RAMAZAN MERCAN ABİMİZİN HOCAMIZ İLE OLAN HATIRALARI

*Erzincan Askeri Lisesi'nde talebe idik. Bir kimyacı albay geliyormuş, buluşu varmış, dediler. Merakla bekledik. Ben son sınıftaydım. İlk derse geldiler. Tekmil verdik. "Merhaba çocuklar" dediler. Kürsüye oturdular. Defteri imzaladılar. Bir yandan da "Nasip olursa bu sene kimya dersini beraber yapacağız" dediler. Biz hep bir ağızdan "İnşallah hocam" dedik. Sonra kalkıp sıraların arasında dolaşmaya başladılar. "İnşallah maşallah güzel ama çalışmak da lâzım" buyurdular. Musa aleyhisselâm zamanında dağa çıkıp rızık bekleyen adamın kıssasını anlattılar. Askerî lisede talebe olan Ahmed Kömeli ilk olarak Hocamız için Fahri Öztürk Abi'ye "Bu kimyacı albay büyük bir âlim" dedi.


*Ders başında beş dakika dinden bahsederlerdi. Herkes sual sorar, laf lafı açardı. "Hangi kitaplardan dinimizi öğrenebiliriz?" diye soruldu. "Efendim din kitapları üç çeşittir. Para kazanmak maksadıyla yazılanlar. Bunlar doğru ile yanlışı ayırt edemezler. İkinci çeşit dini yıkmak için yazılan kitaplar. Bunlar da bir kuyu düşünün. Kuyudan su çekmek için de bir kova var. Kova bir zincire bağlı. Bu zincirin bütün halkaları sağlam olsa, birisi çürük olsa su almak mümkün olmaz. Üçüncü çeşit kitaplar Allah rızası için yazılan kitaplardır. Din bunlardan öğrenilir" buyurdular. "Böyle bir kitap ismi verebilir misiniz?" denince "Şehirdeki Kıyak Kitabevi'nde bir kitap var. Adı Seâdet-i Ebediyye'dir. Benim de orada yazılarım var. Onu alınız. Fiyatı da 25 kuruştur. Bakın fiyatının ucuzluğu da bunun Allah rızası için yazıldığını gösteriyor" buyurdular. Cumartesi günü hepimiz gidip o kitabı aldık.


*Bir gün derste çalgı çalmanın uygun olup olmadığı soruldu. "Çalgı çalarak geçimini temin etmek uygun değildir, başka iş yapmalıdır" dediler. Ben ve arkadaşım Ayhan Arıkan, musikiye meraklıydık. Saz çalmak istiyorduk. Seâdet-i Ebediyye'ye baktık. Orada çalgı çalmak haramdır, yazıyor. Halbuki derste çalmaktan bahsetmemişlerdi. Gidip sordum. Sanki bir suç işlemiş de bizden özür dileyecekmiş gibi mütevazı bir şekilde "Efendim uygun değildir" buyurdular. Bize yakınlık göstermesi hoşuma gitti. Musikiyle uğraşmaktan vazgeçtik.


*Mektep arkadaşımız Ahmed Kömeli, Cevad Rıfat Atilhan'ın Gizli Devlet kitabını okumam için bana vermişti. Orada Namık Kemal'in babasının mason olduğu yazılıydı. Bir gün laboratuvardan çıktık. Bunu Hocamız'a sordum. "Efendim onun kendisi masondu. Vatan milletten anladığı ise, İstanbul'dan Pendik'e kadardı. Kadınların kızların arasında" buyurdular.


*Bir gün de "Reşad Nuri nasıl biriydi?" diye sordum. "Bozuk bir adamdı. Allah baba kelimesini yerleştirmek için roman yazdı" buyurdular.


*Bir gün de "Yoldaş kelimesi ilmihalde geçiyor. Halbuki bunu komünistler kullanıyor" deyince, "Efendim komünistler başka kelimeleri de kullanıyor. Onlar kullanıyor diye biz de mi kullanmayalım?" buyurdular.


