Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh Hazretlerinin bir tefsîr dersinden

 Bir tefsîr dersinden:

"Allahu teâlâya hamd, seçtiği kullarına selâm olsun".

- Cenâb-ı Hak insanın kalbinde saklı olanlara muttali'dir. Bazen sâhibi olan kimse bile kalbinde saklı ve gizli bulunanlardan habersiz olur. Bazen melekler bile, bu gizliliğe vâkıf olamazlar. Ancak ilim sıfatıyla Cenâb-ı Hak bilir.

İnsanın bir zâhiri, bir bâtını vardır. Zâhir de iki kısımdır. Zâhirin zâhiri, zâhirin bâtını. Bâtının da zâhiri ve batını vardır. Bâtının bâtınından sonra ebtan gelir. Bunun da zâhiri ve bâtını vardır. Ebtandan sonra ebtan-ı butûn gelir. Bunun da zâhiri ve bâtını vardır. Ondan sonra fuâd gelir ki, nazargâh-ı ilâhîdir.

- Ehl-i Cennet ve Cehennem kimlerdir? Cennet ehli şol kimselerdir ki, kalb-i efidede [fuâdında] Allahu teâlânın rızasına uygun şeyleri sever, uygun olmayanları sevmez, isterse kendisi, fiil ve hareketlerinde bunun tersini yapmış olsun. Böyle olan kimselerin hesabını mahşer günü bizzât Allahu Teâlâ yapar. Diğer insanlarla o kimse arasında bir perde halk eder. Muhasebeden sonra meleklere cennete koymalarını emr eder. Melekler, yâ Rabbi, biz bu kulun hakkında cennet ehli olmağa lâyık güzel bir amel görmedik. Dünyadaki bütün ef'ali ve harekâtı da şer'-i şerife mugayır [aykırı] idi. Kendisine Cenneti ihsân etmeğe hikmet nedir? Diye arz ettiklerinde, Hak teâlâ: "Ey meleklerim! Gerçi dediğiniz doğrudur. Ve lâkin onun kalbinde benim muhabbetim takarrur etmişti [karar kılmıştı, yerleşmişti]. Beni sevdiği gibi, sevdiklerimi de sever, sevmediklerimi sevmezdi. Cennetimi bu sebeble ihsân ediyorum" cevabını verir.

Cehennem ehli ise, bunun aksi olup, kalb-i ef'idede hubb-i ilâhînin mugayırı olarak, bir galzat [katılık], bir keder [bulanıklık], bir buğz [kızgınlık] ve adâvet [düşmanlık] mevcûd olup, hatta görünüş bakımından şer'î amelleri yapmakla muttasıf olsa da, bidâyette [başlangıçta] kendisinin de varlığından haberi olmadığı bu galzat, keder, buğz ve adâvet, ölümüne yakın birdenbire zuhur ederek Allahu teâlânın beğendiği fiiller ve hareketlerden birinin aleyhinde bir buğz veya Hak teâlânın rızasına uygun olmayan fiil ve hareketlerinden birinde bir meyil ve muhabbet husûle gelir. Bu sûretle Allahu teâlânın fiil ve hükümleri hakkında kendisinden bir küfür sâdir olarak, ebediyen Cehennemlik olur.

Bununla beraber şerîatin zâhirî amellerini işlemek, insanın yüzünde ve görünüşünde bir nûranîlik husûle getirir. Devamıyla bu nûraniyet kalbe aks eder. Zâten mü'minin kalbi, buluğ zamanında tam nûrâniyet hâlinde iken, emr-i ma'rûf ve nehy-i münkerden birinin terki, diğerinin işlenmesi ve bu hâlin devam etmesi ile nûraniyet, yavaş yavaş zulmâniyete kaymağa başlar. Eğer bu zulmâniyet amelle alakalı ise, daha sonra tevbe ve pişmânlıkla zâil olarak, aslî hâli olan nûraniyyete döner. Şayet bu zulmet îmana âid, ya'nî itikad edilmesi farz olan şeylerden birinde şek, şübhe,tereddüd ederek husûle gelmiş ve daha sonra bu kötü itikaddan dönülmüş olsa bile, kalbde bıraktığı zulumatın tamamen izâlesi güçtür.

Ancak bir iksirli nazara [teveccühe] bağlıdır. Zâten hikmet-i risâletten biri de budur ki, mü'minin kalbinde bir lînet [yumuşaklık] husûle gelerek hubb-i ilâhî [Allah sevgisi] zuhûr etmiş olsun.

İyi ve kötü ameller, tam açık olmayan delîllerdir. Sâhiblerinin Cennet veya Cehennem ehli olmalarına hüccet olamazlar. Bu keşf yoluyla da bilinemez.

Keşf üç kısımdır: Birincisi, yüzde onu yanlış, doksanı doğru olandır ki, keşfin en yüksek mertebesidir. Diğer kısımlar ise, yüzde ellisinin doğru, ellisinin yanlış olmasıyla, yüzde doksanının yanlış, yüzde onunun doğru olmasıdır ki, bu da keşfin en aşağı derecesidir.

Bu sûretle keşfin en yüksek mertebesi bile olsa, redde mahkûmdur.

Bilmek de üç kısımdır: Birincisi keşfe dayanan, ikincisi akla dayanan, üçüncüsü de ilme dayanandır. Keşfe dayanan makbûl ve muteber olmadığı gibi, akla dayanan bilmek de merduddur. Çünkü akılda bir kararda kalmaz.

