KIYMETSİZ YAZILAR İkinci Kısm-T-2

 – T –

● Tâife-i aliyyenin sevenleri, onlar ile berâberdir ve husûsî hâllerine mahrem ve ortaklardır. 4/198.


● Bir tâifenin gördüğü dünyâ [bakdığı dünyâ çöplükleridir] ve bir gürûhun tama’ etdiği [arzû etdiği] âhıret ni’metleridir ve bir fırkanın dahî himmeti, Allahü teâlâya teveccühdür. 4/8.


● Tâ’âtı, Hak teâlânın rahmetinin eseri ve Onun yardımı ile olduğu için bileler. 4/92.


● Tâ’âti güzel yapmak, fenâ hâsıl olmadan müyesser olmaz. 5/100.


● Tâ’ât ve zikr vazîfeleri ile meşgûl olalar. Ve muhâliflerin sohbetinden de uzak durup, kaçalar ve islâmiyyetin yasak etdiklerinden perhîz [kaçarak] ve Allahü teâlânın mekrinden korkup ve titreyip, kendi amelinden üzüntülü olalar ve ameli de terk eylemiyeler. Amel et, istigfâr et. Ve Hak teâlânın fadlına i’timâd ve Peygamberin sünneti üzere istikâmeti alışkanlık hâle getireler. 5/4.


● Tâlibe gerekdir ki, herşeyden geçip, bu büyüklerin sohbetini tercîh eyleye. Ve taleb vâsıtalarında cânını harcıya [can fedâ ede]. Kendine istirahât vermiye. Ve üzüntülü ve arzûlu ola. 5/46.


● Tâlibi [maksadı] Hak teâlâ olana, kâfirlerden uzaklaşmak ve onları düşman bilmek zarûrî lâzımdır. 6/55. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Tâlibân, zâhiren ve bâtınan [Allahü teâlâyı taleb edenler, zâhiren ve bâtınan] Peygamberimize tâbi’ olmağa gayret edip ve bu devlete mâni’ olan herşeyden baş gözünü ve kalb gözünü yumalar, bileler ki, bir şahıs kerâmetler ve fazîletler sâhibi olsa, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmakda gevşek olsa, onun muhabbeti öldürücü zehrdir. Kerâmetleri olmasa, fekat tâbi’ olmakda sağlam olanın sohbeti şifâ veren ilâcdır. 4/10. [İslâm Ahlâkı: 557.]


● Tâlib-i ilâhîye [Allahü teâlâya tâlib olana] hicran içerisinde olmakdan ve devâmlı üzüntülü olmakdan başka çâre yokdur. 4/13.


● Tâlibe başlangıcda zikr lâzımdır. Çâre yokdur. [Mecbûrdur]. O şartla ki, kâmil ve mükemmil olan mürşidden bu zikr dersini almış ola. Eğer bu şart olmazsa, ebrârın zikri kâbilindendir ki, netîcesi sevâbdır. Yaklaşdırıcı değildir. 4/84.


● Tâlib-i sâdık [sâdık tâlib], şeyhine muhabbet ile bâtınından feyz alarak onun rengine girer. [Onun makâm ve derecelerinde ilerler]. 4/165.


● Tâlib-i sâdık [sâdık tâlib], mürşidin sohbetini ganîmet bilip, kendini onun rızâsına tâbi’ kılmalıdır. 6/121.


● Tâlib, ârifin sûretine nazar ederse [zâhirine, görünüşüne bakarsa], bereketinden mahrûm kalır. 4/203.


● Tâlibe, muhabbet, hizmet, âdâb ve şeyhe ittibâ’ lâzımdır. 4/165.


● Tâlibe lâzımdır ki, isteğini ve istek vâsıtalarını [talebin îcâblarını] şeyhe açıklıya. 5/89. [Eshâb-ı Kirâm: 275.]


● Tâlib-i Hak olana [Hakka tâlib olana], Hak teâlâdan başka şeylerden yüz çevirmesi lâzımdır. 4/78.


● Tâlibin zikri ihlâs ile ola. Kendisinde nefsânî arzûlar ve kendine güvenme şübhesi olmıya. 4/170.


● Tâlib-i sâdık [sâdık olan tâlib], zikr ehli ile sohbet eder, gayriler ile zarûret olduğu kadar görüşür. 6/223.


● Tâlibe lâzımdır ki, kâbiliyyetinin artmasını niyâz eyleye [isteye]. 5/143.


● Tâlib-i âhırete, terk-i dünyâ lâzımdır. [Âhıreti taleb edene, dünyâyı terk lâzımdır.] 4/83.


● Tâlib olan, vâsıl olan [kavuşan] ve idrâk sâhibi olan dahî kalbdir. 5/52.


● Tâlib ile matlûb arasında en büyük perde, kendi nefsidir. 6/184.


● Tâlib, bağlandığı şeylerden boşalmadıkca [ayrılmadıkca] ve var olmak ve diğer üstün sıfatları, asla [Allahü teâlâya] âid olduğunu bilmedikce [kabûl etmedikce], bekâ bulamaz. 6/215.


● Tâlibin maksadı, nisbetin husûli olmalıdır. [Allahü teâlâya yaklaşmanın ele geçmesi olmalıdır.] Onu bilmesi şart değildir. Kolaylıkla ve çabuk ele geçen nisbet, o kadar kıymetli değildir. Zorlukla ve yavaş yavaş olan makbûldür. Eğer tâlib acele ederse, hevesine kapılmışdır. Büyükler bu talebde ömrler harcamışlardır. 4/122.


● Tâlib, kulluğu kadar ve kendini yok ve muhtâc bilmesi kadar kemâlâta kavuşur. 4/204.


● Tâlib-i izdiyâd olmak [artmasını istemek] mevcûda râzı olmamak değildir. [Mevcûda râzı olacak, dahâ da isteyecek.] 6/206.


● Turuk-ı vusûl, mahlûkatın nefesleri adedincedir. [Allahü teâlânın rızâsına, ma’rifetine götüren yollar, mahlûkların nefesleri adedincedir.] Çünki, her hayâli, aslına kavuşduran bir yol vardır. Her mahlûkun ayn-ı sâbitesi başkadır. Lâkin cümle yollar, islâmiyyet dâiresinde toplanmışdır. İslâmiyyetden ayrılan, yolda kalır. İslâmiyyet bir ağacın gövdesi, tarîkatler, bu gövdeden ayrılan dallardır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Turuk-ı diğer [diğer tarîkatler], bid’ate âid şeylerden hâlî değildir. [Ya’nî bid’at karışmışdır.] 5/15.


● Turuk-ı aliyyenin menşe’i [Bütün tarîkatlerin başlangıcı] Resûlullah aleyhisselâmdır. Ayrı tarîkatler olması, insanların isti’dâtlarındandır, kâbiliyyetlerindendir. 5/106. [Kıyâmet ve Âhıret: 101.]


● Tarîkler [tesavvuf yolları], ancak Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” izinde bulunmakla ulaşdırır. [İnsanı se’âdet-i ebediyyeye ulaşdıran tek bir yol vardır. O da Resûlullahın izinde bulunmakdır.] “Cüneyd.” 5/110. [Fâideli Bilgiler: 169, Cevâb Veremedi: 349.]


● Tarîk-ı mûsıl [kavuşduran yol] ikidir. Biri nübüvvet yolu olup, tavassut, vâsıta yokdur. Aslın aslına kavuşdurur. Diğeri vilâyetdir ki, sülûk yoludur. Vâsıta lâzımdır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Tarîk-ı vilâyetde [vilâyet yolunda] eşyânın ilminin unutulması şartdır. [Eşyâya olan bilgisinin unutulması lâzımdır.]. 4/35.


● Tarîk-ı vilâyeti [vilâyet yolunu] temâmlıyarak, nübüvvet yakınlığına ve nübüvvet kemâlâtına kavuşmak çok nâdirâtdandır. 4/35.


● Tarîkate sülûkden maksad perdelerden kurtulmak ve kalb gözündeki perdelerin kalkması ile vasl-ı üryânînin hâsıl olmasıdır. Yoksa, ankâ denilen kuşun avlanması gibi, idrâk olunamıyan şeyin ihâtası değildir [anlaması değildir]. 6/185.


● Tarîkate girmekden maksad, ihlâs elde etmek ve ibâdetleri kolay yapmakdır. 6/203.


● Tarîkat tâliminde icâzet iki nev’dir. Biri, bir kâmilin şeyhlik makâmına oturtulmasıdır. İkincisi, bir nâkısı icâzetle, irşâd etdikleri ile berâber fâidelendirmekdir. [Ya’nî yetişmemiş birine izn vererek, talebeleri ile berâber onun da yetişmesini sağlamakdır.]. “Mebde ve Me’âd risâlesi”. 4/61.


● Tarîkat tâlimine icâzet için, bid’at ihdâs etmemek, ahkâm-ı islâmiyyeye uymak ve şeyhlerini sevmek, şart koşulmuşdur. 5/55.


● Tarîkat icâzeti, rü’yâda rûhların verdim demesi ile olmaz. Uyanık iken mu’teberdir. 4/200.


● Tarîkat beyânında arabî ibâre ile mektûb. 5/114.


● Tarîkatde bid’at, yolun kapanmasına sebebdir. 6/34. [Hak Sözün Vesîkaları: 348.]


● Tarîkatde feyz ve bereketin ele geçmesinin şartı, edeblere riâyetdir. 5/13.


● Turuk-ı îsâl [kavuşdurma yolları], zikr-i nef-yü isbât [Lâ ilâhe illallah], zikr-i zât [Allah], teveccüh ve murâkabedir. Göğsün açılması ve yükselme hangisi ile olursa, onunla meşgûl olalar. Lâkin nef-yü isbât [Lâ ilâhe illallah] terk olunmaz. Onun fâideleri mutlakdır. Onsuz temâm olmaz. 5/52.


● Tarîkat uzlet değildir. Emr-i ma’rûf, nehy-i münker, cihâd ve sünnete uymakdır. 4/29. [Se’âdet-i Ebediyye: 89.]


● Tarîk-i Ahmedîde [Ahmedî yolunda], ismler ve sıfatlar kısaca geçilir, zâta kavuşulur, mertebeler biter. Seyr sâhibi, tafsîlatlı giderse, zâta kavuşamaz. 6/138.


● Tarîkat-i Nakşibendiyye, sünnete uymak ve bid’atlerden kaçınmakdan ibâretdir. 6/121.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede birbirinden fânî olmak şartı ile sohbet, uzletden dahâ iyidir. Birkaç kimsenin, bir yerde meşgûl olması, yalnız meşgûl olmakdan efdaldir. Zîrâ ictimâ’da feyzler in’ikâs eder [birbirine eklenir.]. 6/241.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyeye silsile-i zeheb derler. 5/19.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede ilk şart, mâsivânın unutulması ve başka şeylerin ilminin yok edilmesidir. 4/168.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede ilk şart tevbedir. Tevbede derler ki, ilâhî, benden vâki’ olan, bildiğim ve bilmediğim her bir günâh ve suçdan tevbe eyledim, rücû eyledim. 6/9.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede yükselmek, yalnız şeyhin sohbeti ve muhabbeti ve edeblerine riâyet ve islâmiyyete uymak iledir. Ve tâlib, şeyhin sohbeti ile yavaş yavaş isti’dâdını tekmîl ve belki şeyhin kemâlâtına vâsıl olur. İsti’dâdına uygun yolu, şeyh onu irşâd eylemeğe muhtâç değildir. Zikr eylemek lâzım ise de, ta’lîmi tesellî etmek içindir. Kavuşmağa sebeb değildir. Kavuşmağa sebeb sohbetdir ki, sohbet sâhibinde fenâ şartiyle ki, başlangıcda böyle idi. Sahâbe ve tâbi’în, yalnız sohbet ile sonsuz kemâlâta vâsıl oldular. 5/78.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede tâlib, râbıta ve muhabbet ile sâat sâat şeyhin rengine girer. [Şeyhine benzer.] 5/82.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede, alınmış olan zikrden, farzlardan ve sünnetden gayri ile meşgûl olunmaz. 5/101.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede, evvelâ zâtın zikri [Allah ismi ile zikr] ve sonra zikr-i nef-yü isbât [lâ ilâhe illallah zikri] ta’lîm olunur. 5/78.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede pîrin ta’lîmi en mühimdir. Onsuz mümkin değildir. 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede sülûk ve nisbet te’sîsi [nisbetin te’sîs edilmesi] şeyhe ittibâ’ iledir. 4/165.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede mürşidin, mürîdlerin hâllerini bilmesi şart değildir. 6/132.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyede tevhîd-i şühûdî lâzımdır. Tevhîd-i vücûdî lâzım değildir. [Bir görmek vardır, bir bilmek yokdur.] 4/50. [Hak Sözün Vesîkaları: 328, Kıyâmet ve Âhıret: 161.]


● Bu tarîkde her zuhûr eden şey ile kana’at eylemiyeler. 5/65.


● Tarîkat-i Nakşibendiyyenin sülûki vehm ve hayâl iledir. Ahvâl [hâller] ve vehm ile idrâk eder. 5/68. [Hak Sözün Vesîkaları: 344.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyyeye kayyûmiyyet cezbesi Abdülhâlık Goncdüvânî vâsıtası ile Ebû Bekr-i Sıddîkdan gelmişdir. Ma’iyyet cezbesinin başlangıcı ise, Şâh-ı Nakşibendden başlamışdır. 5/36. [Se’âdet-i Ebediyye: 512.]


● Tarîkat-i Nakşibendiyye büyükleri azîmet ile hareket ederler [amel ederler], ruhsatdan kaçınmışlardır. Ve azîmetleri de, zarûret mikdârı yaparlar, buyurulmuşdur. 6/121.


● Ta’âm [yemek] ve menâm [uyku] az olmak beğenilir ise de, ibâdetde azlığa, tehîre sebeb olmamalıdır. Ve dimâgı hasta ve hayâlâtı ifsâd [aklı ve hayâli ifsâd] eylemeye. 5/51.


● Ta’âm [yemek], menâm [uyku] ve kelâmda [söylemekde] orta yola riâyet lâzımdır. 4/145.


● Ta’âma [yemeğe] başlamakda besmele, sünnet-i müekkededir. 5/51.


● Taleb ve şevkin sönmemesinin ilâcı, pîrin teveccühü iledir. 6/222.


● Taleb mevcûd olmasa dahî, nisbet verilir. Lâkin taleb mevcûd oldukda, nisbet-i mefkûdenin arzûsunu dahî, nisbet makâmında kabûl ederler. [Bu arzûyu dahî nisbet makâmında kabûl ederler.] 5/89. [Eshâb-ı Kirâm: 275.]


● Ta’âmdan sonra, Elhamdülillâhillezî et a’menî hâzât-ta’âm ve razekanî min gayr-i havlin minnî velâ kuvvetin [Allahü teâlâya hamd olsun. Beni doyurdu. Beni rızklandırdı. Kuvvetsiz iken doyurdu] diyenin günâhları magfiret olunur; hadîsi. 5/51.


● Ta’âmda sedd-i ramak [ölmiyecek kadar yimek içmek] ve imsak-i [perhîz] kudret kadar birkaç lokma tenâvül eylemek [yimek] insanoğluna kâfîdir. Sabr mümkin olmazsa, mi’denin üçde birini yemek için, üçde birini sıvılar için ve üçde birini dahî, hava için ta’yîn etmelidir; Hadîs-i şerîfi. 5/51.


● Tulû’u cemâl-i ehadiyyet [Allahü teâlânın cemâlinin görünmesi] beşerî sıfatları yok eder. 5/136.


● Toprağa secde eylemek, Hak sübhânehuya çok mahbûbdur [sevgilidir]. 5/154.


● Tavr-ı aklın verâsı [aklın ötesi, akl sâhasının ötesi] öyle bir sâhadır ki, orada kalb yolu ile keşf ve müşâhede olunan ba’zı şeyler anlaşılır ki, akl onun idrâkinden âcizdir. Hislerin, aklın idrâk etdiği şeylerden âciz olması gibidir. “Mevlânâ Câmî”. 4/230. [Se’âdet-i Ebediyye: 959.]


● Tûfândan sonra gelen ulül’azm Peygamberlerin evveli İbrâhîm aleyhisselâmdır. 4/113.


● Tûfândan sonra, ilk biten ağaç zeytindir. 4/111.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder