erkeklerin, müslimân olsun, kâfir olsun, yabancı kadınların yüzlerine ve avuçlarına şehvet ile bakması câiz değildir. Kadınların bakması câiz olan yerlerine, meselâ yabancı kadınların yüzlerine, avuçlarına ve avret yerlerinin resmlerine ve konuşan çocukların avret yerlerine, lüzûmsuz olarak şehvetsiz bakmak mekrûhdur. Konuşmağa başlamamış olan küçük çocukların avret mahalli, yalnız sev’eteyndir. Erkek çocukların, on yaşına kadar, kızların ise, gösterişli oluncıya kadar galîz avretlerine, bundan sonra, bütün avret yerlerine bakmak câiz değildir.

Hayvanların avret mahalli yokdur. Oğlanların yüzüne şehvet ile bakmak da harâm olup, şehvetsiz bakmak, güzel olsalar da câizdir.


(Fetâvâ-i Hayriyye)de diyor ki, (Fitne tehlükesi olunca, âkıl ve bâlig olan güzel oğlanı, babası, kendi evine, terbiyesi altına alır. Sefere, ilm öğrenmeğe, hacca sakalsız göndermez. Bunu kadın gibi korur. Fekat yüzüne peçe örtmez. Sokakda her kadının yanında iki şeytân vardır. Oğlanın yanında onsekiz şeytân vardır. Bunlara bakanları aldatmağa çalışırlar. Ananın, babanın meşrû’ emrlerine itâ’at etmesi farzdır. Fitne tehlükesi olmıyan âkıl, bâlig oğlunu babası zorla evinde tutamaz).


[(Mecma’ul-enhür)ün ikinci cildinde diyor ki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yabancı kadınların yüzlerine şehvet ile bakanların gözlerine, kıyâmet günü ergimiş kızgın kurşun dökülecekdir) buyurdu. (Birgivî vasıyyetnâmesi)ni şerh eden, Kâdî zâde, göz âfetlerini anlatırken diyor ki, Nûr sûresi, otuzuncu âyetinde meâlen, (Ey Resûlüm “sallallahü aleyhi ve sellem”! Mü’minlere söyle, harâma bakmasınlar ve avret yerlerini harâmdan korusunlar! Îmânı olan kadınlara da söyle, harâma bakmasınlar ve avret yerlerini harâm işlemekden korusunlar!) buyuruldu.


(Rıyâd-un-nâsıhîn)de diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vedâ’ haccında, (Yabancı kadına şehvet ile bakan bir kimsenin gözleri ateşle doldurulup, sonra Cehenneme atılacakdır. Yabancı kadın ile toka edenin kolları ensesinden bağlanıp, Cehenneme sokulacakdır. Yabancı kadın ile, lüzûmsuz yere şehvet ile konuşanlar, her kelimesi için, bin sene Cehennemde kalacakdır) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki: (Komşu kadına ve arkadaşların kadınlarına şehvet ile bakmak, yabancı kadınlara bakmakdan on kat dahâ günâhdır. Evli kadınlara bakmak, kızlara bakmakdan bin kat dahâ çok günâhdır. Zinâ günâhları da böyledir).


(Berîka) kitâbında diyor ki, (Üç şey, göze cilâ verir: Yeşilliğe, akar suya ve güzel yüze bakmak) ve (Üç şey gözü kuvvetlendirir. Sürme çekmek, yeşilliğe ve güzel yüze bakmak) hadîs-i şerîfleri, bakması halâl olan kimselere bakmanın fâidesini bildirmekdedir. Yoksa, yabancı kadınlara, kızlara bakmak, gözü za’îfletir ve kalbi karartır. Hâkim, Beyhekî ve Ebû Dâvüd bildiriyorlar ki, Ebû Ümâmenin “radıyallahü anh” bildirdiği hadîs-i merfû’da, (Yabancı bir kızı görüp de, Allahü teâlânın azâbından korkarak, başını ondan çeviren kimseye Allahü teâlâ ibâdetlerin tadını duyurur) buyuruldu. İlk görmesi afv olunur. Bir hadîs-i şerîfde, (Allah için yapılan cihâdda düşmanı gözleyen veyâ Allah korkusundan ağlıyan veyâ harâmlara bakmıyan gözler, kıyâmetde Cehennem ateşini görmiyeceklerdir) buyuruldu].


Yedi veyâ on yaşında olan gösterişli kızlar ve onbeş yaşını dolduran veyâ bâliga olan bütün kızlar, kadın hükmündedir. Böyle kızların başları, saçları, kolları, bacakları açık olarak, yabancı erkeklere görünmeleri ve erkeklere tegannî etmeleri, onlarla yumuşak, cilveli konuşmaları harâm olur. Kadınların, yabancı erkeklerle, alış-veriş gibi, ihtiyâc olduğu zemân, fitneye sebeb olmıyacak şeklde, sert konuşması câizdir. Erkekler arasında yüzünü açmaları da böyledir. Kadınların, başı, saçı, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları ve yabancı erkeklere, lüzûmsuz yere, seslerini duyurmaları, erkeklere şarkı söylemeleri, plâk ile, film ile de duyurmaları, Kur’ân-ı kerîm, mevlid, ezân okuyarak duyurmaları büyük günâhdır. [Kadınların, kızların ince, dar veyâ kürklü örtü ile ve küpe, gerdanlık gibi zînet eşyâsı açık olarak ve erkekler gibi giyinerek ve saçlarını erkekler gibi traş ederek sokağa çıkmaları harâmdır. Bunun için, geniş bile olsa, pantalon ile örtünmeleri de câiz değildir. Pantalon, erkek elbisesidir. (Tergîb-üs-salât)daki hadîs-i şerîflerde, (Örtülü olan çıplaklara ve erkek gibi giyinen kadınlara ve kadın gibi giyinen, süslenen erkeklere la’net edildi). Hele dar pantalon, erkeklere de câiz değildir. Çünki, kaba yerleri dışardan belli olmakdadır. Bundan başka, kadınların pantalon giymeleri eskiden de, şimdi de islâm âdeti değildir.


Dinsizlerden, islâm tesettürünü bilmiyenlerden gelmekdedir. Harâmlar yayılsa, yerleşseler de, islâm âdeti olamazlar. Kâfirlere benziyenin, onlardan olacağı, hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Pantalon, manto altına giyilebilir ise de, mantonun pantalon yokmuş gibi dizleri örtmesi lâzımdır. Şalvar, çok geniş olduğu için, âdet olan yerlerde, kadınlar için de, iyi bir örtü olur. Âdet olmıyan yerlerde fitneye sebeb olursa, kullanması câiz olmaz. Kâdî Senâullah-ı Pâni-pütî, Şâh Veliyyullah-ı Dehlevînin (Tefhîmat) kitâbı sonundaki yedinci vasıyyetini açıklarken, (Gömlekle ve peştemal sararak ve na’lın giyerek ve benzeri şeylerle sokağa çıkmak, eskiden islâm âdeti idi. Şimdi, bu âdetin bulunmadığı yerlerde, bunlarla sokağa çıkmak, gösteriş olur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, gösterişi, şöhret yapmağı yasak etmişdir. Mü’minlerin âdeti olan şeylerle örtünmelidir. Ayrılık yapmamalıdır) buyuruyor. Geniş manto ile örtünmek âdet olan yerlerde, kadının çarşafla sokağa çıkması da böyledir. Ayrıca, islâm örtüsü ile alay edilmesine sebeb olarak, günâh da olur. İkinci kısm otuzdokuzuncu maddenin sondan 3. cü sahîfesine bakınız! (Fâideli Bilgiler) 281 den başlıyarak kadının örtünmesi uzun yazılıdır.]


Nemâzda ve nemâz dışında, avret yerini başkalarının yan taraflardan görmemeleri için, örtmek farz olup, kendinden örtmesi farz değildir. Rükü’da iken, kendi avret yerini kendi görürse, nemâzı bozulmaz. Fekat, bakması mekrûhdur. Cam gibi, naylon gibi, altının rengi görünen şey ile, örtü olmaz. Örtü dar olup veyâ bol ise de, herhangi avret yerine yapışıp uzvun belli olması, nemâza zarar vermez. Fekat, böyle, başkalarına karşı örtülmüş olmaz. Başkasının, böyle belli olan kaba avretine bakmak harâmdır. Erkeklerin (Sev’eteyn) denilen ön ve arka uzvları ve kaba etleri (Kaba avret)dir. Yorgan altında çıplak yatan bir hasta, başı yorgan içinde iken, îmâ ile nemâz kılınca, çıplak kılmış olur. Başını yorgandan dışarı çıkarıp kılarsa, yorganla örtülü kılmış olup, câiz olur. İnsanın örtünmesi değil, avret yerinin örtünmesi şartdır. Karanlıkda, yalnız odada, kapalı çadırda çıplak kılmak câiz değildir.


Avret yerini örtmekden âciz kalan kimse, nemâzda oturduğu gibi veyâ dahâ iyisi, ayaklarını kıbleye uzatıp, elleri ile önünü örtüp, îmâ ile kılar. Çünki, avret yerini örtmek, nemâzın diğer farzlarından dahâ mühimdir. [Görülüyor ki, çıplak kalanın da, nemâzı vaktinde kılması, kazâya bırakmaması lâzımdır. Tenbellikle kılmıyanların ve kazâ nemâzlarını ödemiyenlerin, büyük suç altında sorumlu olduklarını, buradan da anlamalıdır.] Çıplak olan, yanında bulunanlardan örtü ister. Söz verilirse, vaktin sonuna kadar bekler. Su olmayınca, suyu ümmîd edenin de vaktin sonuna kadar, su beklemesi, ancak bundan sonra teyemmüm etmesi lâzımdır. Parası olanın su ve örtü alması lâzımdır. Dörtde birinden azı temiz olan örtüden başka birşey bulamıyan kimsenin, bu örtü ile kılması veyâ oturup îmâ ile kılması câiz olup, dörtde biri temiz olan örtü ile, ayakda kılması lâzımdır ve nemâzını iâde etmez.


Seferî olan, bir mil içinde, içmeden fazla su bulamazsa, necâsetli örtü ile kılar ve iâde etmez. Mukîm olanın, ya’nî müsâfir olmıyanın, necs örtü ile kılması câiz değildir. Temizlemesi mümkin ve lâzımdır. Çünki, şehrde su bulmak ihtimâli fazladır. Su bulunmadığı muhakkak ise, mukîm de necâsetli örtü ile kılabilir ve teyemmüm eder. (Redd-ül-muhtâr)ın beşinci cildinde buyuruyor ki:


İnsanların, birbirine görünmesi ve bakması, dört dürlüdür:


Erkeğin kadına, kadının erkeğe, erkeğin erkeğe, kadının kadına bakmasıdır. Erkeğin kadına bakması da dörde ayrılır:


Erkeğin yabancı hür kadına, kendi zevcesine ve kendi câriyelerine ve bakması câiz olan onsekiz akrabâsına, başkalarının câriyelerine bakmasıdır.


