Namaz ve küfür

 (Namaz, ibadetlerin en kıymetlisidir)

Sual: “İnsan ile küfür arasındaki fark, namazı terk etmektir” buyruluyor. Bunu nasıl anlamalıyız?

Cevap: (Kitâb-ül-fıkh-alel-mezâhib-il-erbe’a)da, namazı anlatmağa başlarken diyor ki, (Namaz, İslâm dininin direklerinden en ehemmiyetlisidir. Allahü teâlâ, kullarının yalnız kendisine ibadet etmeleri için, namazı farz etti. Nisâ sûresinin yüzüçüncü âyeti, namaz müminler üzerine, vakitleri belirli bir farz oldu demektir. Hadîs-i şerifte, (Allahü teâlâ, her gün beş vakit namaz kılmağı farz etti. Kıymet vererek ve şartlarına uyarak, her gün beş vakit namaz kılanı Cennete sokacağını, Allahü teâlâ söz verdi) buyuruldu. Namaz, ibadetlerin en kıymetlisidir. Hadîs-i şerifte, (Namaz kılmayanın, İslâmdan nasibi yoktur!) buyuruldu. (Mişkât)da ve (Künûz-üd-dekâık)da ve (Sahîhayn)de ve (Halebî)de bildirilen hadîs-i şerifte de, (İnsan ile küfür arasındaki fark, namazı terk etmektir!) buyuruldu. Bunun manası, (İnsan ile küfür, ayrı ayrı iki varlıktır. İkisini birleştiren yol, namaz kılmamaktır. Aralarından, namaz kılmamak kalkınca, yani bir insan namaz kılarsa, bu insan ile küfür arasında yol kalmaz. İkisi birbiri ile birleşmez.) Bunun manası, (Küfür bir özelliktir. Kendi kendine bulunmaz. Bazı insanda bulunur. Küfür bulunan insanda namaz kılmamak vardır. Küfür bulunmayan insanda namaz kılmamak yoktur. Küfür bulunan insan ile küfür bulunmayan insan arasındaki fark, namaz kılıp kılmamaktır) demektir. Bu hadîs-i şerif, (İnsan ile ölüm arasındaki fark, nefes almamaktır) sözüne benzemektedir. Ölüm bulunan insan nefes almaz. Ölüm bulunmayan insanda nefes almamak yoktur. Nefes almamak bulunan insanın ölü olduğu anlaşılır. Bu hadîs-i şerif, namaz kılmakta tembellik edenleri şiddetle korkutmaktadır.

(Tam İlmihal s. 212)

Allâh Rasûlü’ne komşu olanların talepleri ayak uzatılarak dinlenmez

 ßirqün hasta yatağında bayqın ve sararmış bir vaziyette yatarken Sultan Abdülazîz’e:

“Medîne-i Münevvere mücâvîrlerinden bir dilekçe var!” denildiğinde yâverlerine:

“–Derhâl beni ayağa kaldırınız! Harameyn’den qelen talebeleri ayakta dinleyeyim! 

Allâh Rasûlü’ne komşu olanların talepleri, böyle ayak uzatılarak edebe muqâyir bir şekilde dinlenmez!..” diyerek Medîne’ye ve Hazret-i Peygamber -Sallâllâhû Aleyhi Ve Sellem'e olan muhabbetini qüzel bir sûrette izhâr etmiştir.

Her Medîne-i Münevvere postası qeldiğinde abdest tâzeler, mektupları: «–ßunlarda Medîne-i Münevvere’nin tozu var!» diye öpüp alnına qötürür, ondan sonra başkâtibe uzatır ve: «–Aç, oku!» derdi...

Bu Büyükler ankâ kuşu gibidir

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Eshâb-ı kirâmın hepsi *Şehîd*’dir kardeşim. Neden? Allah yolunda *Cihâd* etdikleri için. Dîn-i islâmı *Yaymak* için Arabistânı terk etdiler. Allah yolunda *Cihâd* için yürüdüler ve *Şehîd* oldular. 


Bizim *Âbiler* de hepsi *Şehîd* olacaklar, yatakda ölseler bile. Niçin? Allah *Yolu*’nda yürüdükleri için. Şehitler, ölürken hiç *Acı* çekmezler. Daha doğrusu öldüklerinin farkına bile varmazlar.


*Nevm-ül âlimi ibâdetün*. Ne demek bu? Âlimin uykusu *İbâdet*’dir. *Âlim*, çok kitap okuyan, çok şey bilen değil efendim. *Âlim*, hakkı bâtıldan ayırandır. Yâni bu *Doğru*, bu *Yanlış* diyebilendir. 


Biz zâten *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinden bunu öğrendik. Bu *Sevilir*, bu *Sevilmez*. O hâlde bütün arkadaşlarımız *Âlim*’dir, uykuları *İbâdet*’dir. Bu ni’mete nasıl şükredilir kardeşim? 


Abdülhakim Efendi hazretleri buyururdu ki: Bu *Büyük*'ler ankâ kuşu gibidir. *Ankâ* kuşunun nerde olduğu belli değil. *İsmi* var, *Kendi*’si yok. İşte *Büyük*'ler, böyledir kardeşim. 


Çok *Az*’dırlar, ama çok *Kıymetli*’dirler. Onları, ancak *Nasîb*’i olanlar görebilir. Bu *Büyük*’lere kavuşmak, büyük *Ni’met*. O Büyüklere kavuşamıyan, *Talebe*’lerine kavuşursa, yine büyük *Ni’met*’dir. 


Hele *Kitap*’larına kavuşursa, çok büyük *Ni’met*’dir. Yalnız isimlerine kavuşsa, gene ni’metdir. O Büyüklerin *İsim*’leri söylendiği zaman, Allahü teâlâ *Hâtır*’lanır kardeşim. 


Çünkü onların, *Dünyâ* ile hiç alâkaları yok. *İlgi*’leri yok. Kalplerinde hiç dünyâ *Sevgi*’si yok. Bunun için o *Büyük*’ler anıldığı zaman, *Allah* hâtıra gelir. 


*Allahü teâlâ*’nın hâtırlandığı yere de *Rahmet* yağar. Rahmet yağar ne demek? Yâni orada bulunanların hepsi *Afv*’edilir. Bir mü’minin, dünyâda kavuşacağı en büyük makâm da, *Afv*’a uğramakdır zâten.

Ne yaptın ki Allah kabul etsin diyorsun!

 Namazdan sonra Tekabbelallah demeyin! Ne yaptın ki Allah kabul etsin diyorsun! Bunun yerine Bârekellah yani Allahu Teala mübarek etsin deyin. 

(Seyyid Abdülhakim Arvasi "kuddise sirruhu")

Ahlâk bulaşıcıdır

 “İyi huylu olmak için, iyi huylu kişilerle arkadaşlık etmelidir. Çünkü insanın ahlâkı, arkadaşının huyu gibi olur. Ahlâk, hastalık gibi sârîdir, yâni bulaşıcıdır”

(Abdullah bin Mübârek hazretleri)

İHLÂS VE RİYÂ

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Şimdi de sana riyâ nedir, ihlâs nedir, onları anlatayım ki, amellerini riyâdan sakınabilesin. Zira, riyâ şirktir.  

Fudayl İbn-i İyaz rahmetullahi aleyh, müritlerine nasihat ederek buyurdu ki:  

— Ne yapın yapın, birbirinizi ihlâsa götürün.  

Müritleri sordular:  

— Yâ Şeyhî Bize riyânın ve ihlâsın ne olduğunu lütfen bildir.  

Hazret-i Şeyh cevap verdi:  

— Kişi, kendisini halkın izzetinden, hürmetinden ve şöhretinden vaz geçirip horluğa ve alçak gönüllülüğe bırakmayınca, ihlâsı elde edemez. Yoksa, bu halk ile karışıp kaynaşmak, halktan izzet ve hürmet beklemek kişiye riyâ getirir. Sizler, kendinizi ve amellerinizi halktan gizlemeğe bakınız. Hak teâlâ sizin iradeniz olmadan sizi aşikâre ederse, ondan size bir ziyan gelmez.  

Bilmiş ol ki, bu hak yolunun eşkıyaları vardır, din ve imân yağma ederler. Bu yolun hırsızları da sıdk ve ihlâsı çalarlar. Kişiyi, dünyadan âhirete imânsız gönderirler. Bu gibiler pek çoktur, fakat hepsinden büyük ve hayırsız olanı RÎYÂ'dır, diğerleri tamamen buna tâbidir. Nitekim, dünya sevgisinin de bütün şerlerin başı olduğunu evvelce anlatmış ve açıklamıştık. 

Evet, kişinin bütün amellerini hiç edip, ahirette zarara uğramışlardan olarak gönderen de riyâdır ama riyâya da sebep yine dünyadır ve dünya sevgisidir, kibirdir, dünyanın izzetini, hürmetini, şöhretini sevmektir. Bunların hepsinden birden kişinin nefsini kurtarması gerektir, ki insan ihlâsa ulaşabilsin.  

İhlâs ona derler ki, işlenen her amelin cidden ve hakikaten Hak için işlenmesidir. Böyle yapılırsa, amel o vakit sırf hak için olur ve hiçbir amelinden ne dünyevî ne de uhrevî hiçbir şey ummazsın. Şu hâlde, günahlarını halktan sakladığın gibi, amellerini de gizlemeli, yani ibadet ve tâatini, bütün iyi amellerini saklamalısın. Hatta, o kadar ki günahlarını gizlememeli, fakat amellerini gizlemelisin. Seni, yaramaz ve hayırsız tanısalar bile, aldırış etmeyerek amelini gizlemeli ve tâatini kimseye bildirmemelisin. 

Hak teâlâ, ortak kabul etmez. Nitekim, buyurur: “Bana şerik yoktur. Şerik edinmekten müstağniyim.” Her kim, herhangi bir amel işler ve o amelinin yarısını bağışlarsa yani o ameli işlemesinde benden gayrı bir maksudu bulunursa, ben ondan da müstağniyim ve o gibi kimselerden rahatsızım. Zira, o müşrik olmuştur ve ben onu cehenneme atarım, demektir. Nitekim, Kur'an-ı kerimde buyurur: “Rabbinin İbadetine kimseyi şerik etmesin.” (Kehf sûresi: 110)

Riyâ, herkese gelebilir ama bazıları çabuk def ederler. Nitekim, ihlâs ile mümtaz olanlar, bunu başarmışlardır. Fakat, riyâ öyle gizli bir şeydir ki, değme kişiler dahi ondan gafil olurlar. Bunun içindir ki, aleyhissalâtü vesselam efendimiz: “Riyâ gayet gizlidir. Karanlık gecede, kara bir karıncanın kara bir bez üzerinde yürümesi gibi belirsizdir, buyurmuşlardır.” 

Şu hâlde, ihlâs ile amel etmek isteyenler, bir gizli yerde, temiz ve hâlis bir niyetle oturup ibadet ve tâ’atle meşgul olmalı, hiç kimse görmemeli, hiç kimseye söylememeli, yani: (Ben şöyle ibadet ederim, böyle oruç tutarım,) dememelidir.  

Eğer, bütün amelleri mi, yoksa yalnız farz olan amelleri mi gizlemek gerektir, diye soracak olursan, hemen cevap vereyim: Farz olan amelleri açıklamak gerekir. Beş vakit namazı cemaatle kılmak, Ramazan ayında oruç tutmak, halk ile bayram etmek, hac ve zekât farz olunca hacca gitmek ve zekât vermek, bu ve bunun gibi amelleri açıktan yapmak gerekir. 

Eğer, bunlar açıklanmaz ve halktan gizlenirse, dedikodulara, kötü zanlara sebep olabilir, insanın arkasından. (Bu namaz kılmaz, oruç tutmaz, zengin olduğu halde zekâtını vermez, hacca da gitmez.) gibi sözler ederler, günaha girerler. Müslümanları bu şekilde günaha sokmak caiz değildir. Onun için, bu gibi amelleri açıklamak daha hayırlıdır. Fakat, bunda da aşırılığa gidip herkesi huzursuz etmemelidir. Herhangi bir mescitte, beş vakit namazı cemaatle kılmak, zekât verdiği kimseye, bunun zekât olduğunu söylemek kifayet eder. 


Bir de bu farz olan amellere riyâ karıştırmamaya çok dikkat etmelidir. Bunları kendisine: (Bu adam, beş vakit namazını kılar, orucunu tutar, hacca gidip geldi, zekâtını da muntazaman verir, çok iyi ve çok salih kişidir) denmesi için yaparsa, riyadır. 


Yani, borcu ödenir farz kendisinden sâkıt olur ama sevap hâsıl olmaz. Gerçi, bazıları farzların edasında riyâ olmayacağını ileri sürmüşlerse de bu söz zayıftır. Şunu muhakkak bilmelisin ki, farz amellerde bu neviden riyâ karışması, Hak teâlâ katında hâsıl olacak ecir ve sevaba mânidir. 


Diğer taraftan, nafile namazların, nafile oruçların, nafile hacların, sadakaların ve benzeri hayır ve hasenatın, mutlaka gizli yapılması gerektir, ki riyâ olmasın. Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Sadakalarınızı öyle gizli veriniz ki, sağ elinizle verdiğinizi, sol eliniz duymasın.” buyurmuşlardır.  


Hak teâlâ hazretleri de sadaka verilen kişinin asla incitilmemesini irade buyurmaktadır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: “Ey imân edenler Allâha ve ahiret gününe inanmadığı halde, insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızın ecrini başa kakarak ve gönül kırmak suretiyle iptal etmeyiniz.”  (Bakara sûresi: 264)


Sözün kısası, farz olan amellerden gayrı bütün amelleri, Allahu teâlâdan başka hiç kimsenin bilmemesi hayırlıdır.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)

Helal lokmanın faydaları

 Helal lokma o vücuda Hakkın muhabbetinin meyvelerini zuhur ettirir.Temiz kalbden zuhur eden bu huccet semeresini vücudun uzuvlarında, sinirlerinde gösterir.İbadet ve taat de bu meyvelerdir.Karanlık bir kalbden dahi vücûdun uzuvlarına ve sinirlerine zulmet yayılarak inâd ve Allahu Teala’nın emirlerine karşı gelmek ve çeşit çeşit habislikler zuhur eder.


Seyyid Abdülhakim Arvasi kuddise sirruhu

İnsan aklı ve vesvese

İnsanın aklına özellikle imanı ile ilgili yersiz, saçma sapan fikirler, düşünceler gelmektedir. Bu da insanda dinden çıktığı gibi korkuya, endişeye sebep vermektedir. Seyyid Ahmet Arvasi aşağıda yer alan makalesinde bu düşüncelerin kaynağını ve bundan nasıl kurtulabileceğimizi açıklıyor.


“Hatarat”Arapça bir kelimedir.Sözlük manası itibari ile hem tehlikeler hem de akla gelen fikirler,vesveseler ve suizanlar demektir.Psikologlar, insan aklının, sürekli olarak zıtlar arasında yalpaladığını görmüşlerdir.İnsanın aklına ak deyince kara da gelir.Yani iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin,hürriyet ile esaret,adalet ile zülüm, tevhid ile kesret birbirini tedai ettirir.Bu, insan aklının bir özelliğidir psikologlar bunu tedai (çağrışım) kanunları olarak adlandırılırlar.Böyle olduğu içindir ki akıl, iman konularını incelerken farkında olsun olmasın küfrün saldırılarına uğrar.Siz, imanınızın hazzını ve heyecanını yaşamak isterken, aklınız, nefsi emmarenin sinsi ve şeytani oklarına hedef olur;zihniniz çeşitli vesvese ve suizanlar ile bulanır.Bir çok okuyucumun mektup ve telefonlarından öğrendiğime göre, onların büyük bir çoğunluğu bu ruh halini yaşamakta ve bundan tedirgin olmaktadır.Kimisi imanından şüphe etmekte kimisi yaptığı ibadetlerin işe yaramaz duruma geldiğine inanmaktadır. Hemen hepsi bundan kurtulmanın bir çaresi yok mudur diye sormaktadır.

Okuyucularımın bilmesi gerekir ki;kalpte Allah ve Resulü‘ne karşı derin bir sevgi ve aşk taşıyan mü'minlerin, aklına gelen vesvese ve zanların hiçbir tehlikesi yoktur.Bunlar küfür değil, nefsi emmareye bağlı zihni cilvelerdir.Bu karanlık çizgiler ve noktalar, gönlümüzde taşıdığımız imanın nuru karşısında kaybolup giderler. Küfre yenik düşmemek için akıl kalemiz gibi, gönül sarayımızı da iyi donatmamız gerekir.Çünkü sevgi ile şüphe bir arada barınamaz;sevgi şüpheleri izale eder.


Seyyid Ahmet Arvasi

Din konusunda kendi aklına, kendi görüşüne uyan, mâzallah imanını kaybeder

 Din konusunda kendi aklına, kendi görüşüne uyan, mâzallah imanını kaybeder. Tövbe etmezse Cehennemde sonsuz yanar.Kardeşlerim, dinimiz nakil dinidir, akıl dini değil. Yani İslamiyet bize nasıl geldiyse öyle yapacağız. Aklımıza göre yaparsak, yanlış olur.

(Muhammed Hacı Efdal hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Ehl-i bid’atın yüzüne gülme

 Ehl-i bid’atın yüzüne gülenin dini yıkılır.

(Hüseyin Hilmi Işık “kuddise sirruh” hazretleri)

Farz borcu varken nafile ile meşgul olmak ahmaklıktır

 Farz borcu varken nafile ile meşgul olmak ahmaklıktır. Çünkü farz borcu olanın nafile ibadetine sevap verilmez.

 Peygamber efendimiz aleyhisselam da; “Üzerinde farz namaz borcu olan kimse, bunu kılmadan nafile kılarsa, boş yere zahmet çekmiş olur” buyuruyor. Şimdi anladın mı evladım?

(Ahmet Kuseyri hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Kazası olanların farzlardan başka hiçbir ibadetlerine hiç sevab verilmez

 Kazası olanların, farzlardan başka hiçbir ibadetlerine, hiç sevab verilmez.Farz ibadetin yanında nafile ibadetlerin hiç kıymeti yoktur. Deniz yanında, damla kadar bile değildir. Şeytan insanları aldatarak, kazaları kıldırtmıyor, nafile kılmayı, nafile hacca ve ömreye gitmeyi güzel gösteriyor.Ve zekat verdirmeyip, nafile hayırları, göze güzel gösteriyor.Sünnet ve nafilelerin, söz verilen büyük sevapları, farz borcu olmayanlar, kazalarını ödeyenler içindir.

(Kâdî Muhammed Zâhid “kuddise sirruh” hazretleri)

Zekat vermeyip sadaka verenler

 Zekat vermeyip sadaka verenler,İblisin en sevdiği kimselerdir.

(Şemseddin Sivasi hazretleri "rahmetullahi aleyh")

Peygamberler aslında vahiy almıyor muydu?

Peygamberler aslında vahiy almıyor muydu? Vahiy sandığımız şey bir hastalık hali mi? Seyyid Ahmed Arvasi bu konuyu şöyle açıklar:

“Vahiy” kelimesinin sözlük manası “fısıldamak”, “gizli konuşmak”ve “acele etmek”tir.Dindeki manası ile “vahiy”ise Yüce Allahın peygamberlerine bildirdiği mesajları,haberleri ve emirleri ifade eder.Bunun nasıl ve ne şekilde olduğunu peygamberlerden başkası anlayamaz.Vahiy esnasında peygamberlerin kendinden geçtikleri ve dış dünyadan “koptukları”görülür. Öyle ki tamamı ile “içe kapanır” ve gelen mesajları korkunç bir iç dikkat ile dinlemeye geçerler. Bu mesajlar “vasıtalı veya “vasıtasız”olabilir.Vahiy idrak edilirken “peygamberlerin şuuru” çok berraktır ve ancak içe dönüktür.Hafıza tam uyanık olup gelen mesajları olduğu gibi tutar ve asla unutmaz.Vahiy peygamber idrakına inen bir nur şeraresi biçiminde tezahür ettiği için bu esnada Allah elçileri sarsılır, titrer,sararır ve ter dökerler . Peygamberlerin yanında bulunanlar bile vahyin ağırlığını duyar kıpırdamaz duruma düşerler.Nitekim bir defasında peygamberimiz deve üzerindeyken vahiy gelmiş sırtına oturduğu deve vahyin ağırlığına dayanamayarak arka ayakları üzerine çökmüştü.Evet vahiy böyle bir haldir.Vahye inanmayan çevreler peygamberlerin bu hallerini şu veya bu tarzda yorumlayarak lekelemek istemişlerdir.Bu gibilere göre bu pekala bir cinnet hali yahut sara nöbeti yahut histeri krizi olabilirdi. Oysa ilmi araştırmalar kesin olarak göstermiştir ki sara veya benzeri hastalık durumunda şuur tamamı ile kaybolur hafıza görev yapamaz ve hasta nöbet esnasında neler cereyan ettiğini bilemez.Bu durum da ortaya koymaktadır ki vahiy pırıl pırıl bir şuura,sağlam bir hafızaya ve yüksek bir idrake bağlı olarak tecelli ettiği halde yukarıda sözünü ettiğimiz patolojik hallerde şuur tamamıyla örtülüdür, hafıza kayıptır ve idrak kapalıdır.

Silsile-i aliyye ne demektir?

Behaeddin-i Buhari, İmam-ı Rabbani gibi zatların da içinde bulunduğu silsileye, (Silsile-i aliyye) yani “yüksek silsile” denmiştir.


“Silsile” kelimesi, “Birbirine bağlı, birbiriyle ilgili şeylerin oluşturduğu dizi, sıra, halka” anlamına gelir. Mürşid-i kâmil yani âlim ve evliya olan zatlar, yetiştirdikleri ve artık başkalarını yetiştirebilecek hâle gelen talebelerine, halifelik ve icazet verirler. Sonra onlar da talebe yetiştirip, onlar da yetişen talebelerine böyle icazet verirler. Böylece, “âlimler silsilesi” meydana gelir. Bu halka, Peygamber Efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) kadar ulaşır…

Behaeddin-i Buhari, İmam-ı Rabbani, Mevlâna Halid-i Bağdadi gibi zatların da içinde bulunduğu silsileye, (Silsile-i aliyye) yani “yüksek silsile” denmiştir.(Silsilet-üz-zeheb) yani “altın silsile” de denir.


Hocasız, icazetsiz, İslam âlimi olmaz. Mutlaka Resulullaha dayanan bir silsilesi olur. Mesela, İmam-ı Rabbani ve Abdülkadir-i Geylani hazretleri gibi her Ehl-i sünnet âliminin, Peygamber Efendimize kadar bütün hocaları bellidir. Ancak böyle bir zata bağlanılır ve Onun kitapları okunur. Yazdıkları doğru bile olsa, rastgele kimselerin kitapları okunmaz. Böyle bir zat bulamayan, yine böyle yetkili olan, yani silsilesi belli ve icazet sahibi olan bir âlimin yazdığı kitapları okuyarak, onu kendine rehber kabul etmelidir.


İmam-ı Rabbani hazretleri daha dört asır önce buyuruyor ki:


“Bu yüksek yolun yolcuları garip oldular, azaldılar. Şimdiki tarikatçıların yoluna bid’atler karıştığı ve bu yolu bozdukları için, Resulullahın sünnetine sarılmış olan büyükler, tanınmaz oldu. Bu bilgisizlikten dolayı, çoğu da, kısa görüşlü oldukları için, bu yüksek yola bid’atler karıştırdılar. Milletin kalblerini bu bid’atlerle kazanmaya çalıştılar. Böyle yapmakla, İslam dinini olgunlaştırdıklarını sandılar. Bunlar, bu yüksek yolu yıkmaya, uğraşıyorlar.” (2/62)

İmam-ı Rabbani hazretleri diğer bir mektubunda da buyuruyor ki:

“Bu yol, tam Eshab-ı kiramın yoludur, çünkü o büyükler, Resulullah Efendimizin sohbetinde, daha birinci günde, öyle şeylere kavuştu ki, sonra gelen en büyük evliya, en sonda, ancak bundan bir parçaya kavuşabilmiştir. İşte bunun içindir ki, Hazret-i Vahşi, Hazret-i Hamza’yı şehit etmişken, Müslüman olunca bir kere Resulullahın sohbetiyle şereflendiği için, Tabiin’in en üstünü olan Veysel Karani’den daha üstün oldu. Resulullahın sohbetinin başlangıcında Hazret-i Vahşi’ye nasip olanlara, Veysel Karani, o kadar yüksek olduğu hâlde en sonda bile kavuşamadı. Demek ki, zamanların, asırların en iyisi, Eshab-ı kiramın asrıdır. İşte büyüklerimizin yolu da, ‘altın silsile’dir. Bu yolun başka yollardan üstünlüğü, Eshab-ı kiram zamanının sonraki zamanlardan üstünlüğü gibidir. Bu yolun büyükleri öyle kimselerdir ki, Allahü teâlâ bunlara fazilet ve merhametiyle, daha başlangıçta, en sonun tadını tattırdı. Bunların derecelerini başkaları anlayamaz. Bunların vardığı makamlar, başkalarının vardıkları makamların çok üstündedir.” (1/66)


Silsile-i aliyye büyüklerinin isimlerini okumak çok faydalıdır. Özellikle şu üç faydası vardır: 1- Feyiz gelmesine sebep olur. 2- Sıkıntı ve üzüntüyü giderir, ferahlandırır. 3- İhtiyaçların ve isteklerin hâsıl olmasına sebep olur.

UZLETİN ÇEŞİTLERİ VE MERTEBELERİ

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Uzlet, RAHMANÎ ve ŞEYTANÎ olmak üzere, başlıca iki çeşittir. Bunlardan RAHMANÎ olan da avamın uzleti, havassın uzleti ve hassül-hassın uzleti olmak üzere üç mertebedir.  


Şimdi, Rahmani uzletten başlayalım:  

Rahmani uzlet ona derler ki, uzlet edip halk ile karışıp kaynaşmaktan kaçınmaktan maksat ve murat, halvet bir yerde nefsi hapsetmektir. Tâ ki, halk senin şerrinden emin olsunlar. Eğer, uzletinin mânası ve maksadı bu ise, buna RAHMANÎ UZLET derler. 


Eğer, halkın şerrinden emin olmak maksadı ile bir kenara çekilmiş bulunursa, ona da ŞEYTANÎ UZLET denir. Zira, bu takdirde şeytan seni yoldan çıkarır, sonunda dalâlete düşer ve şeytanın esiri olursun. Oysa, Rahmani uzlet böyle değildir. Onda asıl gaye halkı şerrinden emin kılmaktır, halkın şerrinden kaçmak değildir. 


Rahmani uzlette bulunan, bir kenara çekilir, nefsini bir yere bağlar, onu açlığa ve susuzluğa alıştırır, o uğursuz nefsin ciğerini dağlar. Şeytanî uzlette bulunanlar ise, halvet bir yerde oturmayı, halkın şerrinden emin olmayı ve rahat etmeyi düşünürler, kendi nefsini terbiye edebilmiş gibi halkın fitne ve fesadın dan çekinir ve kaçarlar. 


Buna şeytanî uzlet denilmesinin sebebi de şudur: Bilindiği gibi, şeytan kendisini hayırlı sandı ve bu yüzden rahmet-i ilâhiyyeden kovuldu. Bunun için, kendi nefsinin şerrini düşünmeden, kendisini hayırlı ve halkı şerli bilip uzlet edenler de şeytana uymuş olurlar.  


Rahmani uzlet edenler ise, kendi nefislerini horlarlar ve Ona:  

— Seni bir yere bağlayayım ki, kimseye zararın dokunmasın. Şerrinden herkes emin olsunlar ve hiç kimse senden incinmesin, derler.  

Nitekim, Beni-İsrail zamanında bir rahibe sordular:  

— Rahip misin?  

— Ben rahip değilim. Fakat, çok güçlü ve yaramaz bir köpeğim var. Halkı fena halde incitiyor. İşte, onu aldım ve bir halvet yere çekildim ki kimseye zararı olmasın, cevabını verdi. Rahmani uzletin, avama mahsus olanı böyledir. Bunun bir de havassa mahsus olanı vardır ki, şöyle olur:  


Bunlar, beşerî sıfatlardan sıyrılırlar, dünyanın bütün zevk ve lezzetlerinden vaz geçerler. Haktan gayrı hiçbir şeyi özlemez ve düşünmezler. Bu sebeple de Hakkın visali halvet hanesine çekilir, orada cansız ve dilsiz mücavir olurlar.  Bundan daha ileri bir uzlet de hassül-hassın uzletleridir. Onu burada anlatmak olmaz. İnşa’allahu teâlâ, aşağıda halvet bahsinde söylenecek ve ehlinden gizlenmeyecektir. 


Ey tâlibim diye uzlet ve halvet ehli geçinen yalancı! Vay kendisini uzlette zanneden biçare: Henüz nefsini riya ve riyasetten ve şehvetten geçirememişsin, amellerini ihlâsa getirememişsin, doğru dürüst avama mahsus uzleti becerememişsin, nerede kaldı havas ve hassül-hassa mahsus uzlet edebilesin ve uzlet ehlinden olduğunu ileri sürebilesin.  


Yunus Emre ne güzel buyurmuştur:  

“Kerametim vardır diye halka sâlihlik satarsın, 

Nefsini müslüman eyle var, kerametin odur senin.”  


Sen de, nefsini hâlâ iyilik mertebesine ve adamlık rütbesine ulaştıramamışsın, nefsi emmâreliğin henüz üzerinde duruyor. Ey biçare! Ey edepsiz, daha asker mertebesinde bile değilken utanmadan, nasıl sultanlık dâvası edebiliyorsun?  


Ey kardeş: Uzlet etmenin nasıl olacağını anladıktan sonra, şimdi de uzletin faydalarını da sana anlatayım da uzlete riya karışır mı, karışmaz mı, uzlet riyâ ile olunca nasıl olur, nasıl olursa ihlâs ile olur, riyâ neye derler, riyâdan sakınmak nasıl olur, bunların her birini ayrı ayrı bildireyim, sen de ona göre amel et.  


