HUTBEDE AMİN DENİR Mİ?

Hanefî mezhebinde hatip duâ'ya başladığı zaman, cemaatın el kaldırmaları ve aşikâre dil ile âmin demeleri caiz olmaz. Bunu yaparlarsa günahkâr olurlar.


Bazı alimler günahkâr olmaz ancak kötü bir iş yapmış olurlar dese de; sahih olan görüşe göre günahkâr olurlar.


Şafî mezhebinde ise; Hutbe esnasında elleri açıp amin demek ise caizdir.


Hutbe esnasında Peygamber aleyhisselam'ın ismi zikredilince, cemaatın aşikâre olarak salavât getirmeleri de caiz değildir. Bunu kalpleri ile yaparlar.


Hutbe tamam oluncaya kadar; Yani imam minbere çıkıp namazı bitirinceye kadar namaz kılmak ya da konuşmak caiz değildir.


Hanefî mezhebinin aksine Şafî mezhebinde; Hutbe esnasında cami'ye giren bir kişi hafîf iki rekat tahiyyatu'l mescit namazı kılması sünnettir.


Yine Şafî mezhebinde; Hutbe esnasında zaruret olmaksızın konuşmak haram değil, mekruhtur.


{İbn-i Âbidin - Tenvîru'l Ebsâr - Dürrü'l Muhtâr - Reddü'l Muhtâr,Dürer, Hidâye}

Salih bir misâfir gelirse onun hizmetini iyice yap!

 Evine, gelip geçici sâlih bir misâfir gelirse, onun hizmetini iyice yap! Hemen yemeğini ver, belki acıkmıştır. Yanında fazla oturma belki yorgundur. Yatmadan önce, kıbleyi, helâyı, seccâdeyi ona göster. 

(Süleymân bin Cezâ hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

RIZKIN DAĞITILMASI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Musa peygamber aleyhisselâm, Hak teâlâ hazretlerine niyaz etti: “Yâ ilâhi! Ahmaklara rızkı çok verirsin, malı boş ve faydasız yerlere harcarlar. Ahiretlerini mamûr etmeyi düşünmezler. Akıllılara rızkı az verirsin, onu da senin yoluna harcarlar ve kendileri azlıkla geçinirler. Hak teâlâ buyurdu: “Yâ Musa! Ahmaklara rızkı onun için çok veririm ki, akıllı olanlar rızkın hile ile ele geçirilmediğini görür ve anlar. Zira, her kişiye rızkını veren benim. Rızık, her kişiye benim takdir ettiğim miktarda gelir. İşte, akıllı olanlar bunu böyle anlarlar, rızkın benden olduğunu bilirler ve varır ibadet ve tâ’atle meşgul olurlar. Rızık için kaygıya düşmezler. Şimdi, sen de mademki kendini Allahu teâlâya ısmarladın, artık kaygılanma, var ibadet ve tâatinle uğraş, Hak teâlâ sana rızkını hiç ummadığın yerlerden verir.” Sana, kendilerini Allahu teâlâya ısmarlayanlardan birkaçını deyivereyim de gör bak Hak celle ve âlâ umulmadık yerlerden nasıl rızık verir.

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Muhyiddîn-i Arabî)* hazretlerine; Bu makâma ne ile, nasıl kavuşdun? demişler. Cevâbında; *(Evliyâyı çok sevmekle)* buyurmuş. 


Meselâ bir yerde, bir *(Evliyâ)* zâtın aleyhinde konuşuluyorsa, hemen o *(Velî)* yi müdâfaa edermiş. 


Efendimiz aleyhisselâm buyuruyorlar ki: *(Güzel ahlâkı tamâmlamak için geldim)*. Bir şeyin en iyisi veyâ en kötüsü söylenince, o şeyin *(Hepsi)* anlaşılır. 


*(İbâdet)* lerin en iyisi, *(Güzel ahlâk)* dır. Güzel ahlâk denilince, bütün *(İbâdet)* ler anlaşılır. Evâmiri yapmakla emrolunduk, *(Emr)* leri yapacağız. 


Âyet-i kerîmede; *(Yalnız şirki affetmem)* buyuruluyor. Çok çeşidli *(Küfr)* vardır. Ama *(Şirk)* denince, bütün küfrler anlaşılır. Bu, bir edebiyat kâidesidir. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri, bizi *(Huzûr)* una kendisi çağırırdı. O çağırmasaydı biz gidemezdik. Bize, her *(Şeyi)* o öğretdi. 


Tek maksadımız, islâmiyete *(Hizmet)* dir kardeşim. Bu iş, *(Sen-ben)* dâvâsı değildir. Asıl iş, *(Niyet)* de. Amellere verilecek karşılık, *(Niyete)* göredir. 


İki kişi aynı *(Ameli)* işler, niyete göre amellerin *(Cezâ)* sı değişir. Burada cezâ demek, *(Karşılık)* demekdir. 


Karşılığı, *(Niyete)* göre değişir. Bir safda iki *(Kişi)*, yan yana namaz kılar. Birinin niyeti *(Hâlis)* dir, ötekininse, hâlis niyetden haberi yok. 


Onun ibâdetiyle, öbürünün ibâdeti arasında *(Dağ)* lar kadar *(Fark)* vardır. Ama görünüşde, ikisi de aynı. 


Elhamdülillah, bütün *(Dünyâ)* ya, bütün *(Müslümân)* lara hizmet ediyoruz kardeşim, tek niyetimiz bu. 


Bu *(Niyet)* oldukdan sonra Allahü teâlâ *(Yardım)* eder. Allahü teâlâ, bizleri o *(Büyük)* lerin şefâatinden mahrum eylemesin kardeşim.

Kimseyi günahından dolayı ayıplama

Bir adamı, bir günahından dolayı ayıpladım.

O günah gelip beni 15 sene sonra buldu..!


 (Hasan-ı Basrî  "rahmetullahi aleyh")

TEVEKKÜL

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Allâhu teâlâ, kullarının rızıklarını ve ecellerini, nasıl takdir buyurur, evvelâ onu söyleyeyim: 


Ey aziz: Bilmiş ol ki, MELEK-ÜL-ERHAM adında bir melek vardır. Ne zaman, baba sülbünden ana rahmine o bir damlacık su düşerse, Hak teâlâ o sudan insan yaratılmasını murat buyurur. O melek, niyazda bulunur: “Yâ Rab! Eceli ne kadar ve toprağı ne yerdendir?” Hak teâlâ, o meleğe irade buyurur: “Var, Levhi Mahfuza bak!” Melek, gider bakar. Henüz, ana rahminde bir damla pıhtıdan ibaret olan o kişi nerede defnedilecekse, o yerden bir parça toprak alır ve o pıhtıya karıştırır, ondan ana rahminde bir nevi balçık yapar.  Her kişinin toprağı neredendir ve nereye gömülecektir, bunu hiç kimse bilmez. 


Nitekim, Hak teâlâ Kur'anda buyurur: “Ve hiç kimse (Zamanını bilmediği gibi) nerede öleceğini de bilmez.” (Lokman sûresi)  O melek, ana rahminde balçık edip karıştırdığı o çocuğun dünyada ne kadar yaşayacağını, nerede öleceğini ve nereye defnolunacağını, zengin mi yoksa fakir mi olacağını, erkek veya dişi doğacağını, levhi mahfuzdan aldığı bilgilere göre yazar.  


Allahu teâlânın emriyle o meleğin yazdığı bütün vukuat, o kişinin doğumundan ölümüne kadar başından geçecek her hâdise birer birer kayıt ve tespit olunur ve bu arada bütün yiyecek ve içecekleri de belli olur. Artık, o kişinin eceli ne bir saat öne ne bir saat geriye bırakılabilir ve rızkından da bir nar tanesi kadar bile artmaz ve eksilmez, bir yudum su dahi yazılmamışsa içemez. Takdir olunandan fazlası ve eksiği olamaz ve buna kimse muhalefette bulunamaz.  


Ey aziz: Her insan için gökte iki kapı vardır. Birinden ömrünün her günü ve diğerinden de rızkı iner. Ömrünün müddeti bitince, her iki kapı da kapanır ve artık rızkı inmez olur. Nitekim, Kur'an-ı hâkimde de böyle buyurulmaktadır: “Rızkınız ve vaad olunduğunuz semadadır.”  (Zâriyat sûresi: 22) Hâl ve hakikat böyle olduğuna göre, rızık için kaygıya ne gerek var? Gökteki rızkı, yerde istemekle bulmak istersin. Oysa, Allahu teâlâ sana vadettiği o rızkı nerede olursa olsun verir, sen istesen de istemesen de gelir sana erişir.


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

RAMAZAN MERCAN ABİMİZİN HOCAMIZ İLE OLAN HATIRALARI

*Erzincan Askeri Lisesi'nde talebe idik. Bir kimyacı albay geliyormuş, buluşu varmış, dediler. Merakla bekledik. Ben son sınıftaydım. İlk derse geldiler. Tekmil verdik. "Merhaba çocuklar" dediler. Kürsüye oturdular. Defteri imzaladılar. Bir yandan da "Nasip olursa bu sene kimya dersini beraber yapacağız" dediler. Biz hep bir ağızdan "İnşallah hocam" dedik. Sonra kalkıp sıraların arasında dolaşmaya başladılar. "İnşallah maşallah güzel ama çalışmak da lâzım" buyurdular. Musa aleyhisselâm zamanında dağa çıkıp rızık bekleyen adamın kıssasını anlattılar. Askerî lisede talebe olan Ahmed Kömeli ilk olarak Hocamız için Fahri Öztürk Abi'ye "Bu kimyacı albay büyük bir âlim" dedi.


*Ders başında beş dakika dinden bahsederlerdi. Herkes sual sorar, laf lafı açardı. "Hangi kitaplardan dinimizi öğrenebiliriz?" diye soruldu. "Efendim din kitapları üç çeşittir. Para kazanmak maksadıyla yazılanlar. Bunlar doğru ile yanlışı ayırt edemezler. İkinci çeşit dini yıkmak için yazılan kitaplar. Bunlar da bir kuyu düşünün. Kuyudan su çekmek için de bir kova var. Kova bir zincire bağlı. Bu zincirin bütün halkaları sağlam olsa, birisi çürük olsa su almak mümkün olmaz. Üçüncü çeşit kitaplar Allah rızası için yazılan kitaplardır. Din bunlardan öğrenilir" buyurdular. "Böyle bir kitap ismi verebilir misiniz?" denince "Şehirdeki Kıyak Kitabevi'nde bir kitap var. Adı Seâdet-i Ebediyye'dir. Benim de orada yazılarım var. Onu alınız. Fiyatı da 25 kuruştur. Bakın fiyatının ucuzluğu da bunun Allah rızası için yazıldığını gösteriyor" buyurdular. Cumartesi günü hepimiz gidip o kitabı aldık.


*Bir gün derste çalgı çalmanın uygun olup olmadığı soruldu. "Çalgı çalarak geçimini temin etmek uygun değildir, başka iş yapmalıdır" dediler. Ben ve arkadaşım Ayhan Arıkan, musikiye meraklıydık. Saz çalmak istiyorduk. Seâdet-i Ebediyye'ye baktık. Orada çalgı çalmak haramdır, yazıyor. Halbuki derste çalmaktan bahsetmemişlerdi. Gidip sordum. Sanki bir suç işlemiş de bizden özür dileyecekmiş gibi mütevazı bir şekilde "Efendim uygun değildir" buyurdular. Bize yakınlık göstermesi hoşuma gitti. Musikiyle uğraşmaktan vazgeçtik.


*Mektep arkadaşımız Ahmed Kömeli, Cevad Rıfat Atilhan'ın Gizli Devlet kitabını okumam için bana vermişti. Orada Namık Kemal'in babasının mason olduğu yazılıydı. Bir gün laboratuvardan çıktık. Bunu Hocamız'a sordum. "Efendim onun kendisi masondu. Vatan milletten anladığı ise, İstanbul'dan Pendik'e kadardı. Kadınların kızların arasında" buyurdular.


*Bir gün de "Reşad Nuri nasıl biriydi?" diye sordum. "Bozuk bir adamdı. Allah baba kelimesini yerleştirmek için roman yazdı" buyurdular.


*Bir gün de "Yoldaş kelimesi ilmihalde geçiyor. Halbuki bunu komünistler kullanıyor" deyince, "Efendim komünistler başka kelimeleri de kullanıyor. Onlar kullanıyor diye biz de mi kullanmayalım?" buyurdular.


*Bir gün mektebin mescidinde oturduk. "Keşke Hocamız olsa da sohbet etseler" dedik. "Gidip çağıralım" dediler. Fahri Abi'yle gittik. “Efendim şimdi benim işim var. Siz şu notları alın da okursunuz" dediler. Fahri Abi "Ama arkadaşlar sizi bizzat görmek istiyorlar" deyince "Siz gidin, ben de yarım saat sonra gelirim" dediler. Geldiler. Kırmızı kaplı mavi mürekkeple yazılı bir defterden okuyup anlattılar. Mektubat-ı İmâm-ı Rabbânî imiş. Burada "Efendim buluşunuza niçin devam etmediniz?" diye sorduk. Şöyle anlattılar: "Bir gün elimde diplomalarımla bakanlığa gittim. Alâkalı müdüre çıktım. Efendim ben şurayı burayı birincilikle bitirdim; şu işe talibim, demeden, amma da kendinizi methettiniz, dedi. Ben bunları ispat edecek vesikaları ibraza kadirim, dedim. Ama kalmayıp çıktım. Kendimi dine hizmete ve ilme verdim. Kitap okumakla meşgul oldum" buyurdular ve Alman Profesör Arndt ile hatıralarını anlattılar. 


*Bir defasında "Hüccet-ül-İslâm kitabı muteber midir?" diye sorduk. "Değil efendim içinde hatalar var" dediler. Sonra bir gün bu kitabı bastıran Muzaffer Özak'a "Bu kitapta bazı hatalar var" demişler. O da "Artık düzeltmemiz zor" deyince, "Ben düzeltirim" demişler. Düzeltip vermişler. Geldiklerinde "Artık okuyabilirsiniz. Tashih ettik" buyurdular.


*Manisa'dan İstanbul'a izne gelmiştim. Hocamız o zamanlar İsmail Ağa Câmii'nde tekâmül kursuna derse gidiyorlardı. Câmiden eve kadar konuşarak geldik. "Elhamdülillah Falih Rıfkı ile sağır birbirine düştüler. Eskiden sağır derdi ki, 'Falih Rıfkı için bir kolorduyu feda ederim.' Şimdi birbirlerine düştüler" buyurdular.


*1966 yılında teğmen olarak Manisa'dan Mardin'e tayin oldum. Osman Şap Abi bana Hocamız'a götürmek üzere bir mektup verdi. Evlerine götürdüm. Yandaki odaya aldılar. "Efendim sınıra tayin oldum. Kaçakçılıkla uğraşmak üzere" dedim. Hocamız "Efendim para biriktirir, borçlarınızı ödersiniz" buyurdular. Hakikaten orada lojmanda oturdum. Maaşım arttı. Tayin bedeli alıp karavanadan yedim. Masraf edecek yer yoktu. Para biriktirdim. Babama da gönderdim. Sohbet esnasında "Kaçakçıların dini olmaz efendim" buyurdular. Ben "Efendim Cizre'de bir şeyh varmış. Nasıl birisidir?" diye sordum. Hocamız "Kimmiş efendim?" diye sordular. Ben de "Çok meşhurmuş efendim" dedim. Hocamız "Ya öyle mi? Meşhur olmak makbul değildir. Efendi Hazretleri hiç meşhur değildi" buyurdular. Orada ben bazı cemaatleri sordum. Bir tanesi için "Efendim kitap okumuyorlar. Çünki hocaları bir kitabında diyor ki benim şakirtlerim benim kitaplarımdan başka nur aramasınlar. Okumayınca da bilmiyorlar. Geçen gün Milliyet Gazetesi bile yazmış; 'Bizim bildiğimiz İslâmiyet naklîdir. Bu kitaplarda ise hiç nakil yok' demiş. Doğru yazmış. Onlardan birisi de güya cevap vermiş. Yanlış cevap vermiş. Ötekiler ise kitap okuyorlar, ama anlamıyorlar. Geçen en iyi Arapça bilenlerinden birisi bize geldi. Beraber bir kitap okuduk, çözemedi. Onlar bilmiyor, bunlar bilmiyor, siz nerden biliyorsunuz diyeceksiniz. Biz 14 sene Efendi Hazretleri'ni sabah akşam dinledik. Hiçbir zaman şu şöyledir demediler. Hep isim söylediler. Mesela İmam-ı Azam dediler, İmâm-ı Rabbânî dediler. O birincisi hiç isimden bahsetmiyor. Bilmiyor ki bahsetsin" buyurdular.


*1977 veya 78 senesinde bir Cumartesi günü idi. Kırklareli Pınarhisar'da kıdemli yüzbaşıyım. Mehmed Gülçivici Abi orada yüzbaşı; Hüseyin Yener Abi de yedek subaydı. Bir gün Hüseyin Yener geldi. "Müjdemi isterim" dedi ve bir telgraf uzattı. Telgrafta "Yarın Hanımanne, çocuklar, Abdülhakim Abi, Hocamız geliyoruz. Enver Ören" yazıyordu. Çok sevindik. Hüseyin Yener nöbetçiydi. Mehmed Çivici ile gidip nöbeti ayarladılar. Ben de karşılayayım dedim. Burgaz kavşağında karşıladım. Hocamız'ın arabası geldi. Durdu. Enver Abi'ye ben "Efendim yol böyle" dedim. Önce fark etmemiştim. Baktım önde Hocamız oturuyorlar. El salladılar. Arabayı Abdülhakim Abi sürüyordu. Enver Abi "Sen nasıl geleceksin?" dedi. "Efendim arkadan arabalar geçer, ben onunla gelirim" dedim.


Hüseyin Yener'in evine geldim. Balkonda oturuyorlardı. Selâm verdim. Yanlarına oturdum. "Hızır gibi yetiştiniz. Biraz evvel sizi yolda gördük hemen geldiniz" dediler. Elmalılı tefsirinden ve onu okuyup imanını kaybeden yüzbaşıdan bahsettiler. Sonra Hüseyin Abi'ye "Odunu, kömürü, yağı kaça alıyor- sunuz?" diye sordular. Ben de içimden "Niye soruyorlar ki?" diye geçirdim. "Efendim soruyoruz çünki Efendi Hazretleri sorardı" buyurdular. "Efendim abdestimiz var. Olmayan arkadaşlar da alsınlar. Ev sahibi de bize bir imam bulur" dediler. Ev sahibi "Özürlüyüm" dedi. Enver Abi "Ben de özürlüyüm" dedi. Abdülhakim Abi "Ben de özürlüyüm" dedi. Mehmed Gülçivici "Ben de özürlüyüm" dedi. Bana sıra geldi. Ben bir şey diyemedim. Yalan söylesem olmaz. "Sizin özrünüz var mı?" deyince "Yok efendim" dedim. Güldüler. İmam oldum, öğleyi kıldık.

Yemek geldi. Yemekte börek vardı. Abdülhakim Abi böreği dağıtıyordu. "Efendim kaç tane?" diye sordu. "On tane" dediler. Şaşırdı. Güldüler, "Efendim bir tane" dediler. Hüseyin Yener yemek yemedi. "Siz niye yemiyorsunuz?" diye sordular. O da "Ben kışlada yedim efendim" dedi. "Ne yediniz?" diye sordular. "Efendim fasulye vardı. Yemekler dökülüyor, yenmiyor" dedi. Hocamız "Efendim yağındandır. Yağı iyi değildir. Yemek demek yağ demektir" buyurdular. O sohbette, yağmur yağarken, "Allah'ım bu yağmuru denize yağdıracağına, çöllere yağdırsan, oradaki kulların susuzluktan perişan" dediği için kutupluğu elinden alınan, sonra Abdülhalık Goncdüvânî hazretlerine sığınarak affedilen Cezâir-i Hâlidat kutbunun kıssasını anlattılar. Sonra istirahata geçtiler. Biz ayrıldık. İkindiden sonra da gittiler.

Sevincimden ağlıyorum

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Kardeşim, *(Tam İlmihâl)* Seâdet-i Ebediyye’de, büyüklerin *(İsim)* leri de, *(Kitap)* ları da, her *(Şey)* leri belli. *(Kaynak)* ları belli. Bu kitâbı okuyan, *(Âlim)* olur. 


Hele hele içindekileri tatbîk eden, *(Evliyâ)* olur. Çok *(Lüzûmlu)* varken, az *(Lüzûmlu)* yu okumak, dünyâ ile meşgûl olmakdır. 


Bugün *(Fıkh)* okumak varken, *(İlmihâli)* öğrenmek varken, İslâm Ahlâkı kitâbımızdan *(Küfr)* bahslerini okumak varken, 


*(Gülistân)* okumak, *(Bostan)* okumak, başka bir kitap okumak, yine de *(Lüzûmsuz)* dur, yâni *(Fuzûliyât)* dır. Benim ömrüm *(Aramak)* la geçdi. 


Neyi aramakla? Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden öğrendiklerimin *(Vesîka)* sını aramakla. Biliyorum, ama benim, vesîkalarını göstermem gerekir. *(Abdülhakim Efendi hazretlerinden işitdim)* diyemem. 


Abdülhakim Efendi hazretlerinden öğrendiklerim elbette *(Doğru)* dur. Fakat başkalarına *(Anlatmak)* için vesîkalarını bir bir aradım, buldum. Onun için bizim *(İlmihâl)*, kalıcı bir eserdir kardeşim. 


Ben *(Erzincan)* da iken Kayseri’li bir *(Asker)* vardı, bana *(Hizmet)* ederdi. Bir gün geldi ve; 


Efendim, çamaşırhânede sizin yatak takımlarını falan yıkayan bir *(Hanım)* var, sizi görmek istiyor. Sizi çok merak ediyor, dedi. 


Ben de; *(Hay hay, buyursun)* dedim. Bir de bakdım ki, akşam üzeri Kayserili asker geldi; Efendim o hanım geldi dedi. *(Buyursun gelsin)* dedim. 


Kapıdan *(Dev)* gibi, *(İri yarı)*, uzun boylu bir hanım girdi. Beyaz iş gömleği vardı arkasında. *(Nasılsın anneciğim?)* dedim, yaşlıydı. Cevap olarak ne yapdı bilseniz. 


Başladı hüngür hüngür *(Ağlama)* ya. Dedim ki: Elhamdülillah de, sevin, ağlıyacak ne var? O da; *(Elhamdülillah)* dedi. *(Sevincimden ağlıyorum)* dedi. 


*(Sizin gibi, müslümân bir albay görmek nasîb oldu)* dedi. Benim babam Erzincan’da *(İmâm)* dı dedi. Başından geçenleri anlatdı. Allah rahmet eylesin o kadıncağıza.

Osman Nuri Topbaş hoca efendi anlatıyor

Osman Nuri Topbaş hoca efendi anlatıyor:  "Hilmi bey benim imam-hatip'den hocamdı. 10 dakika ders anlatır, geri kalan zamanlarda hep Allahü teâlânın azametinden bahsederdi. Hatta hiç unutmuyorum; bir şekeri karbonlarına ayırmak için gereken enerjiyle, İstanbul'un hararetinin birkaç derece artacağını söylemişti. Allahü teâlânın bu hikmetini göstermek için bize anlatırdı. Öğretmenler odasına gitmez, koridorlarda öğrenci ile meşgul olurdu. Fatih'deki evinde misafir olduk. Hep yavrucuğum diyerek hitap ederdi. Hiç tavizsizdi. Bize tasavvufu sevdiren hocadır. İmam-hatipte tasavvuf aleyhine olan hocalar da vardı."

(Ebedî Seâdet yolunda bir ömür HÜSEYN HİLMİ IŞIK, sf: 283)

Resûl-i ekremin bazı vasıfları

 Resûl-i ekrem, kahkaha ile gülmediği gibi, yüksek sesle de ağlamazdı; amma mübârek gözlerinden yaş akar, mübârek göğsünün sesi işitilirdi. Ümmetinin günahlarını düşünüp ağlardı ve Allahü teâlânın korkusundan ve Kur'ân-ı kerîmi işitince ve bâzan da namaz kılarken ağlardı. 

(Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, İmâm-ı Kastalânî hazretleri) (Rahmetullahi aleyhimâ)

Niyet kalb ile olur

 Niyet kalb ile olur. Ağız ile niyet etmek bid'attir. Bu bid'at yalnız sünneti yok etmekle kalmıyor, farzı da yok ediyor. Çünkü, çok kimseler, yalnız ağız ile niyet ederek, kalb ile niyet etmiyorlar. Böylece, namazın farzlarından biri olan kalb ile niyet yapılmıyor. Namaz kabûl olmuyor. Bu fakir, hiçbir bid'ati,güzel olarak bilmiyorum. Hiçbir bid'atte güzellik görmüyorum. 

(İmâm-ı Rabbânî hazretleri “kuddise sirruh” )

Kur'ân-ı kerîmi anlıyabilmek

 Kur'ân-ı kerîmi anlıyabilmeleri için, Allahü teâlâ, müctehîd denilen âlimlere aklî ve naklî ilimleri anlama kuvveti ile keskin zekâ ve çok akıl ve daha nice üstünlükler ihsân eylemiştir. Bu üstünlüklerin başında takvâ gelmektedir. Bundan sonra kalblerindeki nûr-ı ilâhî gelmektedir. 

(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri “kuddise sirruh” )

Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin bazı hususiyetleri

 Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem her nereye gitmek murâd eylese, O'nun nûr-ı pâki, kendinden evvel varırdı. Her kimin yanında dursa mübârek boyu, dört parmak kadar yüksek görünürdü. 

(Kutbüddîn İznikî hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

İmâm-ı Kastalânî hazretleri “rahmetullahi aleyh”

 İmâm-ı Kastalânî hazretleri “rahmetullahi aleyh” , zamânındaki insanların en nûrânî yüzlüsü olup, uzun boylu idi. Kur'ân-ı kerîmi, on dört rivâyet üzere çok güzel okurdu. Okumasından en katı kalbli kişilerin kalbi yumuşar, dayanamayıp gözyaşı dökerlerdi. 

(Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

İbadetleri hafife almak

 Vazîfe olduğuna inanmayarak, ehemmiyet vermeyerek, hafîf görerek namaz kılmamak, oruç tutmamak, zekât vermemek küfür olur. 

(Muhammed Hâdimî hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

İslâm nikâhını yaptıracak olan dâmât ve gelin

 İslâm nikâhını yaptıracak olan dâmât ve gelin, otuz üç farzı bilmeli ve bunlara inanmalıdırlar. Eğer bilmiyorlarsa nikâh kıyacak kimse, Besmele, hamd ve salevât (Peygamber efendimize duâ) okuduktan sonra, bu otuz üç farzdan; îmânın ve İslâmın şartlarını münâsib bir yolla dâmât ve geline öğretmelidir. 

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri “kuddise sirruh” )

Nâs sûresinin faziletleri

 Nâs sûresini devamlı okumayı alışkanlık hâline getiren kimse, dâimâ sıhhat ve âfiyette olur. Nazara karşı okunursa, şifâ bulur.Son nefesini vermekte olan kimse için Nâs sûresi okunursa, rûhu bedenden rahatça ayrılır. Yatağa girerken okuyan kimse, cin ve şeytan şerrinden kurtulur. Vesvesesiz, korkusuz râhat uyku uyur.

 (Muhammed Osman Sâhib rahmetullahi aleyh hazretleri)

Nasîhat vermek dînimizin birinci vazîfesidir

 Nasîhat vermek dînimizin birinci vazîfesidir.Nasîhat vermek kolaydır. Nasîhati kabûl etmek güçtür. Çünkü, nefislerine uyanlara, dünyâ zevklerinin peşinde koşanlara, nasîhat acı; haramlar ise tatlı gelir. 

(İmâm-ı Gazâlî rahmetullahi aleyh)

*Alay edenlere, zarar yapacaklara nasîhat verilmez. Nasîhat, birinin yüzüne karşı olmamalı, umûmî olarak ortadan söylenmelidir. Hiç kimse ile münâkaşa etmemelidir. 

(Muhammed Bağdâdî rahmetullahi aleyh)

Hınzırdan başka her hayvan diri iken temizdir

 Hınzırdan başka her hayvan diri iken temizdir. Ölünce necs olurlar. Hınzırın derisi ve her parçası necstir. 

(M. Zihni Efendi rahmetullahi aleyh)

Resûl-i ekremin güzel huyları pekçoktur

 Resûl-i ekremin mübârek gözleri uyur, kalb-i şerîfi uyumazdı. Aç yatıp tok kalkardı. Aslâ esnemezdi. Mübârek vücûdu nûrânî olup, gölgesi yere düşmezdi. Elbisesine sinek konmaz, sivri sinek ve diğer böcek mübârek kanını içmezdi. Resûl-i ekrem nâzik idi. Cömerd idi. Fakat isrâf etmez, faydasız yere bir şey vermezdi. Herkese acırdı. Mübârek başı hep öne eğik idi. Kimseden bir şey beklemezdi. Seâdet, huzur isteyen O'nun gibi olmalıdır. Resûl-i ekremin güzel huyları pekçoktur. Her müslümanın bunları öğrenmesi ve bunlar gibi ahlâklanması lâzımdır. Böylece, dünyâda ve âhirette felâketlerden, sıkıntılardan kurtulmak ve O iki cihân efendisinin sallallahü aleyhi ve sellem şefâatine kavuşmak nasîb olur.

(İmâm-ı Ahmed Kastalânî rahmetullahi aleyh hazretleri)

Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, 27 kerre muhârebe yaptı

 Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, 27 kerre muhârebe yaptı. Bunlardan 9unda er olarak hücûm etti. Diğerlerinde başkumandanlık mevkiinde bulundu. bayrağı siyâh idi. Sancağı daha küçük olup, beyaz idi. 

(İmâm-ı Kastalânî rahmetullahi aleyh hazretleri)

Hıristiyanlar kadınlarını örtmemişlerdir

 Şehvet nazarı ile kadınlara bakmanın aynen zinâ olduğunu Îsâ aleyhisselâm bildirmiş iken, hıristiyanlar kadınlarını örtmemişlerdir..

(Harputlu İshâk Efendi rahmetullahi aleyh hazretleri)

Osmanlılarda recm

 Osmanlılarda, altı yüz sene içinde, bir kerre zinâ şâhidliği yapılmamış, bu sebeb ile hiç kimse, recm edilerek (taşlanarak) öldürülmemiştir.

(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri “kuddise sirruh” )

Vesvese etmemelidir

 “Abdest almakta, necâset temizlemekte, niyet etmekte ve namaz kılmakta (Vesvese) etmemelidir. Vesvese, zararlı olan şüphe, kuruntu demektir. Vesvese etmek günahdır. Vesvese eden imamın arkasında namaz kılmak mekruhtur. Onu imamlıktan ayırmak vaciptir. Vesvese, suyu israf etmeye sebep olur. İsraf ise haramdır. Vesvese, namazı geciktirmeye, cemaati, hatta namaz vaktini kaçırmaya sebep olur. Vakti, ömrü zayi etmeye sebep olur. Abdestin, taharetin ve namazın şartlarını, sünnetlerini, mekruhlarını bilmeyen, vesvese hastalığına yakalanır. Bunları bilip, yerine getirince, şüpheye düşmemeli, iyi ve tamam yaptığına inanmalıdır. Böyle inanmak, ihtiyat olur. Şüpheye düşmek vesvese olur. Vesvese sahibi, ruhsat ile amel etmelidir. Sokaklar, topraklar temizdir. Üzerinde necâset görülmeyen herşey temizdir. Şüphe etmekle necis olmaz. Çok zan edilirse, kullanmak sahih, caiz ise de, tenzihen mekruh olur. Kafirin, fasıkın kullanmış olduğu donu, tabakları ve pis sokak böyledir. Ehl-i kitabın kestiklerini, incelemeden yemek helaldir. Kalbi, kötü ahlaktan temizlemekte, kul haklarını gözetmekte ve haramlardan sakınmakta, çok dikkat etmek, vesvese olmaz. Vera ve takva olur.”


[İslâm Ahlâkı]

Kadın sadece kocasına süslenmelidir

 Allahü teâlâdan korkan kadınların, kocasından başkasına, erkek ve kadın, kim olursa olsun yabancıya süslenmeleri câiz değildir. 

(İmâm-ı Rabbânî hazretleri “kuddise sirruh” )

Cemâatle namaz kılarken

 Cemâatle namaz kılarken öndeki safta boş yer var iken, arka safta durmak ve safta yer yok iken, saf arkasında yalnız durmak mekrûhtur. Safta yer olmayınca, yalnız başına durmayıp, rükû'a kadar birini bekler. Kimse gelmezse, öndeki safa sıkışır. Öndeki safa sığmazsa, güvendiği birini arkaya çeker. Güvendiği kimse yoksa, yalnız durur. 

(İbn-i Âbidîn rahmetullahi aleyh hazretleri)

Seyyidlerin kıymetini bilmelidir

 Seyyidlerin kıymetini bilmelidir. Çünkü onlar Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem torunları olup O'nun mübârek zerrelerini taşırlar. 

(İmâm-ı Rabbânî hazretleri “kuddise sirruh” )

Namaz bahsi

 Rükû'da erkekler parmaklarını açıp, dizlerinin üstüne koyar. Sırt ve baş düz tutulur. Rükû'da en az üç kere "Sübhâne rabbiyel azîm" der. Kollar ve bacaklar dik tutulur. Kadınlar parmaklarını açmaz, sırtını ve başını, bacaklarını, kollarını dik tutmaz. 

(İbrâhim Halebî rahmetullahi aleyh hazretleri)

Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma emri

 Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma "radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn" , karşılaşacakları mes'elelerde, Kur'ân-ı kerîmin hükmü ile hareket etmelerini, aradıklarını Kur'ân-ı kerîmde açıkça bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde aramalarını, burada da açıkça bulamazlar ise, kendi re'y ve ictihâdları ile amel etmelerini emir buyurdu.

 (Veliyyullah Dehlevî rahmetullahi aleyh hazretleri)

Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mûcizeleri

 Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mûcizeleri binden fazla olup bâzıları şunlardır:Mîrâc mûcizesi, şakk-ı kamer mûcizesi (ayın ikiye bölünmesi), mübârek parmaklarından su fışkırma mûcizesi, Kâbe-i muazzama içindeki putların mübârek parmağının işâreti ile yüz üstü düşmesi mûcizesi, ölülerin diriltilmesi mûcizesi, yaralılara ve hastalara şifâ verme mûcizesi. 

(Harputlu İshâk Efendi hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

Îsâ aleyhisselâmdan sonra Îsevîler bozuldular

 *Îsâ aleyhisselâmdan sonra Îsevîler bozuldular. Doğru yoldan uzaklaştılar. Îsâ aleyhisselâmın uydurma resim ve heykellerini yaptılar. Haç işâretlerini kabûl ettiler ve bunu bir sembol edindiler. Îsâ aleyhisselâmı Allahü tealanın oğlu kabûl ettiler. Hâlbuki Îsâ aleyhisselâm onlara kat'iyyen böyle bir şey söylememiştir. 

(Herkese Lâzım Olan Îmân)

Revâtib sünnetler

 Revâtib sünnetler (beş vakit namazın farzından önce veya sonra olan müekked sünnetler) nâfile niyeti ile veya yalnız namaza niyet etmekle sahîh olur. Yâni o vaktin sünneti olur. Ayrıca sünnet diye niyet etmeye lüzum yoktur. 

(İbn-i Nüceym rahmetullahi aleyh hazretleri

Rahat bir gece ve hoş bir mehtâb

 Fârisî beyt tercemesi:

Rahat bir gece ve hoş mehtâb bul bana! 

O zeman söyliyeyim bak, herşeyi sana!


(Muhammed Ma'sûm Fârûkî  "kuddise sirruh" hazretlerinin 1.cild, 230. mektûbunda geçen bir beyt)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çok şanslıyız kardeşim, çok bahtiyârız. Bu *(Îmân)*, bir mücevherdir. Cenâb-ı Hak, bu *(Mücevheri)* çöplüğe koymaz. 


Arkadaşlarımızın kalpleri müsâit olmasa, Allahü teâlâ o *(Mücevheri)*, o *(Pırlanta)* yı onların kalbine verir mi? Yalnız bunun için, Cenâb-ı Hakka ne kadar *(Şükr)* etsek azdır. 


*(Fıtrat)* çok mühim kardeşim, bâzılarının fıtratı, mutlak *(Küfr)* dür, Allah korusun. Hiç ıslâhı mümkün değil. Bâzılarının da fıtratı *(Küfr)* dür, ama aslı kaybolmamışdır.


Sâdece üstü *(Örtülmüş)* dür, o kadar. Yâni ümit var, her an için, o örtü kalkıp, *(Îmân)* edebilir. Ama birincisinde hiç *(Ümit)* yok, tamâmen kapalı. 


*(Îmân)* etme ihtimâli *(Hiç)* yok, mümkün değil. Onun üstü tam örtülmüş. Böyleleri, Peygamberi dahî görse, yine îmân etmez, ancak *(Küfr)* ü artar. İkincisi ise *(Örtü)* kalkar, *(Müslümân)* olur. 


İşte birincisine misâl, *(Ebû Cehil)*, ikincisine misâl de *(Hazret-i Ömer)*. Hazreti Ömer'in fıtratı müsâitdi, ama üzeri *(Küfr)* ile örtülmüşdü. Fıtratı *(Temiz)* idi.


*(Huy)* bakımından, *(Ahlâk)* bakımından müsâit idi. Nitekim Peygamberimiz aleyhisselâm ona *(Duâ)* etdi, duâsı kabûl oldu. Zâten fıtratı *(Temiz)* di ve îmân edip, *(Hazret-i Ömer)* oldu. 


Peygamber Efendimize yahûdîler, *(Zehirli et)* yedirdiler. Hazret-i Ömer'i câmiye giderken, Hazret-i Osmân'ı Kur'ân-ı kerîm okurken, Hazret-i Alî’yi namaz kıldırırken *(Şehîd)* etdiler. 


Hazret-i Hasan'a, *(Elmas)* parçaları içirdiler, midesi bağırsakları parçalandı ve *(Şehîd) oldu*. Hazret-i Hüseyin'in başını kestiler, *(Şehîd)* oldu. 


Bunların hiç biri *(İmdât!)* demedi, yardım istemedi. İsteselerdi, *(İmdât yâ resûlallah!)* deselerdi, Efendimiz aleyhisselâm elbette yetişir ve *(Yardım)* ederdi. 


Ama onlar istemediler. Niçin istemediler? İki sebepden. Birincisi, *(Şehit)* lik sevâbı almak istiyorlardı. Şehitlere vaad edilen *(Ni’met)* lere kavuşmak için *(Yardım)* istemediler. 


İkincisi de, *(Levh-il mahfûz)* da şehîd olacaklarını *(Görüyor)* ve *(Okuyor)* lardı, niçin istesinler?


*******


Bir gün âbilere dedim ki: Bu yahûdîler, bir *(Kelime)* için, koca bir *(Kitap)* yazarlar. Meselâ bir siyah köpeğe *(Arap)* demek için, bir *(Roman)* yazarlar, tiyatro yaparlar, filim çevirirler. 


Yâhut da, yine temiz gençleri aldatmak için, meselâ onlara Allah yerine *(Allah baba)* dedirtmek için, bir *(Kitap)* yazarlar. 


Böylece, bir *(Mürşid-i kâmil)* görmiyen, dînini tam öğrenmiyen gençlerin *(Îmân)* ını çalarlar kardeşim. Bilmiyorlar çünkü. Doğrusunu bilseler, aldanmazlar. 


Meselâ sarıklı sakallı, *(Hoca)* şekline girmiş bir *(Sanatçı)* nın, İslâm dînini alaya alan hareketine, bir kahkaha atsa, mâzallah *(Küfr’e)* girer, îmânını kaybeder. 


Çünkü dînimizce *(Kutsal)* olan şeylere saygısızlık, *(Küfr’e)* sebep olur. Onun için böylelerini seyretmek uygun değil kardeşim. 


Bu gün de bitdi. Bugün akşama kadar, kim bilir, kaç *(Bin)* nefesimizi mevcutdan harcadık. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanları yaratmadan evvel, iki *(Şeyi)* ezelde takdîr etdi, yazdı. 


Bir tânesi *(Rızkı)* mız, ikincisi *(Nefes)* lerimiz. Bunlar sayılı, belli. Ezelde takdîr edilmiş. Hattâ her rızkın üzerinde, kime âitse, onun *(İsmi)* yazılı efendim. 


Hiç kimse, kimsenin *(Rızkı)* nı yiyemez. Ve hiç kimse, rızkını bitirmeden *(Ölmez)*. Cenâb-ı Hakkın *(Takdîri)* böyle. Allahü teâlânın işlerinde karışıklık olmaz. İnsanların işi karışıkdır. 


*(Elâ bi zikrillahi tatmeinnül kulûb)* sadakallahül azîm. Yâni kalplerin ferahlaması, sıkıntının giderilmesi, ancak Cenâb-ı Hakkı hâtırlamakla mümkündür. 


Eğer hâtırlıyamıyorsan, hâtırlıyan *(Biri)* ile berâber ol, aynı şey. Yâhut da o zâtın *(Kitâb)* ını oku, hâtırlatır sana. *(Kabr)* ine git, *(Rûh)* una oku, hâtırlatır sana. 


*(Namaz)* kıl, Kur’ân-ı kerîm oku, hâtırlarsın. Çünkü *(Zikr)* kelimesi, hatırlamak demekdir kardeşim. Düşünün ki, Allahü teâlânın *(İlmi)* sonsuz, *(Kudreti)* de sonsuz.

Herkes kendisine ihsan edeni sever

 “Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Herkes, kendisine ihsan edeni sever. Bu sevgi, insanın cibilletinde [yaratılışında] mevcûddur.) Nefsine düşkün olan, nefsinin arzularına kavuşmak için, yardım edenleri sever. Akıl ve ilim sahibi ise, medeni insan olmasına yardım edenleri sever. Kısacası, tayyibler [iyiler], tayyibleri sever. Habîsler, şerîrler [fena kimseler], kötüleri severler. Bir kimsenin sevdiklerine, arkadaşlarına bakarak, onun nasıl adam olduğu anlaşılır. Dosta, düşmana, müslümana ve kâfire, bid’at sahiplerinden başka, herkese, tatlı dil ve güler yüz göstermelidir. İnsanlara yapılacak en faydalı ihsan, en kıymetli hediye, tatlı dil ve güler yüzdür. İneğe tapan kâfirleri görünce, ineğin ağzına saman vererek, düşman olmalarına mani olmalıdır. Kimse ile münakaşa etmemelidir. Münakaşa, dostluğu azaltır, düşmanlığı arttırır. Kimseye kızmamalıdır. Kızmak, sinir ve kalb hastalığı yapar. Hadîs-i şerîfde, (Gadab etme!), kızma buyuruldu.”


[İslâm Ahlâkı]

Şeytan gerçekten eski bir düşmandır

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Evet, şeytan gerçekten eski bir düşmandır. Atadan dededen düşmanıdır. Ondan hayır uman, hayır bulmaz. Şu hâlde ona neden uyarsın?

 İşitmedin mi, Âdem ataya ve Havva anaya neler yaptı? Onların zürriyetinden de nicelerini imânsız âhirete gönderip imân harmanını, kibir ateşiyle yaktı, kül etti.  Çoğunu, ölümü uzak zan ettirerek gaflete düşürdü, sonunda ecel geldi onları o gafletleri içinde yakaladı, imanlarını gafletle şeytana kaptırdılar, yüzleri kara hak huzuruna vardılar. 

Mademki, gerçek budur ve hal böyledir. O halde, ne yapmak lâzımdır?

Âsiler, Hak teâlânın keremine göz dikmeli, korku kamçısını ellerine almalı, nedamet atına binmeli ve şeriat yoluna düşmelidir. Böyle yapabilirlerse, varıp cennete girer ve didâra erişirler. Yoksa, kendini kapıp koyuvermekle olmaz. Şeriat yolunu bırakıp, bid'ate uymak — Ne'ûzü billah— azgınlıktır, öyle ise, kişiye korku ve ihtiyat gerektir.  

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Dini ayakta tutan helal lokmadır

 Yahya bin Muaz “rahmetullahi aleyh”, “Allahü tealaya itaat etmek, bir hazineye benzer. Bu hazinenin anahtarı dua, anahtarın dişleri de helal lokmadır.”

Binada temel ne ise, dinde de lokma odur. Temel sağlam olunca üzerindeki binalar da sağlam olur. Dini ayakta tutan da helal lokmadır. Temel çürük olunca bina çöktüğü gibi, lokma haramdan olduğu zaman din de çöker.

Bir kızın yetişeceği yer evidir

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:

Bir *(Kız)* ın okuyacağı, yetişeceği yer, onun her şeysi, *(Evi)* dir kardeşim. Evinin dışı *(Ateş)* dir. Ne niyetle olursa olsun. İsterse Kur’ân-ı kerîm kursuna gitsin. 



Nitekim *(Enver)* bey söyledi. Kur’ân-ı kerîm kursuna giden *(Kızlar)* dan bahsetdi. Üç beş tânesi bir araya gelmişler, bilmem nereye gitmişler. Çok *(Fenâ)* kardeşim, çok *(Yanlış)* 



Çok üzüldüm. Hele de bu zamanda. Bir kızın yeri, kendi *(Evi)* dir, annesinin *(Yanı)* dır. Dışarısı *(Ateş)* dir kardeşim. Bütün bunlar, bizim *(Kitap)* larımızı okumamaktan oluyor.

Âhir zamanda geleceği müjdelenen cemâat

 Ahmet Mekkî efendi rahmetullahi aleyh, *(Âhir zamanda geleceği müjdelenen ve İslâmiyyeti bütün dünyâya yayacak ve bu dîni kuvvetlendirecek olan cemâat, Hilmi bey’in talebeleridir. Çünki onlar, İslâm’ı doğru olarak bütün dünyâya yayıyorlar)* buyururdu.

Ey Bilâl! Eshâbımı topla. Alkame’yi yakacağız!..

Peygamber Efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” zamanında Alkame adında bir genç vardı. Hep tâat üzere olup, yaz-kış oruç tutar, geceleri sabaha kadar ibâdet ederdi... Bir gün hasta yatağında fenâlık geçirdi. Dili tutuldu. Peygamber Efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verdiler. Hazreti Ali ve Ammâr bin Yâser hazretlerini Alkame’ye gönderdi. Kelime-i şehâdeti söyletmek için çalıştılar ise de, dili dönmedi.

Hazreti Ali efendimiz, Hazreti Bilâl-i Habeşî’yi Resûlullah efendimize gönderdi. Durumu bildirdi. Peygamber Efendimiz; “Alkame’nin anası, babası var mı?” buyurdu. Orada bulunanlar “Yaşlı bir annesi var” dediler. “Annesini buraya getirin” buyurdu. Annesini getirdiler. Ona, Peygamber Efendimiz; “Alkame’ye ne oldu, anlat! Seninle geçinmesi nasıldır?” buyurdu. Annesi şöyle anlattı:

“Yâ Resûlallah! Alkame çok iyidir. Hep ibâdet, itaat üzeredir. Ama ben ondan râzı değilim. Çünkü o, hanımının rızâsını, benim rızâmdan önde tutmaktadır.”

