Necip Fazıl anlatıyor: Varlığın Tacına dair, Zonguldak‘ta yazdığım yazı “Ya Muhammed!’diye başlıyordu.Efendi hazretleri, ‘Onu çıkar oradan, Allahu teala’nın Resul’üne,has ismiyle ve nida siygasıyla hitap olunmaz.’ buyurdular. ‘Niçin efendim’diye sordum.’Haya meselesi! Allahu teala bile, Kur’an-ı Kerim’de,sevgilisine, has ismiyle nida ederek hitap etmedi buyurdu.’Bir gün efendi hazretlerine ‘Efendim;son günlerde bir modadır tutturuldu en adi işlerde yarattık, yarattığımız,yarattığınız diye konuşuyorlar. Olur mu bu?’diye sordum.”Türkçede(yaratmak),halk etmek manasındadır.Ancak Allahu Taala yaratır.Olmaz,olmaz!İnsani fiillere bu tabir yakıştırılamaz buyurdu.Hristiyanların hallerinden, nispet iddia ettikleri Hazreti İsa’nın kim bilir ne kadar muazzeb olduğu tarzındaki görüşüme Efendi gayet sert: ‘Nebi‘dir muazzeb olmaz!’ buyurdular.Halbuki ben,muazzeb kelimesini yanlışlıkla “razı değil” manasına kullanmıştım.Lisana ve kelimeye dikkat şuuruna ait emir, ancak bu kadar güzel verilebilirdi.
Regaip gecesi
"Kudsiyan ol giceye rağbet tamam
İtdiler andan Reğaib oldı nam."
[Receb-i Şerifin ilk cuma gecesine Regaib gecesi denir.Çünkü Allahu Teala bu gece mü'min kullarına rağibet yapar.O gece yapılan dua, oruç, namaz gibi ibadetlere kat kat sevap verilir.O geceye hürmet edenleri affeyler.
Seyyid Abdulhakim Arvasi kuddise sırruhu]
“Allâhümme innî es’elüke min hayri mâ seeleke minhü nebiyyüke Muhammedün sallallahu aleyhi ve sellem. Ve neûzü bike min şerri mesteâzeke minhü nebiyyüke Muhammedün sallallahu aleyhi ve sellem. Ve ente’l–müsteân, ve aleyke’l–belâğ, ve lâ havle velâ kuvvete illâ billâh”
“Allahım! Peygamber’in Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in senden dilediği hayırları ben de dilerim.Peygamber’in Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sana sığındığı şerlerden biz de sana sığınırız.Yardım ancak senden beklenir.İnsanı dünya ve âhirette muradına ulaştıracak sensin.Günahtan kaçacak güç, ibadet edecek kuvvet ancak Allah’ın yardımıyla kazanılabilir.”
(Tirmizî, Daavât 89)
Leyle-i Regaibiniz mübarek olsun.
Farzı yapmak,haramdan kaçınmak için hile-i şer’iyye olur
Hüseyin Hilmi Işık efendi anlattı: “Vaktiyle kadınlara da vaaz veren bir Münib efendi vardı.Yolda yürürken etekleri yerde sürüklenir;kadınlar eteklerini tutarlardı.Babası da meşhur Erzurumlu hoca idi.Vaaz verirken ağladığı için,ağlamış hoca derlerdi.Osmanlılar zamanında Ayasofya Medresesi’nde müderrismiş.Müderris nasıl oluyor diye merak ettim ve bir kere ziyaretine gittim.
Konuşma esnasında dedi ki: İslamiyet‘te hile-i şer’iyye vardır. Mesela zekat verecek bir zengin, birkaç altın değerinde altından bir külçeyi zekat olarak hesap eder.Bir çuval buğdayın içine koyar.O çuvalı, fakire,bu benim zekatım diyerek verir.İçinde külçe olduğu belli değil. Sonra fakire der ki; Sen bu kadar buğdayı ne yapacaksın,bana sat der. Onu fakirden satın alır.Külçe gene geri gelir.Zekat verilmiş olur. Buna hile-i şer’iyye derler’ dedi. Ben de Abdulhakim Arvasi hazretlerine gittiğimde bunu anlattım.Efendi hazretleri, ‘Allah Allah! Allahu Taala‘yı aldatmak mı istiyorlar? Allahu Teala aldanmaz.Dinden çıkmak için, farzdan kaçmak için hile-i şer’iyye olmaz.Farzı yapmak,haramdan kaçınmak için hile-i şer’iyye olur. Yoksa yalnızca o bir çuval buğday zekat verilmiş olur.’ buyurdu.”
Sevanihü’l-Efkar‘da Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyor ki: “Musul’da bazı tacirler, zekatda havli tamam olmadan (bir sene dolmadan) evvel (malı başkasına)hibe eder, mülkünden çıkarır;sonra alır. Bu suretle hile eder;ribaya girer.Bu, sirkattir (hırsızlıktır).
SEYYİD ABDÜLHAKÎM-İ ARVÂSÎ HAZRETLERİ’NİN VEFATI
SEYYİD ABDÜLHAKÎM-İ ARVÂSÎ HAZRETLERİ’NİN VEFATI. 27_11_1943
Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri; zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir büyük bir İslâm âlimi idi. Hicrî 1281 (m.1865)’de Başkale’de doğdu. 27 Kasım 1943’de Ankara’da vefât etti.
Kabri Ankara yakınlarındaki Bağlum’dadır. Seyyid oldukları Irak’taki şer’î mahkeme defterlerinde yazılıdır. Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri, o zamanın ilim ve irfan merkezi olan Irak’ın muhtelif yerlerinde yüksek âlimlerden sarf, nahiv, lûgat, mantık, münâzara, beyan, riyâziye, hendese, meâni, bedî, kelâm, tefsir, hadîs, fıkıh, tasavvuf gibi dersleri okuyup 1883 senesinde icâzet alarak memleketine döndü. Daha sonra Arvas’a giderek yüksek tahsilini zamanın en büyük âlimi Seyyid Fehim-i Arvâsî “rahmetullahi aleyh” hazretlerinin huzurunda tamamladı. Başkale’de kendi parası ile bir medrese kurarak 29 yıl ders okuttu.
1914’de Ruslar Doğu’yu işgal edince İstanbul’a geldi. 1919’da Medresetül Mütehassısîn’e, yani İlahiyat Fakültesi’ne Müderris (Ordinaryüs Profesör) olarak tayin edildi. İstanbul’da çeşitli câmilerde senelerce ilim neşretti. Pek çok kerâmetleri görüldü.
Siyâsete hiç karışmadı. Fitne çıkaranlardan, bölücülük yapanlardan nefret ederdi. Sahte tarikatçılar ve câhil tekke şeyhleri ile hiç görüşmez; gençleri, İslâm bilgilerini öğrenmeye, herkese iyilik etmeye, memlekete, millete faydalı olmaya teşvik ederdi.
Üniversite mensupları fen ve devlet adamları, çözülmez sandıkları güç bilgileri sormağa gelir, yanında bir saat kadar oturunca bâzen sormadan cevabını alarak geri dönerlerdi. Bâzen de dünyalık ve hatta düşmanlık için gelenler de bulunurdu. Keskin görüşleriyle gelenlerin niyetlerini hemen anlardı.
Çok mütevazı ve alçak gönüllü idi. Ben dediği işitilmemiştir. “Bizler hesaba dâhil değiliz. O büyüklerin yüksekliklerini anlayamayız. Ancak bereketlenmek için yazılarını okuruz.” buyururdu. Hâlbuki kendisi, bu bilgilerin mütehassısı idi. Hocası Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretleridir.
Yemesi, içmesi, yatması, konuşması, susması, gülmesi ağlaması hep dînimize uygun idi. Her hâli istikâmet üzere idi. “İstikâmet kerâmetten üstündür.” sözünü sık sık söylerdi. “İstikâmet, dînin emir ve yasaklarına uymaktır.” buyururdu.
