Rızk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rızk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

RIZKIN DAĞITILMASI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Musa peygamber aleyhisselâm, Hak teâlâ hazretlerine niyaz etti: “Yâ ilâhi! Ahmaklara rızkı çok verirsin, malı boş ve faydasız yerlere harcarlar. Ahiretlerini mamûr etmeyi düşünmezler. Akıllılara rızkı az verirsin, onu da senin yoluna harcarlar ve kendileri azlıkla geçinirler. Hak teâlâ buyurdu: “Yâ Musa! Ahmaklara rızkı onun için çok veririm ki, akıllı olanlar rızkın hile ile ele geçirilmediğini görür ve anlar. Zira, her kişiye rızkını veren benim. Rızık, her kişiye benim takdir ettiğim miktarda gelir. İşte, akıllı olanlar bunu böyle anlarlar, rızkın benden olduğunu bilirler ve varır ibadet ve tâ’atle meşgul olurlar. Rızık için kaygıya düşmezler. Şimdi, sen de mademki kendini Allahu teâlâya ısmarladın, artık kaygılanma, var ibadet ve tâatinle uğraş, Hak teâlâ sana rızkını hiç ummadığın yerlerden verir.” Sana, kendilerini Allahu teâlâya ısmarlayanlardan birkaçını deyivereyim de gör bak Hak celle ve âlâ umulmadık yerlerden nasıl rızık verir.

(Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri)

Rızıkta sahibini arar

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, insanlar *Rızk*’ını arar, rızık da, *Sâhib*’ini arar. Hiç kimse, rızkını *Bitirme*’den ölmez. Hiç kimse, hiç kimsenin *Rızk*’ını yiyemez. 


Neden? İsmi yazılı değil çünkü. Herkes, kendi *İsmi* yazılı olan *Rızk*’ı yiyebilir, değilse kursağında kalır. Cenâb-ı Hakkın *Ni’met*’leri, bizi peşimizden *Tâkib* eder. 


Ama *Biz* onları görmeyiz, bilmeyiz. Cenâb-ı Hak onlara emretmişdir; *Sen falancanın rızkısın!* diye. O rızık, bizi *Tâkib* eder. 

 

Nitekim bir adam *Pilâv* yerken bir *Pirinç* tânesi, boğazına *Takılmış*. Kursağında kalmış, bir türlü çıkmıyor. Çıldıracak.


Doktorlar; *Yarmamız* lâzım, sen en iyisi bir *Hoca*’ya git, diyorlar. O da gidiyor bir *Hoca*’ya. Hoca diyor ki: Bu işi, ancak *Bağdat*’daki falan *Hoca* hâlleder, sen oraya git. 


Adam kalkıyor, *Bağdat*’a gidiyor. O hoca da vaziyeti görünce; Bu *Pirinç* tânesini çıkaracak olan *Hoca*, *Buhâra*’da, sen oraya *Git*, diyor. O da kalkıyor, *Buhâra*’ya geliyor.


*Tekke*’yi buluyor. Hoca efendi *Sohbet* yapıyormuş. İçerisi kalabalık, *İğne* atsan yere düşmez. Kapının *Eşiği*’nde yer bulup oturmuş. O anda bir *Hapşırık* geliyor adama. 


Hapşırınca, o *Pirinç* tânesi fırlayıp *Önüne* düşüyor. Orda bir *Kedi* yavrusu varmış, o *Tâne*’yi alıp kaçıyor. 


Adam da şaşırıyor. *Bu ne hâl yâ Rabbî!* diyor. Geliyor ilk *Hoca*’ya. Vaziyeti anlatıyor. Hoca diyor ki: 


Allahü teâlâ, bu *Pirinc*’in üzerine, o kedinin *İsmi*’ni yazmış, ben ne yapayım. Seni tâ *İstanbul*’dan getirtdi ki, o *Pirinç* tânesini bu *Kedi* yesin diye.


● ● ●  


Efendim, Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâma emir vermiş. *Kazma'yı, küreği al, dağa çık. Orada bir mezar var, onu kaz, bak ne var içinde?* demiş. 


İbrâhim aleyhisselâm bu *Emr*’i alınca hemen o tepeye çıkmış. Bakmış ki, orada büyük bir *Mezar* var. Onu *Kazmış*, içinden bir *Levha* çıkmış. Levhada şöyle yazıyormuş: 


Ben, *Âd Kavmi*’nin pâdişâhıydım. *Bin Sene* yaşadım, *Bin Ordu*’yu yendim, *Bin defâ* evlendim, *Bin Çocuğum* dünyâya geldi. *Servet*’imin sınırı yok. 


Artık bana kimse dokunamaz, derken, *Devâ*’sı olmıyan, *Şifâ*’sı bulunmayan bir *Hastalığa* yakalandım. Her tarafdan, ne kadar *Doktor* varsa getirtdim. 


Onlara; Ne isterseniz vereceğim, yeter ki beni bu hastalıkdan kurtarın, dedim. Bakdılar, etdiler, sonunda; *Biz bu işten âciz kaldık, bir şey yapamıyacağız*, dediler. 


Velhâsıl bu *Dünyâ* beni kandırdı, aldatdı, bâri *Sizi* aldatmasın. Dünyâ bana; *Senin servetin var, sana bir şey olmaz!* dedi. Ona inandım. 


Ama bakdım ki, meğer ben ne kadar *Âciz*’mişim. Bütün *Varlığım*, *Şöhret*’im, *Servet*’im, her *Şey*’im, bu hastalığa *İlâç* olmadı. Onun üzerine bunları yazdırdım. 

● ● ●  

*Büyük*’lerin rûhlarından *İstifâde* edebilmek için bâzı şartlar vardır. Birincisi *Tanımak* ve *Bilmek* dir. 


Ama bu tanımak, *Şeklen* değil, falan yerde bir *Zât* varmış da değil. Ya nasıl? O zâtın büyük bir *Velî* olduğunu, *Mürşid-i kâmil* olduğunu bilecek. 


İkinci şart, *İnanmak*’dır. Bu, geniş mânâlı bir inanmakdır. Şöyle ki, o kişiyi hâtırladığı anda, *Hemen* geleceğine, işiteceğine, yardım edeceğine inanacak. 


*Acaba?* derse, olmaz! Üçüncü şart *Sevmek*’dir, bağlantı kurmakdır. Bu da, başlı başına zâten *Tasavvuf* demekdir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendim, insanlar *Rızk*’ını arar, rızık da, *Sâhib*’ini arar. Hiç kimse, rızkını *Bitirme*’den ölmez. Hiç kimse, hiç kimsenin *Rızk*’ını yiyemez. 


Neden? İsmi yazılı değil çünkü. Herkes, kendi *İsmi* yazılı olan *Rızk*’ı yiyebilir, değilse kursağında kalır. Cenâb-ı Hakkın *Ni’met*’leri, bizi peşimizden *Tâkib* eder. 


Ama *Biz* onları görmeyiz, bilmeyiz. Cenâb-ı Hak onlara emretmişdir; *Sen falancanın rızkısın!* diye. O rızık, bizi *Tâkib* eder. 

 

Nitekim bir adam *Pilâv* yerken bir *Pirinç* tânesi, boğazına *Takılmış*. Kursağında kalmış, bir türlü çıkmıyor. Çıldıracak.


Doktorlar; *Yarmamız* lâzım, sen en iyisi bir *Hoca*’ya git, diyorlar. O da gidiyor bir *Hoca*’ya. Hoca diyor ki: Bu işi, ancak *Bağdat*’daki falan *Hoca* hâlleder, sen oraya git. 


Adam kalkıyor, *Bağdat*’a gidiyor. O hoca da vaziyeti görünce; Bu *Pirinç* tânesini çıkaracak olan *Hoca*, *Buhâra*’da, sen oraya *Git*, diyor. O da kalkıyor, *Buhâra*’ya geliyor.


*Tekke*’yi buluyor. Hoca efendi *Sohbet* yapıyormuş. İçerisi kalabalık, *İğne* atsan yere düşmez. Kapının *Eşiği*’nde yer bulup oturmuş. O anda bir *Hapşırık* geliyor adama. 


Hapşırınca, o *Pirinç* tânesi fırlayıp *Önüne* düşüyor. Orda bir *Kedi* yavrusu varmış, o *Tâne*’yi alıp kaçıyor. 


Adam da şaşırıyor. *Bu ne hâl yâ Rabbî!* diyor. Geliyor ilk *Hoca*’ya. Vaziyeti anlatıyor. Hoca diyor ki: 


Allahü teâlâ, bu *Pirinc*’in üzerine, o kedinin *İsmi*’ni yazmış, ben ne yapayım. Seni tâ *İstanbul*’dan getirtdi ki, o *Pirinç* tânesini bu *Kedi* yesin diye.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Her bir *Rızk*’ın üzerinde, *Kime* âitse, onun *İsmi* yazılıdır. O rızık, döner dolaşır o kimseye *Nasîb* olur. Kimse, kimsenin rızkını *Yiyemez*. Herkes, kendi rızkını *Yer*. 


Meselâ *Afrika*’daki bir *Elma*’nın üzerinde kim’in ismi yazılıysa, döner dolaşır, sonunda o elma, o *Kimse*’ye nasîb olur. Çünkü üzerinde onun *İsmi* var. Başkası onu yiyemez. 


Onun için dünyânın en *Ahmak* insanı, rızkı için *Üzülen*’dir. Bir *Kedi* yavrusuna, tâ İstanbul’dan *Pirinç* tânesi gidiyor kardeşim. 


Çünkü *Cenâb-ı Hak*, daha biz yaratılmadan evvel, daha biz dünyâya gelmeden evvel, *Rızk*’ımızı ve *Nefes* sayımızı yazdı. O, *Ezel*’de biliyordu ve takdîr etdi, yazdı. O, bir *Program*’dır.


Ve mutlaka olacakdır. Onun için insan *Ömrü*, ne bir nefes *İleri* gider, ne bir nefes *Geri* gelir. Ezelde nasıl *Takdîr* edildiyse, *Öyle* olur. Hiç kimse, hiç kimsenin *Rızk*’ını yiyemez.


Hiç kimse, *Rızk*’ını bitirmeden *Ölmez*. Ölmek, rızkın bitdiğine *Alâmet*’dir. Bir insanın rızkı bitdi mi, o artık yaşıyamaz, *Ölür*. 


Kardeşim, ben yeni evlendiğim zaman, bir gün *Efendi* hazretlerine gitmişdim. Bana buyurdular ki: 


Hanımını *Üzersen*, kayınpederini *Üzersen*, kayınvâlideni *Üzersen*, bil ki kabirde kemiklerim *Sızlar*. Kemiklerim sızlar ne demek? Yâni haberim olur, *Üzülürüm*. 


Kabirdekiler, *Dünyâ*’dan haber alırlar, dünyâda olanlardan *Haberdâr* olurlar. Ben de haber alırım ve *Üzülürüm*, buyurdu. 


*Kerâmet*’lerin en büyüğü üç tânedir kardeşim. Birincisi, bu *Büyük*’leri, yâni Allah dostlarını *Tanımak*, ikincisi, onları *Sevmek*, üçüncüsü de onlara *İtâat* etmekdir.