Abdülhamid han etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Abdülhamid han etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Amberiyye Mescidi

 Osmanlı sultanları bazı sebeplerden dolayı hac görevlerini yerine getirmezlerdi. Bundan dolayı yerlerine bazı kimseleri Hac’a gönderirlerdi. Bir hac mevsiminde sultan Abdülhamit han, hac farizasını yerine getirmek üzere vezirini görevlendirir. Yıldız sarayından vezirini dualarla ve kutlu toprakların insanlarına verilmek üzere türlü türlü hediyelerle uğurlar. Ve vezirinden bir istekte bulunur. Hac dönüşünde Ravza-i Mutahhara’dan’ bana bir avuç toprak getir’ der.


Vezir, hac ibadetini yerine getirir. Mekke-i Mükerreme de tavaf eder. İslam dünyasından gelen Müslümanlarla tanışır. Büyüklere saygılı, küçüklere sevecen davranır. Fakirlere, Sultan’ın vermiş olduğu emanetleri dağıtır. Arafat’ta vakfeye durur. Mina’da şeytan taşlar. Mekke’den Medine’ye giderken, peygamberimizin çektiği sıkıntıları düşünür. Baki Kabristanı’nda dünyanın geçiciliğini anlar. Vezir, hac görevini tamamlar. yorgun bir şekilde, Arafatta ilahı affa uğramış yüzlerce hacı birlikte İstanbul’a gelmek için trene biner. Trende padişahın ricası aklına düşer. Tren hareket etmek üzeredir. Mescidi- nebeviye gidip toprak almaya zaman kalmamıştır. Trenden inerek istasyonun yanındaki boş araziden bir avuç toprak alır.


İstanbul’a vardığında padişah onu bir kardeşi gibi karşılar. Sarılır. Efendimizin(sallallahu aleyhi ve sellem)in kokusunu hissetmeye çalışır. Ve sözü, Ravza-i Mutahhara toprağına getirir. Vezir, kadife bir kesenin içine koyduğu toprağı sultan Abdülhamit Han’a verir. Abdülhamit han itinalı bir şekilde ve hürmet ile toprağı avuçlarının içine alır. Koklar, bir daha koklar… Döner, Vezir’ine’bu toprağın amberi var. Lakin miski yok’ der. Vezir şaşırır. Ve doğruyu itiraf eder. Bunun üzerine padişah, vezir’in toprak aldığı yere bir mescit inşa edilmesini talep eder. Bir sonraki hac mevsimine kadar Medine-i münevvere tren istasyonu karşısına beyaz kubbeli mescit inşa edildiğinde ismi hazırdır: Amberiyye Mescidi.....

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hocam Seyyid *Abdülhakîm Arvasi Efendi* hazretleri bir gün buyurdular ki: 


Başkale şehrinde bir medresem vardı. Bu medresede 20-30 talebe okutuyordum. Talebenin yemesi, içmesi, elbiseleri, bütün masrafları hep bana âit idi. 


Bir gün medresede ders veriyordum ki, kapı açıldı. Gâyet temiz giyinmiş bir beyefendi içeri girdi, selâm verdi ve dersi dinledi. Ders sonunda yanıma geldi.


Ve *Efendim, kaç talebeniz var? Hangi kitapları okutuyorsunuz? Hangi kitaplara ihtiyâcınız var?* diye sordu. Ben de, lâzım olan birçok kitap ismi verdim. 


Cebinden defterini çıkardı, bütün ihtiyâçlarımı o deftere yazdı. Sonra da vedâ edip ayrıldı. Konuşması gâyet nâzik, elbisesi gâyet muntazam ve temiz olduğundan, bunun bir *İstanbul beyefendisi* olduğunu anladım. 


Aradan iki ay geçdi. Ben artık bunu unutmuşdum. Bir gün medreseye postacı geldi ve *Seni postâneden istiyorlar*, dedi. Hemen kalkıp gitdim. 


Postânedeki memurlar; *Bunlar sana geldi*, dediler ve bana iki büyük *sandık* gösterdiler. Bakdım, koca koca iki sandık. İki sandık da *Kitap* doluymuş. Kitapları, sandıkları aldım.


Hayvana yükletip medreseye getirtdim. Sandıklar açıldı. Bir de ne göreyim, sandığın içinde, iki ay evvel, İstanbul’dan gelen o beyefendiye isimlerini yazdırdığım *Kitaplar* bunlar. 


Üzerine de bir kâğıt konulmuş. Alıp okudum. Kâğıtda; *Halîfe-i müslimîn sultân Abdülhamîd Hân’ın hediyesidir*, yazılıydı. Çok sevindim. Efendi hazretleri, bize böyle anlattı efendim. 


Efendim, ben *albay* idim. Beşiktaş’da, Hamîdiye câmiini ziyârete gitdim. İhtiyâr bir imâm beni gezdirdi. Câmi-i şerîfde, Sultân Abdülhamîd Hâna hediye edilmiş *Kâbe* örtüsünü ve *Levha*’ları gezdirdi.  


