MECELLE

 Asıl adı; Me­cel­le-i Ah­kâm-i Ad­li­ye olan meş­hur Me­cel­le; Os­man­lı Dev­le­ti za­ma­nın­da, 1869–1876 yıl­la­rı ara­sın­da Ah­met Cev­det Pa­şa baş­kan­lı­ğın­da­ki 14 ki­şi­lik bir il­mî he­yet ta­ra­fın­dan, Ha­ne­fî mez­he­bi­ne gö­re bö­lüm bö­lüm ha­zır­la­na­rak ka­bul edi­len, İslâm dün­ya­sı­nın ilk ve en önem­li me­de­nî ka­nu­nu­dur.

17 Ey­lül 1876 (H. 26 Şâ­ban 1293) ta­ri­hin­de ilân olun­muş ve 1877 yı­lın­da Sul­tan Ab­dül­ha­mid Hân za­ma­nın­da tat­bik edil­me­ye baş­lan­mış ve 1926’da yü­rür­lük­ten kal­dı­rıl­mış­tır.

Me­cel­le; bir gi­riş ile 16 bö­lüm­den mey­da­na gel­miş ve top­lam 1851 mad­de­dir. İçin­de umu­mî pren­sip­ler­le il­gi­li 100 mad­de­ye ilâ­ve­ten, borç­lar, ti­ca­ret, eş­ya ve mu­ha­ke­me hu­ku­ku­na dâ­ir hü­küm­ler bu­lu­nan mü­kem­mel bir eser­dir.

İs­lâm Hu­ku­ku de­ni­lin­ce bir­çok kim­se­nin ha­tı­rına Me­cel­le ge­lir­se de, İs­lâm Hu­ku­ku­nun ta­ma­mı Me­cel­le’den ibâ­ret de­ğil­dir. Me­cel­le, yal­nız Ha­ne­fî mez­he­bi­nin mu­âme­lâ­ta âit hü­küm­le­ri­ni ih­ti­vâ et­mek­te­dir.

Me­cel­le ya­zıl­ma­dan ön­ce, asır­lar bo­yun­ca bü­tün İs­lâm mem­le­ket­le­rin­de ve bu ara­da Os­man­lı Dev­le­tin­de uy­gu­lan­mış olan İs­lâm Hu­kû­ku­nun bâzı hü­küm­le­ri, fıkıh ki­tap­la­rı ve fet­va­lar yar­dı­mı ile ha­zır­lan­mış ve her an her­ke­sin mü­ra­ca­at edip, ko­lay­lık­la an­la­yıp tat­bik ede­bi­le­ce­ği sa­de mad­de­ler hâ­li­ne ge­ti­ril­miş­tir.

1918’den son­ra Os­man­lı Dev­le­ti’n­den ay­rı­lan mem­le­ket­ler­de, da­ha son­ra bu­ra­lar­da ku­rul­muş olan dev­let­ler­de Me­cel­le, mo­dern mah­ke­me­ler­ce me­de­nî ka­nun ola­rak tat­bik edi­le­ gel­miş­tir. Ar­na­vut­luk’ta 1928, Lüb­nan’da 1932, Su­ri­ye’de 1949 ve Irak’ta 1953’de Me­cel­le’nin ye­ri­ni ye­ni me­de­nî kâ­nun­lar al­mış­tır. Da­ha ön­ce 1878’de Os­man­lı Dev­le­ti’n­den ay­rıl­mış olan Kıb­rıs’ta ve İs­ra­il ile Ür­dün’de hâ­lâ me­de­nî hu­ku­kun esa­sını, Me­cel­le teş­kil et­mek­te­dir.

————————————

ANNE HAKKININ ÖNEMİ

 Vak­tiy­le, es­ki bir ka­vim­de Cü­reyc is­min­de bir âbid var­dı. Ge­ce gün­düz ibâ­det ile meş­gul olur­du. Bu âbi­din yaş­lı an­ne­si bir­gün ses­len­di:

- Oğ­lum, gel de şu işi­mi gö­rü­ver!

Bu es­na­da oğ­lu nâ­fi­le ibâ­det­le meş­gul­dü ve gel­me­di. An­ne­si, çok üzü­lüp şöy­le bed­duâ et­ti:

- Kö­tü ka­dın­la­rın if­ti­ra­sı­na uğ­ra!

On­la­ra kom­şu kö­tü bir ka­dın var­dı. Bu ka­dın, bir­gün ço­ba­nın­dan gay­ri­meş­ru şe­kil­de hâmile kal­dı. Za­ma­nın hü­küm­da­rı, ko­nu­nun araş­tı­rıl­ma­sı­nı em­ret­ti. Ka­dın ce­za­lan­dı­rı­la­ca­ğın­dan kor­kup, su­çu kom­şu­su âbi­din üze­ri­ne at­tı.

Hü­küm­dar, âbi­di ça­ğır­tıp de­di ki:

- Ey Cü­reyc! Bir yan­dan ibâ­det ile meş­gul olup, âbid­lik tas­lı­yor, di­ğer ta­raf­tan da zi­na gi­bi bü­yük bir gü­na­hı iş­li­yor­sun.

- Ben böy­le hiç­bir şey yap­ma­dım. Ba­na bu if­ti­ra­yı ya­pan kim­dir aca­ba?

- Kom­şun olan filan ka­dın se­ni şi­kâ­yet et­ti.

Bu­nun üze­ri­ne, genç, ha­ta­sı­nı an­la­dı. De­mek ki, an­ne­si­nin bed­du­âsı tut­muş­tu. Hü­küm­dar­dan bir müd­det izin alıp an­ne­si­ne gi­dip yal­var­dı:

- An­ne­ci­ğim, ba­na; “Kö­tü ka­dın­la­rın if­ti­ra­sı­na uğ­ra!” di­ye bed­duâ et­miş­tin ya, Ce­nâb-ı Hak, bed­du­ânı ka­bul et­ti. Fa­lan ka­dın ba­na if­ti­ra et­ti. Hü­küm­dar be­ni ce­za­lan­dı­ra­cak. Ne olur be­ni af­fet de if­ti­ra­dan kur­tu­la­yım. Bir da­ha hiz­met­te ku­sur et­me­ye­ce­ğim.

An­ne­si, oğ­lu­nun pe­ri­şan hâ­li­ni gö­rün­ce, da­ya­na­ma­yıp şöy­le duâ et­ti:

- Yâ Rab­bî! Eğer oğ­lu­ma et­ti­ğim bed­duâ ka­bul ol­muş ise, onu üze­rin­den kal­dır! 

An­ne­si­nin du­âsı­nı alan genç, hü­küm­da­rın hu­zu­ru­na çı­kıp de­di ki:

- Ba­na if­ti­ra eden ka­dı­nın tek­rar ifa­de­si­nin alın­ma­sı­nı is­ti­yo­rum.

Ka­dı­nın tek­rar ifa­de­si­ne baş­vurul­du­ğun­da, bu de­fa da de­di ki:

- Ben if­ti­ra et­tim. Bu­ kom­şu­mun su­çu yok.

Âbid böy­le­ce ser­best bı­ra­kıl­dı.

*    *     *          

Pey­gam­ber efen­di­miz, bir de­fa­sın­da Es­hâ­bı ile soh­bet eder­ken bu hâ­di­se ile il­gi­li ola­rak bu­yur­du ki:

“Eğer Cü­reyc fı­kıh bil­gi­si­ne sâhip bu­lun­say­dı, ana­sı­na hiz­met et­me­nin, Rab­bi­ne nâ­fi­le ibâ­det et­mek­ten da­ha üs­tün ol­du­ğu­nu bi­lir­di.”

Ahiret seâdeti

 Dünya seadeti için söz söyleyenler, kitab yazanlar ve bunu dikkatle okuyanlar, dinleyenler çokdur. Ahiret seadetine gelince : Buna dair Hakkın kitabı (Kur'an-ı kerim) ve Peygamber efendimizin aleyhisselam sözleri( Hadis-i şerif) ve din alimlerinin binlerce kitabları vardır. Fakat, bugün bunları okuyan, bunları söyleyen, söyleyenleri ve yazanları dinleyen az insan kalmışdır. Çok ehemmiyetli olan ahiret seadeti adeta unutulmuş, sanki böyle bir şey yokmuş gibi bir gaflet içinde bulunmaktayız. Bu ise, felaketin en tehlikelisi ve akibetlerin en korkuncudur.

(Tam ilmihal)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Enver âbi*, çok sevdiği bir âbiye demiş ki: *Başarılı olmak istiyorsan, kendini (yok) bil. Kendinde bir (varlık) vehmetme, yoksa başarılı olamazsın!* 


Böyle demiş efendim. Kendisi anlatdı bana. Çok hoşuma gitdi, *Çok güzel* söylemiş. Hakîkaten öyledir. Allahü teâlâ buyuruyor ki: 


*Kulum benden ne isterse, ona o kapıları açarım, o yolu, ona kolaylaştırırım!* buyuruyor. Yâni kalbimizdeki istikâmet çok mühim kardeşim. 

********

*Kitap okumak*, dînini öğrenmek için *Şart* dır. Efendimiz aleyhisselâm, bir hadîs-i şerîfde buyuruyor ki: *İlm’in rütbesi, derecesi, bütün rütbelerin en yücesidir*. 


Bir hadîs-i şerîfde de Efendimiz aleyhisselâm buyuruyor ki: *Bir âlimin ölümü, bir âlemin ölümü gibidir*. Yâni bir âlim vefât ederse, bütün *Âlem*, bütün insanlar *Ölmüş* gibi olur. 


Sadaka için verilen para, Allah yolunda *Gazâ* için verilen *Para* nın kıymeti yanında *Hiç* kalır. Gazâ için harcanan para da, *Emr-i mâruf* için harcanan *Para* yanında *Hiç* kalır. 


Tarîkate intisâb etmek *Müstehab* dır, vâcib olan, kalbin temizlenmesidir. Ahlâk bilgilerini,  *İslâm Ahlâkı* kitâbından okumak ise *Farz* dır. 


Velhâsıl, tarîkate girmek, *Müstehab*, kalbin temizlenmesi *Vâcib*, İslâm Ahlâkı kitâbını okumak, öğrenmek ise *Farz* dır kardeşim. 

********

İnsanın iki *Zîneti* vardır efendim. Biri *Edeb*, diğeri de *Tevâzû* dur. Bu din, tamâmen edebdir. Başı da, ortası da, sonu da *Edeb* dir. 


Edeb, *Haddini bilmek* dir. Her kemâlât, her iyilik, *Tevâzû* dan meydana gelmişdir. 


Allahü teâlâ âhiretde, bu hizmetlerimizden dolayı, bana bir *Ni’met* verirse, yâni *Cenneti* ni nasîb ederse, derim ki: 


*Yâ Rabbî! Ben bu hizmetleri yalnız başıma yapmadım, bana yardım eden kardeşlerim vardı, onları da isterim*, derim.


Ve *Mahşer* meydanına dönerim. Bu hizmetlere iştirak eden bütün *Âbiler* in, bütün *Arkadaş* ların hepsini bir bir alır, onları *Başımın* üzerinde taşır, hep birlikte *Cennete* gireriz kardeşim.

Şeytanın işine biz mi karışacağız

 


Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ahmet Mekkî efendi derdi ki: *Âhir zamanda geleceği müjdelenen ve islâmiyeti bütün dünyâya yayacak olan cemâat, Hilmi beyin talebeleridir*.


Böyle derdi ve ardından; *Çünkü onlar, İslâmı doğru olarak bütün dünyâya yayıyorlar, ben şâhidim*, derdi.


*Mekkî Efendi*, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin oğludur. Üsküdar’da ve Kadıköy’de yıllarca *Müftülük* yapmıştır. Büyük *Âlim* dir kendisi.

********

Eğer bir şey başlamışsa, o *Bitdi* demekdir. Onun için doğmak, *Ölme* nin alâmetidir. Çünkü Allahü teâlâ bu hayâtı, *Anne karnında* devâm etsin diye yaratmamışdır. 


Anne karnında bir müddet kalsın diye yaratmışdır. Ondan sonra *Dünyâ* ya göndermişdir. Ama hep *Dünyâda kalsın* diye yaratmamışdır, dünyâda bir müddet kalsın diye yaratmışdır. 


Ondan sonra *Âhirete* gidince; *İşte, senin vatan-ı aslîn burası!* diyecekdir ve ebedî olarak, *Sonsuz* olarak bir *Hayât* başlıyacakdır. Şu dünyâda, bizden bahtiyâr kimse yok kardeşim.

********

*Cumâ gününde öyle bir zaman vardır ki, o zamanda yapılan duâ red olmaz!* diyor Peygamber Efendimiz. Ulemâ da diyor ki: *Bu zaman, ekseriyâ ikindi namâzı vaktidir*. 


Buhâra’da, âlimler bir araya toplanmışlar, demişler ki: *Bu saat mâlum olsa, bilinse, Allahü teâlâdan ne isterdiniz?* 


Âlimlerden bâzısı demiş ki: *Son nefesde îmân isterim*. Bâzısı demiş ki: *Benim çocuğum olmuyor, Allahdan bir evlât isterim*. 


Kimi de demiş ki: *Ben fakîrim, cenâb-ı Hakdan ev isterim, mülk isterim* demiş. Sıra gelmiş *Ubeydullah-ı Ahrâr* hazretlerine. O zât da buyurmuş ki: 


*Eğer o duânın kabûl olduğu saati bilsem, Rabbimden sohbet-i sâlihîn isterim. Yâni Allahın sevdiği kullarıyla berâber olmak isterim*, buyurmuş. 


Bütün *Kemâlât*, yâni bütün *Fazîlet* ler, Allah dostlarının sohbetindedir kardeşim. Onların *Sohbeti* ele geçdi mi, *Herşey* ele geçmiş demekdir. Şimdi arayın da bulun o büyük zâtı. 


Yok öyle bir büyük zât. Ancak onların *Kitapları* var şimdi elde. İşte bizim *Seâdet-i Ebediyye* kitâbımız ve diğer *Kitaplarımız* var. İşte bu kitaplar, o *Allah dostları* nın sözleridir kardeşim.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir kâfir, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin *İhyâ-ül Ulûm* kitâbının sayfalarını, muhabbetle çevirse, *Îmâna* gelir. 


Bir mü’min de, bir kâfirin kitâbını muhabbetle çevirse, mâzallah *Kâfir* olur efendim. O gün olmasa da, bir gün olur. Çünkü satırlar arasından çıkan *Zulmet*, mutlaka birgün te’sîrini gösterir.  


*Enver âbi* bir rüyâ görmüş efendim, bana anlatdı. *Efendi* hazretlerini görmüş. Oğlu *Mekkî Efendi* de varmış. Mekkî Efendi, babasına;


*Babacığım, Seâdet-i Ebediyye kitâbını yazmak hakkını niye Hilmi beye verdin?* diye sormuş. Yâni ben burdayım, bana niye vermedin? der gibi sormuş. Efendi hazretleri de; 


*Çünkü Efendi’yi anlıyan bir Efendi çıkdı. Otuz sene İstanbul halkına ne anlattıysam, hepsi o kitâbın içinde var*, buyurmuşlar. Enver âbi bunu bana anlatdı, çok sevindim. 