*Bir gün mektebin mescidinde oturduk. "Keşke Hocamız olsa da sohbet etseler" dedik. "Gidip çağıralım" dediler. Fahri Abi'yle gittik. “Efendim şimdi benim işim var. Siz şu notları alın da okursunuz" dediler. Fahri Abi "Ama arkadaşlar sizi bizzat görmek istiyorlar" deyince "Siz gidin, ben de yarım saat sonra gelirim" dediler. Geldiler. Kırmızı kaplı mavi mürekkeple yazılı bir defterden okuyup anlattılar. Mektubat-ı İmâm-ı Rabbânî imiş. Burada "Efendim buluşunuza niçin devam etmediniz?" diye sorduk. Şöyle anlattılar: "Bir gün elimde diplomalarımla bakanlığa gittim. Alâkalı müdüre çıktım. Efendim ben şurayı burayı birincilikle bitirdim; şu işe talibim, demeden, amma da kendinizi methettiniz, dedi. Ben bunları ispat edecek vesikaları ibraza kadirim, dedim. Ama kalmayıp çıktım. Kendimi dine hizmete ve ilme verdim. Kitap okumakla meşgul oldum" buyurdular ve Alman Profesör Arndt ile hatıralarını anlattılar. 


*Bir defasında "Hüccet-ül-İslâm kitabı muteber midir?" diye sorduk. "Değil efendim içinde hatalar var" dediler. Sonra bir gün bu kitabı bastıran Muzaffer Özak'a "Bu kitapta bazı hatalar var" demişler. O da "Artık düzeltmemiz zor" deyince, "Ben düzeltirim" demişler. Düzeltip vermişler. Geldiklerinde "Artık okuyabilirsiniz. Tashih ettik" buyurdular.


*Manisa'dan İstanbul'a izne gelmiştim. Hocamız o zamanlar İsmail Ağa Câmii'nde tekâmül kursuna derse gidiyorlardı. Câmiden eve kadar konuşarak geldik. "Elhamdülillah Falih Rıfkı ile sağır birbirine düştüler. Eskiden sağır derdi ki, 'Falih Rıfkı için bir kolorduyu feda ederim.' Şimdi birbirlerine düştüler" buyurdular.


*1966 yılında teğmen olarak Manisa'dan Mardin'e tayin oldum. Osman Şap Abi bana Hocamız'a götürmek üzere bir mektup verdi. Evlerine götürdüm. Yandaki odaya aldılar. "Efendim sınıra tayin oldum. Kaçakçılıkla uğraşmak üzere" dedim. Hocamız "Efendim para biriktirir, borçlarınızı ödersiniz" buyurdular. Hakikaten orada lojmanda oturdum. Maaşım arttı. Tayin bedeli alıp karavanadan yedim. Masraf edecek yer yoktu. Para biriktirdim. Babama da gönderdim. Sohbet esnasında "Kaçakçıların dini olmaz efendim" buyurdular. Ben "Efendim Cizre'de bir şeyh varmış. Nasıl birisidir?" diye sordum. Hocamız "Kimmiş efendim?" diye sordular. Ben de "Çok meşhurmuş efendim" dedim. Hocamız "Ya öyle mi? Meşhur olmak makbul değildir. Efendi Hazretleri hiç meşhur değildi" buyurdular. Orada ben bazı cemaatleri sordum. Bir tanesi için "Efendim kitap okumuyorlar. Çünki hocaları bir kitabında diyor ki benim şakirtlerim benim kitaplarımdan başka nur aramasınlar. Okumayınca da bilmiyorlar. Geçen gün Milliyet Gazetesi bile yazmış; 'Bizim bildiğimiz İslâmiyet naklîdir. Bu kitaplarda ise hiç nakil yok' demiş. Doğru yazmış. Onlardan birisi de güya cevap vermiş. Yanlış cevap vermiş. Ötekiler ise kitap okuyorlar, ama anlamıyorlar. Geçen en iyi Arapça bilenlerinden birisi bize geldi. Beraber bir kitap okuduk, çözemedi. Onlar bilmiyor, bunlar bilmiyor, siz nerden biliyorsunuz diyeceksiniz. Biz 14 sene Efendi Hazretleri'ni sabah akşam dinledik. Hiçbir zaman şu şöyledir demediler. Hep isim söylediler. Mesela İmam-ı Azam dediler, İmâm-ı Rabbânî dediler. O birincisi hiç isimden bahsetmiyor. Bilmiyor ki bahsetsin" buyurdular.