Cevap veriniz,cevap veriniz !!!
“Nehri isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını ailemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm.Henüz ilk mektep kitaplarını tahsil ettiğim zamanlardı.Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyada Allah'ın Resulünü gördüm.Yüce bir taht üzerinde risalet makamında oturmuşlardı.Onun heybet ve celali karşısında dehşete düşmüş,yere bakarken,arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı.Göz ucuyla kendisine baktım.Kısaya yakın orta boylu, sakallı,aydınlık alınlı bir zat... Bu zat sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir sual sordu:"Hayz zamanında bir kadının,camiye girmesi uygun değilken,iki kapılı bir caminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer'an serbest midir?" Allah Resulünün heybetlerinden büzülmüştüm.Suali tekrar sormaması için gayet yavaşça ve alçak bir sesle; "Dinin sahibi hazırdır, buradadır" diye cevap verdim. Maksadım,onun huzurunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resulullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesafede bulunmalarına rağmen cevabımı duydular.Durmadan; "Cevap veriniz!" diye üst üste iki defa emir buyurdular.
Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin camiye geliş yolları üzerinde durdum.Kendilerine bir şeyi arz edeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyamı anlattım.Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; "Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış" diyerek rüyamı tabir etti. Babama; "Kâinatın efendisi huzurunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden sual açılmasının ve cevabının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resulullahın emrinin hikmeti nedir?" diye sordum şu cevabı verdi:
"Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için, böyle bir sual, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işarettir.”
Bu rüyadan sonra, on sene müddetle,Cuma gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık icâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.”
Seyyid Abdülhakim Arvasi kuddise sirruhu,öğrendiği fıkıh,tefsir gibi ilimlerin yanında kendisini mânevi yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusundalar.Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkâri'nin halifesi Seyyid Fehim-i Arvasi, kuddise sirruhu rüyasında Allahü teâlânın Resulünü görürler.Peygamber efendimizden salallahu aleyhi ve sellem hazret-i şeyhe bir buyruk; "Abdülhakim'in terbiyesini sana ısmarladım"!!!
Seyyid Abdülhakim Arvasi,1878 (H.1295) yılında nihayet Seyyid Fehim-i Arvasi hazretlerinin huzuruna kavuşur.Hocasından aldığı ilk emir, tevbe ve istihare oldu.
İstiharede bir rüya:
Seyyid Tâhâ-i Hakkari kuddise sirruhu,camide talebesi Seyyid Fehim'e şu emri vermekte: "Abdülhakimi al, elbisesini soy, cevâzimât-ı hams çeşmelerinde kendi elinle tamamen yıka! Sonra ikimize de imam olsun!.. Seyyid Fehim hazretleri onu alıp cevâzımât-ı hams çeşmelerinde yıkamakta, o da elini onun omuzuna koyarak, sağ ayağını kendisi için serilmiş olan seccadeye bırakmakta…
Merhum Sezai Karakoç ve Necip Fazıl Kısakürek'in Bağlum Anısı
Merhum Sezai Karakoç, Bağlum Kabristanında medfun Seyyid Abdülhakim Arvasi’yi (kuddise sirruhu)merhum Necip Fazıl ile ziyaretine dair izlenimlerini şöyle aktarır:
“Üstadla Abdülhakim Arvasînin Bağlumdaki mezarını ziyarete gittik o zaman Bağlum’a bir dağ yolu vardı.Köy o zamanlar çok fakirdi.Bir taksi ile mezarı ziyaretimizde birçok çocuk toplandı üstat onlara para dağıttı.Üstadın oldukça duygulu olduğu gözlemlenebiliyordu tahliye sonrası.Avukatın yazıhanesinde namazını kılıyordu.Abdülhakim Arvasînin mezarını ziyaretimizde de kurumuş bir otu alıp koklayıp cüzdanının içine attı.Hatıralarını yaşıyordu sanki.”