Bugün, yer yüzünde, böyle bir *Topluluk* yok kardeşim. Böyle bir *Hizmet* de yok. Neden? Efendi hazretlerinin bereketi. Mekkî Efendi şâhit. 


Efendi hazretlerinin vefâtlarına yakın ziyârete gitdiğimde, beni yatağının içine alır ve elini uzatıp, *Hilmi, elimi sık!* derdi. Ben de sıkardım, biraz gevşetsem, *Devam et, sık!* derdi. 


*Mekkî Efendi* de bunu görürdü. Nitekim kendisi, bu hâdiseyi aynen Enver âbiye anlatmış efendim. Orada başka arkadaşlar da varmış. 


Hattâ Mekkî Efendi; *Öyle zannediyorum ki, o günlerde babam, kalbinde ne varsa, hepsini Hilmi’ye verdi, hepsini onun kalbine akıtdı*, demiş.  

********

Bütün âbilere söylüyorum, tavsiye ediyorum, hattâ vasiyyetime bile yazdım, *Arkadaşlar, her gün muhakkak bir iki sayfa da olsa, Tam İlmihâli okusunlar*, diye. 


*Mektûbât* kitâbımızın ilk sayfasında da var bu. Bizim Abdülhakîme hitâben bir *Yazı* yazdım oraya. 


*Oğlum! Bu kitap süs eşyâsı değildir. Okumak, öğrenmek ve tatbîk etmek için yazılmışdır*, diye devâm ediyor. Dînimizi öğrenmek herkese *Farz* dır. Okumayınca nasıl öğrenilecek?

Kurban nasıl kesilir

  Sual: Kurban keserken dikkat edilecek hususlar nelerdir?

CEVAP

Maddeler halinde bildirelim:

1- Önce diz boyu çukur kazılır. Kurbanın gözleri tülbentle bağlanır. Kıbleye dönük olarak sol yanı üzerine yatırılır. Boğa, tosun gibi büyük baş hayvanların kolay kesilebilmesi için çengele asılması caizdir. Boğazı çukurun kenarına getirilir. İki ön ve bir arka ayakları, uçlarından bir araya bağlanır. Üç kere bayram tekbiri okunur. Sonra, bismillahi Allahü ekber diyerek, deveden başka hayvanın, boğazından kesilir. Bismillahi derken, h’yi belli etmek gerekir. Belli edince, Allahü teâlânın ismi olduğunu düşünmek lazım olmaz. h’yi açıkça belli etmezse, Allahü teâlânın ismini söylediğini düşünmek gerekir. Bunu da düşünmezse hayvan leş olur, yenmez. Sadece Bismillahi veya Bismillahirrahmanirrahim yahut Lâ ilâhe illallahü demek de caizdir. Fakat evlâ olanı, (Bismillahi Allahü ekber) demektir.


2- Besmele çekilince, hemen kesmek şarttır. Besmele çektikten sonra bıçağı bilerse, Besmeleyi tekrar etmesi gerekir. Besmele çektikten sonra, hayvan yerinden kalkarsa, yatırdığı zaman tekrar Besmele çekmesi gerekir; fakat bir kelime söylemek, bir lokma yemek ve bir yudum su içmek gibi az bir ara vermenin zararı yoktur. Besmele çektikten sonra, elindeki bıçağı bırakıp, başka bir bıçak alsa, Besmeleyi tekrar çekmesi gerekmez.


3- Bir hayvan için Besmele çekildikten sonra, onu bırakıp başka bir hayvan kesilecek olsa, Besmeleyi tekrar çekmek gerekir.


4- Arka arkaya birkaç hayvanı boğazlayacak kişinin, hepsi için ayrı ayrı Besmele çekmesi gerekir; fakat hayvanları, üst üste yatırıp kesecek olsa, bir Besmele kâfidir. Bir hayvanı iki kişi kesse, ikisinin de Besmele çekmesi gerekir.


5- Besmele unutulursa zararı olmaz. Kasten Besmelesiz kesmek haramdır.


6- Hayvanın boğazında yemek, nefes borusu ve iki yanda birer kan damarı vardır. Bu dört damardan üçü bir anda kesilmelidir.


7- Şafii’de, yemek borusuyla nefes borusu kesilirse kâfidir. Ancak gırtlak düğümü baş tarafında kalmalıdır. Gırtlak düğümünün tamamı vücut tarafında kalırsa, kesilen hayvan yenmez.


8- Kurban kesenin, kıbleye karşı dönmesi sünnettir.


9- Erkek ve kadın Müslümanın, cünübün, delinin, bunağın, çocuğun ve sarhoşun Besmeleyle kestiği hayvan yenir. Ehl-i kitabın [Hıristiyan veya Yahudi'nin] kestiği de yenir. Fakat ehl-i kitaba kurban kestirmek mekruhtur. Dilsiz ve sünnetsizin, hayvan kesmesi mekruhtur.


10- Solak bir kimsenin, sol eliyle kurban kesmesinde mahzur yoktur. Temiz işleri yaparken, sağdan başlamak sünnet-i zevaiddir, yani müstehabdır. Bir özürle soldan başlamak mekruh olmaz. Yani sol elle kesilen hayvan ve kurban yenir.


11- Bir ihtiyaç varsa, kurbanı bayıltıp kesmek caizdir. Başını bir kerede koparıp kesilen de yenir; fakat öyle kesmek günah olur. Hayvanı ensesinden kesmek haramdır; ama eti yenir.


12- Kurban hayvanını yüzmek için, şişirmek caizdir.


Sual: Büyük hayvanı kurban ederken arka ayağından traktör veya vinç vasıtası ile asarak kesmek hayvana eziyet vermek sayılır mı? 

CEVAP

Böylesi daha uygundur. 


Sual: Almanya’da kurbanları müslüman kesiyor, gayrı müslim yüzüyor. Böyle yüzülmüş kurban etini yemek caiz midir?

CEVAP

Yenmesinde mahzur yoktur. İmam-ı Rabbani hazretleri, gayrı müslim, bir şeye elini sürünce, o şeyin pislenmeyeceğini bildiriyor. Kitab ehli olan gayrı müslimlerin, Besmele ile kestiklerini yemenin de caiz olduğunu açıklıyor. Fakat zaruretsiz yememek iyi olur. 


Sual: Hayvanı boğazlarken, Meri, Hulkum ve Evdac damarlarını kestikten sonra, hayvanın canı çıkmadan bir başkası besmelesiz olarak kafasını keserse, bu şekildeki kesim caiz mi?

CEVAP

Öyle yapmak uygun değil, besmele ile de olsa uygun olmaz. Fakat eti yenir. 


Sual: Kurban kesene ücret olarak kurbanın eti ve derisi verilir mi?

CEVAP

Kurban kesene ücret olarak kurbanın eti ve derisi verilmez. Derisini, evde dağarcık, mest, sofra, seccade gibi şeyler yapıp kendisi de kullanır. Derisi, eti satılırsa, parası fakire sadaka verilir. 


Sual: Abdestsiz kurban kesmek caiz midir?

CEVAP

Sahih olur. Hatta mecbur kalınsa, cünüp kesilse de sahih olur. (Fetava-i Hindiyye)


Hayvanı şişirmek

Sual: Kurban hayvanını yüzmek için, şişirmek caiz midir?

CEVAP

Caizdir.


Hayvan keserken Besmele

Sual: Hayvan keserken (Bismillahirrahmanirrahim) denmez mi? Denirse hayvan yenmez mi?

CEVAP

Besmelenin tamamı söylenince de, kesilen hayvan yenir. Evla, yani daha iyi olanı (Bismillahi Allahü ekber) demektir. Sadece Bismillahi dense veya sadece Allahü ekber dense de caizdir. Hayvan keserken, Bismillahi veya Allahü ekber demek farzdır. Besmelenin tamamını söylemek de caizdir. (İbni Abidin)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Siz o kadar *Mümtaz* ve *Seçilmiş* insanlarsınız ki kardeşim, Allahü teâlâ size bu temiz kalbi nasîb etmiş. *Elmas* hiç kalır yanında. Çok *Kıymetli* olan bu elmas, hepinizin kalbinde var. Daha ne istiyorsunuz? 


Bu *Ni’met* verilmişse, *Herşey* verilmiş demekdir. Allahü teâlâ, bu dîne *Hizmet* edenleri, sâdece ibâdetle meşgûl olan ve harâmdan sakınan *Âbidler* den daha çok seviyor. 


Bu gençler, *İslâm* ın yayılmasına *Hizmet* edecek, bizim de mezarda, rûhumuz *Şâd* olacak inşallah. 


Efendim, bu dünyâda, hem *Dünyâ* seâdeti, hem de *Âhiret* seâdeti, iki şeye bağlıdır. Bu iki şeyi yapan, *Râhat* eder. Bundan daha sağlam bir *Sigorta* yok efendim. 


Birincisi, *Peygamber* aleyhisselâmın izinde *Yürümek* dir. Onun bildirdiği, Onun teblîğ etdiği dîne *Tâbi* olmak dır. Tabii bunun için de, bu dîni öğrenmek lâzımdır. 


Peygamber aleyhisselâmın buyurdukları, anlatdıkları bu *Dîni*, yine Onun *Vârisleri* nden birinin *Ağzı* ndan, *Kalem* inden, *Kitâb* ından öğrenmek şansı, pek az bulunan, çok büyük bir *Ni’met* dir. 


Bunu öğrenmek imkânını Allah birine vermişse, ne büyük *Seâdet* dir. İşte siz, bu *Şansa* sâhipsiniz kardeşim. 


Allahü teâlâ, bütün Peygamberleri, tek bir maksatla, yâni *Kullarımı ateşden kurtarın!* diye göndermişdir. İşte buna *Cihâd* denir. Cihâd demek, Onun kullarına *İslâmı* anlatmakdır.


Onları *İslâma* dâvet etmekdir. Siz, bu vazîfeyi yapdığınız için, Peygamberlik vazîfesine tâlipsiniz kardeşim. Onun için, sizin yeriniz, *Başımızın üstü* dür. 


Cennetin en yüksek derecesi *Şehîdlere* mi verilir? Hayır. *İslâmiyeti Yayanlara* verilir. Zâten şehîdler de, islâmiyeti yaymak için *Şehîd* oluyorlar. 


İslâmiyeti yayanlara, *Cennet* de en yüksek derece var. Peygamber Efendimize sormuşlar: *İnsanların en kıymetlisi kimdir?* diye. 


Efendimiz, bu suâle şöyle cevap vermiş: *İnsanların en iyisi, dînini öğrenen ve öğrendiğini başkalarına öğretendir* buyurmuş.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Vücûdumun her zerresi gelse de dile. Şükrünün binde birini yapamam bile* buyuruyor İmâm-ı Rabbânî hazretleri. 


Dînini *Yaymak* hizmetinde kullanıyor bizleri Allahü teâlâ. Çok büyük *Ni’mete* mazhar olmuşuz kardeşim, çoook. Elhamdülillâh, çok *Şükür* Allahımıza. 


Bu *Ni’met*, bütün dünyâ ve âhiret ni’metlerinden daha *Üstün* dür. Niçin? Çünkü bu, Peygamberlik vazîfesidir. Bunu yapanlar, Peygamberlerin *Vârisleri* dir. 


Bir *Mürşid-i kâmil* in kitaplarını okuyan veyâhut da gömleğini giyen, takkesini kullanan, bu *İrtibât* vâsıtasıyla o büyük zâtdan *İstifâde* eder. 


Bütün mesele, *İrtibâtı* kurabilmekdir. Başka türlü kuramıyorsak, mutlaka bir şeyle irtibât kurmamız îcab ediyor. Nasıl meselâ?


Ya Onun *Kabri* ne gideceğiz, ya Onu *Seven* birine gideceğiz, ya Onun çok *Sevdiği* birini göreceğiz, ya da Onun *Kitâbını* okuyacağız. 


Niçin? Sırf, o mürşid-i kâmil ile *İrtibât* kurmak için. Bu asrın mürşid-i kâmili, *Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye* dir kardeşim. 


Çünkü bu kitap, yüzlerce, binlerce *Evliyâ* nın, *Âlimler* in, *Büyükler* in, *Velîler* in mübârek sözleridir. Velî demek, Allahü teâlânın *Sevdiği* kul demekdir. Velî, Allahın *Dostu* dur 


Ona, mânevî bağ ile bağlanacağız. Demek ki, Mürşid-i kâmile *İnanmak* ve Onu *Sevmek*, seâdetin anahtarıdır. Peygamber Efendimiz, mürşidlerin reîsidir. Onu sevene *Müslümân* denir. 


Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için çalışana, uğraşana *Sâlih* insan denir. *Allah sevgisi* ne kavuşmak için uğraşıyor, bizim gibi işte. İnşallah biz de *Sâlih kullar* dan oluruz kardeşim. 


Bu sevgiyi kazanmış olana *Velî* denir, *Evliyâ* denir. *Mürşid-i kâmil* ler, Velîler arasından seçilmişlerdir. Bunlar, başkalarını da kurtarmak için çalışırlar. Onları sevdik mi, *Bağlandık* demekdir. 


Sevmek de, *Tâbi olmak* demekdir. Sevmek iki şeydir; Biri, *İnanmak*, ikincisi de *Tâbi olmak*. Velîyi görürse, sohbetinde bulunursa, daha çok *Feyz* alır, yâni kalbi *Nûr* lanır. 


Şimdi, bir *Mürşid-i kâmil* dünyânın hiçbir memleketinde yok gibidir. Görmek şerefine kavuşmaya *İmkân* yok. Herkese, kabiliyeti kadar *Feyz* gelir. 


İslâmiyete uymıyanlara hiç feyz gelmez, islâmiyete uyanlara *Feyz* gelir. O büyükleri *Sevenler* de, o büyüklerden gelen *Feyz* leri alırlar kardeşim.

Ne incit ne de hor gör

Eskiden hukuk fakültesini birincilikle bitirenleri mükâfat olarak Medîne-i Münevvere’ye kadı (hâkim) olarak tayin fazla ederlermiş. Gönlü Rasûlullah aşkı ile dolu olan bir genç bunu duyunca bütün gayretini sarf ederek, hukuk fakültesini birincilikle bitirmeye karar vermiş. Gündüz okulda, gece ise evinde mum ışığında ders çalışır, uyku bastırınca parmağını yanan muma tutar, parmağını yakar, uykusunu dağıtırmış. Bir de adak adamış: “Eğer ben bu okulu birincilikle bitirir, Medine’ye hâkim olursam, yolda ilk karşıma çıkıp, benden yardım isteyene cebimdeki en büyük parayı vereceğim.” diye.