Sonra da, *Hünkâr*’ın namaz kıldığı yeri gösterdi. Daha sonra bir odaya ve afedersiniz abdesthâneye girdik. Ab-desthâne taşının üstünde, iki tâne *Nalın* [takunya] vardı. 


İmâm bana; *Bu nalınları, Sultân Abdülhamîd Cennetmekân giyerdi*, dedi. Sultân Abdulhamîdin mübârek ismini işitince, gözlerim sulandı. 


Halîfe-i müslimînin mübârek ayaklarının temas etdiği o nalınlara eğildim. Yüzümü, yanaklarımı sürdüm, öpdüm. Gözlerimin *Yaşı* nalınlara damladı.

Sıra gelmedi

 "Biz Sultan Aziz'in ahını çekiyoruz. Sultan Hamid'in ahına daha sıra gelmedi. Biz bu hanedana yapılan zulme kayıtsızlığımızın cezasını çekiyoruz."

(Seyyîd Abdülhakîm Arvâsî kuddise sirruh)

SERDAR-I HAKAN İKİNCİ SULTAN ABDÜLHAMİD HAN (RAHMETULLAHİ ALEYH)

Rahmetli Hüseyin Hilmi Işık efendi anlatıyor; 

Bundan on sene evvel (1957) Beylerbeyi'nde oturuyordum. Birkaç sene oturduk. 

O arada Beylerbeyi sarayı'nın bekçilerinden birisi ile ahbab olduk. Yaşlı bir adamdı. 

Bir gün dedi ki, Sultan Hamid Cennetmekan, Beylerbeyi sarayı'nda iken polisler nöbetle bekliyorlardı. 

Polisin birinin o gece çocuğu dünyaya gelecekmiş. Tesadüf, o gece de nöbetçi.

Birkaç çoçuğu var. Ailesi kalabalık. 

İttihatçılar zamanında her şey pahalı. 

Polis yarına ne olacağını bilemiyor. Parası yok. Düşünüyor, taşınıyor. En son diyor ki, böyle sıkıntı, felaket içerisinde yaşamaktansa, yarın sabah nöbeti teslim ettikten sonra, rıhtımdan kendimi denize atıp öleyim.

Bu sıkıntılı hayattan kurtulayım diye karar veriyor. 

Tam nöbeti teslim etmeye birkaç daika kala, yukarıdan pencere açılıyor. 

Bakıyor polis, Sultan Hamid Cennetmekan sarkmış.

"Evlat, evlat, al şu torbayı" diye yukarıdan bir kese altın atıyor.

"Bunu al, sana hediyem olsun. Çoluk-çocuğuna sarf edersin. Sakın intihar etmeye kalkışma. İntihar çok büyük günahtır". diyor ve çekiliyor. 

Polis ağlaya ağlaya bunu bana anlattı ve Sultan Hamid'in bir veli, Allahın bir evliyası olduğuna, "yemin ederim" diye ağlayarak söyledi.

"Allah Devletimi Bu Hale Getirenlerin Cezasını Versin" | II.Abdülhamid Han - Beylerbeyi Sarayı

"Allah Devletimi Bu Hale Getirenlerin Cezasını Versin" | II.Abdülhamid Han - Beylerbeyi Sarayı

Sultan II.Abdülhamid Han, hal edilip tahttan indirildikten sonra Selanik'e sürgün edildi. Onun gölgesinden bile korkan İttihat ve Terakki, şehzadeler ile bile görüşmesine müsaade etmediler. Dünya ile tamamen irtibatını kestiler. Bu zaman içerisinde beceriksiz idareleri sebebiyle Balkan harbini çıkarttılar ve teker teker devletleri kaybetmeye başladılar. Neticede düşman askeri Selanik kapısına dayandı. Sultan II.Abdülhamid Han da tehlikeye girdi.

Devamı yayında... Haydi buyurun... 

Abdülhamid Han'ın çocukluk resmi

Abdülhamid Han'ın çocukluk resmi

HATIRA: ENVER ÖREN VE BEHİCE SULTAN

HATIRA: ENVER ÖREN VE BEHİCE SULTAN

İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde doktora asistanı iken, NATO bursu vesilesiyle Napoli’de kaldığım (1967) ve Napoli Üniversitesi Zooloji Enstitüsü’nde araştırmalar yaptığım yıllarda, Sultan II. Abdülhamid’in son zevcesi Behice Sultan’ın, burada sürgün hayatı yaşadığını öğrenip hemen ziyaretine gittim. .