Bilmenin makbûl ve mu'teber olanı ilme dayanan bilmektir. Bu ilim de ilm-i ilâhîdir. Ancak kendilerinde ihsân ve verâset yoluyla bu ilm-i ilâhî bulunan kimselerin ilimleri, makbûl ve mu'teberdir. Çünkü Hak sübhânehü ve teâlâ zâtıyla 'alîm'dir. Bütün mahlûkları var olmadan evvel, halk âlemi, emr âlemi, ceberût âlemi, lahut âlemi ve diğer âlemlerin yaratılmasından evvel, âlemlerin bu sûretle oluşunu bilmiş ve meleklerine de o sûretle tekvînleri [vâr etmeleri] hakkında emr-i ilâhîsini bildirmiştir.

Bu ilim sarîhdir. Bu âlem böyle zuhûr edecektir. İlm-i ilâhîde ebda' yoktur. Ezelî iradesi her şeye müreccehdir. İlm-i  ezelî, kudret-i ezelî, irâde-i ezelî nasıl sâdir olduysa, öylece zuhûr edecektir. Buraya duhûlde [girmede] kimsenin hakkı yoktur. "Yaptığından suâl olunmaz" âyet-i kerîmedir.

Allahu teâlânın ezelî ilmi, şekavetine hükm etmiş ise, namaz kılıyorsa, önce namazı bırakır, oruç tutarsa, bunu da terk eder. Nazarında, fiil ve hareketlerinde Allahu teâlanın rızasının veya rızasızlığının olup olmadığını idrâk ve anlamamağa başlar. Dinin büyükleri aklî ve naklî delillerle kendisini uyarmağa çalışsalar da, hurmet ve riâyet etmez. Ölümü geldiğinde de, şakî olarak, kâfir olarak, mürted olarak geberir gider.

Allahu teâlânın ezelî ilmi bir kimsenin seâdetine hükm etmiş ise, kalbinde bir intibah [uyanma] husûle gelir de, şer'-i şerîfin muvâfık gördüğünü sevmeğe, görmediğini sevmemeğe başlar. Kalbi Allahu teâlânın çok zikrine ülfet eder. Ef'âl ve harekâtında, dâima Allahu teâlânın rızasına uygun olup olmamağı düşünür. Zâten bu hal de aynı zikirdir. Sâîd [iyi] olanların en küçük alâmeti, her zaman, mekân ve işinde göz ucu yâra bakıyor ise, kendisinde hubb-i ilâhî mevcûddur. Aksi ise merdûd-i ilâhîdir.

Merdûd-i ilâhî olan kimselerin müstehak olacakları azâb, âhırete mahsûs ise de, diğer emsallerini uyanmağa da'vet yüzünden, dünyâda da bir azâba müstehak olur. Hastalık, elem, keder ve sâire gibi kendisine bir fitne ârız olur.

(Son halkalar ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin külliyatı, 2.cild, sahîfe: 274-275-276)

Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî hazretleri ve tefsir yazan zat

 -Bir kış günü, zamanın şöhretlilerinden biri ziyaretlerine gelerek âdâb-ı ziyâreti edâdan sonra: "Efendim, Ben bir tefsîr yazdım [Yâsîn Sûresi tefsîridir], getireyim de tedkîk buyurun" dedi. Îşân (kuddise sirruh): "Tefsîr yazmak kim, biz kimiz. Getirirsen, yanan sobayı işaretle, şu sobaya atar, yakarım" buyurup [:S..., Biz bu karargâhda nöbetçi onbaşısı gibiyiz. O büyük kumandanlar gitti. Onların yerini tutamayız. Bizim vazîfemiz, bu karargâha yabancıları sokmamaktır. Onların yaptıklarında ne kusur ve eksiklik buldunuz ki, tefsîr yazmak ihtiyâcını hissettiniz] yollu daha çok şeyler söylediler.

Doğru söylemiş ama noksan söylemiş

 Yusuf Ziya Bey isimli bir talebesi Abdülhakîm Arvâsî hazretlerine gelip “Ben bugün Bayezid Câmii’nde bir vâiz dinledim. Ağzında kaplama dişi olanların guslü sahih olmaz. Binaenaleyh cünüplükten kurtulmazlar” dediğini nakletmiş. Abdülhakîm Efendi ise, “Doğru söylemiş, ama noksan söylemiş. Eğer Şâfiî mezhebini taklid ederse cünüplükten kurtulur” buyurmuş. Abdülhakîm Efendi’nin talebelerinden Hüseyn Hilmi Işık Efendi de hocasının bu fetvâsını nakleder. Nitekim Seyyid Abdülhakim Efendi, Namaz Risalesi isimli eserinde “Ağzın ve burnun içini yıkamak, yani buralara suyu İsal etmek Şâfiîde farz değildir. Hanefi mezhebinde ise, buralara suyu İsal etmek farzdır. Bunun içindir ki hanefi mezhebinde olanlar, dişlerini kaplatamazlar ve doldurtamazlar. Çünkü, buralara su isabet etmez. Dişini kaplatan veya doldurtan, Şâfiî mezhebini taklit eder” buyurmaktadır. Yine Seyyid Abdülhakim Efendi’nin talebelerinden merhum Necip Fazıl Kısakürek Bey de, İman ve İslam Atlası isimli kitabının 79 ve 80. sayfalarında diş dolgusu meselesini bu şekilde anlatmaktadır.

Ne Hind’de kalır, ne Sind’de

 Buyurdular ki: İslam bu memleketten giderse, ne Hind’de kalır, ne Sind’de! (Pakistan’a Sind denir)

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî "kuddise sirruh"