Neticede okulu birincilikle bitirip Medine’ye hâkim olmaya hak kazanır. Tayini yazılır ve yolcu edilir. Uzun bir yolculuktan sonra yolu Şam’a uğrar. Emeviye Camii’nde namaz kılıp, Allah’a şükürler eder. Fakat gönlü Rasûlullah aşkı ile yandığı için orada çok fazla eğlenmeden tekrar yola koyulmak için davranır. Zira tüm arzusu hasret olduğu Rasûlullah’a ve o mukaddes topraklara bir an evvel ulaşıp hasret gidermektir. Bu hasret ve muhabbet hali içerisinde camiden çıkarken gözleri dolar ve bir an Rasûlullah’a kavuşmuş gibi bir hâl zuhur eder kendisinde. Ağlar bir halde camiden çıktığında bir meczup karşısına geçerek:


“-Şey’en lillah! (Allah için bir şey ver.)” der. Genç hâkim, cebinde ona vereceği bozuklukları araştırırken meczup:


“-Genç hâkim, adağını unutma!” der. Genç hâkim irkilir. Çok şaşırmıştır… «Bu adam da kim? Yapmış olduğum adağı nereden biliyor?» diye düşünerek elini cebine götürür ve cebindeki en büyük para olan beşibirliği çıkarıp, hiç tereddüt etmeden meczuba uzatır. Uzatırken de:


“-Allah için Rasûlullah aşkına, canımı istesen veririm… Helâl olsun.” der. Meczup, parayı alır almaz oradan uzaklaşır. Uzaklaşırken de anlaşılmayan birtakım şeyler söylemektedir…


Daha sonra yoluna devam eden sevdalı hâkim, haftalar süren meşakkatli bir yolculuğun nihayetinde âşık olduğu Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-‘ in şehrine varır. Onu karşılamaya gelenler, genç hâkimi alıp, ikâmet edeceği yere götürürler.


Genç hâkim, vardığı yerde fazla eğlenmeden ilk iş olarak abdestini tazeler ve Rasûlullah’ı ziyaret etmek üzere Ravza-i Mutahhara’ya gider. Ravza’nın kapısını bu genç hâkime açarlar ve: «Buyur!» derler. Genç hâkim, bir edep âbidesi hâlinde salât u selâm getirerek Ravza’ya girer. Bir de ne görsün?!. Birisi ayaklarını Rasûlullah’a karşı uzatmış vaziyette, huzûr-ı Peygamberî’de upuzun yatıyor!.. Bu durum genç hâkimin çok zoruna gider. Rasûl’e karşı yapılan bu saygısızlığı bir türlü hazmedemez ve o zâtı îkaz amacıyla ayağının ucuyla ayaklarına dokunur. Yatan adam başını kaldırıp dik dik genç hâkime baktıktan sonra tekrar başını koyar ve uyumaya devam eder. Adamın pervasızlığını gören hâkim, kendi iç huzuruna halel gelmesin diye îkazında ısrar etmeden ziyaretini îfâya koyulur.


Genç hâkim ziyaretini yapar, arzusuna nâil olmanın huzuru içinde ikâmetgâhına döner ve istirahata çekilir. Kısa bir dalıştan sonra rüyâ görür:


İki polis genç hâkime:


“-Genç hâkim, mahkemeden çağrılıyorsunuz, götürmeye geldik.” demektedir.


“-Ne imiş suçum, ne yapmışım?”


“-Bilmeyiz ama daha gelir gelmez bu diyarlarda bir hâkim olarak suç işlemen çok abes oldu.” derler. Genç hâkimi alıp mahkemeye götürürler. Genç hâkim, mahkeme heyetinin karşısına çıkınca donup kalır… Çünkü heyetin başkanı Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sağda Ebûbekir ve Ömer, solda Osman ve Ali -radıyallâhu anhüm- oturmaktadır. Sonra kafasını dâvâcıdan tarafa çevirir, dâvâcıya bakar, biraz evvel Ravza’da yatan kişidir.


Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:


“-Genç hâkim, hakkınızda şikâyet var, benim huzurumda şu kardeşini rahatsız etmişsin, doğru mu?” diye sorar.


“-Doğru yâ Rasûlâllah! Doğru ama ben onu incitmek için değil, huzurunuzda edebe uymayan bir hâlde olduğunu görüp kendine gelmesi için îkaz etmek istemiş ve ayaklarına ayağımla dokunmuştum. Kötü bir niyetim yoktu.” der. Dâvâcıya dönen Rasûlullah:


“-Dâvâ ettiğin kişiyi dinledin, ne diyorsun?” diye sorar. Adam:


“-Mademki niyeti iyi imiş, ben de onu affettim, yâ Rasûlallah!” der. Rasûlullah bu sefer şâhitlere dönerek:


“-Şâhit misiniz, yâ Ebâbekir, yâ Ömer, yâ Osman, yâ Ali?” deyip hepsini tek tek eliyle işaret ederek genç hâkime gösterir. Onlar da şâhitlik ederler.


Genç hâkimle dâvâcı hûzûr-ı Rasûlullah’ta kucaklaşıp, helalleşirler. Bu esnada çok heyecanlanan genç hâkim, uykusundan uyanır. Derhâl abdest alır, şükür namazı  kılar ve . Bakar ki, aynı kişi hâlâ orada aynı şekilde yatıyor. Genç hâkim, hemen davranıp yatan adamın ayaklarını öpmeye başlar. Adam, başını kaldırır:


“-Yahu sen ne biçim adamsın, biraz evvel teptin, şimdi öpüyorsun, ne var, ne istiyorsun benden?” der. Genç hâkim, özür diler ve:


“-Hakkını helâl et, efendim” der. Adam:


“-Yahu sen nasıl bir adamsın? Seninle biraz evvel Rasûlullah’ın huzurunda barışmadık mı, kucaklaşmadık mı? Hem sana senelerden beri âşık olduğun Rasûlullah’ı ve dostlarını gösterdim… Bundan başka ne istiyorsun benden? Yoksa Şam’da verdiğin beşibirliği mi istiyorsun? Al!..” diyerek beşibirliği de verip ortadan kaybolur.

Kimin kabrini arıyorsunuz?

 MENKIBE: SEYYİD FEHİM ARVASΠ

*Büyük velî Seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerinin, henüz çocukken hârikulâde hâlleri vardı.*


Biri şöyleydi meselâ:

Onun bir amcazâdesi vardı.

Sıbgatullah Efendi.

Fazîletli bir zât idi. Ayrıca ilim ehli bir kişiydi.


Fehîm severdi bu amcazâdesini. Bir gün kabristanda gördü onu.

Hemen koşup gitti yanına. Gördü ki, bir kabir arıyor.


Yanına yaklaşıp sordu:

“Kimin kabrini arıyorsunuz?”

“Bu, senin işin değil” dedi.

Lâkin ısrar etti küçük Fehîm:

“Lütfen, ne olur söyleyin.

Belki yardımım dokunur.”

Mecbûr kaldı söylemeye:


Dedi ki;

“ *Dedelerimizden Seyyid Muhammed Kutup, altıyüz sene önce bu köye gelmiş. Hattâ köye, Arvas ismini ilk o vermiş.* "


“Evet amca.”

“ *Onun evlâtları bugüne kadar İslâma hizmet etmişler.* ”


“Onun kabrini mi arıyorsunuz?”

“Evet, bu kabristanda olacak. Ama bilmem ki ne taraftadır?”

Küçük Fehîm biraz ilerledi.

Ve bir kabri gösterip;

“ *İşte, aradığınız şu kabir!* ” dedi.


O, pek ihtimâl vermedi.

*Yine de bir teveccüh etti o kabre. O anda o zât göründü kendisine! Hem de kendi sûretinde.*


O, bunu görünce, içinden;

“ *Sübhânallah! Bu çocuk, bu yaşta bir bahr-i ummân. İleride büyük zât olabilir* ” dedi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Peygamber Efendimiz* “aleyhisselâm”, bir gün mübârek ellerini açıp; 


Yâ Rabbî, dünyâya umûmî bir *Felâket* gelecek olursa, beni temsîl eden bir *Cemâat* sağ kalsın, bu cemâat, âhirete kadar, *Beni* ve *Yolumu* temsîl etsin. 


İnsanlar bir *Yanlışa* düştükleri zeman, bu topluluktan biri onları *Îkâz* etsin, doğru yolu göstersin, böylece insanlar Benim ve Eshâbımın *Doğru yol* undan ayrılmasınlar, diye niyâzda bulunmuş. 


Allahü teâlâ da bu niyâzı kabûl etmiş. *Mekkî Efendi*, bunu bize anlatır ve *Allahü a’lem bu kimseler sizlersiniz*, derdi.

********

*İmâm-ı Rabbânî* hazretlerinin bir mektûbu var efendim. Orada buyuruyor ki: *Beni seven, îmânla ölür*. Ne büyük müjde kardeşim. Biz, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok seviyoruz. 


*Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye* kitâbının hemen hemen yarısını, Onun *Mektûbât* kitâbından aldık. *Mekkî Efendi*, bana ne derdi, biliyor musunuz? 


*Senin yazdığın bu Seâdet-i Ebediyye kitâbını, hazret-i Mehdî okuyacak*, derdi. İşte hazret-i Mehdî’nin hangi evden çıkacağı belli olmadığı için, *Tam İlmihâl* in her evde bulunmasına çalışıyoruz kardeşim.  

********

İzmir’den bir mektup geldi. Makine mühendisi bir hanım yazmış, diyor ki: *Sizin Gazete* yi ve *Sizin Kitapları* okuyunca, bende bir değişiklik oldu. Örtündüm ve namaza başladım. 


Babam, emekli albaydır. Hayâtta hiç alnını secdeye koymamış biridir. Bana dedi ki: *Kızım ne bu hâlin, sen aklını mı kaybetdin, ne oldu sana?* 


Ben de ona; *Beni bu hâle koyan şu kitâbı al da oku!* dedim. Kırmadı beni, aldı okudu. Okuyunca, o da değişdi ve *Namaza* başladı. 


Kadıncağız böyle yazmış kardeşim. İşte *Bizim Kitaplar*, okuyana böyle *Feyz* veriyor. Yalnız okuyana mı? *Dağıtana* daha çok verir. 


Efendi hazretleri; *İslâmiyetden bir kıvılcım kaldı!* buyururdu. İşte bu kitaplar, o kıvılcımın *Şerâresi* dir kardeşim.

Kızlarını Beyoğlu'nda çırılçıplak gezdirseydi bu kadar günaha girmezdi

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir *İdris* hoca vardı Efendi hazretlerinin zamânında. Sultânahmet Câminin baş imâmı idi. Bir gün *Efendi* hazretlerine gitdim. Beni görünce; *Hilmi, ne oldu biliyor musun?* buyurdular. 


Bilmiyorum efendim, dedim. Merak etdim, *Acabâ ne oldu?* diye. Buyurdular ki: 


İdris hoca, bu gün, *İki kızını* Sultânahmet câmiinde, o kadar cemâatin önünde, *Hatim* cemiyetine çıkarmış. O iki kız, câmide *Hatim duâsı* yapmışlar. 


*14-15* yaşlarında iki kızına, erkeklerin önünde hatim duâsı yapdırmış. Eğer o kızları, *Çırılçıplak* soyup, *Beyoğlu* nda yürütseydi, bu kadar günâha girmezdi. 


Çünkü bu günâh, *İbâdet* diye yapılıyor, *Din* adına yapılıyor ki, *Küfr’e* kadar gider. Günah günahdır, ama *İbâdet* diye işlenirse, *Sevap* diye yapılırsa, felâketdir. 


Din adamlarının işlediği günah, Beyoğlunda işlenen günahdan *Bin kat* daha büyükdür kardeşim. Çünkü *Emsâl* teşkîl eder, böyle yapmanın *Câiz* olacağına *Fetvâ* vermiş gibi olur, Allah korusun. 

********

Bir hizmet ne kadar *Kıymetli* ise, onu yaparken o kadar çok *Sıkıntılar* olur efendim. Yâni bir hizmetde hiç sıkıntı yoksa, o iş, gerçek hizmet değildir. 


Veyâhut cenâb-ı Hakkın *Rızâsı* na uygun değildir. Çünkü cenâb-ı Hakkın rızâsına uygun olan bir hizmetde mutlaka *Çile* olur, *Sıkıntı* olur, *Üzüntü* olur.


Bu böyledir. *Hayrlı* bir hizmetde mutlaka *Sıkıntı* olur. Çünkü bu, bir *Sünnet* dir. Peygamberimiz aleyhisselâm ne buyuruyor? 


*Benim çekdiğim sıkıntıyı, ne benden evvelkiler, ne de benden sonrakilerin hiçbiri çekmemişdir*, buyuruyor. 


Hâlbuki *Efendimiz* aleyhisselâm, Allahın *Habîbi* dir, *Sevgilisi* dir. Bütün Peygamberler Onunla *İftihâr* etmişlerdir. 


Efendimiz aleyhisselâm; *Ben de İmâm-ı âzam Ebû Hanîfe ile iftihâr ederim*, buyuruyor.

VEFÂSIZLIK AFFEDİLEBİLİR Mİ?

 Cenâb-ı Hakk’ın sayısız nîmetlerinin kadrini bilemeyip basit, fânî ve süflî menfaatlerin peşine takılarak helâk olup giden vefâsız kimselerin hâli ne kadar ibretlidir. Bu hâle düşen kimse, sonunda fânî takıntıların bomboş olduğunu görür, ama her şey bitmiş olur.


Allâh’ın kendisine verdiği nîmetleri unutup basit bir nefsânî temâyülün esîri olarak vefâsızlık gösterenlerin hâlini Ferîdüddîn Attâr Hazretleri’nin şu kıssası ne güzel aksettirir:

Pâdişahın husûsî nazarlarına mazhar olmuş bir av köpeği vardı. Avcılıkta mâhir ve usta idi. Pâdişah, ona son derece değer verir ve her ava çıkışında onu mutlaka yanına alırdı. Tasmasını mücevherlerle süslemiş, ayaklarına altın ve gümüşten yapılmış halkalar ve bilezikler taktırmıştı. Sırtı da sırmalı atlas bir çulla kaplıydı.

Bir gün pâdişah, yine onu yanına almış olduğu hâlde saray erkânı ile birlikte ava çıktı. Tasmanın ipek ipi elinde, at üzerinde vakur bir şekilde ilerleyen sultan, gâyet neş’eli idi. Fakat birden bu neş’esini kaçıran bir şey gözüne ilişti. Çok sevdiği köpeği, pâdişahını unutmuş bir vaziyette başka bir şeyle oyalanmaktaydı. Pâdişah, önce mahzûn olarak elindeki ipek ipi çektiyse de köpek direndi; önündeki kemik parçasını kemirmeye devam etti. Bu hâl karşısında pâdişâh, hayret ve hiddet hisleri arasında haykırdı:

“–Huzûrumda beni unutarak başka bir şeyle meşgûl olmak! Nasıl olur bu?!.” dedi.