Sezai Karakoç -Hatıralarım
İslam’da cezanın keyfiyeti nedir? İlk hapishane ne zaman inşa edildi? Cezanın infazı bir şekle tabi midir?
İslam’da cezanın keyfiyeti nedir? İlk hapishane ne zaman inşa edildi? Cezanın infazı bir şekle tabi midir?
Ankara eski savcılarından Baha Arıkan Beyin İslam Ceza Hukuku ile alakalı tevcih ettiği bır kısım suale karşılık Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri tarafından verilen cevapları istifadenize sunuyoruz:
Sual 1: İslamiyette daha doğrusu İslam felsefesinde ceza fikri ne suretle doğmuş,ne suretle telakki edilmiştir.?
Cevap:”İslamiyette daha doğrusu İslam felsefesinde”ibaresi yerine ulûm ve mearife-i İslamiye tabiri vardır.Felsefe mevhumatı mütehayyileden ibarettir.İslamda bu yoktur.Ceza fikri değil, ceza emri Cenab-ı Hak tarafından inzal buyrulan kütüb-ü semaviyyede musarrahtır.Bu ceza,fikri beşerinin, bir insanın, bir mahlukun nazariyyelerinden doğma bir şey değildir.Bir hükm-i ilahidir.
Sual 2:Müctehid imamlar arasında ceza verme hakkı üzerinde münakaşalar cereyan etmişmidir?
Cevab:Ceza vermek hususunda müctehidler meyanında münakaşa yoktur.Zira ceza Allah’ın emrine müstenittir.Evamir-i ilahiye münakaşa kabul etmez,imamların ihtilafına münakaşa denilmez.
Sual 3:Borçlunun hapsi ile suçlunun hapsi arasında İslam hukuku bir fark gözetmiş midir? Nelerdir?
Cevap:Borçlunun hapsi borçtan dolayı değil,vadesi geldiği,ödeme gücü olduğu halde alacaklıya ödememek suretiyle alacaklıya yaptığı zulum sebebiyledir.
Zulüm da suçtur.Demek oluyor ki borçlunun hapsi ile mücrimin hapsi ayrı ayrı şeyler değildir.İkisi de aynı şeydir.Hapsin miktar ve keyfiyeti muazzire aiddir.Ta’zir ise müslümanların amirinin ve yetkili kılınan kişinin vazifesidir.
Sual 4:İslam Hukukunda ilk hapishane ne zaman başlamıştır?
Cevap:Hapishane değil ilk hapis Adem Aleyhisselam zamanında başlamıştır.Hapsetmek;durmak,
ihtilattan,istifadeden men etmek demektir. Ne zaman ki Allahu Teala dur diye emretti,buna tabi olduklarından kendilerini hapsettiler.Bu itaat ve inkıyattan dolayı o zamanlar duvar çevirmeye
oda yapmaya,hücre ve binaya lüzum yoktu.Peygamber aleyhissalatu vesselam zamanında Kaab bin Zübeyr bir cürümde bulundular ve bu sebeple efendimiz O’nu ihtilattan men ettiler.İlk hapishane Ebu Bekir Sıddık radıyallâhu anh zamanında başlamıştır. Resulullah mücrimi bir yerde bekletir kimseyi görüştürmezdi.O zamandan beri hapis umuru diniyeden oldu.Zaman içinde itaat ve inliyadı ilahi azaldı. Binnetice teşdidat ta çoğaldı.
Hapishaneler de ol vakitler yapıldı.
Sual 5: Verilen cezaların infazı bir takım merasime tabi midir?
Cevap: Bunların hiçbiri merasime tabi değildir.Ancak kısas gibi hudûd-ı şer’iyenin icrasına bir takım insanların bulunması ibret ve hakimin adil olduğuna ve hükmün doğru olduğuna delalet etmek için lazımdır.
Hazreti Hâlid’i görmek ister misin?
Seyyid Abdülhakîm Arvasi Hazretleri bir cuma namazını müteakip Hâlid Bin Zeyd yani Eyyub Sultan Hazretleri'nin kabr-i şerifini ziyaret etti.
Müridlerinden Abdülkâdir Efendi de beraberlerinde idi.O gün Seyyid Abdülhakîm Efendi Hazretleri inbisat hâlinde idi.Abdülkadir Efendi'ye, "Hazreti Hâlid’i görmek ister misin?" buyurdu.Abdülkâdir Efendi "âh keşke," dedi. "Otur, dizini dizime değdir ve gözlerini yum" buyurdu.Abdülkâdir Efendi öyle yaptı.Bir de ne görsün? Eba Eyyub-ül Ensari kabrinden aslî hey'eti üzere çıktı.Güzel yüzlü, seyrek sakallı,uzunca boylu idi. Seyyid Abdülhakim Efendi ile konuşuyordu.
Bu hal uzun sürdü. Seyyid Abdülhakîm Efendi: "Haydi, kalk gidelim" buyurduğu zaman müezzin ikindi ezanını okumakta idi.
[Rivayet edilen odur ki Abdülhakim Arvasi hazretleri demirle çevrili iş bu yerde dua ederlermiş.]
Sevmenin şartı itaattir
Evliyayı kiramdan Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretlerine, bir gün İslamiyet’i yaşamayan, namaz kılmayan, fakat büyükleri seven bir kimse geldi.
Adamcağız sohbet esnasında;
- Efendim, ben Allah’ı çok seviyorum, diye arzetti.
Mübarek zat sordu:
- Namaz kılıyor musun peki?
- Hayır efendim.
- Öyleyse Allah’ı sevmiyorsun demektir.
Adam şaşırdı:
- Seviyorum efendim. Allah hiç sevilmez mi?
Buyurdu ki:
- Sevmenin şartı, itaattir kardeşim. Söz dinlemektir yani. Seven, sevdiğine itaat eder. Seven, sevdiğinin emrini yapar. Sen Allah’ı sevseydin, Onun emrine itaat ederdin.
Adam düşünceye daldı.
Ve sessizce mırıldandı:
- Bugünden itibaren namaza başlıyorum efendim. Allah sizden razı olsun.
Anne babanın vazifesi
Bir gün de nasihat istediler bu mübarek zattan.
Cevabında;
- Çocuklarınıza her şeyden önce İslamiyet’i öğretin. Peygamber efendimizi “aleyhisselam” anlatın ve Onu sevdirin, buyurdu.
Ve ekledi:
- Bir anne ve baba, eğer evlatlarına İslamiyet’i öğretmiyor, Peygamber efendimizi “aleyhisselam” anlatmıyor, Onu sevdirmiyorsa, onların en baş düşmanıdır.
Şaşırdılar:
- Çocuklarının mı düşmanıdır efendim?
- Evet. Çocuklarını nefsi için seven anne ve baba, çocuklarının en büyük düşmanıdır. Çünkü onların Cehenneme gitmesine sebep oluyor.
Ve daha açıkladı:
- Çocuğunu seven, onu ateşte yanmaktan kurtarmak için çırpınır. Bu da, ona İslamiyet’i öğretmekle, ibadetlere, namaza alıştırmakla mümkündür ancak.
Bunu bilerekten "habis rûh"a muhabbet eden kâfirdir
Cenâb-ı Hakk, mahlûkâtı yaratınca, bir "Mustafa" yarattı ki, "Habib-i Ekremi"dir. Bir de buna mukabil, "mustafen-minh" yarattı ki, "tortu" demekdir. Hîçbir ciheti iyi değildir. Mahlûkât, şâkûlî bir daire farz olunursa, "mustafa" zirvede en yüce noktadır. Mukâbil olan en sefîl, alçak nokta ise, "mustafen-minh"dir ki, "habîs rûh"dur; "kemâl" ismi, "mustafen-minh"likde ya'ni rada'etde ve habâsetde kemâle geldiği içindir. Bunu bilerekten "habis rûh"a muhabbet eden, kâfirdir. Bilmeyenler, ma'zûrdur. Bilmemek de imkânsızdır; meğer ki kör ola. Bunlara buğz ve düşmanlık, büyük ibadetdir.
Seyyid Abdulhakîm Arvâsî kuddise sırruh
Topuk birleştirme sünneti
Rukû'a giderken, ayakları yerden kesmeden, kaldırmadan sol topuğu sağ topuğun yanına getirerek topukları birleştirmek ve rukû'dan doğrulurken de yine ayakları yerden kesmeden sol topuğu sağ topuğun yanından dört parmak kadar sola getirmek, ya'nî topukları birbirinden ayırmak, sünnetdir.
(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî, Namaz risalesinden)
Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin kalplere huzur veren nasihatler
Abdülhakîm Arvâsî (1860 - 1943)
Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, iman eksikliğidir.
Riya olmasın diye cemaatten kaçanlar ayrı bir riya içindedirler.
Haramlardan korkan zahiddir. Şüpheliden korkan ise velidir.
Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih ederim.
Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın.
En büyük edep, ilahi hududu muhafazadır, gözetmektir.
Allahü Teâlâ bir kuluna iman vermişse ona daha ne vermemiştir. İman vermemişse ona daha ne vermiştir!
Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut içinde otursalar ve sükuttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar.
Kur'an-ı Kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifa gelmez.
Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.
Allahü Teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.
Ahmaklık, hatada ısrar etmektir..
Kur'an-ı Kerim'den ve Resul aleyhisselamın hadis-i şeriflerinden sonra en kıymetli kitap, İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabıdır.
Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkıh kitabı, İbni Abidin'in Dürrül-Muhtar haşiyesidir. Şafii’de Tuhfet-ül-Muhtac kitabıdır.
Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.
Allahü Teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru Onun dilediğidir.
Allahü Teâlâ bize rahmetiyle muamele etsin. Adaletiyle muamele ederse yanarız.
İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.
Allahü Teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü Teâlâ'nın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü Teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor.
Çeşitli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedenlerinizi rahat ve hoş tutunuz.
Temiz ve yeni elbise giyiniz.
Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslam’ın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız.
Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler karışmıştır, dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak, çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır.
Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup, iyi anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını çalarak millet ve memleketi felakete götürürler.
İslam dini, Allahü Teâlâ'nın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan, usul ve kaidelerdir.
Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır.
İslam dini ;Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaradılışında kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez,
İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz.
Müslümanların öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulum-i İslamiyye (Müslümanlık Bilgileri) denir. İslam dininin emrettiği bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmıştır. Biri, "ulum-i nakliyye", yani din bilgileri; diğeri "ulum-i akliyye" yani fen bilgileridir, buyurmuştur.
Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.
İslam ilimleri.ikiye ayrılır: "Ulum-i aliyye" yani yüksek din bilgileri ve "ulum-i ibtidaiyye" yani alet ilimleri. İslam ilimlerinin ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder.
Riyazi fizik öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir.
Astronomi, aritmetik ve geometri, dine yardımcı bilgilerdir.
Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen uymayan) birkaç yanlış teori ve hipotezden başka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir.
İlahi fizik (metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği meselelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır.
İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk'a karşı şirk ve müşrikliktir.
İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir.
Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ıstırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk'ı tanımadıkça, Hakk'ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak'dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.
Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır.
Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.
Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her zamanda her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür.
Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu olamayacak bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın Onu tenkit edecek iktidarı yoktur.
Hak Teâlâ'nın hakimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden Allah’ın merhameti neler yaratacaktır.
neler.
Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakk'a imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü Teâlâ'nın merhamet ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de; hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır.
Bɑhçıvɑn, bir gül için bin dikene su verir.