Erkeklerin yabancı kadının yüzünden ve avuçlarının içinden ve dışından başka yerine bakmaları dört mezhebde de harâmdır. Kızların yüzlerine şehvet ile bakmaları da harâmdır. Bunun için, kızların yüzlerini de örtmeleri lâzımdır.


Hasî, ya’nî burulmuş, husyeleri çıkarılmış olanın bakması da harâmdır. İnsanı burmak harâmdır. Hayvanı, ancak semizletmek için câizdir.


Erkeklerin, erkeğin göbeği ile dizi arasına bakmaları harâmdır. Bunun dışına, şehvetsiz bakmaları câizdir. Zevcesine ve kendi câriyelerine tepeden tırnağa kadar, şehvet ile dahî bakması ve bunların ona bakmaları câizdir.


[Erkeğin avret mahalli, üç mezhebde, göbek ile diz arasıdır. Hanefîde diz avretdir. Göbek avret değildir. Şâfi’îde, göbek avret olup, diz avret değildir. Mâlikîde her ikisi de avret değildir. Hanbelî ve Mâlikînin bir rivâyetlerinde, erkeğin yalnız sev’eteyni avret olduğu (Mîzân-ül-kübrâ)da yazılıdır. Uylukların avret olmasında icmâ’ olmadığı için, uylukları açık olanlardan, ehemmiyyet vermiyenler, kâfir olmakdan kurtulmakdadır. Şî’îlere göre avret yeri de, yalnız sev’eteyndir].


Erkek, nikâhla alması ebedî, sonsuz harâm olan onsekiz kadının ve başkasının câriyelerinin başına, yüzüne, gerdanına, kollarına, dizden aşağı bacağına, şehvetden emîn ise, bakabilir. Göğüslerine, koltuk ve yanlarına [böğürlerine], uyluk ve dizlerine ve sırtına bakamaz. Kadınların buralarına da (Galîz) ya’nî (Kaba avret) yerleri denir. Her kadının, buralarını nemâzda, yabancı erkeklerin yanında, şekli belli olmamak üzere geniş olarak örtmeleri lâzımdır. Câriyeler, görünmesi câiz olan yerleri açık nemâz kılabilirler.


İslâm dîninde, iki dürlü kadın kıyâfeti vardır: Birincisi, hür olan islâm hanımları, yüzlerinden ve ellerinden başka, her yerini temâm örter. (Halebî-i kebîr)de, meyyitin kefenini bildirirken diyor ki, (Erkekler kamîs ile, kadınlar dır’ ile örtünür. Her ikisi de, omuzdan ayağa kadar örter. Kamîsin yakası omuzdan, dır’ın yakası göğüsden ayağa kadar açıkdır). Görülüyor ki, islâm kadınları, şimdiki manto ile örtünmekde idi. Çarşafla örtünmeleri, sonradan âdet oldu. Geniş, uzun manto, kalın baş örtüsü ve uzun çorap, şimdiki çarşaflardan dahâ iyi örtmekdedir. (Dürer-ül-Mültekıte) dördüncü sahîfede diyor ki, (İslâmiyyet, kadınların örtünmesi için belli bir örtü emr etmedi). İkincisi, câriye [ya’nî, harbde esîr alınmış olan hizmetci kadın] kıyâfeti olup, erkeklerin yanında, başlarını, saç, boyun, kol ve bacaklarını örtmeleri lâzım değildir. Müslimân adı taşıyan ba’zı kadınların, islâm hanımı kıyâfetini bırakıp, câriye, hizmetci kıyâfetini beğendikleri, esefle görülmekdedir.


Kâfirler, zındıklar, müslimân hanımlarını aldatmak için, (İslâmiyyetin başlangıcında kadınlar örtünmezdi. Peygamber zemânında, müslimân kadınları, başları, kolları açık gezerlerdi. Sonradan, kıskanç din adamları, kadınların örtünmelerini emr etdiler. Kadınlar, sonradan kapandı. Umacı gibi oldu) diyorlar. Evet, kadınlar açık gezerdi. Fekat, hicretin üçüncü senesinde (Ahzâb) ve beşinci senesinde (Nûr) sûreleri gelerek, Allahü teâlâ örtünmelerini emr eyledi. (Mevâhib-i ledünniyye)de diyor ki, (Hicretin yedinci senesinde, Hayber gazâsından dönerken, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, esîrler arasındaki Safiyyeyi “radıyallahü teâlâ anhâ” bir gece çadırına aldı. Eshâb-ı kirâm, Safiyyenin zevce olarak mı şereflendiğini, yoksa câriye olarak hizmet mi etdiğini anlıyamadılar. Zevcelere lâzım olan hürmeti ve hizmeti yapabilmek için, bunu Resûlullaha da sorup anlamağa sıkıldılar. Sabâh çadırdan örtülü çıkarılıp, perde arkasında götürülürse, zevce olduğunu anlarız dediler. Perde içinde götürüldüğünü görerek, zevcelikle şereflenmiş olduğunu anladılar). Görülüyor ki, Resûlullah zemânında, hür kadınlar, bütün bedenlerini örterlerdi. Bir kadının, hizmetçi olmayıp, hür hanım olduğu, her yerini örtmesinden belli olurdu.


Bakması câiz olan yere, şehvetden emîn olanın dokunması da câizdir. Bir hadîs-i şerîfde, (Ananın ayağını öpmek, Cennet kapısının eşiğini öpmek gibidir) buyuruldu. Fekat, yabancı genç kadının eline ve yüzüne bakmak câiz olduğu hâlde, şehvetden emîn olsa dahî, dokunmak, tokalaşmak câiz değildir. Herhangi kadın ile zinâ etmek veyâ herhangi bir yerine şehvet ile dokunmak, unutarak veyâ yanılarak bile tutsa, hanefîde ve hanbelîde (Hurmet-i musâhere)ye sebeb olur.


Ya’nî, o kadının neseb ile ve süt ile olan anası ve kızları ile o erkeğin evlenmesi, kızın da, oğlanın oğlu ve babası ile evlenmesi ebedî harâm olur. [Bir baba ile kızı arasında hurmet-i musâhere hâsıl olursa, kızın anası ile, ya’nî adamın zevcesi ile adam arasındaki nikâh bozulmaz. Kadın başkası ile evlenemez. Adamın bu kadını boşaması lâzım olur. Bu kadın ile evli kalması ebedî harâm olur. Dâmâd ile kayın vâlidesi arasında hurmet-i musâhere hâsıl olursa, dâmâdın zevcesini boşaması lâzım olur. Dâmâd, bu kadın ile, sonsuz olarak, bir dahâ evlenemez (Bezzâziyye).] Kızlar, kendilerinden emîn olsalar da, yabancı erkeklere dokunmaları câiz değildir. Şehvet ile dokunurlarsa, hurmet-i müsâhere hâsıl olur. Kızın ve ihtiyârların şehveti, kalbinin meyl etmesi demekdir. Şehvete sebeb olmıyacak derecede ihtiyâr kadınla müsâfeha etmek [tokalaşmak] ve elini öpmek, kendinden emîn olana câiz ise de, yapmamak dahâ iyidir.


Erkeklerin, (Ebedî mahrem)leri olan kadınlarla berâber halvet etmeleri ve sefere [meselâ hacca] gitmeleri câizdir. Bir adamın ebedî mahrem olmıyan kadınla (Halvet) [ya’nî tenhâ yerde yalnız kalmak], tarafeyne göre, harâmdır. Başka müttekî erkek veyâ bu adamın ebedî mahremlerinden biri veyâ zevcesi ile birlikde bulunursa, harâm olmaz. Halvet etmekle veyâ önünden başka yerine şehvetle bakmakla, hurmet-i musâhere hâsıl olmaz. (İbni Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ aleyh”, imâmlığı anlatırken diyor ki, (Yabancı kadın çok olsa da, halvet olur. Çok ihtiyâr kadınla ihtiyâr erkek sefere çıkar ve yalnız kalabilirler (Eşbâh). Ebedî mahrem olan onsekiz kadından biri ile halvet câiz ise de, yalnız süt kardeş ile ve genç kaynana veyâ gelin ile, fitne şübhesi olunca, mekrûhdur. Yabancı genç kadınla, zarûret olmadan, konuşmak câiz değildir. Mescid gibi dışarıdan içerisi görünen umûma açık yerlerde [nakl vâsıtalarında, dükkânlarda] yalnız kalmak, halvet olmaz). Bir evin iki odası bir yer sayılmaz. Ebedî mahrem olan kadınların kimler olduğu, ikinci kısmda, 34. cü maddede [569.cu sahîfede] yazılıdır.


İmâm-ı Ebû Yûsüfe “rahmetullahi teâlâ aleyh” göre, ekmek pişirmek, çamaşır yıkamak [ve kaba olmıyan avret yerlerinin açık olması lâzım gelen başka işler] için ücretle çalışmağa mecbûr kalan muhtâc, esîr, kimsesiz kadınlar [işçi ve me’mûrlar], iş îcâb etdirdiği kadar, ayaklarını ve kollarını açabilir. Erkeklerin, bunları, iş için görmesi ve şehvetsiz bakması câiz olur. Baldız ve yengenin de yabancı kadın oldukları (Ni’met-i islâm)ın hac kısmında ve (Bahr-ül-fetâvâ)da ve (Alî efendi fetvâsı)nda yazılıdır. Bunların da saçına, başına, koluna, bacağına bakmak harâmdır. Bunlar gibi yabancı akrabâ evine gidince veyâ onlar gelince, kadın erkek birlikde oturmak, gülüp neş’elenmek câiz değildir. Berâber oturmak âdet olan ve harâm olduğuna ehemmiyyet verilmiyen yerlerde, fitne çıkarmamak ve akrabâ arasında düşmanlıklara yol açmamak için, kadınlar erkek akrabâ yanında ve sofrada örtülü olarak, kısa zemân oturur. Ciddî konuşulur. Bu görüşmenin kısa sürmesine ve seyrek olmasına ve bilhâssa bir yerde yalnız bulunmamalarına çok dikkat etmelidir. Dînini bilen ve uyan, bilgili ve hâlis müslimânlar, böyle birlikde hiç oturmamalıdır. Câhillerle münâkaşa etmemeli, dînimiz böyle emr ediyor diye isrâr etmemeli, dünyâ işlerini ileri sürerek, tatlı söyleyip, akrabâyı darıltmıyarak, harâmdan kaçınmağa çalışmalıdır. Köle de, sâhibi olan kadına yabancı erkekdir.


Hâkimin mahkemede karâr verirken ve şâhidlerin şâhidlik yaparken ve evlenmek istediği kızı, şehvet korkusu olsa bile, bir kerre görmeleri ve doktorun, ebenin, sünnetcinin, lâvman yapanın, lâzım olduğu kadar bakmaları câizdir. Hastanın lâvman [ihtikan] yapdırması câizdir. (Dürr-ül-muhtâr), beşinci cildi, dörtyüzyetmişsekizinci sahîfesinde diyor ki, (Oğlunu sünnet etdirmek mühim sünnetdir. İslâmiyyetin şi’ârıdır. Bir şehr halkı çocuklarını sünnet etdirmezse, halîfe bunlarla harb eder. Çocuğun sünnet olma yaşı belli değildir. Yedi ile on iki arası en iyidir). Sünnet ederken, topluca yüksek sesle bayram tekbîri söylenir. Sünnet olmıyanlarda çeşidli hastalıklar olur.


Fransız kitâbları, bu hastalıkları (Affections du prépuce) adı altında uzun yazıyorlar. Kızların, ahkâm-ı islâmiyyeye riâyet etmek şartı ile, ilm ve doktorluk öğrenmeleri ve öğretmeleri câiz olduğu (Hadîka)da, beşyüzellisekizinci sahîfede ve göz âfetlerinde yazılıdır. Kızlardan ebe, nisâiyye mütehassısı yetişdirmek lâzımdır. Kadınları, kadın doktora göstermelidir. Kadın doktor bulunmazsa ve hastalık tehlükeli veyâ çok ağrılı ise, nisâiyye mütehassısı erkeğe de göstermelidir.


Kadınların birbirlerine avret yeri, erkeğin erkeğe avret yeri gibidir.


Şehvetden emîn olan kadının yabancı erkeğe bakması, erkeğin erkeğe bakması gibidir. (Cevhere)de ise, erkeğin, mahremi olan kadınlara bakması gibidir, buyurmakdadır. Şehvet ile bakması harâm olur. Gayr-ı müslim ve mürted kadınların [ve mürted amca ve dayının], müslimân kadınlarına bakması, ya’nî müslimân kadınların bunlara görünmeleri, yabancı erkeklere görünmeleri gibi, üç mezhebde de harâmdır. Bunlar müslimân kadınlarının bedenine bakamazlar. Hanbelî mezhebinde câizdir.


Bedendeki bakması câiz olmıyan yerler, bedenden ayrılırsa, öldükden sonra dahî, bunlara bakmak câiz değildir. Kadınların saç ve başka kılları, ayak tırnakları [el tırnakları değil] ve kemikleri vücûddan ayrıldıkdan sonra, bunlara bakılamaz.


Kadınların bakılması harâm olan yerlerinin aynadaki veyâ sudaki görüntülerine şehvetsiz bakmak harâm değildir. Çünki, kendileri değil, aksleri, benzerleri görülmekdedir. [Aksleri, resmleri, kendileri değildir. Bunları görmek, kendilerini görmek olmaz. Resmlerine, sinemadaki ve televizyondaki görüntülerine bakmak, aynadaki hayâllerine bakmak gibidir. Hepsine şehvetsiz bakmak câiz olup, şehvet ile bakmak veyâ şehvete sebeb olacak görüntülerine bakmak, böyle sesleri dinlemek harâmdır. Bunlara şehvet ile bakan elbette vardır. Şehvete, harâma sebeb olan resmleri yapmak, basmak, resm etmek harâm olur.] Kadınların avret yerlerine cam, herhangi gözlük ve su arkasından şehvetsiz de bakmak ve su içindeki kadına bakmak câiz değildir, harâmdır.


İmâmın, hâfızın, müezzinin ho-parlördeki, radyodaki sesleri de, kendi sesleri değildir, benzerleridir. Bunlara uyarak kılınan nemâz sahîh olmaz. Kur’ân-ı kerîmi ve ezânı ho-parlör ile okumak, bid’atdir. Çünki, ses çıkarmak için kullanılan cansız cismlere (Mizmâr), çalgı denir. Gök gürlemesi, top, tüfek, baykuş, papağan, çalgı değildirler. Ses çıkaran eğlence âletleri, davul, dümbelek, zilli maşa, ney, kaval, ho-parlör, hep çalgıdır. Çalgı, kendiliğinden ses çıkarmaz. Ses çıkarmak için, ya’nî kullanılmaları için, davul tokmağını gergin deriye vurmak, neyi üflemek, kavala ve ho-parlöre söylemek lâzımdır. Bunlardan çıkan ses, bu çalgıların hâsıl etdiği sesdir. Üfleyen ve söyleyen insanın sesi değildir. Ho-parlörden işitilen Kur’ân-ı kerîm ve ezân sesleri, hep ho-parlörün hâsıl etdiği seslerdir. İmâm ve müezzin efendilerin sesleri değildir. Müezzin efendinin sesi ezândır. Çalgıdan çıkan ses ilm ve fen bakımından ve din ve ahkâm-ı islâmiyye bakımlarından müezzin efendinin sesi, ya’nî ezân değildir. Ezâna benzediği için, ezân zan edilmekdedir. Ezân, müezzin efendinin, hattâ, sâlih müslimân erkeğin sesine denir. Bu sese benzeyen kadının, çocuğun, ho-parlörün sesi ezân değildir. Başka sesdir. Muhtelîf çalgıların sesleri başkadırlar. Ho-parlörün sesi, insan sesine çok benzediği hâlde, insan sesi değildir. Toprağa konan bir karpuz çekirdeğinden kocaman bir karpuz hâsıl oluyor. Bu karpuz o çekirdek değildir. Çekirdek çürümüş, yok olmuşdur. Ho-parlörün mikrofonuna söylenen söz de, yok olmakda, başka ses hâsıl olmakdadır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: (Kıyâmet yaklaşınca, Kur’ân-ı kerîm mizmârdan okunur) ve (Bir zemân gelir ki, Kur’ân-ı kerîm mizmârlardan okunur. Allah için değil, keyf için okunur) ve (Kur’ân-ı kerîm okuyan çok kimseler vardır ki, Kur’ân-ı kerîm onlara la’net eder) ve (Bir zemân gelecekdir ki, müslimânların en sefîlleri, müezzinlerdir) ve (Bir zemân gelir ki, Kur’ân-ı kerîm mizmârlardan okunur. Allahü teâlâ bunlara la’net eder). Mizmâr, her nev’i çalgı, düdük demekdir. Ho-parlör de, mizmârdır. Müezzinlerin, bu hadîs-i şerîflerden korkmaları, ezânı, ho-parlör ile okumamaları lâzımdır.


Ba’zı din câhilleri ho-parlörün fâideli olduğunu, sesi uzaklara götürdüğünü söyliyorlar. Peygamberimiz, (İbâdetleri benden ve eshâbımdan gördüğünüz gibi yapınız! İbâdetlerde değişiklik yapanlara (bid’at ehli) denir. Bid’at sâhibleri, muhakkak Cehenneme gidecekdir. Bunların hiçbir ibâdetleri kabûl olmaz) buyurdu. İbâdetlere fâideli şeyler ilâve ediyoruz demek doğru değildir. Böyle sözler, din düşmanlarının yalanlarıdır. Bir değişikliğin fâideli olup olmıyacağını yalnız İslâm âlimleri anlar. Bu derin âlimlere (Müctehid) denir. Müctehidler kendiliklerinden bir değişiklik yapmazlar. Bir ilâvenin, değişikliğin bid’at olup olmıyacağını anlarlar. Ezânı (Mizmâr) ile okumağa sözbirliği ile bid’at denildi. İnsanları Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşduran yol insanın kalbidir. Kalb, yaratılışında temiz bir ayna gibidir. İbâdetler, kalbin temizliğini, cilâsını artdırır. Günâhlar kalbi karartır. Muhabbet yolu ile gelen feyzleri, nûrları alamaz olur. Sâlihler bu hâli anlar, üzülür. Günâh işlemek istemezler. İbâdetlerin çok olmasını isterler. Her gün beş kerre nemâz kılınması yerine, dahâ çok kılmak isterler. Günâh işlemek nefse tatlı, fâideli gelir. Bütün bid’atler, günâhlar, Allahü teâlânın düşmanı olan nefsi besler, kuvvetlendirir. Ho-parlör ile ezân okumak böyledir. Kitâbdaki, televizyondaki, imâm resmi, kendisi gibidir. O imâma çok benziyor ise de, imâmın kendisi değildir. Televizyondaki hareketlerini görse, sesini duysa da, bunun arkasında nemâz kılınmaz.


Vücûde yapışık olmıyan, dar olmıyan elbise ile örtülü kadına şehvetsiz bakmak câizdir. Kaba avret yerleri dar elbise ile örtülmüş kadına, şehvetsiz de bakmak harâmdır. Yabancı kadının iç çamaşırlarına şehvetle bakmak harâmdır. Sıkı, dar örtülmüş, kaba olmıyan avret yerlerine şehvetle bakmak harâmdır.


Kadınların açık ve süslü olarak sokağa çıkmaları harâm olduğu gibi, mahrem olmıyan erkeğin bulunduğu yerlere böyle girmeleri de harâmdır. Avret yeri açık olarak câmi’ içine girmek, dahâ büyük günâhdır. Avret mahalli açık olan kimselerin bulunduğu yere veyâ harâm işlenen her yere (Fısk meclisi) denir. Müslimânların, zarûret olmadıkça, fısk meclislerinde, ya’nî fâsıkların toplandığı yerde oturmalarının ve zevcelerini göndermelerinin câiz olmadığı (Bezzâziyye)de yazılıdır. Îmânı olan hanımların, sokağa çıkarken baş, saç, kol, bacak gibi kaba olmıyan avret yerlerini de örtmeleri bildirildi. Îmânın gitmemesi için, harâmdan çok korkmalıdır. [Onsekizinci maddeye bakınız!]