VEFÂSIZLIK AFFEDİLEBİLİR Mİ?


Son derece üzüldü. Köpeğinin bu nankörlük, vefâsızlık ve duygusuzluğu ona çok dokunmuştu. Bir köpek de olsa mâzûr görüp affetmek içinden gelmedi. O kadar izzet, ihsân ve ikrâma karşı köpeğinin bir anda hem de bir kemikle kendisini unutması, gönül yaralayıcı ve vefâyı zedeleyici bir tavır olarak aslâ affedilebilecek bir husus değildi. Gazapla:

“–Yol verin şu edepsize!” dedi.

Köpek, bu hiddetin mânâsını kavradı, ancak iş işten geçmiş, yapacak bir şey kalmamıştı. Öyle ki, etrafındakiler pâdişâha:

“–Sultanım, üzerinde mücevher, altın, gümüş ne varsa alalım da öyle bırakalım!” dediklerinde pâdişâh:

“–Hayır! Bırakınız öyle gitsin!” dedi.

Ardından ilâve etti:

“–Bırakınız öyle gitsin! Öyle gitsin de, ıssız, kızgın ve bomboş çöllerde garip, aç ve susuz kalsın; onlara bakarak kaybettiği ikrâm ve lutufların acısını sürekli yaşasın!..”

Cenâb-ı Hakk’ın sayısız nîmetlerinin kadrini bilemeyip basit, fânî ve süflî menfaatlerin peşine takılarak helâk olup giden vefâsız kimselerin hâlini aksettiren bu kıssa ne kadar ibretlidir. Bu hâle düşen kimse, sonunda fânî takıntıların bomboş olduğunu görür, ama her şey bitmiş olur. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Vefâsızlık, köpekler için bile bir leke ve ayıp olduğu hâlde, sen nasıl oluyor da insan olarak vefâsızlık gösteriyorsun?”

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Efendi hazretleri; *Otuz sene, bu insanlara islâmiyeti anlatdım, îmânı anlatdım, anlıyan çok az, üç beş kişi ancak çıkar*, buyurdu. Tabii buna şaşırmamak mümkün değil. 


Çünkü efendim, böyle bir mübârek zât, bu kadar mümtaz bir insan, mümtâz bir cemâate *Îmânı* anlatıyor. Anlıyan *Üçü beşi* geçmiyor. 


Hâlbuki bizim *Îmân ve İslâm* kitâbını birisi okusa, bir saatde biter, yarım saatde biter. Ne hikmeti var acabâ? Cevâbı şöyledir ki: 


Bir kimse *Kul hakkı* na inanmış olsa, kul hakkı, yalnız *Para* değil ki. Bir *Sert* bakış, bir *Yan* bakış, bir kalp *Kırmak*, bir mü’mini *İncitmek*, bunların hepsi *Kul hakkı* na girer. 


*Gıybet* ve *Sû-i zan* da kul hakkıdır. Ve kul hakkını Allahü teâlâ affetmiyor. İllâ ki, *Özür* dileyip, *Helâllık* alacaksın. İşte bunu bilen bir kimse, ayağını uzatıp da yatabilir mi? 


İşte *Efendi* hazretlerinin bahsetdiği *Îmân*, bu îmân efendim. *Kul hakkı* nın ehemmiyetini bilen bir insan, öyle rahat rahat yatıp uyuyamaz. İşte *Îmân* budur. 

********

Ben, bizim hastânede yatarken, *Enver âbi* geldi bir gün, Efendim, dedi. Şu karyolanın üzerine, *Gökden* kim bilir ne kadar çok *Sevap* yağıyor, târifi mümkün değil, dedi. 


Ben de ona; *Nereden biliyorsun?* dedim. Efendim, bu kadar insanlar kitaplarımızı okuyor, *İstifâde* ediyorlar. Yalnız burada değil ki, bütün dünyâya gidiyor.


Her ülkeye kitaplarımız dağılıyor. Bu kadar insan, bu kitaplardan dînini öğrenip doğru *Îmân* ediyorlar, *Namaz* kılıyorlar. Bu sevapların bir misli de size geliyor, dedi. 


Ben de ona; *Evet, doğru* dedim. *Doğru diyorsun, kitapları ben yazdım. Ama arkadaşlar dağıtdılar. Siz dağıtıyorsunuz*, dedim. 


*Bana ne sevap geliyorsa, size de, arkadaşlara da aynısı yazılıyor, hepimiz kazanıyoruz*, dedim. 


Aslında bütün bu sevaplar, *Efendi* hazretlerine *Âitdir*. Çünkü biz, herşeyi Ondan öğrendik kardeşim.

Dünya savaş tarihinin en kısa ve en kanlı savaşı

 Dünya savaş tarihinin en kısa ve  en kanlı savaşı 1526 Mohaç meydan muharebesidir. Kanuni Sultan Süleyman Han Hazretleri 32 yaşındadır. Sağ tarafında Pargalı İbrahim Paşa sol tarafında Malkoçoğlu Bali Bey ve Macaristan'ın Mohaç ovasına doğru ilerler, savaş 3 saat sürdü. Matrakçı Nasuh'un Süleymannamesinde anlattığına göre savaş öğlen namazı ile ikindi namazı arasında bitti. Savaş bittiğinde 120 bin Macar askerleri öldürülmüştü. Matrakçı Nasuh diyor ki düşman ansızın saldırdı. Eğer daha geç saldırsaydı savaş daha uzun sürerdi. Asker öğlen namazını kılmadan düşman saldırdı. Apansızın savaşa giren askerin bir süre sonra Paşaları, Beyleri, Alpleri, başındaki birlik komutanları haydi yiğitler vakit daralıyor dedi. Askerler ikindi vakti girmeden öğlen namazını kaçırmayalım diye Mohaç meydan muharebesinde 120 bin düşman askerini öldürdü.

Eşitlik Maskesiyle Kadın İstismârı

 Son yıllarda önce “Kadın Çalışmaları” ve arkasından da “Toplumsal Cinsiyet” diye mevzular ortaya çıktı. Ne yazık ki, Cinsiyet Eşitliği adı altında müslüman aile yapısı, etkisiz hâle getirilmeye çalışılıyor. Bu tür sapmalardan korunma adına kız ve erkek evlâtlar hangi şuurla yetiştirilmelidir?


Evvelâ şunu ifade etmek gerekir ki, kadın veya erkek olmak, başlı başına bir üstünlük veya noksanlık sebebi değildir. İslâm nazarında üstünlük ancak “takvâ” iledir. Cenâb-ı Hak;


“…Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır…” (el-Hucurât, 13) buyuruyor.


Kadınla erkek arasındaki fark; maddî hayattadır, mânevî hayatta bir fark yoktur. Kadın olsun erkek olsun, siyah olsun beyaz olsun, Allah indindeki değerin yegâne ölçüsü “takvâ”dır. Kadını da erkeği de Allah yaratmıştır. İkisine de ayrı hususiyetler vermiştir.


Bugün maalesef, devrin yoldan çıkmışlığının bir tezâhürü olan “kadın-erkek eşitliği” adı altında ayrı bir fitneyle karşı karşıyayız.


Cenâb-ı Hak; erkek ve hanımın fıtratını farklı yaratmıştır. Kadınlık ve erkeklik, birbirini tamamlayan farklı vasıflardır. Kadın-erkek eşitliği demek; bir nevî elma ile armudu aynı görmek, tavukla horozu aynı saymak demektir. Hâlbuki bir horozun fonksiyonunu tavuk yapabilir mi, tavuğun fonksiyonunu horoz yapabilir mi?! Tavuk, horoz gibi ötebilir mi?..


Kadın-erkek arasında eşitlik başka, adâlet başkadır. Eşitlik lâkırdısı, kulaklara hoş gelse de, adâlet bir yana, her iki tarafı da mağdur eden bir zulüm ve haksızlıktır.


Unutmamak gerekir ki Rabbimiz, hanımların gönül dünyasını merhamet ve şefkatle yoğurmuştur. Onların birinci vazifesi, neslin temeli olan evlâtları yetiştirmektir.


Âyet-i kerîmede buyruluyor:


رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا


“…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla! Ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” (el-Furkân, 74)


Kadın, bir “rahmet insanı” olacak, bir “rahmet zürriyeti” yetiştirecek. “Göz nûru” bir zürriyet yetiştirecek. Bu nesil, topluma takvâda önder olacak. Cenâb-ı Hak bizden böyle bir toplum istiyor.


Evlâtların eğitim gördüğü ilk sınıf, anne yüreğidir. Nitekim “اَلْاُمُّ مَدْرَسَةٌ / Anne bir mekteptir.” denilmiştir.


Aile ocağındaki fertlerin taşkınlıklarını, bilhassa çocukların usandırıcı hırçınlıklarını eritecek fazîlet cevheri, ancak anne kalbidir. Bir baba, yavrusuna karşı, bir annenin sergilediği sabrı gösteremez.


Bu sebeple Cenâb-ı Hak, daha mukâvemetli olması sebebiyle babaya da dış dünyada maîşet temini vazifesini vermiştir. Yani Rabbimiz, insan tabiatına uygun olacak şekilde vazifeleri tayin etmiştir.


Dolayısıyla; kadını evin tanziminden ve çocukların yetişmesinden koparıp maîşet temini için, tuzaklarla dolu dış dünyanın zorlukları içerisine atmak, kadına zulümdür. Hanımların, hazinelerden kıymetli zarif ruhlarını ve fazîletlerini kaybettirmek pahasına onlara birkaç kuruş kazandırıyor olmak, bu zulmü örtbas etmeye yetmez.


Kadının aslî vazifesi olan nesil yetiştirmekten koparmak, anneliğe veda ettirmek, onu bir vitrin malzemesine dönüştürüp dış dünyaya yönlendirmek; aileyi çöküşe götürüyor. Boşanmalar artıyor. Nesiller perişan oluyor. Evlilikler de azalıyor. Zira evlilik, ağır bir yük olarak telâkkî ediliyor.


Günümüzün modern câhiliyyesinde kadınlar; aileden, evden ve annelikten soğutularak, dış dünyada kendini göstermeye özendirilmektedir. Sanki nâdide bir çiçek, ayaklar altında ezdirilmektedir. Paha biçilmez bir pırlantanın, bir çöp tenekesine düşmesi, ne kadar talihsiz bir durumdur!..


Batı dünyası; kendi bozuk nizamlarında, toplumsal cinsiyet eşitliği adı altında, kadını aşağılayan geleneklerle mücadele etmeye çalıştığını söyler. Hâlbuki bu şekilde kadını daha değersiz hâle getirmektedirler.


Çünkü kadınların fıtratlarını/yaratılıştan gelen husûsiyetlerini görmezden gelerek onları şekillendirmek, kendilerine hiçbir değer katmaz. Nasıl ki, gözü hiçe sayarak yüze takılan ve görmeyi engelleyen süslü bir maske, kişinin hayatını ancak zindan ederse, bu mesele de böyledir.


Avrupa’da kadın, erkek ile eşitlik dâvâsına sürülerek, sokaklara, fabrikalara ve vitrinlere itildi. Şehvet mankeni hâline getirildi.


Hâlbuki iffet, insana mahsus bir keyfiyettir. İffetsizlik ise, insanlık haysiyetinden uzaklaşmaktır. Hayvanlar gibi sorumsuz, rezil ve pespâye bir hayat sürmektir.


Batı’da daha düne kadar insan yerine konmayıp şeytan ve günahla anılan kadın, şimdi de bir iş gücü yahut bir metâ, bir pazarlama unsuru olarak telâkkî edildi.


Erkek ile kadın arasındaki fıtrî “cezb-incizâb” kanunu sebebiyle, erkeğin kadına olan meyli istismar edildi. Kadınlara; güzelliğini teşhir etmek ve kadınlığını kullanmak sûretiyle kıymetli hâle gelme yolu, bir hürriyet olarak gösterildi.


Bosna’nın büyük lideri Aliya İzzet Begoviç şöyle diyor:


“Güya sanat için soyunan kadına alkış tutanlar; Allah için örtünen hanımefendilere neden zulmederler; takvâsı sebebiyle kendini deşifre etmeyen hanımları niçin küçümserler?!”


İslâmiyet’te kadının güzelliği, dış dünyada tesettür ile şifrelenmekte ve sadece beyine deşifre olmaktadır. Böylece kadın; dış dünyaya çıktığında, cinsiyetiyle değil, şahsiyetiyle var olmaktadır.


Kadınlık için, annelik ve yuvasının hanımefendisi olmak en üstün meziyet iken, bugün sosyal hayatta erkeklerle rekâbete sokulan kadın, gitgide aileden uzaklaştırıldı, anneliğe düşman hâle getirildi.


Çünkü ferdiyetçi ve bencil yetiştirilen kimi kadınlar; çocuk doğurmayı, nefsânî arzularına aykırı gördüler ve vücut yapılarının bozulmasına sebep saydılar. Böylece kürtaj kasaplığı revaç buldu.


Hâlbuki Cenâb-ı Hak, âhiretteki mahkeme-i kübrâdan bir manzarayı bildirerek:


“Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda!” (et-Tekvîr, 8-9) buyuruyor. Günümüzdeki kürtaj kasaplarını da bu ilâhî tehdit önünde çok çetin bir hesap ve elîm bir azap bekliyor.


Hiçbir meşrû gerekçesi olmadan, sırf nefsânî bahanelerle yavrusunu istemeyip kürtaj kasabına teslim eden vicdan mahrumlarına sormak gerek:


“Allâh’ın verdiği canı almaya ne hakkın var! Hem gaybı biliyor musun?! İstikbâlin ne getireceğinden haberin var mı?! O canına kıydığın yavru, belki yarın sana sığınak, barınak, dayanak olacaktı. Kimsesiz ve bakıma muhtaç kaldığında sana sahip çıkacak, seni koruyup kollayacaktı…”


Ne kadar dikkat çekici bir tenâkuzdur ki; fakir-fukaranın evine yılda bir kez olsun et girmesine vesîle olan Kurban Bayramı’nı “hayvan katliâmı” diye dillerine dolayanlar, ana rahmindeki “çocuk katliamı”na ses çıkarmıyorlar!


Vicdanların kuruduğu bu fertlerin dünyasında çocuk yerine, tıpkı câhiliyyedeki gibi, süs köpeklerinin beslenmesi yaygınlaştı.

Adem aleyhisselam ve Muhammed aleyhisselam

 Adem aleyhisselam kırkbin evladını gördü.


Vefatına yakın oğlu Şit aleyhisselamı çağırdı huzuruna: 

- Ya Şit! 

- Buyur baba. 

- Sana beş vasiyetim var. 

- Emret babacığım! 

- Bir, dünyaya gönül bağlama! 

İki, bir iş yaparken, sonunun nereye varacağını düşün! 

Üç, kadın sözüyle hareket etme! Çünkü onlar hissi  davranırlar.

Dört, bir işe başladığında, kalbine sıkıntı gelirse o işi yapma! Beşincisi ve en mühimi, alnında parlayan “Nur”, ahir zaman Peygamberi Muhammed Mustafa’nın “sallallahü aleyhi ve sellem” nurudur. 

Bu Nuru iyi muhafaza et!

Oğlu Şit aleyhisselam; 

- Baş üstüne babacığım! dedi.Ve sordu peşinden: 

- Babacığım! Muhammed aleyhisselamdan çok bahsediyorsun. Allah katında sen mi kıymetlisin, O mu? 

- O kıymetli evladım. 

- Neden babacığım? 

- Çünkü Cenâb-ı Hak, bana vermediği altı fazileti 

Onun ümmetine verdi oğlum.

Şit aleyhisselam merak etti: 

- Onlar nedir babacığım? 


🥀Birincisi, Hak teâlâ bir hatamdan dolayı beni Cennetten çıkardı. Onun ümmeti çok günah yapsalar da yine Cennetine alır.


🥀İkincisi, benim hatamı, bütün yer ve gök ehli duydu. 

O ümmetin binlerce günahını örter, göstermez.


🥀Üçüncüsü, beni, bir hatam sebebiyle Havva’dan ayırdı. 

Onun ümmetini, binlerce günahları olsa da, eşlerinden ayırmaz.


🥀Dördüncüsü, ben üçyüz yıl ağladıktan sonra tövbem kabul olundu. Onlar ise sadece pişman olsalar, affolurlar.


🥀Beşincisi, ben bir hata işlemekle, üzerimden Cennet elbisesi alındı. Onlar, nice günahlar işlese de elbiseleri alınmaz.


🥀Altıncısı, bana, tövbem kabul olunması için 

Arafat’a gitmem emrolundu. 

Onlar ise gönülden pişman olup, 

“Affet ya Rabbi!” deseler, Hak teâlâ; “Affettim!” buyurur.

Son olarak; - Ey evladım! Ecelim yaklaştı. 

Benden sonra halifem ol! 

buyurdu.Ve ruhunu teslim etti.


Kaynak : (Mekâsıdu’t Tâlibiyn)

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bizim, kendi *Ağzımız* la, kendimiz için yapdığımız *Duâ*, zor kabûl olur. Neden? Çünkü bu ağızla biz *Günah* işlemişizdir. Ama bir başkasının *Ağzı*, bizim adımıza günâh işlemez. 


O zaman onun *Duâsı*, bizim için günahsız *Ağızla* yapılmışdır ve çok *Makbûl* dür Çünkü o, günâh işlese de, kendisi için işler. Bizim adımıza günah işliyemez. 


Onun için *Duâ almak* mühim. Günâhsız bir ağızdan duâ alıyorsunuz. Çünkü onun ağzı, bizim için *Temiz* dir, *Günahsız* dır. 

********

Allahü teâlâ, mü’mini, *Namaz kılmak* için yaratdı kardeşim. Namaz kılana, *Mü’min* denir. Kılmıyan, *Şüpheli* dir. Dîn-i islâm, namâzın içinde mündemicdir. 


*Namaz*, çok şereflidir, çok kıymetlidir. Niçin? İçinde *Kur’ân-ı kerîm* olduğu için, Kur’ân-ı kerîm okunduğu için. 


Çünkü *Kur’ân-ı kerîm* Allahü teâlâdan sonra, makâmı, mevkîi, derecesi, en *Yüksek* olandır. Peygamberlerden de yüksekdir. Bizim Peygamberimizden de yüksekdir. 


*Allah kelâmı* çünkü. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: *Bu Kur’ânı, ben dağa indirseydim, dağ su gibi erir ve akardı*. 

********

Eğer *Enver Âbi* nin kalbinde bir milim *Menfaat* düşüncesi olsaydı, hiçbir arkadaş onu sevmezdi. 


Efendim, bu kadar *Kitap* basılıyor, satılıyor, çoğu da *Parasız* dağıtılıyor. bütün bu hizmetlerden dolayı bizim eve *On Para* girmez. 


*Hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ*. Îmânın şartıdır bu. Onun için sebeplere yapışacağız kardeşim. Yalnız sebeplere yapışırken de *Akıllı* hareket edeceğiz. 


Çünkü *Neyin* sebebine yapışırsak, onun *Netîcesi* ne katlanmak zorundayız. Çünkü Allahü teâlâ öyle dilemiş ezelde. Allahü teâlâ, kullarını *Başıboş* bırakmamış. 


*Kur’ân-ı kerîm* de, Eûzü billâhi mineş şeytânir-racîm Bismillâhir rahmânir rahîm *Ve şâvirhüm fil emr ve izâ azemte fe tevekkel alallah*, buyuruluyor. 


Yâni *Ey habîbim! Sen bir sebebe yapışmadan evvel istişâre et, danış!* Hem de Peygamber aleyhisselâma buyuruyor cenâb-ı Hak. 


*İstişâre et, eshâbına danış. Ondan sonra sebebe yapış ki, yanlış iş yapmıyasın* buyuruyor.

Kibir ve ucb

Teşrik tekbirleri nasıl meydana geldi

Arefe günü sabah namazından başlayarak bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar devam eden teşrîk tekbîrini farz namazların ardından selâm verir vermez yapmayı ihmâl etmeyelim…

İbret al

 Zâhidâ! Aç gözün, sahraya bak da ibret al!

Şu direksiz kubbe-i semâya bak da ibret al.

Görmek istersen, Cenâb-ı kibriyânın kudretin,

Her sabâh, seher vakti, dünyâya bak da, ibret al!

Pâdişâh olsan da derler, "er kişi niyyetine"

Var, musallâda yatan mevtâya bak da ibret al!

Bir kefendir âkıbet, sermâye-i beğ ve fakîr,

Varlığa mağrur olan, mecnûn değil de, yâ nedir? 

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*İmâm-ı Gazâlî* hazretleri çok büyük bir zâtdır. Çok büyük âlimdir. Kitaplarının sahîfelerini ömrüne bölmüşler, bir gününe onsekiz *Sahîfe* düşmüş. 


Ama meselâ *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı, o asırdaki, yâni *Bin sene* önceki insanlara hitâben yazılmışdır. O insanların ihtiyâçlarına göre yazılmışdır. 


Bu günkü *Sapıklık* lara karşı, bugünkü *Küfre*, bu günkü *Bid’at* lere karşı değil kardeşim. Evet, *Kimyâ-i Seâdet* kitâbı kıymetlidir, çok kıymetlidir, ama bu zamana göre değildir. 


Onu okumak, bizim kitâplarımızın okunmasına *Mâni* teşkîl etdiği için doğru değildir. *Bizim kitapları* okumadan onu okumak, doğru değil kardeşim. Zamânı harcıyor çünkü. 


Niçin böyle söylüyorum? Çünkü biz, bu *Kitap* dan, yâni *Kimyâ-i Seâdet* ve bunun gibi daha *Bin* küsür kıymetli *Kitaplar* dan, bu zamânın ihtiyâcı olan kısımları alıp, *Bizim kitaplara* koyduk zâten. 


Yâni *Bizim Kitaplar* okununca, o kitaplar da okunmuş olur.


Kardeşim görüyorsunuz, benim ömrüm *Kitap* okumak la geçdi. Çok kitap okudum, hâlâ da okuyorum. Ama ben, Yeni birşey öğrenmek için okumuyorum ki. 


*Efendi* hazretlerinden, herşeyi öğrendim zâten. Ben, Efendi’den duyduklarımın, öğrendiklerimin, mûteber kitaplardan, *Mehazı* nı, *Kaynağı* nı, *Vesîkası* nı, *Senedi* ni aramak için, bulmak için okuyorum. 


Benim ömrüm, *Aramak* la geçdi. Çok kitap okumakla geçti ve böylece bir netîceye vardım efendim. Bir şey öğrendim. O da şu: *Rastgele çok kitap okuyan, sapıtır, yoldan çıkar*. 


Ancak bir *Mürşid-i kâmil* görmüşse, ondan, hakkı bâtıldan ayırmayı, yâni bu *İyi*, bu *Kötü*. Bu *Doğru*, bu *Yanlış*. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*.


Bunları öğrenmişse, onun kitap okuması zarar vermez. Çünkü bir mürşidi var, *Mürşid-i kâmil* yanılmaz efendim. *Dünyâ* işlerinde de yanılmaz, *Âhiret* işlerinde de yanılmaz.


*Âlim* kime denir? Âlim, islâmiyeti *Yayan* kimsedir kardeşim. Biz âlim değiliz, ama Allahü teâlâ, islâmiyeti yaymayı bize *Nasîb* ediyor elhamdülillah. 


Mürşidi olmıyan kimsenin hâli, açık denizdeki bir *Tahta parçası* gibidir. Tahta parçası kâh dalar, kâh çıkar. *Son nefes* in ne zaman geleceği ise belli değildir, meçhûldür. 


*Mürşidi* olanın hâli ise, deniz ortasındaki bir *Ada* gibidir. Veyâ deniz artasındaki bir *Kaya parçası* gibidir. Onun îmânı *Kaya* gibidir. Biz elhamdülillah *mürşid-i kâmil* gördük. *Siz* de gördünüz kardeşim.

Biz sizi böyle görmek istiyoruz

Seyyid Fehîm Arvâsî hazretleri, genç iken bir bayram gününde güzel bir elbise giyip çıktı evden. Kendi de çok güzeldi zâten!


Şeyhû adında ihtiyâr biri vardı.

Onu böyle görünce üzüldü! Ve kendi kendine;

" *Heyhât! Bir zamanlar Arvas'tan âlimler çıkardı. Şimdiyse güzel gençler çıkıyor, bize ne oldu?* " diye mırıldandı.


Genç Fehîm bunu işitti.

Ve yaklaştı bu ihtiyâra.

“Şeyhû Baba.”

“Buyurasın oğul.”

“Niçin böyle söylersiniz?”

“Ne bileyim, içimden geldi.”

“Lütfen söyleyin, nedir sebebi?”


İhtiyar, mecbur olup;

" *Oğul, medresemizde bir müderrisimiz yok. Ben, senin için ümit ederdim ki kendini ilimde yetiştiresin. Büyük âlim olup ilme hizmet edesin. Ama görürüm ki, sen de süslenmeye meyletmişsin* " dedi.


Genç Fehîm, almıştı mesajı.

Oradan koştu eve.Çıkardı üstündekileri.Kitaplarını attı omuzuna.

*Ve o gün çıktı Cizre yoluna.İlim öğrenmeye gidiyordu.* Kısa zamanda büyük (âlim) oldu.


Ve Arvas'ta halkı irşâda başladı. Sohbette Şeyhû Baba da vardı.

Ve bir hayli yaşlanmıştı. Bastona dayanarak gelebilmişti.

Seyyid Fehîm'in yanına vardı. Ve memnun vaziyette dedi ki:


" *Biz sizi, böyle görmek istiyorduk.* "

Seyyid Fehîm memnûn olup;

" *Bu işte ortağımsın* " buyurdu.

Kurban alırken nelere dikkat etmelidir?

Sual: Kurban alırken nelere dikkat etmelidir?
CEVAP
1- Kurban satın alırken, (Bayram günü kesmesi vacib olan kurbanı almaya) diye niyet etmeli. Bunu keserken, tekrar niyet etmesi şart değildir. Bu aldığı hayvanı kurban etmesi de şart değildir, fakat keseceğinin kıymeti bundan az olmamalı. Satın alırken, hiç niyet etmese de olur, fakat bunu keserken veya kesecek olanı vekil ederken niyet etmesi gerekir.

2- Kurbanlık hayvanı canlı olarak tartıp satmak caiz olmaz. Canlı olarak tartıp, (Bu hayvana şu kadar para vereceksin) denirse, hayvanın tamamı üzerinde pazarlık yapılırsa, o zaman alışveriş götürü usulü olduğundan sahih olur. Bazı yerlerde kurbanlık hayvan alırken satıcı, (Hayvanı kesip et hâline getirdikten sonra kilosunu şu fiyattan veriyorum. Sen hayvanı seç, bayramda gelirsin, eti kaç kilo gelirse, parasını verirsin) diyor. Bu da kesinlikle caiz değildir, et satın alınmış olur, kurban olmaz.

3- Üç ortak, 7000 liraya bir inek alsa, ortağın biri 3000 diğeri de 3000 verse, üçüncü ortak 1000 lira verse, üçüncüye düşen hisse, yedide birden az olmadığı için caiz olur. Etin yedide birini alır. Diğer ikisi yedide üçünü alır.

4- Eşit para verip, 3 kişi, 3 koyun alsa, kesmeden önce, (Şu senin, şu onun, şu da benim) diye paylaşmaları caizdir.

5- Kurbanı veresiye veya kredi kartıyla almak caizdir. Faizli kredi ile almak caiz olmaz.

6- İki kişinin kurbanı karışırsa, her birinin kendinin sanarak kestiği, kendi kurbanı olur.

7- İki kurbanlıktan biri diğerini öldürmüşse, sahibine ödetilemez.

8- Kurban alan, niyetini değiştirip, akika veya adak olarak kesebilir.

9- Başkasının hayvanını ondan habersiz, onun için kurban etmek caizdir. Başkasının hayvanını, ondan izinsiz, kendi için kurban eden, sonra kıymetini öderse caiz olur. Sahibi kıymetini kabul etmeyip, kesilmiş hayvanı alırsa, sahibi için kurban edilmiş olur.

10- Emanet olarak bırakılan hayvanı kurban etmek, caiz değildir.

11- Allah rızası için niyet ettikten sonra, ayrıca çoluk çocuk çok et yesin diye semiz koyun almayı niyetine karıştırmamalı, semiz alırken sadece sevabını düşünmeli.

12- Herkes, beslediği kendi hayvanını kurban edebilir. Nisaba malik olan birine bir koyun hediye edilse, o da bunu kurban olarak kesse, vacib kurban yerine gelir. Kurbanı parayla alma şartı yoktur.

13- Necaset yiyen hayvanın etinin temiz olması için, deve 40, sığır 20, davar 10, tavuk 3, serçe 1 gün hapsedilir. Bir başka kavilde ise, deve ile sığır 10, koyun 4, tavuk 3 gün hapsedilir.

14- Başkasının koyununu gasp eden, çalan, kıymetini sonradan öderse, kurban etmesi caiz olur, çünkü, kıymeti ödenince, gasp ettiği zaman mülkü olur. Gasp günahına ayrıca tevbe gerekir.

15- Borcu olmayan fakir, kurban keserse, çok sevap olur. Borcu varsa, önce borcunu vermelidir; çünkü borç ödemek farzdır. Kurban nisabına malik olmayan fakir, kendi malı olan hayvanını kurban etmeyi niyet ederse veya kurban niyeti olmayarak, hayvanı bayramda satın alıp, sonra kurban etmeyi niyet ederse yahut kurban niyeti ile bayramdan önce satın alırsa, bunları kesmesi vacip olmaz. Keserse, nafile olur ve etinden yiyebilir ve fakirlere verdiği et, sadaka olur.

16- Fakirin kurbanı bayramdan önce doğurursa, bir kavle göre, bayramda yavrusunu da anasıyla beraber kesmek gerekir. Zenginin kurbanı bayramdan önce doğurursa, yavrusunu kesmesi gerekmez.

17- Büyük baş hayvana, vacib, nafile, adak, akika ve ölüye kesilecek kurban için ortak olunabilir.

Yaratmak Allahü tealaya mahsustur

 Mühim tenbih...

"Hâlık [yaratıcı] ve mûcid [îcad eden] yalnız Hak teâlâdır..."

Yaratmak Allahü tealaya mahsustur. Mecaz olarak da, meydana getirmek veya keşf etmek manasında da olsa, insanlar için yaratıcı demek yanlıştır. (Elektrik ampulünü Edison yarattı) diyenler oluyor. Fonograf, megafon, elektrik ampulü gibi aletleri ilk defa bulan Edison; bunları yaratmamış, sadece keşf etmiş yani yaratılmasına, icad edilmesine sebep olmuştur. Bunları yaratan, icad eden Allahü teâlâdır. Hadis-i şerifte, (Allah, her sanatkârın ve sanatının yaratıcısıdır) buyuruldu.(Buhari) 

Demek ki, Edison'u da, elektrik ampulünü de yaratan Allahü teâlâdır. Edison'un bunları yaratması şöyle dursun, mevcut maddeleri bir araya toplayıp, yeni aletlerin yaratılmasına sebep olurken, elinin, ayağının, gözünün, diğer duygularının, çeşitli hücrelerinin, kalbinin, ciğer, böbrek ve diğer organlarının işlemesinden ve kullandığı maddelerin, aletlerin yapısından, içlerindeki atom, proton kuvvetlerinden haberi yoktu. Böyle birine yaratıcı denilir mi? Yaratıcı; bunların en ufağını, en incesini, hepsini bilen, hepsini yapandır ki, bu da ancak Allahü teâlâdır.

Tam ilmihal Seadeti Ebediyye

O'nun ashabına ta'n (kötüleme) ederek zehrini kusar

 

Evliyânın büyüklerinden Muhammed Pârisâ (kaddesallahu teala sirreh) hazretleri buyurdular ki;

“Resûlullah'a (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) açıktan bir şey diyemeyen O'nun ashabına ta'n (kötüleme) ederek zehrini kusar, ortalığı karıştırır." 

(Faslu’l-Hitab fi’l-Muhâdarât)

Giritli hanımlar

TAHA ÜÇIŞIK AMCADAN NAKİL...

Not: Taha Üçışık amcanın yazısı aynen kopyalanarak buraya aktarılmıştır.

"Selamünaleyküm aziz dostlar.

Giritli hanımlar olarak çok zengin ve mağrur bir kadınlar varmış. 1930 lu yıllarda hususi otomobilleri de varmış. bu hanımlar açıkmış kolsuz elbise giyer,  çorapsız, baş açık gezerlermiş. zaman zaman her biri defterlerine suallerini yazarlar o kıyafetleri ile tekkeye gelirler ve kimse ile konuşmadan selamlıkta efendi babamın  yanına girip suallerini sorarlar, cevaplarını defterlerine yazarlarmış. (şimdi selamlık yıkıldı) efendi babam kıyafetleri ile alakalı hiç birine söz söylemezmiş. bunlar böyle gelip gittikçe yavaş yavaş elbiselerinin kollarını uzatmışlar. daha sonra çorap giymeye başlamışlar. bir müddet sonrada başlarını örtmüşler."

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Dünyâ* yı, gözünüzde ne kadar küçültürseniz, *Âhiretiniz* o kadar büyür, o kadar *Îtibârlı* olursunuz. 


Dünyâyı ne kadar gözünüzde *Büyültür* seniz, âhiretiniz o kadar küçülür. Siz de o kadar *Küçülür* sünüz. 


Çünkü Allah, kıymeti ve îtibârı, *Dîn’e* vermiş, aşağılığı, zilleti ise *Dünyâ* ya vermişdir. Bu zamânın mürşid-i kâmili, bizim *Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye* kitâbımızdır. 


Neden? Çünkü bu *Kitap* da, yüzlerce, hattâ binlerce *Evliyâ* nın, *Âlim* in mübârek sözleri var. Sorulan suâllere verdikleri *Cevap* lar var. 


Miknatıs, *Saman Çöpü* nü çekmez. Bizi de, *Moloz* lar sevmez. Eğer seviyorsa, onda bir *Cevher* vardır ve o miknatısa yakalanmışdır. Artık kurtulması mümkün değildir, kopamaz, ayrılamaz. 


Elhamdülillah, Rabbimiz bize *İhsân* etdi, *Sevdikleri* ni tanıtdı, onun için çok bahtiyârız kardeşim. 


Bugün *Silâh* savaşı değil, *Kültür* savaşı var kardeşim. O da, doğru îmânı, doğru îtikâdı yaymak, *İslâm* ın ahkâmını anlatmakdır. 


İşte bu, *Peygamber* lik vazîfesidir ve çok kıymetlidir. Elhamdülillah ki, Allahü teâlâ bunu bize *Nasîb* etmiş. 


Bu, bir *Bulut* dur, kıymeti bilinmezse, cenâb-ı Hak buradan alır, başka yere götürür. Öyleyse kavuşduğumuz bu *Ni’met* in kıymetini bileceğiz kardeşim. 


Nasıl bileceğiz? Birbirimizi *Seveceğiz* ve Allahın kullarına *İyilik* yapmakda yarışacağız. Mü’min, ancak *Musallâ* taşında dinlenir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir arkadaşın evine gitmişdim. Otururken kütüphâneye bakdım. Bir sürü *Kitaplar* vardı. *Bizim* kitaplarımız var, *Berekât* yayınevinin de var, *Bedir* yayınevinin kitapları da var. 


Bir sürü yayınevlerinin kitaplarını sıralamış. Üzüldüm tabii. Hâlbuki *Bizim kitaplarımız*, bir kütüphâneye yeter efendim. Hattâ yalnız *Tam İlmihâl* bile yeter. 


Çünkü onun içinde herşey var. Onu okuyan, içindekileri öğrenen, *Âlim* olur. Hele öğrendiği şeyleri yaparsa, *Evliyâ* olur. Sonra bu kitaplar bizim değil ki, ehl-i sünnet âlimlerinin.


*Bizim Kitaplar*, bu yolu bilen, bu yolu tanıyan, seçilmiş büyük *Âlim* ve *Velîler* in kitaplarından seçilmiş, alınmışdır. Başka kitâba lüzum yok ki.


Kardeşim, bu dünyâda ibâdet etmekden maksad, kalpden *Küfr’ü* çıkarıp, *Dünyâ* sevgisini çıkarıp, *Mal* hırsını çıkarıp, onun yerine *Âhiret Sevgisi* ni yerleşdirmekdir.


*Allah* sevgisini, *Evliyâ* sevgisini yerleşdirmekdir. Bunun da bir tek ilâcı var. Bunun ilâcı, ne *Namaz* dır, ne *Oruç* dur, ne *Zekât* dır, ne de *İbâdet* dir. Peki nedir?  


Onun bir tek İlâcı var, o da, bu Allah adamlarını *Tanımak*, *Sevmek* ve *İtâat* etmekdir. Üçü de çok mühim. O büyükleri seven, onların kalplerinden *Feyz* alır, kalbi temizlenir. 


Ancak, sâdece *Tanımak* ve *Sevmek* yetmez, *İtâat* da şart. Çünkü seven, sevdiğine itâat eder. Etmiyorsa, *Sevmiyor* demekdir. 


*Silsile-i aliyye* de bulunanlardan bir tânesi, hangisi olursa olsun, *İmâm-ı Rabbânî* hazretleri, *Mevlânâ Hâlid* hazretleri, Seyyid *Abdülhakîm-i Arvâsî* hazretleri gibi. 


Bunlardan birine *Âşık* olmalıdır. Onları sevmek için de, hayât hikâyelerini okumak lâzım. Onların hayât hikâyelerini okuyunca, onların *Sevgisi* insanın kalbine yerleşir. 


Onların sevgisi kalbe yerleşince de, *Dünyâ* sevgisi kalpden çıkar. Dünyâ sevgisi çıkdı mı, *Allah* sevgisi yâni muhabbetullah o *Kalbe* yerleşir. 


Velhâsıl, dünyâ muhabbetinin kalpden çıkması için, bir *Mürşid-i kâmili* sevmek lâzım. *Silsile-i aliyye* büyüklerine muhabbet lâzım. *Silsile-i aliyyeyi* okuyan, muhakkak *Feyz* alır onlardan.

Elmalılı tefsiri

 Ankara’da “Elmalılı tefsîri”ni bana hediyye etdiler. Efendi hazretlerine (Seyyid Abdülhakim Arvasi kuddise sirruh) sordum, Cevâben; “Okuyanın îmânı gider” buyurdular, hemen yakdım. Bir sene sonra Mamak’da ticâret müdürü ile yüzbaşı konuşuyorlardı. Biri ötekine dedi ki: “Önceden ölülere Yasîn okurdum, şimdi okumuyorum. Çünki Yasîn sûresi biraz fen’den, biraz coğrafyadan, biraz târih’den bahs ediyor, bunun ölülere ne fâidesi olur”.

 

Böyle dedi. Köpek havlayınca cevâb verilir mi?

Ama orada dayanamadım. “Nereden biliyorsun öyle olduğunu?” dedim. “Tefsîrden okudum” dedi. “Kimin tefsîrini?” deyince, “Elmalılı’nın” derken, içim sızladı. Bir sene önceki Efendi hazretlerinin sözünü hâtırladım ve okuyanın îmânının nasıl gitdiğini bizzat gördüm.

(Hüseyin Hilmi Işık rahmetullahi aleyh)


NOT;

Meşhur ateist ve komunist Aziz Nesin, dindar bir ailenin hafız olarak yetiştirdiği çocuğudur. Özgeçmişinde; 35 yaşına kadar hafızdım. O zaman Elmalı tefsirini okuduğunu ve ateist olduğunu yazıyor. Kaldıki zamanın hükümet emri ile yazdırılmasına rağmen mevcutların en muteberi olarak bilinir.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamber aleyhisselâma sormuşlar, *İnsanların en kıymetlisi kimdir?* diye. İki kelimeyle cevap vermiş Peygamber aleyhisselâm. Buyurmuş ki: 


*Men teallemel ilme ve allemehû*. Yâni, ilim öğrenen ve öğrendiğini de öğretendir, buyurmuş. Yalnız öğrenmekle olmuyor. Öğrendiğini de öğretecek. Asıl lâzım olan bu. 


Elhamdülillah, biz öğretiyoruz. Birine bir *Kitap* vermek demek, *Öğretmek* demekdir işte. Peygamber Efendimizin müjdesi bu. 


Öğrenecek, öğretecek ve yayacak. Nasıl yayacak bu zamanda? *Kitap* vermekle. Ne mutlu ilim öğrenene ve Allahın kullarına yayana. 


Allaha yaklaşmak demek, Allahın *Sevgisi* ne, *Rızâsı* na kavuşmak demekdir, bunu öğrenin kardeşim. Çoğu âlimler bile bunu anlıyamamış.


Allahı, bir mekânda oturuyor zannedip, yanına gitmek sanmışlar. *İbni Teymiyye* de o kadar büyük âlimken, bunu anlıyamamış. 


Büyükler buyuruyorlar ki: *Lisân-ı hâl, lisân-ı kâlden entakdır*. Yâni hâli ile, tavrı ile, yaşayışı ile anlatılan, ağız ile, söz ile anlatılandan daha *Te’sîrli* dir. *Lisân-ı hâl* derler ona. 

********

Cenâb-ı Hakkın lütfu, *Efendi* hazretlerinin himmetleri ile, bu *Sarıyer*’deki şu evde oturmak bize nasîb oldu elhamdülillah. Kırk sene önce, *Efendi* hazretleriyle şu karşıdaki deniz kenarında berâber otururduk.


O zaman, yâni *Kırk sene* önce, görmüşlerdir, bizim şimdi, şu anda burada oturacağımızı. Ruhlar için zaman yok çünkü. *Zaman*, bu dünyâda var. *Rûh* âlemi nde zaman yokdur. 


Peygamber Efendimiz, *Mîrac* gecesinde *Hazret-i Osmân* ın radıyallahü anh koşa koşa Cennete girdiğini gördü. Hâlbuki hazret-i Osmân, kaç bin sene sonra *Cennete* gidecek. 


Ama Peygamber Efendimiz, *Mîrac* da gördü Onu. Onlar için zaman yok. Onun için efendim, Onlar tâ o zaman, kırk sene önce, görmüşlerdir bizim şimdi burada, bu *Balkon* da oturduğumuzu. 

********

İşin esâsı, *Sevgi* dir, *Muhabbet* dir kardeşim. Peygamber Efendimiz; *Kişi kimi severse, onunla berâber haşrolunur*, buyuruyor. 


*Abdülhakîm Efendi* hazretlerinin yanında dünyâyı unuturdum, yanından ayrılamazdım. Sohbetinden çıkınca, dışarıda dünyâyı yeniden görüyor gibi olurdum. 


*Ne tatlı günlerdi yâ Rabbî!* Allah, onların sevgisinden ayırmasın bizleri. Zâten onlar, bir insanı severse, o da o zâtı severmiş. *Büyükler* öyle buyuruyor.

Namaz mü’minin mi’râcıdır

 “Bütün ibâdetler yeryüzünde farz kılındığı halde, namaz Mi’râc’ta emr olunmuştur. Bunun için de namaza (mü’minin mi’râcıdır) denilmiştir.”

(Şumûsu’l-meâric, takrîz)

AKIL


“Akıl başka, zekâ başkadır. Her akıllı zekî, her zekî de akıllı olmayabilir. 

...

Akıl, iyiyi ve kötüyü, fâideliyi ve zararlıyı anlar, ayırır. Aklı az olanın zekâsı çok olabilir. Zekâsı çok olan kâfirleri, din düşmanlarını akıllı sanmak doğru değildir.”


(Esseyyîd Abdülhakîm Arvâsî)

“Kaddesallahu teâlâ sirreh”

Aşere-i Mübeşşere

Aşere-i Mübeşşere

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çalışmak bir *Ni’met* dir kardeşim. Babam öldüğünde, ben 18 yaşında ve *Lise son* sınıfdaydım. Üç kız kardeşim vardı. Bir de annem vardı. *Sedat* küçüktü o zaman. 


Bir gün Efendi hazretleri bana sordular: *Senin annen, kardeşlerin ne yapıyor?* dediler. 


Ben de; Efendim, kız kardeşlerim ücretle *Nakış* işliyorlar. Her gün, sabahdan akşama kadar göz nûru döküyorlar. Çok zahmet çekiyorlar, zorlanıyorlar, dedim. 