Sultan Hamid Hân Hazretleri’nin miralaylarından Celâl Bey ile mecburi bir nikâh kıyarak birlikte oturuyorlardı. İlk ziyaretine gittiğimde kapıyı çalıp, selâm verdim. “Allah rızâsı için sizi ziyarete geldim. Lütfen kabul buyurun.” dedim. “Aleykümselâm, içeriye buyurun efendim.” Sesi bütün heyecanımı dindirdi ve sevinçle içimden çok şükrederek besmeleyle içeri girdim. Yaşadıkları yer, gâyet mütevâzı bir apartman dairesi idi. İçim burkuldu. Kendi kendime “Heyhat! Saray’dan, Napoli’nin ara sokaklarındaki bir apartman dairesine!” diyordum. Bir masanın etrafına üçümüz oturduk. Evde başka kimseler yoktu. Önce mübârek ellerini öptüm ve söze şöyle başladım. “Efendim, bendeniz namazını kılan, İslâm terbiyesi ve ahlâkı ile yetişen, Sultan Abdülhamid Hân Hazretleri’ni çok seven bir Türk’üm. İstanbul’dan geldim. Burada olduğunuzu haber alınca içime sizinle tanışmak, duâlarınıza kavuşmak ateşi düştü. Şu anda bu arzuma kavuşmanın sevinci içindeyim.” dedim.

Behice Sultan’dan duvarları çınlatan, yürekten gelen bir “Elhamdülillah!” sözü geldi. Behice Sultan devam etti. “Demek namazını kılıyor, Allahını ve Peygamberini tanıyorsun. Allah’ıma sonsuz hamdü senâlar olsun, ölmeden önce bana bunu da işitmek, genç bir Türk Müslüman evlâdını görmek nasib etti” dedi. (Acaba zevcesi böyle olanın, kendisi nasıldır?) Napoli’de kaldığım müddet zarfında, her ay gelen bursumun çoğunu Behice Sultan’a götürüp veriyor; geri kalan mikdarla iktifâ etmeye çalışıyordum. Onun birçok hizmetini gördüm.

Sultan II. Abdülhamid’in son zevcesi Behice Sultan’ın, Napoli’de sürgün hayatı yaşarken, kendisini ziyarete gelen bana söylediği ve kuvvetli bir imanın tezâhürü olan bu sözleri, bugün kolay kolay kim söyleyebilir?

Bir defasında yanına gittiğimde, Sultan Hanım efendi, evin mutfağında soğan ve patatesleri ayıklıyordu. Bunlar pazar artıklarından toplanmış çoğu çürük çarık şeylerdi. Kendimi tutamadım. Gözlerim doldu. “Oğlum, sarayda yaşadım. Hizmetkârlarım vardı. Ama gör, bak, şimdi ne hâldeyim! Cenâb-ı Hak, bizi imtihan ediyor. İnşallah bu imtihanı kazanırız.” dedi.

Öyle ki Napoli’den dönerken Behice Sultan; “Bizi kendine alıştırdın. Doğurduğum çocukları bile senin kadar sevmedim. Şimdi beni bırakıp gidiyorsun. Hak revâ mı bu?” dedi.

Vedalaşırken bana bâzı hediyeler verdi ve vasıyette bulundu. “Beni Yahya Efendi dergâhına defnedin. Cenaze namazımı Hüseyn Hilmi Işık Efendi kıldırsın. Tabutumu asla arabaya koymayın.” dedi. Bunların üçü de çok zor idi. Bir kere Yahya Efendi dergâhı cenaze defnine kapalıydı. Hüseyn Hilmi Işık efendinin de cenâze namazı kıldırdığı işitilmiş şey değildi. Üstelik cenâzelerin arabaya konulması mecburî idi. Bu vasıyetlerini dinledikten sonra “Başüstüne efendim” diyerek huzurlarından ayrıldım.

Bir müddet sonra da memlekete döndüm. Meğerse bu son görüşmemiz değilmiş. Behice Sultan iki sene kadar sonra, kızkardeşi Nimet hanım ve akrabaları vasıtasıyla Türkiye’ye döndü. Suadiye’de oturdu. Kendisini ziyarete gittim. Çok memnun oldu. Az bir zaman sonra da vefât etti. Doksan yaşında idi. Behice Sultan hanımefendinin temiz ve yüce kalbinin tecellisi, vefâtından sonra da devam etti. Bakanlar Kurulu, Yahya Efendi dergâhına defnedilmesine karar verdi. Hüseyn Hilmi Işık Efendi cenâze namazını kıldırdı. Cenâzeye iştirak edenlerin çokluğundan, tabutları arabaya konulamadı, omuzlarda taşınarak kabristana götürüldü.

Sultan Abdülhamid Han’ın son zevcesi Behice Sultan’la Altı Ay – Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci

Abdülhamid Han'ın Duası


Zalimlere beddua millete dua! İşte Abdülhamid Han'ın Duası:

Allahım helal etmiyorum!

Şahsımı değil, milletimi bu hale getirenlere, hakkımı helal etmiyorum!

Beni, benim için lif lif yolsalar, cımbız cımbız zerrelerimi koparsalar, sarayımı yaksalar, hanümanımı, hanedanımı söndürseler, çoluğumu gözümün önünde parçalasalar helal ederdim de Sevgili'nin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yolunda yürüdüğüm için beni bu hale getiren ve milletimi ateşe atan insanlara hakkımı helal etmem!

Allahım! Mukaddes isimlerine kurban olduğum Allahım!

Ya Âdil!

Bana "Kızıl Sultan" adını takan ve devrilmem için ellerinden geleni yapan Ermenileri, şimdi beni devirenlere parçalatıyorsun!

Bu cellatları da, kim bilir, kimlere parçalatacaksın?..

Fakat yâ Rahman!..

Adaletinle tecelli edersen hepimiz kül oluruz!

Bize acı!


Resûlünün, Sevgilinin, Kainatın Efendisinin nurunu kaydeder gibi olduğu için bu hale gelen millete, rahmetinle, fazlınla, lütfunla tecelli et!

Yâ Kâdir!

Kundaktaki yavruyu gagasına almış, kaçıran leş kuşunu düşürüp çocuğu kurtarmak ancak senin kudretine sığabilir. Leş kuşlarının gagasında kundak çocuğuna dönen milletimi kurtar Allahım!


Ya Ma'bud !..

Ömrümde tek vakit farz namazı kaçırdığımı hatırlamıyorum!

Ama tek vakit namazım olduğunu iddiaya da nefsimde kuvvet bulamıyorum!..

Huzurunda eğileceğime kaskatı kalıyorum ve duada ruh teslim edeceğime yatağımda kıvranıyorum! Sana kulluk gösteremeyen bu kulunu affet Allahım!Eğer, yılları tesbih dizisince süren hükümdarlığımda Seni bir kere anabildim, Resûlüne bir an bağlanabildimse, duamı, o bir kere ve bir an yüzü suyu hürmetine kabul et!

Yâ Sübhan!

Şu titrek elleri, Kıyamet gününde sana "Ümmetim, ümmetim!" diye yalvaracak olan Habibinin eteğinde, şimdi "Milletim, milletim!"diye dilenen bu ihtiyarın duasını geri çevirme! Milletimi evvelâ "Ba'sü ba'de'l-mevtsiz" bir ölümle yok etmeye götüren sahte kurtarıcılar ve sahte kurtuluşlardan kurtar; ve ona bir gün gelecek kurtarıcıları, gerçek kurtuluşu nasib eyle!..

Benim artık bu dünya gözüyle görebileceğim hiçbir saadet ümidim kalmadı.

Bari felâketi olsun bana daha fazla gösterme Allahım!

Ayakta duramaz, haldeyim!

Vadem ne gün dolacak Allahım?..

3 KITANIN SON HÜKÜMDARI (Sultan 2. Abdülhamit Han)


…Saat 03.00 sıralarında idi, Abdülhamit han hazretlerinin sesi sarayın karanlık duvarlarında şimşek gibi yankılandı.
- “Arabacı!”
Arabacı yatağından fırladı. Atlar, koşumlar alelacele hazırlanmaya başlandı. Derken koca sultan heybetiyle sahanlıkta göründü. Halinden çok acelesinin olduğu belli oluyordu. Daha sabahlığının bir kolunu giymemişti. Elinde yalın kılıcı vardı. Merdivenleri koşarak inerken kolunu taktı. Formaliteler bir kenara bırakılmış, bütün kâinat bir noktaya kilitlenmişti sanki. Hışımla merdivenleri üçer beşer inip uçar gibi atladı arabaya. Hırsından yerinde duramıyordu. Hiç kimse hatta nöbetçiler bile neler olup bittiğini anlayamamıştı. Sert bir sesle:
- “Sür evladım, hadi çabuk ol…”
Arabacı şaklattı kırbacı. Atlar ok gibi fırladı yerinden İstanbul sokaklarında bir koşuşturma başlamıştı. Bir sultan, bir arabacı gecenin karanlığında olacak iş değildi? Nal sesleri gecenin karanlığını yırtıyor arada bir sultanın sert emirleri geliyordu arkadan;
- “Daha hızlı yavrum, daha hızlı, şu sokağa sap, şuradan gir…”
Atlar soluk soluğa kan ter içinde koşuşuyordu. Bütün her şey dikkat kesilmiş ağaçlar, evler, kurt, kuş hal ile daha, daha hızlı diyordu. Yola çıkalıdan beri bir rüzgârda mı peydâh oldu ne? Arkadan itekliyor sanki. Arabacı hiç bir şey düşünemiyordu. Kafası allak bullak olmuştu. İçi bomboştu. Bir hoş oluyordu. Öylece yol aldılar. Nihayet Abdülhamit Han Hazretleri;
- “Şu çatal kapının önünde dur!”
Diye emir verdi. Arabanın daha durmasını beklemeden arabadan atladı kılıcının kabzasıyla kapıyı yumrukladı. Bütün İstanbul top gülleleri ile sarsılıyordu adeta. Nihayet bir erkek başı uzandı kapı aralığından, ürkek, tedirgin isteksizce sordu;
-”Kim o?”
Sultanın beklediği an gelmişti. Bir çırpıda indirdi kılıcı. Daha ne olduğunu anlayamadan bir baş gövdesinden düştü ayaklar altına. O koca Sultan derin bir oh çekti. Rahatlamış, hırçınlığı gitmişti. Yavaşça sıvazlayıp arabacının sırtını, müşfik bir sesle emir verdi.
- “Hadi yavrum saraya… Sarsmadan…”
El etek fark etmeden ağır ağır uzaklaştılar oradan. Arabacı bu sefer bir başka şaşkındı. Kaldırım taşları bile artık ahenkli bir ses çıkartmakta, yol boyu ağaçlarda selam mı veriyorlar ne? Ne garip bir yolculuktu bu? O adam kimdi? Sultan neden boynunu vurmuştu. Giderkenki o hışım, haşmet, mehtapta gezintiye çıkmış gibi şimdiki bu ahestelik ne? Çözebilmiş, anlayabilmiş değildi. Saraya girmişlerdi. Sultan odasına çekildikten sonra birkaç meraklı, arabacıya yaklaştı sessizce. Arabacı bilmiyorum diyebildi.
Gerçektende olan biteni bilebilmiş değildi. Yatağındaydı ama uyuyamıyordu. Bir iş vardı bu işte. Adil, adaletli dini bütün bir hükümdardı. Yargılamadan bir insana ceza verdiği görülmemişti. Herkesi okşar, hoş tutardı. Af ve müsamahayı çok severdi. Yeter ki dine ve devlete karşı suç işlenmesin.
Sultanı hiç böyle görmemişti. Düşünüyordu; neden kendisi gitti? Neden gecenin o saatinde gitti. Giderkenki o acelecilik neydi? Merak içini kemiriyordu. Hele o yoldaki haller. Allah Allah… Çok tuhaf şeyler olmuştu. Olup biteni gidip öğrenmeliydi. Kalktı belli etmeden giyindi, hırsız gibi sessizdi. Bir at seçti kendisine. Yavaşça çıktı saraydan. Kıvrılınca köşeyi mahmuzladı atı. Bir solukta vardı aynı eve. Kapı tokmağının sesi bir kez daha yankılandı. Zayıf, cılız, ürkek bir kadın sesi, titreyerek sordu:
- “Kim o?”
- “Teyze aç hele bir olaya şahit oldum. Beni mazur gör, uyku tutmadı. Meraktan kurtar, nedir bütün bunlar?”
Kadın heyecanla, hayretle kapıyı çabucak açtı. Gözleri karanlıkta ışıl ışıldı.
- “Yavrum evladım kimdi o? Madem gördüm diyorsun, ne olur söyle.”
- “Kim olduğunu sorma! Kellemden korkarım söylenmeyecek bir zattır. Merakımı giderirsen ne ala, yoksa sen beni görmedin ben seni.”
Kadın üzülmüştü. O büyük zatı öğrenememişti. Mahzundu boynu büküktü. Hıçkırıklar içinde boğuluyordu, güçlükle konuştu;
- “Peki madem öyle o sır seninle kalsın.”
Kapıyı ardına kadar açmıştı, kafası kopuk adamı içeri sürükleyip üzerine bir örtü atıvermişlerdi. Güçlükle konuştu,
- “Bu benim oğlumdu, içkili gelmişti, bana tecavüz etmek üzereydi, Yarabbi beni kurtar diye çok yalvardım. Sonunu sen biliyorsun.”
Arabacı donup kalmıştı. Aman Allah’ım böyle bir şey olabilir miydi? Kadının içeri kaçışını dahi fark edemedi. Söylenenler beynini tırmalıyordu, kulakları uğulduyordu. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Olduğu yere yığıla kaldı. Neden sonra kendine geldi. Biraz sakinleşmişti.
Onca yolu nasıl gelmişti, bilemedi. Düşünüyordu. Her gün hizmetinde bulunduğu bu zatı neden şimdiye kadar tanıyamadığına yanıyordu. O kadın nasıl bir kadındı ki duası kabul edilmişti? Koca sultan nasıl sultanmış ki: O’na git o kadını kurtar demişlerdi. Kim demişti? Nasıl demişlerdi? Hafsalası almıyordu. Nasıl oluyordu bütün bunlar? Görünüşte bir kafa kopmuştu. Ama o, çözmüştü her şeyi. Bu sırrı kimselere açmaya cesaret edemezdi. Belki son günlerinde ifşa edebilir miydi, kim bilir? Aklı karmakarışıktı.
Demek her şey böyle idi. Görünenin altında anlaşılamayan bambaşka bir dünya, manevi bir dünya, manevi bir hayat vardı. O artık ehlince malum o hayatı, o hazzı istiyordu. Nasıl da farkına varamamıştı. Ne büyük bir gafletti. Deryanın yanında bulunup, damladan istifade edememek ne acı diye düşündü. Dünyanın geçici, aldatıcı zevkleri ile uğraşmamalı, perdenin altını görmeli diyordu.
Artık içi içine sığmıyordu, coşmuştu.

Dağa taşa haykırıyordu:
- Asıl hayat bu, bu hayatı tanımak, yaşamak lazım. O hazzı tatmalı, içeri girmeli, O’nunla olmalı;
Kapıyı arala ya Rab! Beni de içeri al ya Rab! O hazzı tattır ta Rab! Nasib et!.. Nasib et!..

Kaynak: Ulu Hakan 2.Abdülhamid nfk

SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN VE TÜRBEDÂR

Yavuz Sultan Selim Han’ın türbedarlarından biri, bir oğlan çocuğunun dünyaya gelmesini çok istiyordu. Bu yüzden hâmile bulunan hanımının bir isteğini iki etmiyordu. Ancak hanımı o sabah, kendisinden kiraz istemişti. O da, hâmilelerde bu gibi isteklerin olacağını zâten biliyordu. Lâkin kirazın henüz çıkmaya başladığı bu günlerde, çok pahalı olduğu da muhakkaktı. İmkânsızlıklarına rağmen, ümit vererek evden ayrılmıştı. Şimdi türbeyi süpürüyor, hem de bunu düşünüyordu. 
Akşam eve varınca hanım, “kiraz aldın mı?”diye sorarsa, ne diyecekti. İçinden her türlü fikir geçiyor, fakat bir türlü çıkış yolu bulamıyordu. Çünkü pahalı kirazı alacak parası yoktu. Tam bu esnâda, elindeki süpürgenin sapıyla, yıllardır hizmetini gördüğü Yavuz Sultan Selim Hân’ın sandukasına vurdu ve şöyle söylendi: “Hey Koca Sultan!Sana senelerdir hizmet ediyorum, bir defacık olsun himmet etmedin. Ne olacak şimdi benim hâlim? Kiraz alacak param yok. Hanımın hâli de meydanda!..”Akşam olur büklüm büklüm eve gelir. Başka hâdiseler sabahki isteğin üzerini örttüğü için kiraz unutulur. Ertesi sabah yine âdeti olduğu üzere türbeye gelir, kapıyı açıp beklemeye başlar. Bir anda karşısında Sultan Abdülhamid Hân’ın adamı belirir:—Efendi,Sultan seni huzura çağırır, hemen faytona buyur!der.Şaşkınlıktan küçük dilini yutacak hâle gelir. Sultan, kendisini niçin çağıracak? Kendisi bir türbedârdır. Sultan’ın huzuruna çıkacak kimselerden değildir. Olsa olsa bir şikâyet, bir suç haberi vardır; o yüzden çağırır.Emri tebliğ eden adam fazla sabırlı değildir.—Efendi ne durursun, Sultanın emrini tebliğ ederim sana!Bakar ki ağırdan almanın zararı olacak... Çaresiz faytona atlar, doğruca sarayın avlusuna inerler. Nöbetçiler girer çıkar, hemen huzura alırlar.Abdülhamid Hân, kendisini şöyle tepeden aşağı bir süzer. Sonra, kelimelere basa basa fakat yumuşak bir edâ ile sorar:—Ceddim Yavuz Selim Hân’ın türbedârı sen misin?Güçlükle cevap verir:—Evet Sultanım!—Söyle bakalım dün türbede neler oldu?Derdin nedir? Bir meselen olmalı?Bir anda zihninden bir sürü şey geçer. Acabâ Sultan neyi sormak istiyor, neyi kastediyor? Hangi derdimi soruyor? Şaşkın ve ürkek bir edâ ile:—Sultanım birşeyler olmadı, bir derdim de yoktur. Sağlığınıza duâcıyım.Abdülhamid Hân sesini hem yükseltir, hem de sertleştirir:—Türbedâr efendi! Sana söylerim. Dün türbede neler oldu, meselen nedir, açık söyle!Bir şeyler hisseder bu defa. Ama söylemeye cesâret gerek. İster istemez hâdiseyi anlatır:—Sultanım, zevcem hâmile. Benden kiraz istedi. Çok pahalı olduğu için alamadım. Bunun için de velînimetim Sultan Selim Hân’ın sandukasına dokundum; bunca yıldır hizmetini görürüm, bir himmetini görmedim, dedim.Ortalığı bir sessizlik kaplar. İki tarafta da derin tefekkür... Neden sonra daldığı âlemden çıkan Abdülhamid Hân, söylenmeye başlar:—Sen orada dedemin sandukasına vurdun, o da burada sabaha kadar benim başıma vurdu. Al şu bir kese altını, bir daha böyle şeyler için Selim Hân ceddimi rahatsız etme, doğruca bana gel!Bundan sonra emir subayına dönen
Abdülhamid Hân:—Selim Hân’ın türbedârının maaşı iki misline çıkarılsın, sıkıntıdan kurtulsun. Bir derdi olunca da hemen bana gelmesine izin verilsin.

CENNET MEKÂN ABDÜLHAMİD HAN'IN VEFATI


CENNET MEKÂN ABDÜLHAMİD HAN'IN VEFATININ YILDÖNÜMÜNDE RAHMETLE ANIYORUZ 10 ŞUBAT 1918

II. Abdülhamid Hân, Sultan Abdülmecid’in oğludur. Henüz 10 yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan ölünce, bakımını Abdülmecid’in diğer çocuksuz eşi Perestü Kadın Efendi üstlendi. Perestü Hanım Abdülhamid’i kendi çocuğu gibi büyüttü. Babasının ölümünden sonra yerine geçen amcası Abdülaziz Han diğer şehzadelerle birlikte Abdülhamid’in eğitimiyle de yakından ilgilendi. Sultan Abdülaziz çıktığı Avrupa gezisine Abdülhamid’i de beraberinde götürmüştür.


O, siyasî bir deha idi...
Abdülhamid Hân, amcası Abdülaziz Han’ın 1876’da tahttan indirilmesi ve katledilmesi üvey kardeşi V. Murad’ın tahta geçirilmesi gibi olaylara şahit oldu. V. Murad Han birkaç ay sonra ruhsal çöküntü geçirince Abdülhamid Han tahta çıkarıldı; Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesine önderlik eden Mithat Paşa da Sadrazam oldu.
Cennetmekân ll. Abdülhamid Han düşmanlarının tasdiki ile dahi firâseti açık, siyasî bir dâhi idi. Bu “Ulu Hakan”ın zamanı, çileler, entrikalarla dolu aydınların (!) gaflet içinde boğulduklari bir devir olarak tarihe geçmiştir.
II. Abdülhamid Hân 33 yıl Padişahlık yaptıktan sonra 27 Nisan 1909’da tahttan indirildi, 3 yıl Selanik’te tutulduktan sonra, Balkan Savaşları başlayınca 1912’de İstanbul’a getirildi ve Beylerbeyi Sarayına yerleştirildi...
Sultan II. Abdülhamid Hân’ın, son gününde, hayatında hiç bir sabah terk etmediği banyo ve duşa girmesi hastalığını ağırlaştırmıştı. Son gününü Müşfika Dördüncü Kadın Efendi şöyle anlatıyor: “Kadın Efendi, bu, ecel teridir!”
“O gün sabah banyosunu yaptı. Ben çamaşırlarını giydirdim Fakat baktım ki sırtı durmadan terliyor.
- Aman Efendiciğim, çok terliyorsunuz, dedim.
- Kadın Efendi, bu, ecel teridir, cevabını verdi.
Elbisesini giydi. Kahvesini verdik. Hamamdan sonra kahve içmek itiyâdında idi. Yarım bardak sütlü maden suyu da içti. Oturduğu yerde iki rek’at namaz kıldı. Bundan sonra ağırlaşmaya başladı...”
Abdülhamid Hân, 1 Kasım 1912’den; vefât günü olan 10 Şubat’a kadar 5 yıl, 3 ay, 9 gün Beylerbeyi Sarayında kalmıştır. Burada en küçük oğlu Şehzâde Mehmed Âbid Efendi ve zevcesi Müşfika 4. Kadın Efendi ile yaşamıştır. Tahttan indirildikten 8 yıl, 9 ay, 13 gün sonra 75 yaşını 4 ay, 19 gün geçe burada dâr-ı bekâya irtihâl etmiştir.


Oğlu Âbid Efendi, babası Sultan Abdülhamid'in son günlerini ve vefatını şöyle anlattı:"- Ölümü, normal bir ölümdü. Zaten yetmiş altı yaşına gelmiş, saltanatı günlerinde de çok tehlikeli olaylar geçirmiş, su’i-kastten kurtulmuş, hele sürgünde yaşadığı yıllarda memleketin ve milletin savaşlarla uğradığı toprak ve insan kaybından büyük üzüntü duymuş, her gün yeni bir felâket işittikçe içi içine sığmaz olmuştu!.. İttihatçıların tedbirsizliği yüzünden, koca Rumeli’den İstanbul’a doğru atılmamızı, Arnavutluğun, Trakya’nın bir bölümünün kaybı, Afrika’daki Trablusgarb olayı, Mekke ve Medine gibi Müslümanlığın ocağı olan mukaddes yerlerin kaybı, münbit Mezopotamya’nın elden çıkışı, Suriye’nin karışıklığı babamı son derece üzmekteydi... İleri yaşının normal sayılan hastalıklarına dişini sıkarak katlanabiliyordu. Ancak, memleketin o günkü haline, ecdâd kanlarıyla yoğrulmuş imparatorluk topraklarının erimesine, savaşlarda kaybedilen insanlara öylesine üzülüyordu ki, bu felâket haberlerinin çöküntüsü içersinde âdeta ölümü bekler olmuştu!.. Babam Abdülhamid’in cenaze merasimi de hiç unutamayacağım hazin hâtıralarım arasında mühim bir yer alır. Kat’iyyetle iddia edebilirim ki, Osmanlı Devleti’nin son döneminde ölen hiçbir pâdişaha bu kadar büyük merasim yapılmamıştır. Oysa, babam öldüğünde hükümdar değildi. Bir fetvâya dayanılarak Parlâmento kararıyla tahtından uzaklaştırılmış, gözaltında tutulan eski bir pâdişahtı. Hükûmet ve millet üzerinde hiçbir tesiri yoktu. Hattâ genis bir topluluğun gözünde, pek de lehinde, olmayan kötülüklerin töhmeti altında bulunuyordu!.. Öyle olmasına rağmen cenazesinde bütün İstanbul sanki ayakta onu uğurluyordu. Sultanahmed’ten Divanyolu’na eller üstünde götürülen tabutunu pencerelerden ve çatılardan izleyen kadınların gözyaşları, gelenin gideni çok çok arattığının bir işaretiydi." Ölmeden bilinmedi kadri babam Abdülhamid Hân’ın Hiç kimseye bâkî değildir itibarı bu fani cihanın (Sultan Hamid’in kızı Ayşe Osmanoğlu)

SULTAN ABDÜLHAMİD HAN VE İSTİHBARAT

Tarih boyunca her devlet kendi çıkarları açısından bu tür istihbarat faaliyetlerinde bulunmuş ve bu amaç uğruna geniş bir istihbarat ağı kurmuştur.

Ülkelerarası karşılıklı yürütülen istihbarat hareketlerinin, ülke içerisinde düzen veya asayiş ve düzen karşıtı faaliyetler için de devletin yine aynı istihbarat yöntemini kullanması en doğal hak olarak görülürken Sultan Abdülhamid’in bu çalışmalarını eleştirenler acaba Osmanlı’nın selametini düşünen insanlar mıdır? diye düşünmek gerekir.
İstihbarat devlet için, düşman veya düşman olması muhtemel kişi, kurum-kuruluş, devletler ve diğer organizasyonlar hakkında açık veya kapalı kaynaklardan bilgi toplayıp, analiz ve değerlendirmelere tâbi tutarak sonuca ulaşılması anlamına gelmektedir. Ancak bu organizasyonun işlemesi için bu işleyişteki kişilerin güvenilir olması birinci şarttır. Eğer zayıf bir halka olursa bu istihbarattan gelen bilgilerin faydadan çok zarar getireceği muhakkaktır. Sultan Abdülhamid’in Doğrudan doğruya kendi şahsına bağlı bir İstihbarat Teşkilâtı kurmasının gerekçesi budur.

İstihbarat için öncelikle pek çok farklı kaynaktan gelen ve ham halde bulunan bilgilerin işlenmesi, tasnif edilmesi yorumlanması ve bütün bu bilgilerden bir neticeye varılması ve en sonunda da harekete geçilerek tedbirler alınması gerekir.  Dikkat edilirse istihbaratta çok ileride olan İngiltere’de bu işleri için muazzam bir ekip ve finansman söz konusudur. Sultan Abdülhamid ise neredeyse bu işleri tek başına üstlenmiş ve başarılı bir şekilde 28 yıl yürütmüştür.

Nisa suresi 83. Ayetinde şöyle buyuruyor Rabbimiz:
“Kendilerine güvenlik (barış) veya korku (savaş) ile ilgili bir haber geldiğinde onu yayarlar. Hâlbuki onu peygambere ve içlerinden yetki sahibi kimselere götürselerdi, elbette bunlardan, onu değerlendirip sonuç (hüküm) çıkarabilecek nitelikte olanları onu anlayıp bilirlerdi. Allah’ın size lütfu ve merhameti olmasaydı, pek azınız hariç, muhakkak şeytana uyardınız.” Ayette bir haber geldiğinde bu haberin “yetki sahibi kimselere” götürülmesi arzu buyruluyor bunun gerekçesi ise ancak o yetkili kimselerin hüküm çıkarabilecek nitelikte olanlarının onu anlayıp değerlendirebileceği belirtiliyor.

Yıldız İstihbarat Teşkilâtı 1880 yılında II. Abdülhamid Han tarafından kurulmuş istihbarat teşkilatıdır. Teşkilât-ı Mahsusa ise İttihat ve Terakki Cemiyeti bünyesinde Enver Paşa’ya bağlı olarak kurulan gizli teşkilattır. İttihatçılar madem o kadar şikâyet ediyordu neden bu sistemin aynısını kurma gereği duydu?

Jurnalcilik ya da ispiyonculuk olarak küçümsenen Sultan Abdülhamid Han’ın istihbarat faaliyetleri ülke içinde Ermeni komitacılarının faaliyetlerini diğer azınlık faaliyetlerini, yabancı devletlerin faaliyetlerini izlerken bir yandan da yurt dışında da oldukça iyi organize olmuştu. Londra, Paris, Roma başkentleri başta olmak üzere, dünyanın pek çok yerinde istihbari faaliyetlerde bulunuluyordu. Çok kısa sürede geniş bir coğrafyaya yayılan hafiyeleri sayesinde saraya, ayda 3000’den fazla jurnal geldiği söylenmektedir. Teşkilat, 1908 yılında Sultan II. Abdülhamid Han’ın tahttan indirilişine kadar faaliyetlerine devam etmiştir.

Şehzade Abdulhamid Kayıhan Osmanoğlu…