[Yalnız keyflerini, zevklerini düşünenler, zevklerine kavuşmak için, başkalarının zarara, felâkete düşmelerinden çekinmiyenler diyorlar ki: (Umacı gibi örtünmüş kadını görmek, insana sıkıntı veriyor. Süslü, açık, güzel kadına, kıza bakmak ise, insana ferahlık, neş’e veriyor. Güzel bir çiçeğe bakmak, koklamak gibi tatlı oluyor). Hâlbuki, çiçeğe bakmak, onu koklamak rûha tatlı gelmekdedir. Rûhun Allahü teâlânın varlığını, büyüklüğünü anlamasına, Onun emrlerine uymasına sebeb olmakdadır. Kokulu, tuvâletli, açık kıza bakmak ise, nefse hoş gelmekdedir. Kulak, renkden zevk almaz. Göz de sesden zevk almaz. Çünki, anlamazlar. Nefs Allahü teâlânın düşmanıdır. Zevklerine kavuşmak için her kötülüğü yapmakdan çekinmez. İnsan haklarını, kanûnları çiğner. Onun zevklerinin sonu yokdur. Kıza bakmakla doymaz. Onunla buluşmak, her zevkını yapmak ister. Bunun içindir ki, bütün kanûnlar, nefslerin taşkınlıklarını önlemekdedir. Nefsin taşkın zevkleri, insanı sefâlete, hastalıklara, âile fâci’alarına, felâketlere sürüklemekdedir. Allahü teâlâ, bu fâci’alara mâni’ olmak için, kızların açılmalarını, yabancı erkeklere yaklaşmalarını, içkiyi, kumarı yasak etmişdir. Nefslerinin esîri olanlar, bu yasakları beğenmiyorlar. Bunun için, Ehl-i sünnet âlimlerinin ilmihâl kitâblarını kötülüyor, gençlerin bu kitâbları okuyarak se’âdete kavuşmalarına mâni’ oluyorlar. Kadınların, kızların pazar yerlerinde ve mağazalarda alış-veriş yapmalarının günâh olduğu, yukarıdaki yazılardan anlaşılmakdadır. Müslimânların kızlarını böyle günâhlardan korumaları lâzımdır. Korumazlarsa, îmânları gider, kâfir olurlar. İslâm düşmanları, kâfirliği yaymak için, îmânı yok eden şeylere memleketin âdeti diyorlar.]

Kaynak: Tam İlmihâl-Se’âdet-i Ebediyye

Resûlullaha uymak yedi derecedir

 Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmak yedi derecedir: Birincisi, ahkâm-ı islâmiyyeye inanarak, bunları öğrenmek ve yapmakdır. Bütün müslimânların ve âlimlerin ve zâhidlerin ve âbidlerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” tâbi’ olması, bu derecededir. Bunların nefsleri îmân etmemişdir. Allahü teâlâ, merhamet ederek, yalnız kalbin îmânını kabûl etmekdedir.


İkincisi, emrleri yapmakla berâber, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bütün sözlerini ve âdetlerini yapmak ve kalbi kötü huylardan temizlemekdir. Tesavvuf yolunda yürüyenler bu derecededir.


Üçüncüsü, Resûlullahda “sallallahü aleyhi ve sellem” bulunan hâllere, zevklere ve kalbe doğan şeylere de tâbi’ olmakdır. Bu derece, tesavvufun (Vilâyet-i hâssa) dediği makâmda ele geçer. Burada, nefs de îmân ve itâ’at eder ve bütün ibâdetler, hakîkî ve kusûrsuz olur.


Dördüncüsü, ibâdetler gibi bütün hayrlı işler hakîkî ve kusûrsuz olmakdır. Bu derece, (Ulemâ-i râsihîn) denilen büyüklere mahsûsdur. Bu râsih ilmli âlimler, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ma’nâlarını ve işâretlerini anlar. Bütün Peygamberlerin Eshâbı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, böyle idi. Hepsinin nefsleri îmân etmiş, mutmainne olmuşdur. Böyle tâbi’ olmak, yâ tesavvuf ve vilâyet yolundan ilerleyenlere veyâ bütün sünnetlere yapışarak bütün bid’atlerden kaçanlara nasîb olur. Bugün, dünyâyı bid’at kaplamış, sünnetler gayb olmuşdur. Bugün, sünnetleri bulup yapışmak ve bid’at deryâsından kurtulmak, imkân hâricinde kalmışdır. Bid’atler, âdet hâlini almışdır. Hâlbuki, âdetler ne kadar yerleşmiş ve yayılmış olsalar ve ne kadar güzel görünseler de, din ve ahkâm-ı islâmiyye olamaz. Küfre sebeb olan ve harâm olan şeyler, âdet hâlini alsalar, halâl ve câiz olmazlar. [Demek ki, bu dereceye kavuşmak için, tesavvuf yolundan ilerlenir. Bu yola, tarîkat denir. İlk asrlarda, sünnetlerin hepsine uymak kolay idi. Tesavvufa lüzûm yokdu.]


Beşincisi, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” mahsûs kemâlâta, yüksekliklere tâbi’ olmakdır. Bu kemâlât, ilm ve ibâdet ile ele geçemez. Ancak, Allahü teâlâdan, lutf ve ihsân ile gelir. Bu derecede olanlar, büyük Peygamberler “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve bu ümmetin pek az büyükleridir.


Altıncısı, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mahbûbiyyet ve ma’şûkıyyet kemâlâtına tâbi’ olmakdır ki, Allahü teâlânın çok sevdiklerine mahsûsdur ve lutf ile ele geçmez, muhabbet lâzımdır.


Yedinci derece, insan vücûdünün her zerresinin tâbi’ olmasıdır. Tâbi’ metbû’a o kadar benzer ki, tâbi’ olmaklık aradan kalkar. Bunlar da, sanki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” gibi, aynı kaynakdan, herşeyi alır.

Kaynak: Tam İlmihâl-Se’âdet-i Ebediyye

Sünnet-i müekkede, sünnet-i zevâid

Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yapdığı ve kaçındığı şeyler iki kısmdır:


Birisi, ibâdet olarak yapdığı ve kaçındığı şeylerdir. Her müslimânın bunlara tâbi’ olması lâzımdır. Bunlara uymayan şeyler bid’atdir. İkincisi, âdet olarak ya’nî, bulundukları şehrin ve o memleketlerdeki insanların yapmakda oldukları şeylerdir. Bunları da beğenmiyen, çirkin diyen, kâfir olur. Fekat, bunları yapmak, mecbûrî değildir. Bunlara uymayan şey, bid’at değildir. Bunları yapıp yapmamak, memleketlerin ve insanların âdetlerine bağlıdır. Mubâh kısmındandırlar. Din ile bağlılıkları yokdur.Her memleketin âdeti, başka başkadır. Hattâ, bir memleketin âdeti, zemânla değişir.


[İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” abdestin sünnetlerini anlatırken, buyuruyor ki, (Meşrû’ât, ya’nî ibâdetler, ya’nî müslimânlara yapılması emr olunan şeyler, dört kısmdır: Farz, vâcib, sünnet, nâfile. Allahü teâlânın açık olarak bildirdiği emrlerine (Farz) denir. Açık olmayıp, zan ederek anlaşılan emrlerine (Vâcib) denir. Farz veyâ vâcib olmayıp, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kendiliğinden emr etdiği veyâ yapdığı ibâdetlere (Sünnet) denir. Bunları devâmlı yaparak, nâdiren terk etmiş ve terk edenlere birşey dememiş ise, (Sünnet-i hüdâ) veyâ (Müekked sünnet) denir. Bunlar, islâm dîninin şi’ârıdır. [Ya’nî, bu dîne mahsûsdurlar. Başka dinlerde yokdurlar.] Vâcibleri terk edeni görünce, terk etmesine mâni’ olurdu. Kendisi ara sıra terk etmiş ise, (Sünnet-i gayr-ı müekkede) denir. Müekked sünneti, özrsüz olarak devâmlı terk etmek mekrûh olur. Küçük günâh olur. Allahü teâlâ, bütün ibâdetlere sevâb vereceğini va’d etdi. Söz verdi. Fekat, ibâdete sevâb verilmesi için, niyyet etmek lâzımdır. Niyyet, emre itâ’at ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapdığını kalbinden geçirmek demekdir. [Bu üç kısm ibâdeti belli zemânlarda yapmağa (Edâ etmek) denir. Zemânında yapmayıp, zemân geçdikden sonra yapmağa (Kazâ etmek) denir. Edâ veyâ kazâ etdikden sonra, kendiliğinden tekrâr yapmağa (Nâfile ibâdet) denir.] Farzları ve vâcibleri nâfile olarak yapmak, müekked sünnetleri yapmakdan dahâ çok sevâb olur. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ibâdet olarak değil de, âdet olarak, devâmlı yapdığı şeylere (Sünnet-i zevâid) denir. Elbiseleri, oturması, kalkması, iyi şeyleri yapmağa sağdan başlaması böyledir. Bunları yapanlara da sevâb verilir. Bunlara sevâb verilmesi için, niyyet etmek lâzım değildir. Niyyet edilirse, sevâbları çoğalır. Zevâid sünnetleri ve nâfile ibâdetleri terk etmek mekrûh olmaz.)]


Bunlarla berâber, âdete bağlı şeylerde de Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmak, dünyâda ve âhıretde, insana çok şey kazandırır ve çeşidli se’âdetlere yol açar.


İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, nemâzın mekrûhlarını anlatırken buyuruyor ki; (Kâfirlerin yapdıkları ve kullandıkları şeyler de iki kısmdır:


Birisi, âdet olarak, ya’nî her kavmin, her memleketin âdeti olarak yapdıkları şeylerdir. Bunlardan, harâm olmayıp, insanlara fâideli olanları yapmak ve kâfirlere benzemeği düşünmiyerek kullanmak hiç günâh değildir. [Pantalon, fes ve çeşidli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yimek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçak ile dilimlere ayırmak ve çeşidli eşyâ ve âletleri kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup mubâhdırlar. Bunları kullanmak, bid’at olmaz, günâh olmaz.] Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” papasların kullandığı ayakkabıyı kullanmışdır). Bunlardan, fâideli olmıyanları ve çirkin ve mezmûm olanları kullanmak ve yapmak harâm olur. Fekat, iki müslimân bunları kullanınca (Âdet-i islâm) olur ve üçüncü kullanan müslimâna harâm olmaz. Birinci ve ikinci müslimân günâhkâr olursa da, başkaları olmaz. (Kâmûs-ül-a’lâm)da, Timürtaş pâşada diyor ki, (Osmânlı sancağının rengini ve [bugünkü ay-yıldızlı Türk bayrağının] şeklini ta’yîn eden ve o zemâna kadar beyâz olan fesi kırmızıya boyayan, Timürtaş pâşadır). Abbâsî devletinin bayrağı siyâh idi. Halîfe Memûn zemânında yeşile çevrildi. Görülüyor ki, fes macarlardan alınmamışdır. Türk yapısıdır.


(Birgivî vasıyyetnâmesi)nde diyor ki, (Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, ibâdet olarak yapdıkları ve kâfirlik alâmeti olan ve islâmiyyeti inkâr etmek ve inanmamak alâmeti olan ve tahkîr etmemiz vâcib olan şeylerdir ki, bunları yapan ve kullanan kâfir olur. Bunlar, ölümle veyâ bir uzvun kesilmesi ile veyâ bunlara sebeb olan, şiddetli dayak, habs, bütün malını almak ile tehdîd edilmedikce kullanılamaz. Bunlardan meşhûr olanlarını bilmiyerek veyâ şaka olarak veyâ herkesi güldürmek için yapan da, kâfir olur. Meselâ, papasların ibâdetlerine mahsûs şeyi kullanmak küfr olur.

Kaynak: Tam İlmihâl-Se’âdet-i Ebediyye

Kur’ân-ı kerîm nedir? Kur’ân tercemeleri

 Kur’ân-ı kerîm, nazm-ı ilâhîdir. Nazm, lügatda, incileri ipliğe dizmeğe denir. Kelimeleri de, inci gibi, yanyana dizmeğe nazm denilmişdir. Şi’rler birer nazmdır. Kur’ân-ı kerîmin kelimeleri arabîdir. Fekat, bu kelimeleri yanyana dizen, Allahü teâlâdır. Bu kelimeler, insan dizisi değildir. Muhammed “aleyhisselâm”, Allahü teâlâ tarafından, mubârek kalbine bildirilen şeyleri, arabca olarak anlatırsa, Kur’ân-ı kerîm olmaz. Bunlara (Hadîs-i kudsî) denir. Kur’ân-ı kerîmdeki arabî kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak âyetler hâlinde gelmişdir. Cebrâîl ismindeki bir melek, bu âyetleri, bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed “aleyhisselâm” da, mubârek kulakları ile işiterek, ezberlemiş ve hemen Eshâbına okumuşdur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi Kureyş kabîlesinin lügatı ile, dili ile gönderdi. (Redd-ül-muhtâr) kitâbı, üçüncü cild, yemîn bahsinde buyuruyor ki, ((Feth-ul-kadîr) kitâbında da denildiği gibi, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi, harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûkdur. Bu harf ve kelimelerin ma’nâsı, kelâm-ı ilâhîyi taşımakdadır. Bu harflere, kelimelere Kur’ân denir. Kelâm-ı ilâhîyi gösteren ma’nâlar da Kur’ândır. Bu kelâm-ı ilâhî olan Kur’ân mahlûk değildir. Allahü teâlânın, başka sıfatları gibi, ezelî ve ebedîdir). Kur’ân-ı kerîm, Kadr gecesinde inmeğe başlamış ve hepsinin inmesi yirmiüç sene sürmüşdür. Tevrât, İncîl ve bütün kitâblar ve sahîfeler ise, hepsi birden, bir def’ada inmişdi. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzları mu’cize değildiler. Onun için çabuk bozuldu, değişdirildiler. Kur’ân-ı kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinin en büyüğüdür ve insan sözüne benzememekdedir. Bunlar, imâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının, üçüncü cildi, yüzüncü mektûbunda ve (Huccet-ullahi alel’âlemîn)de ve Zerkânînin (Mevâhib) şerhı, beşinci cildinde uzun yazılıdır.


Cebrâîl “aleyhisselâm” her sene bir kerre gelip, o âna kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi, Levh-il-mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz dinler ve tekrâr ederdi. Âhırete teşrîf edeceği sene, iki kerre gelip, temâmını okudular. Muhammed “aleyhisselâm” ve Eshâb-ı kirâmdan çoğu, Kur’ân-ı kerîmi temâmen ezberlemişdi. Ba’zıları da, ba’zı kısmları ezberlemiş, birçok kısmlarını yazmışlardı.


Muhammed “aleyhisselâm”, âhırete teşrîf etdiği sene, halîfe Ebû Bekr “radıyallahü anh”, ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir hey’ete, bütün Kur’ân-ı kerîmi, kâğıd üzerine yazdırdı. Böylece, (Mushaf) veyâ (Mıshaf) denilen bir kitâb meydâna geldi. Otuzüçbin Sahâbî “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bu Mushafın her harfinin, tâm yerinde olduğuna sözbirliği ile karâr verdi. Sûreler belli değildi. Üçüncü halîfe Osmân “radıyallahü anh”, hicretin yirmibeşinci [25] senesinde, sûreleri birbirinden ayırdı. Yerlerini sıraladı. Altı dâne dahâ Mushaf yazdırıp, Bahreyn, Şâm, Mısr, Bağdâd [Kûfe], Yemen, Mekke ve Medîneye verdi. Bugün, bütün dünyâda bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmışdır. Aralarında bir nokta farkı bile yokdur.


Kur’ân-ı kerîmde yüzondört sûre ve altıbinikiyüzotuzaltı âyet vardır. Âyetlerin sayısının 6236 dan az veyâ dahâ çok olduğu da bildirildi ise de, bu ayrılıklar, büyük bir âyetin, birkaç küçük âyet sayılmasından veyâ birkaç kısa âyetin, bir büyük âyet, yâhud sûrelerin evvelindeki Besmelelerin bir veyâ ayrı ayrı âyet sayılmasından ileri gelmişdir. Bu husûsda (Bostân-ül-ârifîn)de geniş bilgi vardır.


Her şâ’irin, nazm yapmak kâbiliyyeti başkadır. Meselâ, Mehmed Âkifin ve Nâbînin şi’rlerini iyi bilen usta bir edebiyyâtçıya, Mehmed Âkifin, son yazdığı bir şi’rini götürüp, bu, Nâbînin şi’ridir desek, bu şi’ri, hiç işitmemiş olduğu hâlde, okuyunca: (Yanılıyorsunuz! Ben Nâbî efendinin ve Mehmed Âkifin, tabî’at-ı şi’riyyelerini iyi bilirim. Bu şi’r Nâbînin değil, Mehmed Âkifindir) demez mi? Elbette der. İki Türk şâ’irinin türkçe kelimeleri nazm etmesi, dizmesi çok farklı olduğu gibi, Kur’ân-ı kerîm hiçbir insan sözüne benzemiyor. Kur’ân-ı kerîmin insan sözü olmadığı tecribe ile de isbât edilmişdir ve her zemân edilebilir. Şöyle ki, bir arab şâ’iri, bir sahîfede, edebî san’at inceliklerini göstererek, birşey yazmış, bunun arasına birkaç satır hadîs-i şerîf ve başka yerinde de, aynı şeyi anlatan bir âyet-i kerîme koyup, hepsi bir arada, islâmdan ve Kur’ândan haberi olmıyan, arabîsi kuvvetli birisine, bir adamın yazısı diye okutdurulmuşdur. Okurken, hadîs-i şerîfe gelince, durmuş ve (Burası, yukarısına benzemiyor. Buradaki san’at dahâ yüksek) demişdir. Sıra, âyet-i kerîmeye gelince, şaşkın bir hâlde (Burası hiçbir söze benzemiyor. Ma’nâ içinde, ma’nâ çıkıyor. Hepsini anlamağa imkân yok) demişdir.


Kur’ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ arabcaya da terceme edilemez. Herhangi bir şi’rin, kendi diline bile, tâm tercemesine imkân yokdur. Ancak meâli ve îzâhı olur. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlamak için tercemesini okumamalıdır. Bir âyetin ma’nâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyetde, ne demek istediğini anlamak demekdir. Bu âyetin herhangi bir tercemesini okuyan kimse, murâd-ı ilâhîyi öğrenemez. Terceme edenin, bilgi derecesine göre yapdığı meâlini öğrenir. Bir câhilin, bir dinsizin yapdığı tercemeyi okuyan da, Allahü teâlânın dediğini değil, terceme edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir.


Köylüye âid bir kanûnu, hükûmet, doğruca köylüye göndermez. Çünki, köylü okuyabilse bile, anlıyamaz. Bu kanûn önce, vâlîlere gönderilir. Vâlîler, iyi anlayıp, îzâhını ekliyerek, kaymakamlara, bunlar da dahâ açıklayarak, muhtârlara anlatır. Muhtâr, yalnız okumakla anlıyamaz. Muhtâr da, ancak, köylü dili ile, köylüye söyler. İşte, Kur’ân-ı kerîm de, ahkâm-ı ilâhiyyedir. Kanûn-ı rabbânîdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde kullarına se’âdet yolunu göstermiş ve kendi kelâmını insanların en yükseğine göndermişdir. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlar. Başka kimse, tâm anlıyamaz. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, ana dili olarak arabî bildikleri, edîb ve belîğ oldukları hâlde, ba’zı âyetleri anlıyamaz, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” sorarlardı.


Meselâ Ömer “radıyallahü anh”, bir yerden geçerken, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallahü anh” birşey anlatdığını gördü.

Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, Ömeri “radıyallahü anh” görünce, (Yâ Ömer, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim) dediler. Çünki, dâimâ, (Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!) buyururdu. Ömer “radıyallahü anh”, (Dün Ebû Bekr “radıyallahü anh”, Kur’ân-ı kerîmden anlıyamadığı bir âyetin ma’nâsını sormuş, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ona anlatıyordu. Bir sâat dinledim, birşey anlıyamadım) dedi. Çünki, Ebû Bekrin yüksek derecesine göre anlatıyordu. Ömer “radıyallahü anhümâ”, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ben, Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu) buyurdu. Böyle yüksek olduğu hâlde ve arabîyi çok iyi bildiği hâlde, Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini bile anlıyamadı. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, herkese, derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekrin derecesi, ondan çok dahâ yüksekdi. Fekat, bu da, hattâ Cebrâîl “aleyhisselâm” dahî, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, esrârını, Resûlullaha sorardı. [(Hadîka)da, dil âfetlerini anlatırken buyuruyor ki, (... Resûlullahın, Kur’ân-ı kerîmin hepsinin tefsîrini Eshâbına bildirdiğini imâm-ı Süyûtî haber vermekdedir).]