Efendi hazretleri, beni dinleyince; *Hiç zor gelmesin. Meşgûliyet ni’metdir. Meşgûliyet olmazsa şeytân musallat olur. Onların dinleri için, dünyâları için, bu iş çok iyi*, buyurdu. 

********

İstanbuldan Ankaraya, bana mektup yazardı *Efendi* hazretleri. Bir mektûbunda; *Bir gün gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak*, diye yazmış. 


Ben bunu okuyunca, içimden; *Allah Allah! Efendi hazretleri benimle şaka mı yapıyor acabâ? Din bilgisi nerdeee, ben nerde?* dedim. 


Ama dediği çıkdı. Şimdi hakîkaten soruyorlar. Hem de bütün dünyâ soruyor. Efendi nin kerâmeti bunlar işte. 


Bana, *Arabî* öğretdi, *Fârisî* öğretdi. Gençler gelirlerdi Efendi hazretlerine, elini öpüp bahçeye çıkarlar, bahçede birbirleriyle oyun oynarlardı, latîfe yaparlardı. Öyle geçerdi zamanları. 


Ama ben gitdim mi, *Efendi* nin yanından hiç ayrılmazdım. Bâzen *Sabah* namâzında giderdim, *Yatsı* ya kadar hiç yanından ayrılmazdım efendim. 

********

Bizim *Herkese Lâzım Olan Îmân* kitâbımız var ya, orada Efendimiz aleyhisselâmın fazîletleri diye bir başlık var. Orada şöyle yazıyor: 


*Namazlardan sonra, 11 ihlâs-ı şerîf okuyan, Cennete istediği kapıdan girsin*, diyor Peygamber Efendimiz. Ama, mü’min olanlar tabii, mü’min olmak şart. 


Kul hakkı olmamak da şart. Bunu, *Eshâb-ı kirâm* için söylüyor Peygamber Efendimiz, bizim için değil ki. *Îmânı* olacak, *Kul hakkı* olmıyacak, namazları *Kazâya* kalmıyacak. 


Onlar için bu, yâni *Eshâb-ı kirâm* için. Eğer biz de onlar gibi olursak, onlara benzersek, biz de dâhil oluruz o zümreye. *Zümre-i fâizîn*; yâni âhirette Cehennemden kurtulan zümre. Kurtulan cemâate inşallah biz de dâhil oluruz kardeşim.

Allahü teâlâya imân

Amentüdeki, Amentü billâhi, demek, Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inandım, îmân ettim, demektir. Allahü teâlâ vardır ve birdir. Ortağı ve benzeri yoktur. Mekândan münezzehtir, ya'nî bir yerde değildir. Ayrıca Allahü teâlânın sıfatlarını da bilmek şarttır. Bu sıfatlar ikiye ayrılır. Sıfat-ı zâtiyye, sıfat-ı sübûtiyye.

⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️

Sıfat-ı zâtiyye şunlardır:

1- Kıdem, Allahü teâlânın evveli yoktur.

2- Bekâ, Allahü teâlânın sonu yoktur.

3- Kıyâm bi-nefsihi, Allahü teâlâ, kimseye muhtaç değildir.

4- Muhâlefetün lil-havâdis, Allahü teâlâ kimseye benzemez.

5- Vahdâniyyet, Allahü teâlâ birdir ortağı, benzeri yoktur.

6- Vücûd, yâni var olmasıdır.

⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️⚪️

Sıfat-ı sübûtiyye şunlardır:

1- Hayât, Allahü teâlâ diridir.

2- İlm, Allahü teâlâ herşeyi bilir.

3- Sem', Allahü teâlâ işitir.

4- Basar, Allahü teâlâ görür.

5- İrâde, Allahü teâlâ dileyicidir. Yalnız O'nun dilediği olur.

6- Kudret, Allahü teâlâ herşeye gücü yeter.

7- Kelâm, Allahü teâlâ söyleyicidir. (Allahü teâlânın görmesi, işitmesi, söylemesi ...

insanlarınkisine benzemez. İnanırız fakat nasıl olduğunu bilemeyiz.)

8- Tekvîn, Allahü teâlâ hâlıktır, yaratıcıdır. Her şeyi yaratan, yoktan var eden O'dur.

O'ndan başka yaratıcı yoktur.

Cenâb-ı Haktan başkası için (yarattı) demek küfür olur. Ya'nî mecâz ma'nâda da olsa

bu kelime kullanılamaz. İnsan birşey yaratamaz. Bugün maalesef bu kelime çok yaygın bir şekilde kullanılmaktadır.

Kelime-i şehâdetin manası

Amentünün sonundaki, Kelime-i şehâdetin kısaca ma'nâsı da şöyle:

"Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh" demek, "Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm O'nun kulu ve resûlüdür" demektir.

Peygamber efendimiz, îmânın esaslarını bu şekilde ifâde buyurmuştur. Bir kimsenin müslüman olabilmesi için, bu altı esasa inanması, şüphe etmemesi şarttır.

Biz gâibe îman ettik... Bizim îmânımız gâibedir, zâhire, görünüşe değildir. Zîrâ biz, Allahü teâlâyı, gözümüzle göremedik. Fakat görmüş gibi inandık, îmân ettik. Gâibi ancak Allahü teâlâ bilir ve dilediklerini dilediklerine bildirir. Gâib demek, duyu organları ile veya hesap, tecrübe ile anlaşılmıyan demektir.

Harâmı harâm, helâlı helâl bilip, i'tikâd etmeli, inanmalıdır.

Allahü teâlânın azâbından emin olmayıp, dâima korkmalı ve her ne kadar günahkâr olsa da, Allahü teâlânın rahmetinden ümit kesmemelidir. Aksi takdirde îmândan çıkılır.

Bu şehr-i Sitanbul ki

Bu şehr-i Sitanbul ki bi misl ü behâdır ...

Bir sengine yek pâre Acem mülkü fedâdır...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Büyüklerden biri; *Herkes âhirinden, sonundan korkuyor, îmânlı mı gideceğim, îmânsız mı? diye. Ben ise Ezel'den korkuyorum*, buyurmuş. Yâni kazâ ve kaderden korkuyorum demek istemiş. 


O kadar ni’met içindeyiz ki kardeşim, elhamdülillah. Hele bu büyüklere olan *Muhabbet*, en büyük *Ni’met* dir. Evvelâ onları tanımak, sonra sevmek ve tâbi olmak. 


*Efendi hazretleri* ile görüşmeğe, *Bir gün* için, hattâ *Bir sâat* için Ankara’dan gelirdim. Bir sâat sonra geri giderdim, trenle. Mevsim *Kış*. En çok Eskişehir *Soğuk* olurdu. 


Bir keresinde yine Ankaradan gelirken, trende hiç *Yer* bulamadım. Kompartımanlarda yer yok. Kompartımanların önünde *Koridor* var, daracık bir yer. Orada da köylüler yatakları istiflemiş, yığmışlar, yatıyorlar. 


Aralarından atlıya atlıya geçiliyor. Orda da yer yok. Yâni oturacak, çömelecek kadar bir *Yer* bulamadım. Hattâ ayakda duracak bir yer bile *Yok* du. 


Mecbûren iki vagonu birbirine bağlıyan o körüklü yerde *Ayakda* geldim. Bir ayağımı bir vagona basdım, ikinci ayağımı öbür vagona basdım. Öylece geldim. 


*Dondum, dondum!* Ama tren Eskişehire varıp da, oradan *İstanbula* doğru hareket etdi mi, bana ferahlık gelirdi. *Oohh, Efendiye yaklaşıyoruz*, diye sevinirdim. 


Tren İstanbula doğru ilerlerken *Neş’e* içinde olurdum, *Sevinç* ten bayılırdım, *Efendi* ye yaklaşıyoruz, diye. Trenden inerdim, doooğru *Vapura*, oradan *Köprü* ye, köprüden de *Eyüb*’e. 


Vapurdan iner, Eyüp’deki o yokuşu *Zevk* le çıkardım. Yorulurdum tabii. Huzûruna girince, beni yanına oturturdu Mübârek. *Ne var ne yok, nerden geliyorsun?* derdi. Ben de anlatırdım, o soğukları filân.

********

İmâm-ı Rabbânî hazretleri; *Bin sene uğraşsam, dünyâyı kalbime getiremem*, buyuruyor. Bu, hiçbir iş yapmıyacak demek değildir. Zîra *Kalp* başkadır, *Akıl* başkadır. 


Dünyâ işleri *Akıl* ile olur. İster matematik öğretmeni olsun, hesap yapsın, ister diş tabîbi olsun. *Kalp* ise, Allah sevgisi ile doludur, dünyâ ona zarar vermez. 


Efendi hazretlerine ilk gittiğimde, oda hayli kalabalıkdı efendim. İçeriye girmeye utandım, kapının dışında edeble oturdum. *Efendi* hazretleri beni görmüş.


Oturduğu yerden, *Küçük Efendi, içeri gel, benim yanımda otur!* diye seslendi. Beni, dizinin dibine oturttu efendim. O büyüklerin dizinin dibine oturmak çok *Kıymetli* dir.

Seyyid Abdullah Şemdini

 Seyyid Abdullah Şemdini hazretleri, Anadolu'da yetişen büyük velilerdendir. Silsile-i aliyyenin otuzuncusudur. Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin onuncu torunu ve Seyyid Taha-yı Hakkâri'nin amcasıdır.


Şemdinli'de dünyaya gelen asil, temiz ve şerefli bir aileye mensup olan Seyyid Abdullah Şemdini, küçük yaşta ilim tahsiline yöneldi. Zamanının usulüne göre ilk tahsilini gördükten sonra, Irak'ın Süleymaniye beldesine giderek oradaki medresede ilim öğrenmeye devam etti. Akli ve nakli ilimleri tahsil edip büyük âlim oldu. Bu medresede ilim öğrenmekle meşgul iken medrese arkadaşı Mevlana Halid-i Bağdadi ile bir kardeş gibi yaşadılar. Yüksek yaratılışı olan bu iki gönül dostu zahiri ilimleri tahsil ettikleri sırada kalb ve gönül ilmi olan tasavvufa karşı alaka duymaya başladılar. Bu alaka, muhabbet ve aşk derecesine ulaşıp, kendilerini manevi olarak terbiye edip, batıni ilimleri öğreterek yetiştirecek bir rehber, yol gösterici aradılar.


Sonunda aradıkları rehberi hangisi daha evvel bulursa, o büyük zattan alacağı manevi feyz ve bereketin aralarında müşterek olmasını kararlaştırdılar. Bu hususta birbirlerine söz verdiler. Yani aradıkları o büyük veliyi hangisi daha evvel bulur ve tanırsa hemen diğerinin de o zatı tanımasına, ona bağlanıp feyz almasına vasıta olacaktı.


Kendilerine yol gösterecek manevi bir rehberi aradıkları sırada Mevlana Halid-i Bağdadi aldığı bazı manevi işaretler üzerine Hindistan'a gitmeye karar verdi. Zahiri ilimlerde yüksek bir âlim olan Abdullah-ı Şemdini de onunla gitmek istedi. Fakat Mevlana Halid-i Bağdadi ona; "Ben gideyim, oradan alıp getirdiklerime ortağız" dedi. Nihayet Hindistan'a gitmek üzere Süleymaniye'den yola çıktı. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Hindistan'a ulaştı. Sonunda Nakşibendiye manevi yolunun mürşid-i kâmili Şah Gulam-ı Ali Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin huzur ve sohbetleriyle şereflendi. Kısa zamanda layık ve müstahak olduğu fazilet ve olgunluğa ulaştı. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyalık derecesine yükseldi. Hocası ona, İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak suretiyle, insanların dünya ve ahiret saadetine kavuşmalarına vesile olabilmek ve talebe yetiştirmek hususunda tam bir icazet, diploma ve hilafet verdi. Hocasının tam ve mutlak vekili olarak aldığı yüksek feyz ve kemalatı, ilim ve edep aşıklarına sunmak ve onları yetiştirmekle vazifeli olarak Bağdat’a gönderildi.


Bundan sonra bütün âlem, vasıtalı vasıtasız irşad ve feyz kaynağı olan Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin manevi nuru ile nurlanmaya başladı. Böylece Bağdat’ta feyz ve nur saçan rahmet güneşi doğdu.


Seyyid Abdullah-ı Şemdini, daha önceki anlaşmalarının gereği bir müddet Bağdat’ta kaldıktan sonra Süleymaniye'ye dönen Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin ziyaretine gitti. Mevlana'nın Hindistan'da elde ettiği marifet ve kemalatı, olgunluğu görünce ona olan muhabbeti daha da arttı. Medrese talebeliğinde arkadaşı olduğunu düşünmeyip o evliyalık güneşinin sohbetlerine devam etmeye başladı. Onun önde gelen talebelerinden oldu. Bazı hasetçi ve inkârcı kimselerin, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin karşısına çıkıp, söz ve yazı ile onu kötülemeye, türlü türlü iftiralarla ve düzme yalanlarla, ona gönül verenlerin yolunu kesmeye çalıştıkları sırada, o hep onun yanında bulundu. Kendisinde bulunan asalet ve yüksek kabiliyet ile Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin talebe yetiştirmek hususundaki maharetinin birleşmesiyle kısa zamanda bütün ilimlerde ve tasavvuf hallerinde yetişerek olgunlaştı. Mevlana hazretlerinin binlerce talebesi arasında en yükseklerinden oldu. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri ona talebe yetiştirmek üzere icazet, diploma verdi. Mevlana hazretlerinden icazet ve hilafet alanların baştan üçüncüsü olan Seyyid Abdullah-ı Şemdini, kardeşi Seyyid Ahmed Geylani hazretlerinin oğlu Seyyid Taha-i Hakkari'yi de, Mevlana Halid-i Bağdadi'nin sohbetlerine götürerek, onun da bu yolda yetişmesine vesile oldu.


Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri bir ara, Bağdat’a gitti. Bu sırada Abdullah-ı Şemdini talebelerin başına geçip onları yetiştirmekle meşgul oldu. Daha sonra tekrar Süleymaniye'ye dönen Mevlana hazretleri, insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak üzere çeşitli beldelere yetiştirip gönderdiği talebeleriyle birlikte, Seyyid Abdullah-ı Şemdini'yi de Şemdinli'ye gönderdi. Seyyid Abdullah-ı Şemdini, Şemdinli civarındaki Nehri kasabasına yerleşti. Nehri'de medrese, tekke ve zaviyeler yaptırarak talebe yetiştirmeye başladı. Türkiye, İran ve Irak'ın çeşitli yerlerinden ilim meclisine ve sohbetlerine koşan pek çok kimseyi zahiri ve batıni ilimlerde yetiştirdi. Peygamber efendimizden bu yana, evliyanın ve İslam âlimlerinin anlattığı ve yaşadığı İslamiyet’i, güzel ahlakı insanlara anlattı. Bilhassa edep ve ahlaktan mahrum aşiretler üzerinde çok tesirli olup, onların düzelmesine vesile oldu. Kabile ve aşiretlere, anlayacakları şekilde güzel nasihatler vermek suretiyle onların doğru yola kavuşmalarına vesile oldu.


Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri onun hakkında Seyyid Taha-yı Hakkâri'ye; "Seyyid Abdullah ne güzel bir şeyhdir. Onda hiç kusur yoktur. Yalnız kusuru, onun münkiri yani karşısına çıkıp onun büyüklüğünü inkâr eden kimseler bulunmamasıdır" buyurdu.


Yine buyurdu ki:

"Beni, Seyyid Abdullah ve Seyyid Taha'dan üstün tutmayınız." Eshabı; "Onlar sizin talebenizdir, nasıl böyle dersiniz?" diye arz ettiklerinde; "Onlar şehzadelerdir. Padişah olacaklardır. Biz ise, bir müddet onların terbiyesi ile meşgul olan ve böyle yüksek bir vazifenin kendisine verildiği bir mürebbiyeyiz. Mürebbi, şah olacak şehzadeden üstün olabilir mi?" buyurdular.


Ömrünü ilim tahsil etmeye, İslamiyet’i öğrenmeye ve öğretmeye vakfetmiş olan ve pek çok kerametleri görülen Seyyid Abdullah-ı Şemdini hazretleri 1813 yılında Şemdinli'nin Nehri kasabasında vefat etti. Nehri kabristanının girişinde defnedildi. Kabrinin üzerinde sade bir türbe vardır. Mübarek kabri sevenleri tarafından ziyaret edilmekte, aşıkları dua edip mübarek ruhundan feyz almaktadır. Onu vesile ederek dua edenlerin maddi ve manevi dertlerine derman buldukları dilden dile anlatılmaktadır.


Şemdinli'nin Nehri kasabasında ilk defa irşad ve feyz kaynağı olan Seyyid Abdullah-ı Şemdini, Şafii mezhebi fıkhında ve diğer ilimlerde derin âlim olup, ilmiyle amil, büyük veli, peygamberlik sırlarına vakıf ve hazret-i Osman'ın güzel ahlakını hatırlatan güzel ahlak sahibi olup, haya ve edebin kaynağı idi. Her hali istikamet ve doğruluk üzere idi. Sohbetleri hasta ruhlara gıda, bakışları kararmış kalblere şifa idi. İnsanların dünyada ve ahirette kurtuluşa ermelerinin, saadet kapısının anahtarı idi.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

*Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*

Ben subayken, askeriyede yirmi sayfalık bir *Kitap* dağıtdılar. Kitâbın ismi, *Benim Dînim*. Okudum, *Âmentü* nün açıklaması, manzum tarzında yazılmış. 

Hoşuma gitdi, Efendi hazretlerine getirip gösterdim. *Oku bakalım!* buyurdular. Bir sayfa okudum, biraz durdum. Acabâ sıkılır, yeter der mi, devâm etdirir mi diye. 

Yine *Oku!* buyurdular, bir sayfa daha okuyup durdum. Yine *Oku!* buyurdular. Böylece kitâbın hepsini okutup dinlediler. Merak ettim, ne buyuracak diye. 

Mübârek hepsini dinleyince; *Hepsi doğru, tek kelime yanlış yok. Ama bunu okuyan zehirlenir!* buyurdular. Ben anlıyamadım tabii. Anlamadığımı görünce, îzah ettiler ve tekrar buyurdular ki:

*Çünkü yazarı habîsdir. Satırları arasından habîs rûhunun zulmeti yayılıyor, her satırından zehir akıyor. Bu zehir, kalbi öldürür. Onun için her kitâbı okuma!* buyurdu 

********

*Müslümân* ın yüzü insana ferahlık veriyor. İnsan bir müslümânı gördü mü, rahatlıyor, ferahlıyor. Niçin? Çünkü kalbinde *Îmân* var. Îmânın *Nûru* rahatlatıyor insanı. 

Efendi hazretlerini ilk gördüğüm zaman onsekiz yaşındaydım. Câmiden çıkarken ne dedi bana biliyor musunuz? Daha ilk görüşte. İlk görüyorum. O da beni ilk görüyor.

Yanıma geldi ve *Küçük efendi, ben seni sevdim*, dedi. Hâlbuki evliyânın sevgisine kavuşmak için 20 sene, 30 sene, 40 sene hizmet etmek lâzım. *Sevsin* diye, 40 sene hizmet edecek. 

Beni ise, daha ilk görüşte, *Küçük efendi, ben seni sevdim*, dedi. Neden? Çünkü kalpleri okur onlar. *Bizim evimiz yukarda mezarlık içinde, arada bir gel de görüşelim*, dedi. 

Ben de; *Baş üstüne*, dedim. İşte o günden beri Efendi hazretlerinden *Feyz* aldık, çok şükür. Daha sonra bana yazdığı bir mektûbunda; *Bir gün gelecek, din bilgileri Hilmi’den sorulacak!* buyurdu. 

Mübâreğin el yazısı. Onu evde saklıyorum. Ondört senedir, yedi sene *İstanbul*’da, yedi sene de *Ankara*’dan gelir ve sohbetiyle şereflenirdim. 

Velhâsıl evliyâ zâtlar, insanların kalbini *Görür* ve içini *Okurlar* efendim. Hattâ *Cevâsîs-ül-kulûb* dur onlar, yâni kalplerin câsuslarıdır, insanın ne düşündüğünü anlarlar.

Bid'atlerin hepsi karanlıktır

 Seyyid Sıbgatullah-i Arvâsî hazretleri buyurdular ki:

"Bid'atlerin hepsi karanlıktır. Onlarda güzellik yoktur. Bizim yolumuzun üstünlüğü, bid'at karışmamış olmasıdır. Ortadan kalkan her yol, bid'at yüzünden kalkmıştır. Farzlarla yetinip, bid'atlerden kaçınan kimse, bir bid'at işleyip, birçok tâatler yapıp hâl ve mevâcide kavuşandan üstündür."

Allah sevgisi

 

Allah sevgisi

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Îmân* ın kuvvetli olması için îmânımıza şükredeceğiz kardeşim. Allahü teâlânın diğer ni’metlerine şükredersek, o ni’metler de *Artar*. Ama îmâna şükredersek, îmânımız *Kuvvetlenir*.


*Elhamdülillâhi alâ dîn-il islâm ve alâ tevfîk-ıl îmân ve alâ hidâyetirrahmân*. Hani burada *Şükür* kelimesi geçmiyor, denirse;


İşte baştaki *Elhamdülillah* var ya. Bu, hamdetmek mânâsınadır. Lisânen olursa, *Hamd* denir, fiilen olursa, *Şükr* denir. 


Cenâb-ı Hakkın verdiği ni’metin kıymetini bilir de; *Elhamdülillah yâ Rabbî!* dersen, ona *Hamd* denir. O ni’meti emredildiği yerde kullanırsan, ona da *Şükr* denir. 


Meselâ *Göz* vermiş. Göz ni’meti. Buna, ağzımızla *El-hamdülillah* dersek, hamd etmek olur. Ama fiilen şükretmek için, o ni’meti emretdiği yerlerde kullanacağız.


Yasak etdiği yerlerde kullanmıyacağız. Meselâ annemizin, babamızın yüzüne *Şefkat* le bakacağız. Böyle emrediyor Allahü teâlâ. 


*Ananıza, babanıza şefkatle bakın. Hocanıza hürmetle, muhabbetle bakın. Harâmlara bakmayın!* buyuruyor. 


İşte bu emre uyan, şükretmiş olur. Buna şükredince de gözün nûr’u artar, kuvvetlenir. Îmân nasıl kuvvetleniyorsa, gözün *Nûru* da artar, kuvvetlenir. 


Dînimizin her emrine uymak lâzımdır. Çünkü islâmiyetin her emri ni’metdir. Yâni cenâb-ı Hak birşeyi emretmişse, o *Ni’met* dir, yasak etmişse, yine *Ni’met* dir. 


Çünkü zararlı şeyi *Yasak* etmiş, fâideli şeyi de *Emr* etmiş. İkisi de ni’metdir. Şerîatın bütün emirleri ni’metdir. *Emrleri* de ni’metdir, *Nehyleri* de ni’metdir. 

********

Evliyânın büyükleri, hep *Mevlîd* okurlardı. *Hasan-i Basrî*, Tâbiînin en büyüğü idi, mevlîd okurdu. 


*Cüneyd-i Bağdâdî*, seyyid-üt tâifedir. O da okurdu. Yalnız mevlîdi, para ile ve harâm işlenen yerlerde okumak *Günâh* dır. Şimdikiler öyle yapıyor. 


Bizden duyduklarınızı, genç kardeşlerimize anlatın kardeşim, onlar da sizden duyduklarını başkalarına anlatırlar. 


Nasıl ki, siz bize; *Sizin sâyenizde* diyorsunuz, gün gelir, onlar da size; *Sizin sâyenizde* derler.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Çoğumuz, *Sohbeti* yanlış anlıyoruz kardeşim, konuşmak zannediyoruz. Hâlbuki sohbet, bir *Allah adamı* ile bir *Mürşid-i kâmil* ile berâber olmak demekdir. Konuşmak şart değil.


Nitekim *Şâh-ı Nakşibend* hazretleri buyuruyor ki: *Bizim sükûtumuzdan istifâde edemiyen, konuşmamızdan hiç istifâde edemez*. 


Bir kimse, bir *Mürşid-i kâmile* rastlamadıysa ne yapacak? O vakit râbıta yapar. Yâni sohbet iki şekilde olur. Biri *Hakîkî*, işte böyle. Biri de *Mecâzî*. 


Yâni oturup, karşısında o mübârek zâtı görüyormuş gibi düşünür. Buna *Râbıta* denir. Bunu yapan da, aynı şekilde istifâde eder. Ama râbıta kolay değildir. Herkes yapamaz.


Allahü teâlâ buyuruyor ki: *Kalpleri hastadır*. Maraz-ı kalp, kalp hastalığı, yâni günâhlar. Her günâh, kalbin bir *Mikrobu* dur, *Hastalığı* dır. 

********

Abdest almaya başlarken *Elhamdülillâhi alâ dîn-il islâm ve alâ tevfîk-ıl îmân ve alâ hidâyetirrahmân*, diyeceğiz. 


Abdest duâlarının birincisi bu işte. Abdest alırken, îmânımıza şükredeceğiz. *Elhamdülillâhi alâ dîn-il islâm*, yâ Rabbî, bizi müslümân yaratdığın için sana hamd ederiz. 


*Ve alâ tevfîk-ıl îmân*, bize îmân nasîb etdin, verdin. *Ve alâ hidâyetir-rahmân*, bize doğru yolu gösterdin. 


Her gün bu *Îmân* duâsını okumak lâzım, abdest alırken. *Ezberlemek* lâzım. Ezberliyeceğiz. Üç kelime, ezberlenmez mi? Îmânının sağlamlaşmasını istiyen, *Îmân duâsını* okusun. 


*Yâ Rabbî, bizi müslümân yaratdın, bize îmân nasîb etdin, verdin ve bize doğru yolu gösterdin. Bunun için sana hamdederiz*. Her gün bu îmân duâsını okumak lâzım. 


Kur’ân-ı kerîmde ne buyuruyor Allahü teâlâ? *Le in şekertüm, Le ezîdenneküm*, yâni benim ni’metlerime şükrederseniz, ni’metlerimi artdırırım. 


Demek ki şükredersek îmânımız sağlamlaşır. Îmânının sağlamlaşmasını istiyen, bu *Îmân duâsı* nı okusun. Çünkü bu îmân duâsını okuyanın îmânı kuvvetlenir. 


Nereden biliyorsun? İşte Kur’ân-ı kerîm. *Le in şekertüm. Le ezîdenneküm*. Yâni, verdiğim ni’mete şükrederseniz, o ni’meti artdırırım.


Böyle buyuruyor Allahü teâlâ. Ama îmân azalmaz çoğalmaz ki, *Kuvvetlenir*. Îmânın azalması çoğalması olmaz diyor İmâm-ı âzam Ebû Hanîfe hazretleri, *kuvvetlenir* diyor.

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ben bu kitaplara, ömrümü verdim. Niçin? İnsanlar okusun, istifâde etsin diye, Rafda dursun diye değil. Hem bu kitaplar, benim değil ki.


*Büyükler* in sözleri. *Efendi* hazretlerinden öğrendiğim bilgiler. Her cümlesi *Pırlanta* gibi bunların, okuyana müjdeler olsun. 


Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: *Benden sonra din adamları yetmiş üçe ayrılacak, bunların bir tânesi Cennete gidecek, geri kalan yetmiş ikisi Cehenneme gidecek*. 


Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor. Eshâb-ı kirâm; Yâ Resûlallah, o bir fırka kimlerdir? Cennete gidecek olan din adamları nasıl olur? diye sordular.


Peygamber Efendimiz; *Onlar, benim ve eshâbımın yolunda olanlardır*, buyurdu. Arabîsi şöyle: *Hüm alâ mâ ene aleyhi ve eshâbî.* Peygamber aleyhisselâmın cevâbı bu. 


Onlara, ehl-i sünnet vel-cemâat denir. *Ehl-i sünnet* demek, Peygamber aleyhisselâmın yolu demek. *Vel-cemâat* demek, eshâb-ı kirâmın yolu demek. 


*Ehl-i sünnet vel-cemâat*, Peygamber aleyhisselâmın yolu ve O’nun eshâbının yolu. İşte bunlar Cennete gidecekler. 


Geri kalan 72 si, bu yoldan sapıtmış, İslâm âlimi geçiniyor. *Bunlar islâm âlimi değildir*, diyor Peygamber Efendimiz. Peki nedir bunlar?


Bunlar, *Lüsûs-u din* dir. Yâni din hırsızlarıdır, îmân hırsızlarıdır. *Bunlar, ümmetimin dînini, îmânlarını çalacaklar!* buyuruyor. 


Onun için esas yol, ehl-i sünnet âlimlerinin yoludur. Yâni bizim *Kitaplar* dır. Bizim kitaplar çok kıymetlidir. Neden kıymetlidir? Çünkü ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarıdır. 


Bizim, bir *Satır* bile yazımız yok, onun için kıymetlidir. Bir gün gelecek ki uyanacağız. Ne vakit uyanacağız? Kabre girince. 


*En-nâsü niyâmün. Feizâ mâtû intebehû*. Yâni insanlar uykudadır, ölünce uyanırlar. Gaflet uykusundan uyanırlar. 


*En-nâsü niyâmün*. Yâni insanlar uykudadır, gaflettedir. *Hayr* dan  *Şer* den haberleri yok. Ama, *Feizâ mâtû*; ölünce, kabre girince, *İntebehû* uyanacaklar, silkinecekler.


O zaman; *Eyvâh, böyle değilmiş, bizim zannetdiğimiz gibi değilmiş, meğer aldanmışız!* diyecekler, gafletten uyanacaklar. Ama o uyanmanın hiç faydası olmıyacak.