Peygamber Efendimiz; “Dilinin tutulması bu yüzdendir. Ona hakkını helâl et de, dili açılsın” buyurdu. Annesi; “Ey Allahın Resûlü! O, benim hakkıma riâyet etmedi. Hakkımı helâl etmem” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz; 

“Ey Bilâl! Eshâbımı topla. Etrâftan odun toplasınlar, Alkame’yi yakacağız. Çünkü annesi ondan râzı değildir” buyurdu. Annesi;

“Yâ Resûlallah! Benim oğlumu, benim gözümün önünde mi yakacaksınız? Kalbim buna nasıl dayanabilir?” Peygamber Efendimiz; 

“Cehennem ateşi, dünyâ ateşinden çok daha kızgın ve yakıcıdır. Sen ondan râzı olmadıkça, onun hiçbir itaati makbul değildir” buyurdu. O zaman Alkame’nin annesi;

“Yâ Resûlallah! Ben ondan râzı oldum. Hakkımı ona helâl ettim” dedi ve eve gitti. Eve vardığında Alkame’nin sesini duydu. Kelime-i şehâdet söylüyordu. Dili açılmıştı. Aynı gün vefât etti. Cenâze namazını Peygamber Efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kıldırdı. Defin işleri bittikten sonra, Server-i âlem, Eshâb-ı kirâma dönerek;

“Ey Eshâbım, ey Muhacir ve ey Ensâr! Hanımını annesinden üstün tutana, Allahü teâlâ ve melekler lanet ederler. Onun farz ve nafile ibâdetleri kabul edilmez” buyurdu.

NEVFEL (radiyallahü anh)

“Nevfel (radıyallahü anh) derler bir yiğit, iki oğlunu ve hatununu yanında getirip dedi ki, Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)! Ben dua edeyim, Siz amin deyiniz. Böylece duam kabul olsun. Hazret-i Server-i âlem, buyurdular ki, Sen söyle, ben amin diyeyim. Nevfel (radıyallahü anh) el kaldırıp, dedi ki: Yâ Rabbel âlemîn! Nevfel kuluna şehâdet müyesser eyle. Bu iki oğlunu yetim eyle. Vâlidelerini dul eyle. Ondan sonra varıp, silâhını kuşanıp, atına binip, düşmana karşı çıktı. Birçok kimseyi öldürüp, sonunda atını düşürdüler. Sonra kendini şehit ettiler. Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü teâlâ anh) der ki, ben gelip Fahr-i kâinât hazretlerine Nevfelin şehâdetini bildirdim. Dedim ki, Allahü teâlâ gazânı Nevfel ile mübarek etsin. Nevfel şehîd olup, kana bulanıp, yatar. Hazret-i Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhteremin mubârek gözleri yaş ile doldu. Sonra oradaki Eshâb-ı kirâm ile beraber geldiler.


Sa’d bin Ebî Vakkas ok atıp, müşrikleri Nevfelin yanından dağıtdı. Resûlullah hazretleri gelip, başını dizi üzerine alıp, buyurdu ki: Allahü teâlâ sana rahmet etsin; yâ Nevfel! Şübhe yoktur ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ yarın kıyamet gününde, nidâ edip, buyurur. Sen Arşın altından çıkarsın. Başın sağ elinde olur. Damarlarından kan akar. Kokusu miskden güzel kokar. Sualsiz, hesapsız Cennete gidersin. Sonra Abdürrahmân bin Avf hazretlerine buyurdular. Örtü getirdiler. Sarıp, defnettiler. Sonra Resûlullah hazretleri, kalkıp parmaklarının üzerinde yürür idi. Sonra suâl ettiler. O Resûl-i Hüdâ (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki; Beni Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, Nevfel üzerine o kadar melek nâzil oldu ki, meleklerin çokluğundan ayağımı basacak yer bulamazdım. Bir melek gelip, kanadını ayağım altına döşedi. Ona bastım. Gazâ tamam olunca; hazret-i Resûl-i müctebâ (sallallahü aleyhi ve sellem), hergün varıp, Nevfelin kabrini ziyâret ederdi.


Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü teâlâ anh) rivayet eder ki, sayısız ganimetler ile; gazâdan döndük. Mensûr, muzaffer olarak, Medîne-i münevvereye yöneldik. Medineyi yaklaşdıkda; Medine halkı hazret-i Resûl-i Ekremi karşılamaya çıkıp, hatunlar ve kızlar, def çalar, şiir okur, hazret-i Serveri medh ve senâ ederler idi. Tebessüm edip; Ensârın hâtunları ne iyidir, derler idi. Ansızın Nevfelin hâtunu iki oğlu ile gelip, Server-i kâinât hazretlerine selâm verip, üzengilerine yüz sürüp, gazânız mübarek olsun, dedikten sonra, dedi ki, yâ Resûlallah, Nevfelin hâli ne oldu. Hazret-i Fahr-i âlemin mübarek gözlerinden yaş revân olup, yanında olanlar da ağladılar. Zübeyr bin Avvâm, Server-i kâinâtın (sallallahü aleyhi ve sellem) üzengisi yakınında yürürdü. Ona buyurdu ki, yâ Zübeyr! Yürü. Nevfelin haberini hâtununa söylemeye kim dayanabilir ki, ben söyleyeyim. Mübarek eli ile ardına işâret edip, geçti, gitti. 


Ondan sonra hazret-i Ali (radıyallahü teâlâ anh) geldi. Ona da hâtun varıp dedi. Yâ Betûlün [hazret-i Fâtımânın] zevci. Nevfel ne oldu. Hazret-i Alî (radıyallahü teâlâ anh) ağlayıp, yanındakiler de ağladılar. Ammâr bin Yâser yanında yürür idi. Ona dedi ki; Nevfelin haberini hâtununa nasıl söyleyebilirim. Eli ile ardına işâret etti; geçti. Ondan sonra hazret-i Osman (radıyallahü teâlâ anh) geldi. Hâtun Ona varıp, sordu. Hazret-i Osmân ağlayıp, yanında olanlar da ağladılar. O da eliyle işâret edip, geçti, gitti. Ondan sonra hazret-i Ömer (radıyallahü teâlâ anh) geldi. Hâtun ona da varıp sordu. Hazret-i Ömer de cevap vermeyip, geriye işâret edip, geçti, gitti. Ondan sonra Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü teâlâ anh) geldi. 


Mû’az bin Cebel (radıyallahü teâlâ anh) der ki: Ben hazret-i Ebû Bekrin, rikâbında [üzengisi karşısında] yürürdüm. Bana bakıp, tebessüm ederdi. Zübeyrden gayri geride kimse de kalmamıştı. Çünkü, hâtun onlara da sordu. O yâr-i gârı Mustafâ [yani Resûlün mağara arkadaşı], yüksek sırların kaynağı olan Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü teâlâ anh) mübarek sakalını avucuna alıp, gönlü perişan olarak, parmağını dişine dokundurup, Hak sübhânehü ve teâlâ dergâhına teveccüh edip, dedi ki; yâ Rabbî! Bir gönül ki, yıkmaktan Habîbi ekremîn sakındı. Hazret-i Alî, hazret-i Osmân, hazret-i Ömer kaçındılar. Ben müşkil durumda kaldım. Eğer ifşâ edersem, yani Nevfelin şehâdet haberini verirsem, Habibine muhâlefet etmiş olurum. Eğer geri kaldı, geliyor desem, yalan söylerim. Doğru söylesem hâtırı [gönlü] yıkılır. Doğru söylemesem din yıkılır. Gönülden dedi ki, yâ Rabbî! Bana da bir söz ilhâm eyle; yâ müşkilimi sen çöz ki, miskînenin gönlü tesellî olsun deyip, Hakka bağlanıp, dergâha yüz tutup, (Yâ ALLAH) deyince, o ânda yaydan ok çıkar gibi, kılıncı elinde Nevfel süratle gelip, hazret-i Ebû Bekre selâm verdi. (Buyur) yâ Sıddîk, beni mi istersin, dedi. Mübarek elini açıp, Alîye (radıyallahü anh), sonra Sahâbe-i güzîne yetişti ve selâm verdi. Bunlar bu hâli görüp, dehşet içinde kalıp, atlarından düşeyazdılar. Ondan sonra Nevfel nice yıllar ömür sürdü. Evvelki oğullarından gayri iki oğlu daha oldu. Sonra Yemâme cenginde şehîd oldu.”


[Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn]

İDRİS ALEYHİSSELÂM

Âdem aleyhisselamdan ve Şît aleyhisselamdan sonra insanlar maddeten ve mânen bozuldular. İdrîs aleyhisselam, içinde yaşamış olduğu, Kâbil’in evlâdından bir topluluğa peygamber olarak gönderildi. Her türlü isyân, kötülük ve günâhın işlendiği bu topluluğa Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi ve Allahü teâlâya kulluk etmeleri gerektiğini sabırla anlattı. Allahü teâlâ ona otuz sayfa (forma) kitap gönderdi. Cebrâil aleyhisselam dört defâ gelerek Allahü teâlânın emir ve yasaklarını tebliğ etti.


İdrîs aleyhisselam, kavmine kendisinden sonra gelecek peygamberleri, Muhammed aleyhisselamın vasıflarını bildirdi. Kendisinden sonra gelecek olan Nûh Tûfânını ve Âhir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselamı bütün tafsilâtıyla anlattı. Peygamber olduğunu ispat eden birçok mucizeler gösterdi. Fakat kendisine kavminden pek az kimse itâat etti, pek çoğu ise karşı geldi. Bunun üzerine İdrîs aleyhisselam yaşamış olduğu Bâbil diyârından Mısır’a hicret etti. Kendisine îmân edenlerle birlikte burada yerleşti. Allahü teâlâ ona yetmiş iki lisanla konuşmayı nasib etti. Her kavmi kendi lisanıyla hak dîne dâvet etti. Harp âletleri yapıp, kâfirlerle cihâd etti.


İnsanlara şehir kurmak sanatını ve idârecilik ilmini öğretti. Yüz şehir kurdu. Bunların en küçüğü Diyarbakır yakınında bulunan Rehâ şehridir. Her millet de öğrendikleri bu kâidelere göre kendi bölgelerinde pekçok şehirler kurdu.


İnsanlara muhtelif ilimleri de öğretti. Pekçok kimseye hikmet ve riyâziye (matematik) dersleri verdi. Fen ilimleri, tıp ve yıldızlarla alâkalı ince ve derin meselelerden bahsetti. Allahü teâlâ ona göklerin terkiplerini, neden meydana geldiklerini, yıldızlarla alâkalı derin bilgileri, senelerin sayısını ve hesâb ilmini öğretti. İdrîs aleyhisselam kavmine kalem ile yazı yazmasını, iğne ile dikiş dikmesini öğretti. Öğrettiği ilimler, Allahü teâlânın bildirmesi ile oldu. Yoksa insanoğlunun aklı ve zekâsı, sâdece araştırma yoluyla bu bilgilere ulaşamazdı. Eski Yunanlılar ve daha sonra gelen filozoflar, fizik, kimyâ ve tıb bilgilerini İdrîs aleyhisselamın kitâbından aldılar.


İdrîs aleyhisselam, uzun seneler insanları hak dîne dâvet etti. Yeryüzünün meskûn yerlerini dört bölgeye ayırıp herbirine bir vekil tâyin etti. Bir müddet sonra Aşûre gününde göğe (semâya) kaldırıldı.


Dünyâda yaşadığı ömrünün sonuna doğru ölüm meleği Azrâil aleyhisselam, İdrîs aleyhisselamı ziyârete geldi. İdrîs aleyhisselam, Azrâil’e: “Bir anlık benim rûhumu al.” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Azrâil aleyhisselama; “Onun rûhunu al!” diye vahyetti. Azrâil aleyhisselam rûhunu aldı. Allahü teâlâ, İdrîs aleyhisselamın rûhunu tekrar iâde etti.


İdrîs aleyhisselam, Azrâil aleyhisselama; “Beni semâlara götür. Cennet’i ve Cehennem’i göreyim.” dedi. Allahü teâlâ, Azrâil’e onu semâya götürmesini, Cehennem’i ve Cennet’i göstermesini vahyetti. İdrîs aleyhisselama Cehennem gösterildi. Cennet’e götürüldü. Cennet’e girince, çıkmak istemedi. Kendisine; “Niçin çıkmıyorsun?” diye sorulunca; “Allahü teâlâ, «Her nefis ölümü tadacaktır.» buyurdu. Ben ise ölümü tattım. Yine Allahü teâlâ, «Herkes Cehennem’e uğrayacaktır.» buyurdu. Ben oraya uğradım. Allahü teâlâ, «Onlar oradan (Cennet’ten) çıkmayacaklardır.» buyurdu. İşte ben bunun için Cennet’ten çıkmak istemem.” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Azrâil’e vahyedip, İdrîs aleyhisselamın Cennet’te kalmasını bildirdi. İdrîs aleyhisselam böylece Cennet’te kaldı.


Bu husus Kur’ân-ı kerîm’de Meryem sûresi 57. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biz onu yüksek bir mekâna kaldırdık.” buyrulmak sûretiyle bildirilmiştir. Tefsir âlimleri âyet-i kerîmede bildirilen “yüce mekân”dan murâdın, peygamberlik ve Allahü teâlâya yakınlık mertebesi veya Cennet veya altıncı, yâhut dördüncü kat semâ olduğunu bildirmişlerdir.


Nitekim Buhârî ve Müslim’de bildirilen hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz aleyhisselam Mîrâca çıktığı zaman, hazret-i İdrîs’i dördüncü kat semâda gördüğünü bildirmiştir.


İdrîs aleyhisselam diri olarak göğe çıkarılınca, onu çok sevenler, ayrılık acısına dayanamadılar. Hatırlamak için resmini yaptılar. Daha sonra gelenler bu resmi tanrı sandılar, çeşitli heykeller yapıp tapıldı. Böylece putperestlik meydana çıktı.

Cebrâil aleyhisselâmı altı yüz kanadı ile kendi şeklinde gördü

 Resûlullah efendimiz aleyhisselâm, mîrâc yâni göklere çıkarıldığı ve bilinmeyen âlemleri gezdiği ve gördüğü gece, Mekke-i mükerremeden Sidret-ül-müntehâya kadar, Cebrâil aleyhisselâm ile birlikte gitti. Sidrede, Cebrâil aleyhisselâmı altı yüz kanadı ile kendi şeklinde gördü. Cebrâil aleyhisselâm Sidre'de kaldı. 

(Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri “kuddise sirruh” )

Kalpten kalbe yol vardır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Minel kalbi ilel kalbi sebîlâ.)* Yâni kalpden kalbe *(Yol)* vardır. Asıl iş, o *(Yolu)* ele geçirmekdir. O yolu ele geçirdin mi, sen de *(Sevdiğin)* le berâbersin demekdir. 


*(El mer'ü mea men ehabbe)*. Hadîs-i şerîf bu. Sohbet demek, illâ bir *(Şey)* ler dinlemek, bir *(Şey)* ler öğrenmek demek değildir kardeşim. 


*(Sohbet)*, berâber olmak demekdir. İsterse hiç konuşulmasın. 


Nitekim, *(Şâh-ı Nakşibend)* hazretlerine uzak yoldan bir tüccar gelmiş. İçeri girmiş. Bakmış ki, mübârek *(Zât)* hiç konuşmuyor, *(Sükût)* ediyor. 


Herkes başını önüne eğmiş, sessizce oturuyorlar. İçinden; *(Bu kadar uzak yoldan geldim, bir şeyler anlatsa da, istifâde etsem)* diye düşünmüş. 


O anda, Şâh-ı Nakşibend hazretleri başını kaldırmış ve o tüccara; *(Bizim sükûtumuzdan istifâde edemiyen, konuşmamızdan hiç istifâde edemez)* buyurmuş. 


Meğer Şâh-ı Nakşibend hazretleri, o *(Sükût)* ânında, mübârek *(Kalb)* inden ordakilere *(Feyz)* akıtıyormuş.


Müslümânın sîmâsında *(Feyz)* vardır. Bu *(Sîmâ)* ya bakan, bu feyzden *(İstifâde)* eder. Hiç konuşmasa da, kalbinden yayılan feyz, çevresine çok *(Fâideli)* olur. 


Hele *(Çocuk)* ların kalbi, henüz pisliğe bulaşmadığı için çok *(Temiz)* dir. Hepimiz, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin *(Himâye)* sindeyiz, elhamdülillah. 


Onların *(Feyzi)* hepimizin kalbine akıyor inşallah. *(Muhabbeti)* çok olana, *(Feyz)* çok gelir. Onlardan feyz ala ala *(Dünyâ)* yı unutur. 


Bu dünyâyı *(Unutdu)* mu, o zaman Allahü teâlânın *(Feyz)* leri ve *(Muhabbet)* leri kalbe yerleşir. 


*(Kalb)* ine feyz gelen kimse, hiç kimsenin görmediği şeyleri *(Görür)* , hiç kimsenin işitmediği şeyleri *(İşitir)*, hiç kimsenin bilmediği ma’rifetleri *(Söyler)*.

Kadın şeytanın tuzağıdır

 *Buyurdular ki: "Kadın, şeytanın tuzağıdır. Peygamber efendimiz buyurdu ki, "Kadın avrettir. Açık olarak çıkarsa, şeytan gözlerini çok açarak ona bakar." [Halebî-i Kebîr] Herkesin yanında bir, kadının yanında iki şeytan bulunur." [Fetava-i Hayriyye]

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild, sf: 824]

Peygamber efendimiz bile her hakikati herkese söylememiştir

 *Buyurdular ki: "Bazı hakikatleri, cahillere söylemek, fitneye sebep olur. Nitekim Peygamber Efendimiz bile her hakikati herkese söylememiştir."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild sf: 824]

Dost-ı hakiki Allahü teâlâdır

 *Bir gün arabada gelirken buyurdular ki: "Bu dünya firak dünyasıdır. Ayrılık dünyasıdır. Sevgililerden ayrılma dünyasıdır. O halde dünyada, ölüm anında, kabirde ve ahirette hiç ayrılmayan dost-ı hakiki olan Allahü teâlâya gönül bağlamalıdır. Dost-ı hakiki odur."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild sf: 824]

Saîd veya şaki olmanın alâmeti

 *Buyurdular ki: "Dünyada iyilik yapan, şeriate uyan Müslümanın, ezelde saîd olduğu anlaşılır. Şeriate uymamak, ezelde şaki olmak alâmetidir."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild, sf: 824]

Sevilmeyen istenilmez

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


DÜNYANIN ZARARLARI 

Dikkatinizi çekerim: Bu Hadis-i şerifte dünyayı talep eden kişiler için çok korku vardır. Fakat, ne yazık ki dünyayı toplayanların birçoğu ellerinde sanki kurtuluş senedleri varmış gibi davranırlar. Sen de onlar gibi:  

— Ben dünyayı talep ederim, mal toplarım ama, ona muhabbetim yoktur, asla sevmem dersen, ben de sana derim ki;  

— Ey biçare! Hem dünyayı sevmem dersin hem de gece-gündüz demez, onun derdine düşer, peşi sıra koşturursun.  


Neden başka bir şeye talip olmuyorsun? Neden başka bir şeyin peşi sıra koşturmuyorsun? Bundan da anlaşılıyor ki, sen dünyayı seversin. Zira, sevilmeyen istenilmez. İstenmeyen şey de ele geçince keselere doldurulup ağızları mühürlenerek sandıklara istif edilmez, bir fakir gelip isteyince: (Şimdi yok, hazır değil.) gibi sözlerle yalan söylenmez. Ey biçare: Diyelim ki, bugün cimrilik edip sadakanı ve zekâtını fakirlerden esirgedin. Peki, yarın Hakkın huzuruna ne yüzle varacaksın? Sonra da: (Ben dünyayı sevmem!) diye hüccet göstermeye kalkarsın. Şunu iyi bil ki, Hak teâlâ kullarının gönüllerine nazar eder, suretlerine nazar etmez. 


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hepimiz *(Hizmet)* ediyoruz. Bu, ne büyük *(Ni’met)* dir kardeşim. Eshâb-ı kirâmın *(Vazîfe)* si bu. Eshâb-ı kirâm niçin çok *(Yüksek)* dir?


Niçin çok *(Şeref)* lidir? Çünkü hepsi *(İslâm)* yolunda çalışdılar. İslâmı *(Yaymak)* için uğraşdılar. Canlarını *(Fedâ)* etdiler. 


Tâ *(Mekke)* den, *(Medîne)* den kalkdılar, İstanbula kadar geldiler. Meselâ, *(Eyüp Sultân)* hazretleri. Canlarını *(Fedâ)* etdiler. 


Niçin? Allahın dînini *(Yaymak)* için. Elhamdülillah, biz de Allahü teâlânın *(Dîni)* ni yaymak için uğraşıyoruz kardeşim. 


Allah da bize *(Yardım)* ediyor. Şimdi evde bir kaç *(Mektup)* okudum, amân ne yalvarıyorlar, ne çok *(Duâ)* ediyorlar. Niçin? *(Kitap)* gönderdiğimiz için 


Fakat, biz *(Hizmet)* ediyoruz diye *(Mağrûr)* olmıyalım, gururlanmıyalım. Rabbimiz bize *(Nasîb)* ediyor, *(Yardım)* ediyor. Allah yardım etmezse yapamayız ki. 


Bütün *(Dünyâ)* bizim kitapları *(Yaymak)* da yarışıyorlar. İşte bütün bunları *(Allah)* yapıyor kardeşim. Bir gün Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri ile oturuyorduk. 


Bir şey anlatmıyorlardı. İçimden; “Bâri ben konuşayım” dedim. Üniversitede talebeydim o vakit, *(Efendim, Cemel vak’asındaki hâdiseler çok üzücü)* dedim. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri birden ciddîleşdi. Ve bana dönüp; *(Sen de mi müctehid oldun? Daha neler söyliyeceksin?)* buyurdu.


Ve ardından; *(Bizler hâzır olsak, hesâba katılmayız, gâib olsak aranmayız)* diyerek, kendini de dâhil etdi. 


Merhametinden beni kovmadı efendim. *(Git, bir daha gelme!)* deseydi ben ne yapardım?

İnsanın evvela kendine adalet etmesi lazımdır

 “İnsanın evvela kendine, hareketlerine, azasına adalet etmesi lazımdır. İkinci olarak, çoluk çocuğuna, komşularına, arkadaşlarına adalet yapması lazımdır. Adliyecilerin ve hükümet adamlarının da, millete adalet yapması lazımdır. Demek ki, bir insanda adalet huyunun bulunabilmesi için, önce kendi hareketlerinde, azasında adalet bulunmalıdır. Her kuvvetini, her azasını, ne için yaratıldı ise, o yolda kullanmalıdır. Allahü teâlânın adetini değiştirip, onları aklın ve islâmiyetin beğenmediği yerlerde kullanmamalıdır. Çoluk çocuğu varsa, onlara karşı da, akla ve dine uygun hareket etmeli, dinin gösterdiği güzel ahlaktan sapmamalıdır. Güzel ahlâk ile huylanmalıdır. Hakim, vali, kumandan ve herhangi bir amir ise, yine ibadetleri yaptırmalı ve yapmalıdır. Böyle olan kimse, bu dünyada, Allahü teâlânın halifesi olmuştur. Kıyamette de adiller için vaad edilen nimetlere kavuşur. Böyle bir hayırlı kimsenin hayır ve bereketi, onun bulunduğu talihli zamana, mübarek yere ve orada bulunmakla bahtiyar olan insanlara, hayvanlara, hatta nebatlara ve rızıklara sirayet eder, yayılır. Fakat, Allah korusun, bir yerdeki hükümet adamları, şefkatli, iyi huylu, adaletli olmazsa, insan haklarına saldırırlar, zulüm, yağma, işkence yaparlarsa, bunlar adalet erbabı değil, iblislerin ahbabı, şeytanların yoldaşlarıdırlar.


Emri altında olanlara merhamet etmeyenler, kıyamet günü Allahü teâlânın merhametinden uzak kalacaklardır. (Men, lâ yerham, lâ yurham!) buyurulmuştur ki, acımayana acınmaz demektir. Böyle zalimlerin topluluğuna hükümet değil, eşkıya denir. Bunlar, birkaç senelik, muvakkat dünya zevkleri için, milyonlara eziyet ederler. Fakat, zulümlerinin cezasını çekmedikçe, bu dünyadan gitmezler. O kadar refah ve lezzetler içinde oldukları halde, elbette şiddetli sıkıntılar, büyük dertler yakalarını bırakmaz. O saltanat hiçbirinin elinde kalmaz. Çok olur ki, saltanatları düşmanlarının eline geçer. Bu hali görür. Ciğerleri yanar. Meryem suresinin seksenbirinci ayetinde meâlen, (Mâlik, hakim olduğunu söylediği şeylerin hepsini elinden alırız. Yalnız başına huzurumuza gelir) buyuruldu. Burada buyurulduğu gibi, Allahü teâlânın mahkemesine, yüzü kara, sürünerek getirilir. Yaptığı kötülükleri inkar edemez. Hepsinin cezasını çok acı olarak çeker. Yaptığı zulümlerin, işkencelerin karanlığı, etrafını kaplar. Önünü göremez. Azap meleklerinin pençesinde, kendi yaptıklarının katkat kötüsünü çekmek için, Cehennem azabına atılır. Allahü teâlânın dinini beğenmediği, ona çöl kanunu dediği için, orada rahmete kavuşamaz.”


[İslâm Ahlâkı]

Kime evliya denir?

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Cennetin en yüksek derecesi, *(Şehîd)* lere mi verilir? Hayır, islâmiyeti *(Yayan)* lara verilir. Zâten şehîdler de islâmiyeti *(Yaymak)* için şehîd oluyorlar. 


İslâmiyeti yayanlara *(Cennet)* de en yüksek derece var. Peygamber aleyhisselâma sormuşlar; *(İnsanların en kıymetlisi kimdir?)* diye. 


İki kelime ile cevap vermiş Peygamber aleyhisselâm. Buyurmuş ki: *(Men teallemel ilme ve allemehû.)* Ne demek bu?


Yâni, ilim *(Öğrenen)* ve öğrendiğini başkalarına *(Öğreten)* dir, buyurmuş. Yalnız öğrenmekle olmuyor. Öğrendiğini de *(Öğretecek)*. Asıl lâzım olan bu. 


Elhamdülillah, biz öğretiyoruz. Birine bir *(Kitap)* vermek demek, *(Öğretmek)* demekdir işte. Peygamber Efendimizin *(Müjde)* si bu. 


Öğrenecek, öğretecek ve yayacak. Nasıl yayacak bu zamanda? *(Kitap)* vermekle. Ne *(Mutlu)* ilim öğrenene ve Allahın kullarına *(Yayana)*. 


Allahü teâlânın kullarına, hem de bütün dünyâya *(İslâmiyeti)* öğretmek için, Allahü teâlâ bizi *(Vâsıta)* kılmış. Hepimizi yâni. 


Kimimiz *(Paket)* yaparız, kimimiz *(Yazar)* ız, kimimiz postâneye *(Götürürüz)*, kimimiz de *(Taşırız)*. İslâmiyetin koruyucusu, *(Osmânlı)* lar ve *(Nakşî)* lerdir. 


İslâm düşmanları bunu bildikleri için, en çok bu *(İki)* sine saldırıyorlar. İslâmiyeti *(Yok)* etmeye uğraşıyorlar. İslâmiyet, Allahü teâlânın *(Emir)* leri ve *(Yasak)* larıdır. 


*(Evliyâ)* deyince, aklınıza ne geliyor? Bir anda çeşidli yerlere *(Gitme)* si, su üzerinde *(Yürüme)* si gibi şeyler mi? 


Hayır, bu gibi şeyler, *(Şeytân)* ın işleridir. Şeytân da yapıyor böyle şeyleri. *(Evliyâ)* demek; Allahın *(Dostu)*, Allahın sevdiği *(Kulu)* demekdir. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri buyurdu ki: Bu zamanda *(Îmânı)* olan, *(Harâm)* dan sakınan, ibâdetlerini ihlâsla *(Yapan)*, evliyâdır. Yâni Allahü teâlânın sevdiği kuldur

Miraç gecesi sırlarından bir sır

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Bunun delili şudur:  Miraç gecesi, Hak teâlâ hasretleri ile Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem arasında doksan bin kelime konuşuldu. Hak teâlâ, Resulüne nice sırları vahyetti ki, onları hiçbir peygamberine bildirmemiştir. ESRÂR-I-VAHÎY adlı bir risale vardır. O risalede beyan olunmuştur ki, Resul aleyhisselâma buyurduğu sırlardan birisi de şu idi. 


Yâ Muhammed! Bir kimse, yer ve gök ehli namazı kadar namaz kılsa, yer ve gök ehli orucu kadar oruç tutsa, melekler gibi yemek yemez olsa, sırtına ârifler gibi elbiseler giyse; ben onun bu ibadetlerine bakmam. Eğer, onun gönlünde zerre kadar dünya sevgisi, etrafına karşı övünmesi varmı veya halka ibadetini gösteriyor mu, buna bakarım. Bunlardan biri varsa kendime komşu etmem, bu kişiler muhabbetimin lezzetini alamazlar, onların gönüllerini karanlıkla doldururum, o kadar ki, beni unuturlar, uzak kalırlar. 

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

İslâmiyet iki kelimeyle özetlenebilir

 Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:


(İslâmiyet), iki kelimeyle özetlenebilir. Bu iki kelime, (Evet) ve (Hayır) dır. Ama bunun için de (İlim) lâzım, yâni bilmek lâzım. Nerede [evet] di-yecek, nerede [hayır] diyecek? 


Bunu iyi bilmek lâzım. Bunu da, herkes bilemez ki. Bunu, ancak (Allah dostları) yâni (Evliyâ zâtlar) bilir. (Evet) denecek yerde [hayır] derse, yanar efendim. 


Meselâ Hazret-i Ömer radıyallahü anh, Peygamber Efendimize (Evet) yerine [Hayır] deseydi, (Ebû Cehil) den daha (Tehlike) li olurdu. 


Yâhut da Ebû Cehil, (Hayır) diyeceğine, [Evet] deseydi, Hazret-i Ömer’den daha (Üstün) olurdu. Bu iş (Nasip) meselesidir kardeşim. 


(Eshâb-ı kirâm) efendilerimiz, Resûlullah Efen-dimizden (Mûcize) beklemediler. Hiç böyle şeyler düşünmediler ve konuşmadılar. Çünkü buna (İhtiyaç) ları yokdu. 


Onlar, Peygamber aleyhisselâmın mübârek (Sohbet) inde bulunmakla (Şeref) lendiler. Hiçbir şey, sohbet gibi (Kıymetli) olamaz. 


O (Sohbet) de bulunmakdan daha büyük (Kerâmet) yokdur. Bunu, Mektûbât bildiriyor. 

Evliyânın (Sohbet) inden istifâde etmenin de şartları var. 


Nedir onlar? Önce, o zâta karşı (Edeb) li olacak. Şâh-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: (Hiçbir bî-edeb vâsıl-ı ilallah olamamışdır.) 


Sonra o büyüklerden (Kerâmet) beklemiyecek. Biz kazandıklarımızı, (Abdülhakim Arvasi Efendi) hazretlerine olan (Edeb) imiz sâyesinde kazandık. 


Abdülhakim Arvasi Efendi hazretleri çok (Sevimli) idi. Ama çok da (Heybet) liydi. Heybetinden yüzüne bakamazdık. Bu (Büyük) lerin her [zerre] si, her [hücre] si Allahü teâlâyı (Zikr) eder. 


Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: (Hak gelirse, bâtıl gider). Hakkın gelmesi için de gay-ret lâzım, yorulmak lâzım, üzülmek lâzım, ağlamak lâzım. 


Osmânlılar, (Viyana) ya kadar gitmeselerdi, dövüşmeselerdi, oralara (Hak) gitmezdi. Dolayısıyla oradaki insanlar (İslâmiyet) le şereflenemezdi.

Sular aşağı akar

 *"Sular aşağı akar. Mütevazı olana Cenâb-ı Hak her şey verir."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild, sf:439]

Bu dinin ihyası âlimler vasıtasıyla olmuştur

 *"Bu dinin ihyası âlimler vasıtasıyla olmuştur. Felâketi de kötü din adamları sebebiyledir."

(Hüseyin Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild, sf: 439]

Muvaffakiyet nedir?

*"Muvaffakiyet, ahirette faydası olan iştir. Bunun içinde iki şey lâzımdır, biri ihlâs, diğeri nefse muhalefettir."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild, sf: 439]

Müslüman ölüm acısını biiznillah duymayacak

 *"Müslüman vefat ederken, Cenâb-ı Peygamberimiz'i hakiki güzelliği ile görecek, aklı başından gidecek, ölüm acısını biiznillah duymayacak."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar, 1cild sf:439]

Eshâb-ı kirâmın bu kadar üstün olmasının sebebi nedir?

 *"Eshâb-ı kirâmın bu kadar Üstün olmasına rağmen, Allahü teâlâ onları Kur'an-ı kerimde sadece bir hususiyetiyle medhediyor. "Onlar birbirlerini çok severlerdi" buyuruyor. Eğer bir toplulukta insanlar birbirlerini seviyorlarsa orada fitne olmaz."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1cild,sf:438]

Dine hizmet ederken bir vakit namaz kazaya kalsa

 *"Dine hizmet ederken bir vakit namaz kazaya kalsa, yaptığı hizmetin hiç kıymeti yoktur."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:438]

Dine olan bir hizmette çile yoksa istidrac alâmetidir

 *"Dine olan bir hizmette eğer çile yoksa ve herkes de kabul ediyorsa, istidrac alâmetidir, tehlikelidir."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:438]

Dine hizmet için dahi kalp kırılmaz

 *"Dine hizmet çok sevaptır; ama bir kimsenin kalbini kırsalar, bütün sevaplar uçar gider."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:438]

Hiçbir âlim kendi evladının tahsilini üzerine almamıştır

 *"Hiçbir âlim, kendi evladının tahsilini kendi üzerine almamış; başkaları vasıtasıyla yetiştirmiştir. Çünkü yakınlık, çocuğun yetişmesine en büyük manidir."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:438]

Dünyada en çok düşmanı olan Allahü teâlâdır

 *"Dünyada en çok düşmanı olan Allahü teâlâdır; ondan sonra Kur'an-ı azîmüşşandır."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:438]

İki türlü öfke vardır

 *" İki türlü öfke vardır. Biri şeytanî, biri rahmanîdir. Şeytanî olan, kendi nefsi için; rahmanî olan ise karşısındakinin iyiliği için kızmaktır."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:438]

İyiliklerin dereceleri

 *"İyiliklerin de dereceleri vardır. En kıymetlisi din kardeşini ateşte yanmaktan kurtarmaktır."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild, sf:438]


Din ilimdir

 *"Din, ilimdir. Dinini bilmeyen küfre kadar gider."

(Hüseyn Hilmi Işık Efendi rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:438]

Cenâb-ı Hakk'ın en büyük merhameti

 *"Cenâb-ı Hakk'ın en büyük merhameti, ahirette başımıza gelecekleri önceden haber vermesidir."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:438]

Büyüklerin sözlerini söyleyen kalmadı

 *"Büyüklerin sözlerini söyleyen kalmadı. Dinleyen kalmadı. Hele inanan hiç kalmadı."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:439]

Bizim başkalarını irşad edecek ne ilmimiz ne de amelimiz var

 *" Bizim başkalarını irşad edecek ne ilmimiz, ne amelimiz var. Onun için kendimizi bir tarafa bırakır, işi büyüklere havale ederiz. Aynı onların sözlerinin yazılı olduğu kitapları veririz."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:439]

Kimse kendi kendini alim ilan edemez

 *"Bir mümin ne kadar kitap okursa okusun, ne kadar amel ederse etsin, bir İslâm âliminin tasdiki olmadıktan sonra ona âlim denmez. Yani bir kimse kendisine âlim ilan edemez. Mutlaka bir âlimin ona icazet vermesi, yani ilmini tasdik etmesi lâzımdır."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:439]

Helal lokma ve haram lokma

 *"Helal lokma yiyen, ibadete; haram lokma yiyen, günaha koşar."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:439]

Tanımadığımız birinin cenaze namazını kılarsak

 *"Tanımadığınız birinin cenaze namazını kılarsanız. Hoca sorduğu zaman, iyi biliriz demezsiniz. Allah rahmet eylesin, dersiniz. Mesela namaz kılmıyorsa, buna iyi denmez. Kötü de diyemezsiniz, çünkü cenaze kötülenmez. İyi diyorlar veya Allah rahmet eylesin, dersiniz."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:439]

İnsanlarda kusur aramak

 *"İnsanlarda kusur arayanın dostu olmaz. Kusuru kendinde arayanın herkes dostudur."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:439]

Allah'ın düşmanına muhabbet

 *"Allah'ın düşmanına muhabbet, Allah'a düşmanlığa sebep olur."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf:439]

Evliya olmanın ilk şartı

 *"Evliya olmanın ilk şartı düzgün itikatlı olmaktır. Ehl-i sünnet itikadında olmayan hiçbir fırkadan evliya gelmemiştir."

(Hüseyn Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)

[Hatıralar,1.cild,sf: 439]

Ölürken Allah demek istiyorsan şimdiden Allah de

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ölürken, para demek istiyorsan, şimdiden *(Para)* de! Ama ölürken Allah demek istiyorsan, şimdiden *(Allah)* de. Allah, *(Mü’min)* leri seviyor ve *(Sevdiği)* ni de bildiriyor. 


O severken biz *(Nasıl)* sevmeyiz. O hâlde birbirimizi seveceğiz kardeşim. Bu *(Ni’met)* in devâmı, birbirimizi çok *(Sevme)* ye bağlı. Yoksa Allahın *(Gücü)* ne gider. 


Diyeceksiniz ki; (Ama efendim, o bana şöyle şöyle söyledi). Söylesin, o senin *(Din)* kardeşin. Sen onu, *(Allah)* için sev, *(Nefs)* in için değil. 


O, *(Mü’min)* çünkü. Yâni Rabbimin *(Evliyâ)* sı. Cenâb-ı Hak, onu seçmiş, sevmiş, ona *(Îmân)* nasîb etmiş. Böyle kimse *(Sevilmez)* mi? 


Hastalıkda *(Şifâ)* vardır. Ama hakîkî hastalık, *(Kalp)* hastalığıdır, beden hastalığı değil. Beden hastalığı o kadar *(Mühim)* değil. 


Asıl mühim olan, *(Kalp)* hastalığıdır, *(Gönül)* hastalığıdır. Çünkü kalbin hastalığı tedâvî olmazsa, karşılığı Cehennemdir, yâni *(Ateş)* dir. 


Yârın âhirette *(Ateş)* le temizlenecek. Kalbin tedâvîsi eğer dünyâda yapılmazsa, *(Âhirete)* kalırsa, onun telâfîsi ve tedâvîsi *(Ateş)* dir. 


Cehennem *(Ateşi)* dir. Onun için bedene gelen her hastalık, kalbe *(Şifâ)* verir. 

● ● ●

Birgün Fâtih câmiinden geliyordum. Eski bir arkadaşıma rastladım. Bana dedi ki: *(Hilmi, ben bir şey duydum, doğru mu acabâ?)* Ne duydun? dedim. O da dedi ki:


Ben kelime-i tevhîd söylüyorum. Fakat biri bana dedi ki: *(Bu zikrin, seni Allahın sevgisine kuvuşdurması için, bir büyükden izin alman lâzım.)* 


Böyle bir şey var mı? dedi. Ben de ona dedim ki: Doğru söylemiş. Bütün kitaplar diyor ki, insan *(Kelime-i tevhîdi)* söylerse, çok *(Sevap)* alır. 


Ama *(İzin)* li söylerse, hem çok *(Sevap)* alır, hem de Allahın *(Sevgi)* sine kavuşur. Böyle dedim.


Ayrıca, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin *(Zikr)* le ilgili bir *(Mektûbu)* var ya, işte o mektûbu okursanız, Abdülhakim Efendi hazretleri, size *(İzin)* vermiş olur, dedim.

Dünya muhabbetinin zararları

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Şimdi, hal böyle olunca, bu dünya endişesinden geçmek gerek. Riyaset, yani ululuk lezzetini nefs-i emmâre dimağından çıkarmak gerek, ölümü, ölüm acılarını, azapları ve cezaları daima düşünerek bütün nefs arzularından uzak durmak ve dost hevası üzere âlemde yürümek gerektir. Tâ ki, bu halk ölünce o dirilebilsin. Yoksa, dünya kaygı ve telâşına düşmek yavuz (zor, çetin) musibettir. 


Dünya kaygılarından bir kaygı ile bir gece yatana, Hak teâlâ yetmiş kaygı ve acı verir, birisini bile gidermekten âciz kalır. Ertesi gece, yetmiş kaygı ile yatar ve böyle böyle gönlüne dünya muhabbeti dolar, dünya muhabbeti doldukça, zikrullahı unutur, zikrullahı unutunca Hak teâlâ da o. kişiden inayetini keser, imân tadını onun gönlünden siler, giderir, yerine zulmet doldurur. Bu hale düşen, isterse her gün oruç tutsun ve geceleri sabaha kadar namaz kılsın, ister şehit olsun, isterse gazi olsun, hatta Mekke-i mükerreme ye giderek mücavir kalsın ve veli olsun; madem ki dünya muhabbeti gönlünde galiptir, ona hakkın inayeti yoktur, peygamberin şefaati yoktur, velilerin himmeti yoktur.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Dört şey imânsız ölmeye sebeb olur

 Âlimlerden bâzısı buyurdu ki: Dört şey vardır ki,Îmânsız ölmeye sebeb olur: Namazı terk etmek, şarab içmek, Allahü teâlânın emirlerine itâat etmemek ve müslümanlara eziyet etmek, sıkıntı vermek. 

(Senâullah-ı Pânî Pûtî “rahmetullahi aleyh” hazretleri )

Hüsn-i zan etmek

 Bir kimse gözümün önünde bir hatâ işledikten sonra kaybolup gitse, onun tövbe ettiğine inanır, hakkında sû'-i zanda bulunmam. 

(Ahmed bin Yahyâ el-Celâ “rahmetullahi aleyh” hazretleri )

BİR KÜP DOLUSU ÖLÜM ACISI

MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

İsa aleyhisselâm, bir gün bir yere gidiyordu. Bir ırmak kenarına vardı, bir müddet dinlendi, abdest aldı, birkaç rekât namaz kıldı ve o ırmağın suyundan birkaç avuç su içti ve çok hoş ve tatlı bir su olduğunu anladı. Dört tarafına bakındı ve gördü ki, su ile dolu bir küp gömülmüş bulunduğunu gördü. O küpteki sudan da içti ve gayet acı olduğunu fark ederek bu işe şaştı. Zira, bu küpe su o ırmaktan geliyordu. Şu hâlde, ırmağın suyu neden gayet tatlı ve küpün suyu ise gayet acı idi? Hayretler içinde kaldı ve bir karara varamadı. İşte, tam bu sırada Cebrail aleyhisselâm geldi ve dedi ki: “Yâ Nebiyallah! Hak teâlâ sana selâm etti ve küpe sorsun, küp suyunun neden acı olduğunu ona haber verecektir,” buyurdu. Bunun üzerine İsa aleyhisselâm, meseleyi küpe sordu ve küp Allâhu teâlânın desturu ile dile gelerek cevap verdi: 


“Yâ Nebiyallah! dedi. Ben, bir ulu padişah idim. Dünyada 300 yıl ömür sürdüm. Peşim sıra üç yüz bin asker gelirdi. 300 ulu şehrim vardı. O, 300 şehirde 300 ulu sarayım vardı. Bu 300 sarayıma ara sıra gider ve zevk ederdim. Bu zevk ve safa da iken, bir gün ansızın bana hastalık geldi ve sonunda Azrail aleyhisselâmın mızrağını yedim, can acısı çektim. Bütün o saltanat, devlet, hükümet, yeme içme, zevk ve temaşa hepsi hepsi bir ânda elimden çıkıverdi. Bunlardan hiçbirinden bana bir fayda ve çare olmadı. Bütün görüp geçirdiklerim bana bir gün bile gelmedi. Beni, bir yere gömdüler ve üzerime büyük bir türbe yaptılar.


300 yıl o türbede yattım ve çok ağlayıp feryat ettim ve lâkin hiç kimseden medet bulamadım. 300 yıl sonra bir zelzele oldu ve türbem yıkıldı ve 300 yıl kadar bütün o şehir bir harabe halinde kaldı. Sonra, o şehri tekrar imar ettiler. Benim, türbemin bulunduğu yere bir kiremitçi geldi, kiremit pişirerek satmaya başladı. Bir gün, o yerlerin padişahı da geldi ve o şehre büyük bir saray yaptırdı. O saray için kiremit ısmarlandı ve benim türbem olan yerden ve benim etim, kemiğim karışmış bulunan topraktan kazdılar, balçık yaptılar, kiremit döktüler ve o padişah sarayını bu kiremitlerle örttüler. Yıllarca, kiremit olup padişah sarayının damında durdum. 


Aradan yine zaman geçti, o padişaha da zeval erişti, öldü. Sarayı da yıkıldı ve kiremitleri kırıldı. Ondan sonra, o şehre bir küpçü geldi ve sarayın bulunduğu yeri kendisine imalâthane olarak seçti, benim etimden ve kemiğimden olma kiremitleri de dövdü, balçığa karıştırdı ve bir küp yaparak sattı. Bir zaman da evlerde ve yerlerde küp olarak durdum. Nihayet büyük bir sel geldi, beni bulunduğum yerden söktü çıkardı, buraya getirdi bıraktı. Yıllardan beri burada duruyorum.  


İsa aleyhisselâm, küpe sordu:  

— Hikâyeni anladım, ama benim asıl merak ettiğim şudur ki, şu ırmağın suyu gayet tatlı olduğu ve senin içine de o sudan dolduğu halde, senin suyun neden acıdır?  

Küp, bu soruyu da şöyle cevaplandırdı:  

— Yâ Nebiyallah! Ne zaman ki, Azrail aleyhisselâm mızrağını bana vurunca, ölüm acım benim bütün gövdeme yayıldı, etime ve kemiğime bu acı sindi. O acı hâlâ benden gitmemiştir. Benîm içimdeki suyu acılaştıran da işte o acıdır, dedi.

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Nefsine uyan üzüntü ve gamdan kurtulmaz

 Kim nefsine uyarsa, üzüntü, gam ve keder bırakmaz onun yakasını. Çünkü insanoğluna huzur verecek ne varsa, hepsi dinimizde vardır. İslam’ın dışında neşe ve sevinç aramak beyhudedir.Kim İslam’a tam uyarsa, sonsuz rahata kavuşur.

(Behaeddin-i Buhari hazretleri “kuddise sirruh” )

Akıllı insan kimdir?

 Akıllı insan kimdir? Ben bu suali tam yediyüz âlime sordum. Hepsi de ittifak halinde; Akıllı adam, dünyadan soğumuş ve ahiret hazırlığı içindedir. Dünya işleriyle uğraşsa da bunların sevgisini kalbine sokmaz dediler.Velhasıl akıllı Müslüman, yüzünü dünyadan, ahirete çevirmiştir.

(Ebu Ali Cürcani hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Bizim sünnetimize tam uyan yalnız odur

 Bir gece rüyamda kendimi Resulullahın “aleyhisselam” sohbetinde buldum.

Şeyh Ahmed’in [İmam-ı Rabbani hazretleri “kuddise sirruh”] her ameli doğrudur. Bizim sünnetimize tam uyan yalnız odur, buyurdu.(Bediüddin-i Seharenpuri hazretleri “rahmetullahi aleyh” )

Annesini razı etmeyen Cenâb-ı Hakkı razı edemez

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*(Eshâb-ı kirâm)* efendilerimiz, birbirlerini niçin çok *(Sever)* lerdi? Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Kad Semi’a sûresinin son *(Âyet)* inde, bunun cevâbını veriyor. 


Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak? *(Birbirinizi sevin!)* buyuruyor 


Bir mü’min, bir mü’mini *(İncitir)* se, Kâbe-i şerîfi yıkmış gibi *(Günah)* kazanır, hem de *(Yetmiş)* defâ. Amân amân! *(Kalp)* kırmakdan çok sakınalım kardeşim. 


Bir arkadaşınız, *(Duâ)* istedi benden. Ben ona duâ etsem, Allah *(Kabûl)* etmez ki efendim. Allahü teâlânın kabûl etmiyeceği *(Duâ)* yı ben niçin yapayım? 


*(Niçin)* kabûl etmez peki? Çünkü annesini üzüyormuş. Hanım anneniz söyledi. *(O arkadaş, annesini üzüyor, annesi ondan râzı değil)* dedi. 


*(Anne)* sini râzı etmiyen, *(Cenâb-ı Hakkı)* râzı edemez efendim. Allahü teâlânın *(Rızâ)* sını kazanmak isteyen, önce *(Anne)* ve *(Baba)* sının rızâsını alsın. 


Ona *(Duâ)* edersek, bizim duâmız da *(Hava)* da kalır. Ama *(Enver’e)* duâ ediyorum, ona duâ ederim, Allah da *(Kabûl)* eder. 


Niçin? Çünkü annesi ondan çok *(Râzı)*, biz de *(Râzı)* yız. Anne babasını râzı edenden, Allahü teâlâ da *(Râzı)* olur kardeşim. 


Anne babanın, evlâdı üzerinde *(Hakkı)* çok büyük kardeşim. Onun için onları üzmek *(Felâket)* dir. 


Bu gün *(Îmân’ı)* korumanın tek *(Yol’u)* var. O da, din kardeşine muhabbet beslemekdir. Onu *(Sevmek)* dir, onunla *(İyi)* geçinmekdir. 


Bizim *(İlmihâl’i)*, roman okur gibi okumayın kardeşim. Okuduğunuz yeri *(Bir)* daha okuyun, sonra *(Bir)* daha okuyun. 


Oradan, bir *(Hülâsa)* çıkarın, ondan bir *(Şey)* kapın. O paragrafda anlatılandan *(Murâd)* nedir? Onu iyice öğrendikden sonra *(Öbür)* paragrafa geçin.

Bizim Ferid şeker hazinesidir

 ***Feridüddin Genc-i Şeker hazretleri “rahmetullahi aleyh” ,uzun yaz günlerinde her gün oruç tutar, çoğu zaman yiyecek bulunmazdı evinde.Açlığı artınca, ağzına küçük taşlar doldurur, o taşlar, hikmeti ilahiyle bir anda çok lezzetli tatlı şeker olurlardı.Hocası bunu görmüş ve;- Bizim Ferid, şeker hazinesidir, buyurmuştu. 

En güzel şifa Kur’ân-ı kerîmdir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çok *(Hizmet)* ediyorsunuz kardeşim. Fakat biz, bu hizmetlerin *(Devâm)* ını istiyoruz. Peki, bu hizmetlerin devâmı nasıl olur? 


Bir *(Şart)* la olur. Birbirinizi kırmıyacaksınız ve üzmiyeceksiniz. Eğer birbirinizin *(Kıymet)* ini bilmezseniz, Allah alır bu *(Ni’met)* ini. 


Elhamdülillah, ben Rabbimizi, hep *(Cemâl)* sıfatıyla anıyorum, hâtırlıyorum. Rabbimizin *(Rahmet)* ini umuyorum. Affedeceğini *(Ümîd)* ediyorum. 


Hiç *(Celâl)* sıfatı aklıma gelmiyor efendim. Hep *(Afv)* edici, hep *(Merhamet)* edici olarak düşünüyorum. Kendisi de zâten; *(Kullarım beni, zannetdiği gibi bulur)* buyuruyor. 


Ben de hep affedeceğini zannediyorum, *(Rahmet)* ini umuyorum, öyle *(Ümîd)* ediyorum. İnşallah öyle olacak kardeşim. 

● ● ●

*(Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil ardı ve lâ fissemâi ve hüvessemî’ül alîm.)* 

Sabahları okuyoruz bu *(Duâ)* yı. 


Her *(Sabah)* üç kere okuyan, akşama kadar her türlü *(Belâ)* dan *(Emîn)* olur kardeşim. İnanarak okumak lâzım. 


*(Bismillâhillezî)* bu, öyle bir *(Besmele)* dir ki: *(Lâ yedurru)* zarar vermez. 


*(Me’asmihî şey’ün fil ardı ve lâ fissemâ)* yerde ve gökde, hiçbir şey ona zarar vermez. 


Hazret-i Alî radıyallahü anh buyuruyor ki: *(En güzel şifâ, Kur’ân-ı kerîmdir.)* Yâni Allahü teâlâdan sonra en yüksek makâm, Kur’ân-ı kerîmdir. 


*(Namaz)*, çok kıymetli bir ibâdetdir. Niçin kıymetlidir? İçinde *(Kur’ân-ı kerîm)* okunduğu için. 


Abdülhakim arvasi Efendi hazretleri buyuruyor ki: *(Kur’ân-ı kerîmin her bir harfinde, yüz bin derde, yüz bin şifâ vardır.)* Kim buyuruyor? Abdülhakim Efendi hazretleri buyuruyor.

Şeyh-i San'a'nın hristiyan kızına âşık olmasını duydun mu?

Ma'den-ül Cevâhir kitâbını yazan, Kayyûm-ı Zamân'ın halîfesi Muhammed Şevk'den anlatır: Kayyûm-ı Zamân Kâbil'e teşrif etmişti. Bu fakîre de, kendilerine imâmlık yapmamı buyurdu. Bir gün öğle namazı için huzûrlarına geldim. Yolda bir genç gözüme aldı. Ona hayran oldum. Kalbim bir defa benim tasarrufumdan çıktı. Kendimden geçtim. Biraz sonra kendime geldim. O genç gitmişti. Kalktım, Kayyûm-ı Zamân'ın huzûruna gittim. Odalarında yatıp uzanmakta olduğunu gördüm. Hizmetçisine, kim geldi? diye sorunca; Fakîr Şevk geldim, dedim. Buyurdu ki, Şeyh-i San'a'nın hikâyesini, hristiyan kızına âşık olmasını duydun mu? Böyle buyurdu ve şu beyitleri okudu: 

Şeyh-i San'a vaktinin piri idi,

Ne söylersem de, ondan yüksek idi. 


Harem-i Şerîfde elli yıl kalmış,

Dört yüz müridiyle, çok olgun idi. 


Hristiyan kızı, peçeyi açdı,

Şeyhin yüreğine bir ateş saçdı. 


Anladım ki, benim başımdan geçeni anlamıştı. Kalkıp namaz kıldı. Namazdan sonra, kalbim tasarrufdan çıkınca, kalktım, o güzeli görmeye gittim. İkindi vaktinde tekrar namaz için geldim. Öne geçip namaz kıldırmak istedim. Buyurdu ki, siz bugün imâm olmayınız. Başkasını imâm eyledi. Öyle utandım ki, daha fazlası mümkün değil idi. O günden beri tevbe ve istiğfar ile meşgûl oldum. Her gün o sevgi azaldı. Hattâ nihâyet yüksek üstâdımın bereketiyle, o sevgiden tamamen kurtuldum. 

Bir gün ikindi vaktinde üstâdımın ya'nî Muhammed Sıbgatullah'ın (kuddise sirruh) huzûrunda idim. Gözleri bana alınca, tebessüm edip: "Fâtiha sûresini okuyunuz" buyurdu. Emirlerine uyarak Fâtiha sûresini okudum. "Bundan sonra imâm siz olunuz" buyurdu. Ayaklarına kapandım. Büyük bir sürûr hâlimi kapladı. 

Bundan üstâdımın, üç hârikasını müşâhede eyledim: 

Birincisi, mubârek kalb gözü ile benim gizli hâlimi anladı. İkincisi, tasarrufu ile beni o belâdan kurtardı. Üçüncüsü, bu fakîrin hâlini örtüp, kimseye bildirmedi. Buyurdu ki, Arab olmayanların dad ile zîyı birbirine yakın okumaları gibi okuyorsun, buldum. Şimdi okuyunca, güzel okuduğunuzu, aralarını ayırdığınızı gördüm.

Kaynak: [Urvet-ül Vüskâ Muhammed Ma'sûm (kuddise sirruh) sf: 214-215] 

Tercüme: Süleyman Kuku [A. Fârûk Meyân]

Hakîm-i Tirmizî

Âlim ve evliyânın büyüklerinden. İsmi Muhammed bin Ali bin Hasan bin Bişr, künyesi Ebû Abdullah’tır. Hakîm lakabıyla tanındı. Tirmiz’de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 932 (H.320) senesi Nişâbûr’da şehîd edildi.


Hakîm-i Tirmizî küçük yaşta tahsil hayâtına başladı. Babasından teşvik ve destek gördü. Doğduğu şehir olan Tirmiz’de Kuteybe bin Saîd, Sâlih bin Abdullah Tirmizî, Sâlih bin Muhammed es-Sa’dî, Hasan bin Ömer bin Şakîk, Yahyâ bin Mûsâ, Utbe bin Abdullah Mervezî, İbâd bin Yâkûb Ravagânî, Muhammed bin AliŞakîk, Süfyân binVekî’, Yâkûb bin Şeybe, Yâkûb bin Devrekî ve başkalarından hadîs-i şerîf öğrendi.


İlim öğrenme arzusu ile yandığı gençlik günlerinde bir gün, iki arkadaşıyla anlaşıp başka yerlere gitmek, oralarda ilmini arttırmak ve Allahü teâlânın rızâsını kazanmak istedi. Bu karar ve anlaşmayı annesine açıkladı. Annesi buna çok üzüldü ve; “Yavrucuğum! Ben zayıf, kimsesiz ve hastayım. Benim hizmetlerimi sen yapıyorsun. Beni yalnız, çâresiz kime bırakıyorsun?” dedi. Bu sözler üzerine genç Muhammed bin AliTirmizî’nin gönlüne dert düştü ve arkadaşlarıyla yaptığı anlaşmayı bozup seferden vazgeçti. İki arkadaşı ise onu yalnız bırakıp, ilim tahsîli için yola çıktılar. Buna ziyâdesiyle üzülen Muhammed bin Ali, ne annesinden ayrılabildi, ne de gönlünden ilim aşkını silip atabildi. Yalnız kaldığı zamanlarda, tenhâ yerlerde uzun uzun ağlardı. Yine bir gün mezarlıkta oturmuş ağlıyor, hem de; “Ben burada câhil ve ilimden mahrûm kaldım, arkadaşlarım âlim gelecekler.” diye düşünüyordu. Gözlerinden yaşlar boşandığı bir sırada âniden nûrânî yüzlü, tatlı sözlü bir ihtiyar çıkageldi ve; “Yavrum niye ağlıyorsun?” diye sorunca, başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine; “Kısa zamanda o iki arkadaşını ilimde geçmen için, her gün sana ders vermemi arzu eder misin?” diye sordu. “Evet arzu ederim.” cevâbını verdi.Bunun üzerine bu tatlı sözlü, nur yüzlü mübârek ihtiyar, Muhammed bin Ali’ye her gün ders verdi. Üç yıl devamlı ders okudu. Üç yıl sonra, bu mübârek zâtın Hızır aleyhisselâm olduğunu anladı. Sonradan kendisi; “Bu büyük devlet, annemin rızâsı ve duâsı bereketiyle ihsân olundu.” buyurmuştur. Her Pazar gecesi Hızır aleyhisselâm ona gelir, mânevî hallerini birbirlerine anlatırlardı.


Hakîm-i Tirmizî yirmi yedi yaşındayken hac ibâdeti için Mekke-i mükerremeye gitti. Bu yolculuğunu kendisi şöyle anlatır: “Bir zaman gönlümdeKâbe-i muazzamayı ziyâret arzusu uyandı. Aşkla yola çıktım. Irak ve Basra’ya uğradım. Mekke’de hac zamânına kadar kaldım. Kâbe’de Mültezem denilen yerde sabahlara kadar duâ ile meşgûl oldum. Sonra duâlarımın kabûl edildiğini anladım. Kalbime, lüzumsuz şeylerden sıyrılma arzusu doğdu. Rabbime, beni ıslah etmesini, dünyâlık şeylerden uzaklaştırmasını ve bir de Kur’ân-ı kerîmi ezberlemeyi nasîb etmesini istedim.” Bunun üzerine Hakîm-i Tirmizî, daha Mekke’de iken Kur’ân-ı kerîmi ezberlemeye başladı ve Tirmiz’e dönüşünde de kısa bir süre içinde ezberini tamamladı.


Hakîm-i Tirmizî ilmî çalışmaları yanında mânevî ilimlerde de üstün bir dereceye kavuştu. Ebû Türâb Nahşebî, İbn-i Celâ gibi velîlerle sohbet edip onlardan istifâde etti. Feyz ve bereketlerine kavuştu. Kendisinden de çok kimseler istifâde ettiler. Ebü’l-Hasan Ali el-Kâdî, Ebü’l-Hüseyin Muhammed Yahyâ bin Mensûr, Ebû Ali Nişâbûrî ve başkaları kendisinden ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyetinde bulundular.


Hakîm-i Tirmizî’nin pekçok kerâmeti görüldü.


Hakîm-i Tirmizî hazretleri çok sayıda kitap yazdı. Bâzıları yazdığı kitapları beğenmediler. Bunun üzerine o yazdığı kitapları Ceyhun Nehrine attı. Büyük balıklar kitapları alıp muhâfaza ettiler. İki sene kadar sonra kitapları istedi. Balıklar kitapları suyun yüzüne çıkardılar. Kitaplara bakıldığında hiç suya düşmemiş gibi, hattâ bir noktası dahi bozulmamış görüldü. Kitaplarını beğenmeyenler gelip kendisinden özür dilediler ve tövbe ettiler.


Zamânında zâhid olduğunu söyleyen birisi Hakîm-i Tirmizî’nin büyüklüğüne inanmaz ve îtirâz ederdi. Hakîm-i Tirmizî’nin evinden başka bir şeyi yoktu. Dünyâda sâhib olduğu tek şey bu küçük ev olup onun da kapısı yoktu ve girişinde bir perde asılıydı. Bir ara evinden ayrılıp bir yere gitmişti. Dönüşünde kaldığı yere bir köpeğin girip yavruladığını gördü. Belki yavrularını alıp buradan çıkar diye birçok kere kulübesine gitti geldi. O gece, onun büyüklüğünü inkâr eden kişi rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz ona; “Ey kişi! Evine giren bir köpeği çıkarmak için, kendiliğinden çıkar diye köpekten ricâda bulunarak, seksen defâ gelip giden bir zâtla kendini eşit mi tutuyorsun? Eğer ebedî saâdete kavuşmak istiyorsan, git onun hizmetine kavuş.” buyurdu. Bunun üzerine, bu kişi Hakîm-i Tirmizî’nin huzûruna geldi özür dileyerek affına sığındı ve ölünceye kadar hizmetinden ayrılmadı.


Hakîm-i Tirmizî hazretleri Hızır aleyhisselâmla görüşürdü. Lâkin uzun bir zaman Hızır aleyhisselâmı görememişti. Bir gün, temiz yeni elbiseler giymiş, sarığını sarmış câmiye giderken bir mesele yüzünden kendisine kızan bir kadının evinin önünden geçiyordu. Kadın, çocuğunun kirli elbiselerini yıkamış, leğen de pis su ile dolmuştu. Hakîm-i Tirmizî’yi evinin önünden geçerken görünce, leğendeki suyu olduğu gibi üzerine attı. Her tarafı necâset ve idrarlı su ile ıslandı. Bunun üzerine Hakîm-i Tirmizî hazretleri hiçbir şey söylemediği gibi, başını kaldırıp bakmadı bile. Biraz sonra Hızır aleyhisselâm geldi ve; “Sen bu hakâret ve kötülüğe katlanıp, sabredip hiçbir şey söylemediğin için bizi gördün.” buyurdu.


Sünnet-i seniyyeye tam uyan, ilmiyle âmil, ümmet-i Muhammed’in büyüklerinden bir zât olan Hakîm-i Tirmizî, herkesin dili ile öğülmüş, medhedilmiştir. İnce mânâları açıklama ve îzâh husûsunda bir üstâd, hadîs ilminde ise sika (sağlam, güvenilir) bir âlimdi. Sözleri kâmil, hilmi (yumuşaklığı) pek ziyâde, şefkati çok ve ahlâkı pek güzeldi. Peygamber efendimizin mübârek ahlâkı onda görülürdü. Meşhûr Keşf-ül-Mahcûb kitabının sâhibi Hucvurî; “Hakîm-i Tirmizî çok büyük, mübârek bir zâttır. Benim yanımda öyle bir kıymeti vardır ki, kalbim tamâmen ona bağlanmıştır. Benim üstâdım onun için “Muhammed bin Ali, tek olan iri bir incidir. Cihanda eşi az bulunur.” buyurdu.” demiştir. Çok kıymetli ve mânâlı sözlerinden dolayı, Hakîm-i evliyâ (velîlerin hikmetli söz söyleyenlerinden) ismi verilmiştir.