Hülâsa, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlamış ve hadîs-i şerîfleri ile bildirmişdir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr kitâbı da, Onun hadîs-i şerîfleridir. Din âlimlerimiz, uyumıyarak, dinlenmiyerek, istirâhatlarını fedâ ederek, bu hadîs-i şerîfleri toplayıp, tefsîr kitâblarını yazmışlardır. (Beydâvî) tefsîri bunların en kıymetlilerindendir. Bu tefsîr kitâblarını da anlıyabilmek için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilmdir. Ana ilmlerden biri, (Tefsîr) ilmidir. Bu ilmlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitâbları vardır. Bugün kullanılan ba’zı arabî kelimeler, fıkh ilminde başka ma’nâya, tefsîr ilminde ise dahâ başka ma’nâya gelmekdedir. Hattâ aynı bir kelime, Kur’ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka ma’nâlar bildirmekdedir. Bu geniş ilmleri bilmiyenlerin, bugünkü arabcaya göre, yapdıkları Kur’ân tercemeleri, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsından bambaşka birşey oluyor. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsından, mezâyâsından, rumûzundan, işâretlerinden, herkes îmânının kuvveti kadar, birşey anlıyabilir. Tefsîr, anlatmakla, yazmakla olmaz. Tefsîr, din büyüklerinin kalblerine doğan bir nûrdur. Tefsîr kitâbları, bu nûrun anahtarıdır. Çekmeceyi anahtarla açınca, mücevherler meydâna çıkdığı gibi, o tefsîrleri okumakla, kalbe bu nûr doğar. Seksen ilmi iyi bilenler, tefsîrleri anlayıp, bizim gibi din câhillerine bildirmek için, çeşidli derecedeki insanlara göre, binlerle kitâb yazmışlardır. (Mevâkib), (Tibyân) ve (Ebülleys) gibi, türkçe kıymetli tefsîrler, bu kitâblardandır. (Tibyân tefsîri), hicretin [1110] senesinde yapılmış bir tercemedir. Konyalı Vehbî efendinin tefsîri, bir va’z kitâbıdır. Yeni yazılan türkçe tefsîrlerin ve ilmihâllerin, en kıymetlisi sanılanlarında bile, şahsî düşünceler bulunmakda, okuyanlara zararı, fâidesinden çok olmakdadır. Hele islâm düşmanlarının, bid’at sâhiblerinin, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını bozmak için yapdıkları tefsîr ve terceme kitâbları, birer zehrdir. Bunları okuyan genç zihnlerde, bir takım şübheler, i’tirâzlar hâsıl oluyor. Zâten, bizim gibi, din bilgisi az olanların, islâmiyyeti öğrenmek için, tefsîr ve hadîs-i şerîf okuması uygun değildir. Çünki, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi yanlış anlamak veyâ şübhe etmek insanın îmânını giderir. Yalnız arabca bilmekle, tefsîr ve hadîs anlaşılmaz. Arabca bilenleri, din âlimi sanan, aldanır. Beyrut ve başka yerlerde ana dili arabca olan, arab edebiyyâtını iyi bilen, çok papas var. Fekat, hiçbirinin islâmiyyetden haberi yok. Çıkardıkları, m. 1956 baskılı (El-müncid) ismindeki lügat kitâbında, islâm ismlerini, hattâ Medînenin Bakî’ mezârlığının ismini ve hattâ, Resûlullah efendimizin vefât târîhini bile yanlış yazmışlardır.

Kur’ân-ı kerîmin hakîkî ma’nâsını anlamak, öğrenmek istiyen bir kimse, din âlimlerinin kelâm ve fıkh ve ahlâk kitâblarını okumalıdır. Bu kitâbların hepsi, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmışdır. Kur’ân tercemesi diye yazılan kitâblar, doğru ma’nâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikrlerine, düşüncelerine ve maksadlarına esîr eder ve dinden ayrılmalarına sebeb olur.


Kur’ân-ı kerîmin, latin harfleri ile yazılmasına da imkân olmuyor. Çünki bu harflerde, Kur’ân-ı kerîm harflerinin hepsinin karşılığı yokdur. Bunun için, ma’nâ bozuluyor. Okunan, Kur’ân olmayıp, ma’nâsız bir ses yığını olacağı m. 1986 baskılı (El-muallim) mecmû’asında da uzun yazılıdır. Meselâ, ehad yerine ehat derse, nemâz fâsid oluyor.


Bugün, çok kimsenin, böyle bozuk tercemeleri ve latin harfi ile yazılmış, ne olduğu belirsiz kitâbları (türkçe Kur’ân) diye gençliğin önüne sürdükleri, köylere dağıtdıkları görülüyor. (Arabca Kur’ân, yabancı dildir. Onu okumayın! Öz dilimizle bunu okuyun) diyorlar. Böyle söyliyenlere dikkat edilirse, çoğunun nemâz kılmadığı, oruc tutmadığı, harâmlara, hattâ dinsizliğe dalmış bulunduğu, müslimânlığa, yalnız lâf ile bağlı olduğu anlaşılıyor. Bu kimseler, radyoda, barlarda Beethovenin 9 senphonisini, Mozartın Figarosunu ve Molyerin şi’rlerini niçin almanca, italyanca, fransızca söylüyorlar ve dinliyorlar? Bunlar yabancı dildir. Öztürkçe söylemek lâzımdır demiyorlar? Bu senfonileri, komedileri türkçeye terceme etmiyorlar. Çünki, türkçeye tâm çevrilemiyeceğini biliyorlar. Türkçesinden, nefsleri zevk alamıyor. Türkçelerine Beethovenin, Şopenin eseri denilemiyor. İşte müslimânlar da, bu tercemelerden Kur’ân-ı kerîmin zevkıni alamaz, rûhlarını besliyemez.


Diyânet İşleri Başkanlığı tarafından hâzırlanıp 1381 [m. 1961] de neşr edilen, (Kur’ân-ı kerîmin türkçe meâli) adındaki tercemenin önsözünde de, yukarıda bildirdiklerimiz çok güzel dile getirilmişdir. Diyânet işleri reîsi muhterem H.Hüsnü Erdem imzâsını taşıyan bu önsözde diyor ki, (Kur’ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve îcâzı hâiz bir kitâb, yalnız türkçeye değil, hiçbir dile hakkıyle çevrilemez. Eski tefsîrlerin ışığı altında verilen ma’nâlara da terceme değil, meâl demek uygundur. Kur’ânın yalnız ma’nâsını ifâde eden sözleri, Kur’ân hükmünde tutmak, nemâzda okumak ve aslına hakkıyle vâkıf olunmadan ahkâm çıkarmak câiz olmaz. Hiçbir terceme, aslının yerini tutamaz. Kur’ân-ı kerîmde, muhtelif ma’nâlara gelen lafzlar vardır. Böyle bir lafzı terceme etmek, çeşidli ma’nâlarını bire indirmek olur ki, verilen tek ma’nânın, murâd-ı ilâhî olduğu bilinemez. Bunun için, Kur’ân tercemesi demeğe cesâret edilemez. Kur’ân-ı kerîmi terceme etmek başka, tercemeyi Kur’ân yerine koymağa kalkışmak başkadır). Önsözden sonra yapılan açıklamalarda diyor ki, (Bu ilâhî, beşer üstü ve mûciz kitâbın tam hakkını vererek aynen türkçeye çevrilmesi mümkin değildir. Bu i’tibârla, en isâbetli yol, âyetleri kelime kelime aynen terceme etmek yerine, arabca aslından anlaşılan ma’nâ ve meâli türkçe ile ifâde yolu olsa gerekdir. Kur’ân-ı kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki îcâz ve belâgatini muhâfaza ederek terceme etmek mümkin değildir. Fekat, meâl olarak tercemesi mümkindir. Bir dilden başka bir dile yapılan tercemelerde, her iki dilin husûsiyyetlerini hakkıyle belirtmeğe imkân yokdur. Avrupada ilk Kur’ân tercemesi 537 [m. 1141] de lâtinceye yapılmışdır. 919 [m. 1513] da italyancaya, 1025 [m. 1616] de almancaya, 1056 [m. 1647] da fransızcaya ve 1057 [m. 1648] de ingilizceye terceme edilmişdir. Bugün, bu dillerin herbirinde otuz kadar tercemeleri vardır. Ancak çeşidli eğilimli kimselerin yapdıkları tercemelerde, pek yanlış, hattâ garazkârâne olanlar vardır. Kur’ân-ı kerîmi başka dillere terceme etmek câizdir. Fekat, tercemeden islâm dîninin ahkâmının hepsi öğrenilemez. Hadîs-i şerîflerle, icmâ’ ve kıyâs yolu ile sâbit olan hükmler de vardır. Bunlar, tafsîlâtı ile, fıkh kitâblarından öğrenilir).


Seyyid Abdülhakîm Arvâsî “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, İstanbulda, Bâyezîd umûmî kütübhânesi, şeyh-ül-islâm Veliyyüddîn efendi kısmında, binyediyüzaltı numaralı kitâbın 224.cü sahîfesinde diyor ki, (Kur’ân tercemesi, Kur’ân değildir.

Çünki Kur’ân, ma’lûm mûciz olan nazmdır. Terceme edilince, îcâzı zâil olmakdadır. Bir şi’r terceme edilince, şi’r olmakdan çıkar). Kitâb, imâm-ı Nevevînin (Ezkâr) kitâbının şerhidir. Müellifi, Ebû Abdüllah Muhammed Şemsüddîn Ukaylî Behnesî şâfi’î nakşî 1001 [m. 1592] de vefât etmişdir. Behnes, Mısr-ı vüstâda bir kasabadır.


Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, (Benim kitâbım arabîdir) diyor. (Muhammed aleyhisselâma, bu Kur’ânı arabî dil ile indirdim) buyuruyor. O hâlde, Allahü teâlânın melek ile indirdiği kelimelerin, harflerin ve ma’nâların toplamı Kur’ândır. Böyle olmıyan kitâblara, Kur’ân-ı kerîm denemez. Bu kitâblara Kur’ân diyen müslimânlıkdan çıkar. Kâfir olur. Başka dile, hattâ arabîye çevrilirse, Kur’ân açıklaması denir. Ma’nâsı bozulmadan da, bir harfi bile değişince, Kur’ân olmaz. Hattâ hiçbir harfi değişmeden, okunmasında ufak değişiklik yapılırsa, Kur’ân denmez.


(Rıyâd-ün-nâsıhîn)de diyor ki: Arabî gramer şartlarına uyan ve ma’nâyı değişdirmiyen, fekat ba’zı kelimeleri Osmân radıyallahü anhın topladığına benzemiyen Kur’ân-ı kerîme (Kırâet-i şâzze) denir. Bunu nemâzda da, başka yerde de okumak câiz değildir, günâhdır. Kırâet-i şâzzeyi, Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” birkaçı okumuş, fekat sözbirliği olmamışdır. Eshâb-ı kirâmdan birinin okuduğu bildirilmiyen bir okumağa (Kırâet-i şâzze) denmez. Böyle okuyanı habs etmek, döğmek lâzımdır. Din âlimlerinden hiçbirinin okumadığı şeklde okumak, ma’nâyı ve kelimeleri bozmasa bile, küfrdür.


Kur’ân-ı kerîmin başka dillere yapılan çevirmelerine Kur’ân denmez. Bunlara, Kur’ân-ı kerîmin meâli, ya’nî açıklaması denir. Bunlar, mütehassıs olan ve iyi niyyetli, hâlis müslimânlar tarafından hâzırlanmış ise, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlamak için okunabilir. Buna birşey denmez. Bunlar, Kur’ân diye okunamaz. Bunları, Kur’ân diye okumak, sevâb olmaz. Günâh olur. Müslimânlar, Kur’ân-ı kerîmi, Allahü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır. Ma’nâsını bilmeden okumak da sevâbdır. Ma’nâsını anlıyarak okumak, elbette dahâ çok sevâb ve dahâ iyidir.


Mısr, Irâk, Hicâz, Fas arabcaları birbirine benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm, bunlardan hangisinin dili ile açıklanacak? Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, şimdiki arabcayı değil, Kureyş dilini bilmek lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmi anlamak için, yıllarca dirsek çürütmek, çalışmak lâzımdır. Biz, böyle çalışıp anlıyan, islâm âlimlerinin yazmış oldukları tefsîrlerden, açıklamalardan okuyup anlamalıyız. Derme çatma tercemeleri okuyan gençler, Kur’ân-ı kerîmi, mitolojik hikâyeler, lüzûmsuz, fâidesiz düşünceler, bayağı sözler sanır. Kur’ândan, islâmdan soğuyup, kâfir olur. Demek ki, gençlerin önüne Kur’ân tercemelerini sürerek, öztürkçe Kur’ân okuyunuz, yabancı dil olan arabca Kur’ânı okumayınız demek, müslimân yavrularının, şehîd evlâdlarının dinsiz yetişmesini istiyen islâm düşmanlarının, zındıkların yeni bir taktiği, hîlesi olsa gerekdir.


İbni Hacer-i Mekkî hazretleri, (Fetâvâ-i fıkhiyye) kitâbının otuzyedinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Kur’ân-ı kerîmi arabîden başka harf ile yazmak ve başka dile terceme edip, Kur’ân-ı kerîm yerine bunu okumak, sözbirliği ile harâmdır. Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” Fâtihayı Îrânlılara fârisî harflerle yazmadı. Tercemesini de yazmadı. Fâtiha sûresinin fârisî tefsîrini yazdı. Arabîden başka harf ile yazmak ve böyle yazılmış Kur’ânı okumak harâmdır. Kur’ân-ı kerîmi arabî harflerle, okunduğu gibi yazmak sûreti ile değişdirmek bile, sözbirliği ile harâmdır. Böyle yapmak (Selef-i sâlihîn)in, ya’nî ilk yıllardaki müslimânların yapdıklarını beğenmemek, onları câhil bilmek olur. Meselâ, Kur’ân-ı kerîmde, (Ribû) yazılı ise de, (Ribâ) okunur. Bunu, okunduğu gibi (Ribâ) yazmak câiz değildir. Kur’ân-ı kerîmi böyle yazarken ve başka dile terceme ederken, Allah kelâmının îcâzı bozulmakda, nazm-ı ilâhî değişmekdedir. Herhangi bir sûrede bulunan âyetlerin yerlerini değişdirmek harâmdır.

Çünki, âyetlerin sırası kat’î olarak doğrudur. Sûrelerin sıralarının doğruluğu ise zannîdir. Bunun için, sûrelerin yerini değişdirerek okumak, yazmak mekrûh olmuşdur. Kur’ân-ı kerîmi başka harflerle veyâ tercemesini yazmak, okumak, öğrenmesini kolaylaşdırır demek doğru değildir. Kolay olsa bile, câiz olmasına sebeb olamaz).


(Mevdû’ât-ül-ulûm)da diyor ki, (Kur’ân-ı kerîmdeki bilgiler üç kısmdır: Birincisini hiçbir kuluna bildirmemişdir. Kendisini, ismlerini ve sıfatlarını kendinden başka kimse bilemez. İkinci kısm bilgileri, yalnız Muhammed aleyhisselâma bildirmişdir. Bu yüce Peygamberden ve Onun vârisi olan râsih âlimlerden başka kimse bunları anlıyamaz. Müteşâbih âyetler böyledir. Üçüncü kısm bilgileri, Peygamberine bildirmiş ve ümmetine öğretmesini emr buyurmuşdur. Bu ilmler de ikiye ayrılır: Birinciler, geçmiş insanların hâllerini bildiren (Kısas) ve dünyâda, âhıretde yaratmış olduğu ve yaratacağı şeyleri bildiren haberler (Ahbâr)dır. Bunlar, ancak Resûlullahın bildirmesi ile anlaşılır. Akl ile, tecribe ile anlaşılamaz. Üçüncü kısm bilgilerin ikincileri, akl, tecribe ve arabî ilmler ile anlaşılabilir. Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmak ve fen bilgilerini anlamak böyledir. İmâm-ı Nesefî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Akâid)de buyuruyor ki, arabî ilmlere göre ma’nâ verilir. İsmâilî sapıkları gibi, başka ma’nâlar vermek, ilhâd ve küfr olur.


Kendi aklı ve görüşleri ile bozuk tefsîrler yapanlar beş dürlüdür:


1 — Tefsîr için lâzım olan bilgileri bilmiyen câhillerdir.


2 — Müteşâbih âyetleri tefsîr edenlerdir.


3 — Sapık fırkalardakilerin, zındıkların ve dinde reformcuların, bozuk düşünce ve isteklerine uygun tefsîr yapanlardır.


4 — Delîl ve sened ile iyi anlamadan tefsîr yapanlardır.


5 — Nefse ve şeytâna uyarak yanlış tefsîr yapanlardır).


26 — Ahkâm-ı islâmiyyenin hepsi Kur’ân-ı kerîmden çıkmakdadır. Kur’ân-ı kerîm, bütün Peygamberlere “salevâtullahi aleyhim” gönderilmiş olan, bütün kitâblardaki ahkâmı ve dahâ fazlasını kendisinde toplamakdadır. Gözleri kör, ilmleri az, aklları kısa olanlar, bunu göremez. Kur’ân-ı kerîmdeki bu ahkâm üç kısmdır:


Birinci kısm ahkâmı, ilm ve akl sâhibi, (İbâret-i nass) ile ve (İşâret-i nass) ile ve (Delâlet-i nass) ile ve (Mazmûn-i nass) ile ve (İltizâm-i nass) ile ve (İktizâ-i nass) ile kolayca anlıyabilir. Ya’nî, her âyet-i kerîmede, ibâret, delâlet, işâret, iltizâm, iktizâ ve tazammün bakımından çeşidli ma’nâlar ve hükmler vardır. (Nass), ma’nâları açık ve meydânda olan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere denir.


Kur’ân-ı kerîmdeki ahkâmdan ikinci kısmı açıkca anlaşılmaz. İctihâd ve istinbât yolu ile meydâna çıkarılabilir.


Ahkâm-ı ictihâdiyyede, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” uymayabilirdi. Fekat bu ahkâm, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında hatâlı ve şübheli olamazdı. Çünki, Cebrâîl “aleyhisselâm” gelerek, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayrılırdı. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” âhırete teşrîfinden sonra meydâna çıkarılan ahkâm ise, böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı. Bundan dolayıdır ki, vahy zemânında ictihâd olunan ahkâmı, hem yapmak, hem de inanmak lâzımdır. Peygamberimizden sonra ictihâd olunan ahkâmı da yapmak lâzım ise de, icmâ’ hâsıl olmıyan ictihâdlarda şübhe etmek, îmânı gidermez. [Bu husûs (Mektûbât)ın ikinci cild, 36. cı mektûb sonunda da yazılıdır.]


Kur’ân-ı kerîmde bulunan ahkâmdan üçüncü kısmı, o kadar derin ve gizlidir ki, bunları anlayıp çıkarmağa insan gücü yetişemiyor. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, anlaşılamaz. Bu da ancak Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” gösterilmiş, bildirilmişdir. Başkasına bildirilmez. Bu ahkâm da, Kur’ân-ı kerîmden çıkarılıyor ise de, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” tarafından açıklanmış olduklarından, bunlara (Sünnet) denir.


Birinci ve üçüncü kısm ahkâmda kimse, Peygamberden “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrılamaz. Bütün müslimânların, bunlara inanması ve tâbi’ olması lâzımdır. Ahkâm-ı ictihâdiyyede ise, her müctehidin kendi çıkardığı hükme tâbi’ olması lâzımdır. Başka müctehidlerin ahkâmına tâbi’ olamaz. Bir müctehid, başka müctehide, ictihâdından dolayı yanıldı, doğru yoldan ayrıldı diyemez. Zîrâ, her müctehide, kendi ictihâdı hakdır ve doğrudur. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları mes’elelerde, Kur’ân-ı kerîmin hükmü ile hareket etmelerini, Kur’ân-ı kerîmde bulamazlar ise, hadîs-i şerîflerde aramalarını, burada da bulamazlar ise, kendi re’y ve ictihâdları ile amel etmelerini emr buyururdu. Kendilerinden dahâ âlim, dahâ yüksek olsalar bile, başkalarının fikr ve ictihâdlarına tâbi’ olmakdan men’ ederdi. Hiçbir müctehid ve Eshâb-ı kirâmdan hiçbirisi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” başkalarının ictihâdlarına bozuk demedi. Kendilerine uymıyanlara, fâsık ve sapık gibi kötü şeyler söylemedi.


Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” sonra gelen müctehidlerin en büyüğü, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “radıyallahü anh”. Bu büyük imâm, her hareketinde, vera’ ve takvâ üzere idi. Her işinde Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” tâm ma’nâsı ile tâbi’ idi. İctihâd ve istinbâtda, öyle yüksek bir dereceye ulaşmışdı ki, buraya kimse varamadı.


[Kendisinden dahâ önceleri, dahâ âlim ve dahâ yüksek kimseler geldi ise de, onların zemânında sapıtmalar yayılmamış olduğundan, doğruyu ayıracak mi’yârlar hâzırlamamışlar, diğer dahâ kıymetli işlerle uğraşmışlardır.]


İmâm-ı Şâfi’î hazretleri, İmâm-ı a’zamın ictihâdının inceliğinden, az birşey anlıyabildiği içindir ki, (Bütün müctehidler, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin çocuklarıdır) demişdir. Îsâ “aleyhisselâm”, kıyâmete yakın bir zemânda, gökden inerek, Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkaracakdır. İslâm büyüklerinden imâm-ı Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor ki, (Îsâ “aleyhisselâm” gibi büyük bir Peygamberin, ictihâd ile çıkaracağı bütün ahkâm, Hanefî mezhebindeki ahkâma benziyecek, ya’nî, İmâm-ı a’zamın ictihâdına uygun olacakdır). Bu da, İmâm-ı a’zamın “radıyallahü anh” ictihâdının, ne kadar çok isâbetli ve doğru olduğunu bildiriyor. Evliyâ, kalb gözleriyle, Hanefî mezhebini, büyük deniz gibi, diğer mezhebleri, ufak dereler, ırmaklar gibi görmüş olduklarını söylemişlerdir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri, ictihâdında da sünnete tâbi’ olmakda, herkesden ileri gitmiş, Mürsel hadîsleri bile, Müsned hadîsler gibi, sened olarak almışdır ve Eshâb-ı kirâmın sözlerini, kendi görüşlerinin, buluşlarının üstünde tutmuşdur. Onların, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında, sohbetinde bulunmak şerefi ile kazandıkları derecelerin büyüklüğünü, herkesden dahâ iyi anlamışdır. Diğer hiç bir müctehid böyle yapamamışdır. İmâm-ı a’zam için, kendi görüşü ile ahkâm çıkarıp, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere bağlı kalmamışdır diyenler, yeryüzünde asrlardan beri ibâdet etmekde olan milyonlarca müslimânı, yanlış ve uydurma yolda bulundurmakla ve hattâ müslimânlıkdan ayrı kalmakla lekelemiş oluyor. Bunu ise, yâ kendi cehllerini de bilmeyen kara kafalı câhiller, yâhud dîn-i islâmı yıkmak, bozguna uğratmak isteyen islâm düşmanları, zındıklar söyler. Birkaç câhil, birkaç zındık, birkaç hadîs ezberleyip, ahkâm-ı islâmiyyeyi bu kadarcık sanarak, işitmedikleri ve bilmedikleri hükmleri inkâr ediyor. Evet, bir kaya kovuğunda ilişmiş kalmış bir böcek, yerleri ve gökleri, bu delikden ibâret sanır.


