sultan Abdülhamit han etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sultan Abdülhamit han etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


On sene evvel, *Beylerbeyi* nde oturuyordum. Birkaç sene oturduk. Orada Beylerbeyi serâyının *Bekçi* lerinden biri ile *Ahbap* olduk, yaşlı bir adamdı. Birgün dedi ki: 


Sultân Abdülhamîd Cennet mekân, Beylerbeyi serâyında iken, *Polis* ler Onu nöbetle bekliyorlardı. Polisin birinin, o gece *Çocuğu* dünyâya gelecekmiş. 


Tesâdüf, o gece de *Nöbetçi*. Birkaç çocuğu var, ailesi kalabalık. İttihatçılar zamânında herşey *Pahalı*. Polis, yarına ne olacağını bilemiyor. *Parası* da yok. Düşünüyor, taşınıyor. 


En son diyor ki: Böyle *Sıkıntı* içinde yaşamakdansa, yârın sabah, nöbeti *Teslîm* etdikden sonra, rıhtımdan kendimi denize atıp *Öleyim*, bu sıkıntılı hayâtdan kurtulayım. 


Adamcağız, böyle *Karar* veriyor. Tam nöbeti teslîm etmeye birkaç dakîka kala, yukarıdan *Pencere* açılıyor. Sultân Hamîd Cennet mekân hazretleri pencereden sarkıyor. 


Aşağıya bir kese *Altın* atıyor ve; Evlât! evlât! Al şu *Kese* yi, sana hediyem olsun. Çoluk çocuğuna sarfedersin. Sakın *İntihâr* etmeye kalkışma, intihâr çok büyük *Günâh* dır! diyor.


Ve içeri çekiliyor. *Polis*, ağlıya ağlıya bunu bana anlatdı ve Sultân Hamîdin, Allahın bir *Velîsi*, Allahın bir *Evliyâsı* olduğunu, *Yemîn* ederek ve ağlıyarak söyledi. 

● ● ● 

*Edeb*, haddini bilmekdir. Benim *Sınır* ım ne? İşyerinde, evde, cemiyetde, her yerde, herkesin bir *Sınırı* vardır kardeşim. O sınıra *Riâyet* edilirse, dünyâ *Cennet* olur. 


Dikkat edin, bütün *Üzüntü* ler, bütün *Kavga* lar, hep *Sınır* tecâvüzünden oluyor. Evin hanımı, kendi *Sınırı* nı bilirse, erkek de kendi *Sınırı* nı aşmazsa, o ev *Cennet* olur. 


Peki efendim, bu *Sınır* nedir? İşte bu, bir *İlim* dir, bir *Bilgi* dir. Yâni öğrenecek. İşte bizim *İlmihâl*, açsın okusun. Bunu öğrenmiyen, *Sınır* tanımaz ve olanlar olur.


*İlim* çok mühim, ama önce *Îmân*. Velhâsıl îmân da, ibâdetler de, *İlme* bağlı, yâni *Bilme* ye bağlı. Peki, ilim nedir? İlim, *Kitap* okumakdır. 


Her zaman söylüyorum, hattâ *Vasiyet* ime de yazdım. Arkadaşlar, her *Gün* hiç olmazsa bir iki sayfa *Kitap* okusunlar! diye. 

 

Biz, *Tam İlmihâli*, rafda dursun diye yazmadık kardeşim. Önce biz okuyacağız, öğreneceğiz. Çünkü büyükler; *Bilmeden müslümânlık olmaz!* buyuruyorlar.

3 KITANIN SON HÜKÜMDARI (Sultan 2. Abdülhamit Han)


…Saat 03.00 sıralarında idi, Abdülhamit han hazretlerinin sesi sarayın karanlık duvarlarında şimşek gibi yankılandı.
- “Arabacı!”
Arabacı yatağından fırladı. Atlar, koşumlar alelacele hazırlanmaya başlandı. Derken koca sultan heybetiyle sahanlıkta göründü. Halinden çok acelesinin olduğu belli oluyordu. Daha sabahlığının bir kolunu giymemişti. Elinde yalın kılıcı vardı. Merdivenleri koşarak inerken kolunu taktı. Formaliteler bir kenara bırakılmış, bütün kâinat bir noktaya kilitlenmişti sanki. Hışımla merdivenleri üçer beşer inip uçar gibi atladı arabaya. Hırsından yerinde duramıyordu. Hiç kimse hatta nöbetçiler bile neler olup bittiğini anlayamamıştı. Sert bir sesle:
- “Sür evladım, hadi çabuk ol…”
Arabacı şaklattı kırbacı. Atlar ok gibi fırladı yerinden İstanbul sokaklarında bir koşuşturma başlamıştı. Bir sultan, bir arabacı gecenin karanlığında olacak iş değildi? Nal sesleri gecenin karanlığını yırtıyor arada bir sultanın sert emirleri geliyordu arkadan;
- “Daha hızlı yavrum, daha hızlı, şu sokağa sap, şuradan gir…”
Atlar soluk soluğa kan ter içinde koşuşuyordu. Bütün her şey dikkat kesilmiş ağaçlar, evler, kurt, kuş hal ile daha, daha hızlı diyordu. Yola çıkalıdan beri bir rüzgârda mı peydâh oldu ne? Arkadan itekliyor sanki. Arabacı hiç bir şey düşünemiyordu. Kafası allak bullak olmuştu. İçi bomboştu. Bir hoş oluyordu. Öylece yol aldılar. Nihayet Abdülhamit Han Hazretleri;
- “Şu çatal kapının önünde dur!”
Diye emir verdi. Arabanın daha durmasını beklemeden arabadan atladı kılıcının kabzasıyla kapıyı yumrukladı. Bütün İstanbul top gülleleri ile sarsılıyordu adeta. Nihayet bir erkek başı uzandı kapı aralığından, ürkek, tedirgin isteksizce sordu;
-”Kim o?”
Sultanın beklediği an gelmişti. Bir çırpıda indirdi kılıcı. Daha ne olduğunu anlayamadan bir baş gövdesinden düştü ayaklar altına. O koca Sultan derin bir oh çekti. Rahatlamış, hırçınlığı gitmişti. Yavaşça sıvazlayıp arabacının sırtını, müşfik bir sesle emir verdi.
- “Hadi yavrum saraya… Sarsmadan…”
El etek fark etmeden ağır ağır uzaklaştılar oradan. Arabacı bu sefer bir başka şaşkındı. Kaldırım taşları bile artık ahenkli bir ses çıkartmakta, yol boyu ağaçlarda selam mı veriyorlar ne? Ne garip bir yolculuktu bu? O adam kimdi? Sultan neden boynunu vurmuştu. Giderkenki o hışım, haşmet, mehtapta gezintiye çıkmış gibi şimdiki bu ahestelik ne? Çözebilmiş, anlayabilmiş değildi. Saraya girmişlerdi. Sultan odasına çekildikten sonra birkaç meraklı, arabacıya yaklaştı sessizce. Arabacı bilmiyorum diyebildi.
Gerçektende olan biteni bilebilmiş değildi. Yatağındaydı ama uyuyamıyordu. Bir iş vardı bu işte. Adil, adaletli dini bütün bir hükümdardı. Yargılamadan bir insana ceza verdiği görülmemişti. Herkesi okşar, hoş tutardı. Af ve müsamahayı çok severdi. Yeter ki dine ve devlete karşı suç işlenmesin.
Sultanı hiç böyle görmemişti. Düşünüyordu; neden kendisi gitti? Neden gecenin o saatinde gitti. Giderkenki o acelecilik neydi? Merak içini kemiriyordu. Hele o yoldaki haller. Allah Allah… Çok tuhaf şeyler olmuştu. Olup biteni gidip öğrenmeliydi. Kalktı belli etmeden giyindi, hırsız gibi sessizdi. Bir at seçti kendisine. Yavaşça çıktı saraydan. Kıvrılınca köşeyi mahmuzladı atı. Bir solukta vardı aynı eve. Kapı tokmağının sesi bir kez daha yankılandı. Zayıf, cılız, ürkek bir kadın sesi, titreyerek sordu:
- “Kim o?”
- “Teyze aç hele bir olaya şahit oldum. Beni mazur gör, uyku tutmadı. Meraktan kurtar, nedir bütün bunlar?”
Kadın heyecanla, hayretle kapıyı çabucak açtı. Gözleri karanlıkta ışıl ışıldı.
- “Yavrum evladım kimdi o? Madem gördüm diyorsun, ne olur söyle.”
- “Kim olduğunu sorma! Kellemden korkarım söylenmeyecek bir zattır. Merakımı giderirsen ne ala, yoksa sen beni görmedin ben seni.”
Kadın üzülmüştü. O büyük zatı öğrenememişti. Mahzundu boynu büküktü. Hıçkırıklar içinde boğuluyordu, güçlükle konuştu;
- “Peki madem öyle o sır seninle kalsın.”
Kapıyı ardına kadar açmıştı, kafası kopuk adamı içeri sürükleyip üzerine bir örtü atıvermişlerdi. Güçlükle konuştu,
- “Bu benim oğlumdu, içkili gelmişti, bana tecavüz etmek üzereydi, Yarabbi beni kurtar diye çok yalvardım. Sonunu sen biliyorsun.”
Arabacı donup kalmıştı. Aman Allah’ım böyle bir şey olabilir miydi? Kadının içeri kaçışını dahi fark edemedi. Söylenenler beynini tırmalıyordu, kulakları uğulduyordu. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Olduğu yere yığıla kaldı. Neden sonra kendine geldi. Biraz sakinleşmişti.
Onca yolu nasıl gelmişti, bilemedi. Düşünüyordu. Her gün hizmetinde bulunduğu bu zatı neden şimdiye kadar tanıyamadığına yanıyordu. O kadın nasıl bir kadındı ki duası kabul edilmişti? Koca sultan nasıl sultanmış ki: O’na git o kadını kurtar demişlerdi. Kim demişti? Nasıl demişlerdi? Hafsalası almıyordu. Nasıl oluyordu bütün bunlar? Görünüşte bir kafa kopmuştu. Ama o, çözmüştü her şeyi. Bu sırrı kimselere açmaya cesaret edemezdi. Belki son günlerinde ifşa edebilir miydi, kim bilir? Aklı karmakarışıktı.
Demek her şey böyle idi. Görünenin altında anlaşılamayan bambaşka bir dünya, manevi bir dünya, manevi bir hayat vardı. O artık ehlince malum o hayatı, o hazzı istiyordu. Nasıl da farkına varamamıştı. Ne büyük bir gafletti. Deryanın yanında bulunup, damladan istifade edememek ne acı diye düşündü. Dünyanın geçici, aldatıcı zevkleri ile uğraşmamalı, perdenin altını görmeli diyordu.
Artık içi içine sığmıyordu, coşmuştu.

Dağa taşa haykırıyordu:
- Asıl hayat bu, bu hayatı tanımak, yaşamak lazım. O hazzı tatmalı, içeri girmeli, O’nunla olmalı;
Kapıyı arala ya Rab! Beni de içeri al ya Rab! O hazzı tattır ta Rab! Nasib et!.. Nasib et!..

Kaynak: Ulu Hakan 2.Abdülhamid nfk

CENNET MEKÂN ABDÜLHAMİD HAN'IN VEFATI


CENNET MEKÂN ABDÜLHAMİD HAN'IN VEFATININ YILDÖNÜMÜNDE RAHMETLE ANIYORUZ 10 ŞUBAT 1918

II. Abdülhamid Hân, Sultan Abdülmecid’in oğludur. Henüz 10 yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan ölünce, bakımını Abdülmecid’in diğer çocuksuz eşi Perestü Kadın Efendi üstlendi. Perestü Hanım Abdülhamid’i kendi çocuğu gibi büyüttü. Babasının ölümünden sonra yerine geçen amcası Abdülaziz Han diğer şehzadelerle birlikte Abdülhamid’in eğitimiyle de yakından ilgilendi. Sultan Abdülaziz çıktığı Avrupa gezisine Abdülhamid’i de beraberinde götürmüştür.


O, siyasî bir deha idi...
Abdülhamid Hân, amcası Abdülaziz Han’ın 1876’da tahttan indirilmesi ve katledilmesi üvey kardeşi V. Murad’ın tahta geçirilmesi gibi olaylara şahit oldu. V. Murad Han birkaç ay sonra ruhsal çöküntü geçirince Abdülhamid Han tahta çıkarıldı; Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesine önderlik eden Mithat Paşa da Sadrazam oldu.
Cennetmekân ll. Abdülhamid Han düşmanlarının tasdiki ile dahi firâseti açık, siyasî bir dâhi idi. Bu “Ulu Hakan”ın zamanı, çileler, entrikalarla dolu aydınların (!) gaflet içinde boğulduklari bir devir olarak tarihe geçmiştir.
II. Abdülhamid Hân 33 yıl Padişahlık yaptıktan sonra 27 Nisan 1909’da tahttan indirildi, 3 yıl Selanik’te tutulduktan sonra, Balkan Savaşları başlayınca 1912’de İstanbul’a getirildi ve Beylerbeyi Sarayına yerleştirildi...
Sultan II. Abdülhamid Hân’ın, son gününde, hayatında hiç bir sabah terk etmediği banyo ve duşa girmesi hastalığını ağırlaştırmıştı. Son gününü Müşfika Dördüncü Kadın Efendi şöyle anlatıyor: “Kadın Efendi, bu, ecel teridir!”
“O gün sabah banyosunu yaptı. Ben çamaşırlarını giydirdim Fakat baktım ki sırtı durmadan terliyor.
- Aman Efendiciğim, çok terliyorsunuz, dedim.
- Kadın Efendi, bu, ecel teridir, cevabını verdi.
Elbisesini giydi. Kahvesini verdik. Hamamdan sonra kahve içmek itiyâdında idi. Yarım bardak sütlü maden suyu da içti. Oturduğu yerde iki rek’at namaz kıldı. Bundan sonra ağırlaşmaya başladı...”
Abdülhamid Hân, 1 Kasım 1912’den; vefât günü olan 10 Şubat’a kadar 5 yıl, 3 ay, 9 gün Beylerbeyi Sarayında kalmıştır. Burada en küçük oğlu Şehzâde Mehmed Âbid Efendi ve zevcesi Müşfika 4. Kadın Efendi ile yaşamıştır. Tahttan indirildikten 8 yıl, 9 ay, 13 gün sonra 75 yaşını 4 ay, 19 gün geçe burada dâr-ı bekâya irtihâl etmiştir.


Oğlu Âbid Efendi, babası Sultan Abdülhamid'in son günlerini ve vefatını şöyle anlattı:"- Ölümü, normal bir ölümdü. Zaten yetmiş altı yaşına gelmiş, saltanatı günlerinde de çok tehlikeli olaylar geçirmiş, su’i-kastten kurtulmuş, hele sürgünde yaşadığı yıllarda memleketin ve milletin savaşlarla uğradığı toprak ve insan kaybından büyük üzüntü duymuş, her gün yeni bir felâket işittikçe içi içine sığmaz olmuştu!.. İttihatçıların tedbirsizliği yüzünden, koca Rumeli’den İstanbul’a doğru atılmamızı, Arnavutluğun, Trakya’nın bir bölümünün kaybı, Afrika’daki Trablusgarb olayı, Mekke ve Medine gibi Müslümanlığın ocağı olan mukaddes yerlerin kaybı, münbit Mezopotamya’nın elden çıkışı, Suriye’nin karışıklığı babamı son derece üzmekteydi... İleri yaşının normal sayılan hastalıklarına dişini sıkarak katlanabiliyordu. Ancak, memleketin o günkü haline, ecdâd kanlarıyla yoğrulmuş imparatorluk topraklarının erimesine, savaşlarda kaybedilen insanlara öylesine üzülüyordu ki, bu felâket haberlerinin çöküntüsü içersinde âdeta ölümü bekler olmuştu!.. Babam Abdülhamid’in cenaze merasimi de hiç unutamayacağım hazin hâtıralarım arasında mühim bir yer alır. Kat’iyyetle iddia edebilirim ki, Osmanlı Devleti’nin son döneminde ölen hiçbir pâdişaha bu kadar büyük merasim yapılmamıştır. Oysa, babam öldüğünde hükümdar değildi. Bir fetvâya dayanılarak Parlâmento kararıyla tahtından uzaklaştırılmış, gözaltında tutulan eski bir pâdişahtı. Hükûmet ve millet üzerinde hiçbir tesiri yoktu. Hattâ genis bir topluluğun gözünde, pek de lehinde, olmayan kötülüklerin töhmeti altında bulunuyordu!.. Öyle olmasına rağmen cenazesinde bütün İstanbul sanki ayakta onu uğurluyordu. Sultanahmed’ten Divanyolu’na eller üstünde götürülen tabutunu pencerelerden ve çatılardan izleyen kadınların gözyaşları, gelenin gideni çok çok arattığının bir işaretiydi." Ölmeden bilinmedi kadri babam Abdülhamid Hân’ın Hiç kimseye bâkî değildir itibarı bu fani cihanın (Sultan Hamid’in kızı Ayşe Osmanoğlu)