Hikmetli sözleri çoktur. Birgün kendisine; “Îsâr nedir?” diye sordular. Cevâbında; “Başkalarının lezzetini ve rahatlığını, kendi lezzet ve rahatlığına tercih etmektir.” buyurdu.


“Şükür nedir?” diye sordular. Cevâbında; “Şükür; gönlünün, nimet veren Allahü teâlâya tam bağlı olmasıdır.” buyurdu.


Huşû sâhibi olanların kimler olduğu sorulduğu zaman: “Huşû sâhibi olanlar; arzu ateşi sönen, kalbindeki arzu ve maksaddan tad alma dumanı sükûnet bulan, kalbi İslâmiyete hürmet ve tâzim nurları saçan, böylece nefsin arzuları ve şehvetleri ölen, fakat kalbi ve rûhu dirilen; bunun için de âzâları ve bedeni, huşû’ ve sükûnet içinde bulunanlardır.” cevâbını verdi.


Kendisine, “Îmânın gitmesine en çok sebeb olan günah nedir?” diye sordular. Buyurdu ki: “Üç günah vardır: Birincisi; îmân nîmetine kavuştuğuna şükretmemek. İkincisi; îmânın gitmesinden korkmamak. Üçüncüsü; müminleri incitmek ve onlara eziyet etmek. Biliniz ki, Peygamber efendimiz; “Haksız yere bir müslümanı incitmek, Kâbeyi yetmiş defa yıkmaktan daha büyük günahtır.” buyurdular.


Allahü teâlânın sevgili kullarından soruldukta; “Evliyâyı küçük görmek, Allahü teâlâyı tanımanın azlığından ileri gelir. Her makâmın kendisine has bir ehli vardır. Kim bir makâma çıkmak arzu ettiği halde, o makâmın ehline yâni o makamdakilere hürmet etmezse, o makamdan hâsıl olacak bereketten mahrum olur. Ayrıca ulaştığı makam, yavaş yavaş o kimseyi helâke sürükler.” Çünkü yolda yürürken düşen bir kimsenin düşmesi ile, bir binânın beşinci katından düşmek arasında çok fark vardır. Kalbin kıymetini ve vaktin ehemmiyetini şu sözleriyle beyân etti ve: “Kalbin ve vaktin, sana bir sermayedir. Fakat sen kalbini kötü zanlarla (Allahü teâlânın sevgisinden başka şeylerle) doldurdun. Vaktini de mâlâyânî, boş ve faydasız şeylerle geçirdin. İflâs etmiş, sermâyesini kaybetmiş olan bir kimse, nasıl kâr edebilir?” buyurdu.


“Kalblerin kemâli, Allahü teâlâdan korkmaktaki kemâl ile, nefslerin itminâna kavuşması (azgınlık ve taşkınlıktan kurtulması) da, takvânın (haramlardan uzaklaşmanın) kemâli iledir.”


“Dünyâ; hükümdarlar için gelin, zâhidler için aynadır. Hükümdarlar onunla güzelleşir, zâhidler ise âfetlerine bakarak ondan uzaklaşıp terk ederler.”


“Allahü teâlânın kullarına ve dînine hizmet edecek olanların, tevâzu ve teslimiyet sâhibi olması şarttır.”


“Nefsin, sende mevcud olduğu hâlde, sen Allahü teâlâyı tanımak istiyorsun. Halbuki senin nefsin, daha kendisini dahi tanımış değildir, Rabbini nasıl tanıyacak?”


“İslâmiyetin, müslümanlığın aslı şu iki şeydir: Allahü teâlânın yapmış olduğu iyilik ve ihsânı görmek (ona göre şükretmek), diğeri ise hicrân, yâni âhirette çok fecî ve acıklı bir hâle düşmek korkusu.”


“Allahü teâlâ kullarının rızkına kefil olmuştur. Kullarına da tevekkül etmeyi emretmiştir. O hâlde insanlar, Allahü teâlânın kefil olduğu şeyle uğraşmayıp, teklif ettiği şeylere, yâni O’nun dînine hizmete koşmalıdırlar.”


“Kimin arzusu din, yâni âhiret olursa; bu hayırlı düşüncesi hürmetine, dünyevî işleri de âhiret işi hâline gelir. Bir kimsenin düşüncesi de dünyâ olursa; niyetinin bozukluğu sebebiyle, âhiret işleri de dünyâ işi hâline gelir.”


Kendisine nefsin kötülüğünden sorulduğunda o; “Şeytanın insana, gâfil olduğu bir zamanda yaptığı zarar, yüz aç kurdun, bir koyun sürüsüne yaptığı zarardan daha fazladır. İnsanın nefsinin kendisine yaptığı zarar da, yüz şeytanın yaptığı zarardan fazladır.” buyurdu.


“Allahü teâlânın zikri ve O’na ibâdetle öyle meşgûl olmalı ki, O’ndan herhangi bir şey istemeye fırsat kalmamalıdır.”


“Her kim, haram bir kuruşu alacaklısına iâde ederse, nübüvvetten bir nûra kavuşur.” buyurdu.


Hakîm-i Tirmizî; tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm ve tasavvuf ilimlerinde kıymetli pekçok eser telif etmiştir. Bu hususta kendisi şöyle anlatır: “Yazdığım kitapları, bana isnâd edilsin, bunun kitapları denilsin diye telif etmedim. Fakat haller beni kaplayıp, kendimden geçtiğim zamanlar, telif ile teselli bulurdum.” Böylece yazdığı eserleri, Allahü teâlânın yardımı ile telif ettiğini beyân buyurdu.


Pekçok risâleleri mevcut olmakla berâber, yazdığı meşhûr kitapları; Kitâb-ül-Furûk, Hatm-ül-Vilâye ve İ’lel-üş-Şer’iyye, Nevâdir-ül-Üsûl fî Ehâdîs-ür-Resûl, Gars-ül-Muvahhidîn, Erriyâdatü ve Edeb-ün-Nefs, Gavr-ül-Umûr, El-Menâhî, Şerh-üs-Salât, El-Mesâil-ül-Meknûne, El-Ekyâs ve’l-Mu’terrîn, Beyân-ül-Fark Beyn-es-Sadr, El-Akl ve’l-Hevâ’dır. Bunların dördü hâriç, diğerleri basılmıştır.


O HÂLDE ATMADIN


Ebû Bekr Verrâk anlatır: Hakîm-i Tirmizî bana cüzler ve bir risâle vererek: “Al bunları Ceyhun Nehrine at.” buyurdu. Bunları aldım, fakat atmaya gönlüm râzı olmadı, götürüp evime gizleyerek yanına geldim. “Attın mı?” diye sordu ve: “Ne gördün?” dedi. “Hiçbir şey görmedim.” dedim. “O halde onu atmadın, tekrar git ve onu suya at.” dedi. Hemen geri döndüm. Fakat hem atmanın acısı, hem de göreceğim şeylerin heyecanı beni şaşırtmıştı. Evden cüzleri ve risâleyi aldım, suya attım. Derhal su ikiye ayrıldı. Kapağı açık bir sandık meydana çıktı. Attığım cüzler ve risâle içine düştü ve sandığın kapağı kapandı, su da eski hâlini aldı. Hakîm-i Tirmizî’nin yanına geldim ve gördüğüm şeylerin hepsini anlattım.” “Tamam şimdi atmışsın.” buyurdu. “Efendim bağışlayınız. Allahü teâlânın hakkı için bu işin sırrını bana anlatınız.” dedim. Cevâbında; “Büyüklerin ilmine (tasavvufa) dair bir risâle telif etmiştim. Onun ince mânâlarını keşf ve idrakten akıl âcizdi. Bunu, kardeşim Hızır aleyhisselâm benden istedi. O sandığı onun emri ile bir balık oraya getirdi. Allahü teâlâ da suya, bu sandığı ona ulaştırması için emir verdi.” buyurdu.


1) Tekziret-ül-Evliyâ; s.248

2) Nefehât-ül-Üns; s.169

3) Risâle-i Kuşeyrî; s.127

4) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.101

5) Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.233

6) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.2, s.245

7) Tabakât-üs-Sûfiyye; s.217

8) Büdüvvûşân

9) Sıfat-üs-Safve; c.4, s.146

10) Tabakât-ı Ensârî; s.253

11) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.100

12) Brockelman; Gal.1, s.163, 199

13) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.124

Bu hizmetlerin zerresini kendimizden bilsek helâk oluruz

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bu *(Hizmet)* lerin zerresini kendimizden bilsek, *(Helâk)* oluruz kardeşim. Bütün bu hizmetleri, Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine *(Borçlu)* yuz. 


Hattâ, *(Îmân)* ımızı bile Ona *(Borçlu)* yuz kardeşim. 


Allahü teâlâ, insanların dışına değil, içine *(Bakar)*, yâni *(Niyet)* ine bakar. Bu işi *(Kim)* için yapıyor? *(Allah)* için mi, yoksa dünyâlık bir *(Menfaat)* için mi? 


Eğer *(Allah)* için yapıyorsa, yâni Rabbinin *(Rızâ)* sını kazanmak için, *(Âhiret)* menfaati için yapıyorsa, onun *(Mükâfât)* ını Allahü teâlâ kat kat verir. 


Yok, insanlar *(Beğensin)* diye yapıyorsa, *(On para)* etmez. Âhiretde eline bir şey geçmez. 

● ● ●

Herkesle *(İyi)* geçinin kardeşim, hiç kimseyi kendinize *(Düşman)* etmeyin. Bu, çok önemli. Kimse ile *(Münâkaşa)* etmeyin. 


Münâkaşa *(Yasak)*, faydası yok çünkü. *(Dost)* ile münâkaşa, dostluğu azaltır. *(Düşman)* ile olursa, düşmanlığı artdırır.


Öyleyse ne faydası var? Hiç. Bir *(İhtilâf)* varsa, *(Sen haklısın!)* deyin geçin. Bir şey kaybetmezsiniz, bilâkis kazanırsınız kardeşim. 

Birbirinizi çok *(Sevin)*. Birbirinizi *(Üzmeyin)*, kırmayın. Mü’min üzülürse, *(Arş-ı âlâ)* titrer kardeşim, o kadar tehlikeli. 


*(Mü’min)*, Allahın *(Dostu)* dur, onu incitirsen, *(Allah)* incinir. Çok fenâ. 


*(Seâdet-i Ebediyye)* kitâbını çok okuyun. Bu kitâbı okuyan, *(Âlim)* olur, içindekileri yaparsa *(Evliyâ)* olur. 


Ne güzel işte. Dînini *(Bilmiyen)* ve ona göre *(Yaşamıyan)*, dünyâ işlerinde muvaffak olamaz kardeşim. 


Muvaffak olmuş görünür, ama sonu *(Hüsrân)* dır. Ya *(Hanım)* ından, ya *(Kız)* ından, râhat edemez, *(Huzûr)* bulamaz.

Hak teâlânın bütün zahmet ve mihnetleri, hep zenginlerin üzerindedir

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Şimdi, nefsini emmârelikten kurtarmak ve mutma’innelikte karar tutmak için daima ölümünü, öldükten sonra topraklar altında kalarak çürüyeceğini, unutulup kalacağını, sonra mahşer yerine götürüleceğini ve yukarıda anlatılan cehennem azaplarına duçar olacağını düşün ve bunları hiç hatırından çıkarma! Evet, o azaplara âsiler uğrayacaktır. Bir böylesi var, bir de cennet ehlinin anlattığımız zevk ve sefası var. 


Bunları göz önüne getir, beğen beğendiğini al. Cehennem ehline olacak azaplardan korkarsan, nefsin o yaramaz huylarından, alışkanlıklarından, sırnaşıklıklarından kurtar. Cennet ehline olacak saadetleri elde etmek istersen, onlara özen ve Allahu teâlânın lütfuna müştak ol, var tövbe edip, gönlünü bu murdar dünyanın kaygılarından temizle, nefsini bu murdardan iğrendir ve fakirliği tercih et ki, bütün saadetlerin başı fakirliktir. Görmez misin ki, Hak teâlânın bütün zahmet ve mihnetleri, hep zenginlerin üzerindedir. O halde, zenginliğe heves etme, ondan kaç. Çünkü, mihnetlerin başı ekseriya zenginliktedir...


Nitekim, Resul-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Miraç gecesi, cennete nazar ettim. Ekser halkın fakirlerden olduğunu gördüm. Cehenneme nazar eyledim, ekser halkını zenginlerden gördüm,” buyurmuşlardır. Şu hâlde, zenginlik isteme! Dünyada az şeyle kanaat et, Hâk teâlâya tevekkül et, Hak teâlâ tevekkül ehlini sever ve gönül ehline hiç ummadığı yerden rızık verir. Sen de bu dünyanın eksikliğine sabret ki, bütün Nebiler ve veliler sabretmişlerdir. Sen, dünyada hemen Allahu teâlânın buyurduğu şeyleri yaparsan bütün zorluklar sana kolaylaşır ve iki cihanda şu şöyle olsun demezsin.  


Ey aziz: Bu dünyayı toplayıp, satıp, sakınıp, yığıp ne tasavvur edersin? Bu dünyada ne kadar yaşarsan ne kadar çok nimetler elde edersen, ne derece ululuk, izzet, hürmet ve hoşluk sürersen sür, önünde sonunda Azrail aleyhisselâmın mızrağı sana da dokunacaktır. Onun için, bütün bunları gözünden çıkar.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Dünya sevgisi bütün günahların başıdır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Biz, çok *(Şanslı)* yız kardeşim, çok *(Bahtiyâr)* ız. Herşeyin doğrusunu Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinden öğrendik. Bu öğrendiklerimizi de *(Kitap)* lara yazıp, bütün *(Dünyâ)* ya gönderiyoruz elhamdülillah. 


*(Âhir)* zamandayız kardeşim. Bu zamanda, sabahleyin evinden *(Mü’min)* olarak çıkan bir kimse, akşama *(Kâfir)* olarak evine dönüyor mâzallah. 


Akşam, *(Mü’min)* olarak yatacak, sabahleyin *(Kâfir)* olarak kalkacak yatağından. Ne *(Fenâ)* şey. Bunu, hadîs-i şerîf bildiriyor kardeşim. 


Onun için bu zamanda en zor şey, *(Îmân)* ını muhâfaza etmekdir, îmânını *(Korumak)* dır. Niçin *(Zor)* dur bu? Çünkü îmânın *(Düşmanı)* çok. 


Bakın, *(İbâdet)* in düşmanı demiyorum. İbâdeti kolay bir şekilde yaparsın. Ama *(Îmân)* gitdikden sonra herşey *(Biter)*, Allah korusun. 


*(Îmân)* ın düşmanı çok, en başta kendi *(Nefs)* imiz, o da içimizde. *(Hubbüd dünyâ re’sü külli hatîetin)*. Ne demek bu? 


*(Hubbüd dünyâ)*, dünyâ sevgisi. *(Re’sü)*, başıdır. *(Külli hatîetin)*, bütün günahların. *(Kül)* kelimesi, tek başına kullanılırsa, her *(Cins)* mânâsına gelir. 


Burada tek başına kullanılmışdır. Bunun mânâsı, her cins *(Günâh)* dan demek. Yâni *(Zinâ)* dan, Adam *(Öldürmek)* den, velhâsıl her cins *(Günâh)* dan daha büyük *(Suç)* dur. 


Nedir o? *(Dünyâ sevgisi)*. Hadîs-i şerîfde Efendimiz aleyhisselâm;  *(Ed dünyâ cîfetün tâlibühâ kilâbün)* buyuruyor. 


Ne demek bu? Yâni dünyâ, *(Çöplük)* dür, bildiğimiz çöplük. Tâlipleri ise *(Köpek)* lerdir. Eşeler dururlar. 


Sonra bir hadîs-i şerîfde de Peygamber aleyhisselâm; *(Dünyâ mel’ûndur, dünyâda Allah için olmıyan her şey de mel’ûndur)*, buyuruyor. Bu da hadîs-i şerîf efendim.