1928 yılından itibaren binlerce câmi kadro dışı ilan edilip kapatıldı

(Altında reisicumhur Mustafa Kemal Atatürk'ün imzasıda bulunan camilerin satılmasına dair 1936 yılına ait bir belge.)

1928 yılından itibaren binlerce câmi kadro dışı ilan edilip kapatıldı, yıktırıldı, satıldı veya din dışı işlerde kullanıldı. Moğol istilâsını aratmayacak bu devirleri gayet iyi hatırlayanlar az değil.1950’den evvel İstanbul suriçinde sadece üç câmi açıktı: Süleymaniye, Bayezid ve Fatih.Diğerleri başka maksatlarla kullanılırdı. Sultanahmed Câmii, başka yer kalmamış gibi, asker yollama merkezi idi. Askere buradan sevkedilen Beylerbeyi Câmii imamı Hâfız Mustafa Efendi, yoklama için bekleyen bazı askerlerin, dışarı çıkmalarına izin verilmediği için câmi köşelerine siğdiğini anlatırdı. Yeni Câmi’ye katanalar bağlanırdı. Nusretiye Câmii kütük deposuydu. Hatta, kütüğün biri uzun geldiği için câmiin son cemaat yerinin yıktırıldığını, bizzat Refi Cevat Ulunay yazdı. Bütün şehirler böyle idi. Mesela Konya’da sadece Kapı Câmii, Ankara’da Hacıbayram Câmii açıktı. Açık olanlara da iki ayağı çukurda ihtiyarlardan başka giden yoktu. Çünki namaz kılanlara iyi gözle bakılmayan bir devirde, câmiye gitmek cesaret işiydi.1927’den itibaren câmiler tasnif edilmeye başlandı. 1928’de bunun için bir nizamname bile çıkarıldı. Buna göre 500 metre dâhilindeki câmilerden birden fazlası ile cemaati bulunmadığı tesbit edilenler tasnif dışı bırakılacaktı. Tasnif dışı kalan yüzlerce câmiden bir kısmı kapatıldı; bir kısmı din dışı başka işlere tahsis edildi; bir kısmı da yıktırılıp enkazı satılarak Halkevlerine verildi. Memurlar ikindi vaktinin sonu gibi cemaatin bulunmadığı zamanlarda câmileri teftişe gelir; cemaati olmadığı gerekçesiyle câmiyi mühürleyip kapatırdı. Akşam gelen cemaat, câmilerini kapanmış bulurdu. Bu kıyımdan Ayasofya bile kurtulamadı. Câmi bakanlar kurulu kararıyla 1935’te müze hâline getirildi. 


Vakıflar Kanunu’nun “mimarî kıymeti olan câmilerin satılamayacağı” hükmüne aldıran olmadı. Bunun için o zaman kültür bakanlığının işini gören Maarif Vekâleti’nden alınması gereken raporların, istenilen şekilde tanzim edildiği görüldü. Muş’taki tarihî Murad Paşa Câmii’nin minaresinin dinamitle havaya uçurulduğunu eski müftülerden Mehmed Çağlayan gözyaşları içinde anlatırdı. 1935’te “Askerî mektepte câmi olur mu?” denerek Heybeliada Câmii yıktırıldı. Sadece İstanbul’da 1000’in üzerinde câmi yıktırıldı. Böylece 1937’ye gelindiğinde Türkiye’deki câmilerin takriben % 60’ının kadro dışı kaldığı görüldü. Mesela Bursa’da 64 câmiden 40, Anteb’de 39 câmiden 22 tanesi bırakıldı. Bunların hepsi resmî arşivlerdeki malumata dayanır.


1927’den itibaren tasnif dışı bırakılan yüzlerce câmi, ihale ile belediyeye veya hususî şahıslara satıldı. İstim sonradan geldi. 1935 senesinde çıkarılan vakıflar kanunu bu işi tanzim ediyordu. İlk satılan câmi 623 lira 90 kuruş ile Sivas’da Hacı İzzet Paşa Câmii ve 4996 lira 45 kuruş ile Fatih’de Hadice Sultan Câmii oldu. En ucuza satılan câmi 2,5 lirayla Eskişehir Servihisar semtindeki Melikşah mescidi (1940); en yüksek fiyata satılanı ise Kayseri’de 57 bin liraya Hacet Mescidi (1968) oldu. 


Eminönü’nde Sultan II. Mahmud yapısı Hidayet Câmii, ticaret bankası deposu; Küçüksu Mescidi, CHP ocak merkezi; Balıkesir Yıldırım Câmii, Halkevi; İzmit Sâdık Mescidi, meteoroloji binası; Şehzadebaşı Câmii’ne yakın olduğu halde, emsalsiz burmalı minaresi sayesinde kazmadan kurtulan Burmalı Mescid marangozhane olarak kullanıldı. Müze yapılmayan câmilerin ekserisi CHP, askeriye ve toprak mahsulleri ofisi tarafından işgal edildi. Bazıları belediyeden satın alan hususî şahıslar tarafından dükkân, ev, hatta yazlık sinema olarak kullanıldı. Selânik’te sinema salonu yapılan câmiye ağıt düzenlerin, bundan nedense hiç haberi olmadı.


Tek parti devrinde sadece câmiler değil; medreseler, sıbyan mektepleri, kabristanlar, hatta türbeler bile satış mevzuu oldu. Din hizmetlilerinin vazifesine son verildi. Kalanların maaşları düşürüldü. Bunlar başka bir yazıda inşaallahü teâlâ ele alınır. Şimdi bazılarının hâfızası zayıflamış olabilir. Ama bu o günleri görenler hâlâ yaşıyor. Gördüklerini de net bir şekilde hatırlıyorlar. Şair ne demiş: Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın? 1918’de ağababası İttihat ve Terakki’nin yaptığı gibi, Halk Partisi de 1950’de kendi kendini feshetmek büyüklüğünü gösterebilseydi; hem demokrasi muhalifliği, darbe bezirgânlığı, insan hakları ihlalciliği, faşistlik, din düşmanlığı gibi ithamlarla karşı karşıya gelmekten kurtulur; hem de memlekette hakiki bir sosyal demokrat teşekküle imkân verilerek demokrasinin önü açılmış olurdu. 

(02.05.2012 -Türkiye Gazetesi)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder