Şah-ı Nakşibend hazretleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Şah-ı Nakşibend hazretleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

BEHÂEDDÎN BUHÂRÎ (Şâh-ı Nakşibend hazretleri) Nasihatleri

 Buyurdu ki: “Yenilecek bir gıda, bir yiyecek, her ne olursa olsun gaflet içinde, gadabla veya kerahatle hazırlansa, tedârik edilse, onda hayır ve bereket yoktur. Zîrâ ona nefs ve şeytan karışmışdır. Böyle bir yiyeceği yiyen kimsede, mutlaka bir çirkin netice meydana gelir. Gaflete dalmadan yapılan ve Allahü teâlâyı düşünerek yenen helâl ve hâlis yiyeceklerden hayır meydana gelir. İnsanların hâlis ve sâlih ameller işlemeye muvaffak olamamalarının sebebi; yemede ve içmede bu husûsa dikkat etmediklerinden ve ihtiyâtsızlıktandır. Herne hâl olursa olsun, bilhassa namazda huşû’ ve hudû’ hâlinde bulunmak, zevkle ve gözyaşı dökerek namaz kılabilmek, helâl lokma yemeye, Allahü teâlâyı hâtırlıyarak yemeği pişirmek ve yemeği Allahü teâlânın huzûrunda imiş gibi yemeğe bağlıdır. Vücûdu haram lokma ile hallolmuş olan bir kimse, namazdan tad duymaz.”


Tasavvufdaki hâllerinin kaybolduğunu söyleyen bir talebesine; “Yediğin lokmaların helâlden olup olmadığını araştır” buyurmuştur. Talebesi araştırdığında, yemeğini pişirirken ocakta helâl olup olmadığı şüpheli bir parça odun yakmış olduğunu tesbit ederek tövbe etmiştir.


Namazda hûdû’ ve huşû’ nasıl elde edilir? diye sorulunca, buyurdu ki: “Huzûrlu bir hâlde helâl lokma yiyeceksiniz. Huzûr ile abdest alacaksınız ve namaza başlarken iftitah tekbirini, kimin huzûruna durduğunuzu bilerek, düşünerek söyleyeceksiniz.”


Behâeddîn Buhârî hazretleri, kendisine karşı edebsizlik yapan birine kızmayıp, tebessümle karşıladı. Fakat edebsizlik yapan kimse büyük bir derde düşüp, helak olacak hâle geldi. Hatâsını anlayıp tövbe etti. Behâeddîn Buhârî hazretleri bir ara o adamın evinin önünden geçerken, içeri girip hâlini sordu. “Allahü teâlâ şifâ vericidir, korkma iyileşirsin” dedi. O kimse bu söz üzerine kalkıp; “Efendim, size karşı edebsizlik ettim, hatırınızı incittim, beni affediniz” dedi. Bunun üzerine Behâeddîn Buhârî hazretleri buyurdu ki: “Kalbimiz o zaman incindi. Fakat şu anda gönül aynası tertemiz. İyi bil ki, mürşidlerin kılıcı kınından çıkmış yalın bir kılıçtır. Ama mürşid merhamet sahibidir. Kimseye kılıç vurmaz, insanlar (belâsını arayanlar) gelip kendilerini o kılıca vururlar.”


Buyurdu ki: “Nefsinizi dâima töhmet altında tutunuz (ona uymayınız). Her kim bu işde muvaffak olursa, Allahü teâlâ ona bu işinin mükâfatını, karşılığını verir, sâlih amel işlemeye muvaffak olur, buna tahammül ve güç bulur. Bu sebeple kurbet ve saadete nail olur. Bütün işler de niyeti düzeltmek çok mühimdir.”


Buyurdu ki: “Namaz mü’minin mi’râcıdır” buyurulan hadîs-i şerîfte, hakîkî namazın derecelerine işâret vardır. Namaza duran kimsenin, iftitah tekbîrini söylerken, Allahü teâlânın azametini, yüceliğini düşünerek, hudû’ ve huşû’ hâlinde olması gerekir. Öyle ki, bu hâlini istiğrak, kendinden geçme hâline eriştirmelidir. Bu sıfatın kemâl derecesi, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemde vardı. Rivâyet edilmiştir ki, Resûlullah ( aleyhisselâm ) namazda iken, mübârek göğsünden öyle bir ses gelirdi ki, bu ses, Medîne-i münevverenin dışından işitilirdi. Namazda kalb huzûru nasıl elde edilir? diye sorulunca da; “Helâl lokma yemek ve yerken gaflet içinde olmamak, abdest alırken, iftitah tekbirini söylerken, tam bir agâhlık (gafletten uzak olma) içinde bulunmakla kalb huzûru elde edilir” buyurdu.


Buyurdu ki: “Oruç bana mahsûstur. Onun karşılığını ben veririm” buyurulan kudsî hadîs-i şerîfte, hakîkî oruca işâret vardır. Bu ise, Allahü teâlâdan başka herşeyi (Mâsivâyı) terketmektir.” Yine buyurdu ki: “Allahü tealânın doksandokuz ismi vardır. Kim anları sayarsa, Cennete girer” buyurulan bu hadîs-i şerîfteki “Ahsa” kelimesinin bir ma’nâsı saymaktır. Diğer bir ma’nâsı ise, bu ism-i şerîfleri öğrenip, bilmektir. Bir ma’nâsı da, bu esmâ-i şerîfin mucibince amel etmektir. Meselâ “Rezzak” ismini söylediği zaman, rızkı için asla endişe etmemeli. “Mütekebbîr” ismini söyleyince, Allahü teâlânın azametini ve kibriyâsını düşünmelidir.”


Behâeddîn Buhârî hazretlerine bu dereceye nasıl ulaştınız? diye suâl olununca; “Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme tâbi olmakla ulaştım” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Bizim yolumuz sohbettir. Halvette (yalnızlıkta) şöhret vardır. Şöhret ise âfettir. Hayır ve bereket cemiyyette, bir araya gelmektedir. Bu da sohbet ile olur. Sohbet, bir kimsenin arkadaşında fânî olmasıyla, arkadaşını kendine tercih etmesiyle hâsıl olur. Bizim sohbetimizde bulunan kimseler arasında, ba’zılarının kalblerindeki muhabbet tohumu başka şeylere bağlılığı sebebiyle gelişmez, büyümez. Biz böyle kimselerin kalblerini başka şeylere olan bağlılıktan temizleriz. Bizim sohbetimizde bulunanlardan ba’zılarının da kalblerinde muhabbet tohumu yoktur. Biz böyle olanların kalblerinde muhabbet hâsıl etmek için çok himmet ederiz, yardımcı oluruz.”


“İnsanlara rehber olan, onları irşâd eden âlim zâtlar, usta bir avcıya benzerler. Usta avcılar, ince maharetlerle vahşî bir canavarı tuzağa düşürüp yakalarlar, sonra da avladıkları o vahşî hayvanı terbiye edip, ehlileştirirler. Bunun gibi, Allahü teâlânın evliyâsı olan zâtlar da hikmet ehli olup, güzel tedbirler ile, huylarına göre tâliblere öyle muâmele ederler ki, teslimiyyet makamına ulaştırırlar. Sonra sünnet-i seniyyeye tâbi olmalarını sağlayarak, maksada ulaştırırlar.” Yine buyurdu ki: “İnsanlara rehber olan zâtlar, herkesin kabiliyetine ve istidâdına göre muâmele ederler. Eğer tâlib yeni ise, onun yükünü çekip, ona hizmet ederler. Dâvûd aleyhisselâma; “Ey Dâvûdî Beni taleb eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol!” buyurulduğu gibi, çok hizmet ve himmet göstermek gerekir ki, tâlib de bu yola girme kabiliyeti peyda olsun. Bizim yolumuzda olan kimse, bu yola tam uyup, bunun aksine bir iş yapmamalıdır ki, işin neticesi meydana çıksın. Sünnet-i seniyyeye uymaktan ibâret olan yolumuza uyarak, işlerde ve amellerde dikkatli davranmalıdır ki, kendinde ehlullahın tam bir ma’rifetine kavuşma saadeti nail olsun.”


Buyurdu ki: “Bizim yolumuzda olan kimselerin şu üç edebi gözetmesi gerekir: Birincisi; Allahü teâlâya karşı edebdir. Ya’nî, zâhirî ve batınî ile tamamen kulluk içinde olmalı. Allahü teâlânın bütün emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınması ve Allahü teâlâdan başka herşeyi, mâsivâyı terketmesidir. İkincisi; Resûlullaha ( aleyhisselâm ) karşı edeb: Bu da iş ve hâllerde O’na uymaktır. Üçüncüsü; hocasına karşı edeb: Çünkü kendisinin Resûlullaha ( aleyhisselâm ) uymasına, hocası vâsıta olmuştur. Bu bakımdan, hocasını hiçbir zaman unutmamalıdır.”


Yine buyurdu ki: “Resûlullahın ( aleyhisselâm ), benim ümmetim buyurduğu ümmet, İbrâhim aleyhisselâmın Nemrud’un ateşinden kurtulduğu gibi Cehennem ateşinden kurtulurlar. Çünkü Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Benim ümmetim, dalâlet üzerinde birleşmez” buyurdu. Buradaki ümmetten maksad, hakîkî ümmettir. Ya’nî Resûlullaha ( aleyhisselâm ) tâbi olan ümmettir. Bunun için Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Benim ümmetim üç kısımdır. Birincisi da’vet ümmeti (müslüman olmayanlar), ikincisi icabet ümmeti (müslüman olanlar), üçüncüsü de müteâbât (tam uyanlar) ümmetidir.”


Buyurdu ki: “Bir kimse nefsine muhalefet etmeye muvaffak olursa, ameli az da olsa, nefsine muhalefet etmeye (nefsinin isteklerine boyun eğmemeye) muvaffak olduğu için şükretmesi lâzımdır. Ebdâllerin makamını isteyen kimsenin, hâlini değiştirmesi, ya’nî nefsine muhalefet etmesi lâzımdır buyurulmuştur.”


Buyurdu ki: “Bizim yolumuz, Allahü teâlânın gösterdiği kurtuluş yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak ve Eshâb-ı Kirâma tâbi olmaktır, işte bu sebeple, bizim yolumuzda az zamanda çok kazanç elde edilir. Fakat sünnete uymak ve riâyet etmek, sabır ve tahammül ister. Biz, bizim yolumuza girenleri, istersek cezbe ile, dilersek bir başka usûlle terbiye ederiz. Çünkü rehber olan âlim bir tabibe benzer. Hastanın hastalığını, derdini tesbit eder ve ona göre ilâç verir. Bizim yolumuzda yalnız kalmak değil, sohbet esastır. Sohbetin de şartları vardır. İki kişi sohbet etmek isterse, birbirinden emîn olmaları gerekir. Böyle olmazsa, sohbetten fâide hâsıl olmaz. Bizim sohbetimize girenlerin kalblerinde, muhabbet tohumu yer almıştır. Kısaca bu yola, Ehl-i sünnet ve cemâat yolu denir. Bizim sohbetimize dâhil olanların kalbine muhabbet tohumu atılmıştır. Fakat Allahü teâlâdan başka herşeyden alâkasını kesmemiş olabilir. Bu durumda sohbetimize katılan kimsenin kalbinde, Allahü teâlânın sevgisinden başka neye bağlılık varsa, onu kalbinden temizleriz. Kalbinde bize karşı meyli ve muhabbeti olanlara muhabbet tohumu ekip, gece-gündüz onu terbiye etmemiz bizim vazîfemizdir. Muhabbet için uzakta olmak farketmez.”


Behâeddîn Buhârî hazretlerine siz nasıl bir yolda bulunuyorsunuz? diye suâl sorulunca, buyurdu ki: “Ancak ârif olanların istifâde edebileceği bir yolda bulunuyoruz. Bu yol da üç şeyden ibârettir. Bunlar; murâkabe, müşâhede ve muhâsebedir. Murâkabe: Bu yola giren kimsenin, herşeyi bırakıp Allahü teâlâya dönmesidir. Murâkabe ehli pek azdır. Olanlar da gizlidir. Biz şu neticeye vardık ki, murâkabeyi elde etmenin yolu, nefse muhalefet etmektir. Müşâhede: Gayb âleminden gelir ve kalb üzerine işlenen bir tecellîdir. Celâli veya cemâli olmak üzere ikiye ayrılmışdır. Muhâsebe: Bizim yolumuzda olan kimse, düşünüp araştırır. Kendini hesaba çekip bakar. Geçmiş olan zamanı gaflet ile mi, huzûr ile mi geçti? Eğer huzûr ile geçmişse, o kimsenin vakti değerlendirilmiştir. Allahü teâlâya hamd etsin. Eğer geçen zamanı gaflet ile geçmişse, o kimse vaktini zayi etmiştir. Yapacağı iş, geleceği için tedbirli olup, tövbe etmektir. Ârif olanlar, bu üç husûsa riâyet ettikleri için pekçok fayda elde ederler. Ârif olmadan istifâde edemezler. Bizler, maksada ulaşmakta vâsıtayız. Allahü teâlânın inâyeti olmadan ve rehber olmadan maksada erişmek mümkün olmaz. Şu hâlde bu yolda ilerleyen kimse, kıyâmete kadar yaşasa, kendisine rehber olan zâtın terbiye ni’metinin, lütuf ve himmetinin şükrünü yerine getiremez.”


Behâeddîn Buhârî, Allahü teâlânın kullarına şefkat ve acımalarının çokluğundan, oniki gün başını secdeye koyup, Allahü teâlâdan, tasavvufta kolay ilerlenen, kolay ele geçen ve elbette kavuşturucu olan bir yol istedi. Duâsı kabûl edildi. Bu yol; yeme, içme, giyimde, oturmada ve âdetlerde orta derecede olmaktır. Kalbi çeşitli düşüncelerden korumaktır. Her ân güzel ahlâkla ahlâklanmaktır.


Kendisinden kerâmet isteyenlere buyurdu ki: “Bizim kerâmetimiz açıktır. Bu kadar çok günah ile yeryüzünde yürümemizden büyük kerâmet olur mu?” Bir defasında da buyurdu ki: “Biz Allahü teâlânın fadlına, ihsânına kavuştuk. Bizi murâdlardan, çekip götürülenlerden eyledi.”


Behâeddîn Buhârî hazretlerinin yolunun esaslarından olan; “Biz sonda ele geçecek şeyleri başa yerleştirdik” buyurması, Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizin daha ilk sohbetinde bulunan bir kimsenin kalbine hikmet ve feyz akmasına ve bir sohbetle nihâyete kavuşmasına benzetilmiştir.


Buyurdu ki: “Yolun esâsı, kalbe teveccühdür. Kalb ile de, Allahü teâlâya teveccühtür. Kalb ile çok zikretmektir. Farz ve sünnetleri eda etmektir. Yeme, içme, giyme ve oturmada, işlerde ve âdetlerde orta derecede olmaktır. Kalbi kötü düşüncelerden, vesveseden korumaktır. Kendisine rehber olan âlimin sohbetini ganîmet bilmektir. Hocasının huzûrunda iken ve yanında yok iken edebe uymaktır. Bu yoldan maksad ve ele geçen şey; Allahü teâlânın devamlı huzûrunda olmaktır. Eshâb-ı Kirâm zamanında buna İhsân ismi verilmişti. (Ya’nî her ân Allahü teâlânın gördüğünü bilmek ve Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etmek hâline ihsân denilmiştir,) Bu yolda ilerleme esnasında; nefsin arzularını yok etmek, nûrlara ve hâllere gömülmek, fenâ ve bekâ makamlarına ulaşmak, üstün ahlâk ile ahlâklanmak gibi on makam ele geçer.”


Buyurdu ki: “La ilahe illallah kelimesini söylemenin hakîkati, Allahü teâlâdan başka ne varsa hepsini yok bilmektir.”


Yine buyurdu ki: “İslâm dîninin hükümlerini yapmak, ya’nî emirleri yapıp yasaklardan sakınmak, haramları, şüpheli şeyleri, hattâ mübahların fazlasını terketmek, ruhsatlardan uzak durmak, mübahları zarûret miktârınca kullanmak, tamamen nûr ve safadır. Aynı zamanda evliyâlık derecelerine kavuşturan bir vâsıtadır. Vilâyet derecelerine bunlarla ulaşılır. Uzak kalanların hepsi, bunlara dikkat etmediklerinden uzak kalırlar ve kendi arzularına uyarlar. Yoksa cenâb-ı Hakkın feyzi her ân gelmektedir.”


Bir kimse sizin yolunuzun esâsı ne üzere kurulmuştur? deyince; “Zâhirde halk ile, bâtında Hak ile olmak üzere kurulmuştur” buyurdu ve şu beyti okudu:


“İçerden âşinâ ol, dışdan yabancı,

Az bulunur cihanda böyle yürüyüş.”

ALÂKA

 Şâh-ı Nakşibend hazretleri (kaddesallahu teala sirreh) hacdan dönünce;

“Efendim, filân talebeniz sizinle alâkayı kesti” 

dediler. 

“Sorun bakalım, bizi rüyâda görüyor mu?”

buyurdular. Sordular.

“Arada bir görürüm”  dedi (o kimse). 

Hazret-i Hâce’ye (kaddesallahu teala sirreh) arz ettiler.

“Kim demiş bizimle alâkayı kesti? Bizden kesilen, bizi rüyâda da görmez”

buyurdu.

(Gün Batarken Gördüğüm Son Işık, sf 151)

...

TÂİFE-İ NAKŞİBENDİYYE

 “Kim bu tâife-i nakşibendiyyenin etrafında niyâz ve âdâb-ı temam ile dolaşırsa, seâdet sahibi olur.”


Şâh-ı Nakşibend Bahâeddîn-i Buhârî

“Kaddesallahu teâlâ sirreh”

MUHABBET

Şah-ı Nakşibend ”kaddesallahu teala sirreh” hazretleri 

buyurdular ki; 

“Bize meyli ve muhabbeti olan, ister yakında, ister uzakta bulunsun, her zaman, gece olsun, gündüz olsun o bizimledir ve bizim şefkat ve terbiye çeşmemizden ona feyiz ulaşır. Kendi hâline vâkıf olursa, feyiz yolunu, feyze mâni olacak engellerden temizler.”

MUHABBET

Şâh-ı Nakşibend “kaddesallahu teala sirreh” hazretleri buyurdular ki;

“Bizim sohbetimize erişenlerin kiminin kalblerinde muhabbet tohumu bulunur, ama yaramaz otlar sebebi ile o tohumlar filizlenip büyümez. Bizim o otları, ya’nî dünyevi alâkaları temizlememiz lâzımdır. Kiminin de kalblerinde muhabbet tohumu bulunmaz. Bizim peyda etmemiz gerekir.”

O himmet olmasa

Behaeddin-i Buhari hazretlerinin “rahmetullahi aleyh” bir talebesi anlatıyor:

- Bir gün, hocamı ziyaret maksadıyla evden çıktım.

Yolumun üzerinde büyük bir ırmak vardı.

- Ve her zaman köprüden geçip giderdim hocamın evine.

O gün köprü çok uzak geldi bana.

- O esnada, kalbime bir fikir geldi.

“Suyun üstünden yürüyerek gideyim” dedim kendi kendime.

Ama o güne kadar hiç böyle bir şey yapmamıştım.

Aklıma bile gelmezdi böyle şey.

Ama şimdi niye böyle düşünmüştüm?

Öyleyse bunda bir hikmeti olsa gerek dedim içimden.

Ve büyük bir cesaretle,

Ve Allah’a güvenerek, ırmağın üstünden yürüyerek geçtim karşıya.

Hayret, başarmıştım bu işi.

Bu, bir keramet deyip, yola devam ettim.

Bir anlık gaflet işte.

Hocamın himmetini unutup, kendimden bilmiştim bu işi.

Öğleye doğru kavuştum hocama.

Huzuruna girince;

- Evladım! Seni adım adım gözetliyorum, buyurdu.

Eyvah! dedim. Hata yaptım galiba.

Ama ne hatası olduğunu anlayamadım.

Ben getirdim hatırına

Mübarek hocam;

- Suda yürümeyi, ben getirdim hatırına ve elimi ayağının altına koydum. Sen de rahatça yürüyüp geçtin, buyurdu.

Ve devam etti:

- Ama şimdi istesem, kalbindeki hallerin hepsini alır ve himmetimden mahrum ederim seni.

Nitekim himmetini kesti birden.

Ve bütün güzel hallerimi geri aldı.

Kendimi kupkuru ve ruhsuz buldum o anda.

İşte o zaman anladım hatamı.

Zira ben, kendim yürüdüğümü zannetmiş, hocamın himmetini unutmuştum.

Tövbe istiğfar ettim.

Sonra, yine geri verip, bir teveccüh ettiler.

Ve beni çok yüksek makamlara ilerlettiler.