Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin seyr-i sülukunu tamamladığı mekân

 Seyyid Abdülhakim Arvasi "kuddise sirruh" hazretlerinin  seyr-i sülukunu tamamladığı mekan... (Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin Arvas mescidinin arka tarafında bulunan 70 gün süreyle 2 defa çile çektiği çilehanesi)

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî “kuddise sirruh” Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi

 Seyyid Abdülhakîm Arvâsî “kuddise sirruh” hazretleri (1860-1943), Nakşibendîliğin Müceddidiyye ve Hâlidiyye kolunun son mümessillerindendir. İki devri, hem imparatorluk, hem cumhuriyet devirlerini idrak eden ve tesirleri bugüne kadar gelen ulemâdandır. O cihetle ayrı bir ehemmiyeti vardır. Kendisi Moğol istilası sebebi ile Bağdat’tan Musul’a; Sultan Kanuni zamanında da Musul’dan Hakkâri civarına yerleşmiş seyyidü’n-neseb bir ulemâ ailesine mensuptur. Soyu, İmam Ali Rızâ hazretlerine ulaşır.


Çok âlimler yetiştirmiş olan bu meşhur aileye, yerleştikleri köye nisbeten Arvâsîler denir. 1800 küsur rakımlı Arvas köyü, bugün Van’a bağlı Müküs’ün (Bahçesaray’ın) bir köyüdür. O zamanlar Siirt’e bağlıydı. Ailenin çeşitli mensupları, buradan etrafa, başka yakın beldelere intikal etmişlerdir.


Bu ailenin 4 büyük kolu vardır. Bunlardan bir tanesi, Doğubeyazıd’a gitmiştir. Burada Ahmed-i Hânî hazretlerinin türbesinin yanında kabirleri vardır. Onlar da hem zâhiri ilimlerde, hem bâtınî (tasavvufî) ilimlerde söz sahibi olmuş muhterem zâtlardır. Gazeteci ve mütefekkir Ahmed Arvâsî Bey, bu koldandır.


Ailenin diğer kısmı da, Hizan, Arvas ve Başkale olmak üzere 3 kola ayrılmıştır. Bu 3 koldan çok büyük 3 mürşid-i kâmil yetişmiştir. Bunlardan biri, Seyyid Sıbgatullah Hizânî hazretleri diye meşhurdur ve silsilesi bugüne kadar intikal etmiş birkaç Nakşî tekkesinin de mürşididir. Aynı zamanda yakınlarda vefat eden siyasetçi, milletvekili, senatörlük ve bakanlık yapmış olan Kâmuran İnan’ın da dedesidir.


İkinci koldan yetişen büyük zât, Seyyid Fehim Arvâsî hazretleridir. Bu zât, Arvas’da kalan koldandır. İstanbul’a gelerek Sultan II. Abdülhamid Han ile görüşmüş; iltifat görmüş ve kendisine mecidiye nişanı verilmiştir. Şarktaki bazı hâdiselerde, bilhassa Seyyid Ubeydullah meselesinin hallinde büyük hizmet etmiştir.


Başkale’ye yerleşmiş olan ailenin 3. kolundan ise, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri yetişmiştir. Bu 3 mürşid, amca çocuklarıdır.


Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri Başkale’de dünyaya gelmiştir. Dedesi Seyyid Muhammed hazretleri, XVIII. asrın ikinci yarısında, irşad faaliyetinde bulunmak üzere Arvas’tan Başkale’ye yerleşmiştir. Kabri bugün Hoşab’da ziyaretgâh olan babası Kâdirî şeyhi Abdurrahman Kutb hazretleri tarafından buraya gönderilmiştir. Başkale nüfusun yüzde 80’i gayrimüslim iken; Seyyid Muhammed hazretlerinin irşad faaliyetleri sayesinde 100 yıl geçmeden nüfusun yüzde 80’i müslüman olmuştur.


Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri 1860 senesinde dünyaya gelmiştir. Babası Mustafa Efendi, Nehri tekkesine mensup Nakşî terbiyesi almış bir zâttır. Genç yaşta vefat etmiştir. İkisi kız olmak üzere 12 çocuğunun en büyüğü Abdülhakîm Efendi’dir. Kardeşlerinin hepsini o yetiştirmiştir. Her birisi mühim birer âlimdir. Bunlardan bir tanesi Taha Efendi, 1909 Osmanlı meclisinde Hakkâri mebusluğu ve sonra diyânet işlerinde vazife yapmıştır. Diğer kardeşlerinden kurra hâfızlar, tabur imamları, muallimler, müftüler, nakîbü’l-eşraflar vardır.


Seyyid Abdülhakîm Efendi, ibtidaiyye ve rüşdiyye mekteblerini okumuş; ayrıca babasından ulûm-i diniyye tahsil etmiştir. Arvas’ta ve sonra da Seyyid Fehim Arvâsî hazretleri huzurunda tahsil gördükten sonra, 22 yaşında ilim icazeti, yani diploması almıştır. 27 yaşında da tasavvuf icazeti ile teşerrüf etmiştir. Mürşid-i kâmil-i mükemmil olarak Başkale’de Nakşibendî tarîkatını yaymak ve aynı zamanda şer’î ilimlerle meşgul olmak üzere vazifelendirilmiştir.


Arvas ailesinin ve onların ilmî faaliyetlerinin bir hususiyeti vardır. Bunlar, zâhirî ve bâtınî ilimleri her zaman beraber yürütmüşlerdir. Halbuki meselâ Şarkta bazı medreseler vardır; tasavvufla iştigali bulunmaz; bazı tekkeler vardır; orada da zâhirî ilim öğretilmez. Arvas tekkesinin bu hususiyeti, aynı zamanda Abdülhakîm Efendi’nin de hususiyetidir. Zâhirî ve bâtınî ilimleri hep bir arada yürütmüştür.


Babasından kalan cüz’i miras ile Başkale’de bir medrese kurmuştur. Burada masraflarını kendisi karşılayarak talebe yetiştirmiştir. Hatta talebenin çamaşırlarını bile Abdülhakîm Efendi hazretlerinin hanımı yıkamıştır. Burada yetişen talebeler, civarda müftilik, kadılık, müderrislik yapmış; beldenin maarifinde mühim hizmetler ifa etmişlerdir. Bilenler bilir, Başkale İran sınırındadır. Bu medrese, öteden beri Arvas Medresesi’nin yaptığı gibi İran’dan gelen birtakım itikadî cereyanlara karşı ciddi bir sed vazifesi görmüştür. Vaktiyle Sultan Mahmud Han, medreseler hakkında bir tahkikat yapmış, Arvas Medresesinin en ziyade faideli medrese olduğu görülmüştü. Bunun üzerine padişah, Arvas Medresesi’ne maddî yardımda bulunmuş, kitap göndermiş ve bir de o zamanki medresenin hocası olan Abdurrahman Kutub hazretlerine bir cariye hediye etmiştir. Bu saraylı hanım, Abdülhakîm Efendi’nin de büyük annesidir.


Abdülhakîm Efendi, İran ve Anadolu’nun pek çok şehirlerine ziyaretlerde bulunmuş; buradaki ulemâ ve meşâyıhla görüşmüştür. İki defa hacca gitmiş; bu ziyaret esnasında Mekke-i Mükerreme’de Ziyâ Ma’sum Müceddidî hazretleri ile tanışarak, ondan da teberrüken hem zâhirî; hem de üveysî hilâfeti almıştır.


İstanbul’da Sultan II. Abdülhamid Han ile görüşmüştür. Padişah, medresesine maddi yardımda bulunmuş; kitap göndermiştir. Bu sebeple medresesinin adı Hamidiye Medresesi’dir. Şimdi yıkılmış olup; yerinde bir câmi vardır.


1915’teki Rus işgali üzerine Abdülhakîm Efendi ailesiyle beraber hicret etmiş; Bağdad’a gitmek üzere vatanından ayrılmıştır. Bağdad da düşünce, bir müddet Musul’da kalmış; burada Ziybar kazâsında müftülük yapmıştır. Sonra Adana’ya gelmiştir. Adana’nın da düşmesi an meselesiyken Konya’ya, oradan Eskişehir’e ve nihayet İstanbul’a gelmiştir. Yolda aile ferdlerinin çoğunu, ezcümle zevcesini, 3 çocuğunu ve kardeşlerini kaybetmiştir.


Abdülhakîm Efendi, Sultan Vahîdeddin Han tarafından münhal (boş) bulunan Eyüb’deki Kaşgârî Tekkesi’ne şeyh tayin edilmiş; aynı zamanda da lisansüstü ilahiyat tedrisatının yapıldığı Süleymaniye Medresesi’ne, nam-ı diğer Medresetü’l-Mütehassin’e (ki bugün Fatih Kız Lisesi’nin arkasında sanat okuludur) müderris (ordinaryüs profesör) tayin edilmiştir.


Kaşgârî Tekkesi’ni yaptıran Murtaza Efendi hazretleri de Nakşî şeyhidir; Ahmed Yekdest Cüryânî hazretlerinin halifelerindendir. O da Muhammed Ma’sûm Fârukî hazretlerinin halifesidir. Bu zât, XVIII. asırda İstanbul’da Nakşî tarîkatını canlandıran bir zâttır. Abdülhakîm Efendi bu tekkede irşad faaliyetinde bulunmuştur. Tekkesine çok farklı kesimlerden renkli şahsiyetler devam etmiştir. Bir yandan da İstanbul câmilerinde fahrî vaizlik yaparak halkı irşad etmiştir.


İstanbul’a geldikten kısa bir zaman sonra, 1924’te medreseler; ertesi sene de tekkeler kapatılmıştır. Tekke mensuplarının ölene kadar tekkede oturması kanun icabı olduğu için, Abdülhakîm Efendi bu Kaşgârî Tekkesi’nde oturmaya devam etmiş; tekkenin câmiinde de imam sıfatıyla vazifesine devam etmiştir.


Tekkelerin kapatılması, Abdülhakîm Efendi’yi içine kapatmamıştır. Vefa Lisesi’nde din dersi muallimliği yapmıştır. 1927 yılında mekteplerden din dersleri kaldırılmıştır. İstanbul müftüsü Fehmi Efendi, ki kendisini Medresetü’l-Mütehassısîn’den tanımaktadır, Abdülhakîm Efendi’den İstanbul câmilerinde vâizlik yapmasını istemiştir. Böylece vefatına kadar Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, İstanbul’un pek çok meşhur câmiinde, Ayasofya’da, Fatih’de, Bayezid’de, Eyüb’de, Sinanpaşa’da, Kasımpaşa’da, Beyoğlu Ağa Câmii’nde, Kadıköy Osmanağa Câmiinde, Bakırköy’de Zuhuratbaba’nın karşındaki eski câmide muntazaman vaazlar vermiştir.


Bu vaazlarda en çok Beydâvî Tefsirini hâşiyeleriyle beraber okutmuştur. Bu tefsir, Kur’an-ı kerîmin i’câz ve belâgati, yani Kur’an-ı kerimdeki edebî sanatlar üzerine yazılmış meşhur bir tefsirdir. Her babayiğidin okutabileceği bir tefsir değildir. Bunun dışında Ni’metulah Tefsiri okutmuştur ki, Nahcivânî de derler. Tasavvufî (işârî) bir tefsirdir.


Câmi derslerinde, ayrıca İslâm edeblerine dair Şir’atü’l-İslam ve Kimyâ-i Seâdet okutmuştur. Vefatına kadar, birkaç tane elinde olmayan sebep haricinde, hiç bir zaman derslerini aksatmamıştır. Hatta hanımının vefat ettiği gün vaaz bitince, “Muhterem cemaat, bugün çok sevdiğim zevcem vefat etmiştir. Sizlerden bir fâtiha istiyorum’’ buyurur. Cemaat der ki; “Fâtiha ne demek; biz cenâzesine iştirak etmek isteriz.” Bunun için zevcesi Âişe Nene Hanım’ın cenazesi Eyüb’ün gördüğü en kalabalık cemaatlerden bir tanesi olmuştur. O gün bile benim hanımım öldü; ben derse çıkmayım, dememiştir.


Abdülhakîm Efendi siyasete karışmadığı, kanunlara karşı gelmediği halde, iki defa sürgüne uğramıştır. “Müslüman dine uyar, günah işlemez; kanuna uyar, suç işlemez” derdi. Bu, şer’î prensiplere aykırı kanunları tasvib ettiğinden değil; kendini tehlikeye atmanın Kur’an-ı kerim tarafından yasaklamış olmasındandır. Yoksa Abdülhakîm Efendi’nin gayrı islâmî cereyanlara ve icraatlara karşı her zaman tavizsiz bir duruşu olmuştur. Bu duruşu, onun etrafındakilerde de görmek mümkündür.


1931 senesinde Menemen Hâdisesi üzerine Menemen’e götürülmüştür. Hâdisenin tarihi seyri malumdur. Basit bir zâbıta vak’asından, İstanbul’da bulunan Şeyh Erbilli Esad Efendi mes’ul tutulmuş; 100’e yakın yaşıyla oraya götürülüp mahkûm edilmiştir. Maksadın, zaten Şeyh Es’ad Efendi’yi ortadan kaldırmak olduğu anlaşılan bu hâdisede, havâlide bulunan bütün Nakşîler de takibata alınıp Menemen’e götürülmüştür. Bunlardan bir tanesi de Seyyid Abdülhakîm Efendi’dir. Zira Abdülhakîm Efendi’nin Akhisar’da müridleri vardı.


Abdülhakîm Efendi’nin mahkemede enteresan bir müdafaası olmuştur. Mahkeme savcısının “Sen şeyh imişsin?’ sualine, “Estağfirullah! Şeyh dediğiniz, Abdülkâdir Geylânî gibi, Şah-ı Nakşibend gibi, İmam-ı Rabbânî gibi, Mevlânâ Hâlid hazretleri gibi zâtlar ise, ben kim, onlar kim? Ben onların topuklarına varamam, eteklerine ulaşamam. Fakat piyasada sahte şeyhlik yapan müteşeyyihleri kastediyorsanız, ben onlara tenezzül etmem!” Bunun üzerine o da, müridleri de beraat etmiş ve İstanbul’a dönmüştür.


1943 senesinde yine hiçbir kanuna aykırı faaliyeti yokken, zamanın ileri gelenleri Şükrü Saracoğlu, Lütfü Kırdar ve bazı müfsitlerin ilkaatıyla İzmir’de mecburi ikamete tabi tutulmuştur. İzmir’de bir buçuk ay kadar kaldıktan sonra kızının, yeğeninin ve talebelerinin bulunduğu Ankara’ya gelmesine müsaade edildi. Ankara’yı hiç sevmezdi; “Trenle geçmek mecburiyetinde kalsam, arkamı dönerim” derdi. Buna rağmen kader-i ilahiyenin tecellisine bakın ki buraya gelmeye razı oldu. Bir müddet Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin yakınında yeğeninin evinde hasta yattıktan sonra gariben ve şehiden vefat etti.


Cenazeyi şehir dışına götürmek mümkün olmadığı için, asrî kabristana gömülmeyi de kendisi istemediği için Ankara’nın yakınlarında Bağlum köyüne defnedilmiştir. Kabri, bugün ziyaretgâhdır. Böylece 83 sene süren bir ömür, Ankara’da sona ermiştir.


Geride 3 çocuğu kalmıştır. Bunlardan bir tanesi uzun yıllar Üsküdar ve Kadıköy müftülüğü yapmış olan Ahmed Mekkî Üçışık adında bir âlimdir. Diğer oğlu Münir Üçışık Bey, memurdu. Kızı Mâhide Hanım, amcazâdesi Van mebusu İbrahim Arvas bey ile evliydi. 3 çocuğu da babasının hayru’l-halefi idi. Arzu ettiği şekilde yetişmiş çocuklardı.


Kendisi fazla bir eser kaleme almamıştır. “Tûbâ limen arafe haddehu, haddini bilene müjdeler olsun hadîs-i şerifine imtisal ettim. Yazılanlar yazılmış, söylenenler söylenmiştir” buyururdu. İki tane matbu eseri vardır. Bunların ikisi de tasavvuf üzerinedir. Biri, Râbıta-i Şerife risâlesidir. Mevlânâ Hâlid’in âdâb risâlesinin mütemmimi mahiyetindedir. Sâliklere, müridlere bir el kitabı hüviyeti taşır. İkinci matbu eseri, er-Riyâdü’t-Tasavvufiyye, Tasavvuf Bahçeleri, tasavvuf ıstılahlarını anlatan bir nevi ders kitabıdır.


Bunun dışında bazı küçük risâleleri vardır. Eshâb-ı Kirâm Risâlesi, sahâbenin faziletlerini anlatır. Ecdâd-ı Nebi Risâlesi, Hazret-i Peygamber’in atalarının hiçbirisinin kâfir olmadığı ve Azer’in, hazreti İbrahim’in babası değil amcası olduğuna dair ciddi tahkik mahsulü eserdir. Sefer-i Âhiret Risâlesi, ölüme dair halleri anlatır. İmam Hüseyin’in Şehâdetine Dair Risâle, Mevlid Okumanın Meşruiyetine Dair Risâle, zamanın yargıtay başsavcısının sualleri üzerine yazdığı İslâm Hukukunda Ceza adındaki risâle, İslâm’da Cihâd adındaki risâle bunlardan ma’duddur. Hiçbirisi matbu değildir. Mektuplarının, sohbetlerinde tutulan notların hepsine birden Keşkül adı verilmiş; zamanında toplanmış; fakat tab’ edilmemiştir. Bu 4 cildlik eserin asıl ismi, Sevânihü’l-Efkâr’dır. Hepsi gayrı matbudur.


Abdülhakîm Efendi’nin etrafında çok entellektüel bir topluluk teşekkül etmiştir. Sürgün edilmesinin sebebi de aslında budur. Kendisine devam edenler arasında profesörler, şeyhülislâmlık mensupları, tarîkat şeyhleri, hattatlar, askerler, memurlar vardır. Çok kalabalık değil ama, mutena, seçkin bir cemaatdir. Mesela Necip Fâzıl gibi mizaç olarak hem sert, hem bohem hayata alışmış bir şahsiyeti, bu tarafa çekmesi, büyük bir kazanç olmuştur.


Tekkeler kapandıktan sonra, Abdülhakîm Efendi’nin yolu, bir tekke olarak değil; manevî miras olarak devam etmiştir. Buna da bilhassa iki kişi sahip çıkmıştır: Necip Fâzıl Bey merhum, bir şair, bir aksiyoner olarak, konferanslarıyla, şiirleriyle, mecmualarıyla; Hilmi Işık Efendi merhum da, tasavvuf ve fıkıh üzerine neşredip bütün dünyaya parasız olarak gönderdiği çeşitli dillerde kitaplarla bu manevî mirası yaymıştır. Bu sayede bugün Seyyid Abdülhakîm Efendi’nin ismini dünyada duymayan hemen hemen kalmamıştır.


Seyyid Abdülhakîm Efendi’nin tasavvufî çerçevede zikre değer bir takım hususiyetleri vardır. Bütün Nakşî şeyhlerinin elbette yetişme tarzı, faaliyetleri aynıdır. Ama Silsile-i Aliyye-i Nakşibendiyye’de bulunan zâtların bile meşrepleri birbirinden farklı olduğu için, Seyyid Abdülhakîm Efendi’nin de kendisine mahsus, zaman ve zemin icabı belki emsallerinden biraz daha ön plana çıkan hususiyetleri vardır.


Bunların başında tavizsiz Ehl-i sünnet hassasiyeti geliyor. Gerek itikadî, gerek ameldeki bid’atlere karşı her zaman ciddi bir duruş göstermiştir. Mesela buyuruyor ki, “İstanbul’a geldiğimde bid’at karışmamış tekke ve medrese neredeyse kalmamış gibiydi. İstanbul câmilerinde sahâbe-i kirâmın faziletini anlattım. Evlâd-ı resûlden olduğum halde, benim adımı, Muaviye’nin avukatı koydular’’ buyuruyor.


Bir başka husus, Vehhâbîlikten pek kimsenin haberi olmadığı bir zamanda, “Vehhâbîlerin Evsafı Beyanındadır’’ serlevhalı küçük bir risâle yazmış; vaaz ve sohbetlerinde bu harekete dikkati çekmiştir. Bunun yanında Mısır menşeli olan modernist cereyana ve bunun Cemaleddin Efgânî, Muhammed Abduh gibi mensuplarına ve bunların Türkiye’deki muakkiblerine karşı reddiyeleri vardır. Bir başka hususiyeti daha evvel de geçtiği üzere, zâhirî ve bâtınî ilmi bir arada yürütmesidir. Yani hem talebelerine ilim öğretmiş; hem de tasavvuf cihetiyle müridlerini irşad etmiştir. İkisini bir arada yürütmüştür. Çünki fıkıhsız tarîkatın asla mümkün olamayacağını beyan buyururdu. Her zaman şunu söylemiştir: “Gayem imandır. İstanbul câmilerinde 25 sene imanı anlattım.” Şu söz de ona aittir: “Din, Allah’ın razı olduğu şeyleri yapmaktır; yalnızca 2 rek’at namaz kılmak değildir”. O, evvela usul-i din üzerinde durmuş; fürûatı sonraya bırakmıştır.


“Nakşî olmasaydım, Şâzelî olmak isterdim. Çünki onda devamlı Resûlullah ile olmak vardır” buyurarak sünnet-i seniyyeye ittibâın ehemmiyetini tebârüz ettirmiştir. Nitekim İmam Şâzelî hazretlerinin, “Lev hucibe annî Resûlullahi tarfete aynin, ma adedtü nefsî müslimen” (Her istediğim zaman, Resûlullahı baş gözümle görmezsem, kendimi O’nun ümmeti saymam) dediği meşhurdur.


“En büyük kerâmet, istikâmettir” buyurarak, hâl ve mevâcide değil, şeriata uymayı, sünnet-i seniyyeye ittibâyı en birinci vazife telâkki etmiştir. Nitekim Keşkül’de şöyle buyuruyor: “Sâlike, 3 rükn-i mühim ve metîne riâyetde bulunmak [3 esasa uymak] lâzımdır. Birisi, sünnet-i seniyye-i risâlet sallallahü teâlâ aleyhi ve selleme kemâl-i riâyetle beraber, ictinâb-ı bid’at [sünnete uyup bid’atten kaçınmak]; ikincisi, mensûb olduğu zât-ı kâmil ve mükemmile râbıta-i muhabbet [şeyhine bağlılık]; üçüncüsü Ehl-i sünnet ve cemâatin i’tikâdından ser-i mu inhirâf etmemek iltizâm edilmiştir [kıl ucu kadar ayrılmamak lâzımdır]. Bu 3 edebe riâyet etmeyen sâlik, filhakika hiçbir şeye nâil olamaz.”


Devrin fenalıkları, zaman zaman kendisini ye’se düşürmüştür: “İslamiyet efradda kaldı; çok nâdir ve gizli efradda’’ buyururdu. Bir gün Bayezid’deki vaazından dönerken Kapalıçarşı çıkışında “Ümmeti Muhammede dua edin de kurtulsun’’ dediklerinde, “Siz bana ümmet-i Muhammedi gösterin; ben kurtulduğunu müjdeliyeyim’’ demiştir. O’nun, “Küfr, Ceyhun nehri gibi akıyor. İnsanlar da bu sele kapılmış saman çöpleri gibidir. Ancak bir çalıya, bir ağacın kovuğuna tutunabilenler kendini kurtarabildi. İşte bu zamanda da ancak bir Allah dostuna rastlayanlar, imanını kurtarabildi” sözlerinde, hem tasavvuf terbiyesinin ehemmiyetine işaret; hem de zamanın kötülüklerine karşı bir müjde sezilir.


Kendisine intisap etmek isteyenlere, fıkıh öğrenmeden, farzları yapmadan, haramlardan kaçınmadan tarîkat vermezdi. Hatta Mevlânâ Hâlid hazretlerinin İtikadnâme diye bir kitabı vardır. Farsça yazılmış bir Âmentü şerhidir. Onun Arapça ve Türkçe tercümeleri vardır. Kemahlı Feyzullah Efendi, Türkçe’ye tercüme etmiş ve Abdülhakîm Efendi’nin talebelerinden Hilmi Işık Efendi, bunu Latin harfleriyle neşretmiştir. Bu kitabı okumayana, hatta ezberlemeyene Mevlânâ Hâlid hazretlerinin tarîkat vermediği söylenir.


Seyyid Abdülhakîm Efendi, tasavvufun esasını şu iki esasa bağlar: Şeriat-i Muhammediyeye imtisal, yani Resulullah’ın sünnetine tam bağlılık ve şeyh-i muktedâya muhabbet, yani mürşidine tam tâbi olmak. “Görmek için nasıl ışığa ihtiyaç varsa, manevî feyzlere kavuşmak için de mürşide ihtiyaç vardır” buyururdu.


