Büyüklerden biri buyurdu:
“Muhabbetle amele gevşeklik girmez.”
(Nâdir Risâleler I; Rûhu’l-Ârifîn, sf 260)
Büyüklerden biri buyurdu:
“Muhabbetle amele gevşeklik girmez.”
(Nâdir Risâleler I; Rûhu’l-Ârifîn, sf 260)
“Bir kimse, bir âlimin güzel bir kitâb yazdığını duysa ve fakat o kitâbda yazılanları bilmese, onun ma’rifeti kosa ve kısıtlıdır. Bu yüzden o kitâbın sâhibine muhabbeti de o kadar olur. Ama, ilim ve akıl sahibi bir kimse, o kitâbı dikkatle okuyub, içindeki sağlam ve yüksek bilgilere erişirse, o müellife karşı muhabbeti artar.”
(Nadir Risaleler I; Rûhu’ş-Ârifîn, sf 242)
“Muhabbet (Allah sevgisi), tertemiz bir ağaçtır. Aslı yerde, dalları göklerdedir. Meyveleri kalbde, dilde ve diğer uzuvlarda görülür.”
(Nâdir Risâleler I; Rûhu’l-Ârifîn, sf 255)
*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*
Bir kalp Allaha yaklaşınca, o kalp *Allah sevgisi* ile dolar, *Dünyâ sevgisi* o kalpden çıkar. Meselâ boş bir tencerede ne vardır? *Hava* vardır.
Buna *Su* koyunca, havayı çıkarmaya lüzûm var mı? Hayır! Hava kendisi çıkar. İşte bir kalbe, *Allah sevgisi* girince de, *Dünyâ sevgisi* kendiliğinden çıkar.
O zaman ne olur? O kişi, Allahü teâlâ ile *Görür*, Allahü teâlâ ile *İşitir*. Her işi, *Allah için* olur. Dünyâyı hiç kalbine getirmez.
Kâdî Muhammed Zâhid, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin halîfesidir. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetlerinde, ne söylemişse, onları hep kaydetmiş Mübârek.
Bu yazıları, 150 sahîfelik fârisî bir *Kitap*. Bunu basdırdık ve bu kitâba, *Mesmûât* ismini koyduk. Mesmûât demek, işitdikleri demek. Kimden? *Üstâdından*.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinden işitdiklerini yazmış ve *Kitap* hâline getirmiş Mübârek. 500 sene sonra, biz onu basdırdık. İşte orada okudum. Diyor ki:
Evliyâ-i kirâm, Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanmışdır. Onlar, dost ile düşmanı ayırmazlar diyor.
İnşallah bu büyüklerin teveccühleri, himmetleri bize de gelir de, toparlanırız. Değil mi ki, bizim kalbimize bu muhabbeti ilkâ etdiler.
Muhabbeti veren de onlar. Sevgi nedir? Onu dahî bilmeyiz. *Seviyorum* deriz, ama, sevmek ne demek, onun farkında değiliz.
Şimdiki insanlar, hayvânî arzûlarına, nefslerinin şehvetlerine *Sevgi* diyorlar, *Aşk* diyorlar. Hâşâ! Öyle değil. Aşk, muhabbet, *Sıfat-ı ilâhî* dir.
Mübârekdir, muhteremdir, mukaddesdir. Hayvanların şehvetine aşk denmez, muhabbet denmez. Ama onlar öylesine uydurmuş, isim takmışlar.
Bizim kalbimize, cenâb-ı Hak *Aşk* vermiş, *Muhabbet* ilkâ etmiş.
*Ulûm-i zâhiriyye*, mektebde okumakla, hocadan işitmekle olur. *Ulûm-i bâtına* ise, bir büyük Evliyâ* zâtın kalbinden gelir.
Ulûm-i zâhiriyyeyi öğrenene *Âlim* denir. Kalb bilgileri nasîb olana ise *Ârif* denir.
- İbâdet yalnız namaz kılmaktan ibâret değildir. Allahu teâlânın emirlerine imtisâlen yapılan her şey ibâdettir. Allahu teâlânın emrine muhâlif olarak yapılan her şey ma'siyettir [günâhtır]. Hattâ namaz da olsa.
Muhabbetin semeresi itâattir. Bazı âlimlere göre, muhabbet itâatten ibârettir. Cenâb-ı Hak her mümine imanı derecesinde muâvenet [yardım] eder.
(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)
“Muhabbet, çalışarak elde edilmez. Muhabbet verilir ise, bir daha geri almazlar.”
(Murad-ı Münzevî)
“Kaddesallahu teâlâ sirreh”
“Muhabbet; sevgilinin dostlarını sevmeği ve düşmanlarına düşmanlık etmeği îcâb ettirir. Bu sevgi ve düşmanlık, sâdık olan muhiblerin elinde ve irâdesinde değildir. Çalışmadan, zahmet çekmeden kendiliğinden hasıl olur.
Dostun dostları ne kadar güzel görünürse, düşmanları da o kadar çirkin ve kötü görünür. Bu hal, dünyâ işlerinde de vardır.
Seviyorum diyen bir kimse, sevgilinin düşmanlarından kesilmedikçe (uzaklaşmadıkça) sözünün eri sayılmaz.
Buna münâfık denir.”
(Umdetü’l-makâmât, sf. 278.)
Efendi hazretleri buyurdu:
“Seyyîdim, senedim hazret-i Seyyîd Fehîm (kaddesallahu teâlâ sirreh) buyurdu;
-Eğer, Seyyîd-i Büzürk (Seyyîd Tâhâ) hazretleri ile aramızda ateşten bir dere olsa ve beni yanına çağırsa, tereddüdsüz o dereye girer, emrini yerine getirirdim”
(Son Halkalar I, sf 302)
...
Sadreddin Konevî (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri buyurdular;
"Allahü Teala bir kula rahmetini indireceği zaman kalbine bakar, orda kim varsa hepsine rahmet indirir. Bu muhabbetin şefaâtidir. Sevdiğinize dua etmeniz bile gerekmez, sevmek zaten en kuvvetli duadır."
Şah-ı Nakşibend ”kaddesallahu teala sirreh” hazretleri
buyurdular ki;
“Bize meyli ve muhabbeti olan, ister yakında, ister uzakta bulunsun, her zaman, gece olsun, gündüz olsun o bizimledir ve bizim şefkat ve terbiye çeşmemizden ona feyiz ulaşır. Kendi hâline vâkıf olursa, feyiz yolunu, feyze mâni olacak engellerden temizler.”
Şâh-ı Nakşibend “kaddesallahu teala sirreh” hazretleri buyurdular ki;
“Bizim sohbetimize erişenlerin kiminin kalblerinde muhabbet tohumu bulunur, ama yaramaz otlar sebebi ile o tohumlar filizlenip büyümez. Bizim o otları, ya’nî dünyevi alâkaları temizlememiz lâzımdır. Kiminin de kalblerinde muhabbet tohumu bulunmaz. Bizim peyda etmemiz gerekir.”
Seyyid Fehîm hazretlerinin Van'dan ayrılmasından sonra Mustafa Efendi onun hasret ateşiyle sararıp soldu. Bir kış günü annesinin hazırladığı heybesini sırtlayarak Arvas yollarına düştü... Hediye olarak da o günlerde Van'da büyük ihtiyaç duyulan bir küp kandil yağı aldı. Hocası buna çok sevinecekti...
Soğuk dondururken, etrafta aç kurtlar dolaşırken dağ dere demeyip gece gündüz yoluna devâm etti. Bitkin bir hâldeyken dağın tepesinde karşısına nur yüzlü bir zat çıktı ve;
-Oğlum! Aç isen sıcak yemek vereyim. Nereye gidiyorsan ben götüreyim, dedi. Genç âşık onunla oturup konuşmadı. Yoluna devâm etti...
Akşam olmuş, Arvas Câmiinde ezân okunmuştu. Seyyid Fehîm hazretleri mihrâba geçmeyip biraz durdu. Talebeleri ve cemâat; "Bunda bir hikmet vardır" düşüncesindeyken Seyyid hazretleri;
-Bir yolcumuz geliyor. Nerede ise donacak, buyurdu. Hakîkaten biraz sonra kapıdan içeri Sofu Mustafa Efendi girdi. Görüntüsü bir kardan adamı andırıyordu. Hemen sobanın ateşini çoğalttılar... Genç âşık kendine gelince hocasının o mübârek ellerini muhabbet ve eşsiz aşkı ile defalarca öptü, ağladı; ağladı öptü...
Seyyid Fehîm hazretleri bu âşık talebesine;
-Yolda karşına çıkıp, sana yardım etmek isteyen hazreti Hızır'dı. Niçin yardımını istemedin? diye sordu. Genç Mustafa;
-Efendim! Onu tanıdım ancak, o anda sizinle öyle bir huzura ermiştim ki, Hızır aleyhisselâmla konuşmakta bir fayda görmedim. Ben ona güvenerek değil, aşkınıza tutunarak geliyordum. Her adımda size biraz daha yaklaşıyor ve himmetinizi her zerremde hissediyordum. Zaten siz de beni bana bırakmıyordunuz ki, dedi... Sohbetten sonra hemen namaza durdular...
Sofu Baba'nın o târihte Van'dan getirdiği küp hâlâ Arvas'taki medresede bulunmakta ve görenlere "Bu küp içindeki yağıyla ancak aşk ateşiyle taşınabilir" dedirtmektedir...
İş bu Mustafa Efendi nam gence Sofu Baba da denir.
Not:
Fotoğrafta, duvardaki muhafaza içinde görülen küp o kandil küpüdür.