Rahmani uzletin ilk faydası budur ki, kişinin ameline riyâ karışmaz. Riyâ, daha çok şeytanî uzlete karışır. Rahmani uzlete riyâ karışmamasının sebebi, halvet bir yerde oturur ibadet edersin, niyetin temiz ve hâlistir. Yoksa, uzletten murat hak için olmayıp da halk için olursa, kendi nefsini kınamak için olmazsa, o zaman uzlet ehlinin uzleti de ameli de riyâ üzerine olur ve kendisi de iki yüzlü sayılır.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)

Küfr çok çabuk yayılır

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


*Din* ilmi ve *Ehl-i sünnet* bilgileri, *Mürşid-i kâmil*’den öğrenilir kardeşim, *her din Kitap*’ından öğrenilmez. Niye kitapdan öğrenilmez? 


Çünkü kitaplarda, *Hak* ve *Bâtıl* karışıkdır, çeşitli *Rivâyet*’ler vardır. Hangisi doğru? Herkes bunu anlıyamaz. Bunu ancak *Mürşid-i kâmil*’ler anlar. Yâni *Din*, mürşid-i kâmilden öğrenilir.


Kendisi yoksa, *Kitap*’larından öğrenilir. *Rastgele* kimselerden din öğrenilmez. Çünkü hadîs-i şerîf var. Meâlen; *İslâmiyeti, büyük âlimlerin ağızlarından alınız!* buyuruluyor. 


Yâni onların *Sohbet*’lerinden veyâ *Kitap*’larından öğreniniz. 


*Küfr* çok çabuk yayılır kardeşim. Hele bu zamanda küfr, *Sel* gibi akıyor. *Câhil* müslümân ise, o sele kapılmış bir saman *Çöpü* gibi. Nasıl kurtulacak? Bir yere sığınması lâzım. 


Bir *Kaya* kovuğuna, bir *Ağaç* oyuğuna girerse, yâhut da bir *Kütüğe* yapışırsa, kurtulabilir. İşte bu kaya kovuğu, bu ağaç oyuğu, bu kütük, bizim *Arkadaş*’lardır. Yâhut da bizim *Kitap*’lardır. 


Yâni o saman *Çöpü*, bizim *Âbiler*’den birine rastlarsa veyâ bizim *Kitap*’lardan birini okursa, kurtulur efendim. Yoksa mümkün değil, *Sel* alır götürür. 


*Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin bir *Cep* saati vardı. Namaz vakti yaklaşınca o *Saat*’i çıkarırdı. Bir de *Ziyâ* beyin verdiği namaz vakitlerini bildiren küçücük bir *Bloknot* vardı. 


Her bir *Yaprak*, bir günün namaz *Vakit*’lerini bildiriyor, *İslâm* harfleriyle yazılmış. *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerinin bir elinde o *Bloknot*, diğer elinde cep *Saati*. 


Arada bir bakıyorlar, namâza *Beş* dakîka var, biraz sonra *İki* dakîka kaldı, sonra *Bir* dakîka kaldı, en sonunda, *Tamaam, vakit oldu*, der ve namâza kalkardı Mübârek.

Mesneviyi meşnevi diye okuma ey uyuz köpek

Seyyid Abdurrahim Arvasi kuddise sirruhu sohbetlerinde Mesnevi'den ders yapmayı adet edinmişlerdir.Yine bir gün Mesnevi okurken Şii bir ahundun“ Ne okuyorsunuz?” sualine “Mesnevi”cevabı vermesi üzerine, ahund Mevlana’yı ve Mesnevi'yi tahkir edici bir maksatla dinlemeye değmez anlamında “ Meşnevi” dedi.Bu ifadeye hiddetlenen Abdurrahim Arvasi hazretleri Mesnevi'yi ahunda açtırmış, ahund gayri ihtiyari bir şekilde;


 "Kötü bir iş yaptın.Mesneviyi meşnevi diye okuma ey uyuz köpek."manasına gelen


 “Mesnevi ra meşnevi mehan Ey seg-i gürgin bed kerdei” beytini okumuştur.


 Bilahare Mesnevi'de bu beytin bulunması için ne kadar çaba sarfedilmiş ise de bu beyte tesadüf edilememiştir.Mütefekkir Seyyid Ahmet Arvasi beyin ceddi olan Seyyid Abdurrahim Arvasi hazretlerinin kabri Doğubeyazıd'da Ahmed-i Hani türbesinin giriş kapısının yakınındadır.

Namazdan sonra dua ederken

 Talebesi Habil Bey anlatıyor:

 Abdülhakim Arvasi(kuddise sirruhu) Fehim Arvasi'den(kuddise sirruhu) bildirirdi ki namazdan sonra dua ederken ellerini kaldırdıkta en son 'Rabbiğfir ve'rham ve ente hayru'rahimin, teveffeni müslimen ve elhıkni bissalihin der,ellerini yüzüne sürer ve her fırsatta 'Ya Allah, bike tahassantu ve bi abdike ve resulike seyyidina Muhammedin sallallahu aleyhi ve selleme istecertu.(Allah'ım sana sığınırım, senin kulun ve peygamberin Muhammed aleyhisselamı da sığınacak yer kabul ederim) duasını okurlardı.

Bana Bir Dua Öğretin

Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk "radıyallahü anh", Peygamber efendimize "aleyhissalatü vesselam", "Ya Resûlallah! Bana bir duâ öğret ki, namazımda ve evimde onunla duâ edeyim" dedi.

Peygamber efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki:

"De ki; Ya Rabbi! Ben nefsime çok zulm ettim. Günahları ise ancak sen affedersin. Bana tarafından mağfiret buyur ve bana acı. Çünkü hakkıyla acıyan, affeden ancak sensin."

Mü'min mazeret arar münafık ise kusur arar

 Kötü zandan ve insanları kötü kimseler gibi suçlamaktan sakınmak gerekir;


Çünkü kötü kimseler, herkes hakkında ancak kötülük düşünürler. 

Eğer bir kimsenin insanlar hakkında daima kötü zanda bulunduğunu ve kusur aradığını görürsen bil ki,;


Onun iç dünyası kirlidir. 

Bu kötü iç, sözlerine ve davranışlarına sızmaktadır. 

O, başkalarını gerçekte kendi nefsinin penceresinden görmektedir. 


Zira mümin mazeret arar, münafık ise kusur arar. Mümin, bütün mahlûkata karşı gönlü temiz olandır.


İmâm-ı Gazâlî رحمه الله

Eğer Şafii (veya Mâlikî) mezhebini taklid ederse cünüplükten kurtulur

 Hanefi mezhebinde gusül abdestinde ağzın içini yıkamak farz olduğundan, dişlere kaplama ve dolgu yapılmasının gusle mâni olup olmadığ meselesi ortaya çıkmıştır. Alimler diş dolgusu ve kaplamayı sıhhati muhafaza çerçevesinde câiz görür. Ancak dişe yapışıp altına su geçmeyen hamurun gusle mâni olduğu istikametindeki Hanefi kavline kıyasen, bu kişinin guslünün Hanefi mezhebine göre caiz olmayacağından bu meselede Maliki veya Şâfiî mezhebini taklid etmesi gerektiğini söyler. Osmanlı ulemâsından Bolvadinli müderris Yunuszâde Ahmed Vehbi Efendi gibi zâtlar da bu yolda fetvâ vermiştir.


 Ayrıca 25 Eylül 1918 tarihinde Meşîhat-ı İslâmiyye (Şeyhülislamlık) "Boş dişlerini doldurma ve kaplamada cevâz-ı şer'i var mıdır?" sualine "yoktur" diye cevap vermiştir. (Fetvåhâne-i Ali Defterleri, 400 Numaralı Defter, no 950). 


Bir talebesi Seyyid Abdülhakîm Arvâsi ye gelip "Ben bugün Bayezid Camii'nde bir vaiz dinledim. Ağzında kaplama dişi olanların guslü sahih olmaz. Binâenaleyh cünüplükten kurtulmazlar" dediğini nakletmiş. Abdülhakîm Efendi ise, "Doğru söylemiş, ama noksan söylemiş. Eğer Şafii (veya Mâlikî) mezhebini taklid ederse cünüplükten kurtulur" buyurmuştur. 


  Tüm bunlardan, Osmanlı devrinde diş kaplamanın gusle mâni olduğuna dair fetvânın câri olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Tek Parti devrinde Maarif Vekâleti tarafından çıkartılan Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine   Nasıldı Nasıl Oldu? adlı kitapta , Osmanlı müslümanları, dînî bir mesele olmasına rağmen, diş dolgusunun Hanefi mezhebinde gusle mâni olduğuna inandıkları için alaya alınır.Bazı âlimler ise cebîre ve örgülü saça kıyasen diş dolgusunun gusle mâni olmadığını ifade etmişlerdir. Meselâ Mustafa Sabri Efendi'nin bir gazete yazısında ve Zâhidü'l-Kevserî'nin ise bir mektubunda bu meyanda fetvâ verdiği söylenir. Ancak gusle mâni olduğu fetvâsı Hanefi mezhebi fıkıh kitaplarına daha uygundur. Kaldı ki Hanefi mezhebi ihtiyat üzerine binâ edilmiştir. İki zıt kavil ile karşılaşınca, ahzü bi'l-ahvat (ihtiyatlı olanı almak) mezhebin kâidesidir. Diş dolgusu ve kaplaması hususunda câiz olmadığı fetvâsı verilirse, bu fetvâ doğru olmasa bile mükellefin kaybedeceği bir şey olmadığı gibi, mezheblerin hilafından çıktığı için müstehab sevâbı alır. Ama eğer diş dolgusunun guslün sıhhatine mâni olduğu fetvâsı doğru ise, mükellefin guslü, binâenaleyh namazı sahih olmamak tehlikesi vardır. Ağzın içinin yıkanması farz olmayan Mâlikî veya Şafii mezhebi taklid edilerek bu ihtilaftan kurtulunur.


(İslâm Yolu İlmihâli - İskilipli Mehmed Âtıf Efendi)

UZLET ETMENİN YARARI, HALKA KARIŞMANIN ZARARI

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

Uzlet, bilindiği gibi bir tarafa çekilme, tenhada oturma, inziva demektir. Şimdi ey kardeş: Bu halktan uzlet edip, kesilmek gerektir. Zira halktan kesilmeyen kişi, dilini, dinini, karnını ve gözünü sözün kısası yedi azasını koruyup kollayamaz. Bütün bu azaların şerre yönelmesinde halkın teşviki ve tesiri çoktur. Kişi, halkın arasına karışınca, elbette onlara uymak zorundadır. Eğer, uymaz ve karşı koymağa kalkarsa, düşman olurlar, asla rahat bırakmazlar ve insanı incitirler. Onun için, halktan uzlet gerektir, diyoruz. Birçok âfetler de halka karışmaktan hâsıl olur.  


Bu sebeple arifler: (Halk ile yol arkadaşı olan, ateşle yol arkadaşı olmuş gibidir,) demişlerdir. Ateşle sohbet ne ise, halk ile sohbet de odur. Gerçi, ateşin insana bazı yararları da vardır ama dikkat edilmezse insanı birden yakar. Yukarıda da bahsettik, görmedin mi dedikodu bile insanlar arasına karışmaktan ileri geliyor. Yalancılık, riyâ, kibir, nifak ve hased de hep insanların karışıp kaynaşmalarından meydana gelir.  Bu ve buna benzer ne kadar yaramaz fiiller ve hareketler varsa, hepsi insanlarla karışıp kaynaşmanın mahsulüdür. Şu hâlde, selâmet uzlettedir. Kişi, halvette oturmayınca Mevlâya erişemez, Mevlâ ile muameleye yol bulamaz, özellikle, şimdiki zamanda halktan uzlet lâzımdır.  


Nitekim, Resûl-ü ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Âhir zamanda, öyle bir zaman gelecektir ki, dünya için vâ'az-ü nasihat eden hatipler çoğalacaktır. Bunlar, ağızlarına geleni söyleyecekler ve bu sözlerini Allahu teâlâya ve Resulüne isnâd edeceklerdir.” 


Bu hadis-i şerifin meali münifi ve yorumlanması da şudur: O zaman, gerçek âlimler çok az olacaktır. Bu âlimler, bu zalimleri defe muktedir olamayacaklardır. Şarlatanlar, minberlere ve kürsülere çıkıp bu âlimleri övdükleri için, âlimler 'de oturdukları yerde susacaklardır. Yine o zaman, dilenciler çoğalacak fakat vericiler çok az olacaktır. O zamana yetişenler, sakın halkın arasına karışmasın ve bir kenara çekilerek uzlet etsin.  


Şimdi ey aziz kardeş:  

Biz, şunu muhakkak olarak biliriz ki; seyidimiz, peygamberimiz, âhir zaman peygamberi Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve-sellem, mahbub-u hazret ve şefi-i ümmettir. Bize, annemizden ve babamızdan daha çok şefkatli ve merhametlidir. Böyle olduğuna göre bize gerekli olanı elbet O bizden iyi bilir. Mademki, O böyle buyurmuştur, biz de O’nun sözüne ve öğütlerine uymak zorundayız. Resûl-ü zişân, halktan uzlet edilmesini, insanlar arasına lüzumundan fazla karışıp kaynaşılmaması lâzım geldiğini beyan buyurduklarına göre, mutlâka bu Hadis-i peygamberiye uymalıyız.  


Zira, bu Hadis-i şerifi beyan buyurduktan sonra, aleyhissalâtü vesselam efendimizden sordular:  

— Yâ Resûlallah! O buyurduğunuz vakit ne zaman gelir?  

Sultan-ı Enbiyâ efendimiz saadetle buyurdular:  

— Ne zaman ki, ilme çalışanlar ve ilim öğrenenler nefisleri hevâsı için, yani dünya ululuğu, izzet ve makam için, kadı veya müderris olmak için, bu sayede dünya nimetlerine ermek için ilim tahsil ederler ve ilmi nefislerine âlet ederler, ilimlerini Allâh kapısına varmağa sebep kılmazlar, belki dünya beylerinin ve paşalarının kapılarına varmağa vesile ederler. O zamanın beyleri ve paşaları da ilmi ve ilim ehlini hor görmeye başlarlar. 


O zamanın âlimlerinin en dindar görünenleri bile ilimlerini dünyaya satarlar, fakirlere şefkatleri olmaz, mescitlere giden yollar ve mescitler boş ve meyhane yolları ile meyhaneler dolu olur. Eğlence ve sefahat yerleri çoğalır.  Şimdi, insaf ve basiret ile düşünülecek olursa, muhakkak ki şimdiki zaman, işte o zamandır. Topluluğu da işte bu topluluktur. 


Biz, görebildiğimiz kadar görür dururuz ki, bu topluluğun şerri günden güne artmakta ve hayırları azalmaktadır. Hal böyle iken, neden onların arasına karışıp kaynaşmalı, onlar gibi yolu şaşırıp, onlar gibi neden ateşe düşmelidir?  


Gördün ve duydun, nice azizler ittifak ettiler, halk arasından çekilip çıktılar, kimisi dağlara, kimisi mağaralara sığındılar. Yani, halk ile karışıp kaynaşmaktan kaçtılar, uzaklaştılar. Oralarda, ibadet ve tâat ile meşgul oldular ve kendilerine mürit olan yârenlerine de vasiyet ettiler ki, aslandan kaçar gibi halktan kaçsınlar ve uzaklaşsınlar. 


Halktan kaçarak mağarada uzlet edenlerden birisi de Şeyh Süleyman-ı Dârani rahmetullahi aleyhtir. Müritlerine vasiyeti şudur: Aslandan kaçar gibi, halktan kaçın ve uzaklaşın. Ayrıca şu nasihatte de bulundular: “Birkaç yerde, halkın arasına karışabilirsiniz: Vakit namazlarında cemaate iştirâk edebilmek için, cuma ve bayram namazlarını kılmak için ve bir de cenaze namazı kılmak için, halkın arasına karışınız. Başka vakitlerde asla destur yoktur.” 


Bütün meşâyih, diğer vakitlerde halkın arasına karışılırsa, Haktan mahrum kalınacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim, Fahr-i kâinat aleyhi efdal-üt-tahiyyât efendimiz buyurur: “İnsanların arasına karışan, onlara karşı yumuşak davranınca riyaya kaçar. Kim riyaya karışırsa şirke düşer.” Bu hadis-i şerifle amel etmek gerektir.  


Şeyh Süfyan-ı Sevri rahmetullahi aleyh buyurur ki:  

— Vallahi, şimdiki zamanda uzlet etmek helâldir. Halka karışmak ise haramdır. Zira, halk dalâleti öylesine arttırdı ki, aralarında haram olan helâl gibi kullanılır oldu.  

Îmam-ı Gazali rahmetullâhi aleyh de buyurur ki:  

— Şimdiki zamanda uzlet etmek farzdır. Delili ve hücceti de işte bu âyet-i kerimedir: “Sizi ve Allahu teâlâdan başka taptıklarınızı bırakıp çekiliyorum.”  (Meryem Suresi: 48) 

Îmam-ı Gazalî, bu sözü söyleyeli beş altı yüz yıldan ziyadedir. Şimdiki zaman ne halde ve ne mertebededir, var sen kıyas et!  


Şimdi aziz:  

Bu halktan sana hiç fayda yoktur. Bu halka karışınca, onlara karşı gelmekten vazgeçmek ve onlara uymak lâzımdır. Oysa, bunların fiilleri kavillerini tutmaz. Eğer, onlara muhalefet etmezsen, Allâhu teâlâya âsi olmuş bulunursun. Muhalefette bulunursan, sana düşmanlık ederler, incitirler. 


Senin de o derece kemalin yoktur ki, bunların zahmet ve mihnetlerine tahammül edebilesin. Yani, nasıl olsa sabredemez ve onları suçlarsın, beddua edersin, bu defa da bir başka türlü isyan etmiş olursun. 


Şu hâlde bunun çaresi, bunlardan uzlet etmektir. Seni yoktan var eden, sana rızkını veren o ulu sultanın kapısına sığınmaktır. Diğer bütün fâni kapılardan elini ve eteğini çekmektir. Dost kapısına ihlâs ile komşu olunca, her günün bayram ve her gecen kadir olur. İki cihanda selâmet bulursun. 


Velilerin sultanı Hazreti Veysel Karâni radiyallâhu anh buyurur ki: “Sana vahdet gerektir. Selâmet, vahdettedir.” der. Şeyh Cafer-i Sadık radiyallâhu anh buyurur: “Zaman fesatlaştı ve kardeşlerin halleri değişti. Şimdi susmak ve evine çekilip oturmak zamanıdır.” 

 

(RESUL-İ EKREM'İN HIRKASI)

Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, son demlerinde mübarek hırkalarının Veysel Karâni’ ye verilmesini vasiyet buyurdular. Âlem-i cemale intikallerinden sonra Hz. Ömer ve Hz. Ali radiyallahu anhümâ efendilerimiz,  Mübarek hırkayı Üveys'e götürdüler. Baktılar ki, bir su kenarında yarı kazmış ve kendisine in yapmış, halktan gizlenmiş, orada ibadet ediyor. Bazan da çıkıp, ıssız sahralara doğru gidiyor amma asla halkın arasına karışmıyor. Kendisini, tek ve tenha buldular ve Resûl-ü zişânın vasiyetini söyleyerek, mübarek hırkayı kendisine takdim ettiler. 


Hz. Veysel Karâni: (Siz, burada durun!) diyerek, hırkayı aldı bir halvet yere vardı. Hırkayı bıraktı ve başını secdeye koydu, yalvarmaya başladı:  

— İlâhi! Bu mübarek hırkayı senin Habibin bana vasiyet etmiş, giysin de ümmetimi senden dilesin, demiş, ilâhi!  


Hz. Muhammed aleyhisselâmın ümmetini bağışlamayınca, ben bu hırkayı giymem. Böylece, uzun zaman yalvardı, yakardı. Hz. Ali ve Hz. Ömer, daha fazla sabredemediler ve yanma giderek:  

— Yâ Üveys! Başını secdeden kaldır, bize haber ver, hal nice oldu? dediler.  

Veysel Karâni hazretleri başını secdeden kaldırdı:  

— Ümmet-i Muhammed'in âsilerinin üç bölüğünü bağışlattım. Tam bir bölüğü kalmıştı ki, sizler geldiniz... dedi, o mübarek hırkayı tekrar eline aldı, öptü, yüzüne ve gözüne sürdü, kokladı, bağrına bastı ve sırtına giyerek Allahu teâlâya şükürler etti, Resûl aleyhisselâma salâvat getirdi. Hz. Ömer radiyallahu anh, kendisine yaklaştı ve:  

— Yâ Üveys! Bana nasihat et.  


Veysel Karâni sordu:  

— Bu halk seni bilirler mi?  

— Evet, bilirler.  

— Öyle ise, kendini halka unuttur. Allahu teâlânın seni bilmesi yeter.  

— Yâ Üveys î Bana daha da nasihat et.  

— Yâ Ömer! Allahu teâlâyı bilir misin?  

— Elbette bilirim.  

— Başka şeyleri de bilir misin?  

— Evet, başka şeyleri de bilirim.  

— Diğer bütün bildiklerini unut. Allahu teâlâyı bilmen sana yeter.  

— Yâ Üveys! Bana bir nasihat daha et.  

— Haydi varın gidin işinize, başımı karıştırmayın, dedi ve kendisi de makamına doğru çekildi ve gitti.  

Bundan da anlaşılıyor ki, talip olan kişilere elbette uzlet edip halktan kesilmek ve uzaklaşmak lâzımdır.


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî hazretleri)

Beni çok sevindirdin

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Bir gece *Abdülhakim Arvasi Efendi* hazretlerine gitdim, *Yağmur* yağmış, yollar çamur. Bir saat kadar geçdi. Abdülhakim Efendi hazretleri durup dururken; *Acabâ Münîr nasıl?* buyurdu. 


*Münîr* âbi, Efendi hazretlerinin oğlu, *Mekkî* Efendinin de kardeşidir. O da *Beyazıt*’ta oturuyor. Ben sessizce çıkdım hemen. 


*Eyüp*’den tâ *Beyazıt*’a, gece karanlığında ve mezarların arasından, *Koşa koşa* gidip kapıyı çaldım. *Münîr* âbi çıkınca; 


*Efendim, babanız sizi sordular, merak ediyorlar, nasılsınız, iyi misiniz?* dedim. 


O da bana; *İyiyim iyiyim, bir şeyim yok, ellerinden öperim*, dedi. Ben tekrar koşa koşa, soluk soluğa geldim.


Bakdım ki Abdülhakim Efendi hazretleri *Sohbet*’e devâm ediyor. Bana bakdılar. Ben hemen kendilerine; Efendim, Beyazıt’a gitdim, Münîr âbiyi gördüm, dedim. Efendi; *Öyle miii, nasıl buldun?* dedi. 


İyi efendim, sıhhati yerinde, bir sıkıntısı yok elhamdülillah, dedim. Efendi; *Ooh, çok râhatladım, beni çok sevindirdin*, buyurdular. İşte bu *Cümle* için gitdim. 


*Beni çok sevindirdin*. 


Size, iki emânet bırakıyorum. Biri, *Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye*. Kim benim duâmı *Almak* isterse, kim benimle *Sohbet* etmek isterse, kim benden *İstifâde* etmek isterse, bizim *İlmihâl*’i okusun.


Ve okutsun. Ona, *Elli* sene emek verdim kardeşim. O, bu asrın *Mürşid-i kâmili*'dir. İkinci emânetim, *Enver âbi*. Eğer *İlmihâl*’den anlamadığınız yerler olursa, ona sorarsınız.

Aslında hepimiz hastayız

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Allahü teâlâ, meâlen; *Kullarımın arasında benden en çok korkanlar, beni en iyi tanıyanlardır*, buyuruyor. 


Ancak, korkmanın temelinde *Muhabbet* vardır, *Sevgi* vardır. Evet, *Seven* korkar. Ama niçin korkar? Kötülük yapar diye mi? Hayır, *Onu üzerim*, diye korkar. 


Meselâ bir talebe, *Hocası*’ndan korkar. Niçin? Bir *Hatâ* yaparım, yanlış bir *İş* yaparım da hocam *Üzülür* diye korkar. 


Eshâb-ı kirâmın hiç *Biri*, mesleğiyle veyâ zenginliğiyle anılmıyor, hâtırlanmıyor. Onların ortak husûsiyeti, *Eshâb* olmakdı. Bu da, en yüksek *Mertebe*’dir. 


*Eshâb-ı kirâm*’ın en aşağısı, kıyâmete kadar gelecek olan *Evliyâ*’ların en yükseğinden daha *Yüksek*’dir. Bizim arkadaşlarımızın da hepsi çok *Kıymetli*’dir. 


Herbiri, bir çok yönüyle *Eshâb-ı kirâm* a benzer. Arkadaşlardan herhangi birine rastlıyan, onu seven, onunla görüşen bir kimse, *Bid’at ehli* olmaz kardeşim, *Müşrik* olmaz, dünyâda da âhiretde de *Felâket*’lerden kurtulur. 

● ● ● 

Bir şey *Mutlak* olacaksa, siz onu *Olmuş* bilin. *Garip* olmak, *Mahcûb* olmak çok iyidir. Hattâ kendini *Acındırmak* da çok iyidir. Çünkü acındırmak, hastalığını *Kabûl* etmekdir. 


Hastalığını kabûl edene, *Tedâvî* kolay olur. Hastalığını *İnkâr* edene, bir şey yapamazsınız. Neden? Çünkü, *Ben hasta değilim*, diyor. Aslında hepimiz hastayız kardeşim. 


Bunu, Allahü teâlâ bildiriyor Kur’ân-ı kerîmde. Eûzü billâhi mineş şeytân irracîm, *Fî kulûbihim maradun*. Yâni, kalplerinde hastalık vardır. 


Allahü teâlâ buyuruyor ki: *Kullarımı ben yaratdım, kalplerini de hasta yaratdım*. Böyle buyuruyor Allahü teâlâ.

Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye Neden Bu Kadar Önemli ?

Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye Neden Bu Kadar Önemli?
Lütfen videoyu izleyelim.

İman nedir?

Evliyayı kiramdan Seyfeddin-i Faruki “kuddise sirruh” hazretlerine, bir gün sevdiği bazı gençler;

- Efendim, iman nedir? diye sordular.


Cevabında;

- İman, Peygamber efendimizin “aleyhisselam” bildirdiği şeylere inanmak, beğenmek ve tasdik etmek demektir, buyurdu.


Ve altını çizdi:

- Sadece inanmak kâfi gelmez. Beğenmek ve sevmek de şarttır.


Sordular:

- Peygamberi işitmeyen kimsenin durumu nedir efendim?

- Peygamberi işitmeyen, Allahü teâlânın var ve bir olduğunu düşünüp, yalnız buna iman eder ve Peygamber işitmeden ölürse, bu da Cennete girer.


- Böyle düşünüp iman etmezse efendim?

- O zaman Cennete girmez. Peygamberi inkâr etmediği için, Cehenneme de girmez. Kıyamet günü, hesaptan sonra, tekrar yok edilir.


Kimler sonsuz yanacak?


Bir gün de;

- Efendim, imansız olan kimse, Cehennemde sonsuz mu yanacak? diye sordular.


Cevabında;

- Evet, böyle olacağını Efendimiz “aleyhisselam” haber vermiştir, buyurdu. Bu haber elbette doğrudur.


Ve ilave etti:

- Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lazımdır.


Derin bir nefes aldı:

- Sonsuz olarak ateşte yanmak ne demektir? Herhangi bir insan, sonsuz ateşte yanmak felaketini düşünse, korkudan aklını kaçırması lazım gelir.


Sordular:

- Bu felaketten kurtulmanın çaresi var mı efendim?

- Elbette. Bunun çaresi çok kolay.


- O nedir efendim?

- (Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselamın Onun son Peygamberi olduğuna ve Onun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak) insanı bu sonsuz felaketten kurtarır.

Peygamber efendimize salâvat getirmenin önemi

 Peygamber efendimiz buyurdu ki:


Bir gün dört büyük melek geldi.

Cebrail aleyhisselam dedi ki:

(Ya Resulallah, sana her gün on salevat getirenin elinden tutar, sıratı kuş gibi geçiririm.)


Mikail aleyhisselam dedi ki:

(Ben de, ona, Kevser havuzundan kana kana içiririm.)


İsrafil aleyhisselam dedi ki:

(Ben de, onun affı için başımı secdeye koyarım. Allahü teâlâ onu affetmedikçe başımı secdeden kaldırmam.)


Azrail aleyhisselam da dedi ki:

(Ben de, onun ruhunu, Peygamberler gibi kabzederim.)


Bunun üzerine, (Bu ne büyük lütuf ve ne büyük bir ihsandır ya Rabbi) dedim.


Birkaç hadis-i şerif meali daha şöyledir:


(Şefaatime en layık olan, bana en çok salevat okuyandır.) [Tirmizi]


(Kıyamette bana en yakın olan, en çok salevat getirendir.) [Tirmizi]


(Sabah-akşam on salevat getiren, kıyamette şefaatime kavuşur.) [Taberani]


(Cuma günleri bana 80 salevat okuyanın 80 yıllık günahı affolur.) [Şir’a]


(Cuma günü ve gecesi çok salevat getirene şefaat ederim.) [Beyheki]


Peygamber efendimiz, (Cuma günleri bana çok salevat okuyun! Bunlar, bana bildirilir) buyurdu. Öldükten sonra da bildirilir mi denilince buyurdu ki: (Toprak, Peygamberlerin vücudunu çürütmez. Bir mümin salevat okuyunca, bir melek bana haber verir, "Falan oğlu filan, sana selam söyledi" der.) [İbni Mace]


(Bir kimse, bana salevat getirdiği sürece, melekler de, onun için istiğfar eder. Artık isteyen az, isteyen çok salevat getirsin.) [İ.Ahmed]


Bir kitap yazmaya veya vaaza başlarken Allahü teâlâya hamd ve Resulüne salevat getirmelidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Kim, kitabına ismimi yazdıktan sonra, bana salat ve selam da yazarsa, ismim o kitapta kaldığı müddetçe, melaike, o kimse için istiğfar eder.) [Taberani]


(Beni sözünüzün başında, ortasında ve sonunda anın!) [I.Neccar]

SA’D BİN MUAZ HAZRETLERİ

Bedir harbinden sonra, esirlere yapılacak muamele hakkında, *Sa’d bin Muaz hazretlerinin ictihadı, Hazret-i Ömer’inkiyle aynıydı*. Diğer Eshab-ı kiramın hepsi, fidye karşılığı salıverilmesini uygun gördüler ve karar da öyle oldu, fakat âyet-i kerime gelip; *Hazret-i Ömer’le Hazret-i Sa’d’ın ictihadlarında isabet ettikleri bildirildi*. 

*Peygamber efendimiz, ‘’Azap bana gösterildi. Eğer Allahü teâlâ affetmeseydi, Ömer ve Sa’d hariç hepimiz helak olmuştuk’’ buyurdu*. 


Sa’d bin Muaz hazretleri, Peygamber efendimizin çok yakını, çok sevdiği bir zattı. Müslüman olduğu için ona inanılmaz işkence yapmışlardı. Neticede bu zat vefat etti. *Onun ölüm haberi Peygamberimizi çok üzdü, evine gitti, teçhiz ve tekfinde bulundu. Sonra kabristana giderken, önce hırkasını, sonra ayakkabılarını çıkardı. Tabutun bir bu tarafına, bir de öbür tarafına koşuyordu. Eshab-ı kiram da şaşkın bir vaziyette bakıyorlardı. Resulullah kabre indi, kabri düzeltti ve onu yerleştirdi. Her şey bitti, telkin verildi. Bu arada Peygamberimiz çok üzgündü ve rengi, benzi atmıştı*. 


Eshab-ı kiram bu durumu merak edip sordular:

Ya Resulallah, tabutu taşırken neden hırkanızı ve ayakkabılarınızı çıkardınız?

*Bütün meleklerin giyinişi böyle olduğu için*.

Peki, tabutun bir bu tarafına, bir öbür tarafına koşmanızın sebebi nedir?

*Kardeşim Cebrail elimi tutup bırakmadığı için*.

Kabirden üzüntülü çıkmanızın sebebi neydi?

*Kabir onu sıkmaya başladığı için dayanamadım*.

Neden?

*Hanımını, evdekileri üzmüş, kul hakkı doğmuştu*.


Allah’tan korkmalı. Rastgele birinden değil, Cennetlik olan Eshab-ı kiramın büyüklerinden ve kabilesinin reisi olan *Sa’d bin Muaz hazretleri* gibi büyük bir zattan bahsediyoruz. Bizzat Resulullah efendimiz onun cenazesini taşıdı, cenaze namazını kıldı, kabre indirdi, buna rağmen böyle mübarek bir zatı kabir sıktı. O halde nasıl olur da, bir Müslüman hanımını üzebilir?


İnsanın nefsi, azmış, kabarmış durumdadır, dediğini yaptırır, fakat bu bir gün muhakkak bitecektir. Herkes sonunda hareketsiz kalıp musalla taşında eşitlenecektir. Bütün ameller cisim hâlinde, mesela akrep şeklinde, yılan şeklinde, Cennet nimetleri şeklinde, önüne gelecektir. 

İnsanı ıslah edecek önemli bir şey var, o da ölümü hatırlamaktır. *Hazret-i Ömer, ‘’Yâ Ömer, sana nasihatçi olarak ölüm yeter’’* buyuruyor. Veysel Karani hazretleri de, (Akşam yattığımda Azrail aleyhisselamı karşımdaymış gibi, sabah kalkınca da yanımdaymış gibi görüp, her an ölümü düşünürüm) buyurmuştur. 

Böyle düşünen öfkelenmez, elbette melek gibi olur. Ölümü unutan ise azar, kudurur. Sanki hiç ölüm gelmeyecekmiş, hiç hesap sorulmayacakmış gibi, hükümranlık daima bendedir diye düşünür. 

*Acı azaplara maruz kalınca eyvah dese de, artık pişmanlığı fayda vermez

ÎMÂM-I ŞÂFİÎ’DEN KIYMETLİ TAVSİYELER

Îmâm-ı Şâfiî Hazretleri Yemeğin Dört Şekilde Yenildiğini Söyledi:


❀ Bir Parmakla Yemek; Bu Kibarlıktandır.


❀ İki Parmakla Yemek; Bu Mütekebbirliktir.


❀ Üç Parmakla Yemek; Bu Sünnettir...


❀ Dört ve Beş Parmakla Yemek; Bu da Oburluktur.


✿ Dört Şey Vardır ki, Bedeni Takviye Eder:


❀ Et Yemek,


❀ Güzel Kokular Sürünmek,


❀ Cinsî Münâsebette Bulunmadan Yıkanmak,


❀ Keten Giymek...


✿ Dört Şey Vardır ki, Bedeni Zayıflatır:


❀ Çok Cinsî Münâsebette Bulunmak,


❀ Çok Üzülmek,


❀ Aç Karnına Çok Su İçmek,


❀ Otururken Arkasını Kıbleye Çevirmek...


✿ Dört Şey Vardır ki, İnsanın Gözünün Nûrunu Artırır:


❀ Kıbleye Doğru Oturmak,


❀ Uyku Ânında Göze Sürme Çekmek,


❀ Yeşile Bakmak,


❀ Temiz Elbise Giymek...


✿ Dört Şey Vardır ki, Gözü Zayıflatır:


❀ Pisliğe Bakmak,


❀ Asılmış İnsanın Ölüsüne Bakmak,


❀ Kadının Fercine Bakmak,


❀ Otururken Arkasını Kıbleye Çevirmek...


✿ Cinsî Münâsebeti Artıran Dört Şey Vardır:


❀ Serçe Eti Yemek,


❀ Itrifili Ekber (Birkaç Maddeden Mürekkep Bir İlaçtır) Almak,


❀ Habbet’il-Hazra ile Bademden Yapılan Füstuk Denilen İlacı Yutmak,


❀ Maydanoz Yemek...


✿ Dört Çeşit Yatma (Uyuma) Şekli Vardır:


❀ Sırtüstü Yatmak


Bu Tarzda Uyumak Peygamberlerin Uykusudur. Peygamberler Bu Şekilde Uzanarak Yer ve Göklerin Yaratılışını Düşünürlerdi.


❀ Sağ Yana Yatmak


Bu Tarz Uyumak, Âlim ve Âbid Kimselere Mahsûstur.


❀ Sol Tarafı Üzerine Uyumak


Böyle Uyumak, Sultânların ve Padişâhların Uykusudur. Onlar Yediklerini Hazmetmek İçin Bu Şekilde Yatarlar.


❀ Yüzüstü Uyumak


Bu Şekilde Uyumak, Şeytânlara Mahsûstur...


✿ Aklı Artıran Dört Şey Vardır:


❀ Fazla Konuşmayı Terk Etmek,


❀ Misvak Kullanmak,


❀ Sâlih Kimselerle Oturmak,


❀ Âlimlerle Oturmak...


✿ Dört Şey Vardır ki, İbâdetten Sayılır:


❀ Abdestsiz Adım Atmamak,


❀ Çok Secde Etmek,


❀ Camilerden Hiç Ayrılmamak,


❀ Çokça Kur’an Okumak...


✿ Yine Îmâm-ı Şâfiî Hazretleri Şöyle Demiştir:


Aç Karnına Hamama Girip Çıktıktan Sonra Yemeği Tehir Eden Bir Kimsenin Nasıl Olup da Ölmediğine Hayret Ediyorum.


✿ Yine Şöyle Demiştir:


Veba Hastalığına Binefsec (Menekşe)den Daha Faydalı Bir Şeyin Olduğunu Zannetmem. Hasta Olan Kimse Onunla Hem Yağlanır, Hem de İçer. En Doğrusunu Allah Bilir...


[İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn]

Sevmenin şartı itaattir

Ben Allah’ı seviyorum

Evliyayı kiramdan Seyyid Abdülhakim-i Arvasi “kuddise sirruh” hazretlerine, bir gün İslamiyet’i yaşamayan, namaz kılmayan, fakat büyükleri seven bir kimse geldi.


Adamcağız sohbet esnasında;

- Efendim, ben Allah’ı çok seviyorum, diye arzetti.


Mübarek zat sordu:

- Namaz kılıyor musun peki?


- Hayır efendim.

- Öyleyse Allah’ı sevmiyorsun demektir.


Adam şaşırdı:

- Seviyorum efendim. Allah hiç sevilmez mi?


Buyurdu ki:

- Sevmenin şartı, itaattir kardeşim. Söz dinlemektir yani. Seven, sevdiğine itaat eder. Seven, sevdiğinin emrini yapar. Sen Allah’ı sevseydin, Onun emrine itaat ederdin.


Adam düşünceye daldı.

Ve sessizce mırıldandı:

- Bugünden itibaren namaza başlıyorum efendim. Allah sizden razı olsun.


Anne babanın vazifesi


Bir gün de nasihat istediler bu mübarek zattan.

Cevabında;

- Çocuklarınıza her şeyden önce İslamiyet’i öğretin. Peygamber efendimizi “aleyhisselam” anlatın ve Onu sevdirin, buyurdu.


Ve ekledi:

- Bir anne ve baba, eğer evlatlarına İslamiyet’i öğretmiyor, Peygamber efendimizi “aleyhisselam” anlatmıyor, Onu sevdirmiyorsa, onların en baş düşmanıdır.


Şaşırdılar:

- Çocuklarının mı düşmanıdır efendim?

- Evet. Çocuklarını nefsi için seven anne ve baba, çocuklarının en büyük düşmanıdır. Çünkü onların Cehenneme gitmesine sebep oluyor.


Ve daha açıkladı:

- Çocuğunu seven, onu ateşte yanmaktan kurtarmak için çırpınır. Bu da, ona İslamiyet’i öğretmekle, ibadetlere, namaza alıştırmakla mümkündür ancak.

O büyükler öyle büyüktür ki

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


O büyükler öyle *Büyük*’tür ki, meselâ *İmâm-ı Mâlik* hazretleri bir hadîs-i şerîf okuyacağı zaman, kürsüden iner, *Edeb*’le oturur ve öyle okurdu. 


Okumaya başlarken; *Kâle Resûlullah!* deyince, rengi *Sararır*, bedeni *Titrerdi*. 


Bu zamanda halk *Câhil* kardeşim, bilmiyorlar. Mezhebsizler de bu zavallıları aldatıyorlar. Bizim *Kitap*’lar sâyesinde insanlar *Doğru*’yu öğreniyor, mezhebsizlere aldanmıyorlar kardeşim. 


*Sizin kitaplar geldi, artık aldanmıyoruz!* diyorlar. Her yerden, bize böyle müjdeli haberler geliyor. Onun için Rabbimize *Şükr*’ediyoruz.  


Gençler bu kitapları alınca, okuyacaklar, anlıyacaklar. Ne büyük *Ni’met*, ne büyük *Seâdet*. Şimdi burada da mü’minler toplanmış, ne güzel şey. Acabâ dünyâda böyle bir *Yer* daha var mı? 


Ne *Güzel* yâ Rabbî! Elhamdülillah. *Mektûbât*’da birinci cildde *204*.cü mektup var. Bunu hepiniz okuyun. Yarım sahîfecik, çok *Güzel* bir mektup.


Tam bu zamana göre. *Kâfir*’lere hiç cevap vermiyeceğiz kardeşim, hiç. İşte o mektûb, bu zamana göre *Nasıl* hareket edeceğimizi gösteriyor. 

● ● ● 

*Mir’ât-ı kâinât*, büyük bir târih kitâbıdır. Abdülhakîm Arvasi Efendi hazretleri bana; *O kitâbı al, oku!* buyurdu. Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerinin emriyle aldım. Ben bu kitâbın *İsmi*’ni bile işitmemişdim. 


Bizim birâder *Sedat*, bir gün bize gelmişdi. Bana sordu: *Âbi, gazetede Çihâr-ı yâr-i güzîn kitâbından yazdığım tefrika bitiyor, ondan sonra ne yazayım?* dedi. 


Ben de düşündüm, taşındım, *Mir’ât-ı kâinât kitâbından yaz!* dedim. Neden bu kitâbı söyledim? Çünkü Abdülhakim Efendi hazretlerinin, vaktiyle bana; *Onu al, oku!* diye emretdiği kitap. 


Abdülhakim Efendi hazretleri, bana ayrıca; *Baş tarafını okuma! Baş tarafı ağırdır, ikinci kısımdan başla!* buyurmuşdu. Elhamdülillah, yol gösteren bir *Mürşid*’imiz var. 


Kim o mürşid? *Mektûbât*. Mektûbât, mürşidimiz bizim. Onun için kafamızdan *Uydurma* hiçbir şey söylemeye lüzûm yok. Sizinle müsâfeha edelim, *Tekrâr-ı hasen*’dir kardeşim.

Bu söz tam bana göre

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Peygamberimiz aleyhisselâm; *Cemâatde rahmet, ayrılıkda azâb-ı ilâhî vardır!* buyuruyor. Ama kolayı var efendim, *Gemi*’ye bin, kurtul. Sonra da karışma başka şeye. Bu *Yol*’un esâsı budur. 


İki mü'min, Allah rızâsı için *Müsâfaha* ederse, günâhları dökülmeden o *İki el* ayrılmaz. Gelin, müsâfaha edelim de, Allahü teâlâ hepimizin günâhlarını *Affetsin* kardeşim. 


Abdülhakîm Arvasi Efendi hazretleri, *Nâzik*’di Mübârek, *Kibar*’dı, ayrıca *Merhamet*’liydi. Herkes, hepimiz, gideceğimiz zaman izin isterdik. *Efendim, müsâde ederseniz gidebilir miyiz?* derdik.


O da, *Buyurun!* derdi. Ne güzel günlerdi yâ Rabbî, *Sohbet*, ne tatlı şeydir. Sabaha kadar dinlesek, söyliyen *Yorulmaz*, dinliyen *Bıkmaz*. Rabbimize *Şükr*’ler olsun ki, biz de bu sohbetler sâyesinde kurtulacağız kardeşim. 


En büyük *Musîbet* nedir? En büyük musîbet, *Evliyâ-i kirâm*’dan birine tesâdüf edip de, ondan istifâde etmekden *Mahrum* kalmakdır. Bundan büyük musîbet olmaz. Bu, neye benzer? 


Bir kimse, içi *Altın* dolu bir *Hazîne*’ye rastlıyor, fakat ona sâhip olamıyor, başkalarına kapdırıyor. Hazîneye rastlıyor, ama kapdırıyor. En büyük *Musîbet* budur işte. 


Zamânımızda düşmanlar çok *Kuvvet*’li, müslümânlar ise *Zayıf*, üstelik de çalışmıyorlar. Ne demişdik? *Düşman*’da olanı bizim de yapmamız lâzım. Ama insanlar *Keyf*’inde, herkes *Dünyâ* kazancında. 


Hiç Allahü teâlânın *Emr*’ini düşünen ve yapan *Yok* gibi. Evet, kendisi *İbâdet* ediyor. Fakat din kardeşlerinin Fısk-ı fücûra, Zevk-i sefâya daldığını gördüğü hâlde, *Emr-i mâruf* yapmıyor. 


Olmaaz! Bu çok yanlış. Hiç olmazsa *Kitap* ver, herkese *Dağıt*. Bu gün, en büyük *Emr-i mâruf* nedir biliyor musunuz? *Kitap vermek*’dir. Biz bunu yapıyoruz işte, elhamdülillah. 

● ● ● 

*İki şey* var ki, bu iki şeye, göz ne kadar çok *Ağlasa*, yeridir. Nedir bu iki şey? Biri, *Firkat-i şebâb*, öbürü, *Firkat-i ahbâb*. Ne demek bunlar?


Yâni *Gençlik*’den ayrılmak ve *Dostlar*’dan ayrılmak. Bu iki şeye, *Göz* ne kadar *Kan* ağlasa yeridir, Gençlik gidince, bir daha geri gelmez. 


*Ahbap*’dan, yâni din *Kardeş*’inden ayrılmak da öyle. Bu söz, tam *Bana göre* kardeşim. Hem *Gençlik*’den ayrıldım, hem de *Abdülhakîm* Efendi hazretlerinden ayrıldım.

SABAH NAMAZLARININ SÜNNETİ İLE FARZI ARASINDA OKUNACAK DUALAR

(Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin sabah namazlarının sünneti ile farzı arasında okudukları dualar)


Allahım Efendimiz Muhammed’e ve onun âline salât eyle! 


Allahım! Senin fazl-ı kereminden, gönlümü sana bağlayacak darmadağınık hâlimi bir araya toplayacak, dağınık işlerimi birbirine yaklaştıracak, benden fitneleri defedecek, dinimi islâh, bâtınımı muhafaza edecek, zâhirimi yükseltecek, amelimi temizleyecek, yüzümü ağartacak, bana rüşdümü ilkâ edecek ve beni bütün kötülüklerden koruyacak bir rahmet isterim. 


Allahım! Senden bir daha küfre düşmeyecek şekilde sâdık ve yakînî bir iman, beni dünya ve âhirette lutûf ve kereminin en yüksek mertebesine ulaştıracak olan bir rahmet istiyorum. 


Allahım! Senin fazlından, kazalarda sabır ve kurtuluşu, şehidlerin mertebelerini, iyilerin yaşayışını, düşmanlara karşı gâlib gelmeyi ve Peygamberlerine arkadaşlığı isterim. 


Allahım! Her ne kadar görüşüm kısa, amelim zayıf ve noksan da olsa, ihtiyacımı sana arz ediyorum. Ben senin rahmetine muhtacım. 


(Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin sabah namazlarının sünneti ile farzı arasında okudukları dualar)


Ey bütün işleri görüp gönüllere şifâ veren Allahım! Kudretinle, yan yana iki denizi birbirine karıştırmayıp aralarını ayırdığın gibi; beni de Cehennem azabından, helak oldum diye bağıranların kötü akıbetinden ve kabirlerin fitnesinden uzaklaştırıp korumanı istiyorum. 


Allahım! İstemeye görüşümün yetişmediği, ulaşmaya amelimin zayıf kaldığı, niyetimin ve arzumun ulaşamadığı, kullarından herhangi birine vaad yahut vermeyi murâd ettiğin her türlü hayrı, candan arzular ve onları senden isterim, Ya Rabbelâlemin! 


Allahım! Bizi haktan sapan ve saptıranlardan değil, hidayette olup hidayete vesile olanlardan, düşmanlarınla harb halinde, dostların için bir selâmet olan, insanları senin için seven ve halktan sana isyan edenlere de senin için düşmanlık eden kullarından eyle. 


(Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin sabah namazlarının sünneti ile farzı arasında okudukları dualar)


Allahım! Ben gücümün yettiği kadar sana duâ ediyorum. Kabul et. Kabul Sendendir. Elimden gelen budur. Güven ve teslimiyetim sanadır. 


Biz Allah içiniz, O’na döneceğiz. Kudret ve kuvvet ancak sağlam Kur’an ipinin ve doğru işin sahibi yüce Allah’a âittir. 


Allahım! Senden, kıyâmet gününde emniyeti, ebedî günlerde de ahdini yerine getiren, çokça rükû ve secde eden, huzuruna yaklaştırdığın ve kabül buyurduğun sevgili kullarınla beni Cennete koymanı dilerim. 


Gerçekten sen çok acıyan ve çok sevensin; dilediğini yaparsın. Ey İzzet ridâsına bürünüp herkese gâlip olan Allahım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ey ululuk ridâsına bürünüp te onunla kullarına lutf eden Allahım! Seni noksan sıfatlardan takdis ederim. Tesbih ve takdisi ancak kendisine lâyık olan Allah’ı tesbih ederim. Sonsuz ihsan ve nimet sahibi Mevlâyı tenzih ederim. Lütuf ve kerem sahibi Allah’ı takdis ederim. Her şeyi ilmiyle bilip sayan Allah’ı her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. 


Allahım! Kalbime bir nûr ver. Kabrimde, kulağımda, gözümde, saçımda, tenimde, etimde, kemiğimde, kanımda, önümde, arkamda, sağımda solumda, üstümde, altımda benim için nur yarat. Allahım, nurumu artır, bana nur ver. Benim için nur yarat!” 


Bu duaya devam edenlerin hiç birisinin asla mahrum kalmadıkları ve kalmayacakları hususunda bütün meşâyih ittifak etmişlerdir.  


(Dualar Bölümünün Sonu)


[Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri]

UYANINCA YAPILACAK İŞLER

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 


Talip uykusundan uyanınca, bâtınını Hak teâlâ hazretlerine yöneltmeli ve fikrini Allâhu teâlânın emirlerine sarf eylemeli ve Allâhu Teâlâ’dan gayrısına fikrini döndürmemelidir. Uyanır uyanmaz, dilini Hakkın zikriyle meşgul etmelidir. Zira, sadık müritler küçük bir çocuğa benzerler. Çocuklar, bir şeye istekli olarak uyurlarsa, o şeye istekli olarak uyanırlar. Talip de tıpkı onun gibi, muhabbet ettiği üzerinde; uyurken, uyanınca ve hatta kıyamete kadar sabit olmalıdır. Nitekim, Aleyhissalâtü vesselam efendimiz: “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.” buyurmuşlardır. 


Sadık müritler, uyandıkları zaman maksatlarının ne olduğuna bakmalı ve dikkat etmelidir. Zira, kıyamet gününde de kabirden maksadı ve muradı ne ise ona göre kalkılır. Eğer, onun maksadı Allahu teâlâ hazretlerine ise ne âlâ ne hoş! Eğer, maksadı ve kaygısı başka olursa, Ne’ûzü billah durumu müşkül olur. Zira, kul uyandığı zaman onun bâtını asıl fıtratın (Yaratılışın) temizliği üzerine uyanır. Şu hâlde, talip olanlar bâtınlarını, Allahu Teâlâ’dan başka bir şeyle meşgul etmemelidirler, ki yaratılışlarının nuru kendisinden gitmesin.  


Talip uykusundan Allâh’ı zikir üzerine uyanmalı ve gönlünü Allah’a yöneltmeli başka şeylerin zikrinden korkmalıdır. Bâtını böyle olanlara ilâhi nurlar gelir, içleri bu nurla temizlenir. Böylelikle gönlünde ilâhi koku ve esintiler oluşur. Talip üzerine ilahi nur dökülmüş olarak uyanırsa şu duayı okumalıdır:


“Şükür, hamd ve senâ, öldükten sonra bizi dirilten, ruhlarımızı iade eden Allah’adır. Öldükten sonra tekrar dirilten ve mahşerde toplayıp hesaba çeken Allah’a hamd ve senâ ederiz.” 


Sonra, kalkıp derhal abdest almalı ve gecenin sonuna kadar ya namaz veya zikrullah ile meşgul olmalıdır. Sonra, yine abdest almalı ve sabah namazına kadar birkaç rekât namaz daha kılmalıdır. Sabah ezanı okunmaya başlayıp müezzin ALLAHU EKBER deyince, müezzinle birlikte ALLAHU EKBER demeli ve ikinci ALLAHU EKBER arasında, şu duayı okumalıdır:  


“Allahümme yâ ehlel kibriyâi vel-azameti ve yâ müntehel ceberûti vel izzeti yâ veliyyel avni vel kudreti yâ mâlik ed dünya vel âhireti semi'nâ ve atâ'nâ gufraneke rebbenâ ve ileykel masiyr.  

(Ey azamet ve kibriyâ ehli, ey Ceberut ve izzetin müntehası, ey yardım ve kudretin sahibi, ey dünya ve âhiretin mâliki olan Allahım! İşittik, itaat ettik, gufranını niyaz ediyoruz ey Rabbimiz! Dönüş, ancak sanadır)  


Müezzin, ikinci defa ALLAHU EKBER deyince yine birlikte söylemeli, ezanın devamı müddetince müezzine kulak vermeli ve o ne söylerse aynen tekrar etmelidir. Ezan tamamlanınca, ezan duasını okumalı, eğer sünnet kılınacak vakit olmuşsa kalkıp sabah namazının iki rekât sünnetini kılmalı, birinci rekâtında KUL YA EYYÜHEL KÂFÎRUN ve ikinci rekâtta Fatiha’dan sonra KUL HÛVALLAHU EHAD sûrelerini okumalı ve daha sonra yedi veya on yedi kerre şu duayı okumalıdır: “Estağfirullâhe li zenbi fe sübhanallahi bi hamdi Rabbi.”  


Daha sonra, aleyhissalâtü vesselâm efendimizin sabah namazlarının sünneti ile farzı arasında okudukları bu duayı okumalıdır: 


(Duayı, sonraki ÜÇ derste vereceğiz İnşallah.)


SABAH NAMAZLARININ SÜNNETİ İLE FARZI ARASINDA OKUNACAK DUALAR 

(Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin sabah namazlarının sünneti ile farzı arasında okudukları dualar)


Allahım Efendimiz Muhammed’e ve onun âline salât eyle! 


Allahım! Senin fazl-ı kereminden, gönlümü sana bağlayacak darmadağınık hâlimi bir araya toplayacak, dağınık işlerimi birbirine yaklaştıracak, benden fitneleri defedecek, dinimi islâh, bâtınımı muhafaza edecek, zâhirimi yükseltecek, amelimi temizleyecek, yüzümü ağartacak, bana rüşdümü ilkâ edecek ve beni bütün kötülüklerden koruyacak bir rahmet isterim. 


Allahım! Senden bir daha küfre düşmeyecek şekilde sâdık ve yakînî bir iman, beni dünya ve âhirette lutûf ve kereminin en yüksek mertebesine ulaştıracak olan bir rahmet istiyorum. 


Allahım! Senin fazlından, kazalarda sabır ve kurtuluşu, şehidlerin mertebelerini, iyilerin yaşayışını, düşmanlara karşı gâlib gelmeyi ve Peygamberlerine arkadaşlığı isterim. 


Allahım! Her ne kadar görüşüm kısa, amelim zayıf ve noksan da olsa, ihtiyacımı sana arz ediyorum. Ben senin rahmetine muhtacım. 


(Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin sabah namazlarının sünneti ile farzı arasında okudukları dualar)


Ey bütün işleri görüp gönüllere şifâ veren Allahım! Kudretinle, yan yana iki denizi birbirine karıştırmayıp aralarını ayırdığın gibi; beni de Cehennem azabından, helak oldum diye bağıranların kötü akıbetinden ve kabirlerin fitnesinden uzaklaştırıp korumanı istiyorum. 


Allahım! İstemeye görüşümün yetişmediği, ulaşmaya amelimin zayıf kaldığı, niyetimin ve arzumun ulaşamadığı, kullarından herhangi birine vaad yahut vermeyi murâd ettiğin her türlü hayrı, candan arzular ve onları senden isterim, Ya Rabbelâlemin! 


Allahım! Bizi haktan sapan ve saptıranlardan değil, hidayette olup hidayete vesile olanlardan, düşmanlarınla harb halinde, dostların için bir selâmet olan, insanları senin için seven ve halktan sana isyan edenlere de senin için düşmanlık eden kullarından eyle. 


(Aleyhissalâtü vesselâm efendimizin sabah namazlarının sünneti ile farzı arasında okudukları dualar)


Allahım! Ben gücümün yettiği kadar sana duâ ediyorum. Kabul et. Kabul Sendendir. Elimden gelen budur. Güven ve teslimiyetim sanadır. 


Biz Allah içiniz, O’na döneceğiz. Kudret ve kuvvet ancak sağlam Kur’an ipinin ve doğru işin sahibi yüce Allah’a âittir. 


Allahım! Senden, kıyâmet gününde emniyeti, ebedî günlerde de ahdini yerine getiren, çokça rükû ve secde eden, huzuruna yaklaştırdığın ve kabül buyurduğun sevgili kullarınla beni Cennete koymanı dilerim. 


Gerçekten sen çok acıyan ve çok sevensin; dilediğini yaparsın. Ey İzzet ridâsına bürünüp herkese gâlip olan Allahım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ey ululuk ridâsına bürünüp te onunla kullarına lutf eden Allahım! Seni noksan sıfatlardan takdis ederim. Tesbih ve takdisi ancak kendisine lâyık olan Allah’ı tesbih ederim. Sonsuz ihsan ve nimet sahibi Mevlâyı tenzih ederim. Lütuf ve kerem sahibi Allah’ı takdis ederim. Her şeyi ilmiyle bilip sayan Allah’ı her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. 


Allahım! Kalbime bir nûr ver. Kabrimde, kulağımda, gözümde, saçımda, tenimde, etimde, kemiğimde, kanımda, önümde, arkamda, sağımda solumda, üstümde, altımda benim için nur yarat. Allahım, nurumu artır, bana nur ver. Benim için nur yarat!” 


Bu duaya devam edenlerin hiç birisinin asla mahrum kalmadıkları ve kalmayacakları hususunda bütün meşâyih ittifak etmişlerdir.  


(Dualar Bölümünün Sonu)


[Eşrefoğlu Abdullah Rumi hazretleri]

Ahiret gününe inanmak

Evliyanın en büyüklerinden Mazhar-ı Can-ı Canan “kuddise sirruh” hazretlerine, bir gün ahiret gününden sordular.


Cevaben;

- İman edilmesi lazım olan altı şeyden beşincisi (Ahiret gününe inanmaktır) buyurdu. Bu zamanın başlangıcı, insanın öldüğü gündür. Kıyametin sonuna kadardır.


Sordular:

- Ahiret günü ne demektir efendim?

- Ahiret günü, son gün demektir.


- Niçin son gün denilmiş efendim?

- Arkasından gece gelmediği veya dünyadan sonra geldiği için böyle denmiştir.


- Kıyamet ne zaman kopacak efendim?

- Kıyametin ne zaman kopacağı bildirilmedi, zamanını kimse anlayamadı. Fakat, Efendimiz “aleyhisselam”, birçok alametlerini ve başlangıçlarını haber verdi.


- Onlar nelerdir efendim?

- Hazret-i Mehdi gelecek, İsa aleyhisselam gökten Şam’a inecek, Deccal çıkacak, Yecüc Mecüc denilen kimseler her yeri karıştıracak ve güneş batıdan doğacaktır.


- Başka efendim?

- Büyük zelzeleler olacak, din bilgileri unutulacak, fısk, kötülük çoğalacak, dinsiz, ahlaksız ve namussuz kimseler emir olacak, Allahü teâlânın emirleri yaptırılmayacaktır.


Şöyle bitirdi:

- Haramlar her yerde işlenecek, Yemenden bir ateş çıkacak, gökler ve dağlar parçalanacak, güneş ve ay kararacak, denizler birbirine karışacak ve kaynayıp kuruyacaktır.


Şunu iyi bilin ki…


Bir gün de genç bir talebesine;

- Evladım, şunu iyi bil ki, herkes seni, Allah’ını sevdiğin kadar sever, Allah’tan korktuğun kadar senden korkar ve Allah’a itaat ettiğin kadar sana itaat ederler, buyurdu.


Ve ekledi:

- Allahü teâlânın dinine hizmet ettiğin kadar, sana hizmet ederler.


Ve özetledi:

- Hülasa her işin, Onun için olsun! Yoksa, hiçbir işinin faydası olmaz. Hep kendini düşünme! Allahü teâlâdan başka, kimseye güvenme!

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleriyle geliyor

 *Hüseyin Hilmi bin Saîd hazretleri buyuruyor ki:*


Ne kadar *Şükr*’etsek az kardeşim. Yetmişüç fırka içinde, kurtulacak olan bir *Fırka* var, o da, *Ehl-i sünnet vel cemâat* fırkası. Allahü teâlâ, bize nasîb etti elhamdülillah. 


Bu *Fırka*’da olanlar, Allahın izniyle doğrudan *Cennet*’e gidecek. Bu fırkanın mensûbu olmak, ne büyük *Seâdet* yâ Rabbî. 


Evvelâ, bizi bu *Cihâd*’a sürükliyen kuvvetli *Îmân*’ımıza şükredeceğiz kardeşim. Îmâna nasıl şükredilir? *Kad Semi’a* Mücâdele sûresinin son âyetinde, Allahü teâlâ; 


*Ey Mü’minler! Ey îmânla şereflenenler! Bu ni’metin şükrünü îfâ edebilmeniz için, birbirinizi seviniz!* buyuruyor. 


Hattâ, *Ananızdan, babanızdan, kardeşinizden daha çok seviniz!* buyuruyor Allahü teâlâ. 


Hele onlar da bu *Yol*’da iseler, elbette onları da böyle *Çok* seveceğiz. Bizi, bu cihâda sürükliyen *Îmân* ni’metinin şükrünü îfâ etmek için, *Hubbu fillah* ile şerefleneceğiz. 


Rabbimizin *Lutf-ü inâyet*’i, yardımı, bizlere Seyyid *Abdülhakîm Arvasi Efendi*’den geliyor kardeşim. Bütün dünyâya *Hidâyet* ve *Nûr*, Peygamber Efendimizden geldi. 


Şimdi de, Peygamber aleyhisselâmın *Vâris*’leri ile geliyor. Yâni Seyyid *Abdülhakîm Arvâsî* hazretleriyle geliyor. Ben, Onun her kelimesine *Hayrân* idim. Ağzının içine bakardım.


Kalbimden; *Anlatsa da dinlesem!* derdim. Sabahleyin giderdim, sabah namâzında, tâ *Akşam*’a kadar, *Yatsı*’ya kadar, hattâ *Gece yarısı*’na kadar kalırdım orada. 


Artık yatacaklar. O saatde vâsıta da yok. Ne *Vapur* var, ne *Otobüs* var. Mecbûren *Eyüp*’den *Fâtih*’e kadar yürürdüm efendim. 


Bâzen *Kar* yağardı, *Kar*’da *Kış*’da yürürdüm. Mezarlığın içinden geçerdim tek başıma. *Elhamdülillah hâzâ min fadl-ı Rabbî*. 


Velhâsıl Abdülhakim Arvasi Efendi hazretlerine, sabah namâzı vaktinde giderdim. Tâ *Gece yarısı*’na kadar kalırdım orada. Efendi hazretleri hiç kimseye; *Kalkın gidin!* demezdi.

Hakikat mürşid-i kamilden öğrenilir

 Hakikat mürşid-i kamilden öğrenilir. İnsan her sözünü mürşid-i kamilden duyduğu söze dayandırmalıdır. Yoksa, benim kalbime böyle ilham oluyor demek, laf değildir.

(Hüseyin Hilmi Işık “kuddise sirruh” hazretleri)

Kitabın yazarıyla rabıta

 Kitap okuyan, yazarı ile rabıta halinde olur.

(Hüseyin Hilmi Işık “kuddise sirruh” hazretleri)

Namaz vakti gelince kılmak istemeyen

 Namaz vakti gelince kılmak istemeyen, son nefeste “kelime-i şehadet” getiremez. Yani imansız ölür.

(Pir Esad Sultan hazretleri “rahmetullahi aleyh“)

Günahını kabul et

 Yaptığı işin yanlış olduğunu, günah olduğunu kabul etmesi lazım. Bu günah işi yaptığı için de kendisinin günahkâr olduğunu kabul etmesi lazım. Bunları kabul etmeden, istediği kadar tevbe ettim desin, bir kıymeti olmaz.

(Muhyiddin-i Dusti hazretleri “rahmetullahi aleyh”)

Tarikatçılık, şeyhlik ve müridlik gibi isimlerin perdesi altında iş gören mal ve din hırsızlarına aldanmayın

 Bazıları toplanıp yüksek sesle zikredip dönüyorlar.Öyle zikir olmaz. Zaten bugün dünyanın hiçbir yerinde gerçek bir tasavvuf alimi yok gibidir. Ama sahte mürşidler, Müslümanları sömüren tarikatçılar çoktur.Din büyüklerinin, eskiden kalma halis kitaplarını bulup okuyun. Tarikatçılık, şeyhlik ve müridlik gibi isimlerin perdesi altında iş gören mal ve din hırsızlarına aldanmayın.

(Seyyid Ahmet Mekki Efendi hazretleri “rahmetullahi aleyh“)

Camide satılır mı demeyin - Ekrem Buğra Ekinci

Camide satılır mı demeyin - Ekrem Buğra Ekinci 

Müzik sesi kesildi diye Ayazpaşa Câmii'nin minaresini yıktılar

Müzik sesi kesildi diye Ayazpaşa Câmii'nin minaresini yıktılar.

Taksim'deki Ayazpaşa Camii'nde ezan okunduğu zaman Park Otel'deki müzik susar, ezan bittiğinde orkestra tekrar çalmaya başlardı. M. Kemal paşa Park Otel'de bulunduğu bir akşam tam dans edilirken Carmen Lady orkestrası aniden durur... 

Devamını videodan izleyebilirsiniz.

Abidin sakalını yolması

 - Musa (aleyhisselam) zamanında gece gündüz ibadetle meşgul bir abid vardı.

Bunca ibadete rağmen gönlünde ne bir zevk ne de bir ferahlık hissediyordu. Gönül güneşinin aydınlığını hala bulamamıştı. O iyi adamın uzun ve güzel bir sakalı vardı, arada bir sakalını tarardı.

İbadetle çokça meşgul olan bu adam Musa (Aleyhisselam'ı) uzaktan görünce yanına gidip: "Ey Tur Dağı'nın efendisi!

Allah için Cenabı Hakk'a bir sor da "neden benim bunca ibadete ve taate rağmen bir zevke ve hale erişemediğimi bir öğren" dedi.

Allah'ın Kelimi Musa Tûr Dağı'na varınca, Cenabı Hak'tan bunun sebebini sordu.

Cenabı Hak: "Uzak dur! O bizim vuslatımıza eremedi, daima kendi sakalıyla meşgul oldu." diye buyurdu.

- Musa o abid kimseye Cenabı Hakk'ın buyruğunu bildirince, adam sakalını yolmaya, ağlamaya başladı.

- Cebrail derhal Musa'nın yanına geldi ve dedi ki: "Şimdi de yine sakalıyla meşgul!

Eğer sakalını süsler ve bezerse, ıstıraba düşer. Ama yok yolmaya kalkışırsa, yine sakalıyla meşgul oluyor demektir.

Onsuz bir nefes dahi almak kusurdur. Ondan uzaklaşıp geri kaldıktan sonra ister sağa sap, isterse de sola hiç fark etmez.

* Behey şaşkın! Daha sakalından vazgeçemiyorsun. Bu kan denizinden nasıl kurtulacaksın?

Sen bu sakalla denize dalınca, kendi sakalından kurtulup da Allah'a teveccüh etmen mümkün olur mu?

(Mantıku't Tayr: Kuş Dili, Sf: 196-197) 

[Ferîdüddîn-i Attâr "kuddise sirruh"]

Bu kitaplar birer mıknatıstır

 Kitaplarımızı ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından hazırlıyoruz. Bu kitaplarda benim bir kelimem yoktur. Bunlar birer mıknatıstır. Mıknatıs ne kadar çok yayılırsa cevher taşıyanları kendisine çekerler. Herkes okuyacak, herkes kurtulacak zannetmeyin. Ama unutmayın ki, bu kitapları yayanlar peygamberlik vazifesini yapıyorlar. Onlar peygamber aleyhissalatü vesselamın varisleridir. Hiçbir zaman muris varisini yarı yolda bırakmaz.

(Hüseyin Hilmi Işık “kuddise sirruh” hazretleri)

Erkek ve kız çocuklarının erginlik yaşına girmesi ne zamandan itibaren başlar?

 Sual: Erkek ve kız çocuklarının erginlik yaşına girmesi ne zamandan itibaren başlar?


Cevap: Bu konuda Mecellenin dokuzyüzseksen altıncı maddesinde deniyor ki:


“Sinn-i büluğun mebdei yani bülüğ çağının başlaması, erkekte on iki ve kızda dokuz yaşları doldurmaktır. Müntehâsı yani sonu ise ikisinin de onbeş yaştır. Onbeş yaşını ikmal edince, tamamlayınca bâliğ sayılırlar.”

Meal okumak neden zararlıdır?

Meâl okumak neden zararlıdır?

Kadının yalnız seyahat etmesi

 Kadının yalnız seyahat etmesi

Kâdîhânda deniyor ki: “Kadın, salih cemaat ile sefere gidebilir.” Bu kavil, zaruret hâlinde caiz olur.


Sual: Müslüman bir hanım, yalnız başına dinen sefer mesafesinde olan bir yere gidebilir mi?


Cevap: Bu konuda Berîka ve Hadîka kitaplarında deniyor ki:


“Hür kadının, zevci veya ebedî mahrem akrabasından biri yanında bulunmadan, yalnız veya başka kadınlarla yahut akıl, baliğ ve salih olmayan mahremi ile üç günlük yola gitmesi üç mezhebde haramdır. Şâfii mezhebinde, kadınlar ile mahremsiz olarak, farz olan hacca gidebilir. Bir veya iki erkeğin sefere gitmesi mekruhtur. Üç erkeğin gitmesi mekruh olmaz. Dört erkeğin gitmesi ve içlerinden birini emir, başkan seçmeleri sünnettir.”


Hindiyyede, Tahtâvî, Dürr-ül-muhtâr ve Dürr-ül-müntekâda deniyor ki:


“Kadın, mürâhık olan, yani büluğa yaklaşmış, oniki yaşındaki mahremi ile sefere gidebilir.”


Oniki ve dokuz yaşlarını doldurup da, baliğ olmamış çocuğa Mürâhık denir.


Kâdîhânda deniyor ki:


“Kadın, salih cemaat ile sefere gidebilir.” Bu iki kavil, zaruret hâlinde caiz olur.

(Abdullah Çatlı'nın bir mektubu) Bizim için tek yol Ehli Sünnet itikadıdır


"Bizim için tek yol Ehli Sünnet itikadıdır. Diğer düşünceleri reddetmek boynumuzun borcudur. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki; 'Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisini takip etseniz doğru yolu bulur, hidayete erersiniz. Dolayısıyla, bu itikattan olan bir kitabı okuyup, Ehli Sünneti savunan herkesi dinleyip, dost olabilirsin. İşte bizim ölçümüz budur. Ehli Sünnet itikadına sahip çıkıp, müdafaa etmek, muhafazasına çalışmak ve onu yaymak bir görevdir."


Abdullah Çatlı

Hüseyin Hilmî Işık Efendi’nin “Rahmetullahi aleyh” Türkiye’ye, İslâm âlemine ve bütün dünyâya yaptığı en büyük hizmet nedir?

 Hüseyin Hilmî Işık Efendi’nin “Rahmetullahi aleyh” Türkiye’ye, İslâm âlemine ve bütün dünyâya yaptığı en büyük hizmet nedir?” diye bir suâl sorulacak olursa, şöyle cevap verilebilir: O, 1966 senesinde, İstanbul'da bir kitâbevi açmış [önce ismi Işık Kitâbevi idi, sonra Hakikat Kitâbevi oldu], Türkçe, Almanca, Fransızca, İngilizce ve ofset ile hazırladığı Arabî, Fârisî, Urduca (58+23+3) ve diğerleri ile 25 dilde 250 kitâbı, dünyânın her tarafına yaymıştır. Böylece doğru i’tikâd, fıkıh, tasavvuf bilgilerini ve İslâmın güzel ahlâkını İslâm âlemine, hattâ dünyânın her yerine neşretmiştir.

“Biz, İslâm dînini doğru olarak öğrenmek isteyen temiz insanlara hizmet etmek için, İngilizce, Fransızca, Almanca ve daha başka dillerde kitaplar hâzırladık. Bunların hepsi büyük ve hakîkî İslâm âlimlerinin eserlerinden toplanan bilgilerden meydâna gelmiştir. Bu kitapların isimleri, bazı kitaplarımızın sonunda bildirilmiştir…

Bu kitapları, dikkat ile okuyan insâflı her insanın, İslâm dînine samîmî olarak îmân edeceğine ve seve seve Müslümân olacağına inanıyoruz. Çünkü İslâm dîni, akl-ı selîm sâhiplerinin kabûl edecekleri akîdelerden ve ahkâmdan ibârettir. Akl-ı sakîm sâhipleri, rûhları hasta olanlar, nefislerine düşkün olanlar, yalnız kendi çıkarlarını düşünenler, İslâm dînini idrâk ve takdîr edemezler.” (Herkese Lâzım Olan Îmân, 3. Tenbîh)

Başta; “Tâm İlmihâl Seâdet-i Ebediyye” kitâbı olmak üzere, 14 Türkçe ve bunların tercümeleri olan diğer dillerdeki pek çok kitâbı vardır. Bu kitâplar, her tarafa dağılmaktadır; “İnternet” vâsıtası ile de bütün dünyâda okunmaktadır.

Hüseyin Hilmî Efendi, "Tâm İlmihâl Seâdet-i Ebediyye" kitâbı hakkında şöyle demiştir: “Bu kitâbı, baştan sona kadar dikkatlice okuyan bir kimse, İslâmın bütün emir ve yasaklarını öğrenir. Dînimiz hakkında doğru ve yeterli bilgiye sâhip olur. Her Müslümânın, dînimizi çok iyi bilmesi şarttır. İslâm âlimleri, 'dînini bilmeyenin dîni yok demektir' demişlerdir.”

Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin büyük oğlu, derin âlim Ahmed Mekkî Efendi (rahmetullahi aleyh), “Seâdet-i Ebediyye”  kitâbının başına yazdığı “Takrîz”inde şöyle söylemektedir: "Asrımızın fâdıllarından, zamânımızın bir tânesinin yazmış olduğu Seâdet-i Ebediyye kitâbına göz gezdirdim. Bu kitâpta, kelâm, fıkıh ve tasavvuf bilgilerini buldum. Bunların hepsinin, bilgilerini nübüvvet kaynağından almış olanların kitâplarından toplanmış olduğunu gördüm. Bu kitâpta, Ehl-i Sünnet vel-cemâ'at i’tikâdına uygun olmayan hiçbir bilgi, hiçbir söz yoktur.

Ey Temiz gençler! Dînî ve millî bilgilerinizi, bu latîf, benzeri bulunmayan, belki de, ileride bir benzeri yazılamayacak olan bu kitâptan alınız."

Eserin İngilizceye tercümesi de yapılmış, "Endless Bliss" ismi verilmiş ve 6 cild olarak bastırılmıştır. Almancası da tek cild hâlinde basılmıştır.

YOLUN BAŞINDA OLAN TALİPLERİN UYKUSU

 MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ 

 

Arifler şöyle buyurmuşlardır: Müptedi (yolun başında olan) talipler, gecenin üç bölüğünde uyumalı ve bedenleri uykusuz kalmamalıdır, ki başları ağrımasın ve ıstırap duymasınlar. Bunu rakamla ifade etmek gerekirse, sadık müritler iki saat gündüz ve altı saat gece olmak üzere, günde toplam sekiz saat uyku uyumalıdırlar. Gündüzleri, şöyle uzanmalı ve bedeni dinlendirmeli, fakat asla müddeti uzatmamalıdırlar. Çünkü, öyle zamanlar olur ki, ruh uykusuz da ağırlığı giderir. Zira, uykunun tabiatı soğuk ve ıslaktır. Bedene faydası vardır, mizaçtan harareti ve kuruluğu giderir. Eğer, gecenin üç bölüğünden az uyunursa, talibin bilincine zarar verir, cismi ıztıraba düşer, halsiz ve mecalsiz kalır, talep yolu bağlanır ve Ne’ûzü billâh onun yerine bir gevşeklik gelir. Fakat, gönüldeki muhabbeti ağır basar bu alışkanlık haline gelip uykunun yerini alırsa, gecenin üç bölüğünden az uyumak zarar vermez. Zira, insani ruhta tabiatı gereği soğuk ve ıslaktır, oda uykunun yerini tutabilir.


Ariflerden birisine sordular:  

— Gece ile aran nasıl?  

Şöyle cevap verdi:  

— Ben geceye hiç riayet etmem. O gelir cemalini gösterir ve gider. Gidince de onu hiç düşünmem. Geceleri ibadet, dosta münâcat etmek ve cemâli müşahede etmek içindir.  


Ebû Süleyman Dârani buyurur ki: Geceleri uyanık olanlar ve ibadet edenler, bu ibadetlerinden öyle şevk, zevk, lezzet ve sefa bulurlar ki; ne yanları üstüne yatarak horul horul uyuyanlar ne de sabahlara kadar eğlence yerlerinde vakit geçirenler aynı zevk ve lezzeti bulamazlar.  


Bundan dolayı arifler: Sevgili ile bir yıl birlikte olunsa, uyku ile uyanıklık arasında geçen zaman gibi kısa olur ama sevgiliden ayrı ve uzak yaşamak, uyku ile uyanıklık arasındaki süre kadar bile olsa insana bir yıl gibi uzun gelir. Onun için, ruh ve üns ehli olanlara, uzun geceler kısa gibi gelir.  


Ali ibn-i Bekâr rahmetullâhi aleyh buyurur ki: “Kırk yıldır beni, gecelerin sonunda güneşin doğması kadar hiçbir şey üzmedi ve usandırmadı.” 


Arifler derler ki: Uyanıklara, Hak teâlâ nazar eder ve onların gönüllerini nur ile doldurur ve gönüllerine türlü türlü bereketler verir. Ondan sonra, onların gönüllerinden, gafillerin gönüllerine âfiyet ulaşır. 


Hak teâlâ, Nebilerden birisine vahiy edip buyurdu:  

— Benim has kullarım onlardır ki, beni severler. Ben de onları severim. Onlar beni isterler, ben de onları isterim. Onlar beni zikrederler, ben de onları zikrederim. Onlar bana nazar ederler, ben de onlara nazar ederim. Eğer, sen de onların yollarında bulunacak olursan, seni de severim. Yollarından ayrılıp sapacak olursan, sana nazar etmem. O peygamber niyazda bulundu: “Yâ Rab! Onların alâmetleri nedir?” 


Hak teâlâ buyurdu:  

- “Onlar, çoban koyun güder gibi, gündüzün gölgeleri güderler. Kuşların yuvalarını istemeleri gibi onlarda güneşin batıp gecenin olmasını isterler. Vakit gelip, gece karanlığı inince her dost dostla halvet olur. Onlar, benim için yüzlerini yere koyarak secde ederler. Benim için ayakları üzerinde durur bana münâcat ederler. 


Bunun için, benim onlara bahşişim şudur:  

Onların gönüllerine nur veririm, onlar da hiç şüphesiz benden haber verirler. İkinci hediyem de şudur: Eğer, yedi kat yer ve yedi kat gök onların terazilerine konulsa, bunu kendilerine az görürüm. Üçüncü bahşişim de şudur: Ben, onlara zatımla ve bütün Esma ve sıfatımla tecelli ederim. Benim zatımla ve bütün esmâ ve sıfatımla tecelli ettiklerime vereceğim kerametleri hiç kimse bilmez.  


Şeyh Şihabüddin Ömer Sühreverdi rahmetullahi aleyh buyurur ki: “Sadık bir mürit, Hak teâlaya münâcatta bulunmak üzere gece kalktığında, onun gecesinin nuru, gündüzüne akseder. böylece onun gündüzü de gecesinin himayesinde bulunur. Zira, onun gönlü Hak teâlânın nurları ile aydınlanmış olur. Bunun için, onların gündüz yapıkları bütün hareketleri ve tasarrufları, o nurların kaynağından hâsıl olur.”  


Bir Hadis-i şerifte: “Geceleri namaz kılanların yüzleri, gündüz güzel olur”, buyurulmuştur. Davud peygamber aleyhisselâm, niyazda bulundu: “Yâ Rabbi Geceleri, sana ibadet etmeyi sever ve isterim. Acaba, ne vakit kalkıp ibadet edeyim?  

Hak teâlâ buyurdu:  

— Yâ Davud! Gecenin başında kalkma! Gecenin sonunda da kalkma! Zira, gecenin evvelinde kalkan kullarım, sonunda da kalkamazlar. Sen, gecenin ortasında kalk, tâ ki o vakitte kalkan kullarım seni rahatsız etmesin. Sen, benimle halvet ol, ben de seninle olayım. O zaman, ihtiyacın ne ise arz et.  


Şu hâlde, gecenin başlangıcında yatsı namazından sonra biraz nafile namaz kılıp, zikrullah ta bulunmalı ve uyku bastırınca uyumalıdır. Uyandığı zaman, on iki rekât namaz kılmalı, ondan sonra vacip olan vitir namazı eda etmeli, bir müddet zikrullahta bulunmalıdır. Fakat, uyku bastırdığı zaman namaz kılıp zikretmekten sakınmalıdır. Zira, bu gafillerin ibadeti ve zikrine benzeyebilir.


Bu kitabın müellifi fakir de derim ki:  

— Şeyhim ki, Şeyh Hüseyin ibn-i Şihabüddin Ahmed, İbn-i Hüsamüddin bin Şeyh Şemsüddin Mehmed bin Şeyh Muhyiddin-i Abdülkadir-i Geylâni kaddesallahu sirrahul-aziz, müritlerine buyururdu:  

— Geceleri bir kere uyuyun ve gündüzleri bir kere yiyin.  


Şimdi, şunu bilmiş ol ki, tâlib-i Hak olan kimseye geceleri kalkıp zikrullah etmek ve namaz kılmak elbette gerektir. Nitekim, haberde vârid olmuştur: Aleyhissalâtü vesselam efendimiz: (Geceleri, bir davar sağacak kadar dahi olsa, kalkıp ibadet ediniz.) buyurmuşlardır. Bu davar sağacak kadar süreyi kimileri iki rekât, kimileri de dört rekât namaz kılacak kadar bir süre olduğunu söyler. 


Bazıları da derler ki, Hak teâlânın: Âli İmran sûresi 26. âyetine işaret ederek: “De ki, mülkün gerçek sahibi olan Allâhım, Mülkü dilediğine verir ve mülkü dilediğinden alırsın.” diye buyurması, Allahu azim-üş-şân dilediğine geceleri kalkıp ibadet etmek kudret ve kuvvetini verir, dilediğine bu kuvvet ve kudreti vermez, yani dilediğini geceleri kalkıp ibadet etmekten mahrum eder demektir. Şu hâlde, bir kişi tembellik ve gevşekliğinden ötürü geceleri kalkmayı terk etse veya kalkmaya üşenerek geceleri ibadetten mahrum kalsa, bu hareketinden dolayı yas tutup ağlasın ki, onun üzerine çok hayırlı kapılar kapanır.  


Şimdi aziz: Şu gerçeği de bilmiş ol ki, Resûl-ü zişânın halinden daha üstün bir hal olması mümkün değildir. Resul aleyhisselâmın ise, geceleri kalkıp namaz kılmaktan mübarek ayakları şişerdi. Bazı, halini ve haddini bilmezler: “Resûlullah, bunu şeriatini bildirmek ve ümmetine talim etmek için yapardı” derler.  


Biz de böyle düşünen ve diyenlere cevap verir ve deriz ki: “Madem ki öyledir, biz kim oluyoruz da onun şeriâtine uymuyoruz? O iki cihan serveri, şeriatini bildirmek ve ümmetine talim etmek için, geceleri tatlı uykularını bırakır kalkardı da biz neden kalkıp ibadet etmeyiz?”

  

Burada ince bir nokta var; geceleri kalkıp ibadet etmeyi terk etmekte fazilet gören ve bu haliyle de Cenab-ı mukaddese yakın olduğunu iddia eden hastadır. Bu halleri kaçınılmaz olup, kendini amellerinde gösterir, hasta oldukları anlaşılmaz. Hastalıkları amellerinde görülür. Yakîn olduğunu düşünüp bunu iddia etmeleri hasta olduğunu gösterir, bu halle bağlanmıştır.


Ömer Sühreverdi buyurur ki:  

— Bu inceliği birçok kimselerde gördük ama bize zahir oldu ki kusurdur.  


Hasan Basri hazretlerine birisi sordu:  

—  Bu ne hikmettir ki, geceleri kalkıp ibadet etmeye niyet ettiğim halde, kalkıp namaz kılamam.  


Hazret, şu cevabı verdi:  

— Senin günahın, seni bırakmaz ki gece kalkıp abdest alasın ve namaz kılasın. 


Şu hâlde, gündüzleri günah işlemekten kaçınmalıdır ki, Hak teâlâ geceleri kalkıp ibadet etmek saadet ve mazhariyetini müyesser eylesin.  


MÜZEKK-İN NÜFUS DERSLERİ – 448

79 - YOLUN BAŞINDA OLAN TALİPLERİN UYKUSU - 8

Ululardan birisi der ki:  

— Günah işlediğimden ötürü, yedi ay gece kalkıp namaz kılmaktan mahrum kaldım.  

Kendisine sordular:  

— O günahın, nasıl bir günah idi?  

Şöyle cevap verdi:  

— Bir gün, bir yerde birisinin ağladığını gördüm. “Ehl-i beytinden birisi mi öldü ki, ağlıyorsun?” diye sordum. Bana: “Ondan da beter bir musibete uğradım.” dedi. “Vücudunda bir sıkıntı ve illet mi var?” diye sordum. “Ondan da beter belaya uğradım.” dedi. “O bela nedir?” diye sordum. “Bütün kapılar yüzüme kapandı. Bütün perdeler gönlüme asıldı. Bir gece virdimi okuyup yerine getiremedim, onun için ağlıyorum. Benim bu günahım, öyle bir günahtır ki, ben onu söyleyemem,” cevabını verdi.  


Kimileri adamın uğradığı belanın ihtilam olmak olduğunu söyledi. Zira, ihtilamın sebebi, başı yere koyarak uyumaktır. Kişi, başını yastığa koyarak uyumayı terk etse ve geceleri kalkıp ibadet etmeyi âdet edinse, artık o kimseye başını yastığa koymak günah olur. Eğer, başını yastığa koyarsa, ihtilâm olmağa sebeptir. Fakat, bir kimse geceleri kalkıp ibadet edebilmeye kuvvet ve yardımı olsun diye, başını yastığa koyarsa, günah olmasa da âşıklar için yine günahtır.  


Sâlihlerden nice kişiler vardır ki, onlar bütün gece uyumazlar ve sabaha kadar geceyi  ihya ederlerdi. Hatta, rivayete göre tâbi 'inden kırk kişi, yatsı abdestiyle sabah namazı kılarlardı ki, gece ibadetlerini böyle yaptıkları eserlerde vârid olmuştur. Bu zevattan bazıları şunlardır: Said bin Müseyyeb, Fudeyl ibn-i îyaz, Veheb bin Verd, Süleyman-ı Dârânî, Ali ibnü Bekâr, Habib-ül Â'cemi, Kehsen bin Münhâl, Ebû Cazım, Ebü Kaadim, Muhammed bin Münkedir'dir. Bu zevat daha çoktur. Biz, burada kitap uzun olmasın diye hepsinin isimlerini zikretmedik. Şeyh Ebû-Tâlip Mekki rahmetullahi aleyh, KUVVET-ÜL- KULÛB adındaki kitabında, hepsini adları ile zikretmiştir.  


Her kimin, sabaha kadar uyanık durmağa gücü yetmezse, yani yukarıda belirttiğimiz gibi gönlünün ruhu ve ünsü uykunun yerini tutmaz ise, müstehap olan gecenin üçte birini ihyâ eylemesidir. Müstehabın en azı da gecenin son altıda biri ne kadar ihyâ eylemesi, sonra biraz daha uyumasıdır. Fakat, ertesi gün güneş doğmadan uyanması lâzımdır. İşte, uyumaya dair birkaç yol gösterdim. Ayet-i kerime, Hadis-i şerifler ve azizlerin davranışlarından anlaşıldı ki, talip olanlara geceleri sabaha kadar uyumak câiz değildir.  


Resûl-ü ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, bir Hadis-i şeriflerinde buyururlar ki: “Her kim, bütün gece sabaha kadar uyursa, sabah uykudan kalkmadan, şeytan gelir ve onun kulaklarına işer.” Mesabih şerhinde, bu Hadis-i şerif yorumlanırken; yani şeytan o kimseye galip gelir ve onu kendisine maskara edinir, denilmektedir. Bazıları da şeytan o kimsenin hakikaten kulağına işer, demişlerdir.  


Fakat, Hitabi rahmetullahi aleyh buyurur ki: “Bu bir teşbihtir. Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, geceleri sabahlara kadar uyuyup sabah namazına kalkmayanlar kulaklarında idrar varmış gibi duymaz, üzerine bir ağırlık çöker. Zira bevl (işenmiş) edilmiş kulak artık duymaz. Böyle olduğu için Resûlullah sallahu aleyhi ve sellem efendimiz teşbih yapmıştır.”

 

Hafız da der ki: “Geceleri kalkıp namaz kılmayı terk edenlerden birinden duydum: (Rüyamda, bir kara yüzlü şahıs geldi, ayakları ile üstüme basarak, kulağıma işedi,) diyordu.  Hasan Basri rahmetullahi aleyh de buyururlar ki: “Geceleri sabahlara kadar uyuyanlar ve kalkıp namaz kılmayı ve zikrullahta bulunmayı terk edenler, sabahleyin uyandıkları zaman parmaklarını kulaklarına sokarlarsa, şeytanın sidiği kokusunu bulurlar. Bazıları da demişlerdir ki: “Resûl aleyhisselâm (geceleri namaza kalkmayanların kulaklarına şeytan işer) buyurmasından murat odur ki, şeytan onların kulaklarını bâtıl sözlerle doldurur ve bu gibi kulaklar hiç şüphesiz hak sözleri işitmekten bâtıl olurlar.  


(Eşrefoğlu Abdullah Rumî Hazretleri)