*1977 veya 78 senesinde bir Cumartesi günü idi. Kırklareli Pınarhisar'da kıdemli yüzbaşıyım. Mehmed Gülçivici Abi orada yüzbaşı; Hüseyin Yener Abi de yedek subaydı. Bir gün Hüseyin Yener geldi. "Müjdemi isterim" dedi ve bir telgraf uzattı. Telgrafta "Yarın Hanımanne, çocuklar, Abdülhakim Abi, Hocamız geliyoruz. Enver Ören" yazıyordu. Çok sevindik. Hüseyin Yener nöbetçiydi. Mehmed Çivici ile gidip nöbeti ayarladılar. Ben de karşılayayım dedim. Burgaz kavşağında karşıladım. Hocamız'ın arabası geldi. Durdu. Enver Abi'ye ben "Efendim yol böyle" dedim. Önce fark etmemiştim. Baktım önde Hocamız oturuyorlar. El salladılar. Arabayı Abdülhakim Abi sürüyordu. Enver Abi "Sen nasıl geleceksin?" dedi. "Efendim arkadan arabalar geçer, ben onunla gelirim" dedim.


Hüseyin Yener'in evine geldim. Balkonda oturuyorlardı. Selâm verdim. Yanlarına oturdum. "Hızır gibi yetiştiniz. Biraz evvel sizi yolda gördük hemen geldiniz" dediler. Elmalılı tefsirinden ve onu okuyup imanını kaybeden yüzbaşıdan bahsettiler. Sonra Hüseyin Abi'ye "Odunu, kömürü, yağı kaça alıyor- sunuz?" diye sordular. Ben de içimden "Niye soruyorlar ki?" diye geçirdim. "Efendim soruyoruz çünki Efendi Hazretleri sorardı" buyurdular. "Efendim abdestimiz var. Olmayan arkadaşlar da alsınlar. Ev sahibi de bize bir imam bulur" dediler. Ev sahibi "Özürlüyüm" dedi. Enver Abi "Ben de özürlüyüm" dedi. Abdülhakim Abi "Ben de özürlüyüm" dedi. Mehmed Gülçivici "Ben de özürlüyüm" dedi. Bana sıra geldi. Ben bir şey diyemedim. Yalan söylesem olmaz. "Sizin özrünüz var mı?" deyince "Yok efendim" dedim. Güldüler. İmam oldum, öğleyi kıldık.

Yemek geldi. Yemekte börek vardı. Abdülhakim Abi böreği dağıtıyordu. "Efendim kaç tane?" diye sordu. "On tane" dediler. Şaşırdı. Güldüler, "Efendim bir tane" dediler. Hüseyin Yener yemek yemedi. "Siz niye yemiyorsunuz?" diye sordular. O da "Ben kışlada yedim efendim" dedi. "Ne yediniz?" diye sordular. "Efendim fasulye vardı. Yemekler dökülüyor, yenmiyor" dedi. Hocamız "Efendim yağındandır. Yağı iyi değildir. Yemek demek yağ demektir" buyurdular. O sohbette, yağmur yağarken, "Allah'ım bu yağmuru denize yağdıracağına, çöllere yağdırsan, oradaki kulların susuzluktan perişan" dediği için kutupluğu elinden alınan, sonra Abdülhalık Goncdüvânî hazretlerine sığınarak affedilen Cezâir-i Hâlidat kutbunun kıssasını anlattılar. Sonra istirahata geçtiler. Biz ayrıldık. İkindiden sonra da gittiler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder