Sultan Abdülhamîd Hân etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sultan Abdülhamîd Hân etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

VELÎ SULTÂN

 “(Hilmî Bey “rahmetullahi teala aleyh” hocamız anlattılar)

Geçende bize yaşlı emekli bir polis geldi.

-Hilmî Beyciğim, sizi gerçek bir mü’min bildiğim için, târihî bir vak’ânın unutulmaması düşüncesiyle size geldim,

deyip, başından geçeni anlatmağa başladı:

“Sultan Abdülhamîd Hân (rahmetullahi teala aleyh), Selânik’ten Beylerbeyi Sarayı’na getirilip, ikâme ettirilince, onu dışarıdan koruma vazîfesi benimle bir polis arkadaşıma da verildi. Birimiz gece, birimiz gündüz nöbet tutuyor, yattığı alt katın kuzeyindeki odanın önünde, sağa sola, denize, karaya doğru volta atıyorduk. 

Bir gece nöbet sırası bende idi. Harb yıllarının bütün sıkıntısını yaşıyorduk. Üç aydır maaş alamamıştık. Evde dört-beş çocuğumu ve gece doğuracak halde hâmile hanımımı bıraktım geldim. Çocuğum doğacak, hanımımın yanında değilim, olsam da bir mum alacak param yok, ne olur böyle yaşamaktan, bunu daha kaldıramam. En iyisi sabahleyin nöbeti arkadaşa devr edince, şurada selamlığın yanından kendimi boğaza atıp, öleyim de kurtulayım, dayanamıyorum, gibi düşüncelerle sahanlıkta volta atıyordum.

Birden pencere açıldı ve sâbık sultanın okşayıcı babacan sesi kulağıma geldi:

“Evlat! Bir dakika bakar mısın?”

dedi. Koştum, pencerenin altına geldim. Mübâlağa etmiyorum, aynen söylediği sözleri söylüyorum. Buyurdu ki;

“Evlâdım! Şu keseyi al. Belki paraya ihtiyacın olur, belki çocuklarına lazım olur. Belki hanımın doğum yapar, ona lazım olur. Biraz önce, volta atarken olan düşüncelerinden vazgeç!”

Keseyi aldım, teşekkür edip, “peki” dedim. O da pencereyi kapadı ve o gönül gözü açık sultan kendi âlemine, ben de nöbet vazîfeme devam ettim.”


(Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf 233-234)

...

Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretlerinden sohbetler

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Hocam Seyyid *Abdülhakîm Arvasi Efendi* hazretleri bir gün buyurdular ki: 


Başkale şehrinde bir medresem vardı. Bu medresede 20-30 talebe okutuyordum. Talebenin yemesi, içmesi, elbiseleri, bütün masrafları hep bana âit idi. 


Bir gün medresede ders veriyordum ki, kapı açıldı. Gâyet temiz giyinmiş bir beyefendi içeri girdi, selâm verdi ve dersi dinledi. Ders sonunda yanıma geldi.


Ve *Efendim, kaç talebeniz var? Hangi kitapları okutuyorsunuz? Hangi kitaplara ihtiyâcınız var?* diye sordu. Ben de, lâzım olan birçok kitap ismi verdim. 


Cebinden defterini çıkardı, bütün ihtiyâçlarımı o deftere yazdı. Sonra da vedâ edip ayrıldı. Konuşması gâyet nâzik, elbisesi gâyet muntazam ve temiz olduğundan, bunun bir *İstanbul beyefendisi* olduğunu anladım. 


Aradan iki ay geçdi. Ben artık bunu unutmuşdum. Bir gün medreseye postacı geldi ve *Seni postâneden istiyorlar*, dedi. Hemen kalkıp gitdim. 


Postânedeki memurlar; *Bunlar sana geldi*, dediler ve bana iki büyük *sandık* gösterdiler. Bakdım, koca koca iki sandık. İki sandık da *Kitap* doluymuş. Kitapları, sandıkları aldım.


Hayvana yükletip medreseye getirtdim. Sandıklar açıldı. Bir de ne göreyim, sandığın içinde, iki ay evvel, İstanbul’dan gelen o beyefendiye isimlerini yazdırdığım *Kitaplar* bunlar. 


Üzerine de bir kâğıt konulmuş. Alıp okudum. Kâğıtda; *Halîfe-i müslimîn sultân Abdülhamîd Hân’ın hediyesidir*, yazılıydı. Çok sevindim. Efendi hazretleri, bize böyle anlattı efendim. 


Efendim, ben *albay* idim. Beşiktaş’da, Hamîdiye câmiini ziyârete gitdim. İhtiyâr bir imâm beni gezdirdi. Câmi-i şerîfde, Sultân Abdülhamîd Hâna hediye edilmiş *Kâbe* örtüsünü ve *Levha*’ları gezdirdi.  


Sonra da, *Hünkâr*’ın namaz kıldığı yeri gösterdi. Daha sonra bir odaya ve afedersiniz abdesthâneye girdik. Ab-desthâne taşının üstünde, iki tâne *Nalın* [takunya] vardı. 


İmâm bana; *Bu nalınları, Sultân Abdülhamîd Cennetmekân giyerdi*, dedi. Sultân Abdulhamîdin mübârek ismini işitince, gözlerim sulandı. 


Halîfe-i müslimînin mübârek ayaklarının temas etdiği o nalınlara eğildim. Yüzümü, yanaklarımı sürdüm, öpdüm. Gözlerimin *Yaşı* nalınlara damladı.