Ehl-i sünnetin reîsi, fıkhın kurucusu, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahmetullahi teâlâ aleyh”. Bütün dünyâda tatbîk olunan ahkâm-ı islâmiyyenin dörtde üçü, onundur. Kalan dörtde birinde de, ortakdır. İslâmiyyetde ev sâhibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır.


[Bir müctehidin çıkardığı ahkâmın hepsine (Mezheb) denir.


Ehl-i sünnetin yüzlerce mezhebinden, bugün dört imâmın mezhebi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuşdur. Bu dört imâmın ismleri ve vefât târîhleri: Ebû Hanîfe 150, Mâlik bin Enes Esbahî 179, Muhammed Şâfi’î 204 ve Ahmed bin Hanbel 241 dir. Müctehid olmıyanların bütün hareketlerinde ve ibâdetlerinde, bu dört mezhebden birinde bulunması lâzımdır. Demek ki, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yolu, Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile, ya’nî sünnet ile ve müctehidlerin ictihâdları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesîkadan başka, bir de, (İcmâ’-ı ümmet) vardır ki, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin sözbirliği olduğu, İbni Âbidînde (Habs) bahsinde yazılıdır. Ya’nî gördükleri ve işitdikleri zemân, hiçbirisinin red ve inkâr etmediği şeylerdir. Şî’îlerin (Minhâc-üs-sâlihîn) kitâbında, ölmüş olana tâbi’ olmak câiz değildir demeleri doğru değildir.]


Dîn-i islâm, bu dört vesîka ile bizlere gelmişdir. Bu dört vesîkaya (Edille-i şer’ıyye) denir. Bunların dışında kalan herşey bid’atdir, zındıklıkdır ve dinsizlikdir. Tesavvuf büyüklerinin kalblerine gelen ilhâmlar, keşfler, ahkâm-ı islâmiyye için sened ve vesîka olamaz. Keşflerin, ilhâmların doğru olup olmadığı, islâmiyyete uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tesavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında bulunan Evliyâ da, ilmi olmıyan, aşağı derecelerdeki müslimânlar gibi, bir müctehide tâbi’ olmak mecbûriyyetindedir. Bistâmî, Cüneyd, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî gibi Evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi’ olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilmler, ma’rifetler, keşfler, tecellîler, aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekden maksad, meyve elde etmekdir. Fekat, meyve kazanmak için, ağaç dikmek şartdır. Ya’nî, îmân olmazsa ve ahkâm-ı islâmiyye yapılmazsa, tesavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Böyle iddi’âda bulunanlar, zındıkdır, dinsizdir. Böyle kimselerden, arslandan kaçmakdan dahâ çok kaçmalıdır. Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve îmânını alır. [(Merec-ül-bahreyn)de, Ahmed Zerrûkdan alarak diyor ki, imâm-ı Mâlik “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fıkh öğrenmeyip, tesavvuf ile uğraşan, dinden çıkar. (Zındık) olur. Fıkh öğrenip tesavvufdan haberi olmıyan [(Bid’at sâhibi), ya’nî] sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır) buyurdu. Fıkhı doğru öğrenen ve tesavvufun zevkıni alan, kâmil insan olur. Tesavvuf büyüklerinin hepsi kemâle gelmeden önce bir fıkh âliminin mezhebinde idi. Tesavvufcunun mezhebi yokdur demek, mezheblerin hepsini bilir, hepsini gözetir, evlâ olanı, ihtiyâtlı olanı yapar demekdir. Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrînin mezhebinde idi. Abdülkâdir-i Geylânî, hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, mâlikî idi. İmâm-ı Rabbânî ve Cerîrî, hanefî idi. Hâris-i Muhâsibî, şâfi’î idi “Kaddesallahü teâlâ esrârehüm”.]


Seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi aleyh” (Eshâb-ı Kirâm) kitâbında buyuruyor ki, (İctihâd, insan gücünün yetdiği kadar, ya’nî cehd ile zahmet çekerek çalışmak demekdir. Ya’nî, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde sarîh ve açık bildirilmemiş bulunan ahkâmı ve mes’eleleri, açık ve geniş anlatılmış mes’elelere benzeterek, meydâna çıkarmağa uğraşmakdır. Bunu ancak Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Onun Eshâbının hepsi ve diğer müslimânlardan ictihâd makâmına yükselenler yapabilir ki, bu çok yüksek insanlara, (Müctehid) denir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, ictihâd etmeği emr ediyor. O hâlde, ma’nâları açıkça anlaşılmayan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin derinliklerinde bulunan ahkâm-ı islâmiyyeyi ve mesâil-i dîniyyeyi, mefhûm ile ve delâlet ile anlıyabilen büyüklere, ya’nî mutlak müctehidlere, ictihâd etmek farzdır. Müctehid olmak için, arabî yüksek ilmleri temâmen bilip, Kur’ân-ı kerîmi ezber bilmek, her âyet-i kerîmenin ma’nây-ı murâdîsini, ma’nây-ı işârîsini ve ma’nây-ı zımnî ve iltizâmîsini bilmek ve âyet-i kerîmelerin geldikleri zemânları ve gelme sebeblerini ve ne hakkında geldiklerini, küllî ve cüz’î olduklarını, nâsih veyâ mensûh olduklarını, mukayyed veyâ mutlak olduklarını ve kırâet-i seb’a ve aşereden ve kırâet-i şâzzeden nasıl çıkarıldıklarını bilmek,Kütüb-i sittedeki ve diğer hadîs kitâblarındaki, yüzbinlerce hadîsi ezberden bilmek ve her hadîsin ne zemân ve ne için îrâd buyurulduğunu ve ma’nâsının ne kadar genişlediğini ve hangi hadîsin diğerinden önce veyâ sonra olduğunu ve bağlı bulunduğu hâdiseleri ve hangi vak’a ve hâdiseler üzerine buyurulduğunu ve kimler tarafından nakl ve rivâyet olunduğunu ve nakleden kimselerin ne hâlde ve ne ahlâkda olduklarını bilmek, fıkh ilminin üsûl ve kâ’idelerini tanımak, oniki ilmi ve Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin işâretlerini, rumûzlarını ve açık ve kapalı ma’nâlarını kavramak ve bu ma’nâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmân sâhibi olmak ve itmînân ile dolu, nûrlu ve sâf bir kalbe ve vicdâna mâlik olmak lâzımdır. İctihâd ve tefsîr hakkında, fârisî (Redd-i Vehhâbî) kitâbında uzun bilgi vardır. (Redd-i Vehhâbî) kitâbı, 1264 h. de Delhîde ve 1415 de İstanbulda tab’ edilmişdir.


Bütün bu üstünlükler, ancak Eshâb-ı kirâmda ve sonra, ikiyüz sene içinde yetişen, ba’zı büyüklerde bulunabildi. Dahâ sonraları, fikrler, re’yler dağılıp, bid’atler çıkıp yayıldı. Böyle üstün kimseler azala azala, dörtyüz sene sonra, bu şartları hâiz kimse, ya’nî mutlak müctehid olarak meşhûr olan görülmedi). Hicretden dörtyüz sene sonra, müctehide ihtiyâc da kalmadı. Çünki, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü Muhammed aleyhisselâm, kıyâmete kadar hayât şekllerinde ve fen vâsıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şâmil olan ahkâmın hepsini bildirdiler. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen âlimler, bu ahkâmın, yeni hâdiselere nasıl tatbîk edileceklerini, tefsîr ve fıkh kitâblarında bildirirler. (Müceddid) denen bu âlimler kıyâmete kadar mevcûddur. (Fen vâsıtaları değişdi. Yeni hâdiselerle karşılaşıyoruz. Din adamları toplanarak yeni tefsîrler yazılmalı, yeni ictihâdlar yapılmalıdır) diyerek, nasslara ilâveler, değişiklikler yapmak lâzım olduğunu savunanların (Zındık) ve islâm düşmanı oldukları anlaşılır. İslâm düşmanlarının en zararlısı ingilizlerdir.


İslâm düşmanlığı, zulm, istibdât, hîle ve hıyânet üzerine kurulmuş olan İngiliz İmperatorluğu, Kanada ve Avustralya ile Asyada ve Afrikada kırk memleketi kültür emperyalizmi ve kuvvet yolu ile işgâl ederek, ingiliz sömürgesi yapdı. İğrenç ingiliz politikası gereği olarak önce bu ülkelerin dilleri, dinleri, örf ve âdetleri tahrib edildi. Sonra da yeraltı ve yerüstü zenginlikleri sömürüldü. Her dürlü direnme kanlı bir şeklde basdırıldı. İslâm dînini öğreten bütün medrese ve mektebleri de kapatdılar. Halka doğru yolu gösterebilecek bütün âlimleri ve din adamlarını, hattâ talebeleri bile öldürdüler. Yalnız Çanakkale harbinde ingilizlerin 274 bin müslimânı şehîd etdiği, 18.3.2000 târîhli Türkiye gazetesinde yazılıdır. Yeni nesillerin dinsiz yetişmesi için de İslâm dînini öğreten kitâbları imhâ etdiler.


1877 de Osmânlı-Rus harbi esnâsında, İngiltere, Hindistânın ilhâkını îlân ederken, Midhat Pâşanın desteğini dahâ önceden garantilemişdi. Çünki, Midhat Pâşa, meşhûr İskoç locasına kayıdlı olması sebebi ile ingiliz hükûmeti tarafından ingiliz ajanı gibi kullanılarak, Osmânlı Devletini harbe sokmuş ve Sultân Abdül’azîz Hânı da şehîd etdirmişdi.


Batıya şartlandırılan devlet adamları ile Batılı uzman olarak görevlendirilen ajanların işbirliği sâyesinde; “Fen bilgisi din adamına lâzım olmaz!” iftirâsında bulunarak, medreselerden fen dersleri kaldırıldı. Ondan sonra da, fen bilgilerinden mahrûm edilen din adamlarını, “Fen bilgilerinden anlamadıkları” gerekçesi ile, câhillik ile suçlayıp, horlamak sûretiyle gençleri dinden soğutdular.

Kaynak: Tam İlmihâl-Se’âdet-i Ebediyye