Abdülhakîm Efendi, Sevânihü’l-Efkâr (Keşkül) isimli gayrı matbû’ kitabında diyor ki: “Silsile ve tarîkatı olmayan kimsenin, neseb-i ma’nevîsi mechûl olur demişlerdir. Neseb-i ma’nevînin [manevî soyun] ma’lûm olması, neseb-i sûrî [maddî soyun] silsilesinin ma’lûm olmasından daha ensebdir [üstündür]. Zira neseb-i sûrî, mâlı tevris eder [mala kavuşturur]; neseb-i ma’nevî ise kemâlâtı tevris eder [kemâle kavuşturur]. Mal, zıll-i zâil [kaybolan bir gölge]; kemâlât ise asl-ı dâim ve bâkîdir [kalıcıdır]. Râbıta-i nisbet ve silsilenin kavâid-i adîdesinden [çok kâidesinden] biri de budur ki, sâlik silsile-i meşâyıh ve tarîkatını der-hâtır ederse [hatırlarsa], silsile-i mübârekeyi tahrîk etmiş olur [harekete geçirmiş olur]. Bu suretle her birinin feyz ve mededini istid’â ve isticlâb eder [manevî yardımını istemiş ve çekmiş olur]. Bu asıldandır ki uzemâ-ı meşâyıh ve evliyâ-i kirâm [büyük şeyhler ve veliler], silsile-i tarîkatlerini hıfz ve idâme edegelmişlerdir. İşte hatm-i hâcegân ve vazîfe-i yevmiyyeden mukaddem [günlük vazifelerden evvel] okunan Fâtihaların ervâh-ı ekâbire ihdâsından [büyüklerin ruhuna hediye edilmesinden] ve silsile-i sâdâtın günde bir defa okunmasından maksad, bu silsile-i mübârekeyi tahrîkdir… [harekete geçirmektir.]”


Abdülhakîm Efendi’nin diğer emsallerinden bir farkı da, nazariyat ile tatbikatı, teoriyle pratiği bir arada yürütmesidir. İşte yazdığı kitaplar, Râbıta Risâlesi ve er-Riyâdü’t-Tasavvufiyye buna delâlet eder. Aynı Câmi’u’l-Usûl adıyla eser kaleme alan Gümüşhânevî hazretleri gibi. Nasıl Mevlânâ Hâlid hazretleri, Risâle-i Hâlidiyye’yi kaleme almışsa, Abdülhakîm Efendi’nin böyle iki eseri vardır.


Tasavvuf âdâbına riayeti çok ehemmiyetli tutardı. Kıl ucu kadar Nakşî adabından ayrılmayı asla tasvib etmezdi. Hatta Van’daki talebelerinden Abdülmecid Efendi, orada Nakşibendî tarîkatinde tanınan birinin hatm-i hâcegânına iştirak etmek üzere mektup yazıp sormuş; Abdülhakîm Efendi de “Asla orada bulunmayınız. Çünkü onların, Nakşî âdâbıyla alâkaları yoktur!” diye cevap yazmıştır.


Hâlidiyye kolunda mürşid, kendine değil, mürşidine râbıta yaptırır. Usul budur. Seyyid Abdülhakîm Efendi buyuruyor ki; “Bu yolda müridleri irşad eden 3 yol vardır: Zikr, sohbet ve râbıta. Bunların en kıymetlisi zikr; sonra sohbet; sonra râbıtadır. Fakat râbıta enfâdır. Nasıl bir sultanın askerlerini gördüğünüz zaman sultanın orada olduğunu anlarsınız; aynı şekilde, izâ rüû zükkirallâhu, onlar görüldüğü zaman Allah hatırlanır sırrınca, evliyayı da hatırlamak, Allah’ı hatırlamaya sebep olur. Onun için râbıta bu 3 yoldan en faydalısıdır.”


Buna rağmen kendisine asla râbıta yaptırmamıştır. Necip Fâzıl merhum, kendisine râbıta için mürâcaat ettiğinde, “Yapacaksan, Seyyid Fehim hazretlerine yap; Seyyid Taha hazretlerine yap; Mevlânâ Hâlid hazretlerine yap!’’ buyurmuştur. Talebesi merhum Hilmi Işık Efendi’ye de Seyyid Fehim Arvâsî’ye râbıta telkin ederken, boyu şöyle, kaşı böyle, sarığı böyle üstadını tarif etmiş; sonra da “Oğlum Münir var ya, ona bir sarık sar farzet ki Seyyid Fehim Efendi’dir. Çünki o aynı dedesine (Abdülhakîm Efendi aynı zamanda Seyyid Fehim Efendi’nin torunu ile evlidir) benzer” buyurmuştur. Zaten râbıtada suretin aynı olması lazım değildir.


Müceddidiyye büyüklerinin hepsi aynı zamanda hepsi Nakşibendî’den mezun olduğu gibi, Kâdiriyye, Çeştiyye, Kübreviyye ve Sühreverdiyye’den de mezundur. Yani bu diğer tariklerden de talebe yetiştirmeye izinlidir. Ancak yine burada âdet üzere Nakşibendiyye’nin dışındaki yollardan talebe yetiştirmeyi tercih etmezdi. Bu da Seyyid Abdülhakîm Efendi’nin hususiyetlerinden bir tanesidir.


Abdülhakîm Efendi, Medresetü’l-Mütehassisîn’de iken, Remzi Efendi isminde bir Mevlevî şeyhinin dersinin bitirme imtihanında mümeyyiz olarak bulunur. Bir talebeye hocası, tarîkatler arasındaki fârıka [fark] ve hususiyyetleri sorar. Talebe, “Hârika ve kerâmette Kâdirîlik, aşk ve muhabbette Mevlevîlik, zühd ve takvâda Nakşîlik” cevabını verir. “Sen bunlardan birini tercih vaziyetinde olsan, hangisini ihtiyar ederdin?” sualine, talebe herhalde, hocası Mevlevî olduğu için bir cemile yaparak, “Mevlevîliği ihtiyar ederdim” der. Talebenin tercih ölçüsünü anlamak için, sebebi sorulduğunda, “Aşk ve muhabbete her şey dâhildir” cevabını verir. Bunun üzerine Abdülhakîm Efendi, çocuğa, “Aferin!” buyurur. Sonradan dersin hocası “Efendim, çocuk hocasının tarîkati olan Mevlevîliği seçti. Siz onu, âferin ile takdîr buyurdunuz. Halbuki siz Nakşîsiniz. Sebebini sual edebilir miyim?’ diye sorar. İşte o zaman, Abdülhakîm Efendi, “Çocuk doğru söyledi. Aşk ve muhabbete her şey dâhildir. Şu var ki, Nakşîlerin zühd ve takvâsı, bu aşk ve muhabbeti örtmeğe perde olmaktadır. Çocuk, zühd ve takvâ ile örtülü aşk ve muhabbeti ayırd edecek kadar derine inemezdi” buyurur.


Nakşibendiyye yolunda sâlik için riyâzet ve mücâhede yoktur. Daha doğrusu çilehaneye girip erbain çıkarmak yoktur. Riyâzet ve mücâhede bu tarîkatte, nefsin istediklerini yapmayıp istemediklerini yapmak olarak cereyan eder. Ancak talebenin hallerini anlamak için, mürşid olacak kişiye erbain (çile) lazımdır. Abdülhakîm Efendi iki defa erbain çıkarmıştır. Şöyle anlatırlar: “Erbaine girdiği zaman çilehanede, sadece zikirle meşgul olunur, oturduğu yerde ancak uyuyabilir, ayaklarını uzatarak uyuyamaz, hayvanî bir gıda yemez, namazlara câmiye çıkar ve çilehaneye döner. Bu 40 gün devam eder. Bu 40 gün zarfında Abdülhakîm Efendi’nin göz kapakları neredeyse birbirine yapışmış, ayakları çatlamıştı. Kendisine verilen günde 1 kâse buğday çorbasının kenarına bulaşmış tereyağından göz kapaklarına ve ayaklarına sürmüştü. Erbain bittiği zaman Seyyid Fehim hazretleri, bu hareketin erbaini bozduğu gerekçesiyle bunu kabul etmemiş, 40 gün çilehaneye girerek tekrar erbain çıkarmıştır.”


Abdülhakîm Efendi, Zeyl-i Keşkül’de buyuruyor ki: “Tarîkata intisâb iki kısmdır: Birisi teberrüken [bereketlenmek için] olup, onların i’dâdına dâhil [onlarla beraber olmak] ve duâlarına mazhar olmak, halkalarında oturmak ve onların mahsûbîn, mensûbîn ve müridânından olma içindir. Bu nev’, eshâb-ı işgâl ve iktisâb-ı mâl-ı halâl ile [helâl kazançla] meşgûl olanlar içindir. Bunların vazife-i yevmiyyelerinin haddi-i asgarîsi [günlük zikr vazifelerinin asgarisi] beş bindir. Bundan dûn [aşağı] olursa, tarîkata mahsûs te’sîri bırakmaz. İhtilâs-ı vakt edince [vakit bulunca] bu mikdârı tezyîd eder [arttırır]. Bu tezyîd, emr-i şeyh ile olursa daha münâsibdir. Birisi dahî sülûk içindir [hususî tasavvuf terbiyesi görmektir]. Bu nev’, âdetâ sâlik olmak içindir. Tayy-i menâzil-i kurb ve medâric-i tarîkata su’ûd ve tarikden maksûd olan hakâika vusûl [tarîkat derecelerine yükselmek ve hakikatlerine kavuşmak] içindir. Bunların âdâbına kesb-i vukûf [anlamak] etmek isteyen olur ve mürâcaat ederse kendisine bu hususda mufassal mektûb yazılır.” Abdülhakîm Efendi’nin hem seyrü sülûk yapan müridleri olmuştur; hem de teberrüken inâbe alan müridleri olmuştur.


Abdülhakîm Efendi Nakşibendiyye sülûkünde aşılması âdet olan makamları elde etmiş; nihayet Vilâyet-i Ahmediyye’ye erişmiştir. Hatta buyurmuştur ki: “Cenâb-ı Hakka hamdü senâlar olsun ki beni Vilâyet-i Ahmediyye ile şereflendirdi. 40 tane oğlum olsa, hepsine Ahmed ismini koyarım.” Nitekim oğulları ve torunları hep Ahmed ismini taşırlar. Vilâyet-i Ahmediye makamı, Vilâyet-i Hâssa-i Muhammediye makamının üstündedir. “Mürşid-i kâmil olmak için, fıkıhta müctehid, tasavvufta Vilâyet-i Hâssa-i Muhammediye makamında olmak lazımdır” buyururdu. Keşkül adlı eserinde diyor ki: “Mürşidden murâd, şeyh-i kâmil-i fâni fillah [Allah’da fâni olmuş, ondan başka düşüncesi kalmamış olgun şeyh] olandır. Şeyh-i nâkıs [noksan şeyh] değildir. Şeyh-i nâkısdan ahz-ı tarîkat [tarîkat almak], tâlib-i sâlike muzırdır [müride zararlıdır] ve mehâlike ilkâ eder [helâk eder]. İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sâni Mektûbât-ı Kudsiyyelerinde buyurmuştur ki: Şeyh-i kâmil ile şeyh-i nâkısın beynini [arasını] fark ve temyiz etmek [ayırmak], ehl ve erbâbına ihâle ve tefviz olunmuştur [ancak ehline mümkündür].”


Kendisi iyi giyinmiş, rahat bir hayat yaşamış, denize gitmiş, kır gezilerine katılmış; talebeleri de böyle yaşamış; ama şeriatten kıl ucu kadar ayrılmayı tasvib etmemiş; geride de hiçbir servet bırakmamıştır. Vasiyetnâmesi elimizdedir. Zaten 3 kat elbise bulundurur, yenisi geldi mi, diğerini tasadduk ederdi. Kitaplarını da müftü olan oğluna vermişti. Geride hiçbir malı kalmamıştı. Zenginlerle ve makam sahipleriyle görüşmeyi sevmez; başkalarına da tavsiye etmezdi. Yeni devirde hep gençlerle meşgul olmayı tercih etmiştir.


İmam-ı Rabbânî hazretlerine ayrı bir muhabbeti vardı. Hatta birgün, “Abdülkâdir Geylânî mi daha üstündür, İmam-ı Rabbânî hazretleri mi?” diye sormuşlar da, saaatlerce Gavs-ı A’zam’ın faziletlerini anlatmış; “Her ikisi de bize yağmur gönderen Nisan bulutu gibidir, hangisinin üstte hangisinin altta olduğunun ne ehemmiyeti var?” buyurduktan sonra “Fakat ben, İmam-ı Rabbânî hazretlerinin âşıkıyım’’ buyurmuştur. Onun Mektûbât kitabı için de şöyle buyurmuştur: “Kur’an-ı kerim ve hadîs-i şeriflerden sonra en faziletli kitab, Mektûbât-ı Rabbânîdir. Hem velâyet, hem nübüvvet hakikatlerini anlatmakta Mektûbât’ın bir eşi yoktur. Mektûbât okumayanın marifetten hiç nasibi olmaz’’ buyurmuştur. Kendisi okumuş; müridlerine de okumalarını tavsiye etmiştir.


Talebelerinden Hilmi Işık Efendi, Mektûbât’ın 1. cildinin tamamını ve diğer cildlerdeki mektubların da çoğunu Farsça’dan tercüme ederek neşretmiştir. Ayrıca İmam-ı Rabbânî hazretlerinin ve oğlu Muhammed Ma’sum hazretlerinin hepsi altı cild tutan Mektûbât’ının hülâsasını, üstadına arzederek tasvibini almıştır. Abdülhakîm Efendi bu eserin adını “Kıymetsiz Yazılar” koymuş; Hilmi Efendi’nin şaşırıp macub olduğunu görünce, “Anlamadın mı? Yeryüzünde bunun kıymetine karşılık olabilecek bir şey bulunamaz” buyurmuştur.


Abdülhakîm Efendi’nin Mevlânâ Hâlid hazretlerine de ayrı bir muhabbeti vardı. Onun divanını çok okur, müridlerine de okutur; hatta ezberletirdi. Bir gün kayıkla Eyüb’den Kasımpaşa’ya giderken, müridlerinden Hâfız Hüseyin Efendi’ye Divan-ı Mevlânâ Hâlid’den okutmuşlar; kayıkçı o kadar tesiri altında kalmıştır ki, “Sizden para almam, ama bir şartım var, dönüşte de bana binin” demiştir. Abdülhakîm Efendi, Sen paranı al, biz dönüşte gene sana bineriz” buyurmuştur.


Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri Mevlânâ Hâlid Divanı için buyuruyor ki, “İstanbul’a bedeldir; hâşâ yanlış söyledim, dünyaya bedeldir!” Mevlânâ Hâlid hazretlerinin Câliyetü’l-Ekdar kitabı için, ki dua ve salavat kitabıdır, “Bunu okumak, Delâilü’l-Hayrat okumaktan bile daha efdaldir” buyurmuştur.


Şeyh-i Ekber, yani Muhyiddin İbnü’l-Arabî hakkında mutedil bir kanaat sahibidir. Medresetü’l-Mütehassısîn’de onun Füsûs adlı eserini okuturdu. Buyuruyor ki: “Şeyh-i Ekber, ulemâ-i ehl-i akl ve nakl ve keşfin en büyüklerindendir. Bir bahr-i hakâyıktır [hakikatler denizidir]. Musannefâtı [eserleri] beş yüzden ziyâdedir. Hızır aleyhisselâm ile müsâhebat [arkadaşlık] etmiştir. Füsûs ve Fütuhât’da münderic olan [yer alan] meâni [ma’nâlar] ve hakâyık hiçbir kitapta bulunmak müyesser değildir. Şeyh Muhyiddin Arabî ve emsâli büyüklerin kelâmları hilâf-ı şeriat görünürse de doğrudur. Böyle kelâmlarına, onların murâdlarına göre inanmalıyız. Bizim fehm ettiğimiz ma’nâlarla inanmamalıyız. O sözler sekr [tasavvuf sarhoşluğu] hâlinde söylenmiş. Bunların ma’nâ-yı murâdîleri, hâlet-i sekre âiddir. Kelâm-ı me’lûfumuz [alışık olduğumuz sözler] ile beyân etmek istemişler ve sahva [uyanık hâle] gelince kendileri de bu kelâmlar ile murâdlarının anlatılamamış olduğunu görerek tevbe etmişlerdir. Bizler [sizler] için bu yüksek Füsûs, Fütûhât gibi kitabları okumak câiz değildir. Evet, Şeyh Muhyiddin ve emsâli, bazı hususlarda bu dine leke sürdüler. Bunlar defter-i evliyâdadırlar. Fakat kelâmları sakattır. Te’vîl lâzımdır. Şeyh Muhyiddin kâfir olmaz. Zirâ âlimdir. Te’vîle kâdirdir. İnanan, kâfir dahi olabilir. Zirâ te’vîl edemez. Celâleddin-i Rûmî de böyledir. İbni Hacer buyurur ki: ‘Eğer biz bunların zamanında olsaydık onlara gider, böyle kitablar yazmayın diye ricâ ederdik’. Kâfirlere azâb-ı âhiretin inkitâına [kesilmesine] inanmak, küfrdür. Muhyiddin Arabî’nin bu husustaki sözleri hâl-i sekrde söylenmiştir. Ehl-i İslâm, sûfiyyeye tâbi’ olmaya me’mur değildir. Fukahâya tâbi’ olmağla me’muruz. O büyüklere hilâf-ı şeriat söz isnâd eden kâfir olur. Helâya gitmek âdâbını bilmez; Muhyiddin’in sözünden bahseder.”


Tekkeler kapatıldıktan sonra Abdülhakîm Efendi tekke faaliyetinde bulunmadıysa, yolu bitmiş mi oldu? Talebesi Hilmi Işık Efendi buna şöyle cevap veriyor: “Hâşâ! O büyük zâtın feyz ve bereketinin kesilmesi, tükenmesi mümkün ve mütesavver değildir. İtikadım odur ki, bugün yalnız Türkiye değil, dünyanın her yerine onun feyzi, nuru, himmeti ve bereketi yayılmakta ve dağılmaktadır. Bunun için Allahü teâlâ vâsıtalar yaratmıştır. Kim o büyük zâtın yolunu, sözünü, inancını, arzusunu doğru olarak nakletmişse, o vâsıta olmuştur. Bundan dolayı da Rabbimize şükrederiz.”


Abdülhakîm Efendi zaten cumhuriyetten sonra hizmetlerini daha ziyade ehl-i sünnet itikadının ve fıkhın tervici, yayılması üzerine teksif etmişti. Bu şekilde bir usul koymuştu. Buna ehemmiyet vermişti. Bunu yaparken de tasavvuf neşvesini ihmal etmemiş; büyüklerin ruhaniyetlerinden istimdadı tavsiyeden geri durmamıştır. Râbıta-i Şerîfe risâlesinde yazılı olan [ve Hilmi Işık Efendi’nin Seâdet-i Ebediyye kitabında da ‘Bir tasavvuf mütehassısının mektûbu’ başlığı ile neşredilen] mektub için, “Bu mektubu okuyan kimse, içindekileri [tarîkat vazifelerini] yapmakla izinli sayılır” buyurmuştur.

(Müdrike) ya’nî bir şeyi (anlamak) kuvveti üçdür

[Seyyid Abdülhakîm “kuddise sirruh” buyurdu ki: (Müdrike) ya’nî bir şeyi (anlamak) kuvveti üçdür: Üçünün de doğru anlıyabilmeleri için, bulundukları uzvların hasta olmamaları lâzımdır. Birincisi, görünen (his organlarındaki kuvvetler) olup, görme, işitme, koklama, gıdânın lezzetini alma ve sıcaklık, sertlik anlama. Bu kuvvetler, insanda bulunduğu gibi, hayvanlarda da vardır. Bu kuvvetler olmasaydı, insanlar, taş gibi, odun gibi olurdu.

İkincisi, (akl kuvvetleri) olup, hiss-i müşterek, hâfıza, vâhime, mütesarrıfa ve hazânet-ül-hayâl denilen görünmiyen beş organdaki kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, insanların dimâgında [beyninde] bulunur. Hayvanlarda yokdur. Bir şeyin varlığını, bu kuvvetler, güvenilen bir haberi işitmekle veyâ tecrîbe ile yâhud hesâb ile anlar. İyiyi fenâdan, fâideliyi zararlıdan ayırırlar. Fen bilgileri, hesâb, bu kuvvetlerle yapılır.

Üçüncüsü, (kalb kuvveti) olup, müslimânların havâssına, ya’nî yüksek olan seçilmiş kimselere mahsûsdur. Kalbdeki bu ma’nevî anlama kuvvetine (Basîret) denir. Bu kuvvet ile anlaşılan din bilgileri, akl ve his kuvvetleri ile anlaşılamaz. Akl kuvvetleri ile anlaşılan şeyleri, insan, hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa, anlatamaz. Bunun gibi, kalb kuvvetleri ile anlaşılan bilgileri [din bilgilerini ve meselâ ma’rifetullahı], bu seçilmişler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlıyamaz. Bunlardan dahâ yüksek seçilmişlerin seçilmişleri vardır. Bunlardan da dahâ üstün Nebîler, Nebîlerden dahâ üstün Resûller, bunlardan da üstün Ülül’azm dereceleri vardır. Bunların üstünde de Kelîmiyyet, Rûhiyyet, Hullet ve Mahbûbiyyet mertebeleri vardır ki, bu en üstün derece, Muhammed aleyhisselâma mahsûsdur. Kalb [gönül] denilen kuvvet, yürek dediğimiz et parçasında bulunur.]

KUR'ÂN-I AZÎMÜŞŞÂN'IN HAK TİLÂVETİ

Hak tilâvet, Arabî ve edebî ilim ve fenlerde, ya'nî belâgatın üç fennine kemâl-i vukuf ve riâyetle, tecvîde âid kâidelere dahî, kezâlik vâkıf ve murâ'i [riâyet eder] olduğu halde,tefâsir-i şerîfe ve kâffe-i ulûm-i Kur'âniyyeye kesb-i ittila' ve rusûh ettikten sonra, dilini fenâ sözlerden ve kalbini Allah'dan gayri şeylerden tahliye ve zâhirini şerîat-i mutahharanın süsüyle süslü ve huzûr-i kalb ile okumaktır.

Emirlerde haşyet [korku] ve nehîylerde intihâ [sakınmak], kısas ve emsâlde [hikâye ve misâllerde] itibâr [ibret], va'dde ferah ve surür, vâîdde [tehdidde] havf ve bükâ [korku ve ağlama], ya'nî evâmire müteallık olan âyet-i kerîmelerde emre imtisâl ile beraber,kemâliyle îfâ edemeyeceğinden fevt ve haşyet üzere bulunmak ve nehy olunan umûrda [işlerde], ânında menhî [yasak] olan fiilden intiza' [ayrılma] ile beraber bundan sonra ictinâba azimli, kısas ve emsâlde tam bir basîret ve ibret ile nazar edip, kıssadan hisse ne olduğunu fehm etmek ve lutf ve kerem va'd olunan yerlerde, havf ve bükâ [korku ve ağlama] ile murâat edilebilir [riâyet edilir].

Okuyucunun bâtınındaki ma'nâsı nisbetinde şer'-i şerîf ve akl-i müstakîm dâiresinde esrâr-ı hubbiye-i zâtiyye ve envâ-i mükâşefât-ı rûhiyye ile süslenir. Bütün vucûdu Mûsa aleyhisselâmın ağacı gibi, Kur'ân tilâveti ile güyâ [söyleyici] olur. Kur'ân-ı kerîmin harflerinden her bir harfi uçsuz bucaksız bir derya ve nihâyetsiz engin bir deniz olup, her bir zerresinde zâta âid bir sır münkeşîf olur.

Bu hal, ancak zevk ve tahakkuk ile hâsıl olur. Yoksa yok. Gece ve gündüz tilâvetinden doyulmaz.

Avam, yanî vilâyet derecesine irtika etmeyen [yükselmeyen] kârinin [okuyucunun] kırâatı elfazdır. Ulemâ denen havâssın ve vilâyetin ilk mertebelerinde bulunan evliyânın kırâati ma'nânın tedebbürü [tefekkürü]dür. Yüksek derecelere irtika eden Resûl-i ekmelin (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) tam tâbileri  olan ahass-ı havassın kırâatı, feyz-i ilâhiyi intizâr [bekleme, gözetme] olup, kalblerine, fuyuzât ve tecelliyâta mazhar olmaları sebebiyle, istidatları nisbetinde feyezân eder. Yüksek ma'nâ ve murâdât-ı ilâhiyyesini kalbin üzerinden icrâ ederek [geçirerek] Kur'ân-ı azîmüşşânı istimâ eden [dinleyen] kimse bir ilm-i zarûri ile anlar ki, kelâmullahdır.

Zirâ o kelâmdaki azamet ve üzerindeki satvet, ancak azamet-i rubûbiyyet ve satvet-i ulûhiyettir. Akıllı kimse her istîma' ettiği [dinlediği] kelâmdan mütekellimini anlar. Sahabe-i kirâm Kur'ânın istimâından Hak celle şânühüyü bilirler ve sıfâtlarına ârif olurlardı ve rububiyyetin istihkakını anlarlardı. İstima'-ı Kur'ân onlara ilm-i kat'î ifâde ederdi. İstima'-ı Kur'ân ilm-i kat'î ifâdesinde muâyene ve müşâhede makamında kaim olur idi. Hattâ Hak subhânehu ve teâlâya celîs olurlardı. Celîs-i ilâhî kimseye mahfî [gizli] değildi. Hak subhânehu ve teâlânın kelâmı birkaç emr [şey] ile bilinir:

Birisi, bu kelâmın her bakımdan tavk-ı beşerden [insanın kavramasından] hâric olmasıdır. Zirâ kelâm mütekellimin ilim, kazâ ve hükmü nisbetindedir. Kur'ân-ı azîmüşşânın delâlet ettiği ilim, kazâ ve hükmün muhît olmasından haber verir. Bu kadar muhît bir ilim ve nâfiz [nüfûz eden] bir kazâ, ancak Cenâb-ı Hakka mahsûsdur. Hâdisin [yaratılmışın] böyle bir ilm-i muhît ve kazâ-yı nâfize mâlik olmadığı bedîhîdir. Hâdis ancak,gayri, elinde bulunduğu ilm-i hadîs ve hükm-i âcize muvâfık söz söyler.

Birisi dahi, Hak celle ve a'lânın kelâmında gayrin kelâmında,mevcûd olmayan bir nefes mevcûddur. Zirâ kelâm, zât-ı mütekellimin ahvâline tâbi'dir. Kadîm olan zâtın kelâmı efvah-i beşerden [insanların ağzından] dahî sudûr etse, satvet-i rubûbiyyeti ve izzet-i ulûhiyeti müsteshıbdir [bulundurur]. Bundandır ki, va'd ve vaîdle [müjde ve tehdîtle] mübeşşîr ve tahvîf ile [müjdeleyici ve korkutucu olmakla] memzûcdur [bir aradadır]. Kur'ân-ı azîmüşşân da izzet ve satvet-i ulûhiyyeti andırır. Bu kadar kâfi değil midir? Bunun mütekellimi bulunan Allah'dır celle celâlühü. Mülk Onun mülkü, beldeler Onun bilâdı,ibâd [kullar]  Onun ibâdı, arz [yer] Onun arzı, semâ Onun semâsı, mahlûkat Onun mahlûku. Bunların hiçbirisinde onun münazi' ve şerîki olmadığı halde onu mütekellimdir. Gayrın kelâmında bunların hiçbirisi yoktur. Allah subhânehu ve teâlâ 'azîz'dir. Onun kelâmı dahi azîzdir.

Birisi dahî budur ki, kadim olan kelâmdan, hâdis olan harfler izâle edilirse,kadîm ma'nâlar hâli üzre [olduğu gibi] bâkı kalır. Allah subhânehu ve teâlânın lütf ve keremiyle basîreti açılan bir insan, kadîm ma'nâlarına dikkat nazarı ile nazar ederse, nihâyetsiz olur. Ondan sonra zâil olan harflere nazar ederse, kadîm ma'nâları, kendisinde setr eden bir sûrete müşâbih olur. Bu sûreti izâle ettiği zamân mestûr [örtülü] olan meâni [ma'nâlar]-i kadîmesini nihâyetsiz görür. İşte Kur'ânın bâtını budur. Sûreti bulunan hurufa [harflere] nazar ederse, iki cildin arasında mahsûr gibidir.İşte Kur'ânın zâhiri de budur. Kırâat-ı Kur'ânı sâkit [sükût hâlinde] dinlerse, kadîm ma'nâlarını elfazın zıllında görür. Mahsûsât  [eşya, maddeler] hâse-i beşerden mahfî [insan duygularından gizli] olmadığı gibi, meâni-i kadîme de bâtının idrâkinden mahfî [saklı] kalmaz. Kelâm, mütekellimin sıfâtının aynasıdır. Akl-i selîm, tab'-i müstakîm, ilim ve uyanıklığa mâlik olan insan, boş zihin ve sâkit [sükûtla] istima'-ı Kur'ân eder [Kur'anı dinleyip], sonra Kur'ândan gayrisini bu sûretle dinlerse, elbette farkı idrâk eder.

Esası, sırf keşfe dayanan farkı dermeyân etmeğe [ortaya koymağa] luzûm görmedim. Zirâ bu fark aklın verâsındadır [ötesindedir].

Resûl-i ekremin Zât-ı Risâletinde sâkin râkid [durgun] bir nûr-i ilâhî var idi. Bu nûr hiçbir vakit gaib olmaz idi. Zira Allah subhânehü ve teâlâ onun zât-ı şerîfine envâr-ı zâtiyyesi [zâtının nûrlarıyla] imdâd [yardım] etmiş idi. Cirm-i şems [güneşin kursu] nûr-i mahsûse [hissedilen ışıklarla] nûrlandırdığı [aydınlattığı] ve güneşin ışığı güneşten ayrılmadığı gibi, nûr-i ilâhî zât-i şerîfinden infikâk etmezdi [ayrılmazdı]. Bu hal kendisinde tabiî bir hâl idi. Bazan bunun fevkınde bir nûr zât-ı Peygamberiyi ihâta eder idi. Bu ihâtâdan bir husûsî müşâhede hâsıl olurdu. Bu, müşâhede-i dâimesinin [her zaman görüldüğünün] fevkınde [üstünde] idi. Bu nûr ile muhata [kaplanmış] olduğu zaman, kelâm-ı Hakkı istima' eder [Hakkın kelâmını işitir], yahud vahy meleği nâzil olur,kelâmı ilka ederdi. İşte bu halde nâzil olan ve tekellüm ettiği [söylediği] kelâm Kur'ândır. Eğer bu halde Hakdan istima' etmedi ve melek nâzil olmadı ise, tekellûm buyurduğu kelâm, hadîs-i kudsîdir. Eğer aslı hâlinde tekellüm buyurdu ise, hadîs-i nebevîdir.

Elhâsıl, dâimi olarak muhat olduğu nûr ile bulunduğu  halde söz söylerse, o söz Kur'ândan anladığı murâd-ı ilâhîdir ve  HADÎS olur. Eğer bundan gayri başka husûsî bir nûr ile muhat olarak söz söylerse, Allaha niyâbetle söyler ki, bu da HADÎS-İ KUDSÎ'dir. Bu ikinci nûr ile muhât [kaplanmış] iken bîkeyf [keyfiyetsiz, nasıl olduğu bilinmeyen] olarak istima'-ı kelâm-ı ilâhî veya vahy meleği teblîğ ederse, KUR'ÂN' dır.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh) 

KAZÂ VE KADER

İslâm dininin usûl-i sittesinden [altı esasından] KAZÂ VE KADER mühimdir.Ezkiyânın [Zekilerin] zihinlerinin en ziyâde takıldığı bir mes'eledir.Bu takıntı ise kazâ ve kaderi tamamiyle anlamadığından tevellüd eder [doğar]. Kaderin neden ibâret olduğunu tamamiyle bilseler,hiçbir zeki tereddüd göstermez.Belki bilakis imanlarında kuvvet hâsıl olur.

Dinen ma'lûmdur ki, hâlik-ı kâinât,ya'ni bütün mâsivâyı [gayriyi] halk eden Hallâk-ı hakîkî,halk ettiği ve edeceği şeyleri bir inbisatla,bir inkişâfla,zerreden arşa,ezelden ebede, cüz'iden külliye,sûrîden ma'nevîye kadar bilir. Kâinâtın vûcudu [varlığı] a'yanda [zâhirde] yok iken,Hak teâlânın ilminde var idi. Ya'ni kâinatın iki nev'i vucûdu vardır.Biri vücûd-i ilmî, diğeri vücûd-i aynîdir.İmam Gazalî bunu açık bir misalle izâh ediyor: Bir mühendis yapacağı bir binanın sûretini,ileride yapmak istediği bir şekilde zihninde tersîm eder.Sonra zihnindeki bu resmi bir sahîfeye çizer ve sonra bunu mimar ve ameleye ibrâz eder. Onlar da bu sahîfede tersîm edilen ve mühendisin zihnindeki sûreti andıran harîta [plan] gibi yaparlar,vücûde ve bürûze getirirler. İşte mühendisin zihninde irtisâm eden binanın ilimdeki vucûdu [varlığı] dur.Buna hayâlî vücûd,zihnî vücûd,ilmî vücûd derler.Binanın hâricte yapılan ve kereste,taş ve topraktan ibâret olan vücûdu,hâricî vücûd,aynî vücûddur.Sûrî vücûddur.Mühendisin vücûd-i ilmîsinde bulunan bu binâya taalluk eden ilmi,mühendisin binâya olan kaderidir.

Kazâ ve kader mes'elesinde hayret çok olduğundan,kazâ ve kadere tealluk eden suâl ve cevâblar bir takım evhâm ve hayaller tevlîd etmek istidâdında bulunduğundan birkaç çeşit ifâdeler ile beyân etmek isterim. Tâ ki muhâtab her nev'i  kelâma göre bir şeyler anlasın ki,mes'ele tam bir vuzûh ile inkişâf etsin.

Kader,ezel-i azâlde [ezellerin ezelinde] ileride vâkı' olacak vâkı'alara olacağı gibi ilm-i ilâhînin teallukundan ibârettir..

Hâlık-ı kâinat celle celâlühü halk buyurduğu şeyleri [onların öyle yapacaklarını] bilmiş de halk etmiş,işte bu ilim kaderdir.

Kader îlm-i ilâhînin, kâinâtın hılkatından evvel kâinâtı,halk edeceği keyfiyete olacağı gibi teallukundan ibârettir.

Mâdem ki hâlıktır,mahlûkata elbette âlimdir.İşte bu ilim kaderden ibârettir.

Ehl-i sünnet vel-cemâat kadere îman etmiş ve kadere îmanı, erkân-ı îmandan [imanın esaslarından] ad eylemiştir.Ya'ni kadere îman etmez ise,mümin değildir dediler.Kaderin hayrı ve şerri,tatlısı ve acısı Allahu teâlâdandır.Zirâ kader,bildiği şeyleri îcâd ve ihdâs demektir.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)

İMÂN

Efendim! Mektûb-i âlinizin ibtidalarında îman-ı kâmil bahsi vardır.İmân hâsıl olunca,zâten kâmildir.Zirâ ziyâdelik ve noksanlık kabûl etmez.Mâhiyet itibârı ile ne zâid ve ne de nâkıs olur.Zâid ve kâmil olması inkişâf ve incilâ [parlaklık] itibâriyledir.

İmânın mâhiyeti: Server-i Âlem sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin risâlet ve nübüvvet itibâriyle getirdiği akaidi,akla,hikmete ve felsefeye havâle ve ihâle etmeksizin,îkan ve itikad ve tasdîk etmekle hâsıl olur.Veyahûd resûl ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur.Akla uygun olmak itibâriyle tasdîk ve îkan ederse,aklı tasdîk etmiş olur. Ol vakit risâlete itimad-ı tâm hâsıl olmaz. İtimâd-ı tâm hâsıl olmayınca,mâhiyyet-i îman tecezzi [bölünme] kabûl etmediğinden dolayı imân olmaz.Belki akıl Resûlün tebliğine muvâfık olursa, akl-ı kâmil ve akl-ı selîm olur.Ya'ni kemâl-i istifâde eder.

Mesâil-i itikadiyye hikmete havâle olunup,hikmet kabûl ederse,tasdîk eder,kabûl etmezse ve yahud tereddütde bulunursa,ol vakit hakîme îman etmiş olur.Resûle tam itimâd etmemiş olur ki,bu takdîrde,îman,değil yalnız kâmil olmak,îman olmaz.Zîra îman parçalanmaz,bölünmez,ziyâdelik ve noksanlık [artma,azalma] kabûl etmez.

Dînî mes'eleler felsefe ile muvâzene edilirse [dartılırsa,ölçülürse] yine bir filosofu tasdîk etmiş olur.Resûle tam itimâd etmemiş demektir.

Hâsılı,îman,Resûl-i ekmel sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin indi ilâhiden risâlet ve nübüvvet itibâriyle umûm ibâda [bütün kullara] getirdiği ve tebliğ buyurduğu ahkâmın kâffesine min hays-ül mecmû' [topyekün] itimâd ve itikad etmekle hâsıl olur.Bu ahkâm ve akaidin birisinde tereddüd ve inkârı var ise,mümin olmaz.Zira hükümde resûlu tasdîk ve yahud itimad etmemekle,resûlü adem-i sıdk [doğru söylememekle] ithâm etmiş olur ki,bu da naksdır [noksanlıktır].Noksanlık ise,nübüvvet ve risâlete mubâyin ve mugayırdır [tersdir].

Dinde müttefekun aleyh olan mes'elelerden birisinde tasdîk hâsıl olmadı ise, ki ekseriyâ böyle oluyor,bu mes'elede murâd-ı ilâhî murad-ı Resûlullahı [sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem] nasıl ise,öylece îman ve îkan ve itimâd ettim der ve şübhesini izâle edecek bir zâtı fevren [acele olarak] arar.İlminde ve dinde vusûk  [sağlam] ve tam itimâd sâhibi,zeki,fatin [anlayışlı],ârif,müttaki,vâkıf [vukufu çok],müşkülâtı halle muktedir bir zât bulur,sorar.Aldığı cevâba itminan hâsıl olunca,artık öylece îman ve îkan eder.Böyle bir zâtı aramak farzdır.Tesâdüfe bırakmaz. Fevren [hemen] arar.Bulamadı ise,veyahûd bulupda,tatmîn edilmedi ise,Allahu teâlânın ve Resûlunun irâde ettiği gibi inanır.Müşkülünün hallini Hak teâlâdan tazarru'la istirham eder.Buna binâendir ki,her yerde böyle müşkülü halle muktedir [çözebilen] bir kimsenin bulundurulması farz-ı kifâyedir.Felâsifenin itirazlarını,felsefe fennî kaidelerine göre halle muktedir,hükemânın itirazlarını hikmet kavâidine nazaran halle kadir,edyân-ı bâtılanın itirazlarını dinlerinin butlânını [bâtıllığını] isbâta muktedir,mu'tezile ve rafîzîler tarafından gelen itirazlara, ona göre cevâba kadir ve târih-i âleme [dünya târihine] vâkıf,ulûm-ı riyâzıyede [matematikte] mâhir,enva'-i ulûm-i islâmiyyede nahrîr [derin] kâmil bir kimse bulundurmak lâzımdır.

Böyle olmaz ise din mu'terizlerin [itiraz sâhiblerinin] elinde oyuncak olur.Diledikleri vecihle [şekilde] te'vil ve tefsir ederler.Kimseyi dalâletten kurtaramazlar.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)

Haram Olan İpek Elbise Giymenin Bedeli

Bu dünyadaki hurmete riâyet etmeyen bir kimse, dâr-i âhirette onun hırmanıyla [mahrûm kalmasıyla] cezâlanır,mahrûm olur.Burada hıllıne riâyet edene,orada onun hakîkati ile mütemetti' olmasını nasîb eder.Böyle mükâfât buyurur.Meselâ buyurmuşlardır: "Dünyada haram olan ipeği giyen,ahirette ipek giymez."İpek ise cennet elbisesidir.Cennete girmeyeceğini gösterir.Cennete dâhil olmayan,cehenneme girer.Zirâ her ikisinden  başka dâr-ül beka [devamlı kalacak yer]yoktur. Kıyamet ise dâr-ül bekadan ibârettir.Âhiret umûru hiçbir sûretle dünyevî işleri kıyâs kabûl etmez.Bu dünyâ fenâ bulmak için halk olunmuştur ki,fenâ buluyor.Âhiret beka için,bekaya lâyık bir surette halk olunmuştur.Beka ile seri-ül fenâ [çabuk fânî] olan şeylerin arasında ne kadar fark var ise,her ikisinin umûr  ve ahvâli arasında o kadar fark vardır.İştirak [ortaklık] ancak elfaz ve ta'birattadır [söz ve ifâdededir.]

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (Kuddise Sirruh)

HILL VE HURMETİN [Halâl ve haramın] TA'RİFİ

Her şey,hâlık ve mâliki olan Hak subhânehü ve teâlâ ve tekaddesin mahlûk ve memlûküdür.Neyin tasarrufuna izin verdi ise,halâl olur;Mesalâ bir erkeğe,iki kız karındaşlardan birisinin nikâh ile isti'mâlini halâl kıldı,diğerini ona haram kıldı.Onda tasarrufa me'zûn değildir.

Haram demek, sâhibi ve hâlıkı,bu adamı,bunun istimâlinden mahrûm etmiştir,demektir.Halâl ise,o ukde-i hurmeti [haram düğümünü] hal etmiş [çözmüş] demektir.Bir şey bazı kimselere halâl,bazılarına da haram olur.

Bu dünyadaki hurmete riâyet etmeyen bir kimse, dâr-i âhirette onun hırmanıyla [mahrûm kalmasıyla] cezâlanır,mahrûm olur.Burada hıllıne riâyet edene,orada onun hakîkati ile mütemetti' olmasını nasîb eder.Böyle mükâfât buyurur.Meselâ buyurmuşlardır: "Dünyada haram olan ipeği giyen,ahirette ipek giymez."İpek ise cennet elbisesidir.Cennete girmeyeceğini gösterir.Cennete dâhil olmayan,cehenneme girer.Zirâ her ikisinden  başka dâr-ül beka [devamlı kalacak yer]yoktur. Kıyamet ise dâr-ül bekadan ibârettir.Âhiret umûru hiçbir sûretle dünyevî işleri kıyâs kabûl etmez.Bu dünyâ fenâ bulmak için halk olunmuştur ki,fenâ buluyor.Âhiret beka için,bekaya lâyık bir surette halk olunmuştur.Beka ile seri-ül fenâ [çabuk fânî] olan şeylerin arasında ne kadar fark var ise,her ikisinin umûr  ve ahvâli arasında o kadar fark vardır.İştirak [ortaklık] ancak elfaz ve ta'birattadır [söz ve ifâdededir.]

Meselâ cennet,burada bostan,orada cennet denilen dâr-üs-seâdet-il-ebediyye [ebedî seâdet yeri],cehennem burada derin ateş kuyusu, orada cehennem itlâk buyurmuş [ismini vermiş] olduğu,dâr-ül azâb ve dâr-ül ikab-il ebediyye [sonsuz azâb yeri] demektir.
                       
                             Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ( Kuddise Sirruh )