Hüseyin Hilmi bin Saîd etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüseyin Hilmi bin Saîd etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Bazen görmemek daha iyidir

 Bir arkadaş hangi kabre gitse, o kabirde yatan kimseyle konuşuyor; bir şeyler soruyor ve cevap oluyormuş. Yani Kalp gözü açılmış. Ben de Hocamız'a anlattım. "Efendim, arkadaşın hâline, şaşırdım kaldım" dedim. Onların cevabı şöyle oldu: "Bu çok özenilecek, çok istenilecek bir hal değil kardeşim. Çünkü bizim dinimiz görmeyi şart koşmamıştır, iman etmeyi şart koşmuştur. Gördüğü için kendisinde ufak bir benlik, ufak bir üstünlük gelir hepsi gider. Bazen görmemek daha iyidir." Buyurdular.

[Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile Hatıralar,1.cild,sf:390] 

(Enver Ören "rahmetullahi aleyh" ağabeyin merhum hocamız Hüseyn Hilmi Işık Efendi ile hatıralarından bir kesit)

Abdülhakîm efendi hazretlerinin yolu bitmiş midir?

 " Vefatlarından az evvel, nedimleri Şâkir efendi, Efendi hazretlerine, sizden sonra dergâha ben bakarım diye arzedince, “Bu sözü bir daha işitmeyeyim. Bu iş ciddi bir işdir, şaka değil!” buyurdular. Talebelerine, “Benden sonra kimsenin elini öpmeyin” [yani başka birisini üstad yerine koyup, ondan istifâde edebileceğinizi ummayın] diye vasıyette bulundular.  Hilmi Işık efendi de: “Seyyid Abdülhakîm efendi hazretleri kendisinden sonra halîfe bırakmamıştır. Halîfe bırakmanın şartları vardır. O da hem yazılı olacaktır, hem de şâhidlerin huzurunda olacaktır. Bunun kâidesi budur. Böyle birşey yapmamıştır. Eğer halîfe  bırakmadıysa, Abdülhakîm efendi hazretlerinin yolu bitmiş midir? Tükenmiş midir? Hâşâ ve kellâ! O büyük zâtın feyz ve bereketinin kesilmesi, tükenmesi mümkün değildir. Olacak iş değildir. Çünkü bugün yalnız Türkiye değil, Afrika değil, dünyanın her yerine onun feyzi, nûru, himmeti ve bereketi yayılmaktadır. Bu yayılma ve bu dağılmak için Allahü teâlâ vâsıtalar yaratmıştır. Kim o büyük zâtın yolunu, sözünü, inancını, arzusunu doğru olarak nakletmişse, o vâsıta olmuştur. "


Hüseyin Hilmi Işık (rahmetullahi aleyh)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İslâmiyeti* anlatmak demek, *Peygamber* efendimizi anlatmak demekdir. Bir *Kâfir* müslümân olsa, ilk yapacağı şey, Efendimizin *Hayât*’ını öğrenmekdir. 


İnsan *Ne ile* meşgul ise, *Alın yazısı* odur. Herkes, alın yazısının iktizâsını yerine getirir. 


Dünyâdan çok mektup geliyor kardeşim, hepsi de bizim kitaplara hayrân. *Allah râzı olsun, sizin kitaplar gibi kitap, bugün yeryüzünde yok!* diyorlar. *Yok… yok… yok!...* 


Dünyâda *Kitap* yok kardeşim. Ne Hindistân’da, ne Afrika’da. Elhamdülillah, dünyânın her yerinden *Mektup*’lar yağıyor bize. *Şerîf bey* bir rapor yazmış. 


*Son aylarda dünyâdan gelen mektuplar, kitap sipârişleri çok artdı efendim, başa çıkamıyoruz!* diyor. Ne güzel, ne güzel. Çok sevindim bu habere. 


Her mektupda en çok neye seviniyorum biliyor musunuz? *Gönderdiğiniz kitapları aldık!* diyorlar. Buna çok seviniyorum kardeşim. 


Ürdün’e de, Afrika’ya da, Amerika’ya da Filipinler’e de, her nereye göndersek, *Gönderdiğiniz kitapları aldık!* diye cevap geliyor. Çok seviniyorum. 


Bizim kitaplarımız, *Bizim* değil ki. Peki kimin? Bizim kitaplarımız, o *Büyük*’lerin kitaplarıdır. 


Kimimiz *Tercüme* etdik, kimimiz *Basdırdık*, kimimiz *Para* yardımı yapdık, kimimiz de *Sırtlayıp*, câmi câmi dolaşıp dağıtıyoruz. 


Birbirimizden üstünlüğümüz yok! Üstünlük, *İhlâs*’dadır. Yâni Allah için yapılan iş, *Makbûl*’dür. Dünyâ için yapılanlar *Mel’ûn*’dur, ancak Allah için yapılanlar *Kıymetli* dir.

● ● ● 

Efendi hazretlerinin huzûrunda *Çay* içerdik. Bana; *Hilmi! çay koy!* buyururlardı. Ben kalkardım, semâverden doldururdum. *Bir Şeker*’le, bir *Bardak* içerdi Mübârek. 


*Çok lezzetli olmuş, bir daha koy!* buyururlardı, tekrar koyardım. İki üç kere içerler, sonuncu bardağı yarıya geldi miydi, *Tamaaam, al bunu da sen iç!* buyururdu. 


Bana verirdi. Efendi’den kalan çayı içerdim. Ne güzel günlerdi yâ Rabbî!. Şimdi de o niyetle içiyorum kardeşim, *Tatlı* geliyor, *Lezzetli* oluyor çay.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Sâlih* lerin ikrâmında şifâ vardır. *Cömert* lerin ikrâmı da şifâdır efendim. *Hayr-ün nâs hiyâr-ül ulemâ, şerrün nâs şirâr-ül ulemâ!* Bu, ne demek?


Yâni insanların en iyisi, insanlara fâidesi olan *Âhiret Âlimleri* dir. İnsanların en kötüsü de, kötü *Din Adamları* dır. 


Müslümân, şerîate uydukça *Dünyâ* yı, yâni *Harâm* ları sevmez olur. Kalbinde harâm işlemek *Arzû* su kalmayınca, kalbine *Allah Sevgisi* dolar. Nasıl olur bu? 


İçindeki *Su* boşalan bir şişeye, *Hava* nasıl dolarsa, öyle olur. Böyle nûrlu bir kalpde, bilmediğimiz *His Uzuv* ları hâsıl olur. Dünyânın her tarafını, hattâ *Kabir* hayâtını görür. 


Çünkü bilmediğimiz bir *Göz* ve *Kulak* vardır onda. Her yerdeki *Sesi* işitir. Bütün harâmları *Çirkin* görür. Her *İbâdeti*, her *Duâsı* kabûl olur. Ferah ve mes’ud olarak yaşar. 


Bu, *Özet* in özetidir kardeşim. Her şey var bunun içinde. 


Allahü teâlâ bize o kadar *Ni’met* veriyor ki, Rabbimizden utanıyoruz kardeşim. Niçin? Çünkü O veriyor, ama biz, *Şükr* etmeyi bilemiyoruz. Bir *Şükr-i kavlî* var. Bir de *Şükr-i fiilî* var. 


Asıl şükr, *Fiilî* olacak. Peki şükr nedir? Allahü teâlânın verdiği *Ni’met* in, nerede emredildiyse, orada kullanılmasına, *Şükr* denir. 


Allahü teâlâ; *Ni’metlerime şükretmezseniz, ni’metimi kısarım!* buyuruyor. 


Size *Göz* verdim, *Şunu* verdim, *Bunu* verdim. Ama bunları, hep istemediğim yerlerde, hattâ *Yasak* etdiğim yerde kullanıyorsunuz! buyuruyor. İşte bunlar, emânete *Hıyânet* dir. 


Meselâ biri, birine *Emânet* bir şey bırakır, o da ona *Hıyânet* eder. Onun gibi işte. Ama asıl emânete hıyânet nedir? Allahü teâlânın verdiği *Ni’met* lere hıyânet etmekdir. 


*Göz*, *Kulak*, *Ağız*; bunların herbiri, birer *Ni’met*, birer *Emânet*. Allahü teâlâ *Evlât* vermiş; evlâda da hıyânet etmiyeceğiz, evlât da *Emânet* dir. 


*Evlât* emânetinin hakkını *Nasıl* ödiyeceğiz? Dînini öğretmekle. Ona, *Dînini* öğreteceğiz, islâm terbiyesiyle yetişdireceğiz. 


Hadîs-i şerîfde; *Öyle insanlar vardır ki, gece gündüz hep Cehennemlik iş yapıyorlar*, buyuruluyor. Öyleyse bunlardan olmamak için çalışacağız kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, Silsile-i aliyye dendir. Silsileyi okurken; *Abdülhâlık Goncdüvânî mârifetler semâsında, dünyâyı aydınlattı hem Ârif-i Rîvegerî* diyoruz ya hani. 


Böyle, *Şiir* şeklinde olursa, akılda dahâ kolay kalır. Sırasıyla ezberlemek *Zor* olabilir. *İnde zikrissâlihîn tenzîl-ür rahme*. 


Yâni, evliyânın *İsmi* anıldığı yere *Rahmet* yağar. Bütün arkadaşlar müsâit zamanlarda toplanıp kitap okusunlar. *Kitap* okumak şartdır. Öğreneceğiz. 


İslâmiyetin en büyük düşmanı *Cehâlet* dir. Peygamber Efendimiz ne buyuruyor: *Beşikden mezara kadar ilim öğreniniz!* 


İlm öğrenmek farzdır. Farzları öğrenmek *Farz*, vâcibleri öğrenmek *Vâcib*, sünnetleri öğrenmek *Sünnet*, harâmları öğrenmek de *Farz* dır. 


Öğreneceğiz ki, sakınacağız. *Taleb-ül ilmi farîzatün alâ külli müslimin ve müslimetin* Ne demek bu?


Yâni, *Müslümânların, erkek olsun, kadın olsun ilim öğrenmesi farzdır* diyor Peygamber Efendimiz. 


Ben, *Yedi* yaşımdan beri okuyorum, hâlâ da okuyorum. *Kitap* okumadan duramıyorum, *Gece* okuyorum, *Gündüz* okuyorum. 


*Ehl-i sünnete* hizmet etmek, kime *Nasîb* olur bu zamanda? Bu, ne büyük *Ni’met* dir efendim. Bu ni’metin kıymetini bilelim. Rabbimize *Şükr* edelim. 


Bir müslümân, bizim *Kitapları* sevgi ve muhabbetle tutsa, o tutan *Eli* Cehennem ateşi yakmaz. *El* yanmayınca, *Vücûd* da yanmaz. 


Eskiden müslümânlar, *Günâh* işlememek için çırpınırlardı, korkarlardı. Şimdi, günâh bir yana, *Küfr* tehlikesi var. Bu zamanda, *Küfr’e* düşmek çok kolay. 


Onun için, her sabah ve akşam muhakkak *Îmân Duâsı* nı, yâni tecdîd-i îmânı ve *Nikâh Duâsı* nı okuyun kardeşim. Kitaplarımızda yazılı bunlar.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Birine, bir *Namaz Kitâbı* vermek demek, *Al şu kitâbı, oku da Cehennem ateşinden kurtul*, demekdir. Bunun ecri, sevâbı ölçülebilir mi? 


Bu iyiliğin *Teşekkürü* yapılabilir mi? Bu işe verilecek *Sevap*, bir yere sığar mı? İşte tüccâr buna derler ki, az bir *İmkân* la çok *Sevap* kazanıyor, sizler gibi. 


İslâmiyetin gelmesinden maksat, Allahın düşmanı olan *Nefs’e* karşı gelmekdir efendim. İnsan, nefsine *Tâbi* olduğu müddetçe, ne yaparsa yapsın, *Kayıp* dadır, *Ziyân* dadır.


Ve bu *Nefsi* en ziyâde tahrip eden şey, *Sormak* dır. Çünkü sormak, bilmediğini gösterir. Nefs ise dâima; *Ben biliyorum, niçin soracakmışım?* der. 


Her şeyi bildiğini sanır, onun için de sormaz. Bu da onu *Felâkete* götürür efendim. Kavuşduğumuz *Ni’met* in büyüklüğünü bir anlıyabilsek, ama bu çok *Zor*. Yalnız şu kadarını söyliyeyim. 


Bir insan, *Nuh* aleyhisselâmın ömrü kadar, yâni *Bin sene*, bütün ömrü boyunca, gündüzleri *Oruç* tutsa, geceleri *Namaz* kılsa, yâni bin sene, kesintisiz *İbâdet* yapsa, buna bir *Sevap* verilir. 


Ama bu sevap, Allahü teâlânın dîninden, birine bir mesele *Öğretme* nin veyâ öğretilmesine *Sebep* olmanın sevâbı yanında, *Deryâ* da *Damla* gibi kalır. 


Neden? Çünkü biri *Farz* dır, öbürü ise *Nâfile*. Farz yanında nâfile, *Yok* hükmündedir efendim. 


Kâbe-i muazzamaya gidildiği zaman, *Kâbe-i şerîf* ilk görüldüğünde yapılan *Duâ*, kabûl olur efendim. 


Yâni *Kâbe-i muazzama* ile ilk defâ karşılaşınca, o anda yapılan *Duâ* reddolunmaz, *Kabûl* olur. 


İşte bunun gibi, bir *Mü’min* ile karşılaşınca, bir *Mü’mini* görünce yapılan duâ da *Kabûl* olur efendim. İşte *Mü’min*, bu kadar kıymetlidir kardeşim. 


*Kâbe* gibi yâni. Hattâ efendim bir mü’minin *Kalbi*, bir müslümânın kalbi, *Kâbe* den daha *Kıymetli* dir. Büyükler böyle buyuruyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Şeytân*, insana evvelâ *Din kardeşi* ni tenkîd etdirir, yâni kötüler. Onun kusûrunu arar. Sonra başlar o din kardeşinin *Aleyhinde* konuşmaya. 


İşte bu, *Felâket* in başlangıcıdır. Sonra din kardeşinden atlar onun *Âbisi* ne, sonra bir *Başkası* na, derken *Hocası* nı tenkîde başlar, böylece felâkete gider. 

********

Afrika’daki *Gana* dan gelen bir mektupda diyor ki: 


*Efendim, biz burada, sizin ingilizce Ehl-i Sünnet Yolu kitâbınızı okumak sûretiyle, tam 400 putperest, hepimiz kelime-i şehâdet getirdik ve müslümân olduk!* diyor. 


Bu hizmete verilen *Sevap*, sâdece o kitâbı gönderene değil, bu hizmetlere katılanların *Hepsine* dir. Çünkü bu, bir *Şirket* dir. Her bir ortak, her *Zerre* de ortakdır. 


Meselâ bir *Çuval* buğdaya, iki kişi *Ortak* olsa, buğdayın yarısı birinin, diğer yarısı da öbürünün şeklinde olmaz. Öyle değil. Ya nasıl?


O iki kişi, her bir *Buğday tânesi* nde, yarı yarıya ortakdırlar. Yâni her bir buğday tanesinin yarısı *Birinin*, öbür yarısı da *Öbürünün*.


Binâenaleyh, o *400* kişinin müslümân olmasının *Sevâbı*, bütün arkadaşlarımıza, bütün âbilerimize, yâni hizmetlerimize iştirak eden *Herkese* dağıtılacakdır. Her âbi, bu sevapdan *Pay* alacakdır.


Yâni, Allah için *Fiilen* bu hizmete iştirak edenlere, vakti yoksa *Para* verip destek olanlara, parası da yoksa *Duâ* edenlere, hattâ bu âbilere *Muhabbet* besliyenlere, ihlâsı derecesinde çok *Sevap* verilecekdir. 

********

Afrika’dan, bir çiftlik hizmetkârından mektup geldi. Birine, bizim *Dinde Reformcular* kitâbımız ulaşmış, o da beğenmeyip *Çöpe* atmış. Çöpü karışdıran biri de, bu *Kitâbı* bulup okumuş. 


Mektûbu o yazıyor, diyor ki: *Okudukça sevdim, sevdikçe âşık oldum. Bana başka kitaplarınızı da gönderir misiniz*, diyor. 


*Kitap* kalıcıdır kardeşim. Kitap verdiğimiz kişi okumadı diye, üzülmemek lâzım. Zîrâ *Kur'ân-ı kerîm* bütün insanlara indiği hâlde, inananlar, dünyâdaki insanların sâdece *Beşde biri*. 


Ayrıca, *Kitap* yanmadığı müddetçe yerinde duracakdır ve birileri onu alır, okur. Bizim kitaplarımız *Miknâtıs* gibidir. Zîrâ miknâtıs, içinde *Cevher* olanı çeker. *Tozu toprağı* çekmez. 


Tozun toprağın içinde bir *İğne* olsa, veyâ bir *Metal* parçası olsa, mıknâtıs onu çeker. Velhâsıl kimde *Cevher* varsa, o *Kitâbı* alacak ve okuyacakdır. 


Miknatıs *Moloz* ları çekmez. Peki neyi çeker? Sâdece *Cevheri*, yâhud da içinde *Cevher* bulunan şeyi çeker. Onun için bu *Kitapları* çok dağıtmanızı istiyoruz kardeşim. 


Belki o alanda *Cevher* olmıyabilir. Ama o *Kitap* yanmadıkça, yırtılıp atılmadıkça, mutlaka içinde *Cevher* olan birileri onu alır, okur ve *İstifâde* eder kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim, kendi *Ağzımız* la, kendimiz için yapdığımız *Duâ*, zor kabûl olur. Neden? Çünkü bu ağızla biz *Günah* işlemişizdir. Ama bir başkasının *Ağzı*, bizim adımıza günâh işlemez. 


O zaman onun *Duâsı*, bizim için günahsız *Ağızla* yapılmışdır ve çok *Makbûl* dür Çünkü o, günâh işlese de, kendisi için işler. Bizim adımıza günah işliyemez. 


Onun için *Duâ almak* mühim. Günâhsız bir ağızdan duâ alıyorsunuz. Çünkü onun ağzı, bizim için *Temiz* dir, *Günahsız* dır. 

********

Allahü teâlâ, mü’mini, *Namaz kılmak* için yaratdı kardeşim. Namaz kılana, *Mü’min* denir. Kılmıyan, *Şüpheli* dir. Dîn-i islâm, namâzın içinde mündemicdir. 


*Namaz*, çok şereflidir, çok kıymetlidir. Niçin? İçinde *Kur’ân-ı kerîm* olduğu için, Kur’ân-ı kerîm okunduğu için. 


Çünkü *Kur’ân-ı kerîm* Allahü teâlâdan sonra, makâmı, mevkîi, derecesi, en *Yüksek* olandır. Peygamberlerden de yüksekdir. Bizim Peygamberimizden de yüksekdir. 


*Allah kelâmı* çünkü. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: *Bu Kur’ânı, ben dağa indirseydim, dağ su gibi erir ve akardı*. 

********

Eğer *Enver Âbi* nin kalbinde bir milim *Menfaat* düşüncesi olsaydı, hiçbir arkadaş onu sevmezdi. 


Efendim, bu kadar *Kitap* basılıyor, satılıyor, çoğu da *Parasız* dağıtılıyor. bütün bu hizmetlerden dolayı bizim eve *On Para* girmez. 


*Hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ*. Îmânın şartıdır bu. Onun için sebeplere yapışacağız kardeşim. Yalnız sebeplere yapışırken de *Akıllı* hareket edeceğiz. 


Çünkü *Neyin* sebebine yapışırsak, onun *Netîcesi* ne katlanmak zorundayız. Çünkü Allahü teâlâ öyle dilemiş ezelde. Allahü teâlâ, kullarını *Başıboş* bırakmamış. 


*Kur’ân-ı kerîm* de, Eûzü billâhi mineş şeytânir-racîm Bismillâhir rahmânir rahîm *Ve şâvirhüm fil emr ve izâ azemte fe tevekkel alallah*, buyuruluyor. 


Yâni *Ey habîbim! Sen bir sebebe yapışmadan evvel istişâre et, danış!* Hem de Peygamber aleyhisselâma buyuruyor cenâb-ı Hak. 


*İstişâre et, eshâbına danış. Ondan sonra sebebe yapış ki, yanlış iş yapmıyasın* buyuruyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İmâm-ı Gazâlî* hazretleri çok büyük bir zâtdır. Çok büyük âlimdir. Kitaplarının sahîfelerini ömrüne bölmüşler, bir gününe onsekiz *Sahîfe* düşmüş. 


Ama meselâ *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı, o asırdaki, yâni *Bin sene* önceki insanlara hitâben yazılmışdır. O insanların ihtiyâçlarına göre yazılmışdır. 


Bu günkü *Sapıklık* lara karşı, bugünkü *Küfre*, bu günkü *Bid’at* lere karşı değil kardeşim. Evet, *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı kıymetlidir, çok kıymetlidir, ama bu zamana göre değildir. 


Onu okumak, bizim kitâplarımızın okunmasına *Mâni* teşkîl etdiği için doğru değildir. *Bizim kitapları* okumadan onu okumak, doğru değil kardeşim. Zamânı harcıyor çünkü. 


Niçin böyle söylüyorum? Çünkü biz, bu *Kitap* dan, yâni *Kimyâ-i Seâdet* ve bunun gibi daha *Bin* küsür kıymetli *Kitaplar* dan, bu zamânın ihtiyâcı olan kısımları alıp, *Bizim kitaplara* koyduk zâten. 


Yâni *Bizim Kitaplar* okununca, o kitaplar da okunmuş olur.


Kardeşim görüyorsunuz, benim ömrüm *Kitap* okumak la geçdi. Çok kitap okudum, hâlâ da okuyorum. Ama ben, Yeni birşey öğrenmek için okumuyorum ki. 


*Efendi* hazretlerinden, herşeyi öğrendim zâten. Ben, Efendi’den duyduklarımın, öğrendiklerimin, mûteber kitaplardan, *Mehazı* nı, *Kaynağı* nı, *Vesîkası* nı, *Senedi* ni aramak için, bulmak için okuyorum. 


Benim ömrüm, *Aramak* la geçdi. Çok kitap okumakla geçti ve böylece bir netîceye vardım efendim. Bir şey öğrendim. O da şu: *Rastgele çok kitap okuyan, sapıtır, yoldan çıkar*. 


Ancak bir *Mürşid-i kâmil* görmüşse, ondan, hakkı bâtıldan ayırmayı, yâni bu *İyi*, bu *Kötü*. Bu *Doğru*, bu *Yanlış*. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*.


Bunları öğrenmişse, onun kitap okuması zarar vermez. Çünkü bir mürşidi var, *Mürşid-i kâmil* yanılmaz efendim. *Dünyâ* işlerinde de yanılmaz, *Âhiret* işlerinde de yanılmaz.


*Âlim* kime denir? Âlim, islâmiyeti *Yayan* kimsedir kardeşim. Biz âlim değiliz, ama Allahü teâlâ, islâmiyeti yaymayı bize *Nasîb* ediyor elhamdülillah. 


Mürşidi olmıyan kimsenin hâli, açık denizdeki bir *Tahta parçası* gibidir. Tahta parçası kâh dalar, kâh çıkar. *Son nefes* in ne zaman geleceği ise belli değildir, meçhûldür. 


*Mürşidi* olanın hâli ise, deniz ortasındaki bir *Ada* gibidir. Veyâ deniz artasındaki bir *Kaya parçası* gibidir. Onun îmânı *Kaya* gibidir. Biz elhamdülillah *mürşid-i kâmil* gördük. *Siz* de gördünüz kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber aleyhisselâma sormuşlar, *İnsanların en kıymetlisi kimdir?* diye. İki kelimeyle cevap vermiş Peygamber aleyhisselâm. Buyurmuş ki: 


*Men teallemel ilme ve allemehû*. Yâni, ilim öğrenen ve öğrendiğini de öğretendir, buyurmuş. Yalnız öğrenmekle olmuyor. Öğrendiğini de öğretecek. Asıl lâzım olan bu. 


Elhamdülillah, biz öğretiyoruz. Birine bir *Kitap* vermek demek, *Öğretmek* demekdir işte. Peygamber Efendimizin müjdesi bu. 


Öğrenecek, öğretecek ve yayacak. Nasıl yayacak bu zamanda? *Kitap* vermekle. Ne mutlu ilim öğrenene ve Allahın kullarına yayana. 


Allaha yaklaşmak demek, Allahın *Sevgisi* ne, *Rızâsı* na kavuşmak demekdir, bunu öğrenin kardeşim. Çoğu âlimler bile bunu anlıyamamış.


Allahı, bir mekânda oturuyor zannedip, yanına gitmek sanmışlar. *İbni Teymiyye* de o kadar büyük âlimken, bunu anlıyamamış. 


Büyükler buyuruyorlar ki: *Lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden entakdır*. Yâni hâli ile, tavrı ile, yaşayışı ile anlatılan, ağız ile, söz ile anlatılandan daha *Te’sîrli* dir. *Lisân-ı hâl* derler ona. 

********

Cenâb-ı Hakkın lütfu, *Efendi* hazretlerinin himmetleri ile, bu *Sarıyer*’deki şu evde oturmak bize nasîb oldu elhamdülillah. Kırk sene önce, *Efendi* hazretleriyle şu karşıdaki deniz kenarında berâber otururduk.


O zaman, yâni *Kırk sene* önce, görmüşlerdir, bizim şimdi, şu anda burada oturacağımızı. Ruhlar için zaman yok çünkü. *Zaman*, bu dünyâda var. *Rûh* âlemi nde zaman yokdur. 


Peygamber Efendimiz, *Mîrac* gecesinde *Hazret-i Osmân* ın radıyallahü anh koşa koşa Cennete girdiğini gördü. Hâlbuki hazret-i Osmân, kaç bin sene sonra *Cennete* gidecek. 


Ama Peygamber Efendimiz, *Mîrac* da gördü Onu. Onlar için zaman yok. Onun için efendim, Onlar tâ o zaman, kırk sene önce, görmüşlerdir bizim şimdi burada, bu *Balkon* da oturduğumuzu. 

********

İşin esâsı, *Sevgi* dir, *Muhabbet* dir kardeşim. Peygamber Efendimiz; *Kişi kimi severse, onunla berâber haşrolunur*, buyuruyor. 


*Abdülhakîm Efendi* hazretlerinin yanında dünyâyı unuturdum, yanından ayrılamazdım. Sohbetinden çıkınca, dışarıda dünyâyı yeniden görüyor gibi olurdum. 


*Ne tatlı günlerdi yâ Rabbî!* Allah, onların sevgisinden ayırmasın bizleri. Zâten onlar, bir insanı severse, o da o zâtı severmiş. *Büyükler* öyle buyuruyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Büyüklerden biri; *Herkes âhirinden, sonundan korkuyor, îmânlı mı gideceğim, îmânsız mı? diye. Ben ise Ezel'den korkuyorum*, buyurmuş. Yâni kazâ ve kaderden korkuyorum demek istemiş. 


O kadar ni’met içindeyiz ki kardeşim, elhamdülillah. Hele bu büyüklere olan *Muhabbet*, en büyük *Ni’met* dir. Evvelâ onları tanımak, sonra sevmek ve tâbi olmak. 


*Efendi hazretleri* ile görüşmeğe, *Bir gün* için, hattâ *Bir sâat* için Ankara’dan gelirdim. Bir sâat sonra geri giderdim, trenle. Mevsim *Kış*. En çok Eskişehir *Soğuk* olurdu. 


Bir keresinde yine Ankaradan gelirken, trende hiç *Yer* bulamadım. Kompartımanlarda yer yok. Kompartımanların önünde *Koridor* var, daracık bir yer. Orada da köylüler yatakları istiflemiş, yığmışlar, yatıyorlar. 


Aralarından atlıya atlıya geçiliyor. Orda da yer yok. Yâni oturacak, çömelecek kadar bir *Yer* bulamadım. Hattâ ayakda duracak bir yer bile *Yok* du. 


Mecbûren iki vagonu birbirine bağlıyan o körüklü yerde *Ayakda* geldim. Bir ayağımı bir vagona basdım, ikinci ayağımı öbür vagona basdım. Öylece geldim. 


*Dondum, dondum!* Ama tren Eskişehire varıp da, oradan *İstanbula* doğru hareket etdi mi, bana ferahlık gelirdi. *Oohh, Efendiye yaklaşıyoruz*, diye sevinirdim. 


Tren İstanbula doğru ilerlerken *Neş’e* içinde olurdum, *Sevinç* ten bayılırdım, *Efendi* ye yaklaşıyoruz, diye. Trenden inerdim, doooğru *Vapura*, oradan *Köprü* ye, köprüden de *Eyüb*’e. 


Vapurdan iner, Eyüp’deki o yokuşu *Zevk* le çıkardım. Yorulurdum tabii. Huzûruna girince, beni yanına oturturdu Mübârek. *Ne var ne yok, nerden geliyorsun?* derdi. Ben de anlatırdım, o soğukları filân.

********

İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Bin sene uğraşsam, dünyâyı kalbime getiremem*, buyuruyor. Bu, hiçbir iş yapmıyacak demek değildir. Zîra *Kalp* başkadır, *Akıl* başkadır. 


Dünyâ işleri *Akıl* ile olur. İster matematik öğretmeni olsun, hesap yapsın, ister diş tabîbi olsun. *Kalp* ise, Allah sevgisi ile doludur, dünyâ ona zarar vermez. 


Efendi hazretlerine ilk gittiğimde, oda hayli kalabalıkdı efendim. İçeriye girmeye utandım, kapının dışında edeble oturdum. *Efendi* hazretleri beni görmüş.


Oturduğu yerden, *Küçük Efendi, içeri gel, benim yanımda otur!* diye seslendi. Beni, dizinin dibine oturttu efendim. O büyüklerin dizinin dibine oturmak çok *Kıymetli* dir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Îmân* ın kuvvetli olması için îmânımıza şükredeceğiz kardeşim. Allahü teâlânın diğer ni’metlerine şükredersek, o ni’metler de *Artar*. Ama îmâna şükredersek, îmânımız *Kuvvetlenir*.


*Elhamdülillâhi alâ dîn-il islâm ve alâ tevfîk-ıl îmân ve alâ hidâyetirrahmân*. Hani burada *Şükür* kelimesi geçmiyor, denirse;


İşte baştaki *Elhamdülillah* var ya. Bu, hamdetmek mânâsınadır. Lisânen olursa, *Hamd* denir, fiilen olursa, *Şükr* denir. 


Cenâb-ı Hakkın verdiği ni’metin kıymetini bilir de; *Elhamdülillah yâ Rabbî!* dersen, ona *Hamd* denir. O ni’meti emredildiği yerde kullanırsan, ona da *Şükr* denir. 


Meselâ *Göz* vermiş. Göz ni’meti. Buna, ağzımızla *El-hamdülillah* dersek, hamd etmek olur. Ama fiilen şükretmek için, o ni’meti emretdiği yerlerde kullanacağız.


Yasak etdiği yerlerde kullanmıyacağız. Meselâ annemizin, babamızın yüzüne *Şefkat* le bakacağız. Böyle emrediyor Allahü teâlâ. 


*Ananıza, babanıza şefkatle bakın. Hocanıza hürmetle, muhabbetle bakın. Harâmlara bakmayın!* buyuruyor. 


İşte bu emre uyan, şükretmiş olur. Buna şükredince de gözün nûr’u artar, kuvvetlenir. Îmân nasıl kuvvetleniyorsa, gözün *Nûru* da artar, kuvvetlenir. 


Dînimizin her emrine uymak lâzımdır. Çünkü islâmiyetin her emri ni’metdir. Yâni cenâb-ı Hak birşeyi emretmişse, o *Ni’met* dir, yasak etmişse, yine *Ni’met* dir. 


Çünkü zararlı şeyi *Yasak* etmiş, fâideli şeyi de *Emr* etmiş. İkisi de ni’metdir. Şerîatın bütün emirleri ni’metdir. *Emrleri* de ni’metdir, *Nehyleri* de ni’metdir. 

********

Evliyânın büyükleri, hep *Mevlîd* okurlardı. *Hasan-i Basrî*, Tâbiînin en büyüğü idi, mevlîd okurdu. 


*Cüneyd-i Bağdâdî*, seyyid-üt tâifedir. O da okurdu. Yalnız mevlîdi, para ile ve harâm işlenen yerlerde okumak *Günâh* dır. Şimdikiler öyle yapıyor. 


Bizden duyduklarınızı, genç kardeşlerimize anlatın kardeşim, onlar da sizden duyduklarını başkalarına anlatırlar. 


Nasıl ki, siz bize; *Sizin sâyenizde* diyorsunuz, gün gelir, onlar da size; *Sizin sâyenizde* derler.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ankarada, gazetemizin bir abonesi, rüyâsında, örtülü, nûr yüzlü bir *Teyze* yi görmüş, meğer o, Enver âbinin *Annesi* ymiş. O kimseye demiş ki: 


Oğlum Enver'e söyleyin, Çankaya semtinde, uzun uzun sütunlar, direkler varmış. Çocuklar, oraya tırmanıp tırmanıp yere düşüyorlarmış. Çoğunun kolu bacağı kırılmış. 


Oğlum Enver'e söyleyin de bir *Hastâne* yapdırsın, o insanları *Tedâvi* etdirsin, demiş. İşte, Enver âbi, *Türkiye Hastânesi* ni bunun üzerine kurdu kardeşim. 

********

Allahü teâlâ, müslümânlara her ihtiyâcını gönderse, kâfirlere göndermese, o zaman arada *Fark* olur. Hâlbuki cenâb-ı Hak *İmtihân* ediyor. 


Biz müslümânlar da sebebe yapışacağız, fakat sebebin te’sîrini *Allah* dan bekliyeceğiz. Onlar, *Sebep* den bekliyor, aradaki fark bu. 


Görünüşte aynı. Onlar da sebebe yapışıyor, biz de. Ama onlar, *Sebep* den bekliyor, biz ise *Müsebbib* den bekliyoruz. Müsebbib, *Allahü teâlâ* dır. Sebepleri gönderene, *Müsebbib* denir. 


Bu dünyâ fânî, her şey geçer. Ne *Beyi*, ne *Paşası*, hiç kimse kalmaz bu dünyâda. Gördüklerimizden, tanıdıklarımızdan kimler gitdi, kimler gitdi. 


Her şey geçer gider, fakat büyüklerimizden gelen *Feyz* ve *Nûr* ayrı, o geçmez, o gitmez. 

********

Dünyâda kimi severseniz, âhiretde de onun yanında olacaksınız. *Hadîs-i şerîf* bu. *El mer’ü me’a men ehabbe* İnsan dünyâda kimi severse, âhiretde de onun yanında olacak. 


Bu, büyük bir *Müjde* bizim için. Biz onları seviyoruz. İnşallah dünyâda onların *Himmet* leri bizimle berâber olduğu gibi, âhiretde de *Şefâat* leri olacak, kendileri bize yardım edecekler. 


O büyüklerin *Rûhâniyet* leri şimdi burada hazır. Onların rûhâniyetleri hâzır olur. O gün de hepimize *Şefâat* leri olur inşallah. 


Ben yukarı gidiyorum, size, *Enver âbi* yi vekîl bırakıyorum. Enver âbi den gelir *Feyz* ler.

Hüseyn Hilmi Işık efendinin ev sahibi Nuri beye yazdığı mektub

Mektubunuzu aldım ve okudum.

Uzun zamandır evinizde kiracı olarak ikamet etmekteyiz. Bu evde çok rahat ettik. İbadetlerimizi rahatça yaptık. Allahü teâlâ sizden razı olsun. Bizi dünyada rahat ettirdiğiniz gibi ,Cennette de nimetler, köşkler ihsan eylesin.

Evinizi tahliye etmemizi istemişsiniz. Ev sahibi olarak bu sizin tabiî hakkınızdır.Derhal çıkmamız icab eder.Evden çıkarma sebebiniz eğer kiranın az olması ise,kirayı arttıralım ve bu evde oturmaya devam edelim. Başka bir sebeb ile çıkmamızı arzu ediyor iseniz, bize bir hafta mühlet veriniz, yeni bir ev bulalım.

Tekrar selâm eder, duâlarınızı istirham ederim. [1952]

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

İşin esâsı, sevgi ve muhabbetdir kardeşim. Peygamber Efendimiz; *Kişi kimi severse, âhiretde onunla berâber haşr olunur*, buyuruyor. Ne demek sevmek? 

Yâni onun yolunda olmak, onun sevdiklerini sevmek demekdir. Rabbimize şükürler olsun, elhamdülillah biz, Efendi hazretlerinin yolundayız ve tam Onun hayâtını yaşamaya çalışıyoruz.

Buna çok ehemmiyyet veriyoruz, dikkat ediyoruz kardeşim. İnşallah âhiretde de Onun yanında oluruz. *El mer’u mea men ehabbe*. Hadîs-i şerîfdir bu ve bize büyük müjdedir. 

Herkes, dünyâda kimi seviyorsa, âhiretde onun yanında olacak. Ne güzel! İnşallah biz de âhiretde o büyüklerin yanında olacağız kardeşim. Bırakmazlar inşallah. 

*Kerîm*, yâni kerem ve ihsân sâhibi, kereminden vaz geçmez. *Men dakka bâb-el kerîmi infetehâ*. Efendi’den işitdik biz bunu. Ne demek? 

Yâni kerîmin kapısını çalarsanız, muhakkak açılır. İhsân kapısıdır o. O büyükler, istiyene verirler. 

Askerî liseyi bitirmişdim, talebeleri sınıflara ayırıyorlardı. Harbiyeye gidecekdik. Ben de sınıfın birincisiydim. Bana; *Sen ne olmak istiyorsun?* dediler. 

Ben, *Tıbbiyeye gideceğim*, dedim. *Hay hay, zâten senin gitmen lâzım* dediler. Tıbbiyeye ayırdılar. 

1,5 sene *Tıbbiye*’de okudum. Birinci sınıfa *F.K.B.* diyorlar. Yâni Fizik-Kimyâ-Biyoloji. Birinci sınıfda bunları okuduk. 

Tıbbiye birinci sınıfda iken, onların içinde ben sınıfın birincisi oldum. İkinci sınıfda da sınıfın birincisiydim. Sene ortası oldu. 

Ben *Tıbbiye*’de okurkan, bir sömestre, yâni altı ay kadar anatomide yalnız *Kemikleri* okuduk. Profesör, *Moşe* isminde bir *Fransız* idi. 

İkinci sömestrede *Kadavra* dersi vardı. Birgün laboratuvarı merak etdim, gidip bakdım. Masalar var, her masanın üstünde erkek, kadın, çırılçıplak *Ölüler* var. 


Kimsesizleri toplayıp getiriyorlar. Talebeler, onların üzerinde öğrenecekler. Ellerine de birer *Bıçak* veriyorlar, ölüleri kesip insan vücûdunda neler var, onu öğrenecekler. 


Her hafta Efendi hazretlerine giderdim. Efendi’nin sözlerine bayılırdım. *Bir şeyler söylese de dinlesem*, derdim. Efendi’yi dinlemek çok hoşuma giderdi. 


Sene ortasında sömestre tâtili oldu. O hafta Efendi hazretlerine gitdiğimde, bahçede oturuyordu. Ben de gittim yanına oturdum. İkimiz, *baş başa* yalnız olarak oturduk. 


Bana, ne okuduğumu sordu. Hâlbuki 1,5 senedir *Tıbbiyede* okuyorum. Daha önce hiç sormadı da mübârek, o gün sordu. *Sen mektebinde ne okuyorsun?* dedi. Ben cevâben dedim ki:


*Kadavra* okuyoruz efendim. Ölüleri keseceğiz, içinde ne var, ne yok, sinirlerini, kemiklerini öğreneceğiz. Altı sene sonra *Tıbbiyeyi* bitireceğim, inşallah *doktor* olacağım, şimdi ikinci sınıfdayım, dedim. 


Efendi hazretleri; *Öyle miii, ben sana bir şey söylesem, beni dinler misin?* dedi. Elbette efendim, dedim. *Sen doktor olma, eczâcı ol!* buyurdu. Baş üstüne efendim, dedim. 


Ancak annem ve ablalarım, benim eczâcıya geçmeme şiddetle karşı çıkdılar. Annem, üzüntüden düşüp *bayıldı*. Ne yapacağımı şaşırdım. 


Kendi kendime; *Yârın erkenden çıkıp, sabah namâzına câmiye gideyim, câmiye ilk gelene, bu işi danışayım*, diye düşündüm. 


Ve erkenden *Süleymâniye* câmiine gitdim. Biraz sonra *iri* yapılı, *heybetli* bir bey câmiye geldi. İlk gelen o kimseye sordum:

Dedim ki: Efendim, ben *Tıbbiye*’de okuyorum. Mektebin de birincisiyim. Hocam bana; *Kaydını, Tıbbiye’den Eczâcılığa nakletdir, eczâcı ol*, diyor. 


Annem ise; *Hayır, sen doktor olacaksın!* diyor. Ben şaşırdım, şimdi ne yapayım? dedim. O zât; *Senin hocan kim?* dedi. Ben de; Abdülhakîm Efendi hazretleridir dedim. 


O zât; *Evlâdım, sen hakîkî bir büyük bulmuşsun. Böyle mübârek hocanın bir sözüne, bin ana fedâ olsun. Hocan ne diyorsa onu yap, hocanın sözünden çıkma!* dedi. 


Meğer o zât, Ehibbâ’dan *Cevad bey*’miş. Onun için Cevad bey, benim ilk mürşîdim oldu. 


Cevad bey, Efendi hazretlerinin talebelerinden, emekli bir *Paşa* idi. Herkes ondan çekinirdi. Çok heybetli biri idi. Ertesi gün hemen istîdâ yâni dilekce verdim. 


Ankara’dan cevap geldi. Diyordu ki: *Sınıfın birincisidir, çalışkandır, bunu eczâcıya geçirmeyiz, doktor olsun istiyoruz!* 


Yâni reddetdiler beni. Efendi’ye gitdim. *Efendim, böyle böyle, izin vermiyorlar*, dedim. Mübârek; *Tekrar istîdâ ver!* buyurdu. 


Ben tekrar dilekçe verdim, nihâyet kabûl edildi, Eczâcıya geçdim. Birkaç ay içinde üçüncü sınıfa gene birincilikle geçdim.

Efendi hazretleri, zaman zaman; *Ben sizin aranızda misâfirim, artık beni bulamazsınız*, buyururdu. Bu söz hoşuma gitmezdi. 


İçimden; *Niye böyle söylüyor ki?* derdim, şimdi anladım. Tabii ya, doğru söylermiş Mübârek. Hakîkaten öyle efendim. Hepimiz dünyâda misâfiriz.


Efendi hazretleri son günlerinde, Ankara’da, *Fârûk Işık* beyin evinde kalırdı. *Nevzât*’ı tanırsınız değil mi? Fârûk beyin oğludur. Rüçhânın da âbisi.


Bir gün, ben Ankarada, oturuyordum evde, Yalnızdım. Kapı çalındı. Yukarıdan, pencereden bakdım ki *Nevzât* gelmiş. *Hilmi âbi, Efendi babam seni çağırıyor*, dedi. 


Allah Allah, *Efendi hazretleri İstanbulda, burası Ankara*, dedim. Ben iki hafta evvel İstanbulda idim. Kendileriyle oturdum. Ellerini öpdüm, sohbet etdim, dedim. 


Nevzât; *Vallahi bugün bize geldi*, dedi. Kapıdan girince; *Hilmi nerede?* diye beni sormuş Mübârek.


Nevzât; *Efendi babam seni çağırıyor*, dedi. Allah Allah, hemen giyindim, gitdim. Ben içeriye girer girmez, Efendi hazretleri bana; *Hilmi bak! Ben ne hâle geldim?* buyurdu. 


Bakdım ki, Efendi hazretleri iki hafta içinde çok değişmiş, zaîflemiş. İstanbul’dayken topluydu. Şimdi, bir *Deri*, bir *Kemik* kalmış. 


*Her gün gel, beni boş bırakma!* buyurdular. Vefât edene kadar, 15 gün Efendi’ye hizmet etdim. Gece-gündüz, devâmlı. Aynı odada berâber bulunduk. 


Fârûk beyin evi, *Hacı Bayram* câmiinin alt tarafında, ahşap, iki katlı, büyük bir *Ev* idi. Mevsim *Kış* idi. Salonda soba yanıyor, sobanın yanında da *Yer yatağı* yapmışlar. 


Efendi hazretleri, sobanın yanında, o yatakda yatıyor. Sobanın karşı tarafında sandalyeler dizili, *Beş-on* tâne. Misâfirler gelirse, orada otursun, diye. 


Ziyâretçiler geldiğinde, herkes karşıya, sandalyelere otururdu. Beni ise, kendi yanına, kendi yatağına oturturdu Mübârek. Hâlbuki misâfir gelmesi *Yasak* idi efendim. 


*Polis* yasak etmiş. Evin yanında bir de *Polis kulübesi* koymuşlar, gelenleri tesbît etsinler diye. *Polis* vardı kapının dışında. 

Dönmek ne mümkin bir daha düne!

 

Dönmek ne mümkin bir daha düne!
Hayâl-i cânândan gayri ne kaldı?

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî efendi, Hüseyn Hilmi Işık efendi ve Mazhar Veziroğlu (Vapurda 1931)

Mü’minin îmânının te’sîri hem canlılara hem de cansızlaradır

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki

Efendim, mü’minin îmânının te’sîri, hem canlılara, hem de cansızlaradır. Duvarlara bile tesîr eder. Taşa bile te’sîr eder. Meselâ bir (Evliyâ) zât, bir taşa elini sürse, o taş feyz alır ve feyz saçar etrâfına. Bin sene geçse bile o taşdan feyz gitmez. Kullandıkları eşyalardan da feyz alınır.

Nitekim onların eşyâlarını, takkelerini, gömleklerini, bin sene sonra kullanan, aynı feyzi alır kardeşim. Çünki (Evliyâ) demek, (Allah dostu) demekdir. (Allah adamı) demekdir. Onların bütün zerreleri zikreder. Bütün hücreleri zikreder, hattâ vücûdundaki kıllar bile zikreder.

Bir hastânede mescit olsa, o mescitde kılınan namaz, o mescitde okunan Kur’ân-ı kerîm, bu ibâdetlerden hâsıl olan (Feyz) ve (Nûr), dalga dalga bütün odalara gider, yayılır ve farkında olmadan hastalar şifâ bulur efendim.

Çünki Kur’ân-ı kerîm dağa inseydi, koca dağ erir, su gibi akardı. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde öyle buyuruyor. Kur’ân-ı kerîmin derecesine, peygamberler bile yetişememişdir. Çünki (Kelâm-ı ilâhî)dir o. Allah kelâmıdır.